TABERÂNÎ MU'CEMÜ'S-SAGİR TERCÜME VE ŞERHİ
Adam Öldüren Şiddetli Azaba Çarptırılacak
Peygamberimizin Muâz'a Tavsiyesi
İbrahim (a.s.) Peygamberimizin Ümmetine Selâm Gönderdi
Hicret Eden Kadınların İmtihan Edilmesi
Abdullah Bin Abbas'ın (r.a.) Fazileti
İnsan Dünyada Bir Yolcu Gibidir
Kur'ân'ı Unutmanın Mes'uliyeti
Resûlullahın Hz. Hasan Ve Hz. Hüseyin'e Sevgisi
Dinde Güçlük, Tedavi Olmak Ve İnsana Verilen En Hayırlı
Şey
Peygamberimiz Bid'at Ve Heva Ehlinden Uzaktır
Cuma Namazının Bir Rekatına Yetişen Kimse
Mü'minin Allah Katındaki Değeri
Resûlullahın Hizmetçilerine İltifatı
Allah'ın Meleklerine Karşı Övündüğü Kimseler
Resûlullahın Ashabını İdare Etmesi
Gurur Sebebiyle Elbiseyi Sürümek
Güzel Şeylere Bakarken "Maşaallah" Demek
Para Peşin Mal Veresiye Satış Yapmak
Mü'mini Öldürmenin Mes'uliyeti
Açıktan Günah İşleyenleri Açıklamak Gıybet Değildir
Allah'ın Mahşerde Kullarıyla Konuşması
Vaktin Namazını Kılmış Birisi Cemaata Uyabilir Mi?
Farz Kılan Birine Uyulabilir Mi?
Ölüm Mü'min İçin Nimete Geçiştir
Cenazeye Katılmak Çok Sevaptır
Peygamberimizin Namaz Sonrasında Yaptığı Dua
Peygamberimizin Vefatı En Büyük Musibettir
Erkek Evinden Fazla Uzak Kalmamalı
Mahşerde Peygamberimiz Ümmetini Nasıl Tanıyacak?
Bir Meclisten Kalkarken Okunacak Dua
Oruç Tutmanın Yasaklandığı Üç Gün
Peygamberimiz Abdullah Bin Mes'ud'a Neler Öğretti?
İdarecilerin Zulümlerini Tasdik Eden Helak Olur
Haksız Olarak Zimmete Mal Geçirmek
Teyze Ve Hala İle Yeğen Bir Nikâh Altında Birleşemez
Ölünün Ardından Hayır Söylemek
Güzel Yüz Ve Güzel İsim İhsan Edilen Kimse
Cemaata Devama Engel Bir Durum
Her Eklem Yeri İçin Bir Sadaka
Allah'ın Mü'min Kuluna Rahmeti
Irkçıların Mahşer Yerindeki Durumu
Zenginin Borcunu Ödemeyi Geciktirmesi
Peygamberimizin Bütün Ümmeti Cennettedir
Kadının Kadına, Erkeğin Erkeğe Çıplak Olarak Dokunması
Kayıp Bir Şeyi Bulmak İçin Yapılacak Dua
Azabı En Şiddetli Olacak Kimse
Peygamberimiz İçin Vesîle'yi İstemek
Borcu Öderken Ve İsterken Kolaylık Göstermek
Musibete Uğramış Birini Gören Ne Demeli?
Kişi İçin En Büyük Kazanç Nedir?
Peygamberimizin Emrolunduğu Söz
Başkasından Esirgenmesi Helâl Olmayan İki Şey
Yemin Ve İki Şahitle Hüküm Verme
Kisrâdan Sonra Kisrâ Gelmeyecek
Fakirlerin Yüzünden Zenginlerin Vay Haline
Arefe Akşamı Resûlullahın Yaptığı Dua
Ramazan'da Günah Ve Sevapların Karşılığı İki Mislidir
Kadını Kocası Aleyhinde Kışkırtan Kimse
Peygamberimizin Duasının Tesiri
Mü'min Diken Batmasından Sevap Kazanır
İnsanlarda Bulunması Güzel Olan Üç Şey
Rızık Günah Ve Sevaba Göre Verilmez
Hz. Ali İle Kur'ân Birbirinden Ayrılmaz
Kur'ân'dan Bir Ayeti İnkar Edenin Durumu
Ümmet Yetmiş Üç Fırkaya Ayrılacak
Dünya Üzüntüsü İle Güne Başlamak
Zehirli Hayvanlara Ve Nazara Karşı Okunacak Dua
Hakkı Söylemekten Geri Durmamak
Peygamberimizin Sabah Namazındaki Duası
Allah'ın Yardım Edeceği Kimseler
Şahitlikte Doğru Olanı Söylemek
Mü'min Ve Münafık Arasındaki Fark
Müşriklerin Peygamberimize Bir Teklifi
İçki Sebebiyle On Kişiye Lanet Edilmiştir
Peygamberimizin Kefil Olacağı Kimseler
Yatsı Ve Sabah Namazlarını Cemaatla Kılmak
Peygamberimizin Ebû Zer'e Tavsiyesi
Kıyamet Günü Sorulacak Beş Şey
Ziyaret İçin Gelenlere İkramda Bulunmak
Cuma Günü
Temizliğe Dikkat Etmeli
Resûlullahın Hz. Ali'ye Öğrettiği Duâ
Allah'ın Kullarına Karşı Merhameti
Hz. Hasan Müslümanlardan İki Büyük Ordunun Arasını Islah
Etti
Resûlullah Baskından Önce Ezan Sesi Dinlerdi
Peygamberimizin Hz. Hassan'a Duası
İmanla Beraber Olduğunda Cennete Girdiren Beş Şey
Peygamberimizin Ümmetine Şefaati
İlmin Ve İlim Öğrenmenin Fazileti
Erkeğin Eve Dönmekte Acele Etmesi
Peygamberimizin Turfanda Sebzeye Karşı Tavrı
Cennetten Köşk Kazandıran Ameller
Cennet Ehli Cennette Nasıl Olacak?
Kişinin Babasının Yerine Haccetmesi
Resûlullahın Bâzı Ahlâkî Özellikleri
Peygamberimizin Bâzı Tavsiyeleri
Allah'ın Konuşmayacağı Kimseler
Hz. Ali'nin Peygamberimiz Yanındaki Değeri
Namazı Vaktinde Kılmanın Fazileti
Peygamberimiz Hz. Câbir'e Niçin Duâ Etti?
Cemaatla Namaz Kılınanın Fazileti
Bağışlanmaya Sebep Olacak Sözler
Nafile Oruç Ve Namazın Fazileti
Gecede İsteğe Cevap Verilecek Vakit
Kötülüğe Engel Olmamak Neye Benzer?
Peygamberimizin Annelere Duası
Peygamberimizden Çeşitli Tavsiyeler
Peygamberimizi Görerek İman Etmek
Allah'tan Dünya Ve Âhiret İçin Afiyet İstenmeli
Allah'a En Sevimli Olan İnsan Ve En Sevimli Amel
Hz. Ömer'in Allah'ın İrâdesine Uygun Düşen Görüşleri
Yasaklanıp, Sonra Serbest Bırakılan Üç Şey
Kabir Ziyaretinde İslâm'a Uymayan Söz Söylememek
Resûlullahın Hasım Olacağı Kimseler
Tuvalete Girerken Yapılacak Dua
Kişi İçin En Faydalı Olan Üç Şey
Peygamberimizin Ümmetinin Fazileti
Çocukların Anne Ve Babaya Faydası
Resûlullahın Yatarken Yaptığı Dua
Ufak Da Olsa Günahlar Küçük Görülmemeli
Hazırsa Önce Yemek, Sonra Namaz
Mü'min, Mü'min Olarak Haram İşlemez
Herşey İnsandan Çok İbâdet Ediyor
Cehennemliklerin Yiyeceği: Zakkum
Müslümanların İşini Üstlenmenin Mes'uliyeti
Peygamberimizin Günahtan Korunması
Peygamberimiz Adına Yalan Uydurmak
İnsana "İnsan" Denilmesinin Sebebi
Ölüm Ânında Herkes Gideceği Yeri Görür
Anarşi Ve Fitne Zamanında İslâmı Yaşamak
Peygamberimizin Cehennemden Allah'a Sığınması
Peygamberimiz Sünnetli Olarak Doğdu
Peygamberimizin Parmaklarından Su Akması
Mal Ve Makam Hırsının Dine Verdiği Zarar
Baba Çocuğunun Malını Alabilir Mi?
Peygamberimizin Tebliğdeki Hassasiyeti
Peygamberimizin Ümmetine Nasihati
Kaderin Yazılı Olması Ve Hürriyet
Resûlullahın Yatarken Okuduğu İki Sûre
Kişinin Anne Ve Babasının Kabrini Ziyaret Etmesi
Hasan Ve Hz. Hüseyin'in Fazileti
Arefe Gününde Ve Muharrem Ayında Oruç Tutmak
Allah'ın Koyduğu Cezaları Uygulamak
Sahabîler Ümmet İçin Teminat İdi
Haricîleri Öldürenlere Vaad Edilenler
Bir Yerden Kalktıktan Sonra Söylenilecek Söz
Resûlullahın Bereket Duası Yaptığı Üç Şey
Hz. Ebû Bekir Ve Ömer'in Fazileti
Peygamberimizin Hz. Ali'ye Tavsiyesi
Kendisi Yaşamayanın İyiliği Tavsiye Etmesi
Guslederken Kıl Yerinin Kuru Kalması
Peygamberimizin Allah İndindeki Kıymeti
Ümmet İçerisinde Çıkacak Olan Deccaller
Şiirle Allah Yolunda Hizmet Etmek
Şerrinden Korkulana Karşı Yapılacak Dua
Peygamberimizin Yatağa Girerken Okuduğu Duâ
Peygamberimizin Ümmeti İçin Korktuğu Üç Şey
Ruh Hakkında İnsanlara Fazla Bilgi Verilmedi
Hz. Ali Münafıkları Kevser Havzının Başından Kovacak
Peygamberimizin Gece Yaptığı Bir Duâ
Kişinin Aşiretini Müdafaa Etmesi
Kişi Öfkelendiğinde Ne Demeli?
Kime Dört Şey Verilmişse, Dört Şey Daha Verilmiştir
Duaya Üç Halden Biri İle Cevap Verilir
Peygamberimiz Ümmeti Hakkında En Çok Kimlerden Korkuyor?
Resûlullah Havuz Başında Ümmetini Bekleyecek
Resûlullahın Sevdiklerini Sevmek
Hayırlı Kul, Borcunu Güzel Şekilde Ödeyendir
Resûlullahın Valilere Nasihati
Resûlullahın Vefatından Sonra Dinden Dönenler Oldu
Bâzı Musibetler Günahların Neticesidir
Peygamberimizin Bâzı Mühim Tavsiyeleri
Allah Her Şeyde Güzelliği Emretmiştir
Kendine Verilmeyenle Tok Görünmek
Peygamberliğin Yirmi Dört Parçasından Biri
Peygamberimize Rüzgarla Yardım Edildi
Dünyada Nefsin Her İstediğini Yapmak
Rablerinin Rızâsını Dileyerek Ona Yalvaranlar
Resûlullahın Vefatında Hz. Fâtıma'nın Sözleri
İnsanlar Üç Grup Olarak Haşredilecek
Resûlullah Bedir Savaşında Kimin Nerede Öldürüleceğini
Haber Verdi
Resûlullahın Hacılar İçin Duası
Hastaya Sıhhat Zamanında Yaptığı İbâdetlerin Sevabı
Yazılır
Buluğ Çağına Ermeden Üç Çocuğu Ölen Kimse
Peygamberimizin Ümmetine Düşkünlüğü
Kulak Çınladığında Salavat Getirmek
Resûlullahın Medinelilere Bereket Duası
Nimetçe Aşağıda Olanlara Bakmak
Kan Dökmek Helak Olma Sebebidir
Yatsı Namazını Kılmadan Uyumak
Resûlullahın Evi İle Minberi Arasının Fazileti
Mahşer Günü Hesaba Çekilmeyecek Olanlar
Ölmek Üzere Olanlara İman Telkini
Kur'ân Okumanın Ve Ona Uymanın Faydası
Bedir Savaşına Katılanların Fazileti
Kölenin Efendisi Üzerindeki Hakları
Giyinmiş, Fakat Çıplak Kadınlar
Müslümanları Rahatsız Etmekten Sakınmak
Sabah Namazından Sonra Allah'ı Zikretmek
Resûlullahın Sidretü'l-Münteha'da Gördüğü Dört Nehir
Kur'ân'ın Sahabe Üzerindeki Tesiri
Resûlullahın Hz. İmran'a Öğrettiği Dua
Köleyi Hürriyetine Kavuşturmak
Devlet Malına Hıyanet Edenlerin Mahşer Yerindeki Durumu
Dinimizin Atıcılığa Verdiği Önem
Kabe'nin Putlardan Temizlenmesi
Bildiğinin Onda Birini Yapmakla Kurtulacak Olanlar
Kur'ân'a Abdesetli Olarak Dokunmak
Rükû Ve Secdeye Eğilirken Ellerin Durumu
Ezanda Parmakları Kulakların İçine Sokmak
Bayram Namazı Dönüşünde Başka Yoldan Gelmek
Peygamberimizin Bir Çocuğa Duası
Vâil Bin Hücr'ün (r.a.) Fazileti
Cennet Hazinelerinden Bir Hazine
Ahirette Köle Efendisinden Daha İyi Bir Makamda Olabilir.
Yapmak İstenen İşi Gizli Tutmak
Sabah Namazından Sonra Güneş Doğuncaya Kadar Allah'ı Zikretmek
Allah'tan Resûlullahın İstediklerini İstemek
Resûlullahın Ebû Katâde'ye Duâ Ve İltifatı
Cihad Ve Cuma Namazı Kadınlara Farz Değildir
371.
Ebû Said (r.a.) rivayet ediyor:
"Cehennem ateşinin
sıcaklığı yetmiş cüzdür. Altmış dokuz cüzü öldürmeyi emredenin, bir cüz'ü ise
katil içindir."[1]
İzah
Hadiste, öldürmeye
azmettirenin cezasının, katilin cezasından kat kat fazla olduğu nazara
verilmektedir. Bunun böyle olmasının sebebi, asıl failin, yani gerçek katilin
öldürmeye azmettiren olmasıdır. O, gerek para ve makam teklifiyle, gerekse
karşı tarafın intikam duygusunu körükleyerek belkide hiç düşünmediği bir şeyi
katile yaptırdığından, elbette cezası daha fazla olacaktır. Nitekim günümüz
adalet sisteminde de azmettirene verilen ceza ile tetikçinin çarptırıldığı ceza
bir değildir.[2]
372. Muaz bin Cebel Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
(r.a.) rivayet ediyor:
"Ya Resûlallah
bana nasihat et" dedim. Şöyle buyurdu:
"Nerede olursan ol
Allah'tan kork. Kötülüğün arkasından iyilik yap ki onu silsin. İnsanlara da
güzel ahlakla muamelede bulun."[3]
İzah
Peygamberimiz gerek Sahabîlerin
nasihat istemesi üzerine, gerekse kendiliğinden onlara çok önemli tavsiyelerde
bulunurdu. İşte Muâz bin Cebel de (r.a.) Resûlullahtan sık sık nasihat isteyen
bir Sahabî idi. İzahını yaptığımız hadiste yine Peygamberimizden nasihat
istediğinde, o, üç önemli hususu tavsiye ediyor. Bu tavsiye Hz. Muâz'ın
şahsında bütün ümmete yapılmış bir tavsiyedir.
Peygamberimiz
ümmetine,
"Nerede
olursanız olun Allah'tan korkun"
buyuruyor.
Bu, kişinin Allah'a kul
olabilmesi, Onun emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınması açısından
çok mühimdir. Bulunduğu her yerde Allah'ın kendisini gözetleyip, gördüğünü
bilen bir Müslüman, hiç kimse kendisini görmese dahi '"Allah beni
görüyor, Onun melekleri benim her hareketimi kayıt altına alıyor. Bir gün
gelecek bu kayıtlar karşıma çıkacak" diye düşünerek yapmak istediği
kötülükten vaz geçer. Böylece kişi takva sahibi olur ve Allah'ın böyle kulları
için hazırladığı mükâfata nail olur.
Hadiste ikinci olarak
"kötülüğün arkasından iyilik yapmak" tavsiye ediliyor. O iyiliğin
yapılan kötülüğü sileceği bildirilerek kişi iyilik yapmaya teşvik ediliyor. Bu
tavsiye aynı zamanda bir âyettir. Çünkü Yüce Allah bununla ilgili olarak,
"Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri giderir. Bu, güzelce düşününenler için
bir öğüttür."[4]
Âyet ve hadislerde
yapılması istenen iyilikler namaz kılmak, oruç tutmak, sadaka vermek, tevbe
istiğfar etmek gibi şeylerdir. Zaten yukarıdaki âyetin baş kısmı,
"Gündüzün iki
vaktinde ve gecenin gündüze yakın kısımlarında namaz kıl. Şüphesiz...." şeklindedir. Diğer taraftan Peygamberimiz de pek çok
hadislerinde abdest almanın ve namaz kılmanın günahlara keffâret olduğunu
bildirmiştir.
İyiliğin kötülüğü
silmesi iki şekilde anlaşılabilir. Birincisi, kişinin kalbinden günahın
lekesinin silinmesi; ikincisi ise, kişinin amel defterine yazılan günah
sayfasından o günahın silinmesidir. Eğer bir kötülük tevbe ile veya ardından
hemen iyilik yapmakla, ki bu da bir çeşit tevbedir, silinmezse o günahlar
birike birike kalbi tamamen karartabilir. Ayrıca "Herbir günah içerisinde
küfre giden bir yolun olduğu" da unutulmamalıdır. Bu kısımla ilgili olarak
359 numaraları hadisin izahına bakılabilir.
Hadiste yapılan üçüncü
tavsiye, "insanlarla da iyi geçinmektir." Bu da tatlı dil, güler
yüz, affetme, kusurları görmeme, hatayı yüze vurmama, ayıbını yaymama,
başarılarını yayma, iltifat etme, hediye verme gibi şeylerle yapılabilir. Ancak
insanlarla iyi geçinme tavsiye edilmesi, kesinlikle yaltaklanmak, riyakarlık
ve dalkavukluk yapmak şeklinde anlaşılmamalıdır. Karşıdaki insanın bir kusuru
yanlışı varsa, bu uygun bir lisanla elbette kendisine söylenilmelidir. Diğer
taraftan, münasebet içerisinde olunan biri yaptığı yanlış bir şeyi tasdik
ettirmek için, "Böyle değil mi?" diye sorarsa, "Onu
kırmayayım" diye "Evet" diyerek veya baş sallayarak dalkavukluğa
girilmemelidir. Dinimiz yukarıda saydığımız tatlı dil, güler yüz, af gibi
huyları överken, dalkavukluk, riyakarlık, yaltaklanmak gibi huyları yermiş,
bunları çirkin huylar olarak vasıflandırmıştır.[5]
373. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Resûlullaha 'Siz
içinizde olanı açıklasanız da, gizleseniz de Allah onu bilir ve onunla sizi
hesaba çeker'[6]
âyeti nazil olduğunda bu Resûlullahın Ashabına güç geldi. Sonra 'O dilediğini
bağışlar, dilediğine de hak ettiği şekilde azap verir'[7] ifâdesi nazil oldu.
Bunun üzerine onlar sevindiler."[8]
İzah
Bu hadiste,
"Siz içinizde
olanı açıklasanız da, gizleseniz de Allah onu bilir ve onunla sizi hesaba
çeker"
âyeti nazil olduğunda
bunun Resûlullahın Ashabına güç geldiği, sonra,
"O
dilediğini bağışlar, dilediğine de hak ettiği şekilde azap verir"
âyeti nazil olduğunda
ise Ashabın rahatladığı ifâde ediliyor. Sonraki ifâdelerde Allah'ın dilediğini
bağışlayacağı bildirilerek Sahabîler biraz olsun rahatlatılıyor.
Müstedrek'te yine İbni
Abbas (r.a.) kanalıyla gelen, Müslim'de Ebû Hüreyre (r.a.) yolu ile gelen
rivayette,
"Siz içinizde
olanı açıklasanız da, gizleseniz de Allah onu bilir ve onunla sizi hesaba
çeker. O dilediğini bağışlar, dilediğine de hak ettiği şekilde azap
verir" âyetinde sonra Ashabın
sıkıldığı, onları rahatlatlatmak için,
"Allah kimseyi
gücünün yettiğinden fazlasıyla mükellef tutmaz. Herkesin kazandığı hayır kendi
lehine, işlediği günah da kendi aleyhinedir" âyetinin nazil olduğu rivayet ediliyor.
Bu izahtan sonra
Müslim'de Ebû Hüreyre (r.a.) yolu ile gelen hadisi de zikredelim:
"Siz içinizde
olanı açıklasanız da, gizleseniz de Allah onu bilir ve onunla sizi hesaba
çeker. O dilediğini bağışlar, dilediğine de hak ettiği şekilde azap verir"
âyeti nazil olduğunda
bu Resûlullahın (s.a.v.) Ashabına[9] ağır
geldi. Resûlullaha (s.a.v.) geldiler ve diz çöküp oturarak şöyle dediler:
"Ey Allah'ın
Resulü, bize namaz, oruç, cihad ve sadaka gibi yapabileceğimiz işler emredildi,
bunları yapıyoruz. Ancak Cenâb-ı Hak sana şu âyeti indirdi. Onu yerine
getirmemiz mümkün değil"[10]
Resûlullah (s.a.v.) onlara,
"Siz de sizden
önceki ümmetlerden Yahudi ve Hıristiyanlar gibi, 'Dinledik ama itaat etmiyoruz'
mu demek istiyorsunuz? Hayır öyle değil siz, 'İşittik ve itaat ettik, ey Rabbimiz
affını dileriz, dönüş Sanadır' deyin."
Cemaat bunu okuyunca
dilleri ona yatıştı. Hemen arkasından Allah şu âyeti indirdi:
"Peygamber, kendisine
Rabbinden indirilen Kur'ân'ı tasdik edip ona iman etti. Mü'minler de onunla
beraber iman ettiler. Onların hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve
peygamberlerine iman etti. Onlar. 'Biz Allah'ın peygamberlerinden hiçbirini
ayırmayız; birine inandığımız gibi hepsine de inanırız' diyerek iman
getirdiler. Ve dediler ki: 'İşittik ve emrine uyduk. Affını ve mağfiretini
dileriz, ey Rabbimiz! Varılacak yer Senin huzurundur.'[11]
Onlar bunu yapınca,
Allah da şu âyetle[12]
önceki âyetin hükmünü kaldırdı:
"Allah kimseyi
gücünün yettiğinden fazlasıyla mükellef tutmaz. Herkesin kazandığı hayır kendi
lehine, işlediği günah da kendi aleyhinedir. Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya
düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesaba çekme. (Resülullah bu duayı
söyleyince Allah Teâla, 'Tamam' buyurmuştur.) Ey Rabbimiz! Bizden evvelkilere
yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme. (Allah Teâla, 'Tamam' buyurdu.) Ey
Rabbimiz! Bize güç yetiremeyeceğimiz şeyi de yükleme. (Allah Teâla, 'Tamam'
buyurdu.) Günahlarımızı affet. Bizi bağışla. Bize merhamet et. Bizim dostumuz
ve yardırmamız Sensin. Kâfirler güruhuna karşı Sen bize yardım et. (Allah
Teâla, 'Tamam' buyurdu.)"
Müslim'deki hadisin bu
son kısmı, izahını yaptığımız hadisin râvisi Abdullah bin Abbas (r.a.)
tarafından da rivayet edilmiştir.[13]
Biraz da "kalapten geçen şeyler" üzerinde duralım:
İnsandan meydana gelen
ve dinî hükümlerin alanına giren şeyleri şöyle tasnif edebiliriz:
1. Dil ile söylenen sözler.
2. Vücudun tamamı veya el, ayak ve göz gibi bir organ ve
vücudun bir kısmı ile işlenen fiiller.
3. Küfür, iman, riya, ihlas gibi kalple işlenen işler.
Söylenmesi ve
işlenmesi günahı gerektiren bir şey dil ile söylenmedikçe; vücudun tamamı veya
organları ile işlenmedikçe sadece kalpten geçmesi halinde günah sayılmaz.
Meselâ bir kimsenin aleyhinde konuşmak ve sövmek kalpten geçse bile, dil ile
söylemedikçe günah sayılmaz. Bunun gibi bir kimse hırsızlık yapmayı, kumar
oynamayı, adam öldürmeyi kalbinden geçirse hırsızlık
fiilini işlemedikçe, kumar oynamadıkça ve adam öldürmedikçe bir günah kazanmış
olmaz. Gerek zikrettiğimiz âyet, gerekse peygamberimizin şu hadisi bu gerçeği
ifâde eder:
"Dilleriyle
söylemedikçe ve fiilen yapmadıkça, Allah, ümmetimin kalbinden geçirdiği
şeyleri onlar için bağışlamıştır."[14]
Gönülden geçenden
sorumlu tutulmamakla beraber, Yüce Allah kıyamet gününde kullarına
kalplerinden geçen şeyleri bildirecek, fakat lütuf ve kereminden bunlardan
sebebiyle onları hesaba çekmeyecektir.
Küfür, riya, hased
gibi kalble işlenen fiillere gelince:
Kişi, küfür, riya ve
hased gibi şeyleri kendi isteği ile hatırına getirir de bunları kalbinde
kökleştirirse, böyle birisi günahkar olur. Âyet ve hadis, böylelerinin mes'ul
olmadığına delil teşkil etmez. Küfür, riya, hased gibi kalble işlenen
fiillerden günah kazanmak için kalben düşünmek kâfidir. Meselâ insanlara
gösteriş için büyük bir hayır yapan kimse bunu dil ile söylemese de bunu kalben
düşünmesi amelinin boşa çıkması için kâfidir. Gösteriş için cihad etmek, namaz
kılmak da böyledir.
Fakat bir vesvese şeklinde
insanın kalbinden geçen şeyler için bir günah kazanma söz konusu değildir. 247
numaralı hadisin izahına bakınız.[15]
374. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Bir kadın Resûlullaha
(s.a.v.) geldi ve zina ettiğini itiraf etti. Kadın hâmile idi. Resûlullah ona
ceza uygulamayı doğum yapıncaya kadar erteledi. Kadın doğum yaptıktan sonra
vücudunun açılmaması için elbisesinin bağlanmasını ve sonra taşlanarak
öldürülmesini (recm edilmesini) emretti. Sonra da o kadının cenaze namazını
kıldı. Oradakilerden birisi, "Kadın zina etti, sen de onu recmettin.
Sonra da ona namaz mı kılıyorsun?" dedi. Resûlullah şöyle buyurdu:
"O kadın öyle bir
tevbe etti ki, onun tevbesi Medine halkından yetmiş kişiye paylaştırılsaydı,
hepsine yeterdi. Sen o kadının canını seve seve vermesinden daha üstün bir davranış
görüyor musun?"[16]
İzah
Tirmizi'de
Resulullahın kadının velîsine, "Ona iyi muamele et. Doğum yaptığında da
bana bildir" ilâvesi vardır.
Yine "Kadın zina
etti, sen de onu recmettin. Sonra da ona namaz mı kılıyorsun?" diyen
kimsenin Hz. Ömer olduğu kayıtlıdır.
Hadisin Müslim'de
geçen bir rivayetinde de kadının doğumdan sonra birşeyler yiyebilecek yaşa
gelinceye kadar çocuğunu emzirdiği, sonra çocuğunun elinde bir ekmek parçası
olduğu halde Resûlullaha gelip "İşte ey Allah'ın Resulü, onu sütten kestim.
Ekmek yemeye de başladı" dediği ve recmedildiği yer alır.[17]
Kadından önce, onunla
zina eden Mâiz bin Mâlik isimli Sahabî gelmiş, suçunu itiraf ederek
recmedilmesini istemiş. Resûlullah da gerekli tahkikatı yaptıktan sonra onu
recmetmiştir.[18]
Peygamberimiz
(s.a.v.),
"Sen o kadının
canını seve seve vermesinden daha üstün bir davranış görüyor musun?" sözüyle, kadının Allah'tan başka kimsenin görmediği
bir yerde günah işlediği halde, ölümü göze alarak suçunu itiraf etmesini
nazara vermiştir.
Dinimiz, canı, malı, nesli
korumayı emreder. Bu sebeple zinayı şiddetle haram kılmıştır. Bununla da
kalınmamış, zina eden erkek ve kadına bizzat Allah tarafından bir ceza da
takdir edilmiştir. Buna göre zina edenler bekârsalar yüz sopa vurulur. Evli
iseler, taşlanarak öldürülürler. Zina edenlerin taşlanarak öldürülmesine recm
denilir. Zina edenlerden biri evli, diğeri bekârsa, evli olan recmedilir,
bekâra ise yüz sopa vurulur. Dinimizde mühim hikmetlere binâen emredilen recm,
bâzılarının zannettikleri gibi hemen tatbik edilecek bir ceza değildir. Çünkü
bir insanın hayatı söz konusudur. İnsan hayatının korunmasına son derece hassasiyet
gösteren yüce dînimiz, bu konuda da hassastır. Zinanın sübutu ve recm cezasının
tatbik edilmesi için gerekli olan şartları şöylece sıralayabiliriz:
1. Dört âdil şahit: Şahitlerin dördünün de bir arada
bulunması şartı aranır. Bu dört şâhid dördü de kadınla erkeğin cinsî münâsebette
bulunduklarını açıkça görmüş olmalıdır. Şahitlerden üçü, "Bu ikisini zina
ederken gördük" deseler, dördüncü şahıs da "Ben bu ikisini yorgan
altında gördüm" dese, Hanefi mezhebine göre ilk üç kişiye seksener deynek
kazf, yani namuslu birine iftira atma cezası verilir. Görüldüğü gibi, zina
suçunun şahitlerle ispat edilmesi son derece zordur.
2. Suçu işleyenlerin itirafı.
3. Bekâr bir kızın veya dul bir kadının hâmile kalması.
İslâmiyette temel
felsefe, insanları cezalandırmak değil, çeşitli suçların önünü almak, suç
işlenmeden önce önüne geçmektir. Bunun içindir ki, Peygamberimiz mahkeme
esnasında şüpheli durumlarda zina ithamına mâruz kalan kişi lehine hüküm
verilmesini tavsiye etmiştir.[19]
Sonsuz rahmet sahibi
olan Yüce Allah'ın zina edenlere uygulanmasını emrettiği cezada hem toplum
için, hem de şahıs için faydalar, hikmetler vardır. Herşeyden önce, suçluyu
affetmek, merhametin yersiz kullanılmasıdır. Hukuku çiğnenen, namusu pâyimal
olan kimselere karşı bir haksızlıktır. Unutmamak gerekir ki, kötülere iyilik,
iyilere kötülük ve zulüm yapmak demektir. Bunun gibi, başka suçların da
işlenmesine bir primdir. Başkasının namusunda gözü olanların ve bunu fiile
çıkaranların toplumda serbestçe gezmeleri, namuslu toplum fertlerinin endişe
etmesine sebep olur.
Diğer taraftan, namusu
pâyimal olan genç kızların, kadınların ve ailelerin duruşma esnasında
kendilerine hâkim olamayarak "Asın bu zâlimleri" diye bağırmaları da,
recm cezasının fıtrata uygun olduğunu gösterir.
Recm cezasının tatbik
edilmesinin topluma olan bir diğer faydası da İlâhî rahmetin celbine sebep
olmasıdır. Peygamberimiz bir hadislerinde bu gerçeğe şöyle dikkat çeker:
"Allah'ın koyduğu had
cezalarından birisini dosdoğru tatbik etmek Allah'ın beldelerinde kırk gün
yağmur vermesinden daha hayırlıdır."[20]
Recm cezasının tatbik
edilmesi suçlu için de rahmettir. Çünkü bu ceza karşılığında günahları
affedilmektedir. Nitekim Peygamberimiz, zina eden ve suçunu itiraf ettiği için
recmedilen Mâiz
hakkında,
"O öyle bir
tevbe etti ki, bir millete paylaştırılsaydı, hepsine kâfi gelirdi"
buyurmuştu.
Bununla ilgili bir
başka nadide şu mealdedir:
"Allah'a ortak
koşmayacağınıza, zina yapmayacağınıza, hırsızlık etmeyeceğinize Allah'ın
öldürülmesini haram kıldığı hiçbir cana kıymayacağınıza dair bana söz verin.
"Kim bu
günahlardan birini işler de cezasını dünyada görürse, bu ceza onun günahına
keffâret olur. Bu suçlardan birisini işler de Allah bunu örterse, hesabı
Allah'a kalmıştır. Dilerse affeder, dilerse cezalandırır."[21]
Tirmizi'de de aynı hadis bu
suçları işleyip de cezasını dünyada iken çeken kimsenin âhirette ikinci bir
cezaya çarptırılmayacağı şeklindedir.[22]
375. Ata bin Ebi Rabah rivayet ediyor:
Abdullah bin Ömer'e,
"Resûlullah (s.a.v.) ile beraber Rıdvan bîatında sen de bulundun mu?"
diye sordum. "Evet" dedi. "Üzerinde ne vardı?" dedim. Şu
cevabı verdi:
"Üzerinde pamuklu
bir gömlek, içi astadı bir cübbe, bir de aba vardı. Kılıcını da kuşanmıştı.
Nu'man bin Mukarrin'i
de Resûlullaha bîat yapılırken başına değmesin diye ağacın dallarını yukarıda
tutarken gördüm."[23]
İzah
Peygamberimiz (s.a.v.)
gördüğü bir rüya üzerine Hicretin 6. yılında Kabe'yi tavaf etmek için 1400
kişilik bir kafileyle Mekke'ye hareket etti. Müşrikler bunu haber alınca hem
onların hareketlerini kontrol etmek, hem de Mekke'ye koymamaya kararlı olduklarını
göstermek üzere 200 kişilik bir süvari birliği hazırladılar. Sonra da
Resûlullaha elçi gönderdiler. Ardından Peygamberimiz de damadı Osman bin
Affan'ı (r.a.) Mekke'ye elçi olarak gönderdi. Bir müddet sonra onun şehid
edildiği haberini aldı.
Bunun üzerine gelen
vahye uyarak Peygamberimiz (s.a.v.) ölmek, fakat geri dönmemek üzere
müşriklerle çarpışmak için bütün Ashabından bîat istedi. Rıdvan Bîatı olarak
tarihe geçen bu bîatta bulunanlar, Cenâb-ı Hakkın övgüsüne ve rızasına mazhar
oldu. Yüce Allah bu Sahabîleri şöyle övdü:
"Ölünceye
kadar sana bağlı kalacaklarına söz vererek sana bîat edenler Allah'a bîat
etmişlerdir. Allah'ın kudret ve yardımı onların üzerindedir. Ahdini bozan
kendi aleyhine bozmuş olur. Allah'a verdiği sözü yerine getirenlere ise Allah
pek büyük bir mükâfat verecektir.
Şüphesiz Allah o
ağacın altında sana bîat eden mü'minlerden razı oldu. Kalplerinde olanı bildi
ve onlara huzur ve sükûnet ihsan etti. Onları yakın bir fetih ve elde
edecekleri büyük bir ganimetle mükâfatlandırdı. Allah'ın kudreti herşeye
galiptir ve Onun her işi hikmet iledir."[24]
İşte yukarıdaki
hadiste bu bîat kastedilmektedir. Hadiste bîat devam ederken Nu'man bin
Mukarrin'in de (r.a.) Resûlullaha değmemesi için ağaç dalını yukarı kaldırdığı
bildiriliyor.
Rıdvan Bîatı
müşriklerin kalbine korku salmıştı. Alıkoydukları Hz. Osman'ı serbest
bıraktılar. Sonra da Peygamberimizle Hudeybiye Sulhunu imzaladılar.
Tafsilat için Dört
Hatife Ahlâk ve Fazileti isimli eserimizin 76-79, 347-351. sayfalarına bakınız.[25]
376. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Ensardan yetmiş kişi,
geceleyin Medine'de kendilerine âit bir medresede toplanıp Kur'ân-ı Kerim öğrenmeye
çalışırlardı. Sabah olduğunda kendisinde güç bulanlar, odun toplamak ve su
çekmek gibi işlerle uğraşırlardı. Mâlî durumu yerinde olanlar da bir koyun
keserek gövdesini olduğu gibi getirir Resûlullahın evinin dış duvarına
asarlardı. Hübeyb (r.a.) şehid düştükten sonra Resûlullah bu yetmiş kişiyi bir
vazifeye gönderdi. Dayım Haram bin Milhan da bu yetmiş kişinin içinde idi.
Bunlar yolculuk esnasında Süleym oğulları kabilesinin bir oymağının yanından
geçerlerken, oymak halkı onlara sataşmak istediler. Dayım birlik komutanına:
"Gidip onlara
'Biz sizin için gelmedik [Sizinle bir alıp veremediğimiz yok]1 dememe müsaade
eder misin?" dedi.
Onlar
"Konuşabilirsin" deyince de onların yanına gitti. Yanlarına
vardığında içlerinden biri dayıma konuşma imkanı vermeden ona mızrak sapladı.
Dayım karnında mızrağın soğukluğunu hissedince:
"Allahu ekber!
Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki ben Cenneti kazandım" dedi ve şehid oldu.
Oymak halkı dayımdan
sonra bu yetmiş kişinin hepsini kılıçtan geçirerek Resûlullaha durumu haber
verecek tek bir kişiyi dahi sağ bırakmadılar. Resûlullah bu durumu haber alınca
çok üzüldü. Onun hiç bir seriyye için bu derece üzüldüğünü görmedim.
"Resûlullah her
sabah namazını kıldıktan sonra elini kaldırır, bu katliamı yapanlara beddua
ederdi."[26]
İzah
Uhud Savaşından dört
ay sonraydı. Necid bölgesinde oturan Âmiroğulları kabilesinin reisi Ebû Berâ,
Peygamberimize gelerek kavmine İslâmiyeti anlatmaları için birkaç Sahabî
görevlendirmesini istedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Necid
ahâlisinin göndereceğim kimselerin başına bir felâket getirmelerinden
korkarım" buyurdu.
Ebû Berâ, "Ben
sana teminat veriyorum. Onları koruyacağım" dedi.
Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.v.), Münzir bin Arar (r.a.) başkanlığında Haris bin Samme,
Haram bin Milhan, Urve bin Esma, Nâfi bin Büdeyl, Âmir bin Füheyre'nin de
(r.anhüm) içinde bulunduğu yetmiş kişilik (başka bir rivayete göre kırk)
kişilik bir heyet gönderdi.
Bu heyet pusuya
düşürülürek katledildi. İşte izahını yaptığımız hadis bunu haber vermektedir.
Haram bin Milhan (r.a,)
karnında mızrağın soğukluğunu hissedince, söylediği "Allahu ekber!
Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki ben Cenneti kazandım" sözü, katili Cebbar
bin Selmâ'nm İslâmla şereflenmesine sebep oldu.[27]
Hadisin râvisi,
müşriklerin yetmiş kişiden hiç kimseyi sağ bırakmadıklarını bildiriyor. Hadisin
başka rivayetlerinde onların Amr bin Ümeyye'yi (r.a.) serbest bıraktıkları
bildirilir.[28]
Sahabîler şehid
edilmeden önce Allah'a şöyle niyaz ettiler:
"İlâhî, burada
Resulüne durumumuzu haber verecek Senden başkası yoktur. Selâmımızı ona Sen
ulaştır. İlâhî, Resulün vasıtasıyla kavmimize haber ver ki, biz Rabbimize
kavuştuk. Biz Rabbimizden hoşnud olduk, Rabbimiz de bizden hoşnud oldu."
Peygamberimiz (s.a.v.)
o sırada Medine'de bulunuyordu. Cebrail (a.s.) geldi, onların selâmını
ulaştırdı. Resûlullah onların durumunu Ashabına şöyle haber verdi:
"Kardeşleriniz
müşriklerle karşılaştılar. Müşrikler onları kesip biçtiler, mızrakladılar.
Onlar şehid olurken 'Ey Rabbimiz, Rabbimizden hoşnud olduğumuzu, Rabbimizin de
bizden hoşnud olduğunu kavmimize Sen tebliğ et' dediklerini ben size haber veriyorum.
Onlar için Allah'tan bağışlanma dileyin. Onlar bana selâm gönderdiler."
Hadisin râvisi, Enes'in de
(r.a.) haber verdiğine göre Resûlullah her sabah namazını kıldıktan sonra bu katliamı
yapanlara bir ay boyunca beddua etti. Bu beddua sebebiyle müşriklerin kuraklık
ve kıtlığa maruz kaldıkları ve perişan oldukları bildirilir.[29]
377. Temim bin Zeyd, babası Zeyd bin Hâle'den (r.a.)
rivayet ediyor:
Zeyd bin Hâle (r.a.),
Resûlullahın (s.a.v.) yanına girdi. Resûlullah (s.a.v.) uyuyordu. Hemen uyandı.
Zeyd bin Hâle'yi bağrına bastı ve "Hâle imiş! Hâle! Hâle!" dedi.[30]
İzah
Zeyd bin Hâle (r.a.)
Peygamberimizin hanımlarından Hz. Hatice'nin yakını oluyordu. Ebu'l-Kâsım,
"Resûlullah Zeyd bin Hâle'nin (r.a.) Hz. Hatice'ye yakınlığı sebebiyle
sevinmiş olmalıydı" diyerek Peygamberimizin Resûlullahın Hz. Zeyd bin
Hâle'ye gösterdiği yakınlığın sebebini açıklar.
Gerçekten de
Peygamberimiz çok sevdiği eşi Hatice Validemize olan sevgisini onun vefatından
sonra da sürdürmüştür. Bunu, onun yakınlarına gösterdiği ilgi ve sevgiyle dışa
da vururdu.[31]
378. Abdullah bin Ebî Evfâ (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah Haybere sefer düzenlediğinde hayber halkı onu ve ordusunu görünce
"Muhammed ve ordusu" diyerek kaçışmaya bağladılar. Bu arada
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Allâhu
ekber, harap oldu gitti Hayber!
"Biz
bir kavmin yurduna baskın yapıp girdik mi, uyarılmış olan o kâfirlerin hali
yaman olur!"[32]
134 Numaralı hadisin
izahına bakınız.[33]
379. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Mîrac
gecesinde Allah'ın dostu İbrahim'i (a.s.) gördüm. Bana şöyle dedi:
"Ey Muhammed!
Ümmetine selâm söyle ve onlara bildir ki, Cennet, toprağı hoş ve temiz, suyu
tatlı ve kendisi düz bir yerdir. Oraya bir şeyin ekimi ise, 'Sübhanallah, elhamdülillah,
lâilâhe illallahü vallahü ekber ve Lâ havle velâ kuvvete illâ billah'
söylemektir."[34]
İzah
Hadiste zikredilen mîraç,
bir yükseliştir. Peygamberimizin ruh ve bedeniyle Rabbinin huzuruna yükseldiği
büyük, mucizelerinden birisidir. Yüce Allah Miraçla, Sevgili Peygamberimizin
üstünlüğünü, onun yanındaki makamını meleklere ve gök ehline göstermek
istemiştir.
Resûlullah (s.a.v.)
Miraçta Rabbini görmüş, Cenneti gezmiş, Cehennemi müşahade etmiştir.
Mîraç, peygamberliğin
on ikinci yılında, hicretten on sekiz ay önce, Recep ayının 27. gecesinde
gerçekleşmiştir.
Peygamberimiz (s.a.v.)
Mîraç esnasında kendisinden önceki peygamberlerle görüşmüş, onlarla sohbet
etmiştir. Miracın anlatıldığı uzun bir hadiste birinci semâda Hz. Âdem, ikinci
semâda Hz. İsâ ve Hz. Zekeriyya, üçüncü semâda Hz. Yusuf, dördüncü semâda Hz.
İdris, beşinci semâda Hz. Harun, altıncı semâda Hz. Mûsâ, yedinci semâda ise
Hz. İbrahim ile görüşmüştür.[35] İşte
bu görüşmesinde Hz. İbrahim onunla ümmetine selâm göndermiş, onlara Cennete
girmelerine vesile olacak şeyler tavsiye etmiştir.
Mîraç hakkında
tafsilatlı bilgi için Üç Aylar ve Mübarek Günler isimli eserimizin 39-51.
sayfalarına bakılabilir.[36]
380. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
"Ey Peygamber!
Mü'min kadınlar sana geldiğinde..."[37]
âyeti nazil olunca bu
âyetin emri gereği Resûlullah Mekke'den Medine'ye hicret eden kadınları imtihan
ediyordu.[38]
İzah
Peygamberimiz
Hudeybiye'de müşriklerle bir anlaşma yapmıştı. Bu anlaşmanın bir maddesi de
Müslüman olarak Medine'ye gelenlerin tekrar müşriklere iade edilmelerini
gerektiriyordu.
Peygamberimiz (s.a.v.)
anlaşmanın bu maddesine uyarak Müslüman olup Medine'ye gelenleri müşriklere
geri iade etmişti.
Medine'ye gelenlerden
birisi de Peygamberimizin halasının kızı Ümmü Gülsüm idi (r.a.). Ümmü Gülsüm
(r.a.) aslında çok önceleri Müslüman olmuştu. Fakat babası izin vermediği için
Medine'ye hicret edememişti. Tam yedi sene sonra bir fırsatını bularak
Medine'ye hicret etti. Peygamberimizin hanımı Ümmü Seleme'nin (r.a.) evine
misafir oldu. O sırada Resûlullah evde yoktu. Ümmü Seleme'ye (r.a.) geri iade
edilmekten endişe duyduğu söyledi. "Kadınların hali erkekler gibi
değildir" diye de ekledi.
Derken Resûlullah
(s.a.v.) eve geldi, kendisine hoş geldin dedi. Ümmü Gülsüm (r.a.) heyecanla
durumunu Resûlullaha (s.a.v.) arzetti. Şöyle dedi: "Ya Resûlallah, ben
dinim uğrunda hicret ederek sizin yanınıza geldim. Beni koruyun, müşriklere geri
çevirmeyin. Beni onlara verirseniz, işkence ederler. Dinimden döndürmeye
çalışırlar. Ben nihayet bir kadınım. İşkenceye dayanamam. Bilirsin ki,
kadınların hali zayıfların haline benzer."
Peygamber Efendimiz onu
dinledikten sonra,
"Yüce Allah muhakkak
kadınlar hakkında ahdi bozar, hükümsüz bırakır" buyurdu.
Nihayet izahını
yaptığımız hadiste baş tarafına yer verdiğimiz âyeti kerime nazil olarak
Peygamberimizden böyle kadınları imtihan etmesi istendi. Ayetin tamamı şöyle
idi:
"Ey Peygamber! Mü'min
kadınlar sana geldiğinde, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık
yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, doğurmadığı çocuğa yalan yere
sahiplik iddiasında bulunmamak ve itaat etmeyi gerektiren bir hususta sana
karşı gelmemek üzere bîat etmek isterlerse, onların bîatlanın kabul et ve onlar
için Allah'tan af dile. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet
edicidir."
Vahiy tamam olunca
Peygamberimiz onu Ümmü Gülsüm'e (r.a.) müjdeledi. Hz. Ümmü Gülsüm için bundan
daha sevindirici bir haber olamazdı. Sevinçten ağladı.
Bu arada babası onun
Medine'de olduğunu öğrenmişti. Oğulları Velid ile Ümâre'yi hemen Medine'ye
yolladı. Bunlar Resûlullaha (s.a.v.) gelerek, "Aramızdaki anlaşmaya göre
Müslüman olanları bize iade edecektin. Bunu yerine getir. Kız kardeşimizi bize
teslim et" dediler. Peygamberimiz (s.a.v.),
"Cenâb-ı Hak o
şartın hükmünü kadınlar hakkında bozdu" buyurdu.
Onlar bir şey
diyemediler, elleri boş olarak Mekke'ye döndüler.[39]
381. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Ben Meymûne'nin evinde
bulunuyordum. Resûlullah için bir abdest suyu bırakmıştım. Resûlullah "Bunu
kim bıraktı?" diye sordu.
"Abdullah bin
Abbas" denildi. Bunun üzerine omuzuma vurdu ve,
"Allah'ım, onu
dinde ince anlayış sahibi kıl. Ona (Kur'ân'ın) te'vilini öğret"
diye duâ etti.[40]
İzah
Meymune (r.a.)
Peygamberimizin hanımı idi. Aynı zamanda hadisin râvisi Abdullah bin Abbas'ın
(r.a.) teyzesi idi. Bu sebeple Hz. Abdullah sık sık onu ziyarete giderdi.
Abdullah (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) bu duâ sayesinde ilimde çok yüksek bir
mertebeye ulaştı. "Kur'ân tercümanı" "Hadis denizi" diye
anıldı. Resûlullahın vefatından sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in ilmî
danışmanlığını yaptı. Hz. Ömer, kendisine gelen ilmî meseleleri ona havale
ederek "Bunu ancak sen halledersin" derdi.
Hicretin 68. senesinde
vefat eden Hz. Abdullah, 1668 hadis rivayet etti.[41]
382. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim ok atmayı
öğrenir de sonra unutursa, bu büyük nimete nankörlük etmiş olur."[42]
İzah
Müslim'deki rivayet
şöyledir:
"Kim ok atmasını
öğrenip, sonra da onu terk ederse bizden değildir. Yahut isyan etmiştir."
Bilindiği gibi,
eskiden ok atmak, cihad için son derece önemli idi. Bunun içindir ki
Peygamberimiz birçok hadislerinde ümmetini ok atmayı öğrenmeye teşvik etti. Bu
cümleden olarak ok atmayı öğrendikten sonra bunu unutmanın büyük bir nimete
karşı nankörlük demek olacağını nazara vererek, ümmetini öğrendikleri atıcılığı
unutmamaya teşvik etti. "Atmanın" cihadda ne derece önemli olduğu da
bir hadiste şöyle bildirilir:
"Onlar için gücünüz
yettiğince kuvvet hazırlayın. Dikkat! Kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet
atmaktır."[43]
383. Zeyd bin Sabit (r.a.) rivayet ediyor:
"Farz namazlar
dışında, kişinin evinde kıldığı namazlar camide kıldığı namazlardan daha
faziletlidir."[44]
İzah
Peygamberimiz bir kaç
hadisinde sünnet namazları evde kılmaya teşvik etmiştir. Bir hadislerinde
sünnet namazların evde kılınmasını nura benzeten ve sünnet namazları evde
kılarak evleri nurlandırmayı tavsiye eden Sevgili Peygamberimiz, başka bir hadislerinde
de bütün namazları camide kılarak evleri kabirlere çevirmemeyi, sünnet
namazları evde kılmayı tavsiye etmiştir.[45] Abdullah
bin Sa'd da (r.a.), Peygamberimize evde namaz kılmanın mı, camide namaz
kılmanın mı daha faziletli olduğunu sorduğunu ve şu cevabı aldığını rivayet
ediyor:
"Evimi görmüyor
musun, mescide ne kadar yakın? Şüphesiz farz namazların dışında evimde namaz
kılmam, bana mescidde namaz kılmamdan daha sevimlidir."[46]
Demek ki,
Peygamberimiz bir mü'minin evini kabirlere çevirmemesi ve nurlandırması
hikmetine binâen, farz namazları camide kıldıktan sonra, sünnet namazları evde
kılmayı tavsiye etmektedir.
Peygamberimizin kendisi
de, sünnet namazları evinde kılmıştır.[47]
Resulullah (s.a.v.) bu
hadislerinde de sünnet namazları evde kılmanın daha faziletli olduğuna dikkat
çekmektedir.
Peygamberimiz
zamanında Sahabîlerin pekçoğu bütün namazlarını camide cemaatle kılıyorlardı.
Peygamberimiz onlardan sünnet namazlarının bir kısmını evlerinde kılmalarını
istedi. Böylece Sahabîler farz namazları camide cemaatle, farz namazlara tâbi sünnet namazları da evlerinde kılmaya başladılar.
Ancak günümüzde bunun
büyük ölçüde mümkün olmadığı açıktır. Zira kişi evinden çok uzak yerlerde namaz
kılmakta, namazdan sonra o namaz vakti içerisinde çoğu zaman evine dönememektedir.
Evlerine dönebilenlerin de evlerinde dünyevî meşgalelere dalıp namaz
kılmayacakları, unutmayacakları söylenemez. Ayrıca sünnet namazları camide
kılmamak, meselenin aslını bilmeyen kimseler tarafından su-i zanna da sebep
olacak, kişinin farzı kılıp çıktığını görenler, kişi için "Sünnetleri
kılmıyor" kanaatine sahip olacaklardır. Bu sebeple, günümüzde artık
sünnetleri de camide kılmak gerekmektedir.
Bununla beraber, kişi
sünnet namazları camide kılsa bile, evlerini de namazın feyiz ve bereketinden
mahrum bırakmamalıdır. Hadisin ifadesiyle "kabirlere" çevirmemelidir.
Evlerinde de varsa kaza namazı, yoksa nafile namazlar kılmalıdır.[48]
384. Müstevrid bin Şeddad (r.a.) ResuIullahı (s.a.v.)
şöyle buyururken işittiğini rivayet ediyor:
"Vallahi dünya
bütünüyle âhirete nisbetle birinizin parmağını denize daldırması gibidir. O
parmakları ile ne kadar su alabildiğine baksın."[49]
İzah
Peygamberimiz bu
hadislerinde dünya hayatının âhirete nispetle çok kısa olduğunu nazara
vermektedir.[50]
385. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Ümmetime
verilen sevaplar bana arz edildi. Bunlar arasında bir kimsenin temizlik
düşüncesiyle camiden alıp attığı bir çöp için verilmiş olanı da vardı.
Yine ümmetimin
işlediği günahlar da bana arzedildi. Bunlar arasında, bir kimsenin Allah'ın bir
lütfü olarak öğrenip de sonradan unuttuğu bir âyet veya sûre sebebiyle kazandığından
daha büyüğünü görmedim.”[51]
İzah
Peygamberimiz bu
hadislerinin birinci kısmı ile Allah'ın Müslümanların küçük büyük bütün
amellerini değerlendireceğini, hiç birini karşılıksız koymayacağını nazara
vermektedir. Nitekim bir âyette bununla ilgili olarak,
"Kim zerre
kadar bir iyilik yaparsa onun mükâfatını görür" buyurulmuştur.[52]
Bunun için bir
Müslüman hiçbir iyiliği küçümsememelidir.
Bu, iyilik için böyle
olduğu gibi, kötülük için de böyledir. Bu gerçek yukarıda zikrettiğimiz âyetin
ardından şöyle bildirilir:
"Kim zerre
kadar bir kötülük yaparsa onun cezasını görür."[53]
Resûlullah (s.a.v.)
hadisin ikinci kısmında Müslümanların günahlarının da kendisine
gösterildiğini, bunların en büyüğünün, öğrenilen sûre veya âyetin unutulması
olduğunu bildirmiştir. Çünkü Kur'ân, şeriatın temelidir. Bu sebeple hafife
alınıp değer vermeyerek, kasten ve ilgisiz kalınarak unutulması, büyük günahlardandır.
Kasdî olmadan unutmak ise küçük günahların önde gelenlerindendir.
Peygamberimiz (s.a.v.)
bir hadislerinde de tenbellik ifâdesi olarak "Kur'ân'ı unuttum"
demeyi kötü bir şey olarak saymıştır. Bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"İçinizden birisinin
şu veya bu âyeti unuttum demesi kadar kötü birşey yoktur. Çünkü o unutmamış,
unutturulmuştur. Kur'ân'ı Kerimi tekrarlamak suretiyle hafızanızda tutunuz.
Çünkü Kur'ân, ezberleyenlerin hafızalarından, develerin bağlarından boşanıp
kaçtığından daha hızlı kaçar."[54]
386. Ebu'd-Derdâ (r.a.) rivayet ediyor:
"Mizanın sevap kefesine
konulan ameller içerisinde güzel ahlaktan daha ağır basan bir şey yoktur."[55]
Verdiğimiz
kaynaklarda,
"Allah çirkin
ve düşük söz ve davranış sahiplerine buğzeder" ilâvesi vardır.
Tirmizi'nin başka bir
rivâyetinde ise,
"Güzel ahlâk
sahibi, ahlâkı sayesinde, namaz ve oruç ehlinin derecesine ulaşır" ilâvesi yer alır.
Dinimizde güzel ahlâka çok
büyük önem verilmiştir. Bir hadislerinde,
"Şüphesiz ben güzel
ahlâkı tamamlamak için gönderildim"
buyuran Sevgili
Peygamberimiz, "Ahlâkı en güzel olanı" olgun mü'min olarak
vasıflandırmıştır. Peygamberimiz bir çok hadislerinde güzel ahlâkın
ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Sadece bununla da kalmamış, hangi davranışların
güzel ahlâk olduğunu da çeşitli hadislerinde ifâde etmiştir. Ayrıca kendisi de
en güzel ahlakı şahsında toplamış, bu yönü ile de bizleri ömek olmuştur.
İşte bu hadislerinde
de mizanın sevap kefesine konulan ameller içerisinde güzel ahlaktan daha ağır
basan bir şey olmadığını bildirmiştir.
Hadiste geçen
"mîzan," mahşerde insanların yaptıkları işleri ölçüp tartmaya mahsus,
kılı kırk yaran bir adalet ölçüsüdür. Böylece insanların iyilik ve
kötülüklerinin miktarı anlaşılır. Konunun tafsilatı için Ölümden Sonra Diriliş
isimli eserimizin 269-274. bakılabilir.[56]
387. Üsâme bin Zeyd (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahı (s.a.v.)
Hasan ve Hüseyin'i kucaklamış olarak gördüm. Şöyle diyordu:
"Bu ikisi benim ve
Fâtıma'nın oğullarıdır. Allah'ım, benim onları sevdiğimi Sen biliyorsun."[57]
388. Ebû Eyyub el-Ensârî (r.a.) rivayet ediyor:
"Küçük ve büyük
abdest bozarken kıbleye dönmeyin."[58]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda, "Doğuya veya batıya yöneliniz" ilâvesi vardır.
Tuvalet ihtiyacı
giderilirken kıbleye dönülüp dönülmeyeceği ile ilgili olarak âlimler arasında
farklı görüşler vardır. Ebû Eyyub el-Ensârî (r.a.) Mücâhid ve İmam'ı A'zam gibi
bâzı âlimlere göre büyük ve küçük abdest bozulurken kıbleye dönmek caiz
değildir. Bu âlimler gerek izahını yaptığımız hadisi, gerekse daha başka
hadisleri görüşlerine delil olarak zikrederler.
Abdullah bin Abbas
(r.a.), Abdullah bin Ömer (r.a.), İmam Mâlik ve İmam Şafiî gibi âlimlere göre
kırda abdest bozarken kıbleye dönmek haramdır. Fakat evlerde bulunan etrafı
kapalı tuvaletlerde kıbleye doğru abdest bozmakta bir mahzur yoktur. Bu âlimler
de çeşitli hadisleri görüşlerine delil olarak zikrederler.
Bu iki görüşten başka
üçüncü bir görüşte olan başka âlimler de vardır. Bunlara göre de kırda olsun,
evlerde olsun kıbleye karşı abdest bozmakta bir sakınca yoktur. Urve bin
Zübeyr ve Rabîa bin Abdurrahman bu görüştedirler.
Dördüncü bir görüşe
göre de kırda olsun, evde olsun kıbleye karşı abdest bozmak caiz değil, fakat
kıbleye sırt çevirmek caizdir. Bu görüşler hakkında tafsilatlı bilgiyi
Temizlik Gusül Abdest isimli 77-79. sayfalarına havale ederek burada kendi
kanaatimizi ifâde edelim:
İster sahrada, isterse evde
olsun, kıbleye karşı abdest bozmanın caiz olmadığını söyleyen âlimler de, caiz
olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Her iki görüşü savunanlar da Peygamberimizin
sözünü veya fiilini görüşlerine delil getirmektedirler. Böyle olunca, Kâbeyi
öne veya arkaya alarak büyük ve küçük abdest bozmak uygun değildir. Ancak
böyle yapıldığında da Kabe'ye hürmetsizlik gibi bir kasıt taşınmadığından, bir
mes'uliyet söz konusu olmaz. Bir insanın Kabe'ye hürmeten ona karşı küçük veya
büyük abdest bozmamasında elbette sevap vardır. Sahrada olanların Kabe'ye
karşı küçük büyük abdest bozmamaları; ev yaptıranların veya ev alanların da
tuvaletlerinin yapımına dikkat etmeleri güzeldir. Ancak bir evin tuvaleti
kıbleye karşı yapılmışsa, bir mecburiyet söz konusu olduğundan, orada küçük
veya büyük abdest bozmada da bir mahzur yoktur. Çünkü yukarıda da yer verdiğimiz
gibi, Peygamberimizin böyle tatbikatı olmuştur.[59]
389. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
"Kötü ahlâk sahibi
dışında her şeyin tevbesi vardır. Çünkü kötü huy sahibi, günahından tevbe
etmeden ondan daha kötüsünü işler."
Konu ile ilgili bir
başka hadis şu mealdedir:
"Allah katında kötü
huydan daha büyük günah yoktur. Çünkü kötü huy sahibi bir hatadan kurtulmadan,
diğerini işler."[60]
390. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Ümmetimin helaki,
Kureyş'in sefihlerinden Ukaylime eliyle olacaktır."[61]
İzah
Buhari'de konu ile
ilgili yine Ebu Hüreyre'den (r.a.) şöyle bir hadis rivayet edilir:
"Kureyş'ten bir kısım
insanlar ileride Müslümanları ölüme sürükleyecekler."
Hadiste ümmeti helak
edeceğine dikkat çekilen "ugaylime"den maksat, Mervanoğulları, Yezid
Abdullah bin Ziyad ve Haccac gibi zalimlerdir. Bediüzzaman da izahını
yaptığımız hadisi zikrederek, "Peygamber (a.s.m.) bununla Emeviyenin,
Yezid ve Velid gibi şerir reislerinin fesadını haber vermiş" der.[62]
Muaviye'nin oğlu
Yezid, saltanat hırsı ile Hz. Hüseyin (r.a.) gibi bir Peygamber torununu şehit
ederek, gerçekten İslam ümmetini büyük bir helakete sürüklemiştir. Kerbela
hadisesi ile başlayan olaylar İslam ümmeti arasında çok kanlı savaşlara sebep
olmuş, ne acıdır ki, yüzbinlerce Müslüman bu savaşlarda ölmüştür. Bu olayların
açtığı yara günümüzde dahi halâ kapanmamıştır.[63]
391. Abdullah bin Muâviye (r.a.) rivayet ediyor:
"Üç şey vardır ki,
kim onları yaparsa imanın tadını, lezzetini almış olur. Bunlar:
1. Sadece Allah'a kulluk etmek, Allah'tan başka ilâh olmadığını
bilmek.
2. Her yıl gönül hoşluğu ile zekât vermek. Zekâtı,
yaşlı, uyuzlu, hasta, değersiz hayvanlardan değil, mallarının orta hallisinden
vermek. Çünkü Cenâb-ı Allah zekâtınızı ne mallarınızın iyisinden vermenizi
emretmiştir, ne de kötüsürden vermenize razı olmuştur.
3. Nefsini tertemiz kılmak."
Bir Sahabî,
"Nefsi tezkiye etmek nasıldır?" diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.),
"Kişinin nerede
olursa olsun, Allah'ın kendisi ile beraber olduğunu bilmesidir"
buyurdu.[64]
İzah
Ebû Dâvud'da, hadisin
bir kısmı geçmektedir. Hadiste geçen, "İmanın tadını almaktan"
maksat, yaptığı ibâdetlerden lezzet almak, Allah ve Resulünün sevgisini
kazanabilmek için sıkıntılara tahammül göstermek ve bunları dünya
menfaatlarmdan üstün görmektir.
Kişiye imanın tadını,
lezzetini aldıracak olan üç şeyden birincisi, sadece Allah'a kulluk etmektir.
Sadece Allah'a kulluk eden birisinin de imanın tadını alacağı açıktır.
İmanın tadını aldıran
ikinci husus, zekâtı gönül hoşluğu ile vermektir. Çünkü bir insanın kazandığı
malı başkasına vermesi nefse ağır gelir. Bir kimsenin, emek vererek, ter
dökerek elde ettiği bir malı başkasına vermesi zordur. Kişi eğer bunu Allah'ın
bir emri olduğu için gönül hoşluğu ile verebiliyorsa, bu onun imanın tadını
aldığının bir alametidir.
Hadiste zekâtın yaşlı,
uyuzlu, hasta, değersiz hayvanlardan değil, malların orta hallisinden verilmesi
gerektiğine de dikkat çekilmektedir.
Başka bir hadislerinde
zekât memurlarına ısrarla Müslümanların mallarının iyisini almamalarını
emretmiştir.[65] Peygamberimiz bir
defasında da Übey bin Ka'b'ı (r.a.) zekât alması için birisine göndermişti.
Übey bin Ka'b (r.a.) o zâta gitti, hayvanlarını toplamasını istedi. O kimse
develerini toplayınca zekât olarak iki yaşına basmış bir deve vermesi gerektiğini
söyledi. O kimse, "Onun ne sütü var ne de taşımaya elverişli. Ama şu deve
hem genç, hem de besili dişi bir devedir. Bunu al" dedi.
Übey bin Ka'b (r.a.),
"Emrolmadığım şeyi almam. Resûlullah yakınımızda. Bana takdim ettiğin şeyi
ona takdim etmeyi arzu ediyorsan bunu yap. O kabul ederse ben de ederim. Kabul
etmezse ben de etmem."
O Sahabî vermek
islediği deveyi de yanına aldı, beraberce Resûlullaha gittiler. Sahabî durumu
ona izah etti. Peygamberimiz şöyle buyurdu:
"Vermen gereken deve,
memurun istediğidir. Ama ondan daha iyisini vermek istiyorsan, Allah bunun
sevabını sana verir. Biz de onu senden kabul ederiz."
O kimse, "İşte o
budur yâ Resûlallah. Onu sana getirdim. Buyur al" dedi. Peygamberimiz
onun alınmasını emretti ve o Sahabîye malının bereketlenmesi için duâ etti.[66]
Hayvanların iyisini
zekât olarak vermek faziletli olduğu gibi, meyvenin de iyisini zekât olarak
vermek gerekir. Bir hadislerinde âdi ve küçük hurmanın zekât olarak alınmasını
yasaklayan Peygamberimiz, âdi hurmayı zekât olarak veren birisi için de,
"Bu kimse
isteseydi, bundan daha iyisini zekât olarak verebilirdi. Bu zekâtın sahibi
kıyamet günü âdi kuru hurma yiyecektir" buyurmuştur.[67]
Yüce Allah'ın bir
âyet-i kerimede,
"Kendinizin
ancak göz yumarak alabileceğiniz kötü ve haram şeylerle bağışta bulunmaya
kalkışmayın"[68]
buyurarak mü'minlere
zekâtlarını çürük, bozuk veya hastalıklı mallardan vermemeleri noktasında ikaz
etmiştir.
İzahını yaptığımız hadiste
imanın tadını aldıran üçüncü şeyin nefsi tezkiye etmek olduğu ifade
edilmektedir. Nefsini tezkiye etmenin de kişinin nerede olursa olsun, Allah'ın
kendisi ile beraber olduğunu bilmesi olduğu haber verilmiştir. Devamlı Allah'ın
huzurunda olduğunu bilen biri Allah'ın emirlerini karşı gelmekten sakınır.
Allah'ın yapılmasını istediği şeyleri de gönül huzuru ile yapar.
Peygamberimiz (s.a.v.)
imanın tadını aldıracak başka şeyler de saymıştır. Meselâ bir hadis şöyledir:
1. Allah ve Resulünün kişiye herşeyden daha sevimli
olması,
2. Sevdiğini sırf Allah rızâsı için sevmesi.
3. Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra, tekrar
küfre dönmekten ateşe atılacakmışcasına nefret etmesi.[69]
Bir başka hadiste ise,
"Allah'ı Rab,
İslâmı din, Muhammed'i Resul olarak kabul eden, İmanın tadını almıştır" buyurulmuştur.[70]
392. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
"Ümmetim
içerisinde ümmetime karşı en merhametlisi Ebû Bekir, Ümmetim içerisinde
ümmetime karşı en şefkatlisi Ömer bin Hattab, ümmetimin en hayâlısı Osman,
ümmetimin en güzel hüküm vereni Ali bin Ebî Talip, helal ve haramı en iyi
bilen Muaz bin Cebel, o kıyamet gününde âlimlerin bir adım önünde gelir.
Ümmetimin en güzel Kur'ân
okuyanı
Übeyy bin Ka'b, miras hukukunu en iyi bileni Zeyd bin Sâbit'tir. Uveymir'e,
yanı Ebu'd-Derdâ'ya bunların hepsi verildi."[71]
393. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor;
Resûlullah (a.s.v.)
Muâz bin Cebel'e (r.a.) şöyle dedi:
"Üzerinde dağ
kadar borç olsa dahi okuduğun zaman Allah'ın
seni ondan kurtaracağı bir duayı sana öğretiyim mi? Ey Muâz! Şöyle de:
"Ey mülkün
hakikî sahibi olan, âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allah'ım! Sen mülkü
dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Sen dilediğini aziz
eder, yükseltir, dilediğini zelil kılar, alçaltırsın. Bütün hayır ve iyilik
yalnız Senin kudretindedir. Senin herşeye gücün yeter.
"Dünyanın ve
âhiretin Rahmanı! Dünyayı ve âhireti dilediğine verir, onları dilediğine de
vermezsin. Bana merhamet et. Rahmetinle beni
Senden başkasının rahmetine muhtaç etme."[72]
394. Üsâme bin Şerîk (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.)
yanında idim. Bedevîler geldiler, sağından ve solundan sorular sormaya
başladılar. "Yâ Resûlullah, şunu yapmamızda bize bir günah var mı? Şunu
yapmamızda bize bir günah var mı?" dediler.
Resûlullah (s.a.v.),
"Allah dinde
güçlüğü kaldırmıştır. Ancak Müslüman bir kimseye zulüm ve haksızlık eden kişi
güçlüğe maruz kalır ve helak olur"
buyurdu.
Onlar, "Şu hastalıktan
tedavi olabilir miyiz?" diye sordular.
Resûlullah (s.a.v.),
"Ey Allah'ın
kulları tedavi olunuz. Çünkü Allah ölüm dışında her hastalığın devasını da
indirmiştir" buyurdu.
Onlar, "Ya
Resûlullah, insana verilen en hayırlı şey nedir?" dediler.
Resûlullah (s.a.v.),
"Güzel
ahlâk" cevabını verdi.[73]
İzah
Kur'an'da da,
"Allah dinde
üzerinize büyük bir güçlük yüklemedi"
buyurularak dinin
kolay olduğu ifâde edilmiştir.[74]
Resûlullah (s.a.v.) bedevilerin birinci suallerine verdiği cevapta, Allah'ın
dinde zorluğu kaldırdığını bildirerek bu gerçeği ifâde etmiştir. Peygamberimizin
bu cevabından bedevilerin kendilerini sıkıntıya sokacak şeyler sorduklarını
anlıyoruz. Peygamberimiz bir hadislerinde de "Din kolaylıktır"
buyurarak ümmetini önemli bir noktada ikaz etmiş, onlardan dini kendi yanlış
bilgileriyle zorlaştırmamalarını istemiştir.
Dinin kolaylık
olduğunu ifade eden Sevgili Peygamberimiz, buna bir istisna getiriyor.
"Müslüman bir
kimseye zulüm ve haksızlık eden kişi güçlüğe maruz kalır ve helak olur" buyuruyor. Müslümana zulüm ve haksızlık etmek ona
hakaret etmek, dil uzatmak, gıybet etmek akrabalık ilişkilerini koparmak gibi
hususlardır. Böyle yapanlar kıyamet gününde güçlüğe maruz kalacaklar,
yaptıkları zulüm ve haksızlığın cezasını çekeceklerdir.
Bedevilerin, "Tedâvî
olabilir miyiz?" sualleri üzerine de Resûlullah onları tedâvî olmaya
teşvik etmiştir. Konu ile ilgili daha başka hadisler de vardır. Meselâ bu
hadislerden birisi şu mealdedir:
"Her derdin
bir devası vardır. Eğer o derdin ilacı bulunursa, Allah'ın izniyle o hastalık
iyileşir."[75]
Bir Sahabî
Peygamberimize sordu: "Yâ Resûlallah, yapageldiğimiz tedavi ve
tehlikelerden sakınmamız, Allah'ın kaderinden herhangi bir şeyi geri çevirir
mi?"
Peygamberimiz,
"Tedavi de
Allah'ın kaderindendir"[76] buyurdu.
Resûlullah bu
hadisiyle, kişinin hasta olması takdir edildiği gibi, tedavi olan birisinin
tedavi olacağı da her şeyi aynı anda bilen ve gören Allah tarafından takdir
edildiğine, tedavi sonunda iyi olan birisinin kaderin dışına çıkmadığına dikkat
çekmektedir.
Evet, Yüce Allah'ın
binlerce ismi vardır. Bunlardan birisi de "şifâ verici" mânâsına
gelen "Şâfi'dir. Allah'ın "rızık verici" mânâsındaki
"Rezzak" ismi acıkmayı gerektirdiği gibi, Şâfi ismi de hasta olmayı
icab ettirir. Rabbimiz Rezzak ismiyle hayvan olsun, insan olsun rızka muhtaç
olan mahlukatın imdadına koşarak onlara rızık yetiştirirken; Şâfi ismiyle de
hayvan olsun, insan olsun, hastalık verdiği mahlukâtına şifâ ihsan eder.
Mahlukatına şifâ
dağıtmayı hiçbir sebep olmadan doğrudan doğruya verebileceği gibi; bir ismi de
Hakîm olduğundan, hikmeti gereği herşeyi bir sebebe bağladığı gibi, bir
hastanın iyi olmasını da çoğu zaman tedavi şartına bağlamıştır. Dolayısıyla
hastalığına uygun tedaviyi bulan bir insan genelde iyileşir. Genelde iyileşir
diyoruz. Çünkü her tedavi olan hasta iyileşmeyebilir. Bir hastanın iyileşmesi,
gerekli tedavi imkanının temin edilmesinin yanı sıra Allah'ın dilemesine,
iyileşmesini takdir etmesine bağlıdır. Şayet Allah bir hastanın iyileşmesini
takdir etmemişse, o hasta gerçekten hastalığına uygun olarak binler tedaviden
de geçse, iyileşmesi mümkün olmaz. Bunu, fiilen yaşadıkları için doktorlar daha
iyi bilirler. Mesleğinde tecrübe sahibi olmuş hemen her doktorun, tıbbın bütün
gereklerini yerine getirdikleri halde iyileştiremedikleri veya ölümden
kurtaramadıkları hastaları mutlaka olmuştur. Evet, bir insanın eğer eceli
gelmişse, tedavisi bilinen bir hastalıktan da olsa, dünyanın en gelişmiş
hastanesinde, dünyanın en başarılı doktorları tarafından dahi kurtanlamaz.
Diğer taraftan, eğer hastanın eceli gelmediyse, veya Allah onun iyileşmesini
takdir ederse, dünyanın en başarılı doktorunun "Bu hasta iyileşmez. Bu
hasta üç aya kalmaz vefat eder" dediği nice hasta, iyileşir, hatta öyle
diyen doktorun vefatını görür. Hiç kimse bu hakikate itiraz edemez. Çünkü
hemen herkesin tıbbın bütün imkanlarına karşı kurtarılamayan; veya sahalarında
otoriter hekimlerin "Bu hasta kurtulmaz" dediği halde tam olarak
sıhhatine kavuşan bir yakını olmuştur.
Evet, Cenâb-ı Hak
yarattığı her dert için bir de derman yaratmıştır. Fakat insanları çalışmaya,
araştırmaya, kâinata koyduğu âdetullah kanunlarını araştırmaya teşvik için bunu
gizlemiştir. İnsana düşen araştırıp bu devaları bulmaktır. Hastalıkların
devası maddî olabileceği gibi, manevî de olabilir. Hadis kitaplarında
'Tıb" başlığı altında bâzı hastalıkların maddi ve manevî ilaçlarına dikkat
çekilmiştir. Ehil olanın hastaya okuması da hadislerde yer alan bir tedavi
şeklidir. Tıbbın âciz kaldığı bâzı hastalıkların okuma sayesinde iyileştiği de
bir gerçektir.
İnsan kaderinin nasıl
yazıldığını önceden bilmediğinden, belki yakalandığı hastalıktan şifâ bulması,
doktora gitmesine, sebeplere teşebbüs etmesine bağlıdır. İyileşmesi tedavi
şartına bağlanan hasta, doktora giderse iyileşebilir. Gitmediği takdirde ise
şartı yerine getirmediğinden hastalığı devam eder.
Dolayısıyla, tedaviden
kaçma, "Doktor mu iyi edecek? Kaderimde varsa iyi olurum" düşüncesi
İslama zıttır. Tedaviye karşı çıkmak, kaderi ve Cenâb-ı Hakkın Hakîm ismini
anlamamak, kâinata koyduğu kanunlara karşı çıkmak demektir.
Hadisin son kısmında ise
insana verilen en hayırlı şeyin güzel ahlâk olduğu nazara verilmektedir.[77]
395. Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Aişe'ye şöyle buyurdu:
"Ey Âişe!
"Dinlerini fırkalara ayıranlar ve çeşitli taraftarlara dönüşenler"[78] âyetinde
belirtilenler, bid'a ve bâtıl görüş sahipleridir. Onlar için tevbe yoktur. Ben
onlardan uzağım, onlar da benden uzaktırlar."[79]
İzah
Suyutî'nin,
Câmiü'l-Kebîr isimli eserinde yer alan hadiste,
"Şüphesiz her
günah için tevbe vardır, ancak heva ve bid'ad ehlinin tevbesi yoktur"[80] ilâvesi vardır.
Bid'adın ne olduğunu da şu
hadisten öğreniyoruz:
"Dinde her
sonradan uydurulan şey bid'addır. Her bid'ad da sapıklıktır. Her sapıklık
Cehennemliktir."[81]
Hadislerde bid'atçının
tevbesinin kabul edilmeyeceği bildirilmektedir. Peygamberimiz bir başka
hadislerinde,
"Allah
bid'adını
terkedinceye kadar hiçbir
bid'atçının tevbesini kabul etmez"[82]
buyurarak tevbenin
kabul edilmemesini bid'atını devam ettirme şartına bağlamıştır.
Sevgili Peygamberimiz
bid'atçının sadece tevbesinin değil, amelinin de kabul edilmeyeceğini
bildirmiştir.[83]
Bid'adçının bu derece
şiddetle tehdit edilmesinin sebebi nedir?
Çünkü bid'ad, dinde
olmayan bir şeyi dindenmiş gibi dine sokmak, İslâmiyete yeni hükümler koymak
demektir. Bu sebeple dinimiz için son derece zararlıdır. Bunun içindir ki,
Resûlullah (s.a.v.),
"Bir bid'atçi
öldüğünde, Allah İslâmiyet için bir fetih gerçekleştirmiştir" buyurmuştur.[84]
396. Huzeyfe bin Yemân (r.a.) rivayet ediyor:
"Katât Cennete
giremez. Katât, söz taşıyandır."[85]
İzah
Dinimizin yasakladığı kötü
ahlaklardan biri de insanların arasını açmak için laf getirip götürmedir. Yüce
Allah Kur'ân'da Peygamberimizden (s.a.v.) "söz taşıyanlara iltifat
etmemesini" istemiştir.[86]
Peygamberimiz de,
"Bana kimse
Ashabımın birinden canımı sıkacak bir şey getirmesin"[87] buyurarak Sahabîlerini bu noktada ikaz etmiştir.
Söz taşıyanlar, gerek
mahşer gününde, gerekse haşirden sonra Cehennemde büyük azaba
çarptırılacaklardır. Nitekim bir hadiste insanlar arasında söz taşıyanların
mahşer yerinde dilleri ağızlarından çıkmış olarak haşredilecekleri
bildirilmiştir.[88] İzahını yaptığımız
hadiste de söz taşıyanların Cennete girmeyecekleri bildirilmiştir. İnsanların
arasını bozmak için söz taşıyanlar Cehennemde cezalarını çekinceye kadar,
Cennete girmeyeceklerdir. Veya bunu helâl sayarlarsa ebedî olarak Cennete
girmeyeceklerdir.
Söz taşımanın böyle
şiddetle yasaklanmasının sebebi, söz taşımanın fertler arasındaki münasebeti
bozacağı, cemiyetin huzuruna tesir edeceği, birlik ve beraberliği bozacağı
içindir.
Dinimizde söz taşımak
yasaklandığı gibi, kendisine söz getirilen kimseye de bir vazife
yüklenilmişdir. Bunlar:
Söz taşıyanı, koğucuyu
tasdik etmemek, Onu koğuculuktan men etmek, Ona Allah için kızmak,
Kendisinden laf
getirilen kimseye su-i zanda bulunmamak, onun kendisi hakkında böyle şeyler
söylemeyeceğini düşünmek.
Söylenilen şöz
üzerinde durulması gereken bir şeyse onu tahkik etmek. Yüce Allah bununla
ilgili olarak da şöyle buyurur:
"Ey iman edenler!
Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa cahillik edip
bir topluluğa kötülük eder, sonra da yaptığınıza pişman olursunuz."[89]
Başkalarına
"Filan benim hakkımda şöyle söylemiş" diyerek koğucuya yasak ettiği
şeyi kendisi yapmamak
Laf taşımakla ilgili olarak
bir istisnaya yer verelim: Söz taşımanın hanımlığı, seri bir maslahat olmadığı
zamanlar içindir. Seri bir maslahat varsa, sözü gerekli yere ulaştırmak,
müstehap, hatta bazan vaciptir. Meselâ bir kimse birisine bir haksızlık
yapacaksa, bunu bilenin kendisine haksızlık yapılacak olan zâtı uyarması, haram
kılınan söz taşımaya girmez.[90]
397. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Cuma namazının bir
rekâtına yetişen Cuma namazına yetişmiş sayılır."[91]
İzah
Resûlullah (s.a.v.) bu
hadisleriyle Cuma namazının bir rekâtına yetişen kimsenin Cuma namazına
yetişmiş olacağını bildirmiştir. Buna göre Cuma namazının bir rekâtına yetişen
kimse, bir rekât daha kılarak namazını tamamlar.
Şafiî, Mâliki ve Hanbelî
mezhepleriyle, İmam-ı A'zam'ın talebelerinden İmam Muhammed'e göre, Cuma
namazına teşehhütte yetişen kimse, Cuma namazına yetişmiş sayılmaz. Böyle
birisi imama uyar, imam selâm verdikten sonra kalkar, dört rekât olarak
öğlenin farzını kılar.
Hanefî mezhebine göre
ise kişi imama teşehhütte de yetişse Cuma namazına yetişmiş sayılır. İmam selâm
verdikten sonra kalkar, iki rekât namaz kılar.[92]
398. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Âhirzamanda zâlim
idareciler, fâsik (günahkâr) yardımcılar, hâin hâkimler, yalancı din âlimleri
olacak. Sizden her kim o zamana ulaşırsa sakın onlar için haraç [gayri
müslimlerden alınan vergi] memuru, taksimci ve polis olmasın."[93]
399. Ebû Bekre (r.a.) rivayet ediyor:
"Eğer gök ve yer
ehlinin tamamı bir tek mü'mini öldürmek için bir araya gelse, Allah onların
hepsini yüz üstü Cehenneme atar."[94]
İzah
Hadis, mü'minin Allah
katındaki değerini anlatmaktadır. Mü'min Allah indinde değerlidir, çünkü o,
bedeni, sahip olduğu duygu ve kaabiliyetler itibarıyla Allah'ın bir sanat
harikası olduğu gibi, kalbinin imana ayna, hal ve hareketlerinin de Alah'ın
dininin uygulama alanı olması sebebiyle emsalsiz bir varlıktır. Bunun içindir
ki onu haksız yere öldürmek büyük bir vahşettir, büyük bir cinayettir. Bu
cinayeti işleyenler kim olursa olsun, isterse gök ve yer ehlinin tamamı olsun,
Allah bunların tamamını yüz üstü Cehenneme atmaktan geri durmaz. Çünkü
"Bir insanı haksız yere öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir."[95]
Bir mü'min Allah indinde
çok kıymetli olduğu içindir ki, bu hakikati anlayanlar mü'minin hayatına çok
büyük değer vermişlerdir. Hz. Ömer bu konudaki hassasiyetini şöyle ifâde eder:
"Hayatım kudreti
elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer bir mü'mini kaybedeceksiniz dört bin
silahşörle korunan bir şehri alma pahasına da olsa bu beni sevindirmez."[96]
Başka bir defasında da
o günün imkansızlıkları içerisinde Kıbrısa sefer düzenlenmesi için kendisinden
izin isteyenlere karşı şöyle demiştir:
"Vallahi, benim
için bir tek Müslüman, Bizans'tan ve Bizans'ın içinde bulunan herşeyden çok
daha değerli, çok daha sevimlidir. Sakın, sakın bana bu konuda bir daha bir
şey sormayın."[97]
400. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim ölünceye kadar
içki içerse, Allah ona Cennet şaraplarını haram kılar."[98]
İzah
İbni Mâce'deki bir
rivayette, "tevbe etmeden ölürse" ilâvesi vardır. Bu hadis, dünyada
içki içen bir kimsenin, tevbe etmeden ölürse, Cennete girse dahi Cennet
şaraplarından içemeyeceğini bildirmektedir. Böyleleri günahlarının cezası
olarak Cennetin en büyük nimetlerinden biri olan şaraptan mahrum
bırakılacaklardır.
Kur'an'da, Cennete
giren bir kimsenin arzu ettiği herşeyi orada bulacağı bildirildiğine göre bu
mahrumiyet nasıl izah edilebilir?
Böyleleri ya Cennette
şarabın varlığını hatırlamayacaklar veya hatırlasalar bile bunu içme arzusu
duymayacaklardır.
Hadis, içki
müptelasının Cennete girmeyeceğinden kinaye de olabilir. Nitekim bir hadiste,
"İçki içmeye devam eden bir kimse Cennete girmeyecektir"
buyurulmuştur.[99] Bu hadisler, böylelerinin
imansız ölme tehlikesi ile karşı karşıya olduklarını gösterir. Kişinin içki
müptelası, olması imansız Ölmesine sebep olabilir. Böyle olunca da ebediyyen
Cennete giremez, dolayısıyla Cennet şarabını da içemez.
96 ve 518 numaralı
hadislere de bakınız.[100]
401. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
"Abbas konusunda
hakkımı gözetiniz. Çünkü o baba tarafından büyüklerimin en son kalan
yadigardır."[101]
İzah
Resülullahın (s.a.v.)
"Bana bırakınız" buyurduğu Abbas (r.a.), Peygamberimizin amcasıdır.
Hadiste de ifâde edildiği gibi, babalarından kalan tek yadigardır.
Peygamberimiz bu sözü söylediğinde onun dışında amcalarından hiçbiri hayatta
değildi.
Hz. Abbas, Müslüman
olmadan önce de yeğenini sever, onu müşriklere karşı korurdu. Müslüman olmadığı
halde, Peygamberimizin Medineli Müslümanlarla yaptığı Akabe Biatında da hazır
bulunmuş, sevgili yeğenini onlara emanet etmişti. Kendi ifadesi ile istemediği
halde müşriklerin safında katıldığı Bedir Savaşında esir edilmiş, bu esaret
onun gerçek hürriyeti kazanmasına, yani İslâmla şereflenmesine sebep olmuştu.
Peygamberimiz onu Mekke'den kendisine bilgi ulaştırması için orada
görevlendirdi. Hz. Abbas bu vazifeyi başarı ile yaptı.
Peygamberimizin
"Abbas'ı bana bırakınız" demesinin sebebi, insanların ona eziyet
etmeleridir. Nitekim Tirmizî'de geçen şu hadis bunu açıklar:
Bir gün Resülullahın
amcası Abbas (r.a.) öfkeli bir halde yanına girdi. Resûlullah (s.a.v.),
"Niçin
öfkelisin?" diye sordu.
Abbas (r.a.) şu cevabı
verdi:
"Kureyş'in
bizimle alıp veremediği nedir? Birbirleri ile karşılaştıklarında güler yüz
gösterirler. Bizimle karşılaştıkları zaman ise suratlarından düşen bin
parça."
Bu sözler Resûlullahı
(s.a.v.) öfkelendirdi. Öyle ki öfkeden yüzü al al oldu ve şöyle buyurdu:
"Kim amcama eziyet
verirse mutlaka bana eziyet vermiştir. Burası muhakkak ki, kişinin amcası
babası yerindedir."[102]
Nesâî'de de yine Abbas
(r.a.) ile ilgili olarak Abdullah bin Abbas'tan (r.a.) rivayet edilen şöyle bir
hadis vardır:
Bir adam, Cahiliyye
devrinde yaşamış bir atamıza sövmüştü. Babam Abbas (r.a.) ona bir tokat attı.
Bunun üzerine adamın yakınları gelerek:
"O nasıl tokat
attı ise biz de ona tokat atacağız" dediler ve silahlarını kuşandılar. Bu
durum Resûlullaha (s.a.v.) ulaştı hemen minbere çıktı ve:
"Ey insanlar!
Yeryüzü ahalisinden kim Allah katında en mükerremdir?" buyurdu.
Onlar, "Siz ey
Allah'ın Resulü" dediler. Resûlullah şöyle buyurdu:
"Bilesiniz,
Abbas bendendir, ben de ondanım! Ölülerimize sövmeyin, aksi halde dirilerimizi
üzersiniz!"
Bunun üzerine halk
gelip, "Ey Allah'ın Resulü, senin gadabından Allah'a sığınırız. Bizim için
bağışlanma dileyin" dediler.[103]
Peygamberimizin bir
çok dua ve iltifatına mazhar olan Hz. Abbas, Hicretin 32. senesinde, Hz.
Osman'ın hilâfeti zamanında, 88 yaşında vefat etti.[104]
402. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın, biri
Habeşistanlı, diğeri de Kıptî (Mısırlı) olan iki azâdlı kölesi vardı. Bir gün
söz dalaşına girdiler. Biri diğerine, "Ey Habeşî!" dedi. O da,
"Ey Kıptî!" diye seslendi.
Resûlullah (s.a.v.),
onlara,
"Birbirinize
öyle demeyiniz. Siz Muhammed (s.a.v.) ailesinden iki adamsınız"
buyurdu.[105]
403. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor;
"Allah Teâla Arefe
akşamı Arafat'ta vakfe yapanlarla meleklere karşı iftihar eder ve "Şu
saçları dağınık, toz toprak içerisinde bulunan kullarıma bakınız"
buyurur."[106]
İzah
Arafat vakfesi, haccın
farzlarındandır. Bir kimsenin hacı olabilmesi için Zilhicce'nin 9. günü, yani
Kurban Bayramından bir gün önce Arafat'ta kısa bir zaman için de olsa bulunması
gerekir.
Arefe günü, dinimizce
faziletli bir gündür. Gerek Kur'ân'da, gerekse hadislerde bu günün ehemmiyetine
dikkat çekilmiştir. Meselâ bir âyette,
"Sayılı
günlerde Allah'ı anın"
buyurulmuştur.[107]
Ayette geçen sayılı
günler, Arefe günüdür.
Peygamberimiz de gerek
yukarıdaki hadislerinde, gerekse başka hadislerinde Arefe gününün faziletine
dikkat çekmiştir. Meselâ bu hadislerden birisi şu mealdedir:
"Allah hiçbir günde
Arefe günündeki kadar kullarını ateşten kurtarmaz. O gün Allah, rahmetiyle ve
bağışlamasıyla kullarına yaklaşır, meleklere karşı onlarla iftihar eder ve
'Onlar ne istiyorlar' diye sorar."[108]
Arefe günü ve fazileti
hakkında tafsilatlı bilgi için Üç Aylar ve Mübarek Günler isimli eserimize
bakılabilir.[109]
404. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.):
"Zulüm de
etse, zulme de uğrasa kardeşinize yardım ediniz" buyurdu.
"Yâ Resûlullah!
Zulme uğradığında yardım edelim, fakat zulmederken nasıl yardım edeceğiz?"
dedim.
"Zulmüne engel
olarak. Bu senin ona yardımındır"
buyurdu.[110]
İzah
Müslim'de bu hadis şöyle
geçer:
"Kişi zâlim de olsa,
mazlum da olsa din kardeşine yardım etsin. Zâlimse onu menetsin. Çünkü bu onun
için bir yardımdır. Mazlum ise ona yardımda bulunsun."[111]
405. Sehl bin Sa'd (r.a.) rivayet ediyor:
"Cennete girdim, bir
hışırtı duydum. Baktım ki o Bilal imiş."
194,439 ve 648
numaralı hadislere ve izahlarına bakınız.[112]
406. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Ben mü'mine
benzeyen ağacı çok iyi biliyorum"
buyurdu.
Ben oradakilerin en
küçükleri olduğum halde, (içimden) "O ağaç hurmadır" dedim. Sonra
Resûlullah (s.a.v.),
"O
hurmadır"
buyurdu.[113]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda hadis şöyledir: Resûlullah,
"Mü'min
yaprağını hiç dökmeyen yeşil bir ağaca benzer" buyurdu.
dinleyenler,
"Filan ağaç, falan ağaç" diye tahminde bulundular. (Fakat hangi ağaç
olduğunu bilemediler.) Ben, "Hurma ağacıdır" demek istedim. Sonra
Resûlullah (s.a.v.), "O hurma ağacıdır" diyerek kendisi açıkladı.
Hadisin başka bir
rivayeti ise şöyledir:
"Bana öyle bir
ağaçtan haber verin ki, Müslümana benzesin. Yaprakları hiç dökülmesin ve her an
meyve verip dursun. İşte o, hurma ağacıdır."
Peygamberimizin mühim
hususiyetlerinden birisi de Sahabîlerine bir şeyler öğretirken, soru sorarak
onların dikkatlerini toplaması, onların anlayışlarını denemesi, onları
düşünmeye teşvik etmesidir, işte bu hadiste de aynı metodu kullanmıştır.
Onlardan istediği cevabı alamayınca da cevabı kendisi vermiştir.
Hadiste üzerinde
durulması gereken önemli bir husus da Resûlallahın (s.a.v.) öğretmek istenen
şeyi misâlle öğretmesidir. Çünkü bu, öğretmede kalıcılığı sağlar.
Peygamberimizin
(s.a.v.) bu hadislerinde mü'mini hurma ağacına benzetmesi de yerindedir. Bu
benzetme, hurma ağacının faydasının çokluğu, meyvesinin güzelliği ve
dayanıklılığı açısındandır. Evet, hurma ağacının gölgesinden, yapraklarından,
dallarından, kökünden, odunundan, kabuklarından dahi istifade edilir. Hattâ
çekirdeği bile hayvanlara yem olarak verilir. Meyvesinden de kısa bir zaman
için değil, uzun bir zaman istifade edilir.
İşte mü'min de imanı,
ibâdeti, güzel ahlâkı, zikri, sadakası ile böylesine faydalıdır.
Hadis, bir yönüyle
öğretmenin metodunu gösterirken, bir başka yönüyle de öğrencinin adabını ders
vermektedir. Abdullah bin Ömer (r.a.) Resûlullahın suâlinin cevabını bildiği
halde utandığından suâlin cevabını vermemiştir.
Hadis bize, bazan yaşça
küçük olan birisinin kendisinden daha büyük kimselerin bilmediği bir hususu
bilebileceğini, dolayısıyla onlara değer vermek gerektiğini, şayet cevap
verirlerse cesaretlerini kırıcı sözler söylememek icab ettiğini de ders verir.[114]
407. Abdullah bin Ebî Evfâ (r.a.) rivayet ediyor:
Abdurrahman bin Avf,
Resûlullaha (s.a.v.) Hâlid bin Velid'den şikâyetçi olduğunu bildirdi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Ey Hâlid,
Bedir Savaşına katılanlardan birine ezâ verme. Eğer sen Uhud dağı kadar altını
sadaka olarak dağıtsan, onun ameline yetişemezsin."
Bunun üzerine Hâlid
bin Velid, "Onlar bana dil uzatıyor, ben de karşılık veriyorum" dedi.
Resûlullah (s.a.v.)
Abdurrahman bin Avf a da şu ikazı yaptı:
"Hâlid'e eziyet
etmeyin. Çünkü o Allah'ın kâfirler üzerine çektiği bir kılıçtır."[115]
İzah
Hadisten Resûlullahın
farklı fıtratta olan Ashabını nasıl idare ettiğini görüyoruz. Abdurrahman bin
Avf in (r.a.) fazîletine dikkat çekerek Hz. Hâlid'den ona dokunmamasını
istemiştir. Sonra
da Hz. Hâlid'in
faziletine dikkat çekerek Hz. Abdurrahman'dan da ona dokunmamasını istemiştir.
Hadiste ismi geçen
Abdurrahman bin Avf (r.a.), toplu olarak Cennetle müjdelenen on Sahabîden
birisidir. İlk Müslümanlardandır. Hem Habeşistan'a, hem de Medine'ye hicret
etmekle iki hicret sevabı birden kazanmıştır.
Hadiste de ifâde
edildiği gibi, Bedir Savaşına katılma fazîletine de sahiptir. Peygamberimiz
kendisini çeşitli vazifelere göndermiştir. Meselâ bir defasında onu
Dumetü'l-Cendel'de bulunan Kelb kabilesini İslama davet için görevlendirmiş,
kendi elleriyle sarığını sarıp sancağı teslim etmişti.
Hz. Abdurrahman,
servetini Allah yolunda harcayan zengin Sahabîlerdendi. Hicretin 21. senesinde,
72 yaşında iken vefat etti. Onun hayatı hakkında tafsilat için Sahabîler
Ansiklopedisi isimli eserimize bakılabilir.
Biraz da Hz. Hâlid'in
hayatı üzerinde duralım:
Hâlid, müşriklerin
Müslümanlara karşı yaptıkları bütün savaşlarda ön safta katıldı. Hatta
Allah'ın takdiri ile Uhud Savaşında Müslümanların mağlup olmasında onun tesiri
fazladır.
Hâlid, Hudeybiye
sulhünden sonra Müslüman oldu. Sonra da kahramanlıkları ve hizmetleriyle
"Allah'ın kılına" unvanını aldı. Nitekim izahını yaptığımız hadiste
Peygamberimiz onun bu ünvânına dikkat çekmiştir.
Hz. Hâlid, Müte
Savaşında Resûlullahın tayin ettiği Zeyd bin Hârise'nin (r.a.), Cafer bin Ebî
Tâlib'in (r.a.) ve Abdullah bin Revaha'nın (r.a) peş peşe şehid düşmesi üzerine
kumandayı ele alarak askerî dehasıyla üç bin kişilik İslâm ordusunu yüz (başka
bir rivayete göre iki yüz) bin kişilik Bizans ordusu karşısında bozgundan
kurtarmış, hattâ Bizans ordusunu bozguna uğratmıştır. 15 numaralı hadisin
izahına da bakınız.
Peygamberimiz (s.a.v.)
Hz. Hâlid'i çok mühim vazifeler için görevlendirdi. Mesela Mekke'nin fethinden
sonra onu Uzza putunu yıkmak üzere vazifelendirmişti.
Bütün ömrünü at sırtında ve
cihat meydanlarında geçiren Hz. Hâlid, Hicretin 21. yılında vefat etti. Hz.
Hâlid'in hayatı hakkında tafsilat için Sahabîler Ansiklopedisi isimli
eserimize bakılabilir.[116]
408. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
evli ve zengin, fakat kocasının hacca gitmesine izin vermediği bir kadın
hakkında şöyle buyurdu:
"Ancak
kocasının izni ile gidebilir."
[117]
409. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Münafığın misâli,
iki sürü arasında şaşkın şaşkın gidip gelen koyun gibidir. Bu sürüye geldiğinde
onu boynuzlayıp dışlar, diğerine gittiğinde onu boynuzlayıp dışlar."[118]
İzah
Münafık, dışa karşı
inanmış görünüp, kalben inanmayan, inkar eden kimselere denir.Yüce Allah,
münafıklarla ilgili olarak şöyle buyurur:
"İnsanlardan
bir kısmı da, mü'min olmadıkları halde, 'Allah'a ve âhiret gününe inandık'
derler.
"Allah'ı ve
mü'minleri güya aldatmaktadırlar. Halbuki onlar yalnız kendilerini aldatırlar
da farkında bile olmazlar."
"İman edenlere
rastladıklarında 'İnandık' derler. Şeytanlaşmış reisleri ve arkadaşlarıyla
başbaşa kalınca da 'Aslında biz sizinle beraberiz. Onlarla sadece alay
ediyoruz' derler."[119]
İzahını yaptığımız hadiste
de Peygamberimiz (s.a.v.) münafığın dünyadaki durumunu nazara vermekte,
mü'minlerin de, kâfirlerin de böylelerini dışladığını nazara vermektedir.
Münafıkların âhiretteki yerini de şu âyetten öğreniyoruz:
"Şüphesiz münafıklar
Cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Sen onlar için hiçbir yardımcı da
bulamazsın."[120]
410. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim gurur sebebiyle
elbisesini sürürse, Allah ona kıyamet gününde rahmet nazarıyla bakmaz."[121]
İzah
Dinimizin haram kıldığı
çirkin huylardan birisi de gururdur. Kur'ân'da yer verildiğine göre Lokman
(a.s.) oğluna şu tavsiyede bulunmuştur:
"Gururlanıp
insanlardan yüzünü çevirme; yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü Allah büyüklük
taslayan ve övünenleri sevmez."[122]
Hadislerde de gurur
şiddetle reddedilmiş, bir hadiste kibirlenenlerin âhiretteki durumu şöyle
bildirilmiştir:
Resûlullah,
"Kıyamet günü
Allah Teâlâ bir kısım insanlan karınca suretinde diriltir de, diğer insanlar
onlan ayakları ile çiğnerler"
buyurdu.
"Bu karınca
suretinde olanlar kimlerdir?" diye soruldu.
Peygamberimiz
(s.a.v.),
"Dünyada iken
büyüklenenler" cevabını verdi.[123]
Peygamberimiz bu
hadislerinde de, elbiseyi gurur için yerde sürüklemenin haram olduğunu
bildirmekte ve böylelerine Allah'ın kıyamet gününde rahmet nazarıyla
bakmayacağını ifâde etmektedir. Elbisenin gurur dışında yerde sürünmesi ise, bu
tehdite dahil değildir. Bunu da şu hadisten öğreniyoruz.
Resûlullah (s.a.v.),
"Allah
elbisesini gururla sürüyene bakmaz" buyurdu.
Hz. Ebû Bekir,
"Ey Allah'ın Resulü! Elbisem serbest durumda iken dikkat etmezsem
sürünüyor" diye endişesini bildirdi.
Resûlullah,
"Sen bunu
kibir için yapmıyorsun"
cevabını
verdi.[124]
Ancak âlimler,
kibirlenmek için olmasa da elbisenin yerde sürünmesini mekruh saymışlardır.[125]
411. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah bir kula aile,
mal ve çocuk gibi bir nimet verir, o da "Maşâallah, lâ kuvvete illâ billah
Allah dilediğini yapar. Kuvvet ancak Allah'ın yardımıyladır" derse, o
nimet hakkında ölüm dışında hiçbir afat görmez."
Resûlullah daha sonra,
"Ne olurdu,
bahçene girdiğinde, 'Mâşaallah, Allah dilemiş de yaratmış! Kuvvet ve kudret
Ancak Allah'ındır' deseydin!"
âyetini okudu.[126]
İzah
Peygamberimiz pek çok
hadislerinde nazara, yani göz değmesine karşı ümmetini ikaz etmiştir. Meselâ
bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Nazardan
Allah'a sığınınız. Çünkü nazar haktır."[127]
Peygamberimiz bir
hadislerinde de şöyle buyurur:
"Biriniz kendi
şahsında, malında veya Müslüman kardeşinde çok hoşuna giden bir şey gördüğünde,
bereketi için dua etsin. Çünkü göz değmesi haktır."
Hadisin sonunda geçen
"Ne olurdu, bahçene girdiğinde Maaşallah, Allah dilemiş de yaratmış!
Kuvvet ve kudret ancak Allah'ındır' deseydin!" ayetinde kastedilen husus
şudur:
İki kardeş vardı.
Bunlardan biri mü’min diğeri ise inkarcı idi. Babalarından bu iki kardeşe miras
kaldı. Mü’min olan kardeşi eline geçen mirası sadaka olarak dağıttı, kafir olan
kardeş ise bağ bahçe satın aldı. Bir zaman sonra mü’min olan kardeş fakir
düştü. Zengin olan kardeşinden yardım istediysede o buna yanaşmadı. Hatta
parasını sadaka olarak dağıttığı için onu azarladı. Mü’min kardeş, "Ben
fakirliğin ve zenginliğin Allah’tan olduğunu görüyorum. Allah bana mal verirse
ona hamd eder, imtihan ettiğinde de sabrederim." dedi. Kardeşine
nasihatlarda bulundu. Onun gafletten uyanmasına çalıştı. İşte bu nasihatlardan
biriside bahçesinin güzelliği gözlerini kamaştıran kardeşine "Ne olurdu
bahçene girdiğinde, 'Maaşallah, allah dilemişte yaratmış! Kuvvet ve kudret
ancak Allah’ındır’ deseydin!" tavsiyesidir. Nihatyet çok geçmeden kafir
kardeşin gururlandığı bahçe yerin dibine geçti. Sonraki ayetlerde haber
verildiğine göre "çardakları yere çöktü" Bahçe sahibi de
"avuçlarını ovuştura laldı."[128]
412. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Medine'ye hicret ettiğinde onlar yiyecekte ve hurmada selef yapıyorlardı.
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Kim bir malı önceden
satarsa ölçü ve tartısını belirterek ve teslim vaktini tayin ederek
satsın."[129]
İzah
Hadiste geçen
"selef," "selem" de denilen bir alış veriş şeklidir. Buna
göre bir kimse malı sonra teslim etmek şartıyla ücretini birkaç ay önceden
peşin olarak alır. Böyle bir satış, hadisten de anlaşılacağı üzere, şartlarına
uyulduğu takdirde caizdir. Bunun şartı da, malın cinsi, miktarı ve vasıflarının
tespit edilmesi, ne zaman ve nerede teslim edileceğinin açıklanması; buna
karşılık alıcının da oradan ayrılmadan ücretini peşin olarak ödemesidir.
Meselâ çiftçinin
miktar belirtmeden tarladaki mahsulü, ağaçtaki meyveyi satması, tarlanın veya
ağacın peşin satılan mahsulü verip vermeyeceği belli olmadığından caiz
değildir. Peygamberimiz böyle bir satışı yasaklamıştır.[130]
Fakat çiftçi,
"Sana filan tarihte teslim etmek üzere iki ton iyi buğday satıyorum"
dese, tüccar da bunu kabul etse ve bedelini peşin olarak verse, bu satış
hadiste de ifâde edildiği gibi caizdir.[131]
413. Sahr (r.a.) rivayet ediyor:
"Ölülere sövmeyin.
Çünkü bununla dirilere eziyet etmiş olursunuz."[132]
İzah
Konu ile ilgili bir başka
hadis şöyledir:
"Ölülere
sövmeyin, çünkü onlar sağ iken hayırdan ve serden gönderdiklerine
kavuştular."[133]
Peygamberimiz iki
hadislerinde de ölülere sövmemek gerektiğini bildirmiş ve bunun sebebini
açıklamıştır. Bunlardan birincisi ölünün akrabalarına eziyet olmasıdır. Ölüye
sövmekle hiçbir şey elde edilmemek bir yana, onun akrabaları bundan üzüleceğinden,
ölenlere sövmemek gerekir.
Ölülere sövmemek
gerektiğinin ikinci sebebi, şayet kötü birisi ise artık onun cezasını çekeceği
yere gitmiş olmasıdır.[134]
414. Ebû Mûsâ el-Eş'arî (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah kıyamet
gününde âlimleri diriltir. Sonra onlara şöyle der:
"Ey âlimler
topluluğu! Ben ilmimi size azap etmek için vermedim. Gidiniz, sizi
bağışladım."[135]
İzah
Mahşer gününde
Allah'ın diledikleri kimseler dışında herkes dehşet içerisinde olacaktır. O gün
böyle bir hitaba muhatab olmak gerçekten çok büyük bir sevinç kaynağı, çok
büyük bir müjdedir. Bununla ilgili bir başka müjde de şudur:
"Ümmetimin en
hayırlıları âlimlerdir. Âlimlerin de en hayırlıları merhametli olanlardır.
Dikkat edin! Allah, câhilin bir tek günahını affetmeden önce, âlimin kırk
günahını affeder. İyi dinleyin! Merhametli âlim, kıyamet günü, nuru etrafı
aydınlatacak şekilde gelir. Öyle kî, doğu ile batı arasındaki yaratıklar, onun
parlak bir yıldız gibi aydınlatan ışığında yürür."[136]
Bir başka hadis ise şu
mealdedir:
"Kıyamet
gününde Allah Teâlâ kullarını ayırmak için hükmetmeye başladığı zaman âlimlere
hitaben şöyle buyurur:
"Ben size
ilmimi ve hilmimi sadece sizi bağışlamayı istediğim için verdim. Hatânız ne
olursa olsun bence önemsizdir."[137]
Ancak hadiste ifâde edilen
nimete mazhar olacak âlimler, bildikleri ile amel eden, ilimleri ile
başkalarına faydalı olan ihlaslı âlimlerdir. Yoksa bildiklerini yaşamayan, ilmi
gizleyen, ilim ile dünyalık peşinde koşan âlimler, mahşer yerinde büyük
sıkıntılara maruz kalacaklardır. Bu konuda pekçok hadis rivayet edilmiştir.
Meselâ böyle âlimlerin ağzından irin akacağı, dillerini sakız gibi
çiğneyecekleri, ateşten bir gem vurulacağı bildirilmiştir. Yine hadislerde
Allah'ın fazla malın hesabını soracağı gibi, fazla ilmin de hesabını soracağı
ikazı yapılmıştır. Tafsilat için Ölümden Sonra Diriliş isimli eserimizin 147,
148, 242, 243. sayfalarına bakılabilir.[138]
415. Abdullah bin Amr (r.a.) rivayet ediyor:
"Nefsim kudret
elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bir mü'minin
öldürülmesi, kıyamet gününde Allah indinde dünyanın
yok olmasından daha büyüktür."
26 ve 371 numaralı
hadislere bakınız.[139]
416.
Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
"Cennetin
anahtarı namaz, namazın anahtarı ise abdesttir."[140]
417. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bir adamın diğerine "Ey şahların şahı" diye seslendiğini işitti.
"Meliklerin meliki mi?" diye bu ifâdeden duyduğu rahatsızlığı
zikretti.[141]
İzah
Hadisin son kısmı
Mu'cemü'l-Evsat'ta, "Meliklerin meliki Allah'tır" şeklindedir.
Hadisin Buhârî ve Müslim'deki rivayeti ise şöyledir:
"Allah katında en
kötü isim, Melikü'l-Emlâk'tır."
Müslim'de rivayet edilen
bir başka hadis de Peygamberimiz kıyamet gününde Allah'ın en fazla bu ismi
alanlara gazap edeceğini bildirmiş ve,
"Allah'tan
başka Melik yoktur"
buyurmuştur.[142]
Kula yakışan Abdullah,
Abdurrahman gibi tevazu ve kulluk bildiren isimlerdir. "Memleketlerin,
kıtaların sahibi ve hükümrânı" mânâsına gelen "Melikü'l-Emlâk"
ise Allah'a mahsus bir sıfattır. Kendi sıfatını alanlara elbette Allah gazap
eder.[143]
418. Behz bin Hakim babasından, Resûlullahın (s.a.v.)
şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Açıktan günah
işleyenleri ne zaman açıklayacaksınız? Onların vasıflarını anlatın ki insanlar
onlardan sakınsınlar.”[144]
İzah
Başka bir hadis şu
mealdedir:
"Açıktan günah
işleyenleri anlatmaktan niçin çekmiyorsunuz? İnsanlar onları ne zaman
tanıyacak? Onun vasıflarını anlatın ki, insanlar onlardan sakınsınlar."[145]
Fenalıktan, açıktan
günah işlemekten, yaptıkları günahları ballandıra ballandıra anlatmaktan
sakınmayan insanlar bulaşıcı hastalık mikrobu taşıyan kimseler gibidirler.
Eğer bunlara karşı tedbir alınmazsa, bu hastalığın topluma bulaşması
kaçınılmaz olur. İşte hadiste bunlara karşı alınacak tedbirlerden birisi
açıklanmaktadır. O da böylelerini insanlara tanıtmaktır.
Gıybeti son derece
çirkin bulan ve yasaklayan dinimizde, "fâsık-ı mütecâhir" denilen
böyle kimseler hakkında konuşmanın gıybet olmayacağı bildirilmiştir.[146]
419. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Bayramlarınızı
tekbirlerle süsleyin."[147]
İzah
Konu ile ilgili bir
başka hadis şu mealdedir:
"Ramazan ve Kurban
bayramlarını 'Lâilâhe ilallah, Allahü ekber, sübhanallah ve elhamdülillah'larla
süsleyin."[148]
Bediüzzaman, bayramların
tekbirlerle süslenilmesinin istenilmesindeki hikmeti meâlen şöyle açıklar:
Bayramlarda gaflet
istila edip gayr-i meşru dâireye sapmamak için hadislerde Allah'ı zikretmeye ve
şükre büyük teşvikler yapılmış. Tâ ki bayramlarda o sevinç nimetlerini şükre
çevirip, o nimeti devam ettirsin ve artırsın. Çünkü şükür nimeti artırır ve
gafleti kaçırır.[149]
420. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.)
şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Allah dünyada
iken çok mal ve evlat verdiği iki kulunu diriltti. Sonra bunlardan biriyle
aralarında şu konuşma geçti:
"Ey filan oğlu
filan!"
"Buyur ey Rabbim!
Emrini yerine getirmekten mutluluk duyacağım."
"Sana çok mal
ve çocuk vermedim mi?"
"Evet, verdin
Rabbim."
"Verdiğim
şeyleri ne yaptın?"
"Fakirlik
korkusuyla çocuğuma bıraktım."
"Senden sonra
ne olduğunu bilseydin az güler, çok ağlardın. Korktuğun şeyi [fakirliği]
onlara verdim."
Diğer kul ile de
Allah arasında şu konuşma geçer:
"Ey filan oğlu
filan!"
"Buyur ey
Rabbim! Emrini yerine getirmekten mutluluk duyacağım."
"Sana çok mal
ve çocuk vermedim mi?"
"Evet, verdin
Rabbim."
"Verdiğim
şeyleri ne yaptın?"
"Senin yolunda
harcadım. Ölümümden sonra, çocuklarım hususunda Senin ihsanına güvendim."
"Senden sonra
ne olduğunu bilseydin çok güler, az ağlardın. Güvendiğin şeyi [ihsanımı]
çocuklarına verdim."[150]
İzah
Hadiste birinci kulun
kendisine verilen serveti Allah yolunda harcamadığı, fakirlik korkusuyla
yanında tuttuğu ve çocuklarına bıraktığı bildiriliyor. Allah da o kuluna
korktuğunun başına geldiğini, kendisinden sonra çocuklarının fakir düştüğünü
haber veriyor.
İkinci kişi ise Allah'ın
verdiği serveti, yine Onun yolunda sarf eden tevekkül ehli bir kul. Servetini
Allah yolunda harcamış, çocuklarını da Allah'a emânet etmiş. Yüce Allah onu da
umduğuna kavuşturmuş, çocuklarına ihsanda bulunmuş.
Kur'ân'da Allah'ın
tevekkül ehli sâlih kulların çocuklarına ihsanda bulunduğu ile ilgili bir
kıssa vardır. Bu kıssa şöyledir:
Hz. Mûsâ Hızır (a.s.)
ile bir yolculuğa çıkmıştı. Bir köye geldiklerinde halktan yiyecek istediler.
O belde halkı kendilerini misafir etmekten kaçındılar. Sonra orada yıkılmak
üzere olan bir duvara rastladılar. Hızır onu doğrultu verdi. Musa'nın (a.s.)
sorması üzerine de bunu şöyle açıkladı:
"O duvar,
şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Altında da onlara ait bir hazine vardı.
Babaları ise sâlih bir kimse idi. Rabbin diledi ki, onlar yetişkin çağa gelince
hazinelerini oradan çıkarsınlar. Bütün bunlar Rabbinden bir rahmet
eseridir."[151]
421. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Evs ve Hazreç Ensardan
iki kabileydi. Câhiliyye devrinde aralarında düşmanlık vardı. Resûlullah
(s.a.v.) Medine'ye hicret ettiğinde o düşmanlık gitti. Allah onların
kalplerini birbirine ısındırdı. Bir defasında bu iki kabile mensupları bir
mecliste otururlarken Hazreç'ten birisi okuduğu şiirle Evslileri hicvetti.
Ardından Evsli birisi de okuduğu şiirle Hazreçlileri hicvetti. Bu hicivleşme
karşılıklı olarak devam etti. Öyleki birbirlerine ağır laflar söylemeye
başladılar. Silahlarına sarılarak vuruşmak için kalktılar. Bu durum Peygamberimize
ulaştığında ve durum hakkında vahiy indiğinde Resûlullah (s.a.v.) süratli bir
şekilde oraya geldi. Onları görünce kendilerine seslenerek hadise üzerine nazil
olan âyetleri okudu:
"Ey iman edenler!
Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun. Ve son nefesinize kadar
hakda sebat edin de Müslümanlar olarak ölün."[152]
Ayet bittiğinde her
iki taraf da silahlarını bırakarak yaşlı gözlerle birbirlerine sarıldılar.[153]
İzah
İslâmiyet, Câhiliyye
devrinin pekçok çirkin âdeti gibi, ırkçılıkla da mücâdele etti. Dinimizin
ırkçılıkla olan bu mücâdelesini
Bediüzzaman'ın
Görüşleri Işığında İslâm ve Milliyetçilik isimli eserimize havale ederek,
burada sadece bu hadisin açıklaması üzerinde durmak istiyoruz:
Peygamberimizin
Medine'ye hicret ettiği ilk yıllardı. İslâmiyetten önce birbirleri ile kanlı
bıçaklı olan Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki düşmanlık, İslâmiyet
sayesinde kardeşliğe dönüşmüştü. Bu iki kabile oturmuş, tatlı tatlı sohbet
ediyorlardı. Bunların birbirleriyle kardeş olmasını hazmedemeyen Yahudi Şes
bin Kays, onları tekrar eski günlerine dündürmek, parçalamak istedi. "Bu
iki kabile birbirleriyle iyi geçindikleri müddetçe bizim burada rahat etmemiz
mümkün değildir" dedi. Sonra da bir Yahudi gencine şu emri verdi:
"Kalk onların
yanına git, birlikte otur. Sonra Buas Günü'nü hatırlat. Onların bu gün için
söyledikleri şiirlerden oku."
Bu emri alan Yahudi
genci gitti, iki kardeş kavmin sohbet meclisine oturdu. Bir fırsatını
bulduğunda da Buas Günü'nü hatırlattı, şiirler okudu. Evs ve Hazrec kabileleri
arasındaki kabile asabiyeti damarı hemen nüksetti. Geçmişte olduğu gibi
birbirlerine karşı övünmeye, şiirler okumaya başladılar. Hatta Evs Kabilesinden
Evs bin Kayziv (r.a.); Hazreç Kabilesinden de Cebbar bin Sahr (r.a.)
"İsterseniz eski günlere dönebiliriz" diyerek birbirlerine meydan
okudular. Neticede iki taraf da iyice sinirlendiler, "Haydi dönelim.
Silah silah" diye bağırışmaya başladılar.
Bu durumu haber alan
Peygamberimiz (a.s.m.), Muhacirlerden bâzılarını da yanına alarak oraya gitti
ve şöyle buyurdu:
"Ey Müslüman cemaati!
Allah! Allah! Yüce Allah sizi İslâmiyetle doğru yola çıkarıp şereflendirdikten,
kalblerinizi birleştirdikten, sizleri küfür karanlığından kurtardıktan,
Cahiliye devrine ait bütün kötü işlerden ilginizi kestikten sonra ve ben de
aranızda bunları açıklayıp dururken, siz halâ cahiliye dâvasını mı güdüyorsunuz?"[154]
Peygamberimizin bu
konuşması üzerine Sahabîler yaptıkları şeyin, şeytanın aldatmacası olduğunu
anladılar. Silahlarını bırakarak yaşlı gözlerle birbirlerine sarıldılar ve
birbirlerinden af dilediler.
Bu olay üzerine Yüce
Allah şu âyetleri indirdi:
"Ey iman
edenler! Eğer kendilerine daha önce kitap verilenlerden bir zümreye uyarsanız,
onlar sizi imanınızdan çevirip yeniden kâfir yaparlar.
"Üzerinize
Allah'ın âyetleri okunduğu ve aranızda Onun Resulü bulunduğu halde, nasıl
küfre dönersiniz? Her kim Allah'a sığınır ve Onun dinine yapışırsa, işte o
küfre düşmekten korunup doğru yola ulaşmıştır.
"Ey imân
edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun. Ve son nefesinize
kadar hakta sebat edin de, Müslümanlar olarak ölün.
"Allah'ın dinine ve
Kur'ân'a hep birlikte sım sıkı sarılın; ayrılığa düşüp dağılmayın. Bir de,
Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz birbirinize düşman iken, O
sizin kalblerinizi kaynaştırdı da, Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz.
Siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız; Allah sizi oraya düşmekten kurtardı.
Doğru yola erişesiniz diye, Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor."[155]
Birinci âyet-i
kerimede Yüce Allah ırkçılık dâvası gütmenin mü'minlerin imanlarını tehlikeye
sokacağına, hatta onları küfre dahi sürükleyebileceğine dikkat çekmektedir.
Nitekim ırkçılık hareketinin başlamasıyla birlikte, ırkçılığı din yerine koyan
pekçok insanın imanı gitmiştir.
Bu
âyette dikkat çekilen bir diğer husus da "Kendilerine kitap verilenlerden
bir zümreye" uymamaktır. Âyette geçen zümre Yahudilerdir. Irkçılığın İslâm
dünyasında başlamasında ve Müslümanların birbirine düşman vaziyeti almasına
sebep olmasında Yahudilerin rolü düşünülürse, Yüce Allah'ın ikazının mânâsı
daha iyi anlaşılır.
İkinci âyette,
Allah'ın âyetleri kendilerine okunup durulurken ve Peygamberleri de aralarında
iken kâfirlere aldanıp Allah'ın haram kıldığı bir dâvanın peşinden gitmeleri
hayret ve taaccüble karşılanıyor. Dolayısıyla, yanımızda Kur'ân'-ı Kerim
varken, Peygamberimizin hadisleri bizleri bu noktada ikaz ederken, hâin ve
münafıkların oyununa gelip ırkçılık dâvası güdersek, âyetteki hayret ve
taaccübe bizler de muhatab olmaz mıyız? Demek oluyor ki, bu âyet bizleri de
ırkçılık yapmamak konusunda ikaz ediyor.
Üçüncü âyette
mü'minlere Allah'tan korkmaları ve Müslüman olarak vefat etmeleri ikaz edilerek
İslâm dininde ırkçılığa yer olmadığı, dolayısıyla böyle bir dâva peşinde
gitmenin insanın ebedî hayatını tehlikeye düşürebileceği ikazı yapılıyor.
Dördüncü âyette ise
Yüce Allah, mü'minlere birlik ve beraberliği emrediyor ve tefrikaya
düşmelerini yasaklıyor. Şu veya bu kavmin değil, İslâmın etrafında birleşmeleri
ikazını yapıyor. İslâmiyetten önce kavmiyetçilik yüzünden birbirlerini
öldürmekten çekinmeyen iki kardeş kabile olan Evs ve Hazrec kabilelerinin
İslâmiyet nimetiyle aralarındaki mânâsız düşmanlığa son verdiği nimetini
hatırlatıyor. Son kısımda ise mü'minlerin doğru yoldan ayrılmamaları için emir
ve yasaklarını böylece açıkladığını bildiriyor.
305 ve 455 numaralı
hadislere ve izahlarına da bakınız.[156]
422. Yezid el-Esved (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah ile beraber
Veda Haccında haccettim. Onunla beraber sabah namazını kıldım. Namazı
bitirdiğinde da duran iki kişinin insanlarla beraber namaz kılmadığını gördü.
Onları çağırdı. Titrer bir halde kendilerini Resûlullaha (s.a.v.) getirdiler.
Resûlullah (s.a.v.),
"Bizimle
beraber niçin namaz kılmadınız?"
buyurdu.
"Ya Resûlallah,
biz sizinle beraber namaza yetişemeyeceğimizi zannederek yükümüzün yanında
kıldık" dediler.
Resûlullah (s.a.v.),
"Böyle
yapmayın. Namazı yükünüzün yanında kıldıktan sonra o namazı kılan bir cemaata rastlarsanız namazı tekrar kılın.
O sizin için nafile olur" buyurdu.
Onlardan biri,
"Ya Resûlallah, benim için bağışlanma dile" dedi.
Resulullah (s.a.v.),
"Allah'ım, onu
bağışla" diye dua etti.
İnsanlar Resûlullaha
(s.a.v.) doğru üşüştüler. Ben o gün oradakilerin
en genci ve güçlüsü idim. Resûlullahın (s.a.v.) elini
kaptım göğsümün üzerine koydum. Onun elinden daha
serin
ve daha hoş bir şey görmedim.[157]
İzah
Konu ile ilgili daha
başka hadisler de vardır.[158]
Peygamberimiz bir hadislerinde de böyleleri hakkında,
"Bu onun için
cemaat sevabından bir nasiptir"[159] buyurmuştur.
Zikrettiğimiz
kaynaklarda hadisin "Ya Resûlallah, benim için bağışlanma dile"
ifâdesinden sonraki kısım yer almamıştır. Sadece Dârimî'de şu ilâve vardır:
"Sonra cemaat kalktı,
Hz. Peygamberin elini tutup yüzlerine sürmeye başladılar. Ben de elini tutup
yüzüme sürdüm de, onun kardan daha serin, kokusunun da miskten daha güzel
olduğunu gördüm."
Hadis, vaktin namazını
kılmış olan birisinin bir cemaata rastladığında onlarla beraber namaz
kılabileceğini göstermektedir. Bu konuda âlimler arasında ittifak varsa da,
hadiste geçen "O sizin için nafile olur" ifâdesi hakkında farklı
görüşler ortaya atmışlardır. Safilerden bir gruba göre kişinin tek başına
kıldığı nafile, diğeri farz yerine geçer. Hanefîlere, Şâfiîlerin çoğunluğuna
ve Hanbelîlere göre ise önce kılınan farz yerine geçer, diğeri nafiledir.
Yine Şâfiîlerden
bâzıları da bu iki namazdan mükemmel olanın farz, diğerinin nafile olacağını
söylemişlerdir. Bâzıları ise Allah'ın dilediğini farz,
dilediğini de nafile olarak sayacağını söylerler. İbni Ömer'in (r.a.) şu
açıklaması da bu mânâyı kuvvetlendirir:
Bir defasında adamın
biri İbni Ömer'e (r.a.), "Ben evde namaz kıldıktan sonra imamla namaza
yetişiyorum. Onunla da namaz kılayım mı?" diye sordu.
Abdullah (r.a.)
"Evet" dedi.
Adam, "Peki bu
durumda kıldığım hangi namazı farz yapayım?" diye tekrar sordu.
Hz. Abdullah, "Bu
senin elinde mi? Bu Allah'a kalmıştır. Allah dilediğini farz olan namaz yerine
sayar" cevabını verdi.[160]
Hadisin bahsettiğimiz
kısmının farklı anlaşılmış olması, şöyle bir hükme de sebep olmuştur:
Hanefîler kişinin
imamla kıldığı namazın nafile olacağını söylerler. Bu mezhebe göre sabah ve
ikindi namazlarından sonra nafile namaz kılmak mekruh olduğundan, tek başına
namaz kılmış olan birisinin sabah, ikindi ve akşamın cemaatine tâbi olması da
mekruhtur.
Hadisten yukarıdaki
fıkhı hükmün yanı sıra, Resûlullahın (s.a.v.) Ashabının eğitimiyle
ilgilendiğini, yapılan bir yanlışı karşı taraftaki kimseyi kırmadan
düzelttiğini, ilim ehlinin bu konuda da onu örnek alması gerektiğini
öğreniyoruz.
Hadis ayrıca Ashabın
Peygamberimize olan sevgi ve hürmetlerini de göstermektedir.[161]
423. Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:
"Sizin üzerinizde
namazı geciktiren idareciler olur. Sen namazı vaktinde kıl. Böyle idarecilerle
geciktirerek kıldığın namazı da nafile yap."[162]
İzah
Müsned'deki rivayette,
"Onlar namaz kılarken 'Ben namazı kıldım, kılmayacağım' deme" ilâvesi
vardır. Bu, Peygamberimizin onlara muhalefet etmekten kaçınmak gereğini
tavsiye ettiğini gösterir.
Allah'ın bildirmesi
dışında hiç kimse gaybı bilmez. Allah başta Peygamberimiz olmak üzere bâzı
kullarına gaybı bildirmiştir. Bu gerçek Kur'ân'da şöyle haber verilir:
"Görünmeyen âlemleri
bilen odur. O hiç kimseyi gaybdan açıkça haberdar etmez. Ancak peygamberlerden
bildirmek istediği müstesnadır."[163]
Peygamberimiz (s.a.v.)
Allah'ın bildirmesiyle istikbalde olacak pekçok hadiseyi haber vermiştir. Bu
konuda 149 ve 490 numaralı hadislere de bakılabilir.
İşte bunlardan birisi
de izahını yaptığımız hadisteki haberdir. Hadiste haber verilen husus, bâzı
Emevî idarecilerin namazları geç kıldırmasıyla tahakkuk etmiştir. Meselâ
bunlardan birisi Haccac'dır. Onun Medine'ye geldiğinde namaz vakitlerini
geciktirdiği rivayet edilmiştir.[164]
Hadis, bir yerde namaz
geciktirilerek kılınıyorsa, orada kişinin namazı geciktirmeden tek başına
kılmasının daha isabetli olduğunu göstermektedir. Bu
durumda namazı ilk vaktinde kılan kimse, sonradan cemaatla da namaz kılabilir.
Kıldığı bu namaz kendisi için nafile bir namaz olur.[165]
424. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Mü'minlerin iman
bakımından en olgun olanları, ahlâkı en güzel ve mülayim olandır. Onlar
insanlara ısınırlar, insanlar da onlara ısınırlar. Başkalarına ısınmayan ve
kendilerine ısınılmayan kimsede hayır yoktur."[166]
Mu'cemü'l-Evsat'ta,
"Kendilerine ısınılmayan insanlarda hayır yoktur" ifâdesi yerine,
"İnsanlara
ısınmayan ve insanların kendisine ısınmadığı kimse bizden değildir" ifâdesi vardır.
"Bizden
değildir" "Bizim sünnetimiz üzere değildir" demektir.[167]
425. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
Namaz kılındıktan
sonra Resûlullah (s.a.v.) mescidde tek başına namaz kılan birini gördü ve şöyle
buyurdu:
"Şu adama
beraber namaz kılarak ona sadaka verecek kimse yok mu?"[168]
İzah
Dârekutnî'de bu
namazın öğle namazı olduğu bildirilir. Müsned ve Tirmizî'de ise
"Oradakilerden bir adam kalktı ve onunla beraber namaz kıldı" ilâvesi
vardır. Adamla beraber namaz kılan şahsın Hz. Ebû Bekir olduğu bildirilir.
Hadis, tek başına
namaz kılan birisine uyulabileceğini göstermektedir. Böyle birisinin imamlığa
niyet etmiş olması gerekmez. Çünkü imamın imam olmaya niyet etmesi şart
değildir.
Hanbelî mezhebi imamı,
Ahmed bin Hanbel bunu nafile namazlarda caiz görür, farzlarda ise caiz görmez.
Peygamberimiz
yukarıdaki hadiste tek başına namaz kılan Sahabî ile birlikte namaz kılmayı
"sadaka" olarak ifâde etmiştir. Çünkü onunla namaz kılan kimse ona
bir iyilik yapmış olacak, kendisine cemaat sevabı kazandıracaktır. Bir hadiste
"Her iyilik sadakadır" buyurulduğuna göre, bu da bir sadakadır.
Hadis, bir mescidde iki
defa cemaat yapılmasının caiz olduğuna da delildir. Konunun tafsilatı için
Ezan Cami Namaz isimli eserimizin 344, 345. sayfalarına bakılabilir.[169]
426. Abdullah İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
"Fe ravhün ve reyhanün"ü okudu.[170]
İzah
Aynı hadis, bir kaç
sayfa sonra Hz. Âişe tarafından da rivayet edilmiştir. Hadis yine Abdullah bin
Ömer'den (r.a.) Mu'cemü'l-Evsat'ta da şöyle rivayet edilir:
Resûlullaha (s.a.v.)
Vakıa Sûresini okudum. "Ravhün ve reyhanün"e geldiğimde Resûlullah
(s.a.v.) bana,
"ravhün ve
reyhanün ey İbni Ömer!" buyurdu.[171]
İzahını yaptığımız
hadis ve aynı mealdeki Hz. Âişe hadisi, Peygamberimizin Vakıa Suresini
okuduğunu gösterir. Çünkü bu kelimeler Vakıa Suresindedir.
Vakıa Sûresi, Mekke'de
nazil olmuştur. 96 âyettir. Kıyamet gününden, Cennet ve Cehennem ehlinin
hallerinden bahseder. Gözlerimizin önündeki tevhid delillerine dikkat çeker.
Kıyamet vakıasını zikrederek başladığı için sûreye Vakıa ismi verilmiştir.
Hadiste zikredilen
"ravhün ve reyhanün" kelimeleri, sûrenin 89. âyetinde geçer. Bu
kelimeler, "rahat, rahmet, güzel kokulu rızık" mânâsına gelir. Bu
kelimelerin mânâsı 88. âyetten itibaren tamam olur. Ve şöyledir:
"Ölen kimse iman ve
güzel işlerle Allah'ın rızâsına yaklaşmış olanlardan ise: Ölüm onun için
rahata, rahmete, güzel kokulu rızıklara, daimî nimetlerle dolu Cennete bir
geçiştir."
Peygamberimiz,
"ravhün ve reyhanün ey İbni Ömer" demekle, bu duruma dikkat çekmek
istemiştir.
Sûrenin 92-94. âyetlerinde
de kâfirin durumu şöyle nazara verilir:
"Ölen Allah'ın
âyetlerini yalanlayan sapıklardan ise: Onun âkibeti kaynar sudan bir ziyafet ve
Cehennem ateşine atılmaktır."
Konunun tafsilatı
hakkında Ölüm Cenaze Kabir isimli eserimize bakılabilir.[172]
427. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim bir
cenazeye defnedilinceye kadar iştirak ederse iki kırat sevap kazanır."
"Kırat ne
kadardır?" denildi.
Peygamber (s.a.v.),
"Uhud Dağı
kadar" buyurdu.[173]
428. Ebû Eyyûb (r.a.) rivayet ediyor:
Ben Peygamberinizin
(s.a.v.) arkasında namaz kıldığım
her seferinde
o namazı bitirdiğinde mutlaka şöyle derdi:
"Ya Rabbi,
bütün hatâ ve günahlarımı bağışla. Allah'ım, beni yücelt. Kusurlarımı telafi
et. Beni güzel iş ve huylara yönelt. Bunların iyisine ancak Sen yöneltir,
kötüsünden de ancak Sen uzaklaştırırsın."[174]
429.
Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Biriniz rızkından
kaçsa da, ecelin onu yakaladığı gibi, o onu bulur."[175]
İzah
Câmiü's-Sagîr'de de buna
benzer şöyle bir hadis vardır:
"Kulun rızkı,
kendisini ecelinin aradığından daha fazla arar."[176]
Bir âyet-i kerimede
ölümün insanı her halükârda bulacağı şöyle bildirilir:
"Kaçtığınız
ölüm mutlaka gelip sizi bulacaktır. Sonra da görünür ve görünmez âlemleri
hakkıyla bilen Allah'a döndürüleceksiniz."[177]
İşte hadis, vakti
geldiğinde ecel insanı nasıl yakalarsa, rızkının da öyle bulacağını nazara
veriyor. Evet, Allah'ın bir ismi de Rezzak, yani rızık vericidir. Halik, yani
yaratıcı ismiyle atomdan galaksilere, en küçük şeyden güneşe, çiçeklerden
yıldızlara kadar her şeyi yarattığı gibi; Rezzak ismiyle de rızka muhtaç ve her
birinin rızkı başka başka olan varlıklara rızık yetiştirir: Sabahleyin aç
olarak hayata başlayan canlılar, onun rızık vermesiyle akşama tok olarak
erişirler. Etrafımıza baktığımızda Yüce Rabbimizin Rezzâk isminin tecelîsini
bütün canlılarda gayet açık bir şekilde görebiliriz. Allah'ın rızık verici
olduğu bir âyette şöyle açıklanır:
"Yeryüzünde
yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah
verir."[178]
Demek ki, Allah bütün
canlıların rızıklarını onlara yetiştiriyor. Ancak rızkın iki çeşit olduğunu da
burada iade edelim: Biri, hayatı devam ettirmek için ihtiyaç duyulan rızıktır.
Allah'ın tahhüdünde olan rızık da budur.
Daha çok kazanmak için
ise çalışmak, sebeplere sarılmak gerekir. Çalışkan bir insan, gayreti
nispetinde, rızkının daha fazla takdir edilmesine sebep olabilir. Allah hangi
kulunun çalışıp gayret gösterip, hangi kulunun sebeplere teşebbüs etmeyeceğini
ezelî ilmiyle bildiği için, kullarının rızıklarını bu bilgisine göre takdir
etmiştir.
Ancak bu çeşit rızık
her ne kadar çalışmaya, kazanmaya bağlı ise de, bazan ihsana tâbidir, ya verilir
ya verilmez. Yani her zaman çok çalışan illâ da çok kazanacak demek değildir.
Verip vermemek Cenâb-ı Hakkın irâdesine, takdirine bağlıdır. İsterse verir,
isterse vermez. Bazan da verir, bir musibetle tekrar alır.
Rızkın takdir
edildiğini bilen bir insan, rızkını ararken aç gözlülük etmez, rızık elde
etmek için helâl haram demeden uğraşmaz. Hadis bize bunu da ders vermektedir.
Bu mânâyı açıklayan bir başka hadis de şu mealdedir:
"Cebrail kalbime
şöyle ilham etti: 'Bir canlı ömür süresini tamamlamadıkça ve rızkını tamamıyla
almadıkça ölmez. O halde Allah'tan korkun. Rızkı aramada güzel davranın.
Birinize rızkının gelmekte gecikmesi, onu Allah'ın emirlerini ve yasaklarını
çiğneyerek aramaya sevk etmesin. Şüphesiz Allah'ın yanındaki nimetlere ancak
Ona itaatla erişilir."[179]
Rızık hakkında
tafsilatlı bilgi için Kadere İman isimli eserimize bakınız.[180]
430. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
insanlara dönerek şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Benden
sonra birinizin başına bir musibet gelirse, benim vefatımla uğradığı manevî
musibeti göz önüne getirerek musibetinden teselli bulsun. Hiç şüphesiz, benden
sonra ümmetimden hiç kimsenin başına benim vefatımla maruz kaldığı bir
musibetten daha büyüğü gelmez."[181]
431. Ebû Hureyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Yolculuk azaptan bir
parçadır. O sizin uykunuza, yemenize ve içmenize ve lezzetinize mâni olur.
Öyle ise sizler işinizi bitirir bitirmez evinize, ailenize dönmekte acele
edin."[182]
İzah
Yolculuğun azaptan bir
parça olarak vasfedilmesi, yolculukta meşakkatin fazla olmasındandır. Kişi
yolculuk esnasında yeterince uyuyamaz, vaktinde yiyip içemez. Hadis,
yolculuğun bu yönünü nazara vermekle beraber, kişinin işini bitirdikten sonra
lüzumsuz yere fazla oyalanmayıp bir an önce evine dönmesi gerektiğini tavsiye
etmektedir. Çünkü evin erkeğinin evde bulunmaması, ev halkı için sıkıntıya
sebeptir.[183]
432. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha oruçlunun
öpmesinden soruldu. Resûlullah (s.a.v.),
"Bunda bir
beis yoktur. Bu bir şey koklamak gibidir" buyurdu. (190 numaralı hadise bakınız.)[184]
433. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"Bu ümmetin
Mecûsîleri Allah'ın kaderini yalanlayanlardır. Şayet onlar hastalanırlarsa
ziyaret etmeyin, karşılaştığınızda selâm vermeyin, öldüklerinde cenazelerine
katılmayın."[185]
75, 306,433 numaralı
hadislere bakınız.
[186]
434. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah Mekke'ye
geldiğinde Kabe'yi tavaf etti, sonra da Makam-i İbrahim'in arkasında iki rekat
namaz kıldı. Ardından Safa ile Merve'de sa'y yaptı. Muhakkak sizin için
Resûlullahda (s.a.v.) güzel bir örnek vardır.[187]
İzah
Sahabîler her
hareketlerinde sünneti esas alıyorlardı. Sünnete muhalefet yapıldığını
gördüklerinde de hemen karşı çıkıyor, sünnet olan davranışı bildiriyorlardı.
Bu hadiste de Abdullah bin
Ömer (r.a.) Peygamberimizin tatbikatına uygun hareket etmeyenleri "Sizin
için Resûlullahda (s.a.v.) güzel bir Örnek vardır" diyerek ikaz
etmektedir. Ve Resûlullahın Veda Haccında Mekke'ye girdiğindeki hareket tarzını
bildirmektedir. O da önce tavaf, yani Kabe'nin etrafında yedi defa dönmek,
sonra Makam-ı İbrahim'in ardında iki rekât tavaf namazı kılmak, ardında da Safa
ile Merve arasında sa'y yapmak, yani gidip gelmektir. Dolayısıyla Kabe'ye ayak
basan bir Müslüman sünnet olan bu şekli esas almalı, kendiliğinden yeni şeyler
ortaya koymamalıdır.
Bu hac için böyle olduğu
gibi, hayatın her safhası için de böyle olmalıdır. Mü'minler, her
hareketlerinde her bakımdan "örnek olan" Resûlullahı taklid
etmelidirler.[188]
435. Übey bin Ka'b (r.a.) rivayet ediyor:
"Secde izinden
meydana gelen alâmetleri yüzlerindedir"[189] âyeti hakkında Resûlullah (s.a.v.),
"Kıyamet
günündeki nur"
buyurdu.[190]
İzah
Peygamberimiz bir
hadislerinde de mü'minlerin kıyamet gününde abdest azalarının parlayacağını
şöyle haber vermiştir:
"Şüphesiz ki,
ümmetimin fertleri kıyamet günü, abdeste devam etmelerinden dolayı, abdest
azaları nurlu ve parlak olarak davet edileceklerdir. Kimin bu nuru ve
parlaklığı daha da çoğaltmaya gücü yeterse, bunu yapsın."[191]
436. Râfi' bin Hadîc (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah şu duayı
okumadan bir meclisten ayrılmazdı:
"Allah'ım, Sana layık
bir hamdle, Seni her türlü noksandan tenzih eder, uzak tutar; Senden başka
ilâh olmadığına inanır; sadece Senden af diler ve günahlarımdan dolayı Sana
tevbe ederim."
Sonra da şöyle derdi:
"Bu, mecliste olan
hatâlara keffârettir."[192]
437. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor: Resûlullah
şu üç günde oruç tutmayı yasakladı:
1. Ramazan hilali görünmeden önce acele ederek,
2. Kurban bayramında.
3. Ramazan bayramında.[193]
İzah
Halkımız arasında
İslâmiyet adına yanlış veya en azından sünnete muhalif hareketler
yapılmaktadır. Bunun pekçok misâli vardır. İşte bunlardan birisi de
"Ramazan'ı karşılamak için" birkaç gün öncesinden oruca başlamaktır.
Oysa İslâmiyet adına yapılan bu davranış sünnete zıttır. Nitekim bu hadis
Ramazan'dan önce oruç tutmayı yasaklamıştır. Ramazan'dan önce Ramazan'ı
karşılamak için oruç tutmayı yasaklayan hadislerden birisi de şu mealdedir:
"Bir iki gün önceden
oruç tutmakla Ramazan'ın önüne geçmeyin. Ancak eskiden beri tutmakta olduğunuz
bir oruç Ramazan öncesine denk gelirse, o müstesnadır. Ramazan hilalini görünceye
kadar oruca başlamayın."[194]
Evet, dinimiz oruca
başlamayı hilâlin görülmesine veya Şaban ayının otuza tamamlanma şartına bağlamıştır.
Hilâl görülmeden oruca başlamak, hadisle sabi' olan bir ibâdet vaktini öne
almak demek olur. Bu ise doğru bir hareket değildir.
Bununla beraber,
hadisten de anlaşılacağı üzere bunun istisnası vardır. Meselâ her ayın
başında, ortasında, sonunda oruç tutmayı bir sünnet olarak devam ettiren;
Pazartesi ve Perşembe gibi günlerde yine bir sünnet olarak oruç tutmaya devam
edenlerin tuttukları oruç bu günlere denk gelirse, Ramazan öncesinde oruç tutabilirler.
Çünkü bu, "Ramazan'ı karşılama" niyetiyle tutulan bir oruç değil,
kişinin yaşadığı bir sünneti devam ettirmesidir.
Hadiste Ramazan ve Kurban
bayramlarında oruç tutmak da yasaklanmıştır. Çünkü bunlar yeme içme günleridir.
Bu konuda 56, 338 numaralı hadiste bilgi verdiğimizden oraya bakılabilir.[195]
438. Ebû Mûsâ el-Eş'arî (r.a.) rivayet ediyor:
"Haya ve iman
birlikte bulunurlar ve ancak birlikte ayrılırlar."
7,66, 514 ve 751
numaralı hadislere de bakınız.[196]
439. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor: Bilal'e
müjde verdim. O bana, "Ey Abdullah! Beni ne ile müjdeliyorsun?" diye
sordu. Şöyle dedim: "Resûlullahın şöyle buyurduğunu işittim:
"Kıyamet gününde
Bilal, eğeri altından, gemi, inci ve yakuttan olan bir binek üzerinde gelir.
Yanında bir sancak vardır. Müezzinleri kendisine tâbi olarak Cennete girdirir.
Hatta sadece Allah rızası için kırk sabah ezan okuyan müezzini de Cennete
götürür."
194,405 ve 648
numaralı hadislere de bakınız.[197]
440. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın yanına
girdim. Bana, "Ey İbni Mes'ud, imanın en sağlam kulpu nedir?" diye
sordu.
Ben, "Allah ve
Resulü bilir" dedim.
"İmanın en sağlam
kulpu, Allah yolunda karşılıklı dostluk kurmak, Allah için sevmek, Allah için düşmanlık
beslemektir" buyurdu.
Sonra,
"Ey İbni
Mes'ud," buyurdu.
Ben, "Buyur yâ
Resûlallah" dedim.
"İnsanların
hangisi daha faziletlidir, biliyor musun?" buyurdu.
Ben, "Allah ve
Resulü bilir" dedim.
"Dinde ince
anlayış sahibi olduktan sonra en güzel amel işleyenler" buyurdu ve "Ey İbni Mes'ud," diye
seslendi.
Ben, "Buyur yâ
Resûlallah" dedim.
"İnsanların en
âliminin kim olduğunu biliyor musun?" buyurdu.
Ben, "Allah ve
Resulü bilir" dedim.
Şöyle buyurdu:
"İnsanların en âlimi,
insanlar ihtilaf içerisinde oldukları bir zamanda hakkı görendir. İsterse
ameli az olsun. İsterse kıçının üzerinde sürünsün.
Sizden öncekiler
yetmiş iki gruba ayrıldılar. Onlardan üçü kurtuldu, diğerleri helak oldu. Bu üç
gruptan biri krallara karşı çıktılar, onlarla dinleri ve İsa'nın (a.s.) dini
uğrunda savaştılar. Kralın askerleri onları yakaladılar,
öldürdüler ve testerelerle kestiler.
Bir diğer grup ise
krallara karşı koyacak ve dinleri uğrunda onlarla savaşacak güçte değildiler.
Bu sebeple yeryüzüne dağıldılar ve korktular. Onlar Allah'ın şu âyetinde bildirdiği
kimselerdir: "Ruhbanlığa gelince, onu Biz emretmediğimiz halde kendileri
Allah'ın rızâsını aramak için icad ettiler."[198]
Hıristiyan olup da
bana iman eden, bana tâbi olan, beni tasdik eden o ruhbaniyetin hakkını gözetmiş
olur. Bana tâbi olmayanlar ise helak olanlardan olur.[199]
İzah
Hadiste
Peygamberimizin ilk nazara verdiği şey, "imanın en sağlam kulpunun Allah
yolunda karşılıklı dostluk kurmak, Allah için sevmek, Allah için düşmanlık
beslemek" olduğudur.
Allah insana pekçok
duygu vermiş, ondan bu duyguları yerli yerince kullanmasını istemiştir. Sevgi
ve düşmanlık da Rabbimizin kullarına verdiği ve yerli yerinde kullanmalarını
istediği pekçok duygudan sadece ikisidir. Bu iki duygunun yerli yerince kullanılması,
kişinin sevdiğini Allah için sevmesi, sevmediğini de Allah için sevmemesi
demektir. Bu, "el-hubbu lillal, ve'I-buğzu fillah" Yani "Allah
için sevmek, Allah için düşmanlık" etmek şeklinde vecîzeleşmiştir.
Peygamberimiz bu
hadislerinde olduğu gibi, daha pekçok hadislerinde, Allah için sevmenin
faziletine dikkat çekmiştir. Meselâ bu hadislerden bir tanesinin meali
şöyledir:
"Allah Kıyamet
Gününde şöyle buyurur: Yalnız benim nzam ve büyüklüğüm için birbirlerini
sevenler nerede? Arşımın gölgesinden başka bir gölgenin bulunmadığı bir günde,
Ben onları gölgem [himayem] altına alırım.
"Benim büyüklüğüm
için birbirlerini sevenlere nurdan minberler verilir. Onlara peygamberler ve
şehidler imrenirler."[200]
"Allah'ın kulları
arasında öyleleri vardır ki, ne peygamber ve ne de şehiddirler. Fakat
peygamberler ve şehidler, Kıyamet Gününde Allah katındaki makamları sebebiyle
onlara gıpta ederler."
"Sahabîler
sordular: 'Bunlar kimlerdir ey Allah'ın Resulü?'"
Peygamberimiz cevap
verdi:
"Onlar, aralarında
akrabalık bağı ve bir alışveriş münâsebeti olmadığı halde, Allah için birbirini
sevenlerdir. Allah'a yemin ederim ki, onların yüzleri nurludur ve nur
üzerindedirler. Herkes korkarken, onlar bir korku duymazlar, üzülürken de
üzülmezler. Çünkü, Allah dostları için, ne bir korku, ne de bir hüzün
vardır."[201]
Ancak üzülerek ifâde
edelim ki, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de Allah için sevmek, Allah için
düşmanlık etmenin yerini değersiz şeyler için sevmek ve düşmanlık etmek
almıştır. Meselâ bunlardan birisi "menfaat'tir. Kişi Allah rızâsını hiç
nazara almadan insanları menfaat için sevmekte, menfaat için düşmanlık beslemektedir.
Allah korusun, Allah rızâsı için sevmenin yerini alan bir diğer şey de
"siyâsettir." Bilhassa İslâmî şuuru tam almamış olanlar, bir
Müslümanı Allah rızâsı için değil, aynı siyâseti paylaştığı veya paylaşmadığı
için sevmekte ya da sevmemektedirler. Allah için düşmanlık göstermek yerine,
siyâset için düşmanlık göstermektedirler. Bu ise ehl-i iman için fevkalâde
zararlıdır. Bediüzzaman, başta talebeleri olmak üzere, Müslümanları bu konuda
meâlen şöyle ikaz eder:
"Sakın dünya
cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar
sizi ayrılığa atmasın, karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı sizi
perişan etmesin. 'Elhubbu fillah, ve'1-buğzu fillah (Allah için sevmek, Allah
için düşmanlık etmek) düstur-ü Rahmânî
yerine—el'iyâzü billâh— 'Elhubbu fis-siyâseti velbuğzu lişsiyâseh' düstur-u
şeytanî (siyâset için sevmek, siyâset için düşmanlık etmek olan şeytanî
düstur) hükmederek melek gibi bir hakikat kardeşine düşmanlık ve şeytan gibi
bir siyâset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip
cinayetine manen ortak eylemesin."[202]
Evet, bir Müslüman bir
Müslümanı sadece Allah rızâsı için sever ve sevmeli. İnsanlara da ancak Allah
rızâsı için düşmanlık besler ve beslemeli. Bir Müslümanın diğer bir Müslümanı
sırf aynı partiye oy verdiği için sevmesi veya farklı partiye oy verdiği için
sevmemesi, âdi cam parçalarını, Müslüman kardeşinde bulunan Kabe hürmetindeki
iman ve Uhud Dağı büyüklüğündeki İslâmiyete tercih etmek gibi büyük bir
"ahmaklık"tır. Örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri,
Allah, Peygamber, din, iman, Kitap, Kabe birliği gibi, kâinatı ve küreleri
birbirine bağlayacak manevî zincirlere tercih etmek demektir. Müslümanı Allah
için sevmek yerine siyâset için sevmek, "Allah'ımız, rızık vericimiz,
şifâ vericimiz, Yaratıcımız, Peygamberimiz, Kitabımız, kıblemiz bir, ama
siyâsî partimiz farklı. Ben A partisine, o B partisine oy veriyor" demek
mânâsına gelir. Böyle bir hareket, kişinin desteklediği partiyi "din"
yerine koyması demek olur. Bunun insanın mânevi hayatı için ne büyük bir zarar
olduğu ise açıktır.
Kişinin kalbinde
elbette aynı siyâsî partiyi destekleyen insanlara fazla meyil bulunabilir. Bu
normal sayılabilir. Tehlikeli olan, kişinin aynı partiye oy veren insanları
sevmesi değil, Allah için sevmenin yerine siyâset için sevmeyi koymasıdır.
Bunun ölçüsü: Kişinin ne kadar takva sahibi Müslüman olursa olsun, partisinden
olmayanlara düşmanlık beslemesinden; kendi partilisine de ne kadar İslama ters
birisi olursa olsun, sevgi duymasından anlaşılır. Böyle yapan biri, Allah
rızası için sevmenin yerine siyâset için sevgiyi koyuyor demektir.
Hadiste dikkat çekilen
ikinci husus, dinde ince anlayış sahibi olduktan sonra en güzel amel
işleyenlerin en faziletli insan olduğudur.
Üçüncü olarak da,
insanların en âliminin, ameli az da olsa insanlar ihtilaf içerisinde oldukları
bir zamanda hakkı gören olduğunun nazara verilmektedir. Gerçekten de
insanların ihtilaf içinde olduğu, neyin hak, neyin bâtıl olduğunun bilinmediği
bir zamanda hakkı görmek, onu bâtıldan ayırt edebilmek, büyük bir ilmi
gösterir.
Hadisin son kısmında
ise önceki ümmetlerin yetmiş iki gruba ayrıldıkları, onlardan üçünün
kurtulduğu, diğerlerinin helak olduğu bildiriliyor. Sonra da kurtulan
fırkaların kimler olduğu haber veriliyor. Bu hadise şöyle olmuştur:
Hz. İsa'dan sonra
peygamber gönderilmediği fetret döneminde krallar Tevrat ve İncil'i
değiştirdiler. Hadiste de haber verildiği gibi, bir grup hayatları pahasına
buna karşı çıktılar. Kralın askerleri onları yakaladılar, öldürdüler,
testerelerle kestiler.
Bir başka grup ise
buna güç yetiremediklerinden ruhbanlığı tercih ettiler. Bu fitneden kaçarak
dağlara çekildiler. Kendilerini bütünüyle ibâdete verdiler. İnzivaya
çekildiler, kadınlardan uzak durdular, sert elbiseler giyindiler. Bunu, âyette
de haber verildiği gibi, Allah emretmediği halde, Allah'ın rızâsını kazanmak
için yaptılar. Peygamberimiz bunların da kurtulduklarını bildiriyor.
Hadiste kurtulan
üçüncü grubun Peygamberimize iman edenler olacağı bildiriliyor. İman
etmeyenlerin ise diğerleri gibi helak olacakları nazara veriliyor.
Hadiste yer verilen
âyetin öncesi ve sonrasında da kitap ehli Resûlullaha imana davet ediliyor ve
kurtuluşun ancak böyle gerçekleşeceği bildirilerek şöyle buyuruluyor:
"Sonra önceki
peygamberlerin izleri üzerinde ard arda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem
oğlu İsa'yı da peygamber olarak gönderdik, ona İncil'i verdik ve ona uyanların
kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Ruhbanlığa gelince, onu biz emretmediğimiz
halde kendileri Allah'ın rızâsını aramak için icad ettiler; sonra ona da
hakkıyla riâyet etmediler. Biz onlardan iman edenlere mükâfatlarım verdik; bir
çoğu ise yoldan çıkmış kimselerdir.
"Ey iman eden
kitap ehli! Allah'tan korkun ve Onun son Peygamberine de iman edin ki, Allah
size rahmetinden iki kat mükâfat versin, yolunuzu aydınlatacak bir nur nasip
etsin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.
"Kitap ehli
bilsin ki, son peygambere de iman etmedikçe Allah'ın ihsanına hiçbir şekilde
erişemezler."[203]
411. Ka'b bin Ucre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.) bana,
"Ey Ka'b, Allah
benden sonra gelecek olan idarecilerden seni korusun" buyurdu.
Ben,
"Niçin?" diye sordum. Şöyle buyurdu:
"Kim onların
yanına girer, onların yalanlarını tasdik eder, zulümlerinde onlara yardımcı
olursa, o benden değil, ben de ondan değilim. O kimse Kevser Havuzumun başında
yanıma da gelemeyecek.
"Kim onların
yanına girmez, onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardımcı
olmazsa, o bendendir, ben de ondanım. O kimse benim Kevser Havuzumun başına
gelecektir.
"Haramla
beslenen hiç bir beden Cennete giremez. Ateş ona daha layıktır. İnsanlar
meşguliyet itibarıyla iki kısımdırlar. Biri nefsini satın alıp Cehennemden
azâd eder, iyi ameller işler, diğeri nefsini feda eder, tehlikeye atar. Namaz
delildir, oruç Cehenneme karşi kalkandır. Sadaka suyun ateşi söndürdüğü gibi,
hataları söndürür, yok eder."[204]
442. Behz bin Hakîm babasından, o da dedesinden rivayet
ediyor:
"Ya Resûlallah!
Kime iyilik edeyim?" diye sordum.
"Annene" buyurdu.
"Sonra
kimdir?" dedim.
"Annene" buyurdu.
"Sonra kimdir?"
dedim.
"Annene" buyurdu.
"Sonra
kimdir?" dedim.
"Babane. Sonra
en yakın akraban, sonra da sırayla en yakın olana" buyurdu.[205]
İzah
Bütün esasları fertler
arasındaki sevgi ve saygı bağlarını kuvvetlendirme, dayanışma ve yardımlaşmayı
temin maksadını taşıyan yüce dinimiz, anne babanın hakkını gözetip onlara
hürmet etme meselesine de son derece ehemmiyet vermiştir.
Çünkü ailenin iki ana
direği olan anne baba, bir milletin çekirdeği hükmündedir. Bir milletin
hayatiyetini sürdürebilmesi, bu mübarek insanlara gereken hürmet ve itaati göstermekten
geçer.
Cenâb-ı Hak bir âyette anne
babaya itaat etmek, onları rahatsız edebilecek en küçük bir davranıştan dahi
kaçınmak gerektiğini emrederek şöyle buyurur:
"Rabbin şunu
da emretti: Ondan başkasına ibâdet etmeyin; anne ve babaya da iyilikte bulunun.
Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa,
onlara sakın 'Öf bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara
merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: 'Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken
besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.'"[206]
Rabbimizîn bu
emirlerinin pekçok insanî ve ruhî hikmetleri vardır. Unutmayalım ki,
karşılıksız sevgi, rekabetsiz sevinç sadece anne babanın çocuklarına duyduğu
sevinçtir. Hiçbir insan anne ve babasından daha şefkatli ve üzerine titreyen
birisini bulamaz. Maddî varlığının sebebi olan bu iki insan gibi fedakâr
birine rastlayamaz. Baba, her türlü sıkıntı ve çaresizliklere katlanarak
kendisine emânet edilen yavrunun üzerine titrerken; anne de kanından kan, canından
can katarak beslediği, binbir meşakkatle karnında taşıdığı ciğerparesini
dünyaya getirdikten sonra da kendi haline bırakmaz. Şefkat kahramanı olduğunu
isbat ederek, yemez yedirir, giymez, giydirir, uyumaz uyutur. Bütün rahat ve
istirahatını yavrusu için feda eder.
Evet,
"Hayatlarını kemâl-i lezzetle evlâtlarının hayatı için feda edip sarf
eden" bu mümtaz şahsiyetlere, "o muhterem sâdık fedakâr
dostlara" evlâdın vazifesi, "halisane hürmet ve samimâne hizmet ve
rızâlarını tahsil ve kalblerini hoşnud etmek"tir.[207]
Bir hadiste de
belirtildiği gibi, anne baba evlâd için ya Cennettir, yahut Cehennemdir.[208]
Yani ya evlâd anne ve babasının hakkını öder; Cennete, nura gitmeye lâyık bir
hal alır veya onlara zulüm ve isyan ederek Cehenneme müstehak olur. Anne ve
babasından biri veya her ikisi yanında ihtiyarlayıp da Cenneti kazanamayan bir
mü'min, bir hadiste ifade edildiği gibi büyük ziyandadır.[209]
Evlat, anne ve
babasını sırf Allah nzâsı ve sadece Onun emri olduğu için severse, hem anne ve
babasını razı etmiş, hem de ibâdet yapmış olur. Sevgi Cenâb-ı Hak hesabına
olursa, anne baba ihtiyarladıkça, onlara duyulan sevgi ve hürmet daha da
artar. En yüksek bir hisle onların ömürlerinin uzun olmasını arzu eder ve bunun
için samimî olarak duâ eder. "Onlar hayatta kalsın ki, daha fazla sevap kazanayım, Rabbimi razı edeyim"
diye düşünür. Samimî bir hürmetle onların elini öpmekten ulvî bir lezzet alır.
Eğer bu sevgi nefis
hesabına ve dünyevî ölçülerle olsa, onlar ihtiyarladıkları ve kendisine yük
oldukları zaman en süfli ve en alçak bir hisle onların varlığını bir yük olarak
görür. Her fırsatta sevmediğini hissettirir. Hattâ ölümlerini arzu eder.
Demek ki, bir evlad
annesini ve babasını, sırf Allah rızasi için sevecek. Onlara ciddî hürmet
gösterecek ve itaatta kusur etmeyecek.
İzahını yaptığımız
hadiste anne hakkının daha fazla olduğuna dikkat çekilmektedir. Anne ve babaya
itaati emreden ve annenin hakkının daha fazla olduğunu ifade eden bir âyet-i
kerime de şu mealdedir:
"Biz insana, anne ve
babasına iyilik etmesini emrettik. Annesi onu zaaftan zaafa düşerek taşıdı.
Sütten kesilmesi de iki yıl sürdü. Bana, annene ve babana şükret; dönüşün
ancak Banadır, dedik."[210]
Evet, anne ve babaya itaat
dinimizin en mühim esaslarından olmakla beraber, bunun da bir sınırı vardır. O
sınır da, "Allah'a isyan hususunda kula itaat edilemeyeceği"dir. Anne
veya baba Allah'a isyanla ilgili bir isteğinin yerine getirilmesini isteyemez.
Nitekim Kur'ân-ı Kerimde,
"Biz insana
anne ve babasına güzel davranmasını emrettik"
âyetinin hemen
akabinde itaatin mutlak olmadığı şöyle ifade edilir:
"Eğer onlar, ilâh
olduğuna dâir hiçbir delil bulunmayan birşeyi Bana ortak koşman için seni
zorlayacak olursa onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır; yaptıklarınızı o zaman
Ben size haber vereceğim."[211]
Mevzuu şu ibretli ikazla
noktalayalım: "Ey insan, aklını başına al. Eğer sen ölmezsen ihtiyar
olacaksın. 'Nasıl muamele etmişsen öyle ceza görürsün' sırrı ile sen
valideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir. Eğer
âhiretini seversen, yine onlan memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı
ve rızkın bereketli geçsin."[212]
443. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim bir Müslümanın
malını zimmetine geçirmek için yalan yere yemin ederse, kıyamet gününde Allah'ın
huzuruna Allah kendisine gazap etmiş olarak varır."[213]
444. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Bir kadın teyzesi üzerine,
teyze de, kız kardeşinin kızı üzerine nikah edilmez. Bir kadın halası üzerine,
hala da erkek kardeşinin kızı üzerine nikâh edilemez. Kız kardeş abla, abla da
kız kardeş üzerine nikâhlanamaz."[214]
İzah
Evlilik müessesesini
en ince ayrıntılarına kadar tanzim eden dinimiz, evlenilecek kadınlara bir
sınır getirmiş, bâzı kadınlarla evlenmeyi haram kılmıştır. Kendileri ile
evlenilmesi haram olan kadınlar, ebedî ve geçici olmak üzere iki kısımdır.
Evlenilmeleri ebedî olarak haram olan kadınlar, kan bağıyla, süt emme yoluyla
ve evlilik sebebiyle olmak üzere üç grubtur.
Peygamberimiz bu
hadislerinde Câhiliye Döneminde rastlanılan uygulamalardan olan bir kadının
üzerine halasının veya teyzesinin; teyze veya halasının üzerine yeğeninin
nikâhlanmasını yasaklamaktadır.
Bir kadının üzerine
halasının veya teyzesinin nikahının haram olması geçicidir. Yani erkek
hanımından boşansa veya hanımı vefat etse, onun teyzesi ve halası ile
evlenebilir.
Bu yasağın bildiğimiz
veya bilmediğimiz birçok hikmetleri vardır.
Hiçbir kadın erkeğini
başka biri ile paylaşmak istemez. Onu kıskanır. Bu normal birşeydir. Hz. Âişe
Validemiz dahi, Hz. Hatice'nin vefatından sonra Peygamberimizle evlendiği
halde, Resulullahın ondan bahsetmesine tahammül edememiştir. Böyle bir
kıskançlık, kadınların ortak özelliğidir.
Gerek hala ile yeğen,
gerekse teyze ile yeğen birbirinin yakın akrabasıdır. Teyze anne, hala ise baba
yerindedir. Aralarında anne baba ile evlât arasındaki hürmet, sevgi ve şefkate
yakın bir hissî bağlılık mevcuttur. Yakın akraba hakkına riâyet, İslâmın mühim
emirlerinden biridir. Aynı erkeği paylaşmak ise, akraba haklarına riâyete mâni
olur. Hürmet, sevgi ve şefkati zedeler. Yerini kıskançlığa, kin ve nefrete
bırakır.
Faraza böyle bir
kıskançlık olmasa, bu evlilik haram olmaktan çıkar mı?
Hayır, çıkmaz.
Herşeyden önce, kıskançlık, bu evliliğin haram olmasının tek hikmeti değildir.
Bilmediğimiz, anlayamadığımız daha başka hikmetler de vardır.
Diğer bir husus, şer'î
meselelerin bir kısmına "taabbudî" denilir; aklın muhakemesine bağlı
değildir; emrolunduğu için yapılır. İlleti emredilmiş olmasıdır.
Bir kısmı ise,
"mâkulü'1-mânâ" tâbir edilir. Bu kısma giren emir ve yasakların bir
hikmeti, bir maslahatı vardır. Fakat bu hikmet ve maslahat, o emrin veya
yasağın sebep ve illeti değildir. Hakiki illet onun emredilmesi veya.
yasaklanmasıdır.[215]
445. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Sizler bir
ölünün yanında bulunduğunuzda onun hakkında hayır söyleyin. Çünkü melekler
sizin sözlerinize 'Amin' derler"
buyurdu.
Ben, "Yâ
Resûlallah! Ne söyleyelim?" diye sordum. Şöyle buyurdu:
"Şöyle deyiniz:
'Allah'ım, bizi ve onu affet. Ona merhamet et. Ondan sonra bana hayırlı bir
akıbet ver."
Ümmü Seleme diyor ki:
"Allah beni Ebû Seleme'den daha hayırlısına, Muhammed'e (s.a.v.) nasip
etti."[216]
İzah
Ebû Seleme (r.a.) vefat
etmişti. Yakınları onun için ağıtlar yakmaya, uygunsuz sözler söylemeye
başladılar. Cenaze için oraya gelen Peygamberimiz (s.a.v.) onları uygunsuz
sözler söylemekten men etti.
"Melekler
sizin sözlerinize 'Amin' derler "
buyurdu.
Bunun üzerine Ebû
Seleme'nin (r.a.) hanımı Ümmü Seleme (r.a.), ne demeleri gerektiğini sordu.
Peygamberimiz de,
"Allah'ım,
bizi ve onu affet. Ona merhamet et. Beni ondan daha iyisine kavuştur. Akıbetimi
hayırlı kıl" deyin buyurdu.
O günden sonra Ümmü
Seleme (r.a.) bir yandan bu duayı tekrarlıyor, bir yandan da "Ebû
Seleme'den daha hayırlı kim olabilir?" diye düşünüyordu. Nihayet onun kim
olduğunu anladı. O "hayırlı kimse" Peygamber Efendimizdi. Resûlullah
(s.a.v.) çocukları ile ortada kalan bu bahtiyar hanımı himayesine alarak onu
mükâftlandırdı. Ümmü Seleme'nin (r.a.) hayatı hakkında Hanım Sahabiler isimli
eserimizin 77-86. sayfalarına bakılabilir.[217]
446. Ebû Katâde (r.a.) rivayet ediyor:
"Ümmetimin hepsi
affedilmiştir. Ancak mucâhirûn bunun dışındadır."
"Ey Allah'ın
Resulü, mucâhirûn kimdir?" denildi.
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Geceleyin bir günah
işler, Allah onu örttüğü halde gündüzleyin 'Ey filan, akşamleyin ben şöyle
şöyle yaptım' der. Allah'ın örttüğünü açığa çıkarır."[218]
447. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah ile beraber
yemek yiyorduk. Yemeğin tesbih sesini işitiyorduk.[219]
İzah
Resûlullahın (s.a.v.)
çok çeşitli mucizeleri vardı. Meselâ gaybdan haber vermesi, yemeğin
bereketlenmesi, parmaklarından su akması, attığı toprağın müşriklere bir mermi
gibi tesir etmesi, hayvanların kendisiyle konuşması, taşın, ağacın emrini
dinlemesi, ona selâm vermesi bunlardan bir kaçıdır.
İşte Peygamberimizin
pekçok mucize çeşitlerinden birisi de yemeğin tesbih etmesidir. Hadis bize bunu
açıklamaktadır.
Evet, Kur'ân'da
bildirildiğine göre herşey Allah'ı teşbih eder.[220]
"Şey" ifâdesine yemek de dahildir. Fakat biz yemeğin ve diğer
şeylerin teşbihlerini anlayamayız. Ancak bâzı Sahabîler Peygamberimizin bir
mucizesi olarak yemeğin tesbih sesini işitmişlerdir. Abdullah bin Mes'ud (r.a.)
bunlardan birisidir.[221]
448. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah kime güzel
bir yüz ve güzel bir isim ihsan eder de, o kimse bunları kıymetten düşürecek
bir söz söylemez ve harekette bulunmazsa, Allah'ın yaratıklarının seçilmişlerinden
olur."[222]
449. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
yağmurlu bir günde dellal çıkararak namazı evlerde kılmayı emretti.[223]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda Abdullah bin Ömer'den (r.a.) rivayet edilen hadis şöyledir:
"Resûlullah
(s.a.v.) yolculuk sırasında, soğuk veya yağmurlu gecelerde müezzinlere ezan
okuduktan sonra, 'Dikkat! Namazlarınızı yerlerinizde kılacaksınız' diye
bağırmalarını da emretmişti."
Cemaatla namaz kılmak
çok faziletli ve ehemmiyetli olmakla birlikte, bâzı hallerde cemaata
gidilmeyebilir. Cemaata gitmemeye mazeret teşkil edecek hususlardan birisi de
hava şartlarıdır. Yukarıdaki hadisler bunu ifâde eder. Buna göre yağmur, çamur,
şiddetli soğuk, zifiri karanlık, şiddetli sıcaklık gibi haller cemaata gitmeye
mânidir.
Ancak bütün bu hava
şartları cemaata gitmeye gerçekten mâni derecede olmalıdır. Mâni olmayacak
şekilde bir yağmur altında, karanlık ve soğuk bir günde cemaata gitmek çok daha
faziletlidir. Nitekim karanlıkta mescide gidenler bir hadiste şöyle
müjdelenmiştir:
"Karanlıklarda
mescidlere çokça yürüyenleri, kıyamet gününde tam bir nur ile müjdele."[224]
450. Fadl bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Akabe cemresine taş atıncaya kadar telbiyeyi kesmedi.[225]
İzah
Telbiye, haccın farzlanndan
olan ihramın iki rükününden biridir. Telbiye, "Lebbeyk. Allahümme
lebbeyk..." diye başlayan cümleyi söylemektir. Kurban Bayramının 1.
gününde Akabe cemresine, "büyük şeytan"ı taşlayıncaya kadar bu
cümleyi söylemeye devam edilir. Akabe cemresine taş attıktan sonra ise hadiste
de ifâde edildiği gibi kesilir.[226]
451. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
namazda oturuşta iken sol ayağını yere serer, sağ ayağını ise dikerdi.[227]
İzah
Farz olsun, vacip veya
sünnet olsun dört ve üç rekâtlı namazların ikinci rekatlarından sonra oturmak
vacip, son rekâtlarında oturmak ise farzdır, iki rekatlı namazların ikinci
rekatında oturmak yine farzdır.
Farz olan oturmanın
müddeti "et-Tahiyyatü"yü okuyacak kadardır. Salavatları ve duaları
okumak, sünnettir.
Vacip olan oturuş
yapılmadığında sehiv secdesiyle bu hatâ telâfi edilir. Farz olan oturuş terk
edildiğinde ise, namazın yeniden kılınması gerekir.
Bu genel izahtan sonra
biraz da hadiste dikkat çekilen husus üzerinde duralım:
Hadiste, gerek ikinci,
gerekse son rekatlarda yapılacak oturuşun şekli üzerinde durulmakta, Peygamberimizin
(s.a.v.) sol ayağını yere serip, sağ ayağını ise diktiği bildirilmektedir.
Tahiyatta oturuşla
ilgili bir başka hadisi de Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet eder. Bu hadise
göre sağ ayak parmakları kıbleyi gösterecek şekilde dik tutulur. Eller serbest
olarak uylukların üzerine konulur.[228]
Oturuş esnasında bel
eğilmez, gözler ise kucağa bakar. Kadınların oturuşyu erkeklerden farklıdır.
Hanımlar sol kalçasının üzerine oturur, iki ayaklarını sağ tarafa çıkarırlar.[229]
452. İbni Abbas (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
rivayet eder:
"Âdemoğlunun her
eklem yeri için her gün sadaka vermesi gerekir. Onun kıldığı iki rekat kuşluk
namazı bütün bunları karşılar."
Bu hadis Müslim'de,
şöyle geçer:
"Her birinizin
her eklem yeri için bir sadakası vardır. Her 'Sübhanallah' bir sadaka yerine
geçer. Her 'Elhamdülillah' bir sadakadır. Her 'Lâilâhe illallah' bir
sadakadır. Her 'Allâhü ekber' bir sadakadır, iyiliği tavsiye etmek bir sadaka,
kötülüğe engel olmak bir sadakadır. Onun kıldığı iki rekat kuşluk namazı bütün
bunları karşılar."
Kuşluk namazı için 102
numaralı hadise bakınız.[230]
453. İbni Abbas (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Bir adam Cennete
girdiğinde anne babasını, hanımını ve çocuklarını sorar. Ona, "Onlar senin
derecene ve ameline ulaşamadılar" denir. Bunun üzerine o "Ya Rabbi,
ben kendim için de, onlar için de amel işledim" der. Onlara kavuşması
emredilir."
İbni Abbas sonra,
"İman edenleri
ve onlara iman ile tâbi olan nesillerini Cennette birbirine
kavuşturacağız"[231] âyetini okudu.[232]
454. Câbir bin Abdullah el-Ensârî (r.a.) rivayet ediyor:
Cuma günü Resûlullahın
yanına girdik. Yemek yiyordu.
"Yemeğe
geliniz" buyurdu.
Biz, "Oruçluyuz
yâ Resûlallah" dedik.
"Dün oruç
tuttunuz mu?" buyurdu.
"Hayır"
dedik.
"Yarın oruç
tutacak mısınız?" diye sordu.
"Hayır"
cevabını verdik.
"Öyle ise
yemeğe geliniz. Sadece Cuma günü oruç tutulmaz" buyurdu.[233]
İzah
Hadis, sadece Cuma günü
oruç tutmanın mekruh olduğuna delâlet eder. Bununla beraber âlimler arasında
Cuma günü oruç tutmanın hükmü hakkında değişik görüşler vardır. Meselâ İmam-ı
Azam ve İmam Mâlik Cuma günü oruç tutmanın mekruh olmadığı görüşündedirler.
İmam Mâlik bununla ilgili olarak şöyle der:
"Hiçbir âlimin,
fakihin ve kendilerine uyulanların Cuma günü oruç tutmayı yasakladığını
görmedim. Cuma günü oruç tutmak iyidir. Ben bâzı âlimlerin tuttuğunu gördüm.
Öyleki onlar o gün oruç tutmak için âdeta beklerlerdi."[234]
Cuma günü oruç
tutmanın mekruh olmadığını savunan âlimler İbni Mes'ud'un (r.a.) rivayet ettiği
şu hadis delil getirirler:
"Peygamber
(a.s.m.) her ayda üç gün oruç tutardı. Cuma günleri hemen hemen hiç iftar
etmezdi."[235]
İmam Şafiî,
Hanbelîler, Muhammed bin Sîrin ve bâzı âlimlere göre, sadece Cuma gününde oruç
tutmak mekruhtur. Bu âlimler de şu hadisi görüşlerine delil olarak zikrederler:
"Biriniz bir
gün önce veya bir gün sonrasını tutmadan, sadece Cuma günü oruç tutmasın."[236]
Sadece Cuma günü oruç
tutmayı yasaklayan hadislerden birisi de şudur:
Peygamberimizin
hanımlarından Cüveyriye (r.a.) Cuma günü oruç tutmuştu. Peygamberimiz (a.s.m.),
"Dün oruç tuttun mu?" buyurdu.
Cüveyriye (r.a.)
"Hayır" dedi.
Peygamberimiz
(a.s.m.),
"Peki yarın
tutacak mısın?" buyurdu.
Cüveyriye (r.a.)
"Hayır" dedi.
Resûlullah (a.s.m.),
"O zaman
orucunu boz" buyurdu.[237]
Bu görüşte olan
âlimler, sadece Cuma günü oruç tutmanın mekruh olduğunu savunan âlimlere, bunu
yasaklayan hadislerin muhtemelen ulaşmadığını söylerler. "Ulaşsaydı
muhalefet etmezlerdi" derler. Gerçekten de gerek İmam-ı A'zam, gerekse
İmam Mâlik zamanında hadisler henüz bir araya toplanmamıştı. Dolayısıyla
onların bu hadisten habersiz olmaları mümkündür.
el-Aynî, Cuma günü
oruç tutmanın mekruh olmadığını savunan âlimlerin delil olarak kullandıkları
İbni Mes'ud'dan rivayet edilen hadis için de, bu hadisin Peygamberimizin sadece
Cuma günleri oruç tuttuğuna delâlet etmediğini, aksine Resûlullahın sadece
Cuma günü oruç tutmayı yasaklamasının, onun Cuma'dan bir gün evvel veya bir gün
sonrasıyla birlikte oruç tutmuş olduğunu gösterdiğini söyler.[238]
Yukarıdaki hadisten
hareketle Cuma günü oruç tutmanın mekruh olduğunu söyleyenler, bunun hikmeti
olarak da bu günün mü'minler için bayram olmasını zikrederler ve bununla ilgili
olarak Ebû Hüreyre'nin (r.a.) rivayet ettiği şu hadise yer verirler:
"Cuma günü bayram
günüdür. Bayram gününüzü oruç günü yapmayınız."[239]
455. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Ben bir nesep
yarattım, siz ise başka bir neseb edindiniz. Ben "Sizin en iyiniz, benden
en çok korkanınızdır" dedim. Siz bundan yüz çevirdiniz ve "Filan oğlu
filan, filan oğlu filandan daha hayırlıdır, daha üstündür" dediniz. Bugün
ben kendi nesebimi, [sâlih amel ve takvayı], yükseltiyor, sizin nesebinizi,
[soy sop ve makamınızı], alçaltıyorum. Nerede Allah'tan korkanlar?"[240]
305 ve 421. numaralı
hadislerin izahına bakınız.[241]
456. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Zenginin
borcunu ödemeyip oyalaması zulümdür."[242]
İzah
Kişi aldığı borcu
ödemeyi çok arzulamasına rağmen bazan buna muvaffak olamaz. Dinimiz
böylelerine müsamaha göstermeyi tavsiye eder. Meselâ bir âyet-i kerimede
bununla ilgili olarak şöyle buyurulur:
"Eğer borçlu kimse
darlık içinde ise, ona, borcunu ödeyecek duruma gelinceye kadar mühlet verin.
Onun borcunu hiç almayıp bağışlamak ise, eğer bunun Allah katındaki mükâfaatını
bilseniz, sizin için daha hayırlıdır."[243]
Konu ile ilgili birçok
da hadis vardır.
Dinimiz, imkanı
olmayan borçluya mühlet tanımayı, şayet mümkünse borcu tamamen bağışlamayı
tavsiye ederken, zengin birisinin vadesi geldiğinde imkanı olduğu halde borcunu
ödememesini ise, hadiste de ifâde edildiği gibi, zulüm olarak değerlendirmiştir.[244]
457. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Hiçbir ümmet yoktur
ki bir kısmı Cehennemde, bir kısmı da Cennette olmasın. Ancak benim ümmetim
bunun dışındadır. Ümmetimin tamamı Cennettedir."[245]
İzah
Peygamberimiz
hürmetine, Yüce Allah onun ümmetine diğer ümmetlere yapmadığı çeşitli
lütuflarda bulunmuştur. Hadis kitaplarında Muhammed ümmetini anlatan pekçok
hadis vardır, işte bu hadis de bunlardan birisidir.
Meselâ insanlığın
pekçoğunun tâbi olduğu Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerine mensup olan
kimselerden bir kısmı Cennete, bir kısmı ise Cehenneme gideceklerdir. Kendi
zamanlarındaki peygamberlerine ve âhir zaman peygamberi olan Sevgili Peygamberimize
inanan Yahudi ve Hıristiyanlar Cennete gideceklerdir. Kendi peygamberlerine
inansalar da kitaplarında vasıflarını yazılı buldukları Hz. Muhammed'e (s.a.v.)
inanmayan, onun peygamberliğini kabul etmeyen Yahudi ve Hıristiyanlar ise
Cehenneme gideceklerdir. Peygamberimizin ümmeti ise günahkârları Cehennemde
cezalarını çektikten sonra da olsa, tamamı sonunda Cennette toplanacaklardır.
Bu da Muhammed ümmetine Allah'ın bir lütfudur.[246]
458. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Erkek erkeğe,
kadın da kadına çıplak olarak dokunmasın."[247]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda hadisin metni şöyledir:
Erkek erkeğin avretine
bakmasın, kadın da kadının avretine bakmasın. Bir örtü içerisinde erkek erkeğe,
kadın da kadına sokulmamalı.
Bilhassa günümüzde
kadının kadınla olan (sevicilik); erkeğin de erkekle olan (lutîlik) gayr-i
meşru ilişkisinin yaygın olması, Peygamberimizin bu yasağındaki hikmeti
açıklamaya kâfidir.[248]
459. Bilal bin Haris el Müzem (r.a.) rivayet ediyor:
"Şüphesiz kişi
kendisinin hiç de önemsemediği, fakat Allah'ın rızasına sebep olan bir söz
söyler; Allah da o söz sebebiyle kıyamet gününe kadar o kimse için sevap
yazar.
Yine kişi
kendisinin hiç de önemsemediği, fakat Allah'ın gazabına sebep olan bir söz
söyler; Allah da o söz sebebiyle kıyamet gününe kadar o kimse için günah
yazar."[249]
460. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Ey yitiği
bulduran, şaşkına yol gösteren! Yitiğe geri dönmesi hususunda yol gösteren
Sensin. Şüphesiz kaybettiğim şey Senin lütuf ve fazlındandır (daha önce onu
bana Sen vermiştin). İzzet ve hakimiyetinle yitiğimi bana geri gönder."[250]
461. Ebû Cezül rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Hüneyn ve Hevazin günlerinde bizi esir aldığında, esirleri ve davarları
paylaştırmaya gitti. Ben o sırada yanına gelip şu şiiri söylemeye başladım:
Ey Allah'ın Resulü,
kereminle bize lütufta bulun.
Hiç şüphesiz sen ümit
bağladığımız ve iyliğini beklediğimiz bir zâtsın.
Serbest bırak kaderin
musibetine uğramış kadınları.
Bunlar darmadığın
olmuş, devranları dönmüştür....
Biz, bu insanlara bir
hediye olarak, giydireceğin bir af bekliyoruz.
Zira sen muzaffer olur
ve affedersin.
Affet, Allah da
muzaffer kılınacağın kıyamet gününde seni affetsin.
Resûlullah (s.a.v.) bu
şiiri işittiğinde,
"Bana ve
Abdulmattalib oğullarına düşen sizin olsun" buyurdu.
Bunu duyan Muhacirler,
"Bizimkiler de Allah ve Resûlünündür" dediler. Ardından Ensar da
"Bizim olanlar da Allah ve Resûlünündür" dediler.[251]
İzah
Hevazin kabilesi,
Resûlullahın Mekke'yi fethettiğini haber alınca, onun üzerine yürümek için
hazırlık yaptılar. Orduya katılan askerlerin mallanın ve hanımlarını korumak
için savaşmalarını temin maksadıyla mallarını ve hanımlarını da yanlarına
aldılar. 22 Ocak-19 Şubat 630 günlerinde yapılan savaşta Müslümanlar galip
geldiler ve Hevazinlerin büyük bir kısmını esir aldılar. Esirlerin arasında
Peygamberimizi (s.a.v.) emziren Sa'doğulları kabilesinin mensupları da vardı.
İçlerinden biri kalkarak esirler arasında süt halalarının, teyzelerinin ve
dadılarının olduğunu söyledi. Sonra da yukarıdaki şiiri okudu. Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.v.) onlara kadın ve çocukları, ya da mallarını tercihte serbest
bıraktı. Onlar kadınlarını ve çocuklarını tercih ettiler. Resûlullah (s.a.v.),
"Bana ve
Abdulmattalib oğullarına düşen sizin olsun" buyurdu.
Bunu duyan Muhacirler,
"Bizimkiler de Allah ve Resûlünündür" dediler. Ardından Ensar da
"Bizim olanlar da Allah ve Resûlünündür" dediler.
Bu hadise, bir yandan
Peygamberimizin (s.a.v.) kadirşinaslığını göstermekte, diğer yandan da
Sahabîlerin Peygamberimize olan sevgilerini, onu razı
etmeyi herşeyin üzerinde tuttuklarını ortaya koymaktadır.[252]
462. Sevban (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Kıyamet
gününde ümmetimden Tihama Dağı kadar sevapla getirilen bir kavimle karşılaşacağım.
Allah o iyilikleri tamamen boşa çıkarır" buyurdu.
Sahabîler, "Ey
Allah'ın Resulü, onları bize tanıt ki, bilmeyerek onlardan olmayalım"
dediler.
Resûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu:
"Onlar sizin
din kardeşlerinizdir. Fakat onlar Allah'ın yasaklarıyla başbaşa kaldıklarında
onları çiğnerler."[253]
463. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Kıyamet gününde
azabı en şiddetli olacak kimse zâlim idarecidir."[254]
İzah
Peygamberimiz pekçok
hadislerinde mü'minleri zulümden sakındırmıştır. Meselâ bir hadislerinde şöyle
buyurmuştur:
"Zulümden
sakınınız. Çünkü zulüm kıyamet gününde karanlıklardır."[255]
Peygambemiz (s.a.v.)
yukarıdaki hadislerinde de kıyamet gününde zâlim idarecinin azabının en
şiddetli olacağını bildirmiştir. Konu ile ilgili bir başka hadis ise şu
mealdedir:
"Kıyamet günü,
insanlar içerisinde Allah'ın en çok kızdığı ve Ondan en uzak olan kişi, zâlim
idarecidir."[256]
464. Ebû Eyyub el-Ensârî (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim Ramazan ayında
oruç tutar, Şevval ayından da altı gün daha tutarsa, bütün seneyi oruçlu
geçirmiş gibi olur."[257]
İzah
Şevval ayı,
Ramazan'dan sonraki aydır. Recep ayında bir miktar, Şaban ayında daha fazla
oruç tutmak teşvik edildiği, Ramazan ayında farz kılındığı gibi, Şevval ayında
da oruç tutmak teşvik edilmiştir.Yukarıdaki hadis bu teşviklerden biridir.
Şevvalda tutulan altı
gün oruçla bütün senenin ibâdet olarak aeçirilmesine sebeb olarak, amellere
bire on sevap verilmesi gösterilir. Buna göre Ramazan ayı on ayın orucuna,
Şevval ayında tutulan altı gün de iki ayın orucuna denk gelmekte, böylece on
iki ay oruçlu olarak geçirilmiş olmaktadır.
Nitekim bütün seneyi
oruçlu geçirmek isteyen bir Sahabîye Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz senin
üzerinde ailenin hakkı vardır. Ramazanı ve peşinden geleni [Şevval] bir de
Çarşamba ve Perşembe günlerini oruçlu geçir. O zaman sen bütün sene oruç tutmuş
gibi olursun."[258]
Ramazan ayından sonra
Şevval ayında da oruç tutulmasının tavsiye edilmesinin hikmeti şu olsa
gerektir:
Nasıl farz namazlardan
sonra kılınan sünnet namazlar farzlarda işlenilen ufak tefek kusurları
affettiriyorsa; farz olan Ramazan orucundan sonra sünnet olarak tutulan Şevval
ayı orucu da, farz oruçta işlenilen kusurları, hatâları affettirir.
Bu ayda oruç
tutulmasının tavsiye edilmesinin bir hikmetini de şu hadisten öğreniyoruz:
"Ramazandan
sonra oruç tutan kişi, savaşta geri çekilip yeniden hücum eden kimseye
benzer."[259]
Ramazan'da oruç
sayesinde insan şeytanla olan mücâdelesinde büyük ölçüde galip gelir.
Ramazan'dan sonra ise şeytan yine var gücü ile hücuma geçer, insanı mağlup
eder. İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadisleriyle, Ramazan'dan sonra tutulan
orucu, güzel bir teşbih ile savaşta bir taktik gereği geri çekilip sonradan
hücuma geçerek düşmanı mağlup eden kimseye benzetmektedir.
Şevval ayı orucunun
nasıl tutulacağı hususunda âlimler arasında farklı görüşler vardır. İmam
Şafiî'ye göre efdal olan Ramazan Bayramı'nın hemen ardından hiç ara vermeden
tutmaktır.
Fakat bâzı âlimler
hadiste böyle bir kayıt olmadığını, Şevval ayının ister başında, ister
ortasında, ister sonunda bu orucun tutulabileceğini söylerler. Ayrıca bu
orucun peş peşe tutulmasının da şart olmadığını ifâde ederler. Bu görüşte olan
âlimlerden birisi de Hanbelî mezhebi İmamı Ahmed bin Hanbel'dir.
Bu arada İmam Ebû
Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam Ebû Yusuf'un Şevval ayında oruç tutmanın mekruh
olduğunu söylediklerini de ifâde edelim. Bununla beraber, Nuru'l-İzah, Şerh-i
Me-rakı'l-Felah gibi Hanefî ve Mâliki mezhebine âit bâzı kitaplarda Şevval
ayında oruç tutmanın sünnet olduğu kaydı da vardır. Bundan İmam-ı A'zam'dan
sonraki Hanefî âlimlerinin Şevval orucu tutmanın sünnet olduğu kanaatında
oldukları anlaşılıyor. El Menhel'de bu iki farklı görüşün arasını bulmak için
şöyle denilir:
"Hanefî ve Malikî
mezhebinde sonradan gelen âlimler, Ebû Hanife'nin ve İmam Mâlik'in görüşlerini
Ramazan'dan sonra hiç ara vermeden oruç tutmaya hamletmişlerdir. Veya onların
bu hadisten haberleri yoktu. Ya da hadis kendilerine ulaşmış olsa da, bu
hadisi sahih saymamışlardır."
Bilindiği gibi, İmam-ı
Azam'ın, İmam Mâlik'in yaşadıkları dönemlerde hadisler günümüzde olduğu gibi
kitaplar halinde tasnif edilmemişti. Bu sebeple, mezhep imamlarının bâzı
hadislerden habersiz olmaları mümkündü. Mesela İmam-ı Azam talebelerine
verdiği hükümün aleyhinde bir hadis biliyorlarsa, bunu kendisine söylemelerini
istemişti. İmam Mâlik de Muvatta isimle eserinde Şevval ayı orucu hakkında
"Bu konuda hiçbir hadis yoktur" dememekte, "Ashabın
hiçbirisinden bu konuda bana bir rivayet gelmedi" demektedir.[260]
Netice: Şevval ayında altı
gün oruç tutmak sünnettir. Şevval orucunun ayın başında, ortasında veya sonunda
tutulması şart değildir. İsteyen istediği zaman tutabilir. Ancak bayramın ilk
günü oruç tutmak mekruh olduğundan, bu oruca bayramdan sonra başlanılmalıdır.
Bayramın ikinci ve üçüncü gününde oruç tutmak mekruh olmamakla beraber, bayram
devam ettiğinden, o günlerde de oruç tutulmamasını tavsiye ederiz. Çünkü
ziyaret için gidildiğinde çeşitli ikramlar yapılmaktadır. Ramazan'dan yeni
çıkıldığı halde "Ben oruçluyum" demek şaşkınlığa sebep
olabilmektedir. Daha bir aylık zaman vardır. Bu noktada bayramı oruçlu geçirecek
derecede acele etmeye gerek yoktur.[261]
465. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha (s.a.v.)
A'raf ehlinin kimler olduğu soruldu. Resûlullah şöyle buyurdu:
"Onlar, anne ve
babalarına isyan edenlerdir, Allah yolunda savaşmış ve şehid düşmüşlerdir.
Şehid edilmiş olmaları Cehenneme girmelerine engel olur. Anne ve babalarına
isyan etmeleri de Cennete girmelerine mânidir. Onlar Cennet ve Cehennem
üzerindeki duvarın üzerindedirler. Et ve yağları eriyinceye kadar
bekletilirler. Mahlukatın hesabını bitirince ve onlardan başka kimse
kalmayınca, Allah onları rahmetiyle kuşatır ve rahmetiyle Cennete koyar."[262]
İzah
Hadiste de ifâde
edildiği gibi, Cennet ile Cehennem arasında bir sur, bir engel vardır. Buraya
A'raf denir. Haşirden sonra burada bir müddet bekletilecek kimselere de A'raf
ehli denir. Kimlerin A'raf'ta bekletileceği ile ilgili çeşitli rivayetler
vardır. İzahını yaptığımız hadis de bunlardan birisidir. Fakat bize göre bu
rivayetlerden en kuvvetlisi ve en uygunu A'raf'ta günah ve sevapları eşit
gelen kimselerin bekletileceğidir. Cenâb-ı Hak haşirden, yani ölüleri
dirilttikten sonra imtihan için yaratıp dünyaya gönderdiği insanların
sevaplarını ve günahlarını hem sayı, hem de keyfiyet itibarıyla
karşılaştıracaktır. Sevapları günahlarına sayı itibarıyla veya kıymet
itibarıyla üstün gelenleri Cennete; eksik gelenleri de Cehenneme sevkedecektir.
Sevap ve günahları birbirine eşit gelen kimseler de A'raf'a sevkedileceklerdir.
Nitekim sevaplarıyla günahları eşit gelenlerin durumu sorulduğunda
Peygamberimiz,
"Onlar
A'raf'ta bulunacaklardır. Onlar oraya isteyerek girmemişlerdir" buyurmuşlardır.[263]
Bu kimselerin günahları
Cennete girmelerine, sevapları da Cehenneme sevkedilmelerine mânidir. İzahını
yaptığımız hadis, anne babaya karşı gelmenin ne derece büyük bir mes'uliyete
sebep olacağını, kişi şehid olsa dahi hemen Cennete girmeyeceğini, A'raf'ta
bekletileceğini ifâde eder.
A'raf ehli,
cennetlikleri ve cehennemlikleri tanırlar, Cennete sevkedilenlere selâm
verirler ve onlarla beraber olmayı arzu ederler. Cehennemlikleri gördüklerinde
de onlarla beraber olmamak için Allah'a duâ ederler.
A'raf, Kur'ân-ı
Kerim'in en uzun sûrelerinden birisinin isim olmuştur. Bu sûrede Cennet ve
Cehennem ehlinin durumu anlatıldıktan sonra A'raf ehlinin durumu da şöyle
anlatılır:
"Cennet ile
Cehennem arasında bir sur vardır. Orada bulunan A'raf ehli kimseler, Cennet ve
Cehennem ehlinin hepsini yüzlerinden tanırlar. Onlar Cennet ehline, 'Size
selâm olsun' diye seslenirler. Kendileri Cennete girememiş, fakat girme
iştiyakı içindedirler.
"Gözleri
Cehennem ehline çevrildiğinde ise Ey Rabbimiz, derler. 'Bizi zâlimler topluluğu
ile beraber bulundurma.'
"A'raf ehli,
yüzlerinden tanıdıkla Cehennemliklere seslenirler ve derler ki: 'Ne dünyadaki
taraftarlarınızın çokluğu, ne servetiniz, ne de büyüklük taslamanız size bir
fayda vermedi.
"Allah onları
rahmetine eriştirmez diye yemin ederek küçümsediğiniz kimseler şu Cennet ehli
olan zayıf ve fakir mü'minler miydi? Siz de ey mü'minler, girin Cennete, size
ne bir korku vardır, ne de mahzun olursunuz.'"[264]
A'raf ehli, Allah'ın
dilediği bir müddet orada kaldıktan sonra
Allah'ın
rahmetiyle Cennete girerler.[265]
466. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim ezanı
işittiğinde şöyle derse, kıyamet gününde onun için şefaatim hak olur:
"Şu mükemmel
davetin (ezanın) ve kıyamete kadar devam edecek olan namazın Rabbi olan
Allah'ım! Muhammed'e (s.a.v.) Cennetin en yüksek makamı olan Vesîle'yi ve ona
bütün mahlukâtının üstünde bir mertebe ver. Ve Onu vaad ettiğin Makam-ı
Mahmud'a, en yüce şefaat makamına gönder."[266]
İzah
Beyhakî'nin
rivayetinde bu duânın basıda, "Senden isterim," sonunda da
"Muhakkak ki Sen sözünden dönmezsin" ilâvesi vardır.
Hadiste geçen duayı
okumanın fazileti ile ilgili daha başka hadisler de vardır. Bunlardan birisi
de şu mealdedir:
"Müezzini
işittiğinizde onun söylediklerini siz de tekrarlayın. Sonra bana salavat
getirin. Çünkü kim bana bir defa salavat getirirse, Allah ona o salavat
sebebiyle on sevap verir. Sonra Allah'tan benim için Vesîle'yi isteyin. Çünkü
Vesile, Allah'ın kullarından sadece birine nasip olan Cennette bir makamdır.
Ümid ederim o kişi ben olurum. Her kim benim için Vesîle'yi isterse onun için
şefaatim vacip olur."[267]
Bu duada da ifâde
edildiği gibi, Allah Makam-ı Mahmudu Peygamberimize vaad etmiştir. Bu vaad
Kur'ân'da şöyle ifâde edilir
"Muhakkak ki,
Rabbin seni bir Makam-ı Mahmuda gönderecektir."[268]
Makam-ı Mahmudu Allah
Sevgili Peygamberimize vaad ettiğine göre onun ümmetinden bu makama erişmek
için duâ etmelerini istemesi, tevazuundandır.
Bediüzzaman, ezandan
sonra bu duayı okumanın hikmetiyle ilgili olarak meâlen şöyle der:
Makam-ı Mahmud bir uçtur.
Pek büyük ve binler Makam-ı Mahmud gibi mühim hakikatları içine alan büyük bir
hakikatin bir dalıdır. Ve kâinatın yaratılmasının en büyük neticesinin bir
meyvesidir. O ucu, dalı ve meyveyi duâ ile istemek ise, dolayısıyla o umumî olan
büyük gerçeğin, kâinatın en büyük neticesi olan haşir ve kıyametin vücut
bulmasını ve saadet yeri olan Cennetin açılmasını istemektir. O istemekle,
saadet yurdu olan Cennetin yaratılmasının en mühim bir sebebi olan insanların
ibâdetlerine ve dualarına kendisi dahi iştirak etmiş olmaktadır. Bu kadar
hadsiz derecede büyük bir maksadın gerçekleşmesi için bu hadsiz dualar dahi
azdır. Hem Hz. Muhammed'e (a.s.m.) Makam-ı Mahmudun verilmesi, bütün ümmet için
yapacağı büyük şefaati içindir.[269]
Evet, Peygamberimize
(s.a.v.) bu en yüce şefaat makamı verilecektir. Nitekim kendisi bunu uzunca
bir hadiste açıklamıştır. Bu hadislerinde, mahşer gününde insanların hesap için
uzun zaman bekleyeceklerini, bu esnada büyük sıkıntılara maruz kalacaklarını,
Hz. Âdem'e müracaat edeceklerini, fakat onun kendilerine şefaat edemeyeceğini,
böylece Hz. İsa'ya kadar geleceklerini ve nihayet onun insanları kendisine
göndereceğini, kendisinin de hesabın bir an önce başlaması, bekleme
sıkıntısının son bulması için şefaat edeceğini bildirmiştir. Konunun tafsilatı
için Ölümden Sonra Diriliş isimli eserimizin 186-191. sayfalarına bakılabilir.[270]
467. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
"Borcunu
isterken ve borcunu öderken kolaylık gösteren kimseye Allah merhamet
etsin."[271]
Zikrettiğimiz
kaynaklardaki hadis şöyledir:
"Satarken, alırken,
borcunu isterken ve borcunu öderken kolaylık gösteren kimseye Allah merhamet
etsin."
Tirmizî'de şu hadisler de
vardır:
"Allah sizden önce
yaşamış birine rahmetiyle muamele etti. Çünkü bu kimse satınca, satın alınca
kolaylık gösterir, alacağını yumuşaklıkla isterdi."
"Allah
satışta, satın alışta ve ödemede kolaylık gösterilmesini sever."
(799 numaralı hadise
bakınız.)[272]
468. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:
"Ey Aişe! Haya insan
olsa idi, sâlih bir kimse olurdu. Hayâsızlık insan olsa idi, mutlaka kötü bir
kişi olurdu."[273]
469. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Biriniz musibete
uğramış birini gördüğünde içinden, 'Beni sana ve kullarından bir çoğuna
gerçekten üstün kılan Allah'a hamdolsun' derse, bu, kendisine verilen o nimete
şükür olur."[274]
470. Ömer bin Hattab (r.a.) rivayet ediyor:
"Kişi, sahibini doğru
yola götüren veya kötülükten sakındıran bir ilimden daha faziletli bir kazanç
elde etmemiştir. Kişinin ameli istikamet üzere olmadıkça, dini de istikamet
üzere olmaz."[275]
471. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
vefatından önce,
"Allah'ım,
Seni noksan sıfatlardan tenzih ve hamd ü sena ile takdis ederim"
demeyi çoğaltmıştı.
"Yâ Resûlullah,
ben senin 'Allah'ım, Seni noksan sıfatlardan tenzih ve hamd ü sena ile takdis
ederim' sözünü çok fazla söylediğini görüyorum" dedim.
"Ben bununla
emrolundum' dedi
ve 'Allah'ın yardımı
ve fethi geldiği zaman" (Nasr Sûresi) âyetini okudu.[276]
472. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Hamza bin Amr
el-Eslemî Resûlullaha, "Ya Resûlallah, ben sürekli oruç tutan birisiyim.
Yolculukta da oruç tutabilir miyim?" diye sordu.
Resûlullah (sa.v.),
"İstersen tut,
istersen tutma" buyurdu.[277]
İzah
Bütün ibâdetlerde olduğu
gibi, oruçta da dinimizin getirdiği bâzı kolaylıklar ve ruhsatlar vardır.
Bakara Sûresinin 183. âyetiyle orucun farz kılındığını bildiren Rabbimiz, bir
sonraki âyet-i kerimede de oruca dayanamayacak olanlara ruhsat vererek şöyle
buyurur:
"O size farz kılınan
oruç sayılı günlerdir. O günlerde sizden her kim hasta, yahut yolculuğa çıkmış
olur da oruç tutamazsa, tutamadığı günler sayısınca sıhhat bulduğu ve rahat
ettiği başka günlerde oruç tutar. Fazla ihtiyarlık ve devamlı hastalık gibi sebeplerle
oruç tutmaya güç yetiremeyenlerin üzerine bir fakir doyuracak kadar fidye
vermek lâzımdır."
Bu ruhsatın hikmeti de
bir sonraki âyette "Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez" cümlesiyle
ifâde edilir.
Ramazan ayında
Hanefi'lere göre en az 90, Şâfiîlere göre ise 144 kilometrelik bir yere giden
kimse, oruca niyet etmeyebilir. Oruçlu iken, meselâ öğle vakti yolculuğa çıkan
kimse oruca devam etmelidir. Fakat böyle biri yolculuk esnasında dayanamayıp
orucunu bozarsa, sadece kaza etmesi gerekir, keffâret icap etmez. Nitekim
Peygamberimiz birkaç defa yolculukta orucunu bozmuş, onu gören Sahabîler de
oruçlarını açmışlardır.[278]
Şâfiîlere göre oruç
tutmamanın mubah olabilmesi için yapılan yolculuğun mubah olması gerekir.
Ayet ve izahım
yaptığımız hadisten de anlaşılacağı üzere, yolculuğa çıkan birine oruç
tutmaması için ruhsat verilmiş olmakla
beraber,
kişinin oruç tutmasının mı, yoksa tutmamasının mı daha efdal olduğu hususu
âlimler arasında farklı yorumlanmıştır. Evzaî, Ahmed bin Hanbel gibi âlimler
yolculukta oruç tutmamanın daha faziletli olduğunu söylerler. Enes bin Mâlik
(r.a.), Said bin Cübeyr, İmam Mâlik, Sevrî, İmam Şafiî ve Hanefîler ise yolculukta
oruç tutmanın daha faziletli olduğunu savunurlar. Bu konuda hangisi kolayına
gelirse kişi öyle hareket eder diyen üçüncü bir görüş daha vardır. Biz de güç
yetirebilenlerin yolculukta oruç tutmalarının daha faziletli olduğu görüşünü benimsiyoruz.[279]
473. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"İki şey
vardır ki, onları başkalarından esirgemek helâl olmaz: Su ve ateş."[280]
İzah.
Hadiste su ve ateşin
ihtiyaç sahibinden esirgenmesinin helâl olmadığı bildirilir. Başka bir hadiste
ise yolda fazla suyu olduğu halde onu yolculardan esirgeyen kimse ile Allah'ın
kıyamet gününde hoşnutluk ifâde eden bir sözle konuşmayacağı, ona rahmet
nazarıyla bakmayacağı ve temize çıkarmayacağı bildirilmiştir. Hadisin
devamında da Allah'ın böyle kimselerin karşısına çıkıp,
'Tıpkı senin
dünyada iken kendi elinin eseri olmayan şeyin fazlasını esirgediğin gibi,
bugün Ben de senden lütfumu esirgiyorum" diyeceği bildirilmiştir.[281]
Suyu başkalarına
vermemek büyük mes'uliyete sebep olurken, ihtiyaç sahibine su vermenin ise
kişiyi ateşten dahi kurtarabileceği nazara verilir. Hatta hayvana dahi su
vermenin kişiye sevap kazandıracağı bildirilir.[282]
Yine bir hadiste susamış bir Müslümanın susuzluğunu gideren kimseye mahşer
gününde ağzı mühürlü Cennet içeceğinden içirileceği müjdelenmiştir.[283]
474. İmran (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam "Ya
Resûlullah, ben Müslüman oldum. Nasıl duâ edeyim?" dedi. Resûlullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Şöyle de: 'Allah'ım,
din ve dünya işlerimi yürütmek için Senden hidâyet diliyorum. Nefsimin
şerrinden Sana sığmıyorum."[284]
475. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Kul doğru söyleye
söyleye, doğruluğu araştıra araştıra sonunda Allah katında "sıddîk özü
sözü doğru" olarak yazılır.
Kul yalan söyleye
söyleye ve yalanın peşinden gide gide "kezzâb=çok yalancı" olarak
yazılır."[285]
476. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
iki şahitle birlikte, yeminle dâvayı hükme bağladı.[286]
İzah
Müslim ve Müsned'deki
rivayet, "yemin ve bir şahitle birlikte" şeklindedir.
Yemin, mahkemede
dâvayı ispat yollarından birisidir. Yukarıdaki hadiste iki şahitle beraber,
yeminle bir dâvayı Peygamberimizin hükme bağladığı bildiriliyor. Müslim'de ve
daha başka hadis kitaplarında yer alan bir hadiste de Peygamberimizin bir
şahitle beraber yeminle bir dâvayı hükme bağladığı bildirilmiştir. Buna göre
yemin, bir şahidin yerini tutmuştur.
İmam Ahmed bin Hanbel,
İmam Mâlik ve İmam Şafiî'ye göre bâzı dâvalar yeminle beraber bir şahitle hükme
bağlanabilir.
Hanefîlere ve Mâlikîlerden
bâzılarına göre ise yemin de edilse, bir şahitle dâva hükme bağlanmaz. Konunun
tafsilatı fıkıh kitaplarındadır.[287]
477. Âişe Validemiz (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahı (s.a.v.)
aradım, bulamadım. Ararken mezarlığa kadar gittim. O orada
"Selâm
üzerinize olsun ey mü'minler yurdu. Siz bizim öncülerimizsiniz. Biz de size
kavuşacağız" buyurdu.
Sonra beni gördü ve
(beni kast ederek),
"Gücü yettiği
halde böyle söylememişse yazıklar olsun" buyurdu.[288]
İzah
Mezarlığa gidildiğinde
bu şekilde selâm vermek sünnettir. Konuyla ilgili bir diğer hadis şu
mealdedir:
"Selâm üzerinize
olsun ey kabir halkı! Allah sizi de, bizi de bağışlasın. Sizler bizden önce
gittiniz. Biz de arkadan geleceğiz."[289]
478. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Kisrâ helak
olduktan sonra, başka Kisra gelmeyecektir. Kayser helak olduktan sonra, başka
Kayser gelmeyecektir. Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, onların
hazineleri Allah yolunda infak edilecektir."[290]
İzah
Daha önceki hadislerin
izahında da yer verdiğimiz gibi, Peygamberimizin (s.a.v.) pekçok mucize
çeşitlerinden birisi de Allah'ın bildirmesiyle gaybdan haber vermesidir. Bu
hadis de onun gaybî haberlerinden birisidir.
Mısır devlet başkanlarına
"firavun," Habeş hükümdarlarına "necâşî," Yemen meliklerine
"tübbâ" denildiği gibi, İran hükümdarlarına "kisrâ," Rum
hükümdarlarına da "kayser" deniliyordu.
Peygamberimizin verdiği
bu haber, zaman içerisinde gerçekleşti. Kisra ve Kayser çok kısa zaman sonra
helak oldular. Hz. Ömer devrinde Sa'd bin Ebî Vakkas'ın (r.a.) emri altındaki
İslâm ordusu Kisramın saltanatını tarumar etti. İranın zengin hazineleri ele
geçirildi. Ve bunlar Peygamberimizin haber verdiği gibi, Allah yolunda
harcandı.[291]
479. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Kıyamet
gününde fakirlerin yüzünden zenginlerin vay haline. Fakirler: "Rabbimiz,
bizim için onlar üzerine farz kıldığın haklarımızda bize haksızlık ettiler,
hakkımızı vermediler" deyince, Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"İzzet ve
celâlime yemin ederim ki sizi nimetime yaklaştıracak, onları da
uzaklaştıracağım."
Sonra Resûlullah şu âyeti
okudu:
"Mallarında isteyen ve istemeyen yoksullar için bir nasip
vardı."[292]
İzah
Hadis, zekât vermemenin
mes'uliyetini ifâde eder. Konu ile ilgili çeşitli âyet ve hadisler vardır.
Meselâ zekât vermeyenler bir âyette şöyle tehdit edilirler:
"Allah'ın lütuf ve
insanıyla onlara verdiği şeyde cimrilik edenler, bu cimrilikleri kendileri
için bir hayırdır sanmasınlar. Bu onlar için serdir. Cimrilik ettikleri şey
Kıyamet gününde ateşten halka olarak onların boyunlarına dolanacaktır.
Göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır ve sonunda Ona döner. Allah sizin
yaptıklarınızdan da hakkıyla haberdardır."[293]
Zekât vermeyenler
sadece Kur'ân'da değil, hadislerde de şiddetle ikaz edilmişlerdir. Meselâ bu
hadislerden birisi şöyledir:
"Allah'ın kendisine
vermiş olduğu malın zekâtını vermeyen kimsenin malı, Kıyamet gününde, iki
gözünde iki siyah nokta bulunan, dehşetli, zehirli bir yılan şekline sokulur ve
bu yılan o gün mal sahibinin boynuna sarılır. Sonra ağzı ile mal sahibinin
çenesinin iki tarafından yakalar ve 'Ben senin dünyada çok sevdiğin malınım,
ben senin hazinenim' der."[294]
Zekât vermeyenlerin
cezasını anlatan bir hadis de şöyledir:
"Zekâtı ödenmeyen
deve, sığır ve koyunlar Kıyamet gününde şaşılacak kadar semiz ve büyük olarak
gelip sahiplerini boynuzlarıyla boynuzlarlar ve tırnaklarıyla tepelerler. Bu
işkence, hayvanların sonuncusu işini bitirip tekrar birincisi başlamak
suretiyle bütün insanların hesapları görülünceye kadar devam eder."[295]
Evet, bütün mal ve
mülkün hakikî sahibi Allah'tır. Yüce Rabbimiz bir kısım kullarına imtihan için
birçok nimet ve servet ihsan etmiştir. Sonra da zenginlere kendi verdiği maldan
çok cüz'i bir kısmını fakirlere vermesini emretmiştir. Allah'ın karşılıksız olarak
verdiği malı, Onun verilmesini emrettiği yere vermeyen kimse ise, Kâinat
Sultanının emrine muhalefet ettiğinden, elbette azabı hak eder, Onun nimetinden
uzak kalır.[296]
480. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Arefe akşamında
Resûlullah (s.a.v.) şöyle duâ etti:
"Allah'ım,
şüphesiz sen yerimi görüyorsun, sözümü işitiyorsun, gizlimi ve açıkladığımı
biliyorsun. Benim işlerimden Sana gizli kalan hiçbir şey yoktur. Ben zavallı
ve muhtacım. Yardım diliyor, korunmamı istiyorum. Günahlarından korkan,
endişe eden, onları ikrar ve itiraf eden biriyim. Yoksulların istemesi gibi
Senden istiyorum. Günahkar ve zelilin yakarışı gibi Sana yakarışta bulunuyorum,
Sana karşı boyun bükmüş, zillete maruz kalmış, burnu sürtülmüş kimsenin duâ
edişi gibi, Sana duâ ediyorum.
"Allah'ım,
duamı reddedip de beni hüsrana uğratma. Bana acı ve merhamet et. Ey kendisine
dilekte bulunulanların ve ey dilekleri verenlerin en hayırlısı."[297]
481. Ümmü Hâni binti Ebî Tâlib (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Ümmetim
Ramazan'ın hakkını tam olarak yerine getirdiği sürece zillette
olmayacaktır" buyurdu.[298]
"Ey Allah'ın
Resulü! Ramazan ayının hakkını zayi ederek rezil olmak ne demektir?" diye
soruldu.
Resûlullah şöyle buyurdu:
"Ramazan'da Allah'ın
yasaklarının çiğnenmesidir. Kim onda zina eder veya içki içerse, ertesi sene o
vakte kadar Allah ve göktekiler ona lanet okurlar. O kimse Ramazan'a ulaşmadan
önce ölürse, Allah katında Cehennem ateşinden korunmasına vesîle edineceği bir
iyilik bulamaz.
"Ramazan ayına
hürmetsizlikten sakının! Çünkü başka ayda bulunmayacak şekilde onda sevaplar
kat kat verilir. Günahlar da böyledir."[299]
482. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim ipek giyer ve
gümüş kabdan birşey içerse, bizden değildir. Kadını kocası, köleyi efendisi
aleyhine kışkırtan, arasını bozan, bizden değildir."[300]
İzah
Daha önce de bir
vesile ile izah ettiğimiz gibi, erkeklerin ipek giymesi ve kadın erkek her
Müslümanın gümüş kap kullanması dinimize göre haramdır. Peygamberimiz bu
hadislerinde, böylelerinin sünnet üzere olmadıklarını nazara vermiştir.
Hadisin ikinci
kısmında da kadını kocası aleyhinde kışkırtmanın caiz olmadığı hususu nazara
verilmektedir.
Kötü tabiatlı bir
takım insanlar, gerek hasetleri yüzünden, gerekse başka sebeplerden dolayı
bazan kadını kocası aleyhine, zaman zaman da erkeği hanımı aleyhine
kışkırtmaya çalışırlar. Bunun için de, aslı astarı olmayan birtakım
dedikodular uydururlar. Söylenmemiş sözü söylenmiş; yapılmamış şeyi yapılmış
gösterirler. Bunun neticesinde ise, aile yuvasında tatsızlık ortaya çıkar.
Hattâ bâzan bu tatsızlık boşanmaya kadar gidebilir. İşte Peygamberimiz hadisin
bu kısmı ile, böylelerine karşı çıkmakta, onları tehdit etmektedir.
Öyleyse, eşler böyle
kimselere karşı uyanık olmalılar. Kendilerine söylenilen şeyin doğruluğunu
iyice araştırmadan hareket etmemelidirler. Söylenilen şey veya getirilen haber
doğru da olsa, hemen hiddetlenmek uygun olmaz. Yıkıcı olmadan o şeyin tamirine
çalışılmalıdır. Bu yapılırken elbette çeşitli zorluklarla karşılaşılacaktır.
Fakat aile saadetinin bozulmaması için bu zorluklar göğüslemneye elbette değer.[301]
483. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Nefsim kudret
elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bir
adam
kendisi için sevdiğini din kardeşi için de sevmedikçe, gerçek mânâda iman etmiş
olmaz."[302]
İzah
Hadis Nesâî'de,
"Din kardeşi yahut komşusu için de dilemedikçe" şeklinde tereddütlü
bir şekilde yer alır. Diğer râviler ise hadisi "Din kardeşi için de"
diye seksiz olarak rivayet etmişlerdir.
Hadis, kâmil mümin olmak
için kişinin kendisi için arzu ettiği faydalı bir şeyi din kardeşi için de arzu
etmek gerektiğini, mefhum-u muhalifiyle de kendisi için arzu etmediği zararlı
şeyleri din kardeşi için de arzu etmemek gerektiğini ifâde etmektedir. Kendisi
için arzu ettiği bir şeyi din kardeşi için de arzu etmeyen kimse, yine
mü'mindir, ancak kâmil mü'min değildir.
Ancak hadisteki ölçüye
uymak kamil iman için yeterli değildir. Kişinin diğer İslâmî esasları da yerine
getirmesi icab eder.[303]
484. Ata rivayet ediyor:
Saib bin Yezid'in
sakalının beyaz, saçının ise siyah olduğunu gördüm. "Ey Mevlam [efendim],
saçında niçin beyaz kıl göremiyorum?" dedim.
O şöyle dedi:
"Saçım hiçbir zaman beyazlaşmaz. Bunun sebebi şudur: Ben çocuktum ve
çocuklarla oynuyordum. Resûlullah bizim yanımıza geldi ve bizlere selam verdi.
Çocukların arasından ben, "Aleykümselam" dedim. Beni çağırdı.
"İsmin
nedir?" diye sordu.
"Said bin
Yezid" dedim. Elini başıma koydu ve
"Allah seni
mübarek kılsın" buyurdu.
Resûlullahın elini
koyduğu yerler beyazlaşmıyor.[304]
485. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
"Bir mü'mine bir
diken dahi batsa, Allah mutlaka onun için on sevap yazar, on tane küçük günahı
affedilir ve on derece yükseltilir."[305]
486. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bize teşehhüdü şöyle öğretti:
"Bütün dualar,
senalar; dil, beden ve malla yapılan ibâdetler Allah'a mahsustur. Allah'ın
selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun, ey Peygamber. Selam bize ve
Allah'ın sâlih kullarının üzerine de olsun. Şehadet ederim ki, Allah'tan başka
ilah yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed (s.a.v.) Allah'ın kulu ve
Resulüdür."[306]
İzah
Hak mezhebler arasında
esasta olmasa da, teferruat meselelerde bâzı farklılıklar vardır. Teşehhütte
okunan 'tahiyyat' da bu farklı kısma girer. Hanefî mezhebine mensup olan
Müslümanlar teşehhütte yukarıdaki duayı okurlarken, Şafiî mezhebine mensup
olanların okudukları tahiyyatın baş kısmında biraz farklılık vardır.
Şâfiîlerin teşehhütte okudukları tahiyyatın baş kısmı şöyledir:
"et-Tehiyyâtü'1-mübarekâtü,
essalevâtü....."
Tahiyyati bu ilâve ile
okumak da sünnettir. Çünkü İbni Abbas'ın rivayet ettiği bir hadiste,
Peygamberimizin et-Tahiyyâtü'yü böyle okuduğu bildirilmiştir.[307]
Şafiî mezhebi de hak bir mezhep olduğuna göre, isteyen teşehhütte tahiyyatı
Şâfiîlerde okunduğu şekliyle okuyabilir. Bunda hiçbir mahzur yoktur.
Bediüzzaman, teşehütte
et-Tahiyyatü'yü okumanın hikmetini 6. Şua'da geniş bir şekilde izah etmiştir.
Bunu meâlen alıyoruz:
Her mü'minin namazı,
onun bir nevi mîracı hükmündedir. Ve o huzura lâyık olan kelimeler ise,
Peygamberimizin büyük Mîracında söylenen sözlerdir. Teşehhütte et-Tehiyyâtü'yü
okuyarak onları zikretmekle, Peygamberimizin Mîraçta Cenâb-ı Allah'la yaptığı o
kudsî sohbet hatıra gelir. Bu hatırlamadan o mübarek kelimelerin mânâları
hususîlikten, umumîliğe çıkar. O kudsî ve geniş mânâlar tasavvur edilir. O
tasavvuf ile, kıymeti ve nuru yükselir, genişler.
Meselâ Resûl-i Ekrem
(a.s.m.), o gecede Cenâb-ı Hakka karşı selâm yerinde "Et-Tehiyyâtü
lillahi" demiş. Yani,
"Bütün hayat
taşıyan varlıkların, hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat ve yaratıcılarına
takdim ettikleri fıtrî hediyeler, ey Rabbim, Sana mahsustur. Ben, bütün canlı
varlıkların Sana yaptıkları tesbihatları hayalimde canlandırarak ve onların
Seni tesbih ettiklerine inanarak Sana takdim ediyorum."
Nasıl ki, Resûlullah
(a.s.m.) "Et-Tehiyyatü" kelimesiyle, bütün hayat sahibi varlıkların
fıtrî ibâdetlerini niyet edip onlar nâmına Cenâb-ı Hakka takdim ediyor. Öyle
de, tahiyyatın özeti olan "el-mübârekâtü" kelimesiyle de, bütün
bereket ve tebrik sebebi olan, insanları hayrette bırakarak bârekallah
dedirten, mübarek denilen, hayatın ve hayat sahibi varlıkların hülasası olan mahluklar,
bilhassa tohumların ve çekirdeklerin, dânelerin, yumurtaların fıtrî
mübârekiyetlerini, bereketlerini ve kulluklarını temsîl ederek, o geniş mânâ
ile söylüyor. Mübârekâtın hülasası olan "Essala-vât" kelimesiyle de,
hayat sahibi varlıkların hülasası olan bütün ruh sahiplerinin kendilerine
mahsus ibâdetlerini düşünüp, Yüce Allah'ın dergâhına o geniş manâsıyla
arzediyor. "Ve't-tayyibât" kelimesiyle de, ruh sahibi varlıkların
hülasası olan kâmil insanların ve devamlı Yüce Allah'ı tesbihle ve Ona
ibâdetle meşgul olan meleklerin salâvatının özü olan "tayyibât" ile,
nurânî ve yüksek ibâdetlerini kast ederek, bütün bu ibâdetleri Yüce Allah'a
has kılıp takdim ederler.
Nasıl ki, o gecede Cenâb-ı
Hak tarafından "Es-Selâmu aleyke yâ eyyühe'n-nebiyyü=Allah'ın selâmı, rahmeti,
bereketi senin üzerine olsun, ey Peygamber" demesi, gelecekte yüzer milyon
insanların her biri, her gün, en azından on defa "Es-Selâmü aleyke yâ
eyyühe'n-nebiyyü" demelerine âmirâne işaret eder. Ve Yüce Allah'ın selâmı,
o kelimeye geniş bir nur ve yüksek bir mânâ verir. Öyle de, Resûlullahın
(a.s.m.) o selama karşılık olarak,
"Es-Selâmü
aleynâ ve alâ ibadiüahi's-salihîn=Selâm bize ve Allah'ın sâlih kullarının
üzerine de olsun" demesi,
gelecekte muazzam ümmeti ve ümmetinin salihleri, Allah'ın selâmını temsil eden
İslâmiyete mazhar olmasını ve İslâmiyetin umumî bir şian olan mü'minler
arasındaki "es-Selâmü aleyke," "ve aleyke's-Selâm" umum
ümmet demesini rica ederek ve duâ tarzında Yüce Yaratıcısından istediğini
ifâde eder ve hatırlatır. Ve o sohbette hissedar olan Hz. Cebrail (a.s.),
Allah'ın emretmesi üzerine, o gece "Eş-hedü en lâilâhe illallah ve eşhedü
enne Muhammeden Rasûlullah=Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur.
Yine şehadet ederim ki, Muhammed (a.s.m.) Allah'ın kulu ve Resulüdür"
demesi, bütün ümmet kıyamete kadar böyle şehadet edeceğini ve böyle
diyeceklerini müjdeleyerek haber verir. İşte Mîraçta Allah ile Peygamberimiz
arasında cereyan eden bu kudsî konuşmayı hatırlamakla, tâhiyatta söylenilen
kelimelerin mânâları parlar, genişler.
Tâhiyattaki mânâları
bu şekilde açıklayan Bediüzzaman, izahını yaptığı hukikatların inkişafında
kendisine yardım eden garip bir hâlet-i nıhıyeyi de meâlen şöyle kaydediyor:
Bir zaman karanlıklı
bir gurbette, karanlık bir gecede, zulmetli bir gaflet içinde, koca kâinatın
içinde yaşadığım ânı, hayalimde cansız, ruhsuz, ölü, boş ve müthiş bir cenaze
olarak göründü. Geçmiş zamanı dahi bütün bütün ölü, boş, müthiş olarak hayal
ettim. O hadsiz mekân ve hudutsuz zaman, karanlıklı bir vahşetgâh suretini
aldı. O haletten kurtulmak için namaza sığındım. Teşehhütte
"Et-Tahiyyâtü" dediğim zaman birden kâinat canlandı; hayattar, nûrânî
bir şekil aldı, dirildi. Hayy-ı Kayyumun parlak bir aynası oldu. Bütün hayattar
cüzleriyle beraber, hayatlarının selâmlarım ve hediyelerini devamlı bir surette
Hayy-ı Kayyuma takdim ettiklerini ilmelyakîn, belki hakkalyakîn ile bildim, gördüm.
Sonra "Es-Selâmü
aleyke yâ eyyühe'n-nebiyyü" dediğim vakit, o hudutsuz, o boş zaman,
birden Resûl-i Ekremin (a.s.m.) başkanlığı altında, hayat sahibi ruhlar ile
vahşet saçan suretten çıkıp, sevimli bir seyrangâh suretine dönüştü.[308]
Evet, namazda
tâhiyyatı gaflet içerisinde değil de, bu duygular içerisinde okuyan, o derece
namazdan feyiz ve lezzet alan mü'minlere ne mutlu! Yüce Allah'tan bizlere de
namazlarımızda bu duygulan ihsan etmesini niyaz ediyoruz.[309]
487. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
"Cebrail bana şöyle
dedi: "Ey Muhammed, istediğin kimseyi sev, sonunda ayrılacaksın;
istediğin şeyi yap, sonunda onun karşılığını göreceksin; istediğin kadar yaşa,
sonunda öleceksin." Cebrail bana çok veciz konuştu."[310]
İzah
Cebrail (a.s.) bu
veciz konuşmasında Resûlullaha ve onun şahsında ümmetine çok mühim üç hususu
ders vermektedir. Bunların birincisi, insanın sevdiği kimseden ayrılmasıdır.
Öyle ise insan fâni sevgililere bel bağlamamalı, baki olan birini sevmeli,
Onun emirleri dâiresinde hareket etmelidir.
Cebrail'in (a.s.)
ikinci olarak hatırlattığı husus, büyük küçük her ne yaparsa yapsın, bunun
insanın yanına kar kalmayıp mutlaka karşılığını göreceği gerçeğidir. Bu,
kötülükler için böyle olduğu gibi, iyilikler için de böyledir. İnsan hardal
tanesi kadar dahi olsa bir iyilik yapmışsa, bu zayi edilmeyecek, sevap kefesine
konacaktır. Dolayısıyla Cebrail (a.s.) bununla insana kötülükten
uzaklaşmasını, iyi şeyleri yapmasını ikaz etmektedir.
Cebrail'in
hatırlattığı üçüncü bir husus da çoğu insanın gaflet içerisinde olduğu ölüm
gerçeğidir. Aslında Kur'ân'da da Yüce Allah nefis taşıyan herşeyin öleceğine
dikkat çekerek insanların gafletten uyanmasını istemiştir. Meselâ bu âyetlerden
ikisi şu mealdedir:
"Her nefis
ölümü tadacaktır."[311]
"Hepinizin
dönüşü Onadır."[312]
Bu umumî kaideden hiç kimse
kendisini hariç tutamaz. Allah'ın en sevdiği kullar dahi ölümün pençesinden
kurtulamazlar. Eğer ölümden kurtulan birisi olsaydı, hiç şüphesiz Sevgili Peygamberimiz
olurdu. Fakat o da vefat etti. Yüce Allah Habibine hitaben,
"Senden önce
hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik"[313]
buyurarak bu gerçeğe
dikkat çekmiştir. İzahını yaptığımız hadiste de Cebrail (a.s.) Peygamberimize
(s.a.v.) ve onun şahsında ümmetine bunu hatırlatmıştır.[314]
489. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Şu üç şey
kimde yoksa o benim ve Allah'ın beğendiği bir yaşayış tarzı üzere
değildir" buyurdu.
"Onlar nedir, ey
Allah'ın Resulü?" denildi. Şöyle buyurdu:
1. Cahillerin kabalığına aldırış ettirmeyen bir hilim,
2. İnsanlarla hoş geçineceği bir ahlâk,
3. Kendisini Allah'ın haramlarından alıkoyan bir
takva."[315]
İzah
Bu ve sonraki hadiste
geçen "hilim" yumuşak huyluluk demektir. Bu iki hadiste yumuşak
huyluluk övülmektedir. Hilim daha pekçok hadiste övülmüştür. Meselâ bir hadiste
hilim, Allah ve Resulünün sevdiği bir haslet olarak vasıflandırılırken,[316] bir
başka hadiste peygamberlerin ahlâkından olduğu bildirilmiştir.[317]
Peygamberimiz yine bir
hadislerinde, Müslümanın hilim sayesinde gece nafile olarak namaz kılan,
gündüz de nafile olarak oruç tutan kimselerin seviyesine yükseleceğini
bildirmiştir.[318]
Hadiste hilim sahibi
birinin câhillerin kabalığına aldırış etmemesi gerektiği nazara verilmiştir.
Başka bir hadiste ise cahilane davranana hilimle, yumuşaklıkla
karşılık vermekle Allah katında yüksek derecelere ulaşılabileceği nazara
verilmiştir.[319] Çünkü câhil, ne yaptığını,
ne söylediğini bilmeyen kimsedir. Dolayısıyla böylelerinin hareket ve sözlerini
nazara alarak onlarla sataşmaya, kavgaya girmek yersizdir. Nitekim câhillerin
sataşmalarına aldırış etmeyenler Kur'ân'da da şöyle övülürler:
"Rahmân'ın makbul
kulları onlardır ki, yeryüzünde ağırbaşlılık ve alçak gönüllülükle yürürler.
Câhiller onlara sataştığında ise 'Selâmetle' deyip geçerler."[320]
Son olarak Allah'ın
bir isminin de "el-Halîm" olduğunu ifâde edelim.[321]
Hadiste ikinci olarak,
insanlarla hoş geçinecek ahlâk övülmektedir. Bu konu üzerinde bir önceki
hadisin izahında durmuştuk.
Üçüncü olarak da
kişiyi Allah'ın haramlarından alıkoyan takva övülmektedir. Takva, kişinin Allah
korkusundan dolayı haramlara girmemesi demektir. İnsanların Allah'tan
duydukları korku derece derecedir. Herkes imanın kuvveti nisbetinde Allah'tan
korkarlar. İşte hadiste kişiyi haramlardan alıkoyabilecek derecedeki bir korku
övülmektedir.[322]
490. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
"İlmin hilme
eklenmesinden daha faziletli iki şey birbirine eklenmemiştir."[323]
İzah
Bir önceki hadiste
hilimle ilgili açıklamada bulunmuştuk. Burada konu üzerinde biraz daha
duracağız.
Peygamberimiz (s.a.v.)
bir hadislerinde de ilim ve hilim hakkında şöyle buyuruyor:
"İlim tahsil edin.
İlmin yanında ağırbaşlılık ve yumuşak huylu olmayı da öğrenin. Talebelerinize,
öğretmenlerinize karşı yumuşak davranın. Cehaleti hümine galip gelen zâlim
âlimlerden olmayın."[324]
Resûlullah (s.a.v.) bir
hadislerinde de Allah'tan kendisini ilimle zenginleştirip, hilimle süslemesini
istemiş,[325] başka bir hadislerinde
de ilimle hilmin nasıl elde edilebileceğinin yolunu göstererek şöyle
buyurmuştur:
İlim ile hilmin
beraber zikredildİği bir hadis ise şöyledir:
"İlim, öğrenmekle ve
zorluk çekmekle; hilim de ahlâkı güzelleştirmeye gayret göstermekle elde
edilir."[326]
491. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu işittiğini rivayet ediyor:
"Günahlar rızkı
azaltmaz, sevaplar da rızkı çoğaltmaz. Ve duayı terketmek günahtır."[327]
İzah
Hadis, rızkın
takdirinde günah veya sevabın tesirinin olmadığını ifâde etmektedir. Yani
Allah günah işlemeyenlere çok, günah işleyenlere az rızık vermeyeceğini
açıklamaktadır. Tam tersine bazan günahkârlara daha çok rızık vererek bununla
kullarını imtihana tâbi tutar. O günahkâr kul Allah'ın kendisine fazla rızık
vermesini, Onun kendisini sevdiği mânâsında anlar. "Yaptığım şeyler demek
ki günah değil. Bak Allah bana senden daha çok mal veriyor" diyerek
ibâdetine devam eden kullara karşı övünür. Evet, rızkın fazla veya az olmasının
kişinin itaatkâr veya günahkâr olmasıyla ilgisi bulunmamaktadır.
Hadiste dikkat çekilen bir
husus da duâ etmemenin günah olduğudur. Çünkü duâ da bir kulluktur, ibâdettir.
Dolayısıyla duâ etmeyen bu ibâdeti terk etmekle günah işlemiş olmaktadır.
492. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
mescidde namazın rükû ve secdelerini tamamlamayan bir adam gördü. Ona,
"Allah rükû ve
secdelerini tamamlamayan birinin namazını kabul etmez" buyurdu.[328]
İzah
Namazın rükû ve
secdelerine dikkat etmeye tâdil-i erkan denilir. Tâdil-i erkan, kıyamda iken
dim dik, rükûda iken belin dümdüz durması, rükûdan kalktıktan sonra secdeye
gitmeden önce beli iyice doğrultmak ve "sübhanallah" deyecek kadar
öylece beklemek, iki secde arasında da "sübhanallah" deyecek kadar
oturmaktır. Kısaca, namazı aceleye getirmeden hakkını vererek kılmaktır.
Zaten ilâhî bir hediye olan namazın zevkine varmak, bütün rükünlerini eksiksiz
yapmak, aceleye getirmemekle mümkündür.
Tâdil-i erkân, İmam
Ebû Yusuf ve İmam Şafiî'ye göre farzdır. Bu imamlara göre, tâdil-i erkâna
riâyet edilmeden kılınan namazları yeniden kılmak gerekir. Delilleri,
"Rükû ve secdede belini düz tutmayan kimsenin namazı sahih değildir"
hadisidir.[329] Bu imamların bir başka
delilleri de Ebû Hüreyre'nin (r.a.) rivayet ettiği şu hadistir:
"Resûlullah
(a.s.m.) mescidin bir tarafında otururken içeri bir zât girdi, namaz kıldı,
sonra selâm verdi, oturdu. Peygamberimiz selâmını aldıktan sonra,
"Dön ve tekrar
namaz kıl. Sen namaz kılmış sayılmadın" buyurdu.
Bu durum üç defa
tekrarlandı. O zât Peygamberimizden tarif etmesini isteyince, Resûlullah şöyle
buyurdu:
"Namaz kılmak
istediğinde tam bir abdest al, sonra kıbleye dön, tekbir al. Sonra vücud
azaların yatışıncaya kadar rükûda dur. Sonra başını kaldırıp ayakta düzgün
duruncaya kadar kıyamda kal. Sonra sükûnet buluncaya kadar secde yap, sonra
kalk vücudun sakinleşinceye kadar otur. Bundan sonra bütün namazlarını böyle
kıl."[330]
İmam-ı Âzam ve diğer
talebesi İmam Muhammed'e göre ise tâdil-i erkân farz değil vaciptir. Terki
durumunda ise sehiv (yanılma) secdesi gerekir, namaz yeniden kılınmaz. Ezan
Cami Namaz ve Büyük İslâm ilmihali isimli eserlerimize bakınız.[331]
493. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bir hasır üzerinde namaz kıldı.
[332]
İzah
Asr-ı Saadette
namazlar toprak üzerinde kılınıyordu. Camilerde şimdi olduğu gibi halı serili
değildi. Zemin topraktı. Yukarıdaki hadiste Peygamberimizin (s.a.v.) bazan
namazını hasır üzerinde kıldığı bildirilir. Bu bir nevi seccade sayılabilir.
Ancak namaz kılmak için
seccade kullanmak şart değildir. Temiz olmak şartıyla toprak üzerinde namaz
kılınabileceği gibi, halı üzerinde de namaz kılınabilir. Halının temiz olduğu
biliniyorsa, üzerine ayrıca bir seccade sermeye gerek yoktur.[333]
494. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Kişin oruç tutmak,
meşakkatsiz elde edilen bir ganimettir."[334]
İzah
Oruç ibâdetini
zorlaştıran günlerin uzun olması ve hararetin fazlalığıdır. Gerek günlerin
uzunluğu, gerekse hararetin fazlalığı yaz günleri için geçerlidir. Dolayısıyla
yaz günleri oruç tutmak zordur. Kış ise böyle değildir.
Çünkü hem kış günleri kısadır, hem de insan kış günlerinde suya fazla ihtiyaç
duymaz. Bunun içindir ki, Peygamberimiz (s.a.v.) yukarıdaki hadislerinde kış orucunu,
meşakkatsiz, savaşsız elde edilen ganimete benzetmiştir.[335]
495. Ebû
Katâde (r.a.) rivayet ediyor:
"Arefe günü oruç
tutmak, birisi geçmiş, birisi de gelecek sene olmak üzere iki senenin küçük
günahlarına keffârettir."[336]
496. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Şüphesiz
Allah Cenneti yarattı ve ona girmesi için aşiretlerden, kabilelerden kimseler
yarattı. Onların sayısı ne artar, ne de eksilir" buyurdu.
Birisi, "Öyle ise
niçin amel işleyelim?" diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.),
"Amel işleyin,
herkes yaratıldığı şeye erecektir"
buyurdu.[337]
İzah
Cennet ehlinin yaratılmış
olması, Allah'ın kendi iradesiyle bir kısım insanları Cennet ehli olarak, bir
kısım insanları da Cehennem ehli olarak yarattığı mânâsına gelmez. Çünkü böyle
olması imtihan sırrını ortadan kaldırır. Bu ve benzeri hadisler, Allah'ın
Cennet için cüz'i irâdesini hayır yolunda kullanacak, Cehennem için de cüz'i
irâdesini şer yolunda kullanacak kimseler yarattığı şeklinde anlaşılmalıdır.
Yani kişinin Cennetlik ve Cehennemlik amel işlemesinde Allah'ın hiçbir
zorlaması söz konusu değildir. Zaten Sahabînin Resûlullahın sözünü sanki
Cennetlikleri Allah'ın tamamen kendi iradesiyle yarattığı şeklinde anlayıp
"Öyle ise niçin amel işleyelim?" şeklindeki sorusuna Peygamberimizin
verdiği cevap, Allah'ın Cennetlikleri kendi iradesiyle seçmediğini, buna layık
olan kullarını oraya koyacağını gösterir.
Sayının değişmemesi
ise, Allah Cenneti de, Cehennemi de sayısını kendisinin bildiği kimselerle
dolduracağı mânâsına gelir. Allah, daha Cenneti yaratır yaratmaz kıyamete kadar
yaratacağı kullarından kaç kişiyi Cennete koyacağını ve bunların kimler olduğunu
biliyordu. Dolayısıyla Allah'ın bildiği bu sayıda artma ve eksilme
olmayacaktır. Hadis bunu ifâde eder.[338]
497. Ümmü Seleme (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu işittiğini rivayet ediyor:
"Ali Kur'ân ile,
Kur'ân Ali ile beraberdir. Bu ikisi Kevser Havzının başına yanıma gelinceye
kadar birbirinden ayrılmaz."[339]
İzah
Peygamberimiz Allah'ın
bildirmesiyle, Hz. Ali'nin elini hadiselere ve dahilî fitnelere maruz
kalacağını görmüştü. Hz. Ali'yi ümitsizlikten, Müslümanları da onun hakkında
yanlış düşüncelerden kurtarmak için, "Ben kimin efendisi isem, Ali de
onun efendisidir, gibi hadislerle Hz. Ali'yi tesellî, ümmetini de irşad etmiştir.
İşte yukarıdaki hadis
de bu tesellî ve irşadlardan birisidir. Peygamberimiz bu hadisleriyle hem Hz.
Ali'yi sonraki yıllarda maruz kalacağı suçlamalara karşı tesellî etmiş, hem de
ümmetini bu suçlamalara inanmamaları konusunda irşad etmiş, Hz. Ali'nin
Kur'ân'la beraber olacağını, ondan asla ayrılmayacağını bildirmiştir. Nitekim
670, 691, 720, 754 numaralı hadislerde gelecek olan Haricîler, Hz. Ali gibi
fazîlet ehli ve ilimle dopdolu birini Kur'ân'a karşı gelmekle itham
etmişlerdir. Siffîn Savaşından sonra hakemleri kabul ettiği için Onu Kur'ân'ın
hükmünü bırakıp insanların hükmüne tâbi olmakla suçlamışlardır. Hz. Ali de onlara
verdiği cevabında Kur'ân'a olan bağlılığını şu sözlerle ifâde etmiştir:
"Ben iki hakemin
Kur'ân'ın hükümlerine itaat etmeleri, yasaklarından kaçınmaları şartıyla
verecekleri hükme razı olurum. Kur'ân'ın hükümlerine uygun hüküm verirlerse,
kesinlikle bize bu hükme karşı hareket etmek düşmez. Şayet Kur'ân'm hükümlerine
muhalefet ederlerse, biz zâten onların verecekleri hükme uymayız.
"Biz bu konuda
insanların hüküm vermelerini kabul etmiş değiliz. Kur'ân'ın hükmünü talep
ediyoruz. İşte bu Kur'ân, iki kapak arasında, satırlarla yazılmış, dili olmayan
bir kitaptır. O ancak insanlar okuduğunda konuşur ve hükmü açıklar."
Hz. Ali bu sözleriyle
Peygamberimizin mucizâne verdiği haberi de tasdik ediyordu.[340]
498. Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim
Kur'ân'dan bir âyet inkar ederse, o, kâfir olmuştur."[341]
İzah
İnanç esaslarından birisi
de kitaplara imandır. Bir insanın Müslüman sayılabilmesi için Allah'ın
peygamberlerine indirdiği kitapların tamamına Allah'ın indirdiği şekliyle
inanması gerekir. Tevrat, Zebur, İncil veya Kur'ân'dan birisine inanmayan biri
Müslüman sayılmaz. Kur'ân'ın tamamına inanmayan biri kâfir olabileceği gibi,
Kur'ân'ın sadece bir sûresine, hatta hadiste de ifâde edildiği gibi, bir
âyetine dahi inanmayan kimse Mü'min sayılmaz. Müslüman olduğu halde sonradan
inanmayan kimse ise İslâm dâiresinden çıkmış olur.[342]
499. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Bu ümmet yetmiş üç
fırkaya ayrılacak. Bunların bin dışında hepsi Cehennemdedir."
"Cennette olan
bir fırka hangisidir?" denildi.
"Ben ve
Ashabımın yolunda giden fırka"
buyurdu.
[343]
İzah
Bu hadisin verdiğimiz
kaynaklarda geçen bir rivayeti de şöyledir:
"Yahudiler yetmiş bir
veya yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya
ayrılacaktır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennemde, biri Cennettedir. Cennette
olan fırka Kur'ân ve Sünnet etrafında toplanan fırkadır."
Bu hadisi Ehl-i Sünnet
dâiresi içindeki cemaatlara ve tarikatlara tatbik etmek yanlıştır. Ehl-i
Sünnet içerisindeki bütün cemaatlar ve tarikat mensuplarının amelleri iyi ise
Cennette olan gruba dahildirler. Cehennemde olan yetmiş iki fırka Ehl-i
Sünnetin dışında olan ehl-i bid'a mezhepleridir. Zeydiyye ve Câferiyye mezheplerinin
Ehl-i Sünnetle aralarında temel meselelerde bir ayrılık olmadığı için,
amellerine göre firkâ-i nâciyeden olmalarını ümit ediyoruz.[344]
500. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Dikkat edin! İsa bin
Meryem ile benim aramda peygamber yoktur. Dikkat edin! o benden Sonra ümmetim
içinde halifemdir. Deccâli öldürecek, hacı kıracak. Cizyeyi ve savaşı
kaldıracak. Dikkat edin, sizden ona kavuşan selâm söylesin."[345]
İzah
Pekçok âyet-i kerimede
Kıyametin kopacağı, insanlarla birlikte bütün kâinatın ölümü tadacağı
bildirilmektedir.[346]
Yüce Allah, insanın ecelini ömrüne gizlediği gibi, Kıyametin vaktini de kâinatın
ömrüne gizlemiştir. Bununla beraber, Kıyamete yakın onu haber veren bâzı
alâmetler ortaya çıkacaktır. İşte bu alâmetlerden birisi de, Hz. İsa'nın
yeryüzüne inmesidir. Yüce Allah bir âyette,
"İsa kıyamet
için bir alâmettir"[347] buyurmuştur.
Hz. İsa'nın eliyle bir
mucize eseri olarak ölülerin hayat bulması öldükten sonra dirilmeye bir delil
teşkil ettiği gibi, onun semâdan yeryüzüne inmesi de, kıyametin yaklaştığını gösteren
alâmetlerdendir. Nitekim Hz. isa'nın yeryüzüne inmesinin kıyamet alâmetlerinden
olduğunu ifâde eden pekçok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bâzıları şu
mealdedir:
"Sizler on
alâmeti görmedikçe hiçbir zaman Kıyamet kopmaz....İsa'nın (a.s.) inmesi."[348]
"Hayatım
kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Meryemoğlu [İsa'nın] âdil bir hâkim
olarak içinize inmesi yakındır."[349]
"Meryemoğlu İsa sizin
yanınıza indiği zaman devlet başkanınız kendinizden, namazda imamınız olduğu
[İsa da (a.s.) namazınıza uyduğu] zaman bakalım nasıl olursunuz."[350]
İşte Peygamberimiz
yukarıdaki hadislerinde de Hz. İsa'nın ineceğini, Deccalı öldüreceğini, hacı
kıracağını, cizyeyi ve savaşı kaldıracağını bildirmektdir. Müsned'de geçen bir
rivayette ise bunlara ilâveten, yer yüzüne emniyet ve güvenin yerleşeceği, devenin
arslanla, kaplanların sığırlarla, koyunun kurtlarla otlayacağı, çocukların
yılanlarla oynayacağı, bunların birbirlerine zarar vermeyeceği, Allah'ın dilediği bir müddet yeryüzünde
kalacağı, sonra vefat edeceği bildirilmektedir.[351]
Hadiste ifâde edilen
Deccal da yine kıyametin büyük alâmetlerindendir. Kıyametten bir müddet önce
çıkacak, büyü ve yalanlarla hakkı bâtıl ile karıştıracak, hakkı bâtıl, bâtılı
hak olarak gösterecek, münâfıkâne iş görecek ve insanlara "Ben sizin
Rabbinizim" diyecek bir yalancıdır.
İfâde edilen haçın
kırılması, domuzun öldürülmesi, cizyenin kaldırılması, Müslümanların
yayılacağından kinayedir. Devenin arslanla, kaplanların sığırlarla, koyunların
kurtlarla otlaması, çocukların yılanlarla oynaması ise, emniyetin
yerleşeceğinden ve kimsenin kimseye zarar vermeyeceğinden kinayedir.
Demek oluyor ki, Hz.
İsa'nın kıyamete yakın yeryüzüne ineceği kesindir. Burada hatıra bir suâl
geliyor: Resûlullah (a.s.m.) son peygamber olduğuna ve peygamberlik kapısı
onunla kapatıldığına göre, bir peygamber olan Hz. İsa'nın gönderilmesi nasıl
olacaktır?
Evet, Peygamberimizle
peygamberlik kapısı kapatılmıştır. O, Hatemü'l-Enbiyâdir. Ondan sonra bir
peygamberin gelmesi düşünülemez. Zaten Hz. İsa da bir peygamber olarak değil,
Peygamberimize ümmet olarak gelecek ve onun şeriatiyla amel edecektir.
Nitekim Peygamberimiz bir hadislerinde, "Eğer İsa hayatta olsa bana
uymaktan başka birşey yapmaz"[352] buyurmuştur.
Müslim'de yer alan
başka bir hadiste de, Hz. İsa'nın sünnet-i seniyyeye tâbi olacağı açıkça
bildirilmektedir.[353]
Alimler de bu konuyla
ilgili olarak şöyle derler:
"Hz. İsa,
şeriat-ı Muhammediyeyi tekrar ve tecdidle görevlidir. İslâmla amel edecek tek
peygamber Hz. İsa'dır: O, dinin hor
ve hakir
görüldüğü, itildiği bir zamanda gelip âdil bir hâkim olarak vazife yapacaktır.
Yeryüzüne inmeden önce o günün şartlarında İslâmla ilgili gerekli her türlü
bilgiyi öğrenmiş olarak gönderilecek ve geldiğinde bunları tatbik
edecektir."[354]
Fıkh-ı Ekber
Aliyyü'l-Kârî Şerhi'nde de İsa'nın (a.s.) Hz. Peygamberin şeriatına uyduğu
ortaya çıkması için, Mehdîye uyacağı ve onun ardında namaz kılacağı şeklinde
bir hadise yer verilmektedir.[355]
Zaten izahını
yaptığımız hadiste de Peygamberimiz İsâ'ın (a.s) kendisinin halifesi olacağını
bildirerek bu konuya açıklık getirmektedir.
Bediüzzaman, Hz.
İsa'nın inmesini, Hıristiyanlık dininin tasaffî ederek hurafelerden arınması,
tevhide şeklinde yorumlar. Ayrıca onun maddeten inmesinin de mümkün olduğunu
söyler. Tafsilat için Bediüzzaman'ın Yorumları Işığında Kıyamet Alâmetleri
isimli eserimizin 223-237. sayfalarına bakılabilir.[356]
501. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim dünya için
üzüntülü olarak güne başlarsa, Rabbini kızdırmış olarak güne başlamış olur. Kim
kendisine isabet eden musibetten dolayı sızlanır, şikâyet ederek sabahlarsa,
Allah'tan şikâyet etmiş olur. Kim malından yararlanmak için bir zenginin
yanında küçülürde onun eliyle bir nimete kavuşursa, Allah'ı kızdırmış olur.
Kime Kur'ân ihsan edilmiş olur da, o kimse Cehenneme girerse, Allah'tan uzak
bir hayat yaşadığı için Cehenneme girmiştir."[357]
502. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Hasan ve Hüseyin'e okur ve şöyle duâ ederdi:
"Her nevi şeytandan,
her çeşit zehirli hayvan ve günahkâr gözden koruması için Allah'ın mükemmel
kelimeleri ile size duâ ederim."[358]
503. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Şu üç şey kimde
bulunursa imanın tadını almış olur. Bunlar: (1) Allah ve Resulünün kendisine
herşeyden daha sevimli olması, (2) Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra,
ateşe atılıp yanması, tekrar küfre dönmekten kendisine daha sevimli gelmesi,
(3) sadece Allah rızası için sevmesi ve sadece Allah rızası için
kızması."[359]
İzah
Tad yenilen şeylerde
olur. İman ise yenilen şeylerden değildir. Öyle ise "îmanın tadını
bulur" ifâdesi mecazdır. İman bala benzetilmiştir.
Allah'a kullukta
gerçekten büyük lezzet vardır. Cüneyd-i Bağdadî, bunu ifâde için, "Gece ibâdetine
devam edenler için ibâdet, eğlence sahipleri için eğlence yapmaktan daha
lezzetlidir" demiştir. İbrahim bin Ethem de, "Vallahi biz öyle bir
lezzet içerisindeyiz ki, hükümdarlar bu lezzeti bilmiş olsalardı, bunun için
bize savaş açarlardı" diyerek imandaki, kulluktaki lezzeti açıklamıştır.
Hadiste üç şeyin
sayılması, bunlar kalbe âit ameller olduğundan bunlara riya, gösteriş
karışmadığı içindir.
İmam Muhyiddin Nevevî,
"Bu hadis, İslâmın esas kaidelerinden büyük bir kaidedir" derken,
Buhârî'yi şerheden âlimlerden Bedrüddin Aynî buna ilâveten şöyle der:
"Nasıl büyük bir
kaide olmasın ki; bu hadiste imanın aslını, hattâ aynını teşkil eden Allah ve
Resûlullah sevgisi vardır. Gerçekte Allah ve Resûlullah sevgisi, Allah'tan
başkasını sevmemek ve küfre dönmekten tiksinmek, imanı kuvvetli, kalbi imana
yatkın ve imanı etiyle kanına karışmış olan kimselere müyesserdir. İşte imanın
tadını bulacak olan ancak bunlardır."
Kulun Allah'ı sevmesi,
Onun emirlerine uyarak ibâdet ve kullukta bulunmayı, emirlerine karşı
gelmemeyi gerektirir. Ayrıca Allah sevgisi, Ondan gelen musibetlere, Onun
uğrunda çekilen sıkıntılara rıza nazarıyla bakmayı, şikâyetçi olmamayı,
sabretmeyi icab ettirir.
Peygamberi (s.a.v.)
sevmek de, onun getirdiği şeriatı benimsemekle, sünnetine uymakla mümkündür.
İmanın tadını aldıran
şeylerden birisi de ateşe atılıp yanmayı tekrar küfre dönmeye tercih etmektir.
Diğer bir ifâde ile ateşe atılıp yanmayı ne kadar sevimsiz görüyorsa, imandan
sonra küfre dönmeyi de o derece sevimsiz görmektir. Buhârî, bu hadisi, imandan
dönmesi istenilen birinin kendisine dili ile inkar etmesi için ruhsat verilmiş
olsa da azimetle amel ederek ölünceye kadar mü'min kalmanın faziletine delil
olarak zikretmiştir.
Hadis, Müslümanları
birbirlerini başka bir menfaat için değil, sadece Allah için sevmeye de teşvik
etmektedir. Kişinin bunu yapabilmesi de yine Allah sevgisinden kaynaklanır.
Allah'ı layıkı ile sevebilen kullar, Müslümanları da yine Allah için severler.
Bir insan bir kardeşini Allah için severse, bu sevgi, ondan bir menfaat
göıdüğünde artmayacağı gibi, beklediği menfaata kavuşamaması durumunda da
azalmaz. Yine Allah için sevdiği kimseden gelen sıkıntılar da bu sevgiyi
azaltmaz.
Aynı şekilde hadis
düşmanlık duymanın ölçüsünü de veriyor. Bir Müslümanın Müslüman kardeşlerine
öyle sıradan şeyler için düşmanlık beslememesi gerektiğini, Allah düşmanlarına,
Allah için düşmanlık beslemek gerektiğini ders veriyor.[360]
504. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu rivayet ediyor:
"Doğru olmayan birşey
gördüğünüzde veya işittiğinizde, insanların heybeti, hakkı söylemekten sizi
alıkoymasın."[361]
505. Ebû Bekre (r.a.) rivayet ediyor:
"Hakim, öfkeli iken
iki kişi arasında hüküm vermesin."[362]
İzah
Kur'ân-ı Kerim'de bir
çok âyette adalet emredilir. Meselâ bu âyetlerden birisi şu mealdedir:
"Allah adaleti,
iyilik yapmayı ve iyi kullukta bulunmayı, akrabaya ikramda bulunmayı emreder;
fuhşiyatı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar. Allah düşünüp ibret almanız için
size böyle öğütler verir."[363]
Başka bir âyet-i
kerime ise şu mealdedir:
"Muhakkak ki Allah
size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman
adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah bu emriyle size ne güzel öğüt
veriyor. Şüphesiz Allah herşeyi hakkıyla görür."[364]
Dinimizde adaletin
emredilmesinin yanı sıra adaletin tecellisine gölge düşürebilecek şeyler de
yasaklanmıştır. İşte bunlardan birisi de yukarıdaki hadiste yasaklanan öfkeli
iken hüküm vermektir. Çünkü öfke sıhhatli düşünmeye mânidir. Böyle olunca
öfkeli iken hüküm veren hâkimin her zaman için isabet edeceği düşünülemez.[365]
506. İbni Ümmü Mektûm rivayet ediyor:
Resûlullaha (s.a.v.)
gelerek, "Ya Resûlallah, ben gözü görmeyen ve evi mescide uzak olan
biriyim. Bana kılavuzluk edecek kimse yok. Namazımı evimde kılmama ruhsat var
mı?" diye sordu(m).
Resûlullah (s.a.v.),
"Ezanı duyuyor
musun?" buyurdu.
"Evet"
dedi(m).
"Senin için
ruhsat bulamıyorum" buyurdu.[366]
240 numaralı hadisin
izahına bakınız.[367]
507. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim ölümü esnasında
"Ben şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed onun
Resulüdür" derse, Cennete girer."
161 numaralı hadisin
izahına bakınız.[368]
508. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Cennet
ehlinin hanımları, kocaları için hiç kimsenin asla işitmediği güzel seslerle şarkı söylerler.
Söylediklerinin içinde şu sözler de vardır:
"Biz çok
güzeliz. Hayat bahşederiz. En şerefli kimselerin hanımlarıyız. Bakışları neşe ve sevinç verir."
Ayrıca şunları da
söylerler:
"Biz ebedî kalacağız.
Asla ölmeyeceğiz. Biz güven içinde mutluyuz. Hiç korkumuz yoktur. Biz hep
buradayız, Cennetteyiz. Başka yere göçmeyeceğiz."[369]
509. Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
sabah namazından sonra şöyle duâ ederdi:
"Allah'ım, ben Senden
temiz rızık, faydalı ilim ve kabul edilmiş amel istiyorum."[370]
510.
Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah'a güvenerek ve
sevabını da Allah'tan bekleyerek şu üç şeyi yapan kimseye yardım etmesi ve
mübarek kılması Allah üzerine bir hak olur. Bunlar:
1. Allah'a güvenerek ve sevabını da Allah'tan bekleyerek
bir köleyi hürriyetine kavuşturan kimseye yardım etmesi ve mübarek kılması
Allah üzerine bir hak olur.
2. Allah'a güvenerek ve sevabını da Allah'tan bekleyerek
evlenen kimseye yardım etmesi ve mübarek kılması Allah üzerine bir hak olur.
3. Allah'a güvenerek ve sevabını da Allah'tan bekleyerek
ölü bir toprak parçasını ekilip biçilen bir hale getiren kimseye yardım etmesi
ve mübarek kılması Allah üzerine bir hak olur."[371]
İzah
Bununla ilgili bir
başka hadis şu mealdedir:
"Üç grup insana Allah
muhakkak yardım eder. Bunlar; sahibiyle anlaşma yaparak hürriyete kavuşmak
için borçlanan ve bunu ödemek isteyen köle, namus ve iffetini muhafaza etmek
düşüncesiyle evlenmek isteyen ve Allah yolunda cihad eden kimselerdir."[372]
İzahını yaptığımız
hadisde üç şeyi yapana Allah'ın yardım edeceği ve yaptığı işleri kendisi için
mübarek kılacağı bildiriliyor. Bunlardan birincisi, bir köleyi hürriyetine
kavuşturmak.
Bilindiği gibi,
kölelik tarihin ilk devirlerinden itibaren vardı. Köleliği ilk olarak İslâmiyet
başlatmadı. Dinimiz, köleliliği birden kaldırmamakla beraber, zaman içerisinde
kaldırmayı hedefledi.
Ayrıca köleleri
hürriyetine kavuşturmayı teşvik etti ve bunun için bâzı hükümler getirdi. Şöyle
ki:
Bir mü'min bâzı hatâ
ve kusurlarına karşılık, günahlarını affettirebilmek için keffaret ödemesi icab
eder. Bir mü'mini yanlışlıkla öldüren kimsenin karşılığında bir köleyi azad
etmesi ve karşı tarafa diyet ödemesi,[373]
yeminini bozan kimsenin köle azad etmesi,[374]
bunlardan bâzılarıdır.
Köle azadını teşvik
eden bir diğer husus da "mukâteb"liktir, Bu, efendisi tarafından
hürriyeti için bir kıymet takdir olunan kölenin belirtilen parayı kazanıp
ödemesi yoluyla hürriyetini kazanmasıdır. Yüce rabbimiz kullarını buna teşvik
etmiştir.[375] Ayrıca dinen zengin
sayılanların vermesi farz olan zekâtın verilmesi gereken yerlerden birisinin
de mükâtebe köleler olduğunu bildirmiştir.[376]
Bir âyet-i kerimede de
Müslümanların zekât haricinde verecekleri en sevaplı sadakalardan birisinin
hürriyetine kavuşmak için efendisi ile anlaşan kölelere verilen sadaka olduğu
bildirilmiştir.[377]
Köleleri
hürriyetlerine kavuşturmayı teşvik eden âyetlerin yanı sıra pekçok hadis de
vardır. Bunlardan birisi şu mealdedir:
"Bir kimse erkek veya
kadın bir köleyi hürriyetine kavuşturursa Allah o kölenin her azası
karşılığında o mü'minin bir azasını Cehennemden azâd eder."[378]
İşte izahını
yaptığımız hadis de bunlardan birisidir. Hadiste Allah'a güvenerek ve sevabını
da Allah'tan bekleyerek bir köleyi hürriyetine kavuşturan kimseye yardım
etmesinin ve bu işi kendisi için mübarek kılmasının Allah üzerine bir hak olduğu
bildirilerek Müslümanlar buna teşvik edilmiştir. Köleleri hürriyetine kavuşturmayı
teşvik eden hadislerin yanı sıra dinimizde kölelere birçok haklar da
verilmiştir. Bu konudaki tafsilatı Hanımlara Fetvalar isimli kitabımızın
52-62. sayfalarına havale ediyoruz.
Hadiste Allah'ın
yardım edeceği bir başka grubun Allah'a güvenerek ve sevabını da Allah'tan
bekleyerek evlenen kimseler olduğu nazara verilmiştir. Harama düşmek
korkusuyla evlenmek isteyene Allah'ın yardım edeceği, hiç ummadığı yerden ona ihsanda
bulunacağı Kur'ân'da da şöyle bildirilir:
"İçinizden bekâr
olanları ve köle ve cariyelerinizden dindar olanlarını evlendirin. Onlar fakir
iseler, Allah onları lütfuyla zenginleştirir. Allah'ın lütfü geniştir ve O
herşeyi hakkıyla bilir."[379]
İzahını yaptığımız
hadisten başka Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadislerinde de,
"Evlenerek
rızkı arayınız"
buyurmuştur.[380]
Ancak bu, hiç bir
yerden ümidi olmayan, doğru dürüst bir işi bulunmayan birini evliliğe
cesâretlendirmemelidir. Çünkü hayat şartları asırlar öncesine göre bilhassa
büyük şehirlerde çok değişmiştir. Eskiden eski ve fazla eşyası olmayan bir ev
yeterli olurken, günümüzün "mimsiz" medeniyeti insanı maddeten çok
şeye muhtaç etmiştir. Evlenmeyi düşünen gençler bunu da nazara almalı, en
azından fakir hayata alışkın âilelenin kızına talip olmalıdır.
İzahını yaptığımız
hadiste Allah'ın yardım edeceği ve yaptığı şeyi kendisine mübarek kılacağı bir
grup da Allah'a güvenerek ve sevabını da Allah'tan bekleyerek ölü bir toprak
parçasını ekilip biçilen bir hale getiren kimselerdir. Ölü arazi, hazinenin
veya her hangi bir şahsın mülkü olmayan arazi parçalandır. Kendisinden faydalanılamayan araziler, hiçbir işe yaramadıkları
için ölüye benzetilmişler ve "ölü arazi" diye isimlendirilmişlerdir.
Onu tekrar faydalı bir hale getirmeye ise "ihya=diriltme" ismi
verilmiştir. Ölü arazi parçası ile ilgili bir başka hadis şu mealdedir:
"Kim bir ölü
araziyi ihya ederse, burası onun olur."[381]
Ebû Dâvud'da yer alan
bir başka rivayet şöyledir:
"Arz Allah'ın
arzıdır, insanlar da Allah'ın kullandır. Kim bir ölü araziyi ihya ederse, o yere o herkesden ziyâde hak
sahibi olur."
Hanefîlere ve
Mâlikîlere göre bir kimsenin ölü araziyi canlandırıp sahiplenebilmesi için
devletten izin alması gerekir. İmam Şâfî'ye, İmam Mâlik'e ve âlimlerin
çoğunluğuna göre ise böyle bir izne gerek yoktur.
Ölü bir arazi, bir
bina inşâ etmek, sürmek, sulamak veya ağaç dikmekle faydalı bir hale
getirildiğinde ihya edilmiş olur.
Dinimiz bu hükümle
insanları çalışmaya, atıl kalan arazi parçalarım ihyaya teşvik etmektedir.
Bir beldeye bitişik
olup o beldenin merası, çocukların oyun sahası veya mezarlık ölü arazi tanımına
girse de hiç kimsenin özel mülkü olamayacağını da burada ifâde edelim. Hatta
devlet başkanı dahi böyle umumun menfaat temin ettiği yerleri bir kimseye
bağışlayamaz.[382]
511. İbni Mes'ud (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Bizi aldatan bizden
değildir. Tuzak ve hîle ateştedir."[383]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda hadisin Ebû Hüreyre (r.a.) ve Ebu'l-Hamrâ'nın (r.a.) rivayetleri
yer alır. Bu rivayetlerde hadisin sadece "Bizi aldatan bizden
değildir" kısmı kayıtlıdır. Ancak bu kaynaklarda yer alan rivayetler daha
uzundur. Hadis en uzun şekliyle Ebû Dâvud ve Tirmizî'de yer alır. Tirmizî'de
yer alan Ebû Hüreyre'nin (r.a.) rivayeti şöyledir:
Resûlullah (s.a.v.) satılık
bir zahire yığınına uğradı. Elini yığının içine sokunca parmakları ıslandı.
Bunun üzerine,
"Ey zahire
sahibi, nedir bu ıslaklık?"
buyurdu.
Adam, "Yağmurdan
ıslandı" cevabını verdi.
Bunun üzerine
Resûllulah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Öyle ise
müşterilerin görmesi için o ıslak kısmı niçin üste koymadın? Bizi aldatan
bizden değildir."
Ebû Dâvud ve
Müsned'deki rivayette, Resûlullaha (s.a.v.)
"Elini zahirenin içine sok" diye vahyolunduğu yer alır.
Ticâretin manevî
açıdan birçok tehlikeleri vardır. Hadiste bunlardan biri nazara veriliyor. O
da malın ayıbını gizleyerek müşteriyi aldatmaktır. Hadis, bunun caiz
olmadığını, Müslümanların ticârette dürüst olmaları, sattıkları malın kusurunu
gizlememeleri ve birbirlerini aldatmamaları gerektiğini ders veriyor. Aldatılan
bir müşteri malın kusurunu gördükten sonra onu iade etme hakkına sahiptir.
Diğer taraftan hadis,
yetkililerin zaman zaman ticâret mahallerini dolaşarak gördükleri aksaklıkları
ikaz etmeleri lüzumuna dikkat çekiyor.
Hadiste geçen "Bizden
değildir" ifâdesi, "Bizim sünnetimiz, yolumuz ve ahlakımız üzere
değildir" mânâsındadir. Yoksa "Müslüman değildir" mânâsına
gelmez.[384]
512. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah'a ve âhiret
gününe iman eden, bir şeye şahit olduğunda onun hakkında ya doğru olanı
söylesin veya sussun."[385]
İzah
504 numaralı hadisin
izahında dinimizin adaletin tecellisine çok ehemmiyet verdiği, adaletin
tecellisine engel olacak hususları ise yasakladığını ifâde etmiştik. Adaletin
doğru tecellî etmesi için gerekli şartlardan birisi de şahitliktir. Dinimizde
Müslümanlar bir yandan doğru şahitliğe çağrılırlarken, diğer taraftan da
yalancı şahitlikten sakındırılmışlardır. İşte bu hadis bunlardan birisidir.
Peygamberimiz (s.a.v.) bu hadisleriyle, Allah'a, Onun huzuruna varıp hesap
vereceğine inanan bir insanın ya doğruyu söylemesi veya en azından yalan
söylemektense susması gerektiğine dikkat çekmiştir.
Şahidlikle ilgili
olarak pekçok ayet-i kerime vardır. Meselâ Nisa Sûresinin 135. âyetinde kendi
aleyhine de olsa şahidin adaletli olması istenir ve şöyle buyurulur:
"Ey iman
edenler! Adalet üzere olun ve Allah için şâhidlik edin kendi aleyhinize veya
anne ve babalarınızla akrabalarınızın aleyhine
olsa bile. Hakkında şâhidlik ettiğiniz kişi zengin de olsa, fakir de olsa
doğruluktan ayrılmayın; çünkü ikisini de Allah sizden daha iyi gözetir. O
halde heveslerinize uyup da adaletten ayrılmayın. Eğer hakikati değiştirir ve
şahitlikten veya adaletten yüz çevirirseniz, şüphesiz ki Allah yaptıklannizm
hepsinden haberdardır."
Furkan Sûresinin 72.
âyetinde de yalan şahitlik yapmamak Rahmân'ın makbul kullarının vasıflarından
sayılır.
Peygamberimiz de
ümmetine yalancı şahitlikten kaçınmaları tavsiyesinde bulunmuştur. Bir
hadislerinde,
"Yalan yere
şahitlik, Allah'a şirk koşmaya denk tutulmuştur" buyurmuş, ardından da
"Putlara
tapmak gibi, bir pislikten ve yalan sözden kaçının"[386] âyetini okumuştu.[387]
Her ne kadar hadiste
"ya doğru olanı söylesin, ya da sussun denilmişse de, bildiği halde
şahitliği gizlemek de dinimizde yasaklanmıştır. Bununla ilgili olarak bir
âyette şöyle buyurulur:
"Hakkı bâtılla
karıştırmayın ve bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin."[388]
Aynı Sûrenin 282,
âyetinde de şâhidlerin şâhidliğe çağrıldıklarında bundan kaçınmamaları ve
hakikati saklamamaları istenir. 283. âyet-i kerimede ise şöyle buyurulur:
".. .Şâhidiiği de
sakın gizlemeyin. Kim şâhidlikten kaçınır veya bildiği halde hakikati
açıklamayıp gizlerse, kalbini büyük bir günahla kirletmiş olur...."[389]
513. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Namaz gözümün
nuru kılındı."[390]
İzah
İslâmın beş esasından
biri olan namaz, dinin direğidir. Namazla ilgili pekçok âyet ve hadis vardır.
Peygamberimiz bu hadislerinde de namazın ehemmiyetine dikkat çekmiştir.
"Gözümün nuru
kılındı"
buyurarak namazı çok
sevdiğini ifâde etmiştir. Bunu sadece ifâde etmekle kalmamış, fiilen de bu
sevgiyi göstermiştir. Farz namazların dışında ayakları şişinceye kadar nafile
namaz kılmıştır.
Peygamberimizin (s.a.v.)
namaz için "Gözümün nuru" tabirini kullanması, onu çok sevdiği
anlamına geldiği gibi, Dr. Zeki Çıkman'a göre namazın göz için müsbet tesiri de
vardır. O bununla ilgili olarak şöyle der:
"Gözün namazdaki
tâdil-i erkânı, namazın karanlıkta kılınmasının mekruhluğu, gözlerin namazda
kapalı olmasının mekruhluğu, gözümüzün katarakt ve glokom'dan (karasu
hastalığından) korunması için hususî işaretler olup, 'îki gözümün nuru namaz'
hadisi, namazın değer verilen, sevilen bir kıymet olduğunu anlattığı gibi,
'İki gözüme nur veren namaz' ibaresinin de saklı olduğu kanaatindeyiz. Kişi
sevdiği ile karşılaştığı zaman 'Seni görünce gözüm gönlüm aydınlandı' diyerek
psikolojik bir sevinci ifşa ettiği gibi; namaz direkt olarak maddî gözümüzün
sağlığında da etkilidir. Gözün içindeki lens denilen uyumla ilgili merceğin
anatomik, fizyolojik ve biyolojik hususiyetlerini bilenler bu ifâdelerin
gerçekliğini daha iyi anlayacaklardır."[391]
514. Salim babasından rivayet ediyor:
"Bir adam
kardeşine utangaçlığından dolayı öğüt veriyordu. Resûlullah (s.a.v.),
"Bırak onu!
Muhakkak haya imandandır"
buyurdu.[392]
İzah
Peygamberimiz bir
hadislerinde,
"İman yetmiş
küsur şu'bedir" buyurmuştur.
Şu'be, bir şeyin
parçası, dalı mânâsına gelir. Buna göre bu hadis, "İman yetmiş küsur
haslettir" veya "İman yetmiş küsur daldır" demek olur.
İşte Peygamberimiz
yukarıdaki hadislerinde hayanın imanın bu yetmiş dalından birisi olduğunu ifâde
etmiştir. İmanın diğer dalları da çeşitli hadislerde sayılmıştır. Hadiste
imanın şu'belerinden sayılan haya ile ilgili olarak 7, 94, 156, 158, 438, 468
numaralı hadislere de bakınız.[393]
515. Huzeyfe (r.a.) rivayet ediyor:
"Mü'minin ağlaması
yürekten, münafığın ağlayışı ise sadece gözü iledir."[394]
İzah
Hadiste geçen ağlamaktan
maksat, Allah korkusundan ağlamaktır. Mü'min Allah'tan duyduğu korku sebebiyle
kalpten ağlarken; münâfık,sadece gözü ile ağlar, yani sadece gözünden yaş
akar. Bunu da mü'minlere gösteriş olsun diye yapar.[395]
516. Muaz bin Cebel (r.a.) rivayet ediyor:
"İhsanı ihsan
olarak kaldığı müddetçe alınız. Dinîniz için rüşvete dönüştüğünde ise onu
almayınız. Onu almadığınızda fakir ve muhtaç duruma düşecek değilsiniz.
Dikkat edin! Beni
Merah'ın borusu yeterince öttü. Beni Merah artık öldü. Haberiniz olsun! Bundan
sonra İslâmın sözü geçecektir."
Dikkat edin!
Kur'ân'la idareci birbirinden ayrılacaklar. Siz Kur'ân nerede ise orada yer
alınız.
Dikkat edin!
Üzerinize bâzı idareciler gelecek. Eğer onlara itaat ederseniz, dalâlete
düşersiniz. Şayet karşı çıkarsanız sizi öldürürler.
Câbir (r.a.), "Ey
Allah'ın Resulü, o zamana ulaşırsak nasıl hareket edelim?" diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"İsâ bin Meryem'in
ashabının davrandığı gibi davranın. Onlar testere ile ikiye biçildiler, dar
ağaçlarına çıkarıldılar. Allah'a itaat üzere ölmek, Ona isyan ederek yaşamaktan
hayırlıdır.[396]
İzah
Hadis, Peygamberimizin
(s.a.v.) ümmeti için çok önemli ikazlarını ihtiva ediyor. Bunlardan ilki,
hediyeyi ancak hediye olarak verildiği müddetçe almaktır. Eğer bir şey ihsan
eden kimse bununla dinî rüşvet isteyecekse, kişiden dinden uzaklaşmasını
isteyecekse, o ihsanı almamayı tavsiye etmektedir. O ihsan alınmadığında da
fakir ve muhtaç duruma düşülmeyeceği hatırlatılarak mü'minler uyanık olmaya
davet edilmektedir.
Hadiste dikkat çekilen
ikinci husus, zorbalık devrinin artık bittiği, zorbaların borusunun yeterince
öttüğü, bundan böyle İslâmiyetin borusunun öteceğidir. Dolayısıyla zorbalardan
korkarak dinden taviz verilmemesi gerektiğidir. Benî Merah, zorbalığın
sembolüdür. Her devirde temsilcisi olmuştur. Günümüzde de temsilcileri vardır.
Fakat Allah'a şükür içinde yaşadığımız zamanda da artık "Benî Merah"
ölmüştür. Daha borusunu öttüremeyecektir. Bundan böyle İslâm hâkim olacaktır.
Bu sebeple ümitsizliğe düşmeye, din düşmanlarına taviz vermeye, onlara şirin
görünmeye çalışmaya gerek yoktur.
Hadiste dikkat çekilen
üçüncü nokta Kur'ân'la idarecilerin birbirinden ayrılacaklarıdır.
Peygamberimizin (s.a.v.) Allah'ın bildirmesiyle verdiği bu haber, Emevîler
devrinden itibaren gerçekleşmiş, idareciler Kur'ân'dan ayrılmıştır. Bizde de
Tanzimat hareketiyle başlayan idarecilerin Kur'ân'dan ayrılması, Cumhuriyet
devriyle, tamamen belirgin bir hal almıştır. Bu durumda Müslümanlara düşen,
Peygamberimizin (s.a.v.) tavsiyesine uyarak,. "Kur'ân'a sarılmak, ondan
ayrılmamak" olmalıdır.
Hadisin son kısmı da
kendilerine itaat edildiğinde dalâlete düşülecek olan, karşı çıkıldığında ise
ölümle biten idarecilere karşı nasıl davranılacağı açıklanmakta, Hz. İsa'nın
hükümdarların inkara zorlamaları karşısında bâzı Hıristiyanların testere ile
doğranmayı, dar ağacına asılmayı göze alarak onlara karşı çıkmaları örnek
gösterilmektedir. (440 numaralı hadise ve izahına bakınız.) Ve Allah'a itaat
üzere ölmenin, Ona isyan ederek yaşamaktan hayırlı olduğu nazara verilmektedir.[397]
517. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Kureyşin müşrikleri
Resûlullaha (s.a.v.) kendisi için bir şart ortaya koyup, dâvasından vaz geçmesi
karşılığında Mekke'nin en zengini yapmaya, kadınlardan istediği birisiyle
evlendirmeye, kendilerine idareci seçip peşinden gitmeye çağırdılar. Ve
"Ey Muhammed, bizim sana vereceklerimiz ancak bu kadardır. Sen bizim
ilahlarımıza sövmekten vaz geç, onları kötü sözlerle anma. Eğer razı olmazsan,
biz sana bir hususu teklif edeceğiz ki onda senin için iyilik vardır"
dediler.
Resûlullah (s.a.v.),
"Nedir
o?" diye sordu.
Onlar, "Sen bizim
ilahımız olan Lât ve Uzza'ya bir yıl tap, biz de senin İlâhına bir yıl
tapalım" dediler.
Resûlullah (s.a.v.),
"Rabbimin emri
gelinceye kadar bana zaman verin"
buyurdu.
Bunun üzerine Allah
indinden ve Levh-i Mahfuzdan bir sûre ile bâzı âyetler nazil oldu. Sûrede şöyle
buyuruluyordu:
"De ki: Ey kâfirler!
Sizin taptıklarınıza ben ibâdet edecek değilim. Benim ibâdet ettiğime de siz
ibâdet edecek değilsiniz. Ben zâten sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim
ibâdet ettiğime ibâdet etmezsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana."[398]
Nazil olan âyetler ise
şöyle idi:
"De ki:
Allah'tan başkasına mı ibâdet etmemi istiyorsunuz, ey câhiller!
"Andolsin ki,
sana ve senden öncekilere, 'Eğer Allah'a ortak koşarsan bütün yaptıkların boşa
gider; o zaman hüsrana düşenlerden olursunuz' diye vahyolundu.
"Yalnız
Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol."[399]
518. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah içkiye, onu
dağıtana, içene, üzümünü sıkana, kendisi için sıktırana, taşıyana, kendisi
için taşınana, satana, satın alana ve parasını yiyene lanet etsin."[400]
96 numaralı hadise
bakınız.[401]
519. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim iki çenesi ve
iki bacağı arasındaki hususunda bana garanti verirse, ben onun için Cennete
kefil olurum."[402]
İzah
Tirmizî'de yer alan
bir başka hadis şu mealdedir:
"Allah her kimi iki
çenesi arasındakinin ve iki bacağı arasındakinin şerrinden korursa, şüphesiz o
kimse Cennete girer."
Bir başka hadiste ise
bu ikisine "midenin şerri" de eklenmiştir.[403]
Hadislerde geçen
"iki çenesi arasındakinden maksat "dil," "iki bacak
arasındaki "inden maksad da tenasül uzvudur. Peygamberimiz pekçok
hadislerinde dili ve iffeti korumayı tavsiye etmiştir. Bu hadislerinde de bu
ikisini koruyanların Cennete girmelerine kefil olacağını bildirmiştir. Çünkü
bu ikisini korumak gerçekten zordur. Bir kimse farzları yerine getirmek,
yasaklardan da kaçınmak şartıyla bu iki uzvunu koruyabiliyorsa, önünde Cennete
girmesi için hiçbir engel bulunmamaktadır. Zaten Peygamberimiz de böylelerine
kefildir.
Bu hadis, dilini ve tenasül
uzvunu haramdan koruyanların Cennete gidebileceğini haber verirken, bir başka
hadiste de dil ve tenasül uzvunun korunamamasının insanı Cehenneme götüreceği
bildirilmiştir.[404]
520. Osman bin Affan (r.a.) rivayet ediyor:
"Yatsı
namazını cemaatla kılmak, geceyi ibâdetle geçirmeye denktir. Sabah namazını
cemaatla kılmak da, geceyi ibâdetle geçirmeye denktir."[405]
İzah
Bilhassa yatsı ve sabah
namazlarını cemaatla kılmak nefse ağır gelir. Bunun içindir ki, namazları
cemaatla kılmaya teşvik eden Peygamberimiz (s.a.v.) bilhassa bu iki namaza
hasseten teşvik etmiştir. Bu hadis de teşviklerden sadece bir tanesidir.
Bilindiği gibi, geceyi namaz, Kur'ân okuma ve zikirle ihya etmek, çok büyük
sevaptır. Resûlullah (s.a.v.) bu hadislerinde yatsı ve sabah namazlarını
cemaatla kılanların geceyi ihya etmiş olacaklarına, o sevabı alacaklarına
dikkat çekerek, ümmetini bu iki namazı cemaatla kılmaya teşvik etmiştir.[406]
521. Ebû Zerr (r.a.) rivayet ediyor:
Dostum Resûlullah
(s.a.v.) bana Allah'a bağlılık hususunda hiçbir kınayıcının kınamasından
çekinmememi, mevki ve servet bakımından benden aşağıda olanlara bakıp halime
şükretmemi, mevki ve servet bakımından benden üstün olanlara bakmamamı tasiye
etti.
Yine fakirleri
sevmemi, onlarla yakınlık kurmamı, onları gözetmemi tavsiye etti.
Acı da olsa gerçeği
söylememi nasihat etti. Onlar yüz çevirseler de akraba ve yakınlarımla ilişkimi
sürdürmemi tavsiye etti.
Hiç kimseden birşey
istemememi tavsiye etti.
Ayrıca,
"Lâ havle velâ
kuvvete illâ billahi'1-aliyyi'l-azîm" Güç ve kuvvet ancak yüce ve büyük
olan Allah'tandır"
cümlesini çok
söylememi, çünkü bunun Cennet hazinelerinden bir hazine olduğunu da ekledi.[407]
522. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Ademoğlu
kıyamet günü şu beş şeyden sorulmadıkça yerinden ayrılamaz:
1. Ömrünü nerede geçirdiğinden,
2. Gençliğini nerede tükettiğinden,
3. Malını nereden kazandığından,
4. Malını nereye harcadığından,
5. İlmi ile ne derece amel işlediğinden.[408]
İzah
Kıyamet günü
insanlarlar diriltilip mahşer yerinde toplandıktan sonra uzun bir müddet
sıkıntılı bir şekilde beklerler. Sonra Peygamberimizin şefaatiyle bekleme biter
gök yarılır, melekler haşir meydanına inerler, Cehennem göz önüne serilir,
melekler Arşı haşir meydanına taşırlar, bu arada herkes taptığı şeyin peşine
takılır. Nihayet Allah buluttan gölgeler içinde tecellî eder ve kullar Allah'a
arzedilirler. Bu arada amel defterleri de dağıtılır. Kimin amel defterî sağından,
kiminin solundan, kiminin de arkasından verilir. Allah bazı istisnalar dışında
kullarıyla konuşur. Ardından Cebrail, peygamberler, melekler, ortak koşulan
şeyler hesaba çekilirler. Sonra da bütün insanlar hesaba çekilir. Bu esnada
pek çok şeyin hesabı sorulur. İşte şeylerden beşi de yukarıdaki hadiste
sayılan hususlardır. Kul, bunlardan sorgulanmadıkça yerinden ayrılamaz. Sorgu
ile ilgili tafsilat için Ölümden Sonra Diriliş isimli eserimize bakılabilir.[409]
523. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Ömer bin Hattab
Selmân-ı Fârisî'nin ziyaretine gitti. Selman ona bir yastık uzattı. Ömer ona,
"Bu nedir ey Ebû Abdullah?" diye sordu. Selman şu cevabı verdi:
Resûlullahın (s.a.v.)
şöyle buyurduğunu işittim:
"Bir Müslüman her
hangi bir Müslüman kardeşini ziyaret ettiğinde, eğer o kimse ziyaret edene
ikram ve hürmet olsun diye altına bir yastık [veya üzerine oturacağı birşey]
verirse, Cenâb-ı Hak onun günahlarını bağışlar."[410]
İzah
Konu ile ilgili bir
başka hadis de "Biri size ziyarete geldiğinde ona ikram edin"[411]
şeklindedir.
İnsanî özelliklerden
biri de misafirle, ziyaretçi ile ilgilenmektir. İster tanıdık olsun, ister
yabancı birisi olsun, ziyaret etme lütfunda bulunup gelen kişiye gereken değeri
göstermek, onunla ilgilenmek, imkan ölçüsünde ikramda bulunmak bir görgü
kaidesidir. Bunu Resûlullahın bir tavsiyesi olarak yapmak ise, aynı zamanda
sünnete uyma olduğundan, o hareketi ibâdete dönüştürür, sevaplı hale getirir.
Kendisine değer
verilen, hali hatırı sorulan, ilgilenilen, ikramda bulunulan, güler yüz
gösterilen ziyaretçinin ziyaret ettiği kişiye karşı sevgisi artar, ona daha
sıkı bağlanır. Kendisine değer verilmediği düşüncesine kapılan kimse ise o
şahsa karşı lakayd kalır, kırılır. Evet, Müslümanlar arasındaki sevgiyi
kuvvetlendirmesi bakımından, Peygamberimizin bu tavsiyesi çok ehemmiyetlidir.[412]
524. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah bir Cuma
gününde şöyle buyurdu:
"Muhakkak Allah bu
günü bayram kıldı. Kim Cuma namazına gelirse gusletsin. Yanında güzel koku
varsa, ondan sürünsün. Dişlerinizi misvaklaymız."[413]
İzah
Hadiste Cuma gününün
Müslümanlar için bayram kılındığı ifâde ediliyor ve Cuma namazı için camiye
gelenlerin gusletmek, güzel koku sürünmek, dişleri temizlemek gibi temizlik
hususunda dikkat etmeleri gereken hususlar nazara veriliyor. Çünkü Cuma gününde
camide pekçok Müslüman bir araya gelmektedir. Bir insan saçı başı dağınık,
kirli, üstü başı pis ve ağzında koku olduğu halde camiye gelirse, oradaki
Müslümanlara eziyet etmiş olur. Oysa dinimizde başkalarına eziyet etmek haram
kılınmıştır.[414]
525. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bana şöyle buyurdu:
"Ey Ali, her ne kadar
bağışlanmış isen de, onunla duâ ettiğinde bağışlanacağın bir duayı sana
öğreteyim mi?"
"Öğret"
dedim. Şöyle buyurdu:
"Yüce ve büyük olan
Allah'tan başka ilah yoktur. Kerim ve yüce olan Allah'tan başka ilâh yoktur.
Büyük arşın Rabbi olan Allah'tan başka ilâh yoktur."[415]
526. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Ben insanlardan,
örtünme âyetinin inmesinden ilk haberdar olan kişiyim. Örtünme âyeti indiğinde
Resûlullah (s.a.v.) bana "Hanımların yanına girme" dedi. O günden
daha zor bir gün başımdan geçmiş değil.[416]
İzah
Emir ve yasaklarında
tedriciliğini esas alan Allah, Medine devrine kadar kadınların giyimleri ile
ilgili her hangi bir hüküm göndermedi. Bu dönemde kadınlar arzu ettikleri gibi
giyindiler.
Tesettürle ilgili ilk
hüküm, Peygamberimizin Hz. Zeyneb binti Cahş ile evlilik gününde indi. Düğün
ziyafetine davet edilen misafirler gruplar halinde gelip yemeklerini yediler,
bir müddet sohbet ettikten sonra da kalkıp gittiler. Fakat üç kişi bir türlü
kalkmadı, sohbetlerine devam ettiler. Sohbetin uzamasından sıkılan
Peygamberimiz (s.a.v.), kalkmaya hazırlanan tavırlar takınarak onlara artık
ayrılma vaktinin geldiğini hatırlatmaya çalıştı. Ancak onlar bunu anlamadılar
ve sohbetlerine devam ettiler. Nihayet Resûlullah (s.a.v.) odayı terk etti.
Biraz sonra da Sahabîler kalkıp gittiler. Enes (r.a.) durumu haber vermek için
Peygamberimizin odasına girecekti ki, Resûlullah kapının perdesini
indiriverdi. Çünkü ilk tesettür âyeti inmişti. Ve âyette,
"Peygamberin
hanımlarından birşey isteyeceğinizde perde arkasından isteyin" buyuruluyordu.
Ayrıca kalkmakta
geciken Sahabîlerin tutumlarının da yanlış olduğu bildiriliyordu.
İşte izahını yaptığımız
hadiste Enes (r.a.) ilk tesettür âyetinin ne zaman indiğini bildiğini,
Peygamberimizin perdeyi indirmesinin ve kendisini hanımlarının yanına
girmekten men etmesinin çok ağır geldiğini ifâde etmektedir. Çünkü Enes (r.a.)
o ana kadar her hangi bir yasaklama olmadığından rahatlıkla mü'minlerin
annelerinin yanına girip çıkıyordu. O gün birden bireye yasakla muhatap olunca
âyet nazil olduğunu bilmediğinden "Acaba bir hata mı yaptım ki, Resûlullah
beni kadınların yanına girmekten men ediyor" diye düşündü. Mahcup oldu.
Tesettür âyetlerinin
inişi hususunda tafsilatlı bilgi için Hanımlara Fetvalar isimli eserimizin
213-217. sayfalarına bakılabilir.[417]
527. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Şüphesiz Allah Teâlâ
ümmetimin hata ile, unutarak ve zorlama karşısında işlediği günahları
affeder."[418]
İzah
Hadîsle üç şey
karşısında işlenen suçların affedileceğini, bu durumların mes'uliyeti
kaldıracağı bildirilmiştir. Bunlardan birincisi hatâdır. Hatâ, fiil veya
sözün, yapanın veya söyleyenin irâdesine aykırı olarak meydana gelmesidir. Bu
durumda mes'uliyet kalkar. Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadislerinde yanılma ile
işlenen suçun affedildiğini bildirmiştir.[419]
Meselâ yalan yere yemin etmek ağır mes'uliyet gerektiren birşeydir. Fakat
birşeyi yapmadığı halde yaptığını zannederek "Vallahi yaptım" diye
yemin eden kimse, bu yemininde mes'ul değildir. Bununla ilgili olarak Bakara
Sûresinin 225. âyet-i kerimesinde şöyle buyurulur:
"Allah, sizi
yanlışlıkla veya yanılarak ettiğiniz yeminlerden dolayı mes'ul tutmaz."
Mes'uliyeti kaldıran
bir diğer husus da unutkanlıktır. Meselâ unutarak orucunu yiyen ve vaktinde
namazını kılmayı hatırlayamayan, bundan dolayı mes'ul değildir. Unutan kimse
hatırlayana kadar tekliften muaf tutulmuştur. Peygamberimiz (a.s.m.) bir başka
hadislerinde bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Kim uyur veya
unutur da namazını kılmazsa, onu hatırlayınca kılsın."[420]
Yalnız burada yatmadan
önce namaza kalkmak için gerekli tedbir alınmalıdır. Varsa saat kurulmalı,
uyumayan biri varsa ona tenbihte bulunulmalıdır. Namazı unutmamak için de
vaktinde kılmalıdır.
Hoşlanmadığı bir işi
yapmaya zorlanan kimse de o fiilinden veya sözünden dolayı günahkâr olmaz.
Ölümle veya bir uzvunun kesilmesiyle tehdit edilen kimse bu tehdit karşısında
şarap içse, domuz eti yese bir günah kazanmış olmaz. Zaruret olduğu halde şarap
içmeyen ve domuz eti yemeyen ve bu sebeple zarara uğrayan biri ise bu durumda
sevap kazanmış olmaz. Bilâkis mes'ul olur.
Fakat Allah'ı inkârla
ilgili bir zorlama böyle değildir. Allah'ı inkâra zorlanan birine her ne kadar
diliyle istenileni söylemesi için ruhsat verilmişse de, sabrederek şehid olması,
onun için büyük bir fazilettir.
Meşhur Sahabî Ammar
bin Yâsir'in (r.a.) hayatında geçen şu tablo, zorlamanın mes'uliyeti
kaldırmasına güzel bir misâldir.
İslâmın ilk
yıllarıydı. Müslümanlar, müşriklerin dayanılmaz işkenceleri altında inliyordu.
Yâsir ailesi de Allah ve Resulü yolunda,bu çileyi çekenlerdendi. Müşrikler Hz.
Yasir'e, hanımı Sümeyye'ye ve oğlu Hz. Ammar'a dinlerinden dönmelerini teklif
ediyorlardı. Fakat bu iman fedaileri hakta sebat ediyor, müşriklerin
tehditlerine ehemmiyet vermiyorlardı. Vahşî bir canavara dönüşen müşrikler
neticede Hz. Yâsir'i ve hanımı Sümeyye'yi şehid ettiler.
Sıra Hz. Ammar'a
gelmişti. Son olarak, "Muhammed'in dininden vazgeç" dediler.
Ammar'in gözü önünde babası ve annesi şehid edilmişti. Kendinin de kurtuluş çaresi
yoktu. Ya öldürülecek veya istediklerini söyleyip kurtulacaktı. İslâmiyete
daha fazla hizmet edebilmek için ikincisini tercih etti. Onların istediklerini
söylemek gerçi ölümden daha ağırdı, fakat Resulullaha kavuşmak için isteklerini
yerine getirdi. "Diliyle" dininden vazgeçtiğini bildirdi. Müşrikler
de onu serbest bıraktılar.
Hz. Ammar kalben
söylememişti, ama yine de endişeliydi. Kalbi tir tir titriyordu. Ellerinden
kurtulur kurtulmaz doğru Resulullaha koştu, gözyaşları içerisinde, "Helak
oldum, imanımı inkâr ettim, yâ Resulullah!" dedi. Hadiseyi olduğu gibi
anlattı.
Resulullah (a.s.m.),
"Kalbin
nasıl?" diyerek, sözle söylediklerine
kalbinin iştirak edip etmediğini sordu.
Hz. Ammar,
"Kalbim imanla doludur" dedi.
Bunun üzerine
Peygamberimiz Hz. Ammar'ın gözyaşlarını sildi sonra da onu rahatlatan şu
müjdeyi verdi:
"Ammar, tepeden
tırnağa imanla doludur. Şayet sana tekrar böyle işkenceler yaparlarsa, tekrar
aynı taktikle ellerinden kurtulmanda bir mahzur yoktur."
Hz. Ammar bu müjdeye çok
sevindi. Biraz sonra da onu rahatlatan Nahl Sûresinin 106. âyeti nazil oldu:
"Kalbi imanla dolu
olduğu halde inkâra zorlananlar müstesna kim iman ettikten sonra tekrar kâfir
olur ve gönül rızasıyla küfrü kabul ederse, öylelerinin üzerine Allah'tan bir
azap vardır. Onların hakkı pek büyük bir azaptır."[421]
Ancak, zaruret hali de
olsa, zorlama, yasakları ortadan kaldırmaz. Sadece ruhsat temin eder. Şarap
içmek, domuz eti yemek her zaman için haramdır. Fakat zor durumda olana ruhsat
verilmiştir.
Zorlamanın mes'uliyeti
kaldırması için bazı şartlar gereklidir. Bunlar:
1. Böyle birşeye maruz kalan kimsenin malı, canı yahut
da bir yalanı tehdit altında bulunmalıdır
2. Zorlayan kimsenin tehdit ettiği şeyi yapmaya gücü
yetmelidir. Eğer buna kadir değilse, zorlanan kimse de bunu biliyorsa o tehdide
itibar edilmez.
3. Zorlanan kimsenin, kalbine bir korku düşmelidir.
Fiili, bu korkunun tesiri altında işlemelidir. Böyle bir korku yoksa bunu
rızasıyla yapmış olur. Dolayısıyla mes'uliyetten kurtulamaz.
4. Kişinin zorlandığı fiil yasak veya zorlanan kimseyi
bir külfet altına sokmalıdır.[422]
528. Ebî Bekre (r.a.) rivayet ediyor:
Minberin üzerinde
Resûlullahı (s.a.v.) gördüm. Yanında Hasan bin Ali vardı. Resûlullah şöyle
buyurdu:
"Bu oğlum
seyyiddir. Allah onun eliyle Müslümanlardan iki büyük ordunun arasını ıslah
edecektir."[423]
İzah
Daha önceki hadislerde
de ifâde ettiğimiz gibi, Allah'ın bildirmesiyle Peygamberimiz (s.a.v.) pekçok
gaybî şeyden haber vermiştir. İşte bunlardan birisi de yukarıdaki haberdir. Bu
hadise aynen gerçekleşmiş, Hz. Hasan, dedesinin haber verdiği gibi Müslümanlardan
iki büyük ordunun arasını sulhetmiştir. Hadise şöyle gerçekleşmişti:
Hz. Ali'nin
şehadetinden sonra Müslümanların pekçoğu Hz. Hasan'a biat etmişti. Ancak
saltanat sebebiyle Hz. Ali ile savaşan Hz. Muâviye Hz. Hasan'a bîat etmedi. Şam
halkı da zaten halife olarak Hz. Muâviye'ye bîat etmişti. Müslümanlar arasında
birlik yine temin edilememişti. Yine savaş olacak, Müslüman kanı dökülecekti. Hz.
Hasan'ın halifeliğinin yedinci ayında iki ordu Medâyin'de karşı karşıya geldi.
Muâviye tarafında bulunan Amr bin Âs (r.a.), Hz. Hasan'ın ordusunu görünce şu
itirafta bulunmaktan kendini alamadı:
"Ben karşımda
öyle bir ordu görüyorum ki, karşısındaki orduyu yok etmedikçe geri
dönmez."[424]
Hz. Hasan Müslüman
kanı dökülmesini istemiyordu. Onun makamda, mevkide gözü yoktu. Zaten, ortaya
çıkan fitne sebebiyle Müslümanların İslâmiyete hizmeti bırakıp, birbirleriyle
savaşması kendini çok rahatsız ediyordu. Bugün eline büyük bir fırsat
seçmişti. İstese Muâviye'nin (r.a.) ordusunu mağlup ederek Müslümanları bir
bayrak altında toplayabilirdi. Fakat bu durumda Müslüman kanı akardı. Bunun
için Hz. Hasan böyle yapmayacak, büyük bir fedakârlık örneği göstererek, hilâfet
hakkından feragat edecekti. Müslümanlar böylece eski kuvvetine tekrar
kavuşacak, yeni yeni ülkeler fethedilecek, bir çok kimse İslâmiyetle
şereflenecekti.
Aslında Muâviye de
(r.a.) Müslüman kanı dökülmesini istemiyordu. O da sulh taraftarıydı. Hz.
Hasan'a elçi göndererek sulh teklifinde bulundu. Halifelik dâvasından vaz
geçtiği takdirde bütün tekliflerini kabul edeceğini bildirdi. Hz. Hasan da
bazı şartlar ileri sürdü. Bunlardan biri, Muâviye'nin kendinden sonra oğlu
Yezid'i veliahd tayin etmemesiydi. Çünkü, Müslümanların halifelerini
kendilerinin seçmelerini istiyordu.
Peygamberimizin
sevgili torununu bir diğer teklifinde de, fakirlere tasadduk için her yıl bir
miktar para gönderilmesini istiyordu. Muâviye bunları kabul etti. Böylece sulh
temin edildi. Hz. Hasan bundan sonra taraftarlarına hitaben bir konuşma yaptı.
Hilafetten vaz geçmesinin sebebini anlattı. Bu konuşmadan biraz sonra bütün
Müslümanlar Muâviye'ye (r.a.) biat ettiler. Hz. Hasan'ın konuşması şu
mealdeydi:
"Takvaya uygun
hareket etmek akıllılıktır. Fitne ve kötülük ise ahmaklıktan kaynaklanır.
Halifelik eğer benim hakkımsa, Müslümanların birliğini sağlamak ve kanlarının
dökülmesini önlemek için ben bu hakkımdan feragat
ediyorum. Yok benden daha layık birinin hakkı ise, devrederek gereğini yapmış
oluyorum."[425]
Hz. Hasan hilâfetten
feragat edince, bütün Müslümanlar Hz. Muâviye'ye biat ettiler. İslâm birliği
yeniden temin edildi. Bu sebeple bu yıla "Cemaat yılı" denildi.
Hz. Hasan Kûfe'ye
döndüğünde Ebu Amir ona, "Selam sana ey mü'minleri zillete düşüren"
dedi. Hz. Hasan, "Öyle söyleme ey Ebû Amir! Ben mü'minleri zillete
düşürmedim. Fakat saltanat uğruna onları öldürmek istemediğimden böyle
yaptım" karşılığında bulundu.[426]
529. Zeyd bin Erkanı (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Ali, Fâtima, Hasan ve Hüseyin'e (r.anhüm) hitaben,
"Sizinle
savaşanla ben de savaşırım, sizinle barış içerisinde olanla ben de barış
içerisinde olurum"
buyurdu.[427]
İzah
Elinizdeki kitapta da
yer vediğimiz gibi, Peygamberimiz çeşitli hadislerinde Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin'i övmüş, onlara sahip çıkmış, faziletlerine dikkat
çekmiştir. Bu hadislerinde de onlara savaş açana kendisinin de savaş açacağını bildirmiştir. Resûlullahın bu ve benzer sözlerini
söylediğinde şüphesiz muhataplardan kimsenin aklında onlara savaş açmak gibi
bir düşünce yoktu. Sahabîlerin hepsi bu Ehl-i Beyt mensuplarını çok
seviyorlardı.
Peygamberimiz istikbalde
meydana gelecek hadiseleri Allah'ın bildirmesiyle bildiği için bu sözlerle
istikbalde onların çeşitli zulümlere maruz kalacaklarını, onlara savaş
açılacağını, düşmanlık besleneceğini, hakaret edileceğini bildiriyor, bununla
hem onları teselli ediyor, hem de ümmetini bu noktada ikaz ediyordu.
Maalesef haber
verilenler aynen gerçekleşti. Hz. Ali ve Hz. Fâtıma, Resûlullahtan sonra çok
zor anlar yaşadı. Hz. Hasan hakaretlere maruz kaldı, zehirlenerek şehid
edildi. Hz. Hüseyin Kerbelâ'da feci bir şekilde aile fertleriyle birlikte şehid
edildi.[428]
530. Muâz bin Cebel (r.a.) rivayet ediyor
Resûlullah ile bir
seferde idik. Bir kişinin "Allahü ekber, Allahu ekber" dediğini
işitti.
"İslâm fıtratı
üzere" buyurdu.
Sonra o zât,
"Eşhedü enlâ ilahe illallah" dedi.
"Cehennemden
çıktı"
dedi. Sonra,
"Bakın, onu
bir keçi çobanı olarak veya bir avcı olarak bulacaksınız. Namaz vakti geldi, o
da ezan okudu" buyurdu.
Baktılar, onun bir
keçi çobanı olduğunu gördük.[429]
İzah
Tirmizî ve Müslim'deki
rivayetlerin baş tarafında şöyle bir açıklama vardır: "Resûlullah (s.a.v.)
düşmana sabah namazı vakti girdiğinde baskın yapardı. Sabah namazı vakti
girdiğinde iyice kulak verir, eğer ezan sesi duyarsa baskın yapmaz, duymazsa hücuma
geçerdi."
Askerî hareketlerde
başarının sırrı, büyük ölçüde âni baskına dayanır. Bunun içindir ki, savaşta
galibiyet için gerekli olan prensiplere azamî derecede uyan Resûlullah
(s.a.v.) bu harp taktiğine de hassasiyetle uymuş, sabahleyin, belde halkı
gaflet içerisinde iken ani baskınlarla düşmanı mağlup etmiştir. Ancak Müslümanların
da bulunabileceği ihtimali olan yerlerde hemen saldırıya geçmemiş, sabah
namazı vaktini bekleyerek ezan sesi dinlemiş, böylece yanlışlıkla
Müslümanların da ölmesinin önüne geçmiştir. Bu hadis de bunu ifâde etmektedir.
Peygamberimiz kendisi böyle davrandığı gibi, bir yere müfreze gönderirken,
birlik komutanına da şu emri vermiştir:
"Eğer
saldıracağınız yerde bir mescid görür, ya da ezan sesi işitirseniz, ora
halkından kimseyi öldürmeyiniz."[430]
531. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Hassan bin Sâbit'e hitaben,
"Müşrikleri
hicvet" buyurdu ve onun için,
"Allah'ım, onu
Cebrail ile kuvvetlendir" diye
duâ etti.
80 numaralı hadisin
izahına bakınız.[431]
532. Ebu'd-Derdâ (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah'a
imanla beraber şu beş şeyi yapan Cennete girer:
1. Abdesti güzel alarak, rükû ve secdesine dikkat ederek
beş vakit namazı kılmak.
2. Malının temiz kısmından zekâtını vermek.
3. Güç yetirebiliyorsa hacca gitmek.
4. Ramazan orucunu tutmak.
5. Emânete riâyet etmek."[432]
533. Süleyman bin Büreyde babası Büreyde'den (r.a.)
rivayet ediyor:
Bir kadın Resûlullaha
(s.a.v.) geldi ve "Ey Allah'ın Resulü, annem üzerinde oruç borcu olduğu
halde vefat etti" dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Annenin
yerine oruç tut"
buyurdu.[433]
İzah
Hadis, bir erkeğin suâli
olarak da gelmiştir. Ayrıca zikrettiğimiz kaynaklarda Peygamberimiz (s.a.v.)
suâl sorana,
"Annenin bir
borcu olsaydı ve sen onu ödeseydin, onun borcunu ödemiş olur muydun?" diye sorduğu, suâl sahibinin "Evet" demesi
üzerine de,
"Öyle ise
annene bedel oruç tut" buyurduğu
bildirilir.
Bu hadiste her ne
kadar ölü için oruç tutulabileceği ifâde ediliyorsa da, çeşitli hadislerde
bunun caiz olmadığı bildirilmiştir.
Oruç ve namaz gibi
ibâdetler, mükellef olan her Müslümanın yapması gereken şahsî farzlardır. Bir
Müslüman ancak farz olan namazını kılmakla namaz borcundan, Ramazan orucunu
tutmakla da oruç borcundan kurtulmuş olur. Başkaları bir insanın yerine o insan
hayatta iken namaz kılıp oruç tutamayacağı gibi, öldükten sonra da yapamazlar.
Peygamberimiz bir hadislerinde bu gerçeği şöyle ifâde eder,
"Hiç kimse başkası
adına oruç tutamaz; hiç kimse başkası adına namaz kılamaz. Ancak onun adına
yemek yedirebilir."
Hadiste geçen yemek
yedirme, Bakara Sûresinin 184. âyetinde açıklanan tutulamayan her oruç için her gün bir fakiri doyurabilecek kadar
yemek yedirmektir. Peygamberimiz başka bir hadislerinde bu meseleyi daha açık
bir şekilde şöyle ifâde etmişlerdir
"Bir Müslüman ölür de
üzerinde bir aylık oruç borcu kalırsa, yakınları, her gün bir fakiri doyurmak
üzere onun yerine yemek yedirsin."[434]
Peygamberimiz bir
hadislerinde de ölünün Ramazan orucunun kaza edilmeyeceğini, fakat oruç tutmayı
adamışsa, velisinin onun yerine adak orucunu kaza edeceğini ifâde etmiştir.[435]
Nitekim zikrettiğimiz kaynaklarda geçen hadiste de suâl soran hanımın
"Adak orucu borcu" var açıklamasında bulunduğu bildirilmiştir.
Hanefî, Şafiî ve Mâlikî
âlimleri, bu hadislerden hareketle ölünün yerine farz orucu tutulamayacağı
hükmünü vermişlerdir.
Başta Ahmed bin Hanbel
olmak üzere Hanbelîler, Tabiîn ve bâzı Sahabîler ise ölünün yerine oruç
tutulabileceği fikrini savunurlar. Delil olarak da izahını yaptığımız hadisi
zikr ederler:
Biz de âlimlerin
ekseriyetinin görüşünü tercih ederek ölü için oruç tutma yerine, fakirlere
sadaka verilmesinin daha uygun olacağını düşünüyoruz. Bununla beraber, ölenin
borcu yerine değil de, sevabı ölüye bağışlanmak üzere oruç tutulabilir.[436]
534. Ebû Musa (r.a.) rivayet ediyor:
"Müslüman bir kul
hasta olduğunda veya yolculuğa çıktığında sıhhatli iken veya yolcu değilken
yaptığı salih amellerin sevabının aynısı yazılır."[437]
751 numaralı hadise ve
izahına bakınız.[438]
537. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Şüphesiz ben de şaka
yaparım. Fakat şaka yaparken de ancak gerçek olanı söylerim."[439]
İzah
Peygamberimiz bir
hadislerinde de şaka yaparken yalan söylemeyen kişiye Cennetin ortasında bir
köşk verileceğine kefil olduğunu bildirmiştir.[440]
Evet, insan her zaman ciddi
olamaz. Bâzı zamanlar şaka da yapmalıdır. Çünkü yüce Allah, insanın fıtratına
gülmeyi, eğlenmeyi de koymuştur. Fakat şaka yapmak demek, gayr-i meşru, yalan
yanlış şeyler yapmak ve söylemek demek değildir. İşte insanlığa örnek olarak
gönderilen Sevgili Peygamberimiz, bu hususta da ümmetine en güzel ölçüyü
veriyor. Sözle şaka yaparken dahi doğruyu söylediğini ifâde ederek, ümmetinden
de böyle olmalarını istiyor. Şu iki hadise Peygamberimizin şakasına güzel bir
örnektir:
Dadısı Ümmü Eymen
(r.a.) bir gün Peygamberimizin huzuruna geldi ve "Bana bir binek temin
edin" ricasında bulundu.
Peygamber Efendimiz,
"Sana binek
olarak bir deve yavrusu vereceğim"
buyurdu.
Ümmü Eymen,
Resûlullahın ifâdesindeki inceliği anlayamadı. "Ey Allah'ın Resulü,
yavrunun beni taşımaya gücü yetmez. Hem ben deve yavrusu istemiyorum ki"
dedi. Peygamberimiz sözünü tekrarladı.
"Seni ancak
bir devenin yavrusuna bindireceğim" buyurdu.[441]
Evet, Peygamberimiz
şaka yaparken dahi hakikati söylüyordu. Her deve, bir başka deveden doğması
hasebiyle "deve yavrusu" değil miydi.
Bir defasında da yaşlı
bir kadın Resûlullaha gelerek "Dua et de Cennete gireyim" dedi.
Peygamberimiz
(s.a.v.),
"Yaşlı
kadınlar Cennete girmeyecek"
buyurdu.
Kadın üzüldü, ağlamaya
başladı. Peygamberimiz "Yaşlı kadınlar yaşlı olarak Cennete
girmeyecekler" buyurarak onu teselli etti.[442]
Peygamberimizin şaka
ile ilgili bir başka hadisi şöyledir:
"Ölçüsüz şaka
yapan hafife alınır."[443]
536. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah zamanında
fiyatlar yükseldi. Halk ona, "Yâ Resûlallah, bizler için fiyat ayarlaması
yap" dediler.
Resûlullah şöyle
buyurdu:
"Şüphesiz
ucuzlatıp pahalandıran, rızkı daraltan, genişleten Allah'tır. Ben Rabbime ne
ırz, ne de mal ile ilgili bir
haksızlığı
benden talep edecek kimse bulunmadığı halde kavuşmayı ümit ederim."[444]
İzah
Hadisin son kısmı İbni
Mâce'de "ne kan, ne de mal ile ilgili..." şeklindedir.
Yüce dinimiz bir fert
olsa dahi kimsenin hakkının zayi olmasını istemez. Bu itibarla, bir yandan
tüketicinin, diğer yandan da üreticinin, satıcının hakkını düşünür. Her ikisini
birden düşündüğü içindir ki, fiyatların resmî kanaldan ayarlanmasıyla üreticinin
ve satıcının hakkı zayi olacağından bunu hoş karşılamamıştır. Hattâ fıkıh kitaplarımızda
böyle birşeyin, yani fiyat ayarlamanın mekruh olduğu kaydı vardır. Evet,
İslâmiyette serbest piyasa hakimdir. Kâr için belirli bir yüzde yoktur.
Fiyatlar arz ve talebe, alıcı ve satıcının rızasına göre ayarlanır. Bu hadisten
de anlaşılacağı gibi, Peyamberimiz (s.a.v.) üreticinin malını satmak hususunda
bir fiyat tayin etmeyi ona yapılacak bir haksızlık olarak görmektedir.
Fiyat tayin etmeyerek
üreticinin hakkını koruyan dinimiz, tüketicinin hakkını ise güzel ahlâkı ve
takvayı emrederek, hileyi ve fahiş fiyatla mal satmayı yasaklayarak korur.
Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadislerinde,
"Müslümanlar
arasında aldatma olmaz. Bizi aldatan bizden değildir"[445]
buyurmuş; diğer bir
hadislerinde ise,
"Biriniz kendi
nefsi için arzu ettiği şeyi mü'min kardeşi için de arzu etmedikçe, kâmil bir
iman sahibi olmaz"[446]
buyurarak mü'minlere
şaşmaz bir ölçü vermiştir.
O halde kâmil bir
imânın sahibi olmak için yirmi dört saatimizin her saniyesinde aynı doğruluğu
ve titizliği göstermemiz hem dünya hayatımızın, hem de ebedî âlemimizin huzurlu
olması için şarttır. Peygamberimizin şu müjdesi alış verişinde ve
ticâretinde istikâmeti, doğruluk ve dürüstlüğü esas alan kimseleredir:
"Doğru sözlü ve
kendisine güvenilen tüccar ahirette peygamberler, sıddîkler ve şehitlerle beraber
olacaktır."[447]
Ancak günümüzde de sıkça
görüldüğü gibi, satıcılar insafsız davrandıkları, müşteriyi aldattıkları,
stokçuluk yaptıkları, fahiş fiyatla mal sattıkları, serbest piyasa hürriyetini
fertlerin zararına olacak şekilde kullandıkları zamanlarda ilgililer, fiyatlara
müdâhele edebilirler ve belirli bir fiyat koyabilirler. Böyle durumlarda artık
bu bir zarurettir ve caizdir. Çünkü bu durumda Müslüman halkın hukukunu koruma
ve aldatılmasını önleme söz konusudur.[448]
537. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"Ateşten
dolayı topukların vay haline."[449]
İzah
Zikrettiğimiz kaynakların
bâzılarında hadisin başında veya sonunda "Abdastinizi tam alınız"
ifâdesi vardır. Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'ye bir yolculuk esnasında
ayaklarını tam yıkamayan bâzı kimseleri görmüş ve onları ateşle tehdit
etmiştir. Bu tehdit sadece ayaklar için değil, yıkanması farz olan diğer
uzuvlar için de geçerlidir.[450]
538. Cerir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
"İslâm beş şey
üzere bina edilmiştir:
1. Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmek,
2. Namaz kılmak,
3. Zekât vermek,
4. Hacca gitmek,
5. Ramazan ayında oruç tutmak."[451]
539. Ebû Musa (r.a.) Resûlullahm (s.a.v.) şöyle buyurduğuna
rivayet ediyor:
"Rabbimin katından
bir melek geldi ve beni ümmetimin varışının Cennete girmesiyle onlara şefaat
etmem hususunda serbest bıraktı. Ben şefaati seçtim."
"Allah'a dua et,
beni şefaat edilenlerden kılsın" dedim.
Resûlullah (s.a.v.),
"Allah'ım, onu
şefaat edilenlerden eyle"
buyurdu.
Sonra bir başkası,
sonra bir başkası istedi. Sonra bir başkası aynı şeyi istedi. Bu söyleyenler
çoğalınca Resûlullah şöyle buyurdu:
"Şefaatim, 'Allah'tan
başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şahitlik edenler
içindir."[452]
Tirmizi'de Ebû
Musa'nın (r.a.) talebi yer almamaktadır. Ayrıca hadisin son kısmı,
"Bu şefaat
Allah'a ortak koşmadan ölenleredir" şeklindedir.[453]
540. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Üç kişi bir arada
iken iki kişi başbaşa verip gizli olarak konuşmasın."[454]
İzah
Sünnet-i seniyye
edebtir. Sünneti terk eden edebi terk etmiş olur. Resûlullahın bu sünneti de
ihmal edilen son derece önemli bir adaptır. Çünkü başkalarının
yanında iki kişinin "fiskos" şeklinde gizlice konuşması, diğerlerini
rahatsız eder, üzer. Nitekim hadisin Tirmizî'deki rivayetinde,
"Bu hareket
üçüncü kişiyi üzer" ilâvesi
vardır.[455]
541. Ebû Bekre (r.a.) Resülullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
işittiğini rivayet ediyor:
"Ya ilim öğreten, ya
ilim öğrenen, ya dinleyen veya bunları seven ol. Sakın beşincisi olma! Yoksa
helak olursun."[456]
542. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
Bir seferde Resûlullah ile
beraberdik. Medine'ye yaklaştığımızda ben eve gitmekte acele etmek istedim.
Resûlullah şöyle buyurdu:
"Yavaş,
kocalarını bekleyen kadınlar ustura kullansın, dağınık olan saçlarını
tarasın."[457]
İzah
Câbir bin Abdullah'ın
(r.a.) rivayet ettiği bir başka hadiste de Resülullahın yoldan gelen birinin
ailesinin yanına geceleyin girmesini çirkin gördüğü bildirilmiştir.[458]
İzahını yaptığımız
hadiste yasağın hikmeti de açıklanmaktadır. O da ailevî huzuru temine
yöneliktir. Evet, uzun zaman ailesinden uzak kalan bir kimse, aniden gelirse,
onu çirkin bir kıyafetle, temizliği ihmal etmiş bir vaziyette bulabilir. Bu da
eşiden nefret etmesini yol açabilir. İşte Peygamberimiz yukarıdaki ikazı böyle
bir tatsızlığa meydan verilmemek içindir.[459]
543. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
Hayber gününde
Resûlullah (s.a.v.) bir adamı (keşif için) önden göndermek istedi. Adam korktu.
O sırada Muhammed bin Mesleme Resûlullaha gelerek söyle dedi:
"Yâ Resûlallah.
Ben bu günkü gibi acı bir gün görmedim" sonra da ağlamaya başladı.
Resûlullah (sa.v.) şöyle buyurdu:
"Düşmanla
karşılaşmayı arzulamayınız. Allah'tan sağlık ve afiyet dileyiniz. Çünkü siz
düşman eliyle başınıza neyin geleceğini bilemezsiniz. Düşmanla
karşılaştığınızda, 'Ey Rabbim, bizim de, onların da Rabbi Sensin. Bizim perçemimiz
Senin kudret elindedir. Onları öldürecek olan ancak Sensin' diye duâ edin.
Sonra da yere oturun. Sizi kuşattıklarında doğrulup tekbir getirin."
Resûlullah sonra şöyle
buyurdu:
"Yarın öyle birini
göndereceğim ki, o Allah ve Allah'ın Resulünü sever; Allah ve Resulü de onu
sever. O, düşmandan yüz çeviren, kaçan birisi de değildir."
Resûlullah ertesi gün
Ali'yi çağırdı. Onun gözleri şiddetle ağrıyordu.
Resûlullah (s.a.v.),
"Haydi,
yürü!" buyurdu. Ali, "Ey
Allah'ın Resulü, görüyorsun ki, ayaklarımın bastığı yeri dahi göremeyecek bir
haldeyim" dedi. Resûlullah (s.a.v.) onun gözüne tükrüğünü koydu; onun için
sancak bağladı ve ona verdi.
Ali, "Ey Allah'ın
Resulü, ben neyi gerçekleştirmek üzere onlarla savaşacağım" dedi.
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Allah'tan başka ilâh
olmadığına ve benim Allah'ın Resulü olduğuma şehadet edinceye kadar onlarla
savaş. Bunu söylediklerinde canlarını ve mallarını benden kurtarmış olurlar.
Bunu samimî olarak söyleyip söylemediklerinin hesabı ise Allah'a aittir."[460]
İzah
134 numaralı hadisin
izahında Hayberin fethi üzerinde durmuştuk. Bu hadis, konu hakkında biraz daha
tafsilat veriyor.
Hadiste geçen Muhammed
bin Mesleme'nin (r.a.) kardeşi Mahmud bin Mesleme (r.a.) Hayber muhasarasında
şehid düşmüştü. Muhammed bin Mesleme'nin üzüntüsünün ve ağlamasının sebebi
buydu. Bunun için de bir an önce düşmanla karşılaşmak istiyordu. Peygamberimiz
onun şahsında bütün Müslümanlara,
"Düşmanla
karşılaşmayı arzulamayın"
buyurdu.
Hadisin bu kısmı ile
ilgili olarak şöyle bir rivayet de vardır:
"Düşmanla
karşılaşmayı temenni etmeyin; Allah'tan afiyet isteyin. Ama onlarla
karşılaştığınız vakit de sabredin! Bilin ki Cennet kılıçların gölgesi
altındadır.[461]'
Peygamberimizin
(s.a.v.) "Düşmanla karşılaşmayı istemeyin" emri, bu temenninin
böbürlenmekten, nefse güvenmekten kaynaklanabileceği içindir.
Bir diğer husus, bu durumda
düşman hafife alınarak tedbir elden bırakılacağı içindir. Nitekim Hayber'in
fethinden sonra gerçekleşen Hüneyn Savaşı'nda böyle olmuştu. Çokluklarına güvenen
ve bunu dilleriyle ifâde eden mü'minler, savaşın başlangıcında bozguna
uğramışlar, fakat Peygamberimizin düşman karşısındaki sebatı karşısında
yeniden toparlanmışlar, ardından Allah'ın yardımı yetişmiştir. Evet,
Müslümanlar ne kadar kuvvetli olurlarsa olsunlar, sayıları ne kadar fazla
olursa olsun, buna değil, Allah'ın yardımına güvenmeli ve Ona tevekkül
etmelidirler. Hadiste geçen Peygamberimizin savaş anında yapmayı tavsiye ettiği
duâ da bunu ifâde eder. Evet, şöyle tarih sayfasına bir bakılırsa, savaşların
pek çoğunun sayıca veya kuvvetçe üstün olunduğu için değil, Allah'ın
yardımıyla kazanıldığı rahatlıkla görülür.
Peygamberimizin
(s.a.v.) "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin" buyurmasının bir
diğer sebebi de neticenin belli olmamasıdır. Savaşın Müslümanlar aleyhine
neticelenmesi de mümkündür. Bu sebeple düşmanla karşılaşmak temennî
edilmemelidir. Ancak karşılaştıktan sonra da artık sebat etmek, harpten kaçmamak
icap eder. Zaten savaştan kaçmak oüyük günahlardandır.
Hadis,
"O Allah ve
Allah'ın Resulünü sever; Allah ve Resulü de onu sever. O, düşmandan yüz
çeviren, kaçan birisi de değildir" ifadeleriyle Hz. Ali'nin faziletini de nazara veriyor.
Ayrıca fethin
gerçekleşeceği bir mucize olarak önceden bildiriliyor. Resûlullah (s.a.v.)
fethin gerçekleşeceğini kardeşi şehid edilen Muhammed bin Mesleme'ye
müjdelemiş, şöyle buyurmuştu:
"Ey Muhammed bin
Mesleme. Müjde, yarın inşaallah kardeşini öldüren öldürülecek ve Yahudi
savaşçıları dönüp kaçacaklardır."[462]
Peygamberimizin haberi
aynen gerçekleşti. Hz. Ali'nin eliyle Hayber fethedildi. Mahmud bin Mesleme'nin
(r.a.) katili de öldürüldü.[463]
544. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha turfanda
bir meyve getirildiğinde, onu kabul eder veya
gözüne sürer, sonra da orada bulunan çocukların
en
küçüğüne verirdi.[464]
İzah
Turfanda sebze,
herhangi bir meyvenin o yıl ilk defa hasad edilmesidir. Hadiste geçen "onu
kabul eder veya gözüne sürer" ifâdesindeki tereddüt, râvi Hz. Abdullah
(r.a) aittir.
Tirmizi'de Resûlullahın
(s.a.v.) kendisine turfanda sebze getirildiğinde şöyle duâ ettiği bildirilir:
"Allah'ım,
bizim için meyvelerimizi bereketli kıl, şehrimizi mübarek kıl, ölçü ve
tartımızı mübarek kıl."[465]
545. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.) Eşeccü
Abdulkays'a şöyle buyurdu:
"Sende
Allah'ın sevdiği iki sıfat var: Hilim ve teenni"[466]
İzah
Ebû Dâvud'daki
rivayette, Resûlullahın (s.a.v.) bu iltifatına muhatap olan Eşeccü Abdülkays'ın
"Allah ve Resulünün sevdiği iki haslet üzere beni yaratan Allah'a hamd
olsun" dediği kayıtlıdır.
489 ve 490 numaralı
hadislerde hilim üzerinde açıklama yapmıştık. Burada teennî üzerinde
duracağız.
Teenni, önünü sonunu
düşünerek, ağırbaşlılıkla hareket etmek demektir. Teennî, bu yönüyle başarının
temelidir. Çünkü dünya işleri bâzı ön hazırlıklar ister, düşünmeyi, sağlam
karar vermeyi gerektirir. Bunlar ihmal edildiğinde netice alınmaz. Bunun
içindir ki, Sevgili Peygamberimiz, daha bir çok hadislerinde teennî üzerinde
durmuştur. Meselâ bir hadislerinde teenninin peygamberliğin yirmi dört
parçasından bir parça olduğunu bildirmiş,[467] bir
başka hadislerinde ise teenninin Allah'tan, acele etmenin ise şeytandan
olduğunu nazara vermiştir.[468]
Ancak hemen ifâde
edelim ki, acelenin çirkin görülmesi, dünya işlerine yöneliktir. Uhrevi
işlerde acele etmek ise çirkin görülmek şöyle dursun, bilhassa teşvik
edilmiştir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) dünya işlerinde acele
davranmamanın, âhirete âit amellerde ise acele davranmanın daha hayırlı
olduğuna dikkat çekmiştir.[469]
Evet, hayır yapma,
ibâdet etme gibi âhirete yönelik işlerde acele edilmelidir. Çünkü aynı fırsat
bir daha ele geçmeyebilir. Diğer taraftan, hayırlı işlerin başta nefis ve
şeytan gibi çok muzur manileri vardır. Nefis ve şeytan mü'minlere yapacakları
hayır hasenat ve ibâdetleri önce erteletmek, sürüncemede bırakmak, sonra da
yaptırmamak için elinden gelen gayreti gösterir. Bilhassa farz olan amellerde
yavaş davranılırsa ve ileride de o borç kaza edilerek yerine getirilmezse, kişi
mes'ul olur.
Burada bir hususa daha
açıklık getirelim: İbâdetleri vaktinde yapmak için uhrevî işlerde acele etmek
övülmüştür. Yoksa ibâdetleri alel acele bitirmek övülmemiştir. Böyle aceleyle,
üstün körü olarak yapılan ibâdetlerin kabul edilip edilmeyeceği de şüphelidir.
Peygamberimizin övdüğü
Eşeccü Abdülkays'ın asıl ismi Münzir bin Aîz'dir (r.a.).[470]
546. Cerir bin Abdullah (r.a.) rivayet ettiğine göre, kendisi,
Resülullahın (s.a.v.) yanına gitmişti. O sırada Resülullah (s.a.v.) insanlarla
dolu bir evde bulunuyordu. Cerir kapıda ayakta durdu. Bunun üzerine Resûlullah
sağa, sola baktı, Cerir'in oturacağı bir yer bulamadı. Bunun üzerine hırkasını
toplayıp ona attı ve,
"Al bunun
üzerine otur" buyurdu.
Cerir Resûlullahın
hırkasını göğsüne bastırdı, öptü, geri verdi ve şöyle dedi:
"Ya Resûlallah,
sen bana nasıl değer verdinse, Cenâb-ı Allah da sana öyle değer versin."
Bundan sonra
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Bir toplumun
büyüğü yanınıza geldiğinde ona değer verin."
163 numaralı hadisin
izahına bakınız.[471]
547. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
"Her peygamberin bir
havarisi vardır. Benim havarim de halamın oğlu Zübeyr bin Avvam'dır."[472]
İzah
Müslim'deki rivayet
şöyledir:
"Her
peygamberin bir havarisi vardır. Benim de havarim Zübeyir'dir."
Havârî, yardımcısı
demektir. Peygamberimiz bu hadislerinde Hz. Zübeyr'i yardımcısı olarak
vasıflandırmıştır. Hz. Zübeyr, İslama genç yaşta gönül veren ilk
bahtiyarlardandı. Bir hadiste toplu olarak Cennetle müjdelen on Sahabîden
birisidir. Hadiste de ifâde edildiği gibi, Peygamberimizin halasının, yani Hz.
Safiyye'nin oğludur.
Hz. Zübeyr, Müslüman
olduğu için bizzat amcası tarafından dayanılmaz işkencelere maruz kalmış, fakat
"Amca, artık ebediyyen küfre girmem"[473]
diyerek inancından zerre kadar taviz vermemiştir.
Hem Habeşistan'a, hem
de. Medine'ye hicret ederek iki hicret sevabı birden kazanan Hz. Zübeyr,
Peygamberimizle (s.a.v.) katıldığı savaşlarda çok büyük kahramanlıklar
göstermiştir. Kendi ifadesiyle vücudunda yara almayan hiç bir yer kalmamıştır.[474]
Zübeyr (r.a.) Hz. Ömer
devrinde fetih ordularını kumanda ederek de İslâmiyete büyük hizmetlerde
bulundu.
Cemel Savaşında, harp
meydanından çekildiği bir sırada şehid edildi. Allah ondan razı olsun.[475]
548. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha, "Ya
Resûlallah, Cennette hanımlarımıza cinsî yönden yetişebilecek miyiz?"
denildi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Kişi bir
günde yüz bakireye yetişebilecektir" buyurdu.[476]
549. Ebû Cüheyfe (r.a.) rivayet ediyor:
"Resûlullah ile
beraber Veda Haccında haccettik. Dönünceye kadar farz namazları ikişer rekat
olarak kıldık."
49 ve 101 numaralı
hadislere bakınız.[477]
550. Amr bin Ebî Seleme (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın yanına girdim.
Onunla beraber yemek yedim. Şöyle buyurdu:
"Allah'ın
ismini an. Sağ elinle ve önünden ye."[478]
551. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Müslümanlardan bir
grup Resûlullaha (s.a.v.) gelerek, "Ya Resûlallah, zenginler yüksek
dereceleri alıp götürdüler" dediler.
Resûlullah,
"Nedir
o?" diye sordu.
Onlar, "Zenginler
de bizim gibi namaz kılıyorlar, bizim gibi oruç tutuyorlar, bizim gibi hacca
gidiyorlar. Fakat onlar sadaka veriyor, bizler ise veremiyoruz" dediler.
Bunun üzerine
Resûlallah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Ben size bir şey
öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişip, sizden sonrakileri de geçesiniz.
Hem sizin yaptığınızı yapmadıkça hiç kimse sizi geçemesin? Her namazdan sonra
otuz üç defa 'Sübhanallah,' otuz üç defa 'Elhamdülillah,' otuz dört defa
'Allahü ekber' dersiniz."
Bu haber zenginlere
ulaştığında onlar da bunu söylediler, bunun üzerine fakirler tekrar gelerek
Resûlullaha durumu bildirdiler. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Bu Allah'ın
fazlıdır, onu dilediğine verir."[479]
İzah
Müslim'deki rivayette,
zeginlerin de bu sözleri söyledikleri yer almamaktadır.
Hadis, namaz
tesbihatının ehemmiyetini ve faziletini ifâde etmektedir. Gerçekten de namaz
tesbihatını yapmak, son derece sevaplı bir ibâdettir.
Günboyu verilen işi
canla, başla yapan işçi, akşam olunca işverenin yanına gider, hak etmiş olduğu
ücretini gönül rahatlığı içinde ister. Bu işçinin ücretini isteyip almadan
gitmesi düşünelemez. Bir ay müddetle çalışan memur da maaşını çalışmış olduğu
kuruluşun muhasebesinden ister ve alır. Memurun da maaşını istememesi
düşünelemez.
Günde beş vakit
namazını ihlâsla yerine getiren mü'min de namazın sonunda yapmış olduğu
tesbihat ve duâ ile Rabbinden bir çeşit mükâfaat ve ücretini istemektedir.
Sübhanallah, elhamdülillah ve Allâhüekber gibi mübarek kelimelerle Yüce
Allah'ı teşsbih, sena ve tazim ederken, arada getirmiş olduğu salavatlarla da
Resul-i Ekreme muhabbet ve selâmını göndermektedir. Hem Cenâb-ı Hakkın
yardımını, hem de Peygamberimizin şefaatini dilemektedir. Daha sonra yapmış
olduğu duâ ile bir kul olarak aczini, zaafını, ihtiyaçlarını dile getirmekte,
bütün bunları Kâinat Sahibinden istemektedir.
Ayrıca namazlardan
sonra yapılan tesbihat, birçok mühim ve ulvî zikir kelimelerinin tekrarına
vesile olması bakımından çok sevaplı bir sünnettir. Bir nevi namazın hatimesi
ve en güzel surette bitirme şeklidir. Bu teşbihleri bizzat Peygamberimiz
devamlı surette yaptığı gibi, bizlere de faziletini bildirerek tavsiye
etmiştir. Bu hususta başka bir hadis-i şerif şu mealdedir:
"Bir kimse her namazın
sonunda otuz üç defa sübhanallah, otuz üç defa elhamdülillah, otuz üç defa da
Allâhü ekber derse, bunların tamamı doksandokuz eder. Yüzüncü olarak da Lâ
ilahe illallâhü vahdehu lâ şerîke leh. Lehü'l-mülkü velehü'l-hamdü ve hüve ala
külli şey'in kadîr=Allah'tan başka ilâh yoktur. O birdir, ortağı yoktur. Mülk
Onundur ve hamd Onadır. Onun her şeye gücü yeter' derse, günahları denizin
köpüğü kadarda olsa affolunur."[480]
Bediüzzaman,
tesbihatta "Sübhanallah, elhamdülillah, Allahü ekber" denilmesinin
hikmetiyle ilgili olarak meâlen şöyle der:
Namazın mânâsı,
Cenâb-ı Hakkı tesbih, tazim ve şükürdür. Yani, büyüklüğüne karşı, dil ile ve
hareketle "sübhanallah=Allah
her türlü
kusur ve noksandan uzaktır" deyip takdîs etmek; hem, kemâline karşı lafzen
ve amelen, "Allâhü ekber=Allah en büyüktür, en yücedir" deyip
büyültmek; hem cemâline karşı, kalben ve lisânen ve bedenen
"elhamdülillah=Ezelden ebede her türlü hamd, şükür ve övgü Allah'a
mahsustur" deyip, şükretmektir. Demek tesbih, tekbir ve hamd, namazın
çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın hareketlerinde ve
zikirlerinde, bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem, ondandır ki, namazdan
sonra, namazın mânâsını kuvvetlendirmek için şu mübarek kelimeler, otuz üç
defa tekrar edilir. Namazın mânâsı, şu özetlerle kuvvetlendirilir.[481]
Peygamberimiz (a.s.m.) bir
diğer hadislerinde de namazdan sonraki tesbihatın faziletini ifâde etmiş,
devamında ise bizi şöyle ikaz etmiştir:
"Herhangi
biriniz namazda iken şeytan gelir ve namazdan dönünceye kadar 'Falan işi
hatırla, filan işi hatırla' der. Bu yüzden tesbih çekmeyi belki yapamaz."[482]
552. Muaz bin Cebel (r.a.) rivayet ediyor:
"Haklı olduğu
halde münakaşayı terk eden kimseye Cennetin kenarlarında bir köşk; şaka
yaparken yalan söylemeyen kişiye Cennetin ortasında bir köşk; ahlakı güzel
olana
da Cennetin en yüksek yerinde bir köşk verileceğine
ben kefilim."[483]
553. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Bıyıklarınızı
kısaltın, sakalınızı uzatın."[484]
İzah
Bir başka hadiste ise
bıyığı kesmenin, sakalı uzatmanın fıtrattan oluğu bildirilmiştir.[485]
Hadisler,
Müslümanların yüzlerine verecekleri şekli açıklamaktadır. Bu şekil, bıyıkların
kesilmesi, sakalın ise bırakılmasıdır. Bir başka hadiste bunun sebebi olarak,
"Yahudilere
benzemeyin" buyurulmuştur.
Bir başka rivayet
"Müşriklere benzemeyin" şeklinde gelmiştir.
Bıyıkları kesmek sünnet
olmakla birlikte kesmenin şekli hususunda âlimler arasında farklı görüşler
vardır. İmam-ı A'zam ve üç talebesine göre bıyıkların tamamen kazınması,
kısaltılmasından daha faziletlidir. İmam Mâlik'e göre ise bıyıkların kökten
tıraş edilmesi yasaktır.
İmam Şâfii'den ise bu
konuda kesin bir hüküm rivayet edilmemiştir.
Yukarıdaki hadis
bıyıkların dipten kesilebileceğine işaret etse de, başka hadisler bıyıkların
kökten kesilmeyip sadece düzeltilmesi gerektiğini açıklar. Meselâ bıyıklarla
ilgili bir hadiste,
"Bıyığından
almayan bizden değildir"
buyurulmuştur.[486]
Bıyıktan almak, kökten
kesmek demek değildir.
Abdullah bin Abbas'ın
(r.a.) rivayet ettiği bir başka hadis ise şöyledir:
Resûlullah bıyığından keser
ve şöyle derdi:
"Halîlü'r-Rahmân
İbrahim de (a.s.) böyle yapardı."[487]
Bıyığın kökten
kesilmeyip altan düzeltileceği ile ilgili bir başka rivayet ise şöyledir:
"Resûlullah
(s.a.v.) bıyığın altına mısvağı koyarak üzerinden çıkan kısmı makasla
kesti."
Sakala gelince:
Hadiste geçen
"Sakalınızı uzatın" emri, başı boş bir şekilde uzatın demek değildir.
Hadiste, düzenli bir şekilde uzatmak kastedilmektedir. Nitekim Abdullah bin
Amr (r.a.) Resûlullahın sakalını eninden ve boyundan aldığını bildirir.[488]
Bâzı âlimler, sakalın ne
kadar uzatılacağı ile ilgili bir sınır koymazlarken, dikkat çekecek kadar
fazla uzatmayı da hoş karşılamazlar. Meselâ İmam Mâlîk'e göre sakalın çok
uzatılması mekruhtur.
Hz. Ömer ise sakalın
bir tutamı geçmemesi gerektiğini söyler. Ebû Hüreyre (r.a.) ve Abdullah bin
Ömer'in (r.a.) sakallarını avuçlayıp bir tutamdan fazlasını kestikleri
bildirilmiştir.[489]
554. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Cennet ehli Cennete
tüysüz, genç, beyaz tenli ve kara gözlü olarak girecekler. Yaşları otuz üç,
boyları Hz. Âdem (a.s.) gibi altmış arşın vücutlarının genişliği ise yedi arşın
olacaktır."[490]
Müsned'deki rivayette
"saçları dalgalı" ilâvesi vardır.[491]
555. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Vasiyet
yapmamak dünyada büyük bir kusur, âhirette ise ateş ve rezil rüsvay
olmaktır."[492]
İzah
Vasiyet, kelime olarak
emir, bir işi birisine ısmarlamak demektir. Dînî bir tabir olarak
kullanıldığında, bir malı veya her hangi bir faydayı ölümünden sonra geçerli
olmak üzere başkasına vermek mânâsına gelir. Meselâ, "Ben öldüğüm zaman şu
malım falan kişiye veya kuruluşa verilsin veya filan gelirim şu hayır yoluna
tahsis edilsin" gibi....
Vasiyetin çeşitleri
vardır. Birincisi vacip olan vasiyetlerdir. Kişinin yanında bulunan emanetlerin
verilmesi veya senedi olmayan borçların ödenmesi için vasiyet etmesidir. Ölümün
ne zaman geleceği bilinmediğinden, emânetlerin ve senetleri olmayan borçların
vasiyet edilmesi vaciptir. Peygamberimiz bir hadislerinde bununla ilgili olarak
şöyle buyurur:
"Vasiyet edilecek
birşeyi bulunan bir Müslümanın, vasiyeti yanında bulunmadıkça iki gece
geçirmesi doğru değildir."[493]
Ayrıca, üzerinde yemin
ve oruç keffâreti bulunanların, zekât borcu olanların bıraktıkları maldan bu
borçlarının ödenmesini; namaz borcu olanların kılamadıkları namazların yerine
fidye verilmesini, hac borcu olanların yerlerine hacca gidilmesini vasiyet etmeleri,
vacip kısmın içinde değerlendirilir.
İzahını yaptığımız
hadis de vacip olan bu tür vasiyetler içindir. Kişinin gerek insanlara, gerekse
Allah'a olan borcunu bildirmeden vefat etmesinin kusur olduğu, âhirette ateş
ve rüsvaylık olacağı açıktır.
Vasiyetin bir diğer
çeşidi müstehap olan vasiyetlerdir. Vasiyet edebilecek kadar maddî durumları
müsait olan kimselerin, vârislerini başkalarına muhtaç bir vaziyette
bırakmamak şartıyla vasiyette bulunmaları müstehaptır. Yani farz ve vacibin
dışında kalan sevapli işlerdendir. Çünkü, vasiyet yardımlaşma esasına dayanan
malî ibâdetlerden birisidir. Servetinin bir kısmını mîrasçılarına bırakan
kimse, bir kısmının da fakirlere, zayıflara, yetimlere veya hayır
müesseselerine ayrılmasını vasiyet ederek dünyaya gözünü kapaması manevî bir
kazanç kapısıdır. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak, rahmetinin eseri olarak
kuluna, ölüm ânında malının üçte birinde tasarruf etme selâhiyeti vermiştir.
Bir hadiste buna işaretle şöyle buyurulur:
"Cenâb-ı Hak, size,
amellerinizi artırmak için mallarınızın üçte birini vefatınız zamanında vasiyet
etme selâhiyeti verdi."[494]
Bir de mekruh olan
vasiyetler vardır. Aldıklarını içki, kumar ve benzeri yerlere harcayacak
kimselere yapılan vasiyetlerdir. Şâfiîlere göre, böyle kimselere yapılan
vasiyetler haramdır. Çünkü böyle sefih kimselerin ellerine geçen parayı gayr-i
meşru yollara harcayacakları bellidir.
Cenaze namazını filan
kimsenin kıldırmasını, cenazenin filan yere naklini, şu veya bu renk bir
kumaşla kefenlenmeyi, istediği yere defnedilmeyi, vefatı için ağlamayı,
kabrinin yapılmasını vasiyet etmek ise mekruhtur.
Vasiyet hakkında geniş
bilgi için Ölüm Cenaze Kabir ve Büyük İslâm İlmihali isimli eserlerimize
bakılabilir.[495]
556. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah hayır dilediği
kimseyi dinde ince anlayış sahibi yapar."[496]
İzah
Başka bir rivayette
"Doğru yolunu kendisine ilham eder" ilâvesi vardır.
Hadis, ilim sahibi
olmanın faziletini bildirmektedir. Diğer taraftan, dinde ince anlayış sahibi
olmanın sadece okuyup öğrenmekle değil, ilmi verenin gerçekte Allah olduğunun
şuurunda olmak gerektiği nazara verilmektedir.
Hadis, "Kim din
ilimlerini öğrenme hususunda gayret göstermezse, hayırdan mahrum kalır"
mânâsını da ders verir.[497]
557. Ebû Hüreyre (r,a.) rivayet ediyor:
"Kim Müslümanların
gelip geçtiği yol üzerine abdest bozarsa Allah'ın, meleklerin ve bütün
insanların laneti onun üzerine olsun."[498]
İzah
Bâzı yerler vardır ki,
oralara abdest bozmak çok çirkin bir davranıştır. Ümmetine adabın en
inceliklerini öğreten Peygamberimiz (s.a.v.) abdest bozmanın çirkin olduğu
yerleri de bildirmiştir. Hadiste bu yerlerden birisi açıklanmıştır. Bununla
ilgili başka hadisler de vardır. Meselâ biri şu mealdedir:
Resûlullah (s.a.v.),
"İki mel'undan
sakının" buyurdu.
Sahabîler, "Ya
Resûlallah, iki mel'un kimdir?" diye sordular.
Resûlullah (s.a.v.),
"İnsanların
gelip geçtikleri yol üzerine veya gölgeliklerine abdest bozanın yaptığı
iştir" buyurdu.[499]
Bu ve buna benzer hadisler,
dinimizin çevre temizliğine verdiği önemi göstermesi bakımından mühimdir.[500]
558. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam Resûlullaha
(s.a.v.) gelerek, "Babam çok yaşlı. Haccetmeye gücü yetmiyor. Onun yerine
haccedebilir miyim?" diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.),
"Evet, babanın
yerine haccet"
buyurdu.[501]
İzah
Dinimizde ibâdetler üç
gruba ayrılır:
1. Bedenle yapılanlar: Namaz kılmak, oruç tutmak, Kur'ân
okumak gibi.
2. Mal ile yapılanlar: Zekât ve sadaka vermek, fitre
vermek, kurban kesmek gibi.
3. Hem mal, hem de bedenle yapılanlar: Hac ibâdeti gibi.
Birinci gruba giren ibâdetlerde vekâlet caiz değildir. Yani bir kimse başkasının yerine namaz kılamaz, oruç tutamaz,
Kur'ân okuyamaz. Ancak bu ibâdetleri yapanlar, bunun sevabını başkasına
bağışlayabilirler.
Zekât sadaka gibi
ikinci gruba giren ibâdetlerde vekâlet caizdir.
Hac gibi, hem mâlî,
hem de bedenî ibâdetlerde vekâletin caiz olabilmesi için ölüm, devamlı
hastalık, yaşlılık, kadın için mahreminin bulunmaması gibi engellerin olması
gerekir. Bunun dışında olup hac ibâdetini bizzat yerine getirebilecek kimseler
için vekâlet caiz değildir.
İzahını yaptığımız
hadis, yaşlı birisinin yerine vekâletin caiz olduğunun delillerindendir.
Hacda vekâlet ile ilgili
olarak Hanefi ve Şâfiilere Göre Büyük İslâm İlmihali isimli eserimizin 587-591.
sayfalarına bakılabilir.[502]
559. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah
hanımlarından hiçbirisini asla dövmedi. Allah yolunda cihad etmenin dışında
asla hiç kimseye vurmadı. Maruz kaldığı bir fenalığın intikamını asla almadı.
Ancak Allah'ın haramları çiğnenirse Allah için intikam alırdı.[503]
İzah
Müslim'de,
"Hiçbir hizmetçisine de asla vurmadığı" ilâvesi vardır.
Hadiste Resûlullahın
(s.a.v.) bâzı ahlâkî özellikleri nazara veriliyor. Bunlardan birincisi
hanımlarına karşı iyi davranması, onlara asla vurmamasıdır.
Aile müessesesinin
devamı, karı koca arasındaki karşılıklı sevgi ile mümkündür. Dayak ise eşler
arasındaki sevgiyi sarsar. Nazik bir yaratılışa sahîp olan kadının, kendisini
döven erkeğe karşı sevgi beslemesi, onun isteklerini gönül rızası ile yerine getirmesi
düşünülemez. Bu ise ailedeki huzura tesir eder.
Nitekim günümüzde bir
çok aile yuvası, sırf dayak sebebiyle yıkılmaktadır. Diğer taraftan,
"kadın hakları" için sokağa dökülen kadınların birçoğu, erkeklerin eşlerini
dövdüklerinden yakınmaktadır. Kısacası dayak, aile hayatı ve huzurunda en
mühim problemlerden birisidir.
İşte bugün yüzbinlerce
kadının dert yandığı bu meseleyi, Peygamberimiz (a.s.m.) bundan asırlarca önce
ders vermiş, Müslümanlara da hanımlarına şefkatle muamele etmeleri
tavsiyesinde bulunmuş; kadınları ancak "kötü erkeklerin" döveceğine[504]
dikkat çekmiştir. Bir başka hadislerinde ise,
"Sizden
biriniz, kölesini döver gibi hanımını dövmesin. Sonra akşamleyin dövdüğü hanım
ile cinsî münâsebette bulunabilir"[505]
buyurarak mühim bir nezâket
dersi de vermektedir. Elbette aklı başında bir erkek, gündüzleyin dövdüğü
kadının yatağına geceleyin girerken bir mahcubiyet duyar. İşte Peygamberimiz
bu hadisleriyle,
"Kadınları
dövüyorsunuz ama, geceleyin aynı yatağa gireceksiniz" buyurarak, erkekleri düşünmeye davet etmiştir.
Peygamberimizin
"Kadınlarınızı dövmeyiniz" buyruğundan sonra bâzı kadınlar bundan
cesaret alarak kocalarına karşı gelmeye, isyan etmeye başlamışlardı. Bu durum
aile hayatını bozacağından Hz. Ömer Resûlullaha (a.s.m.) geldi ve "Ey
Allah'ın Resulü, kadınlar kocalarına karşı kafa tutmaya başladılar. Bundan
sonra Resûlullah (a.s.m.) kadınları hafifçe dövmeye izin verdi. Ancak bu defa
da erkekler bu izni bir emir olarak düşünerek kadınları dövmekte aşırı
gittiler. Pekçok kadın Resûlullahın hanımlarına gelerek durumu bildirdiler.
Bunun üzerine Resûlullah (a.s.m.) erkeklere hitaben şöyle buyurdu:
"Bu gece Muhammed
ailesine kocalarından şikayetçi olan birçok kadın geldi. Şunu iyi bilin ki,
kadınlarını döven erkekler, hayırlı erkekler değildir."[506]
Ümmetine bu tavsiyede
bulunan sevgili Peygamberimiz, izahını yaptığımız hadiste de bildirildiğine
göre kendisi hiçbir hanımım dömemiştir.[507]
Konu hakkında tafsilatlı bilgiyi Hanefî ve Şâfiilere Göre Evlilik Aile isimli
eserimizin 217-220. sayfalarına havale ederek, hadisteki diğer konular
üzerinde durmak istiyoruz.
Hadiste,
Peygamberimizin (s.a.v.) Allah yolunda cihad etmenin dışında asla hiç kimseye
vurmadığı bildirilmektedir. Evet, Müslüman olsun, gayr-i müslim olsun herkes,
Resûlullahın elinden emin olmuşlar, hiçbir zarar görmemişlerdir. Normal zamanlarda
hiç kimseyi incitmeyen Resûlullah, cihad meydanında, Allah uğrunda
düşmanlarına karşı çıkmış, onlan öldürmüş veya yaralamıştır.
Hadiste bildirilen
Peygamberimizin (s.a.v.) ahlâkî özelliklerinden birisi de Allah'ın haramlarını
çiğneyenden Allah için intikam almanın dışında, şahsî olarak maruz kaldığı bir
fenalığın intikamını asla atmamasıdır. Gerçekten de Resûlullah (s.a.v.) istese
kendisine eziyet edenlerden, kendisini yurdundan çıkaranlardan çok şiddetli
intikam alabileceği halde, onlan her zaman affetmiştir. Bunun en güzel misali
Mekke'nin fethi esnasında yaşanmıştır. Resûlullah (s.a.v.) kendisine işkence
eden, yurdundan çıkaran, kendisine karşı savaşan müşriklerden asla intikam
alma yoluna gitmemiş, onları affetmiştir.[508]
560. Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bana,
"Musa iki
vakitten hangisini tamamladı?" diye sorulursa, "Daha hayırlı, daha
mükemmel ve daha iyi olanı de" buyurdu.
"Eğer kızlardan
hangisini nikahladı?" diye sorulursa, ""Küçük olanı
nikahladı" de. Çünkü "Babacığım, onu işçi olarak tut. Çünkü ücretle
çalıştırdıklarınızın en hayırlısı hiç şüphesiz bu güçlü ve güvenilir
adamdır" diyen odur.
Babası
"Kuvvetli olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu.
Kızı, "Kuyunun
üzerindeki ağır bir taşı kaldırdı" cevabını verdi.
Babası, "Peki
güvenilir olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu.
Kız, "Buraya
gelirken bana 'Arkamdan yürü, önümden yürüme' dedi."
[509]
İzah
Hz. Mûsâ, daha
peygamberlikle vazifelendirilmeden önce Mısır'dan, Firavun'un zulmünden
kaçmıştı. Bu kaçış esnasında yolu Medyen'e düştü. Bir çeşme başında kalabalık
bir grubun hayvanlarını suladığını gördü. İki kız da hayvanlarının başında bekleyip
duruyordu. Onların bu hali şefkatine dokundu. Edeple yaklaştı ve "Herkes
hayvanlarını suluyor, siz niçin bekliyorsunuz?" diye sordu.
Bunlar bir peygamber
olan Hz. Şuayb'ın (a.s.) kızları, idi. Musa'nın (a.s.) kendileri ile
konuşmasından çok utandılar. Fakat onun suâlini cevapsız bırakmayı da uygun
bulmadılar. Utangaç bir şekilde şöyle dediler:
"Hayvanlarını
sulayan erkekler oradan ayrılmadıkça biz hayvanlarımızı sulayamayız. Aldığımız
terbiye erkeklere karışmamamızı gerektiriyor. Yaşlı bir babamız var. Bu işi
bizden başka yapacak kimse olmadığı için mecburen biz yapıyoruz."
Onların bu iffetli
davranışları Hz. Musa'yı duygulandırdı. Kalktı, kuyuya gitti, kuyunun
üzerindeki çok ağır taşı yalnız başına kaldırdı. Kova ile kuyudan su çekerek
kızlara yardımcı oldu. Sonra da ne yapacağını, nereye gideceğini bilmez bir
halde ağacın gölgesine çekildi.
Bu arada kızları eve
her zamankinden erken dönünce, Hz. Şuayb bunun sebebini sordu. Kızları hadiseyi
babalarına haber verdiler. Hz. Şuayb, bundan çok memnun oldu. Başka kimse olmadığından
kızlarından birini onu çağırmak için gönderdi.
Hz. Mûsâ hâlâ orada
idi. Kız utana utana ona yaklaştı, "Babam hayvanlarımızı sulamana
karşılık ücret vermek üzere sizi eve davet ediyor" dedi.
Gidecek yeri olmayan
Mûsâ (a.s.) bu daveti kabul etti. Bir ara yolda giderken kıza hitaben şöyle
dedi:
"Ey Allah'ın kulu
kadın, sen benim arkamdan yürü. Eğer yanlış gidersem sen bana sözle veya
atacağın taşlarla yolu tarif et! Biz Yakuboğulları, yabancı bir kadının avret
yerine bakmayız."
Biraz sonra eve
geldiler. Tanıştılar. Hz. Mûsâ başından geçenleri Hz. Şuayb'e anlattı. Bir
müddet sonra ferasetli biri olan Hz. Şuayb'ın kızı Safura, izahını yaptığımız
hadiste açıklandığı üzere babasından Hz. Musa'yı ücretli olarak tutmasını
istedi. Onun güçlülüğünden, kuvvetliliğinden bahsetti. Bunu nasıl anladığını
açıkladı. Kuyunun üzerindeki taşı tek başına kaldırmasını kuvvetli olmasına,
yolda yürürken kendisinin önünden yürümesini de güvenilir olmasına delil
olarak zikretti. Ayrıca, "Babacığım, suyun başında bizimle konuşurken
gözlerini yere dikti. Bir defacık olsun başını kaldırıp da yüzümüze
bakmadı" dedi.
Bunun üzerine Hz.
Şuayb Hz. Musa'ya kızı ile evlenmesi teklifinde bulundu. Şöyle dedi:
"Ey Mûsâ, sana
bir teklifim var. Sekiz sene koyunlarımı güdüp bana hizmet etmen karşılığında
şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer sen bu hizmet seneni on
yıla tamamlarsan o senin bileceğin bir şey. Sana fazla meşakkat vermeyi de arzu
etmeni. İnşaallah beni hizmetçisine yumuşak davranan, verdiği sözde duran
sâlih kimselerden bulacaksın."
Bu teklif üzerine Hz.
Mûsâ, Hz. Şuayb'ın kızı ile evlendi. Karşılığında da ona hizmet etti. İşte izah
ettiğimiz hadiste Ebû Zer'e (r.a.) '"Musa iki vakitten hangisini
tamamladı?' diye sorulduğunda" ifâdesindeki iki vakit, sekiz veya on
yıldan hangisini tamamladığıdır. Resûlullah (s.a.v.),
"Daha hayırlı,
daha iyi ve daha mükemmel olanı tamamladı"
diyerek Hz. Musa'nın
Hz. Şuayb'a on yıl hizmet ettiğim bildirmiştir.
"Kadınlardan
hangisini nikahladığı şeklindeki?" soruya da "Küçük olanı"
cevabını vermiştir.
Konunun tafsilatı için
Tarih Aynasında Yahudiler isimli eserimize 25-30. sayfalarına bakılabilir.[510]
561. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim geceleyin elinde
et kokusu olduğu halde yatarsa, başına bir musibet geldiğinde kendisinden başka
kimseyi ayıplamasın."[511]
Tirmizi'de, hadisin
baş tarafında,
"Şeytan hassas
ve yalayıcıdır. Kendinizi ondan koruyun" ilâvesi vardır.
Hadis, dinimizin
temizliğe verdiği ehemmiyeti gösterir.[512]
562. Ebû Bekir (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam Resûlullaha
"Ey Allah'ın Resulü, hangi insan daha hayırlıdır?" diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.),
"Ömrü uzun,
ameli güzel olan" buyurdu.
O zât, "Hangi
adam daha şerlidir" diye sordu. Resûlullah (s.a.v.),
"Ömrü uzun,
ameli çirkin olan" buyurdu.[513]
İzah
Peygamberimiz bu
hadislerinde, ömrü uzun, ameli güzel olanı hayırlı insan olarak
vasıflandırmaktadır. Çünkü bir insanın ameli iyi ise, ömrünün uzun olması,
âhireti için kârlı ticâret yapmasına, âhiret yurdu için daha çok faydalı amel
işlemesine sebep olur.
Kişinin ameli kötü
olup ömrünün uzun olması ise, bunun tersidir. Böyleleri çok yaşadıkça
günahlarını daha da çok artırırlar, böylece de ebedî yurtlarında daha büyük
azaba maruz kalırlar. Bunun içindir ki, Peygamberimiz (s.a.v.) ameli kötü olup
uzun ömürlü olanları "şerli" olarak vasıflandırmıştır.[514]
563. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah bana şu
nasihatta bulundu:
"Ey Enes, abdesti tam
al ömrün artar. Ümmetimden karşılaştıklarına selam ver, iyiliklerin artar.
Evine girdiğinde ev halkına selâm ver. Duha namazını kıl, çünkü bu namaz
evvâbin namazıdır. Küçüklere merhamet et, büyüklere saygı göster, kıyamet
gününde benim arkadaş]anmdan olursun."[515]
İzah
Evvâbin namazı, 618
numaralı hadiste de açıklayacağımız gibi, akşam namazından sonra kılınır.
Burada duha namazına evvâbin namazı denilmesi, gerçek mânâsı ile değil, kelime
mânâsı itibarıyladır. "Evvâbin"in kelime, "tevbe edenler"
demektir.[516]
564. İbni Abbas (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
Allah Teâla şöyle
buyuruyor:
"Ey Âdemoğlu!
Muhakkak
sen Bana duâ ettikçe ve Bana ümit
besledikçe, Ben de yaptığın günahları affederim. Eğer bana yeryüzü dolusu hata
ile de gelsen seni yeryüzü dolusu mağfiretle karşılarım. Eğer günahların göğe
kadar ulaşsa, sonra Benden bağışlanma dilesen seni bağışlarım."[517]
29, 55, 123, 181
numaralı hadislere de bakınız.[518]
565. Selman el-Fârisî (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Üç kişi vardır ki
Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz onları temize çıkarmaz. Onlara acıklı bir
azap vardır. Bunlar: Zina eden ihtiyar, kibirli fakir, yemin etmeden bir mal
almayan ve yemin etmeden bir mal satmayan kimse."[519]
İzah
Kıyamet sahnelerinden
birisi de Allah'ın mahşer gününde kullarıyla konuşmasıdır. Peygamberimiz,
Mu'cemü's-Sagîr'de rivayet edilen bir hadiste Allah'ın kulları ile bir
tercüman olmadan konuşacağını bildirmiştir.[520] Bir
başka rivayette ise Allah'ın örtüsüz ve tercümansız olarak konuşacağı
bildirilmiştir.[521]
Bununla beraber, Allah
kıyamet gününde bâzı kullarıyla konuşmayacaktır. Bununla ilgili bir âyet şu
mealdedir:
"Ahirzaman
Peygamberine İman hususunda Allah'a verdikleri ahdi ve ettikleri yemini az bir
dünya malı karşılığında değiştirenlere gelince, onların âhirette hiçbir nasibi
yoktur. Kıyamet gününde Allah onlara ne bir hitapda bulunur, ne rahmetiyle
nazar eder, ne de onları temize çıkarır. Onların hakkı pek acı bir azaptır."[522]
Peygamberimiz de (s.a.v.)
çeşitli hadislerinde Allah'ın kendileri ile konuşmayacağı bâzı kimseleri
açıklamıştır. İşte bu hadiste Allah'ın kendileriyle konuşmayacağı, temize
çıkarmayacağı kimselerden üç sınıf insan sayılmaktadır.
Bu sayılanlardan başka
Allah'ın konuşmayacağı kimselerden bir kısmı da şunlardır:
1. Eteklerini yerde sürükleyerek yürüyen kibirli kimse,
2. Verdiği her şeyi başa kalkan kimse.
3. Kırda su başında bulunduğu halde suyu diğer
yolculardan esirgeyen kimse.
4. Bir devlet başkanına sırf dünyalık için bîat eden,
idareciliğini onaylayan, idareci kendine dünyalık verirse, bîatı üzere kalan,
vermezse bîatından dönen kimse.
5. Yalan söyleyen idareci.
6. Yemini bir çıkar vasıtası yapıp, yalan doğru demeden
her konuda yemin eden kimse.
Bir hadiste Allah'ın
bunlarla hoşnutluk ifâde eden bir sözle konuşmayacağı bildirilmiştir.[523]
Allah'ın kullarıyla
konuşması hususunda tafsilat için Ölümden Sonra Diriliş isimli eserimizin
214-218. sayfalarına bakılabilir.[524]
566. Abdullah el-Cedelî rivayet ediyor:
Ümmü Seleme bana,
"Aranızda, herkesin huzurunda Resûlullaha (s.a.v.) sövülüyor mu?"
dedi.
Ben,
"Sübhanallah! Resûlullaha (s.a.v.) nasıl sövülür?" dedim.
O, "Ali bin Ebî
Tâlib'e ve onu sevenlere sövülmüyor mu? Ben Resûlullahın (s.a.v.) onu sevdiğine
şahitlik ederim" karşılığını verdi.[525]
İzah
Emevîler devrinde,
maalesef minberde Hz. Ali'ye ve onun çocuklarına sövmek, hakaret etmek âdet
haline gelmişti. Ümmü Seleme (r.a.) Abdullah'a bunun yanlışlığını farklı bir
üslupla anlattı. Ali'ye ve onu sevenlere sövmenin Resûlullaha (s.a.v.) sövmek
olduğunu, çünkü Hz. Ali'yi sevenlerden birisinin de Resûlullah olduğunu,
dolayısıyla bu sövgünün ona da gideceğini bildirdi.[526]
567. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Çocuk kokusu
Cennet kokusundandır."[527]
568. Sa'd bin Ebî Vakkas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.) Hz.
Ali'ye hitaben şöyle buyurdu:
"Sen benim
için Musa'ya nisbetle Harun gibisin. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir."[528]
İzah
Hadis, Hz. Ali'nin
faziletini göstermektedir. Peygamberimizin Hz. Ali'ye bu sözü söylemesinin
sebebi şuydu:
Peygamberimiz Tebük
Savaşı'na çıkarken Hz. Ali'yi Medine'de yerine vekil bırakmıştı. Münafıklar
bunu bir dedikodu vesilesi yaptılar. "Herhalde onu önemsemediğinden geri
bıraktı" dediler. Bu sözler Hz. Ali'nin ağırına gitti, hemen silahını kuşandı
ve hareket etti. Cürf mevkiinde Peygamberimize yetişti. Peygamberimiz,
"Ey Ali, niçin
geldin?" diye sordu.
Hz. Ali,
"Münafıklar senin beni önemsemediğini söylüyorlar. Sen beni kadınlar ve
çocuklarla beraber mi bıraktın?" dedi.
Peygamberimiz ona şu
müjdeyi verdi:
"Ben seni arkamda
bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Hemen geri dön, gerek benim ev halkım, gerek
senin ev halkın için vekilim ol. Ey Ali, bana göre sen, Musa'ya göre Harun gibi
olmaya razı değil misin? Şu kadar var ki, benden sonra peygamberlik
yoktur."
Hz. Mûsâ da Tur
Dağı'na Tevrâtı almak için gittiğinde, kardeşi Harun'u (a.s.) kavmi içinde
vekil olarak bırakmıştı.[529]
569. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim iki haremden
birinde vefat ederse, kıyamet gününde korkudan emin olarak diriltilir."[530]
İzah
Hadisde geçen iki harem,
Mekke ve Medine'dir. Bu hadis, Peygamberimizin doğduğu, Kabe'nin bulunduğu, bir
çok peygambere beşiklik yapmış bir yer olan Mekke ile; Resûlullahın (s.a.v.)
hicret yurdu ve kabrinin bulunduğu yer olan Medine'nin faziletini ifâde
etmektedir. Ehl-i iman olmak şartıyla bâzı günlerde ve bâzı mübarek mekanlarda
ölmek, kişiye uhrevî hayatında bâzı faydalar kazandırır. Hadis, Mekke ve
Medine'de vefat etmenin kişiyi kıyamet gününün dehşetli korkusundan emin
kılacağını bildirmektedir.[531]
570. Uveym bin Saadeti'l-Ensârî (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Küba halkına giderek,
"Temizliğinizden
dolayı Allah'ın sizi övdüğünü işittim. Övülmenize sebep olan bu temizlik
nedir?" buyurdu.
Onlar şöyle dediler:
"Vallahi ey Allah'ın Resulü! Komşumuz Yahudilerin büyük abdestten sonra
su ile taharetlendiklerini gördük. Onların yaptığı gibi bizler de taharetleniyoruz.
Bunun dışında birşey bilmiyoruz."[532]
İzah
"Orada maddî ve
manevî pisliklerden iyice temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah da çok
temizlenenleri sever" mealindeki âyet-i kerime[533]
nazil olmuştu. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Medine'ye yakın bir yerleşim
merkezi olan Küba'ya gittr. Çünkü âyet-i kerimede geçen "orada"
ifadesiyle "Küba" kastediliyordu. Peygamberimizle Kübalı Sahabîler
arasında yukarıdaki konuşma geçtikten sonra Resûlullah (s.a.v.),
"İşte gerçek
temizlik budur, o halde bu temizliğe sim sıkı sanlınız" buyurdu.
Su ile taharetlenme
ile ilgili olarak daha pekçok hadis vardır. Konu hakkında tafsilatlı bilgi
için Temizlik GusülAbdesî isimli eserimize bakılabilir.[534]
571. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
akşam namazını ne bir yemek, ne de başka bir şey için geciktirmemiştir.[535]
İzah
Her namazın kendine
mahsus vakti vardır. Bu sebeple her namazı kendine âit olan vakitte kılmak
gerekir.
Peygamberimiz birçok
hadislerinde bizleri namazı vaktinde kılmaya teşvik etmektedir. Meselâ bir
defasında en hayırlı ve fazîletli amelin hangisi olduğunu soran Sahabîlere,
"Vaktinde kılınan namazdır" cevabını vermiştir.[536]
İbâdetin gayesi
Allah'ın rızasını kazanmakta. Bunun yolu ise her ibâdeti vaktinde yapmaktır.
Peygamberimiz (a.s.m.) bu hususu da bir hadislerinde şöyle ifâde ederler:
"Allah beş vakit
namazı farz kıldı. Her kim, bu namazların abdestini tam olarak alır, onları
vaktinde kılar, rükû ve huşûunu eksiksiz olarak yerine getirirse, onu
bağışlayacağına dâir Allah'ın va'di vardır. Her kim de bunu yapmazsa, Allah'ın
ona bir va'di yoktur. Dilerse bağışlar, dilerse azap eder."[537]
Her hususta olduğu
gibi Peygamberimiz namazı vaktinde kılma hususunda da örnek olmuş, gerek
izahını yaptığımız hadiste, gerekse Hz. Âişe Validemizin bildirdiğine göre
hayatının sonuna kadar hiçbir namazı vaktin sonuna bırakmamıştır.[538]
Bu hadiste de onun
akşam namazını hiçbir şekilde geciktirmediği bildirilmektedir.
Namazı ilk vaktinde
kılmanın birçok hikmetleri vardır. Bediüzzaman bunun mühim bir hikmetini özetle
şöyle ifâde eder:
Vaktin evvelinde
Kabe'yi hayâlen nazara almakla namaz kılmak menduptur. Birbirine giren
dâireler gibi, Kabe'nin etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar
Kabe'yi kuşattıkları gibi, en uzak saflar da İslâm âlemini ihata etmiş olduğunu
hayal
ile görsün. O saflara girmekle o büyük cemaate dahil
olsun ki, o cemaatin icma ve tevatürü, onun namazda söylediği her dâvaya ve her
sözüne bir hüccet, bir delil olsun. Meselâ namaz kılan kimse
"Elhamdülillah" dediği zaman, sanki o büyük cemaati teşkil eden
bütün mü'minler, "Evet doğru söyledin" diye onun o sözünü tasdik
ediyorlar. Bu tasdikler ise hücum eden evham ve vesveseye karşı bir kalkan
vazifesi görür. Aynı zamanda bütün hasseleri, latifeleri, duyguları o namazda
zevk ve hissesini alır.[539]
Bediüzzaman'm namazı
vaktin evvelinde kılmakla ilgili bir diğer ifâdesi de şöyledir:
"Namazı vaktinde
kılmanın ne derece tükenmez uhrevî bir sermaye olduğu bununla anlaşılıyor ki,
her namaz vaktinde âlem-i îslâm denilen muazzam camide, yüz milyondan fazla
cemaat-ı kübrâ namaz kılıyor. O cemaatta her bir adam umum cemaata duâ ediyor.
'"İhdina's-sırata'l-mustakîm=Bizi
doğru yola ilet' diyor. Her bir umum cemaate hem şefaatçi, hem duacı olur. O
vakit namaza iştirak etmeyen hissesini alamaz. Kaynayan mirî ve askerî kazanına
karavanasını götürmeyen tayinâtını almadığı gibi, cemaat-ı kübrânın manevî
matbahında [kazanında] kaynayan manevî erzakını alamaz. Belki namaza iştirakla
o cemaatin ordusuna iştirak etmiş olmakla bu dualarına âmin demek olan namazı
vaktinde kılmakla olabilir."[540]
Öyle ise, "Nasıl
olsa daha vakit var. Elimdeki şu işi bitireyim, kılarım" gibi bahanelerle
namazı vaktin sonuna bırakmayalım. Vaktin evvelinde kılarak vaktinde kılınan
namazın sevabına, mükâfatına nail olalım.
36 numaralı hadise ve
izahına da bakınız.[541]
572- Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
benim için yirmi beş defa bağışlanma diledi. Her seferinde elimi tutuyor ve "Babanın
borcunu ödedin mi?" diyordu.
Ben de
"Evet" diyordum.
"Allah seni
bağışlasın" buyurdu.[542]
İzah
Câbir bin Abdullah,
Abdullah bin Amr'in (r.a.) oğlu idi. Babası Uhud Savaşında şehid düşmüştü.
Oğlu Câbir'e bir hayli miktarda borç bırakmıştı. Câbir (r.a.) Peygamberimizin
de duası bereketiyle babasının yüklü miktardaki borçlarını ödedi. Hadis,
babasının borcunu ödemesi sebebiyle Peygamberimizin çok memnun kaldığını ve ona
duasını ifâde ediyor.[543]
573. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Cemaatla kılınan
namazın sevabı, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha
fazladır."
240 numaralı hadisin
izahına bakınız.[544]
574. Zeyd bin Halid el-Cühenî (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim bir gaziyi silah
ve yiyecekle donatırsa, bir oruçluya iftar ettirirse veya hacca giden birini
donatırsa onun için de onların kazandığı kadar sevap vardır. Onun sevap kazanması
diğerlerinin sevabından birşey eksiltmez."
Müslim'de hadis baş
tarafıyla ilgili şöyle bir rivayet vardır:
"Her kim Allah yolunda
bir gazîyi donatırsa, o da gaza etmiş gibi sevap kazanır. Her kim gazinin
ailesine yardımcı olursa, o da gaza etmiş gibi sevap kazanır."[545]
575. Ebû Hümeyd es-Saidî (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Ensardan İbni'l-Lütbiye denilen birisini zekât memuru olarak tayin etti. Bu
zât vazifesini tamamlayıp Medine'ye döndüğünde Resûlullah (s.a.v.) topladıklarını
alması için birini gönderdi. İbni'l-Lütbiye ona, "Bu size verildi, bu da
benim, bana hediye edildi" dedi. Bu durum kendisine bildirildiğinde
Resûlullah (s.a.v.) şöyle bir konuşma yaptı:
"İçinizden birilerini
zekât toplaması için gönderiyoruz, döndüğünde size şöyle diyor: 'Bu size
verildi, şu da bana hediye edildi.' Bu adam babasının ve annesinin evinde otursa
idi kendisine hediye verilip verilmediğini görürdü. Kimi biz zekât memuru
olarak görevlendirirsek, topladığı şeyin azını da, çoğunu da bize getirsin.
Sizden biri kıyamet gününde hıyanet ettiği şey deve ise boynunda inleye
inleye, sığır ise avaz avaz bağırarak, koyun ise şiddetle meleyerek gelmekten
sakınsın."[546]
576. Berâ bin Âzib (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim her namazın
sonunda "Estağfirullahe ellezi lâilâhe illa hüve'l-hayyü'l-kayyum ve etûbü
ileyh=Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan, ezelî ve ebedî hayat sahibi, varlığı
için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah'tan bağışlanma diliyorum ve ona tevbe
ediyorum" derse, savaştan kaçmış olsa bile bağışlanır."
[547]
İzah
Savaştan kaçmak büyük
günahlardandır. Buna rağmen bir kimse yukarıdaki sözleri söylerse, bu büyük
günahı işlemiş olsa dahi bağışlanır. Bunu söylemek sadece savaştan kaçanlar
için değil, diğer günahları işleyenler için de bağışlanma sebebidir. Ancak
kul şayet bir günah işledi ise bu cümleleri söyledikten sonra "Nasılsa
bağışlandım" diyerek Allah'ın gazabından emin olmamalı, sürekli Onun
dergahına iltica etmelidir.[548]
577. Âişe Validemiz (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu rivayet ediyor:
"Kim oruçlu olarak
sabahlarsa, ona gök kapıları açılır. Azaları kendisi için tesbih eder. Ve dünya
semâsı ehli onun için gün bitimine kadar bağışlanma diler."
Bir veya iki rekat
da nafile olarak namaz kılarsa, gökler onun için nurlandırılır. Cennet ehlinden
eşleri kendisi için, "Allah'ım, onu görmeye arzumuz arttı. Onu bize çabuk
ulaştır" diye duâ ederler.
Eğer, "Elhamdülillah,
sübhanallah veya Allahu ekber" derse, melekler o sözlerinin sevabını gün
bitimine kadar yazarlar."[549]
578. El-Cârud Ebu'l-Münzir rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Müslümanın
yitiğini sahiplenmek Cehennemde
yanmaktır"
buyurdu.[550]
579. El-Cârud Ebu'l-Münzir'in rivayet ettiğine göre
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Bir şey bulduğunda
onu kaybetme ve gizleme. Sahibini biliyorsan onu ona ver. Bilmiyorsan o
Allah'ın malıdır. Onu dilediğine verir."
Buluntu malın ne
yapılacağı hususunda 48 numaralı hadis ve izahına bakınız.[551]
580. Câbir bin Abdullah (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu rivayet ediyor:
"Geceleyin bir vakit
vardır ki, o vakitte Müslüman bir kul ne isterse Allah onu kendisine verir. Bu
her gece böyledir."[552]
581. Nu'man bin Beşir (r.a.) Resulullahtan (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu işittiğini bildiriyor:
"Allah'ın
emirlerini dinlemeyenlerle, onun emir ve yasaklarına uyan kimselerin hali şu
misâlde olan topluluğun durumuna benzer: Onlar bir gemiye bindiler. Bir kısmı
geminin alt tarafına, bir kısmı da üst tarafına yerleşti. Onlardan biri şöyle
dedi: "Ey topluluk ben şurada bir delik açacağım. Oradan abdest alırım,
içerim, ihtiyaçlarımı karşılarım."
Şimdi eğer onlar
ona mâni olmasalar hem o helak olur, hem de kendilerini helak eder. Eğer ona
mâni olsalar, o da kendileri de kurtulurlar."
Bu hadis Buhârî ve
Tirmizî de geçen şekliyle şöyledir:
"Allah'ın emir ve
yasaklarına uyan kimseler, bir gemide kur'a çekerek yerleşen şu topluluğa
benzer. Çekilen kur'a sonucunda onlardan bâzıları geminin üst, bâzıları ise alt
katına yerleşti. Alt katta olanlar su ihtiyaçlarını gidermek için üst katta
bulunanların yanından geçiyorlardı. Sonra aralarında şöyle konuştular:
"Biz
bulunduğumuz yerde bir delik açsak da yukarıdakileri rahatsız etmesek."
Eğer üst kattakiler
bunları delik açmakta serbest bırakırlarsa, hepsi de helak olurlar, eğer engel
olurlarsa, hem kendileri, hem de onlar kurtulurlar.
Hadisin başka bir
rivayetinde ise son kısım şöyledir:
"Onlardan bir adam bir
balta alıp, kendi yerini delmeye başladı: 'Ne yapıyorsun?' dediler. O, 'Kendi
yerimde istediğimi yaparım' cevabını verdi. Şimdi eğer ona mâni olurlarsa, hem
kendileri, hem de o kurtulur. Eğer onu kendi haline bırakırlarsa, hem o
boğulur, hem de kendileri.
"Helak
olmazdan evvel ahmaklarınıza mâni olunuz."[553]
582. Hasan bin Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın yanına
beraberinde iki çocuğu olan bir kadın geldi ve ondan yemek için bir şey
istedi. Resûlullah onlardan her biri için birer meyve olmak üzere üç meyve verdi.
Kadın çocuklarına birer meyve verdi. Onlar meyveleri yediğinde onlara bir baktı
ve sonra kendisi için verilen meyveyi da ikiye bölerek çocuklarına
paylaştırdı. Resûlullar (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Çocuklarına olan
merhameti sebebiyle Allah ona rahmet etsin."[554]
583. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Ben Allah adına
şahitlik ederim ki, akıllı kimsenin ayağı sürçtüğünde Allah onu mutlak
kaldırır. Sonra bir daha sürçtüğünde yine kaldırır. Sonra yine kaldırır.
Sonunda onu Cennete koyuncaya kadar bu böyle devam eder."[555]
İzah
Akıl, Allah'ın
yaratıklar içerisinde sadece insana lütfettiği büyük bir nimettir. Dinimiz
akla çok büyük değer verir. Kur'ân'ın bir çok âyetinin "Akletmez
misiniz?" şeklinde biter. Yine Kur'ân'da,
"Bunda akıl
sahipleri için ibretler vardır"
buyurularak aklın önemine dikkat çekilir.[556]
Zaten dinimize göre
sorumluluk akılla başlar, insan onun sayesinde imtihana tabi tutulur. Akıl
olmazsa sorumluluk da olmaz. Bunun içindir ki, bir hadiste,
"Kişiyi ayakta
tutan aklıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur" buyurulmuştur.
İnsanın hidâyete
erebilmesi için akıl son derece önemlidir. İnsan akılla önüne açılan hayır ve
şerden birini tercih eder. Ya kazanır, ya kaybeder. Aklını gerektiği gibi
kullanır hayra yönelirse, melekleri dahi geçebilecek ölçüde yükselir. Aklını
şerre kullanıp tahribe yönelirse, aşağıların aşağısına düşer. Aklı din için
önemi bir hadiste şöyle açıklanmıştır:
"Kişi
için akıl gibi hazine yoktur. Akıl, sahibini hidâyete yöneltir."[557]
Bununla ilgili bir
başka hadis şu mealdedir:
"Kişinin aklı
istikamet üzere olmadıkça, dini de istikamet üzere olmaz."[558]
Burada da görüldüğü
gibi, dinimiz akla kişiyi hidâyete yönettiği için değer verir. Zaten
İslâmiyete göre akıllı insan, hidâyeti bulan kimsedir. Bir insan hidâyeti
bulamamışsa, insanlar nazarında ne kadar akıllı olarak bilinirse bilinsin,
İslâmiyet nazarında o kimse akıllı değildir. Bu gerçek de bir hadiste şöyle
açıklanır:
"Akıllı,
nefsine boyun eğdiren ve ölümden sonrası için çalışandır."[559]
Şu hadis de dinimizin akla
önem vermesinin âhireti kazanma hususunda olduğunu gösterir:
"Dünyanın
gayr-i meşru işlerinde akıl zarar kaynağı, din işlerinde ise akıl sevinç
kaynağıdır."[560]
Peygamberimiz yukarıdaki
hadislerinde de kişi için aklın önemine dikkat çeker. Bir insan gerçekten
akıllı ise, yani nefsine boyun eğdirebilmiş, ölümden sonrası için
çalışabiliyorsa, bu kimsenin ayağı kaydığında, Yüce Allah onu tekrar tekrar
ayağa kaldırır. Bu durum onu Cennete koyuncaya kadar devam eder.[561]
584. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Kul yalan
söylediğinde meydana gelen [manevî] kötü koku sebebiyle melekler kendisinden
bir mil uzaklaşır."[562]
585. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
"Borç
üzüntüsünden daha büyük üzüntü, göz ağrısından daha büyük ağrı yoktur."[563]
İzah
Peygamberimiz (s.a.v.)
birçok defalar borçlanmaktan Allah'a sığınmıştır. Meselâ bir hadislerinde,
"Ey Rabbimiz,
her türlü günahtan ve borçlanmanın şerrinden Sana sığınırız"[564]
buyururken, bir
hadislerinde de borçlanmayı kabir azabı, Mesih Deccal, hayat ve ölümün fitnesi
gibi son derece tehlikeli fitneler arasında zikretmiş ve Allah'a sığınmıştır.
Borçtan bu derece şiddetle Allah'a sığınmasının sebebi sorulduğunda da,
"İnsan
borçlandığı zaman yalan uydurur, söz verir de sözünde durmaz"[565] cevabını vermiştir.
Resûlullah (s.a.v.)
izahını yaptığımız hadislerinde de borçlanmanın büyük bir üzüntü sebebi
olduğunu nazara vermektedir. Gerçekten de insanın ödeyemeyecek kadar borcun
altına girmesi, kendisi için büyük bir sıkıntı kaynağıdır. Peygamberimiz bu gerçeği
bir başka hadislerinde şöyle ifâde etmiştir:
"Borç geceleyin kaygı,
gündüzleyin zillettir."[566]
3772 numaralı hadise
de bakınız.[567]
586. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah Âdem'e
evlatlarını Cehenneme atması hakkında üç haklı gerekçe bildirecek ve buyuracak
ki:
"Ey Âdem, eğer
Ben yalancılara lanet etmeseydim, yalana ve sözden dönmeye buğzetmeseydim ve
bunu yapanlara azap vermeseydim, şüphesiz bugün bütün evlatlarına merhamette
bulunarak onları kendileri için hazırladığım şiddetli azaptan koruyacaktım. Ne
var ki, şu sözüm kesinlik kazanmıştır,
'Elçilerim
yalanlanır ve emrim çiğnenirse, Cehennemi cin ve insanlarla dolduracağım."
Yine aziz ve celil
olan Allah buyurur:
"Ey Âdem, bil ki, Ben
ezelî ilmimle bildiğim, zürriyetinden dünyaya gönderdiğimde de şimdiki halinden
daha kötü bir durumla dönecek, kötülükten vaz geçmeyecek ve kendini
kınamayacak olandan başka hiç kimseyi Cehenneme sokmam."
Yine Allah buyurur:
"Ey
Âdem, seni Kendimle zürriyetin arasında hakem kıldım. Mizanın başında bekle.
Ve sana sunulacak amellerine bak. Kimin hayrı şerrine bir zerre miktarı ağır
gelirse o cennetlik olsun! Tâ iyice bilesin ki, ben onlardan zâlim olandan
başkasını Cehenneme sokmam."[568]
587. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Medine'ye hicret ettiğinde ben sekiz yaşında bir çocuktum. Annem beni ona
götürdü. Annem, "Ya Resûlullah, Ensarın erkek ve kadınlarından benden
başka size hediye vermeyen kalmadı. Ben ise bu oğlumdan başka size hediye
edecek bir şey bulamadım. Benden bunu kabul et, hizmetinde bulunsun" dedi.
On sene Resûlullaha (s.a.v.) hizmet ettim. Asla beni dövmedi, asla bana sövmedi.
Yüzünü ekşitmedi. Onun bana ilk tavsiyesi şu oldu:
"Ey
oğlum, sırrımı koru ki, kâmil mü'min olasın."
(Enes diyor ki): Onun
sırrını annem dâhil hiç kimseye söylemedim. Resûlullahın (s.a.v.) hanımları
onun sırrını sorduklarında onlara sırrını söylemedim. Resûlullahın (s.a.v.)
sırrını ebedî olarak hiç kimseye söylemeyeceğim.
Sonra şöyle buyurdu:
"Ey evladım,
abdesti tam al, ömrün artsın ve iki hafaza meleğin seni sevsin.
"Ey oğlum,
eğer abdestli olarak gecelemeye gücün yeterse, bunu yap. Kim abdestli iken
ölürse, şehid olur.
"Ey evladım,
durmadan namaz kılmaya gücün yeterse bunu yap. Şüphesiz melekler namazda
olduğun müddetçe sana duâ ederler.
"Ey oğlum,
namazda sağa sola dönmekten sakın. Namazda sağa sola dönmek helâkettir. Eğer
mutlaka sağa sola döneceksen, bunu farzlarda değil, nafilelerde yap.
"Ey evladım,
rüküye eğildiğinde ellerini dizlerinin üzerine koy. Parmaklarının arasını aç.
Dirseklerini yanlarına yapıştırma. Başını rükudan kaldırdığında her azan sabit
hale gelsin. Şüphesiz ki, Allah kıyamet gününde rükû ve secdede belini tam olarak
düz tutmayan kimselerin namazlarına bakmaz.
"Ey evladım,
secde yaptığın zaman horuzun yem yemesi gibi çabuk çabuk yapma. Köpeğin düşmesi
gibi düşme. Kollarını hayvanların yayışı gibi yere yayma. Ayağının arkasını
iyice yere koy. Uyluğunu topuklarının üzerine koy. Bunu yaparsan kıyamet
gününde hesabın kolay olur.
"Ey oğlum,
gusülde mübalağa yap ki, üzerinde hiçbir günah ve hata kalmaksızın banyodan
çıkasın.
Enes diyor ki:
"Annem ve babam sana feda olsun. Gusülde mübalağa yapmak ne demektir diye
sordum."
"Kıl diplerini
iyice ıslatırsın, derini tertemiz yaparsın" cevabını verdi.
"Namazından
bir miktarını evine ayırabil irsen, ayır. Çünkü bu evinin hayrını artırır.
"Ey oğlum, eve
girdiğinde ailene selâm ver. Böyle yapman senin ve ailen üzerine berekete sebeptir.
"Ey
evladım, evinden çıktığında gördüğün her Müslümana mutlaka selam ver ki,
sevapların artmış olarak dönesin.
"Ey evladım,
hiç kimseye karşı kalbinde kötülük düşüncesi olmadan yaşamaya gücün yeterse
bunu yap.
"Ey evladım,
evinden çıktığında gördüğün her Müslümanın mutlaka senden üstün olduğunu düşün.
"Ey oğlum,
eğer nasihatimi dinlersen, hiçbir şey sana ölümden daha sevimli olmaz.
"Ey evladım,
bunlar benim sünnetimdendir. Kim sünnetimi yaşatırsa, muhakkak beni sevmiş
olur. Kim beni severse Cennette benimle beraberdir."[569]
İzah
Hadis, kadın olsun,
erkek olsun Sahabîlerin Peygamberimize duydukları sevgiyi nazara vermektedir.
Ayrıca Resûlullahın
ahlakını ders vermekte, onun hizmetine verilmiş küçük çocuk da olsa, kimseye
vurmadığını, kötü söz söylemediğini, yüzünü ekşitmediğini bildirmektedir.
Hadis aynı zamanda
Resûlullahın küçük büyük ayırt etmeden herkese faydalı nasihatlarda
bulunduğunu, onları muhatab alıp öğütler verdiğini ifâde etmektedir.
Hadiste Peygamberimiz
(s.a.v.) Enes'in (r.a.) şahsında çok önemli hususları ümmetine ders vermiştir.
Bunlardan birisi sır saklamaktır. Enes, Resûlullahın bu tavsiyesine harfiyen
uymuş, onun sırrını annesi de dahil hiç kimseye söylememiştir. Enes (r.a.)
bununla ilgili olarak şöyle bir hatırasını anlatır:
"Çocuklarla
oynuyordum. Resulullah (s.a.v.) oraya geldi. Selâm verdi. Sonra beni bir işe
gönderdi. Kendisi de bir duvarın gölgesine oturup bekledi. Ben gelip neticeyi
bildirdim. Sonra dönüp eve gittim. Annem bana niçin geciktiğimi sordu. Resûlullahın
beni bir işe gönderdiğini söyledim. O işin ne olduğunu sordu. Ben bunun sır
olduğunu, söyleyemeyeceğimi ifâde ettim. Annem benim bu hareketimden çok memnun
olarak şöyle dedi:
"Oğlum,
Resûlullahın (s.a.v.) sırlarını saklamaya devam et."[570]
588. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Hz. Yakub'un samimî
bir arkadaşı vardı. Bir gün Yakub'a (a.s.), "Ey Yakup, gözünün kör
olmasına, belinin bükülmesine sebep olan şey nedir?" diye sordu.
Yakup (a.s.),
"Gözümün kör olmasının sebebi Yusuf'a ağlamamdır. Belimin bükülmesine
sebep ise oğlum Bünyamin'e üzülmemdir" cevabını verdi.
Bu arada Cebrail
(a.s.) indi, "Allah sana selam söylüyor ve 'Beni başkasına şikâyet
etmekten haya etmiyor mu?' diyor" dedi.
Yakub (a.s.) "Ben
derdimi de, üzüntümü de ancak Allah'a şikâyet ederim" dedi.
Cebrail (a.s.),
"Bunu Allah senden daha iyi bilir, ey Yakub" dedi. Ve oradan gitti.
Sonra Yakub (a.s.)
Allah'a şöyle niyazda bulundu:
"Ya Rabbi, yaşlı
ihtiyara merhamet etmez misin? Gözümü görmez ettin, belimi büktün. Reyhanım
Yusuf'u bana geri ver, onu ölmeden önce bir defa koklayayım. Sonra bana
dilediğini yap ey Rabbim."
Bu niyazın arkasından
Cebrail (a.s.) tekrar geldi ve "Ey Yakub Allah sana selâm ediyor ve sana
diyor ki:
"Müjdeler
olsun. İzzet ve Celâlime yemin olsu; onlar ölü bile olsalardı, kalbini
ferahlandırmak için onları diriltirdim.
"Fakirler için
bir yemek hazırla. Ben yarattıklarım arasında fakirleri sevdiğim kadar hiç
kimseyi sevmedim.
"Biliyor musun
gözünü niçin görmez ettim, belini niçin büktüm? Yusuf'a kardeşleri niçin o işi
reva gördüler?
"Siz bir koyun
kesmiştiniz. Size falan fakir gelmişti. Oruçlu idi. Ona ondan vermediniz."
Bundan sonra her akşam
yemeği yenileceğinde Yakub (a.s.) adına bir kişi "Dikkat! Fakirlerden kim
yemek istiyorsa Yakub'un yemeğine buyursun" diye bağırdı.
Yakub (a.s.) oruçlu
olduğunda da dellala şöyle demesini emretti:
"Dikkat!
Fakirlerden kim oruçlu ise Yakub ile beraber iftar etsin."[571]
İzah
Yakub (a.s.) bir
peygamberdi. On iki oğlu vardı. Bunlar arasında en çok Yusuf'u (a.s.)
seviyordu. Diğer kardeşleri bunu çekemediler, Hz. Yusuf'u bir gezinti
esnasında kuyuya attılar ve babalarına da "Onu kurt yedi" dediler.
Bu hal Yakub'u (a.s.)
çok üzdü. Ağlaya ağlaya sonunda gözleri görmez oldu.
Yusuf'u (a.s.)
kervancılar kuyuda bularak çıkarmışlar ve onu köle diye satmışlardı. Sonunda
Hz. Yusuf çeşitli hadiselerden sonra zindana atıldı. Bir müddet sonra zindandan
çıktı, Mısır'a aziz oldu. Bu arada ülkede büyük bir kıtlık yaşandı. Fakat Hz.
Yusuf'un tedbiri sayesinde onun halkı kıtlıktan etkilenmedi. Ayrıca etraftan
pekçok beldeye yardımda bulundu. Kardeşleri de ondan yardım talebi için
geldiler. Yusuf'u tanımadılar. Fakat o onları tanıdı. Küçük kardeşi Bünyamin'i
de bir hile ile yanında alıkoydu. Yakub'un (a.s.) oğulları durumu babalarına
bildirdiler. Yakub (a.s.), Yusuf'tan (a.s.) sonra en çok sevdiği küçük oğlu Bünyamin'i de kaybedince üzüntüsü daha da arttı. Beli
büküldü, yaşlandı. İhtiyarlık yaşına gelmeden ihtiyarladı, iyice çöktü.
İşte hadiste onun bu
ani ihtiyarlamasının sebebi açıklanmaktadır. Ayrıca ona ve onun şahsında bütün
Müslümanlara dertlerini sadece Allah'a arz etme, Allah'ı başkasına şikâyet
etmeme hususu ikaz edilmektedir. Bunun üzerine yaptığı hatâyı anlayan Hz.
Yakub hemen tevbe etmiş, Rabbine yönelmiş ve Ondan oğullarını bir kerecik de
olsa göstermesini niyaz etmiştir. Yüce Allah onun bu niyazını kabul ederek
oğullarını ona kavuşturmuş, böylece Hz. Yakub'un gözü de açılmış, oğullarını
dünya gözü ile yeniden görebilmiştir.
Hadis ayrıca fakirlere
yemek yedirmenin, onlara iftar ettirmenin Allah indindeki faziletini de ders
vermektedir.[572]
589. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Beni görerek
iman edene ne mutlu! Beni göreni görene ne mutlu!"[573]
İzah
Peygamberimiz (s.a.v.)
bu hadislerinde kendisini görerek iman edenlere, yani Sahabîlere, Sahabîleri
görenlere, yani Tabiîne "Ne mutlu" diyerek onları övüyor. Gerek
Sahabîler, gerekse onlardan sonraki nesil olan Tâbiîn gerçekten övülmeye layık
kimselerdir. Sahabîler Allah ve Resulü uğrunda canlarını, mallarını, vatanlarını
feda etmekten geri durmamışlardır. Ayrıca Peygamberimizin ilim mirasını
kendilerinden sonraki nesle aktarmışlardır. Tabiîn de, onlardan aldıkları ilim
emânetini kendilerinden sonraki nesle ulaştırmışlardır.
Acaba Peygamberimizi
görmeden iman edenler için bir müjde söz konusu değil mi? Aslında onlar için
Peygamberimizin daha büyük bir müjdesi vardır. O da şudur:
"Beni görüp de
bana iman edene bir defa; beni görmeden iman edene de yedi defa müjdeler
olsun!"[574]
Bu hadis, sonraki neslin
Sahabîlerden daha faziletli olduğu mânâsına gelmez. Çünkü sonraki neslin
hasenatlarından "es sebebü ke'l-fâil," yani "Sebep olan işleyen
gibidir" kaidesi sırrınca Sahabîlerin hasenat defterine de
kaydedilmektedir. Bu hadis, sadece bir hususta onlardan üstün olduklarını
ifâde eder. O da Peygamberimizi görmeden, onun sohbetinde bulunmadan, mucizelerine
şahit olmadan inanmaktır. Peygamberimizi görerek inanmaya nispetle daha zordur.
Dolayısıyla böyleleri için müjde de daha fazladır.[575]
590. Abdullah bin Büreyde (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
musibete uğramış birini gördü. Ona,
"Zannedersem
sen Rabbinden sana verilecek cezanın hemen [dünyada] verilmesin istedin" dedi.
O kimse,
"Evet" cevabını verdi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Niçin
Rabbinden afiyet istemedin ve 'Rabbimiz! Bize dünyada da, âhirette de iyilik
ver. Ve bizi Cehennem azabından koru' demedin?" buyurdu.[576]
İzah
Tirmizi'de de, Enes'in
(r.a.) şöyle bir rivayeti vardır:
Peygamber (s.a.v.)
zayıflayarak kuş yavrusu kadar kalmış hasta birini ziyaret etti. Ona,
"Sen dua etmez
miydin? Rabbinden afiyet istemez miydin?" diye sordu.
O kimse, "Ben,
'Allah'ım, âhirette bana vereceğin bir ceza varsa, bunu bana dünyada ver'
derdim" cevabını verdi.
Resûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu:
"Sübhanallah! Sen buna
güç yetiremezsin. 'Allah'ım, Bize dünyada da, âhirette de iyilik ver. Ve bizi
Cehennem azabından koru' diyemez miydin?"[577]
591. Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam Resûlullaha
(s.a.v.) geldi ve "Yâ Resûlallah, insanlardan Allah'a en sevimli olan
kimdir? Ve Allah'a en sevimli olan amel nedir?" diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Allah'a en
sevimli olan, insanlara en faydalı olandır. Allah'a en sevimli olan amel, bir
sıkıntısını gidermek, borcunu ödemek veya karnını doyurmak suretiyle mü'mini
sevindirmendir.
"Bir ihtiyacı
için din kardeşimle beraber yürümem, bana şu Medine mescidinde bir ay i'tîkafa
girmemden daha sevimlidir.
"Kim öfkesini
yutarsa, Allah onun kusurlarını örter.
"Kim intikam
almaya gücü yettiği halde öfkesini yenerek intikam almaktan vaz geçerse, Allah
kıyamet gününde onun kalbini ümitle doldurur.
"Kim ihtiyacı
görülünceye kadar kardeşiyle beraber yürürse, ayakların kaydığı günde Allah
onun ayaklarını sâbıt kılar."[578]
592. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.)
şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Deve ve sığır kurban
olarak yedi kişi için kesilebilir."[579]
İzah
Koyun ve keçi yalnız bir
kişi tarafından kesilir. Sığır ve deveyi ise bir kişi kesebileceği gibi,
hadiste de ifâde edildiği üzere yedi kişi de kesebilir. Bir insanın yalnız
kendisi için aldığı bir sığıra kurban niyetiyle olmak şartıyla sonradan altı
kişi daha ortak olabilir. Böyle bir kesimde eti terazi ile taksim etmek uygun
olur.[580]
593. Şeddad bin Evs (r.a.) rivayet ediyor:
"Akıllı, nefsine boyun
eğdiren ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz ise, nefsini kötü arzularında
alabildiğince serbest bırakan ve Allah'a kuru ümitler besleyendir."[581]
594. Ukbe bin Âmir (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Biriniz bir
gecede Kur'ân'ın üçte birini okumaktan âciz midir?" buyurdu.
Oradakiler, "Ey
Allah'ın Resulü, bir gecede Kur'ân'ın üçte birini okumaya kimin gücü yeter?"
dediler.
Resûlullah,
"Siz İhlas
Sûresini okumaktan âciz misiniz?"
buyurdu.[582]
595. Nâfi rivayet ediyor:
Abdullah bin Ömer
(r.a.) bir mecliste oturunca mutlaka birkaç kelimelik bir duâ okurdu. Bunun
sebebi kendisine sorulduğunda şöyle dedi:
Resûlullah (s.a.v.)
bunlarla duâ edendi. Bunlar şöyledir:
"Allah'ım,
işleyip önde gönderdiğim, henüz işlemeyip geride bıraktığım, gizli veya açıktan
yaptığım Senin benden daha iyi bildiğin kusurlarımı bağışla.
"Allah'ım,
beni Sana isyana engel olacak kadar Sana kulluk etmekle rızıklandır. Beni dünya
musibetlerini kolay atlatabileceğim kadar kuvvetli imanla rızıklandır.
"Allah'ım,
beni rahmetine ulaştıracak kadar bana Senden korkmayı nasip et.
"Gözümü,
kulağımı benim için mübarek kıl ve beni ölünceye kadar onlardan istifâde ettir.
"Bana zulmedenlerden
intikamımı al. Düşmanlarıma karşı yardımcı ol. Bana dinime zarar verici
musibetler verme. İlmimi, çaba ve gayretlerimi sadece dünya için kılma."[583]
596. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Ömer bin Hattab (r.a.)
şöyle dedi:
"Üç şeyde Rabbim ile tevâfuk ettim. 'Ya Resûlallah, şu Makâm-ı İbrahimi namazgah edinsek dedim.' Allah Teâla şu âyeti indirdi:
'Müminlere, İbrahimin makamını namazgah edinin dedik.'[584]
"Resûlullaha, 'Yâ
Resûlallah, hanımlarınız örtünseler. Çünkü sizin yanınıza iyiler de, kötüler de
geliyorlar' dedim. Bunun üzerine Allah hicab âyetini indirdi:
'Peygamberin hanımlarından
birşeyler istediğinizde perde arkasından isteyin. Hem sizin kalbiniz, hem de
onların kalbi için bu daha temiz bir harekettir."[585]
"Resûlullaha (s.a.v.)
Bedir Savaşında alınan esirlerin boynunun vurulmasını söyledim. O, Ashabıyla
istişare etti. Onlar fidye karşılığında serbest bırakılmalarım istediler. Bunun
üzerine Allah şu âyeti indirdi:
'Hiçbir peygambere yeryüzünde
iyice kuvvetlenmedikçe esir alıp fidye karşılığında onları serbest bırakarak
düşmanın kuvvetlenmesine sebep olması uygun düşmez."[586]
597. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Ahirzamanda
yüzleri insana benzeyen, fakat kalpleri şeytan kalbi olan bir topluluk gelir.
Bunlar kurtlara benzerler. Gönüllerinde rahmetin kırıntısı yoktur. Kan
dökücüdürler. Hiçbir kötülükten sakınmazlar. Kendileri ile sözleşsen seni
aldatırlar. Yanlarından ayrıldığında arkadan çekiştirirler. Sana
konuştuklarında yalan söylerler. Kendilerine güvendiğinde sana hıyanet
ederler. Çocukları şımarık ve hayasızdır, gençleri sinsidir. Yaşlıları hiçbir
iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmazlar. Onlara bel bağlamak zillettir,
ellerindekini arzu etmek yoksulluktur. Aralarındaki ağır başlı, onların
gözünde şaşkındır. İçlerinde iyiliği tavsiye eden itham altındadır.[587] Aralarında mü'min
horlanır, fâsık onurludur, el üstünde tutulur. (Peygamber yolu) gariptir. Bid'a
sünnetin yerini almıştır. İşte bu sırada Allah kötülerini başlarına musallat
eder de iyileri duâ eder, fakat kabul edilmez."[588]
598. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
çocuklara karşı insanların en şakacılarındandı.[589]
İzah
Resûlullah (s.a.v.)
çocuklarla çok yakından ilgilenir, onlara selam verir ve sohbet ederdi. Bu
hadiste de onun çocuklarla şakalaştığını öğreniyoruz. Ancak 537 numaralı
hadiste de açıkladığımız gibi, Resûlullah (s.a.v.) insanlarla şaka yaparken de
gerçeği söylerdi.[590]
599. Ebû Katâde (r.a.) rivayet ediyor:
"Bir topluluğa
su veren en son içer."[591]
İzah
Dinimiz, hayatın her
sahası için prensipler koymuştur. Bu hadis de su dağıtan kimsenin kendisinin
en son içeceği ifâde edilmektedir. Peygamberimiz başka hadislerinde de su
dağıtma usulünü bildirmiştir. Meselâ bir hadislerinde sağdan başlamayı emretmiş,
[592]bir
defasında da sağda küçükler olduğu için, sağdakilerden izin alarak bardağı
soldakine vermiştir.[593]
İzahını yaptığımız hadis sadece su için değildir. Buna kıyasla meyve ve benzeri
gibi herhangi birşeyi dağıtan kimselerin de en sona almaları sünnettir.[594]
600. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
"Üç şey
gerçektir, şüphe götürmez:
1. Allah, İslâmdan nasibini alıp yararlı işler yapanı,
İslâmdan nasibini almayan gafiller gibi kılmaz.
2. Allah, kendisine itaat ederek yaklaşan kulunu başkasına
kul etmez.
3. Kişi âhirette mutlaka sevdiği kimselerle haşrolunur.
[595]
601. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah şöyle
buyurur:
"Kalbinde arpa
ağırlığınca iman bulunan kimseyi Cehennemden çıkarın.''
Sonra şöyle
buyurur:
"Kalbinde
hardal tanesi ağırlığınca iman bulunan kimseyi Cehennemden çıkarın."
Ardından da şöyle
buyurur:
"İzzet ve celâlime
yemin ederim ki, Bana gecenin veya gündüzün bir anında olsun iman edenleri Bana
iman etmeyenlerle bir tutmayacağım."[596]
602. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kıyamet
alâmetlerinden birisi de hilallerin şişkin olmasıdır; bir gecelik hilalin
görülüp, "Bu iki geceliktir" denilmesidir."[597]
İzah
Hadis, kıyametten önce hilalin yanıltıcı olacağına,
bir gecelik olanın iki gecelik zannedileceğine dikkat çekmektedir. Atmosferdeki
bir değişiklik, hava kirliliği, ozon tabakasındaki delinme ve bilmediğimiz bir
başka bir şey, hilâlin farklı görünmesine sebep olabilir.[598]
603. Amr bin Şuayb babası Amr'dan, o da dedesinden rivayet
ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
kesilen kurban etlerini üç günden fazla yemeyi, küpteki nebizi içmeyi ve kabir
ziyaretini yasakladı. Bir müddet sonra da şöyle buyurdu:
"Ben kurban etlerini
üç günden fazla yemenizi yasaklamıştım, dilediğiniz zamana kadar
yiyebilirsiniz. Küpteki nebizi içmenizi yasaklamıştım. Artık içebilirsiniz.
Sarhoş edici herşey haramdır. Kabirleri ziyaret etmenizi yasaklamıştım.
Kabirleri ziyaret edebilirsiniz. Ancak orada Allah'ın rızasına uygun düşmeyecek
şeyleri söylemeyiniz."[599]
İzah
Hadis, başlangıçta
yasaklanan, sonra serbest bırakılan üç hususu nazara vermektedir. Bunlardan
birisi kurban etlerinin üç günden fazla saklanmasının
yasaklanmasıdır. Bunun hikmeti de kurban kesemeyenlerin de et yemelerini
temindir. Nitekim şu hadis bu gerçeği ifâde eder:
"Ben kurban etini
bekletmeyi ancak zayıf bedevilerden dolayı yasak ettim. Artık yiyin, biriktirin
ve tasadduk edin."[600]
Başka bir hadislerinde
de Peygamberimiz kurban etini yasakladığı sene için,
"O öyle bir
sene idi ki, insanlar o yıl sıkıntı içindeydi. Ben de onların arasında
dağıtılmasını istemiştim"[601] buyurmuştur.
Hz. Aişe de
Peygamberimizin kurban etinin üç günden fazla yenilemeyeceğini açıkladığı
zaman, kurban kesenlerin sayısının az olduğunu, eti saklamak yerine dağıtılması
için böyle buyurduğunu bildirdi. Bu emirle kurban kesmeyenlerin de et yemelerini
temin etmeyi düşündüğünü söyledi. Zamanla kurban kesenler çoğaldığında, bu
yasağı kaldırdığını ifâde etti. Kurban kesen kimsenin arzu ederse etin üçte
birini saklayabileceğini söyledi.[602]
Hadiste önce yasaklanıp
sonra serbest bırakıldığına dikkat çekilen ikinci şey küpten nebiz içmektir.
Nebiz, hurma veya üzümü ıslatmak suretiyle elde edilen şıranın, şerbetin
adıdır. Küpteki nebizin yasaklanmasının sebebi, beklediği için sarhoşluk verici
bir hal alabilmesi, yani alkol olabilmesi sebebiyledir. Nebiz, kabarıp
sarhoşluk verecek bir hal almadıkça, içilebilir. Sarhoşluk verici hal aldığında
ise haramdır. İzahını yaptığımız hadiste,
"Sarhoş edici
herşey haramdır" buyurularak bu
husus nazara verilmiştir.
Hadiste yasaklanıp
sonra serbest bırakıldığı ifâde edilen üçüncü husus kabir ziyaretidir. Kabir
ziyaretinin önceleri yasaklanmasının sebebi, Cahiliyye Devrinde kabir ziyaret
edenlerin oralardan medet beklemesi, isyan edici bir tarzda konuşmaları,
kabirde yatan kimseyi aşın derecede övmeleri idi.
Sonraları tevhid dini
Müslümanların kalbine iyice yerleşti Müslümanlar Allah'tan başkasından gerçek
mânâda medet ummayacak bir şuura erişti. Bundan sonradır ki, Sevgili Peygamberimiz
kabir ziyareti yasağını kaldırdı, ziyaret için izin verdi. Konu ile ilgili ziyarete
izin verilmesinin sebebinin de açıklandığı bir hadis şu mealdedir:
"Ben sizlere kabirleri
ziyaret etmeyi yasaklamıştım. Bundan sonra kabirleri ziyaret edebilirsiniz.
Çünkü, kabir ziyareti dünyayı küçümsetir, âhireti hatırlatır."[603]
Hadislerde geçen serbest
bırakma ifâdesi umumîdir. Dolayısıyla kadınların da İslâmî ciddiyete uygun
olarak kabir ziyaret etmelerinde bir mahzur bulunmamaktadır.
İzahını yaptığımız
hadiste kabir ziyaretine izin verilirken bir şart konduğunu görüyoruz. O da,
"Ancak orada
Allah'ın rızasına uygun düşmeyecek şeyleri söylemeyiniz" emridir.
Bir sonraki hadis de
yine bu konuyla ilgilidir.
Kabir ve türbe
ziyareti için Ölüm Cenaze Kabir isimli eserimizin 265-273. sayfalarına
bakılabilir.[604]
604. Zeyd bin Sabit (r.a.) rivayet ediyor:
"Kabirleri
ziyaret edin. Fakat orada İslama uymayan sözler söylemeyin."[605]
605. Zeyd bin Sabit (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah'ın
tayin ettiği cezaların dışında onur sahiplerini cezalandırmaktan uzak
durun."[606]
İzah
Mürüvvet, kişinin
şahsiyetini düşürücü davranışlardan sakınması ve izzetini korumasıdır. Diğer
bir ifâde ile ahlâk ve örf kurallarına uymasıdır.
Peygamberimiz,
yukarıdaki hadislerinde bir an için nefislerine uyarak işledikleri suçlar
sebebiyle böylelerini affetmeyi, onları cezalandırmamayı tavsiye etmektedir.
Ancak kısas, el kesme, evli oldukları halde zina etmeleri durumunda taşlanarak
öldürme gibi, Allah'ın tayin ettiği cezalan bunun dışında tutmuştur. Çünkü Allah'ın
tayin ettiği bir cezayı hak edene bu cezayı vermek bir hadiste bildirildiğine
göre, bir beldeye kırk gün yağmur yağmasından daha hayırlıdır.[607]
Allah'ın tayin ettiği
cezayı tatbik etmeyi emreden bir hadis de şu maeâldedir:
"Yakınınız olsun,
olmasın Allah'ın takdir ettiği cezalan yerine getiriniz. Bunu yaparken
kınayanların kınaması sizi etkilemesin."[608]
606. Zeyd bin Sabit (r.a.) rivayet ediyor:
"Kişinin lüzumsuz
şeyleri terk etmesi, Müslümanlığının güzelliğindendir."[609]
İzah
Hadiste "lüzumsuz
şeyleri" diye tercüme ettiğimiz kelime, metinde "mâlâyanî" diye
geçer. Mâlâyanî, dünya ve âhiret hayatı için zarurî olmayan şey demektir. Bu,
hem fiil, hem söz olabilir. Hatta bakışta, düşünülen ve hayal edilen şeylerde
dahi mâlâyaniden söz edilebilir. Dolayısıyla kişi, dünyası ve âhireti için
faydası olmayan bir şeyi söylüyorsa, yapıyorsa, düşünüyorsa, böyle bir şeye
bakıyorsa mâlâyanî ile meşgul oluyor demektir.
Hadiste, kişinin
mâlâyaniyi terk etmesinin Müslümanlığının güzelliğinden olduğuna dikkat
çekilmektedir. Kişinin dünya ve âhireti için lüzumsuz olan şeyleri bırakmasının
kendisini yüksek makamlara çıkaracağı kesindir. Nitekim, Lokman'a (a.s.)
"Gördüğümüz bu fazilete seni ulaştıran nedir?" diye sorulduğunda o
şu cevabı vermiştir:
"Doğru konuşmak,
emâneti yerine getirmek, mâlâyaniyi terk etmek."[610]
Kişinin mâlâyaniyi
bırakması Müslümanlığının güzelliği iken, onu yüksek faziletlere ulaştırırken,
tersi de kendisini büyük nimetlerden, hattâ Cennetten dahi uzaklaştırabilir.
Nitekim bir Sahabînin bir ölü hakkında "Şöyle şöyle idi. Cennet mübarek olsun"
demesi üzerine onu şöyle ikaz etmiştir:
"Nereden
biliyorsun. Belki de mâlâyani konuşmuştur."[611]
Evet, dil, kulak, göz,
el, ayak hepsi mahşer gününde hesaba çekileceğine göre, bir Müslümanın bu
azalarını mâlâyani ile meşgul etmemesi gerekir. İnsanlık icabı mâlâyani ile
meşgul olan bir toplulukta oturduğunda ise Peygamberimizin (s.a.v.) böyleleri
için tavsiye ettiği ve okuduğunda oradan kazandığı günahtan temizleneceğini bildirdiği
şu duayı sık sık yapmalıdır:
"Allah'ım, Seni
hamdinle tesbih ederim. Senden başka ilah olmadığına şehadet ederim. Senden
bağışlanma diliyorum. Sana tevbe ediyorum."[612]
607. Ebû Hüreyre (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Üç grup insan
vardır ki, kıyamet günü ben onların hasmıyım. Ben kimin hasmı olursam onunla
dâvâlaşırım. Bunlar: (1) Bana Allah adına söz verip de sözünden dönen, (2) hür bir kişiyi satarak parasını yiyen, (3) bir işçi
tutup hakkıyla çalıştırdığı halele ücretini tam vermeyen.[613]
608. Enes bin Mâlik (r.a.), tuvalete girdiğinde
Resûlullahın (s.a.v.) şöyle dediğini rivayet ediyor:
"Allah'ım,
cinlerden ve kötü şeylerden Sana sığınırım."
[614]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda yer alan hadis şöyledir:
"Tuvaletler cin ve
şeytanların bulunacağı yerlerdir. Bunun için biriniz tuvalete gireceği zaman,
'Cinlerden ve kötü şeylerden Allah'a sığınırım' şeklinde duâ etsin."
Evet, duâ, mü'minin
hayatının hemen bütün safhalarında yer alan mühim bir ibâdettir. Bu cümleden
olarak tuvalete girmeden önce duâ etmek de sünnettir.
Tuvalete girerken duâ
etmek gibi, çıkarken "Benden sıkıntıyı gideren ve bana afiyet veren
Allah'a hamd olsun" demek de yine sünnettir.[615]
609. Sevban (r.a.) rivayet ediyor:
"Altın ve
gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda harcamayanları, acı bir azapla
müjdele"[616]
âyeti nazil olduğunda
Resûlullah (s.a.v.),
"Kahrolsun
altın ve gümüş" buyurdu.
Dinleyenler, "Ya
Resûlullah hangi malı biriktirelim?" diye sordular. Şöyle buyurdu:
"Zikreden bir
dil, şükreden bir kalb ve dindar ve ahlâklı bir hanım."[617]
İzah
Pekçok âyet-i kerimede
ve hadis-i şerifde, mü'minler Allah yolunda mallarını harcamaya teşvik
edilirler. Allah yolunda harcamanın asgarî haddi ve temel unsuru ise,
zekâttır. Zekât, dinin temel esâsıdır. Bu sebeple, yerine getirilip
getirilmemesi, kişi de imanın kuvvetliliğiyle doğrudan alâkalı bir esas olarak
görülmüştür.
Zekât sadece biz
Müslümanlara değil, önceki ümmetlere de farz kılınmış bir ibâdetti.[618]
Ancak, Yahudi ve
Hıristiyanlar emrolundukları zekâtı terkettiler, altın ve gümüşü toplamaya
başladılar. Bunların bâzıları biriktirdikleri altınları sandıklarda,
hazinelerde saklarken bazıları da gömerlerdi. Altın ve gümüşü piyasaya sürerek
insanlığın istifadesine sunmaları, onlardan bir kısmını fakir fukaraya
tasadduk etmeleri gerekirken bunu yapmadılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak
mallarını Allah yolunda harcamaktan kaçınan bu gibi kimseleri şiddetle tehdit
ederek, hadisin başında yer alan âyet-i kerimeyi indirdi. Bu âyetin tamamı şu
mealdedir:
"Altın ve gümüşü yığıp
biriktiren ve onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu? İşte onlara pek acıklı
bir azabı müjdele. O gün bunlar, üzerlerindeki yakılacak olan Cehennem ateşinin
içinde kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla
dağlanacak ve onlara şöyle denilecek: 'İşte, bu, nefisleriniz için toplayıp
sakladıklarınız! Artık saklayıp istif ettiğiniz bu nesnelerin acısını haydi
tadın."[619]
Ayet-i kerimenin
hükmü, sadece Yahudi ve Hıristiyanlara mahsus değildir. Müslümanlar da bu
hükmün şümulüne girer.
Bu âyeti tefsir eden
müfessirler, altın ve gümüş biriktirmeleri sebebiyle azapla tehdit edilen
kimselerin, zekâtlarını vermeyen kimseler olduğunu ifâde ederler. Zekâtını
vermek şartıyla altın veya para biriktirmenin caiz olduğunu söylerler. Hz. Ömer
(r.a.), Abdullah bin Ömer (r.a.) ve Abdullah bin Abbas (r.a.) gibi âlim
Sahabîler de bu kanaattadır. Abdullah bin Ömer (r.a.) bu mesele ile ilgili olarak
şöyle der:
"Zekâtı ödenen
şey yedi kat yerin altında da olsa yığıp biriktirme sayılmaz. Zekâtı ödenmeyen
şey de yerin üzerinde de olsa yığma ve biriktirmedir."[620]
Abdullah bin Abbas da
(r.a.), âyette geçen "Allah yolunda infak etmezler" cümlesini,
"Mallarının zekâtlarını vermek istemezler" şeklinde tefsir etmiştir.
Nitekim Peygamberimiz de (a.s.m.) bununla ilgili olarak şöyle buyurur:
"Birşey zekâtı
verilecek miktara ulaşır da zekâtı verilirse kenz sayılmaz."[621]
Hadiste yer alan âyetle
altın ve gümüş biriktirenler şiddetle tehdit edilince Sahabîler ne edinmeleri
gerektiğini sormuşlar, peygamberimiz de,
"Zikreden bir
dil, şükreden bir kaib ve mü'mine bir hanım" buyurarak onları âhiret için yatırım yapmaya teşvik
etmiştir.
İbni Mace'de yer alan
rivayette hadisin son kısmı "âhiretle ilgili hususlarda size yardımcı
olacak mü'mine bir kadın" şeklinde gelmiştir.[622]
610. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Hasan ve Hüseyin yedi günlükken akika kurbanlarını kesti ve sünnet ettirdi.[623]
İzah
Akika kurbanı ile
ilgili olarak 157 numaralı hadiste açıklama yapmıştık. Burada sünnet ve sünnet
olma yaşı üzerinde duracağız.
İlk sünnet olan Hz.
İbrahim'dir (a.s.). Bizim dinimizde de "sünnet olmak" sünnettir.
Çocuğun sünnet olma yaşı ile ilgili olarak kesin bir emir bulunmamaktadır.
Yukarıdaki hadis farziyet ifâde etmez. Bu hususta değişik görüşler vardır.
Çocuğun yedi günlükken veya bir iki yaşlarında sünnet ettirilmesi, heyecan ve
acıyı fazla hissetmeyeceği için güzel görülmüştür.[624]
611. Muaz bin Cebel (r.a.) Resûlullahtan (s.a.v) işitmiş
olduğu şöyle bir hadis rivayet ediyor:
"Riyanın en azı dahi
şirktir. Allah, kendisine itaat eden, kendisinden korkan ve gösteriş yapmadan
gizli gizli Allah'a ibâdete devam edenleri sever. Onlar bir yere ayrıldıklarında
ayrıldıklarını kimse farketmez, bir yerde bulunduklarında kimse onların
varlığını fark etmez. Onların kalpleri hidâyet kandilleri gibidir. Onlar,
karanlık siyahlara benzer fitnelerden selâmetle çıkarlar."[625]
İzah
İbni Mâce'deki
rivayette hadis,
"Riyanın en
azı dahi şirktir. Allah'ın dostlarına düşmanlık eden kimse şüphesiz Allah'a
savaş ilân etmiş olur...."
şeklindedir.
Dinimizde ibâdetler
sadece ve sadece Allah rızası için yapılır. Başka maksatlar gözetilmez.
Amellerin Allah rızası için yapılmasına ihlâs denir. İhlasın zıttı riyadır.
Riya, bir ibâdeti, güzel sayılan bir işi Allah rızası için değil de
başkalarına gösteriş için, bir menfaat uğrunda, insanların kalbinde yer etmek
düşüncesi ile yapmaktır. Hadislerde olduğu gibi Kur'ân'da da gösteriş için amel
işlemek şiddetle yasaklanmıştır. Meselâ Maun Sûresinde şöyle buyurulur:
"Yazıklar olsun o
namaz kılan münafıklara! Onlar ki namazlarından gafildirler. Onlar ki Allah
rızâsını aramak yerine insanlara gösteriş yaparlar."[626]
Gazâlî, riyayı derecelere
ayırır. Onun bu derecelendirmesi şöyledir:
Birinci derece: En
ağır olanıdır. Riya ile yaptığı ibâdette hiç sevap niyeti yoktur. İnsanların
yanında icabında abdestsiz de namaz kıldığı halde, yalnız kaldığında hiç
kılmayan gibi.
İkinci derece: Kişinin
yaptığı ibadette gösterişle beraber Allah rızasını gözetmek de vardır. Fakat bu
niyet zayıftır, böyle biri yalnız kaldığında o ibâdeti yapmazdı. Hattâ sevabı
düşünmese bile, insanların yanında o ibâdeti yine yapacaktı. Böyle biri günahtan
kurtulamaz.
Üçüncü derece: Sevap
ve gösteriş tarafları eşit olan. Böyle biri şayet gösterişin yanında sevap veya
sevabın yanında gösteriş olmasa idi bu ameli yapmazdı. Bu amelinde fayda
görmese de zarar da görmez. Belki baş başa kurtarır.
Dördüncü derece: Kişi,
insanların duyması sebebiyle daha da şevke gelip ibâdetini artırır. Böyle kimse
duymasa da ibâdetini yapacaktı. Böyle biri sırf riya maksadıyla yapmadığı için
ibâdetinden fayda görebilir.[627]
İzahını yaptığımız
hadiste riyanın en azının dahi Allah'a şirk koşmak olacağı nazara
verilmektedir. Konu ile ilgili pekçok hadis vardır. Bunlardan birisi şöyledir:
"Gösteriş yaparak oruç
tutan, gösteriş yaparak namaz kılan ve gösteriş yaparak sadaka veren kimse
Allah'a şirk koşmuştur."[628]
Resûlullah (s.a.v.)
bir hadislerinde de başkalarının yanında onlar görsün diye namazı güzel kılmayı
gizli şirk olarak ifâde etmiş ve bunun Mesih Deccaldan daha büyük olduğunu
bildirmiştir.[629]
Bir hadiste de
Allah'ın Cenneti gösteriş yapanlara haram kıldığı bildirilmiştir.[630]
Gösteriş için yapılan amellerin
kişiye âhirette hiçbir faydasının olmayacağı, bu amellerin silineceği bir
tarafa,[631] zararı da dokunur. Çünkü
hadiste de ifâde edildiği gibi riya, şirktir. Şirk ise büyük günahlardandır.
Riyakarların âhiretteki durumları ile ilgili tafsilatı Ölümden Sonra Diriliş
isimli eserimizin 231-234. sayfalarına havale ederek, burada bir kaç hadis
nakletmek istiyoruz:
"Allah kıyamet
gününde bütün kullarının huzurunda, dünyada gösteriş ve şöhret için amel
işleyenleri ilân eder."[632]
"Allah Teâla insanlara
yapmış oldukları amellerin mükâfaatını verdiği zaman riyakarlara da 'Ey
riyakarlar! Sizler dünyada gösteriş yaptığınız kimselere gidin! Bakın onların
yanında size verecekleri bir mükâfat bulabilir misiniz buyurur."[633]
Bir hadiste de Allah'ın
kıyamet günü böylelerine şöyle sesleneceği bildirilir:
"İnsanlar için
ibâdet edenler nerede? Kalkınız ücretlerinizi kendileri için amel ettiğiniz
kimselerden alınız. Çünkü Ben dünya ve insanlar için yapılan amelleri kabul
etmem."[634]
Açıkladığımız hadiste
dikkat çekilen bir diğer husus, ibâdetin gizli yapılmasının istenmesi ve
şöhretin riyaya sebep olduğunun açıklanmasıdır. Gerçekten de meşhur insanlar
şöhretlerinin devam etmesi uğrunda, Allah rızasından daha çok insanların
rızasını ararlar. Bunun için de onların hoşlarına gidecek şeyler yaparlar. Bu
sebepledir ki, Peygamberimiz Allah'ın bir yere ayrıldıklarında veya bir yerde bulunduklarında kimse onların yokluğunu
veya varlığını fark etmediği kimseleri sevdiğini bildirmiştir.[635]
612.
Abdullah bin Yezid Hatemî rivayet ediyor:
"Ümmetimin
azabı dünyada iken verilir."
3 numaralı hadisin
izahına bakınız.[636]
613. Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:
"Buluğ çağına ermeden
üç çocukları ölen hiçbir mü'min anne baba yoktur ki, Allah çocuklara olan
rahmetinin bereketiyle onları fazlıyla Cennete koymasın."[637]
İzah
Peygamberimiz bir
defasında kadınlara hitaben üç çocuğu ölen bir kadına o çocukların Cehenneme
karşı siper olacaklarını bildirmişti. Bir kadın, "İkiye de, ikiye de!"
dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"İkiye de,
ikiye de!" buyurdu.[638]
Peygamberimiz bir
hadislerinde de çocuğu ölen bir Sahabiyi şöyle teselli etmiştir:
"Cennetin kapılarından
birine geldiğinde, çocuğunu sana kapıyı açmak için koşarken görmen seni
sevindirmez mi?"[639]
Çocuğu ölen kimselerin
bu müjdelere mazhar olabilmek buna "güzel bir sabırla" sabretmeleri
şartına bağılıdır.[640]
614. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah yatağına
girdiğinde şöyle duâ ederdi:
"Allah'ım,
bağımlılık derecesinde günah işlemekten ve yatak arkadaşı olan açlıktan Sana
sığınırım."[641]
İzah
İbni Mâce'de bu
rivayet şöyledir:
"Allah'ım, ben
açlıktan Sana sığınırım. Çünkü açlık fena bir yatak arkadaşıdır. Hıyanetten de
Sana sığınırım. Şüphesiz hıyanet fena bir duygudur."
Peygamberimiz (s.a.v.)
açlıktan Allah'a sığınmıştır, çünkü açlık insanı din ve dünya ile ilgili
vazifelerinden alıkoyar. Aklını karıştırır, bâtıl ve bozuk fikirlere sürükler,
kumar, rüşvet, hırsızlık ve fuhuş gibi kötü yollara düşürür.[642]
615. Abdullah bin Amr (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah katında
mü'minden daha değerli hiçbir şey yoktur."[643]
İzah
Nasıl bir sanat eseri
sanatkarına nispet edildiğinde bir değer ve mânâ kazanıyorsa, insan da
yaratıcıya nispetle bir değer kazanır. Sanat eserinin sanakarından nispeti
kesildiğinde nasıl kıymeti hiç hükmüne düşerse, Yaratıcı ile irtibatı kesilen
insan da böyledir.
Mü'min Allah'a inanan
demektir. Dolayısıyla Yaratıcısına nispet edilmektedir. Böyle olunca da
Yaratıcı katında son derece kıymetlidir. Hadisin ifadesiyle Yaratıcı nezdinde
ondan daha değerli hiçbir şey yoktur. Nasıl kıymetli olmasın ki, mü'min kimse
Yaratıcısını tanıyor, Ona kul oluyor, emirlerini dinliyor, yasaklarından
sakınıyor.
Bunun içindir ki,
Abdullah ibni Abbas (r.a.) Kabe'ye yönelerek şöyle demiştir:
"Ey Kabe! Allah seni
saygıdeğer ve şerefli kıldı. İnanmış bir insanın Allah katındaki şeref ve
değeri ise senden daha büyüktür."
Hz. Ebû Bekir de
hiçbir mü'minin küçümsenmemesi gerektiğini ifâde etmiş, "Çünkü Müslümanın
küçüğü de, büyüğü de Allah katında büyüktür" demiştir.
Evet, Allah yanında
kıymetli olan mü'mine, mü'minler de kıymet vermeli, ona Yaratıcısına nisbet
ederek bakmalı, Allah, din, peygamber, kitap, kıble gibi küreleri birbirine
bağlayacak bağların yerine bunlara nispetle örümcek ağı mesabesindeki siyaset,
cemaat, mezhep, tarikat, ırk birliklerini koymamalıdır. Bizzat Allah'ın değer
verdiği bir varlığı küçümser bir havaya girmemelidirler. Mü'min de kendini
böyle görmeli, değerini düşürecek şeylerden sakınmalıdır.[644]
616. Ebû Umâme el-Bâhilî (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.)
yanına beraberinde iki çocuğu olan bir kadın geldi ve ondan yemek için bir şey
istedi. Resûlullahın onlara verecek bir şeyi yoktu. Sadece üç hurma verdi.
Kadın hurmanın birini bir çocuğuna, diğerini de diğer çocuğuna verdi. Birini de
yanında tuttu. Çocuklardan birisi hurmasını yedikten sonra ağladı. Kadın
bıraktığı hurmayı ikiye böldü, yarısını ağlayan çocuğuna, yarısını da diğerine
verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Kadınlar
çocuklarını karınlarında taşır, dünyaya getirirler, emzirirler, onlara karşı
çok da merhametlidirler. Eğer
kocalarına
eziyet etmeyip namazlarını da kılsalar Cennete girerler."[645]
İzah
Hadisde kadınlardaki
şefkat nazara verilmekte, onların yemeyip çocuklarına yedirdikleri, bununla
çok büyük sevap kazandıkları bildirilmektedir. Çocukları binbir zahmetle
karınlarında taşımakla, sancılarla dünyaya getirmekle, emzirmekle büyük
mükâfat elde ettikleri, bunun yanı sıra kocalarına eziyet etmeyip beş vakit
namazı da kıldıklarında Cennete girecekleri müjdelenmektedir.[646]
617. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim bana bir defa
salavât getirirse, Allah on defa rahmet eder. Kim on defa salavât getirirse,
Allah ona yüz defa rahmet eder. Kim bana yüz defa salavât getirirse, Allah
onun alnına münafıklıktan ve ateşten kurtuluş beratı yazar. Ve kıyamet gününde
onu şehidlerle beraber bulundurur."[647]
İzah
Yüce Allah bir âyet-i
kerimede,
"Peygambere
Allah rahmet eder, melekler de dua eder. Ey iman edenler, siz de ona
teslimiyetle salat ve selam getirin"[648]
buyurarak Resûlullaha
salavat getirmeyi emretmiştir.
Resûlullah (s.a.v.)
âlemlere rahmet olarak gönderilmiş, âhir zaman peygamberidir. İnkar
karanlıkları onun getirdiği nur ile dağılmış, bütün varlıklar onun nuruyla
manasızlıktan kurtularak üzerlerinde tecelli eden İlâhî isimleri şuur
sahiplerine okutmaya başlamıştır. Bu sebeple bütün kâinat onunla alakadardır ve
ona rahmet duası eder. O, ümmetinin saadetiyle de yakından alakadardır;
dünyaya geldiği anda ağzından "Ümmetim" sözü işitildiği gibi,
kıyamette herkes kendi nefsinin derdine düştüğünde, o yine "Ümmetim"
diyerek onların saadetini düşünecektir. İşte öyle bir zat, elbetteki ümmetinin
her bir ferdinden her zaman İlâhî dergaha yükselecek rahmet duasına lâyıktır.
Biz, salât ve selâm getirmekle, hem bütün kâinatın nâmına, hem de ümmeti
sıfatıyla, ona rahmet duası etmiş, ona bağlılığımızı yenilemiş ve kıyamet günü
onun şefaatine hak kazanmış oluruz.
Peygamberimiz pek çok
hadislerinde ümmetinden kendisine salavât getirmelerini istemiştir. Yukarıdaki
hadislerinde de kendisine salavât getirene Allah'ın on misli rahmet ile
karşılık vereceğini, onu ateşten ve münafıklıktan koruyucağını ve o kimseyi
şehidlerle beraber bulunduracağını bildirmiştir.
Peygamberimizin bu
derece salavât getirilmesini istemesi, yine ümmeti içindir. Bediüzzaman bu
konuda meâlen şöyle der: O zât (a.s.m.), bütün ümmetinin saadeti ile alakadar
ve ümmetinin bütün fertlerinin her nevi saadetlerinden hissedardır. Onların her
çeşit musîbetleriyle de endişedardır. İşte kendisinin saadet ve kemalat
mertebeleri sonsuz olmakla beraber; sayısız ümmet fertlerinin, sayısız bir
zamanda, hadsiz derecede çeşitli saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz
sıkıntılarından müteessir olan bir zât, elbette hadsiz salavat, duâ ve rahmete
layıktır, muhtaçtır.[649]
160 numaralı hadise de
bakınız.[650]
618. Ammar bin Yâsir (r.a.) rivayet ediyor:
Dostum Resûlullahın
(s.a.v.) akşam namazından sonra altı rekat namaz kıldığını
gördüm. Şöyle buyurdu:
"Kim akşam
namazından sonra altı rekat namaz kılarsa,
deniz
köpüğü kadar da olsa günahları bağışlanır."[651]
İzah
Evvâbin, tevbe ve istiğfar
ederek Allah Teâlaya çokça yönelen kişi demektir. Hadiste de ifâde edildiği
gibi, evvâbîn namazı altı rekattır ve akşam namazından sonra kılınır. Bu namazı
bir, iki veya üç selamla kılmak mümkündür. Peygamberimiz bu namazı bazan
kılmış, bazan terk etmiştir. Yani bu namaz müekked olmayan sünnettir.[652]
619. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah şöyle dua
ediyordu:
"Allah'ım, âhiretimin
garantisi olan dinimi kuvvetleştir. Yaşadığım yer olan dünyada beni huzur
içerisinde yaşat. Ebedî yaşama yerim olan âhiret hayatımda beni mutlu kıl.
Yaşadığım müddetçe hayrımı artır. Ölümü de bana bütün şerlerden kurtulup
rahatlama kıl."[653]
620. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim Allah'ın kazasına
razı olmaz ve Allah'ın kaderi takdir ettiğine inanmazsa kendisine Allah'tan
başka ilâh arasın."[654]
İzah
Allah'a inanan bir
mü'min, tedbirini alır, bununla beraber Allah bir musibet vermeyi dilerse o
tedbirin kendisine hiçbir faydası olmayacağına inanır. Tedbirine rağmen başına
bir musibet geldiğinde de, onu rıza ile karşılamasını bilir.
Evet, "Allah'a
inandım" demek, Ondan gelen herşeye de rızâ göstermey" gerektirir.
Kişi hem "Allah'a, kadere inandım" der, hem de kaderin takdirine rıza
göstermezse, bu onun imanında samimî olmadığını gösterir. Bir kudsî hadiste
böyleleri şiddetle ikaz edilir ve şöyle buyurulur:
"Benim hükmüme razı
olmayan ve Benim verdiğim musibete sabretmeyen kişi Benden başka rab
arasın."[655]
Aslında aklı başında
bir insan başına gelen musibete sabretmekten başka çare bulunmadığını,
dövünmenin, çırpınmanın, kaderi tenkit etmenin zerre kadar faydası olmadığını
çok iyi bilir. Öyle ise yapılacak şey elden hiçbir şey gelmeyen bir konuda
dövünüp, çırpınmak değil, onu kabullenmektir. Çünkü huzur ve saadet bundadır.
İtiraz ise eleme bin elem daha katar. Nitekim Peygamberimiz bir hadislerinde bu
gerçeği şöyle ifâde buyurmuştur:
"Allah, hikmet ve
büyüklüğü ile huzur ve ferahı kadere rızâ ve kuvvetli imana; kaygı ve üzüntüyü
de şüpheye ve kadere itiraz etmeye yerleştirmiştir."[656]
"Madem ki,
herşeyin Allah'tan olduğunu bilirsin ve ona imanın vardır; zararlı, menfaatli
herşeyi tahsin ve hüsn-ü rızâ [güzel bir şekilde ve güzel bir rızâ ile] kabul
etmek lâzımdır"[657]
diyen Bediüzzaman, başka bir yerde de bununla ilgili olarak şöyle der:
"Madem Onun
Rubûbiyetine razıyız, o Rubûbiyeti noktasında verdiği şeye de rızâ lâzım. Kaza
ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda 'Ah,' 'Of edip şekva etmek, bir nevî
kaderi tenkittir, Rahîmiyetini ittihamdır. Kaderi tenkit eden, başını örse
vurur, kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış el ile intikam
almak için o eli istimal etmek [kullanmak], nasıl kırılmasını tezyid ediyor
[artırıyor]; öyle de, musibete giriftar olan adam, itirazkârâne şekva ve
merakla onu karşılamak, musîbeti ikileştiriyor."[658]
Konunun tafsilatı için
Kadere İman isimli eserimizin 131-140. sayfalarına bakınız.[659]
621. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Rüya bir
âlimden veya hayır tavsiye edenden başkasına anlatılmaz."[660]
İzah
Genel olarak her insan
günde bir veya birkaç defa rüya görür. Bu rüyalar sevindirici olduğu gibi,
üzücü de olabilir. Hemen herkes rüyasını başkalarına anlatır. İşte
Peygamberimiz, bu hadislerinde rüyanın öyle herkese anlatılmayıp bir âlime
veya kendisinin iyiliğini isteyen birisine anlatması gerektiğine dikkat
çekmektedir. Çünkü Peygamber Efendimiz başka bir hadislerinde tâbir edilmedikçe
rüyanın askıda olduğunu, tâbir edildiği şekil üzere çıkacağını bildirmiştir.
Ehil olmayanlara anlatıldığında, o kimsenin rüyayı görüldüğü hal üzere
anlatacağı açıktır. Oysa rüyanın görüldüğü gibi yorumlanması doğru değildir.
Zira çoğu zaman rüyada görülen kötü şeyler, güzel bir şekilde çıkmaktadır. Ki,
Peygamberimiz kendisine anlatılan zahirde çok kötü rüyaları iyi bir şekilde
yorumlamıştır.[661]
622. Sehl bin Sa'd (r.a.) rivayet ediyor:
"Küçük görülen
günahlardan sakının! Çünkü bu günahların durumu şuna benzer: Bir topluluk bir
vadide konaklamışlar. Ekmeklerini pişirmek için her biri birer çalı çırpı
getirmiş, böylece yeterli odunu toplamışlar. İşte küçük gibi görülen günahlar
da böyledir. Birike birike sahibini helake götürür."[662]
623. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Akşam namazı
vaktinde yemek hazırlanmışsa önce yemeğe başlayın."[663]
İzah
İnsanın zihnini meşgul
eden bir şey varken namaza durması mekruhtur. Çünkü bu namazda bulunması
gereken huşuya zarar verir. Bunun için kişi önce zihnini meşgul eden şeyi
halletmeli, namaza sonra başlamalıdır. Hadiste akşam yemeği hazırken önce
yemeği yiyip sonra namaza durulması istenmiştir. Bu, akşam yemeği için böyle
olduğu gibi, öğle yemeği için de böyledir. Bâzı kaynaklarda "Yemeğinizi
aceleye de getirmeyin" buyurulmuştur.
Ancak namaz vakti
tehlikeye girmişse önce namaz kılınmalıdır 36 ve 571 numaralı hadislere de
bakınız.[664]
624. Ali (r.a.) Resûlullahın şöyle buyurduğunu rivayet
ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.)
şöyle buyurduğunu işittim:
"İnsan mü'min olduğu
halde asla zina edemez. Bir insan mü'min olduğu halde asla hırsızlık yapamaz.
İnsanların gözü olduğu bir ganimet malını mü'min olarak zimmetine geçirmez. Bir
insan mü'min olduğu halde içki içmez."[665]
İzah
Hadis, dört büyük
kötülüğe dikkat çekmektedir. Ehl-i Sünnet anlayışına göre bu haramları işleyen
kimseler kâfir olmazlar. Bunun için bu hadisi âlimler, "Kâmil mü'min
olduğu halde..." şeklinde açıklamışlardır. Hadiste, mü'mine imânı tehlike
endişesini hatırlatmak için böyle bir üslup kullanılmıştır. Zaten başka hadislerde
bu haramları işleyenlerin mü'min oldukları açık bir şekilde ifâde edilmiştir.
Diğer taraftan, Hz.
Ali bu hadisi Küfe minberinde rivayet ettiğinde, bir zât "Bu haramları
işleyenler kâfir olur mu ey Mü'minlerin Emiri?" diye sormuş. Hz. Ali,
böylelerinin işlediği bu haramların helâl olduğuna inanmadıkça mü'min
olduklarını bildirmiştir.[666]
625. Huzeyfe bin Yeman (r.a.) rivayet ediyor:
"Bir kimse
Müslümanların işlerine ehemmiyet vermezse, onlardan değildir. Bir kimse Allah
için, Resulü için, kitabı için, Müslümanların idarecisi için ve bütün
Müslümanlar için sabah akşam hayır dilemezse yine onlardan değildir."[667]
İzah
Müslim, Ebû Dâvud ve
Nesâî, buna benzer şöyle bir hadis rivayet ederler:
Temim ed-Dârî (r.a.)
rivayet ediyor: Resûlullah (s.a.v.),
"Din
nasihattir" buyurdu.
Biz, "Ey Allah'ın
Resulü, kim için nasihattir?" diye sorduk. Şöyle buyurdu:
"Allah için,
Allah'ın kitabı için, Resulü için, Müslümanların idarecileri ve bütün
Müslümanlar için."[668]
İzahını yaptığımız
hadisin birinci bölümünde, Müslümanların işine ehemmiyet vermeyenlerin onlardan
olmadığı ifâde edilmektedir. İkinci kısımda ise nasihat üzerinde durulmaktadır.
Evet yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi nasihatin, diğer ifâde ile hayırhahlığın,
yani hayrı ve iyiliği duyurup hatırlatmaktır. Hadiste bir Müslümanın Allah için,
Resulü için, Allah'ın kitabı için, Müslümanların idarecileri için ve bütün
Müslümanlar için sabah akşam nasihat etmesi istenmektedir.
Allah için nasihat,
Allah'ın birliği ve sıfatları hususunda sağlam bir inanca sahip olmak, Ona
ihlasla kulluk etmek, ameline riya karıştırmamak ve haramlardan sakınmaktır.
Resulü için nasihat,
ona halisane iman etmek, emir ve yasaklarına tâbi olmak, sünnetini yaşamak ve
yaşatmaya çalışmak, Ehl-i Beytine ve Sahabîlerine sevgi beslemektir.
Kur'ân için nasihat,
ona halisane iman ve hükümleri ile amel etmek, korunmasına, hükümlerinin
yayılmasına ve anlaşılmasına çalışmaktır.
Müslümanların
idarecileri için nasihat, Allah'a isyan olmayan hususlarda onlara itaat etmek,
gerektiği zaman ikazda bulunmaktır.
Bütün Müslümanlar için
nasihat, onlara iyiliği tavsiye etmek, kötülükten sakındırmak, yaşlılarına
hürmet, göstermek, küçüklerini sevmek, kendi nefsi için istediğini onlar için
de istemektir.[669]
626. Süleyman bin Büreyde babasından rivayet ediyor:
"Hiçbir şey
yoktur ki Âdemoğlundan daha çok Allah'a itaat etmesin."[670]
İzah
Deniz ve göllerdeki
balıklardan, uzay boşluğunda birer balık gibi yüzen koca kürelere kadar nice
yaratığın son derece hassas bir tarzda vazifelerini yapmakta olduğunu görüyoruz.
Herbir yaratık vazifesini hiç aksatmadan canla başla yerine getiriyor. Bitki
ve hayvanlar ürünlerini vermemezlik, toprak tohumları bitirmemezlik, yağmur
yağmamazlık, güneş doğmamazlık, ısı ve ışık vermemezlik yapmıyor. Bütün bunlar
muntazaman vazifelerini yapıyorlar. Bu onların aynı zamanda ibâdetleridir,
tesbihleridir. Yüce Allah,
"Hiçbir şey
yoktur ki, Allah'ı teşbih etmesin"[671] buyurarak bu gerçeği nazara vermiştir
Allah insandan başka
bütün yaratıklara serbest ve başıboş hareket etme gücü vermemiştir. Bunun için
onlar yaratılış vazifelerinin dışına çıkmazlar. İnsan imtihanın gereği olarak
itaat ve isyanda serbest bırakıldığı için Allah'a isyan edebilmektedir. Oysa
insana düşen Allah'a kulluk noktasında, diğer yaratıklardan geri kalmamak
olmalıdır.[672]
621. Âişe (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Kim Müslüman bir ev
halkını sevindirirse, Allah bunun sevabı olarak o kulunu Cennete koymaktan
başkasına razı olmaz."[673]
628. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Ey iman
edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun. Ve son nefesinize
kadar hakda sebat edin de, Müslümanlar olarak ölün" âyetini okudu ve şöyle buyurdu:
"Şayet zakkumdan bir damla
dünyanın denizlerine damlatılsa, canlıların yaşantısını bozardı. Böyle olunca
yiyecekleri zakkum olan Cehennem ehlinin hali nasıl olur, düşünün?"[674]
İzah
Peygamberimiz bu
hadisleri ile ümmetini Cehenneme karşı ikaz etmiş, son nefeslerine kadar imanlarını
korumaya ve Müslüman olarak ölmeye teşvik etmiştir.
Hadiste geçen zakkum,
tadı ve kokusu fena, acı bir ağaç olan Cehennem ehlinin yiyeceğidir. Cennet
ehli Cennette birbirinden güzel ve lezzetli Cennet yiyecekleri ile
lezzetlenirken, Cehennem güzel ve lezzetli Cennet
yiyecekleri ile lezzetlenirken, Cehennem ehli ise zakkum ve benzeri
yiyeceklerle azap çekeceklerdir. Kur'ân'da Cehennemliklerin bu azabına şöyle
dikkat çekilir:
"Ey Allah'ın
âyetlerini yalanlayan sapıklar! O zakkum ağacından muhakkak yiyeceksiniz.
Karınlarınızı onunla dolduracaksınız. Üstüne de kaynar su içeceksiniz. Susamış
devenin içişi gibi içeceksiniz. İşte hesap gününde onların ziyafeti
budur."[675]
Başka âyetlerde de
zakkum hakkında şu tafsilat verilir:
"Bu mu daha hayırlı
bir ziyafettir, yoksa zakkum ağacı mı? Muhakkak ki Biz onu zâlimler için bir
belâ kıldık. O bir ağaçtır ki, Cehennemin dibinde biter. Meyvesi şeytanların
başına benzer. Ondan, muhakkak yiyecekler ve karınlarını onunla dolduracaklardır."[676]
Peygamberimiz hadisin
son cümlesine bir mukayese yapıyor ve yiyecekleri zakkum olan Cehennem ehlinin
çekeceği azabı hayallerimize havale ediyor.[677]
629. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
orucunu açarken şöyle duâ ederdi:
"Allah'ın
adıyla. Senin rızan için oruç tuttum, Senin rızkınla iftar ediyorum."[678]
İzah
Dinimizde faziletli olan
bâzı aylar, günler ve vakitler vardır. İşte oruçlu için iftar vakti de böyle
vakitlerdendir. Peygamberimiz bir hadislerinde,
"Oruçlunun
iftar vaktinde geri çevrilmeyen bir duâ hakkı vardır"[679] buyurarak buna dikkat çekmiştir.
Yukarıdaki
hadislerinde de oruç açarken yapılacak duayı nazara vermiştir. Başka
rivayetlerde Resûlullahın iftar vaktinde şöyle duâ ettiği bildirilir:
"Allah'ım, Senin için
oruç tuttum. Sana inandım, Sana tevekkül ettim. Senin verdiğin rızık ile
orucumu açtım. Yarının orucuna da niyet ettim. Benim geçmiş ve gelecek
günahlarımı bağışla. Beni, annemi, babamı ve bütün mü'minleri hesap gününde affet."[680]
630. Cerir bin Abdullah el-Becelî (r.a.) rivayet ediyor:
"Her aydan üç
gün oruç tutmak bütün seneyi oruçlu geçirmek gibidir. Eyyâmü'1-bîd, ayın on
üçüncü, on dördüncü ve on beşinci günleridir."[681]
İzah
Pazartesi ve Perşembe
günleri gibi oruç tutulması sünnet olan bâzı günler vardır. İşte oruç tutmanın
sünnet olduğu bu günlerden bâzıları da her aydan üç gün oruç tutmaktır. Bu üç
gün, ayın on üç, on dört ve on beşinci günleridir. Her ayın bu günlerini oruçlu
geçirmek bütün seneyi oruçlu geçirmek gibidir. Böyle olması, amellerin en az on
katı ile mükafatlandırılması sebebiyledir.[682]
631. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Bir
Müslümanın bir Müslümanla üç günden fazla küs durması helâl değildir."[683]
İzah
Yüce Yaratıcımız bizi
yokluktan varlık âlemine çıkarmış, hayatiyetimizi devam ettirebilmemiz için
sayılamayacak kadar çok nimeti önümüze sermiş, Cennet gibi bir mükâfatı sevgili
kulları için hazırlamış; bütün bunlara bir şükür olarak da biz kullarından
Kendisine itaat etmemizi, emirlerini tutup, yasaklarından da kaçınmamızı
istemiştir.
İşte dinimizde
Allah'ın yasakladığı haramlardan birisi de mü'minlerin birbirleriyle küs
durmaları, birbirleriyle selâmlaşmamaları, konuşmayı terketmeleridir. Yüce
Rabbimiz bir âyet-i kerimede mü'minlerin vazifelerinden birisinin de dargınların
arasını bulmak olduğunu bildirir ve şöyle buyurur:
"Mü'minler
kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki,
rahmete erişesiniz."[684]
Âlemlere rahmet olarak
gönderilen Sevgili Peygamberimiz de pekçok hadislerinde dargın durmanın helâl
olmadığını bildirmiştir. İşte izahını yaptığımız hadis bunlardan birisidir.
Evet, bir kimsenin
mü'min kardeşiyle küs durması, ona düşmanlık beslemesi, kin tutması çok büyük
bir haksızlıktır, zulümdür. Bediüzzaman mü'mine kin duymanın, ona düşmanlık
beslemenin, onunla konuşmamanın ne derece büyük bir zulüm olduğunu Uhuvvet
Risalesi isimli eserinde meâlen şöyle ifâde eder:
"Mü'min kardeşine
kin ve düşmanlık beslemek ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki, sen âdi, küçük
taşları Kabe'den daha ehemmiyetli ve Uhud Dağı'ından daha büyük desen, çirkin
bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kabe hürmetinde olan iman ve Uhud Dağı
büyüklüğünde olan İslâmiyet gibi çok İslâmî sıfatlar, sevgiyi ve ittifakı
istediği halde, mü'mine karşı düşmanlığa sebebiyet veren ve âdi taşlar
hükmünde olan bâzı kusurları, iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece
insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa
anlarsın."[685]
Denilebilir ki,
"Küs durduğum, kin duyduğum kimse bana hakaret etti, bana ağır laflar
konuştu."
Aslında kaba ve çirkin
konuşmak da mü'mine yakışmayan sıfatlardandır. İnsan bir şey söylerken
neticesini düşünmeli; bir gün barışıldığında mahcup olmamak için açık kapı
bırakmalıdır. Fakat diyelim ki, karşı taraf hiç bir açık kapı bırakmadı. Bu takdirde
onunla ebedî olarak küs mü kalınacaktır?
Elbette ki hayır.
Çünkü dinimiz kaba ve çirkin konuşmayı, mü'minlerin birbirleriyle küs
durmalarını yasaklarken; isteyerek veya istenmeyerek bir kusur işlendiğinde de
affı emretmektedir. Yüce Rabbimizin binbir isminden birisi de Afüvdür. Afüv
olan Rabbimiz, insanlık icabı günah ve kusur işleyen kullarını affetmeyi sever
ve kullarından da afla muamele etmelerini ister. Yüce Allah bir âyet-i kerimede affetmeyi takva sahiplerinin
vasıflarından sayar ve şöyle buyurur:
"O takva sahipleri,
bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların
kusurlarını affedenlerdir."[686]
Dargınlar ilk adımı
illa da karşı tarafın atmasını beklememelidirler. Çünkü barışmada ilk adımı
atmak çok sevaplıdır. Karşı taraf cevap vermezse, konuşmaya ilk başlayan sevap
kazanırken; diğeri günahkâr olur. Peygamberimiz izahını yaptığımız hadisin Ebû
Dâvud'daki rivayetinde bununla ilgili olarak şöyle buyurur:
"Bir mü'minin diğer
mü'minle üç günden fazla küskün durması helâl değildir. Üç günden sonra dargın
olduğu kimseye rastlarsa selâm versin. Eğer selâm verilen kimse, selâma
karşılık verirse, sevaba ortak olur. Yoksa o günah işlemiş olur. Selâm veren
de dargınlıktan çıkmış olur."
Peygamberimizin konu
ile ilgili bir hadisi de şu mealdedir:
"Bir Müslümanın diğer
bir Müslüman kardeşine dargın kalması helâl değildir. Onlar birbirleri ile
karşılaştıkları zaman, biri yüzünü bir tarafa, diğeri de öbür tarafa çevirir.
Bunlardan en hayırlısı, ilk önce selâm verip barışandır."[687]
632. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah ile beraber
mescidde namaz vaktinin girmesini bekliyorduk: Adamın biri kalktı ve "Ben
bir günah işledim" dedi. Resûlullah ondan yüz çevirdi. Cemaatla beraber
namazını kıldı. Namazdan sonra aynı adam kalktı ve "Ben bir günah
işledim" diyerek sözünü tekrarladı. Resûlullah,
"Sen
temizliğini güzelce yaparak bizimle şu namazı kıldın değil mi?" diye sordu.
Adam, "Evet,
kıldım" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Kıldığın bu
namaz senin işlediğin günahın keffâretidir."
[688]
633. Adiy bin Hatem et-Tâî rivayet ediyor:
"Allah hepinizle
aranızda bir tercüman olmadan konuşur. O kimse sağına bakar, [varsa] dünyada
iken gönderdiği hayırları görür, soluna bakar işlediği günahları görür. Önüne
bakar Cehennemi görür. Binâenaleyh yarım hurma sadaka vermekle de olsa
kendinizi Cehennemden koruyunuz."[689]
634. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Ümmetimden bir kimse
Müslümanların işlerinden birini üzerine alır da kendisini ve ailesini gözetip
koruduğu gibi onları gözetip korumazsa, Cennetin kokusunu duyamaz."
İzah
Hadis, Müslümanların
işini üstlenmenin mes'uliyetini ifâde etmekte, üzerine aldığı işin hakkını
vermeyenlerin Cennetin kokusunu işitemeyeceklerini bildirmektedir. Oysa
hadislerde bildirildiğine göre Cennetin kokusu 500 ve 1000 yıllık mesafelerden
duyulacaktır. Bir kimse buna rağmen bu kokuyu duymayacaksa, onun ne büyük bir
ziyan içerisinde olduğu daha iyi anlaşılır.[690]
635. Ebû Katâde (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Bir
kadın zînetini kapatıncaya kadar Allah onun namazını kabul etmez. Buluğ çağına
eren bir kız da başını kapatmadıkça, Allah onun namazını kabul etmez."[691]
İzah
Hadiste dinimizin farz
emirlerinden birisi olan tesettürün ehemmiyetine dikkat çekilmekte, kadınların
Allah'ın avret yerlerini; buluğ çağına eren kızların da başını kapatıncaya
kadar namazının kabul etmeyeceği bildirilerek, kadınlar ve kızlar ikaz edilmektedir.
Bu hadise namaz kıldığı halde açık saçık gezen kadınlar için bir tehdit nazarı
ile bakılmalıdır. Yoksa bir kadın namaz kılarken başını kapatıyor da, diğer
zamanlarda açıyorsa, bunun namazına bir zarar vereceği söylenemez. Çünkü namaz
ayrıdır, namazın dışındaki örtünme ayrıdır, namaz esnasında başını örten bir
kadın, namaz borcunu yerine getirmiş, ama Allah'ın örtünme emrine uymamış
olur. Kıldığı namazdan dolayı sevap kazanırken, açık saçık gezdiği için de günaha
girmiş olur. Hülasatü 'l-Ecvibe isimli eserde konu ile ilgili olarak şöyle bir
fetvaya yer verilir:
"Günah işleyen
kimselerin namaz ve ibadetleri sahih olup sevabına nail olur."[692]
"Namazı
dosdoğru kıl, şüphesiz ki namaz insanı fuhuş ve kötü şeylerden ahkoyar"[693]
âyeti gereğince, böyle
bir kadının namazın bir kerameti olarak diğer zamanlarda da başını örtmesi
mümkündür.[694]
636. Ammar bin Yâsir (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha (s.a.v.),
"Ya Resûlallah, siz Cahiliye Devrinde Cahiliye ehlinin işlediği
günahlardan birini işlediniz mi?" diye sordum.
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Hayır. İki yere
gidecek oldum. Birincisinde uyku bastı. İkincisinde ise insanların geceleyin
yaptıkları sohbet beni oyaladı, gidemedim."[695]
İzah
Cenâb-ı Hak, daha
ezelden, ondaki liyakat sebebiyle Sevgili Habibini son peygamber olarak takdir
etmişti. Bu sebeple küçüklüğünden beri onu bu büyük vazifeye hazırladı,
devamlı olarak murakebe altında tuttu. Çocukluk devresinden itibaren onu Cahiliye
Devrinin her türlü çirkinlikleri ve kötülüklerinden korudu.
İzahını yaptığımız
hadiste, Ammar bin Yasir'in (r.a.) suâli üzerine Peygamberimiz henüz risaletle
vazifelendirilmeden önce Cahiliye Devrinin eğlencelerinin sergilendiği iki yere
gitmek istediği halde gidemediğini bildirmektedir. İki defa tekrarlan bu hadise
şöyle olmuştu:
Kureyş'ten biri ile
kendilerine ait koyunları otlatırken arkadaşına, "Eğer benim koyunlarıma
da bakarsan Mekke'ye gidip gece sohbetlerine katılmak istiyorum" dedi.
Arkadaşı, "Olur
bakarım" deyince de Mekke'ye geldi. Girişte def, düdük ve ıslık sesleri
işitti. "Bu nedir?" diye sordu. "Filan erkek filan kadınla
evleniyor" dediler. Peygamberimiz oraya gitti, tam oturmuştu ki, aniden
kulakları tıkandı, gözleri kapandı. Sabahleyin güneşin sıcaklığı ile
uyanabildi. Hemen arkadaşının yanına gitti. Arkadaşı, "Ne yaptın?"
diye sordu. Peygamberimiz başından geçenleri ona anlattı.
Resûlullah (s.a.v.) buna benzer bir hadise daha yaşadı.[696]
637. Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.)
yanında azlden konuşuldu. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Azl
yapmanızda bir günah yoktur. Muhakkak o da kaderdendir."[697]
İzah
Hadiste ifâde edilen
azl, "cinsî münâsebet esnasında erkeğin menisini dışarı akıtması"
demektir. Bir çeşit doğum kontrolüdür. Hadiste, doğmu kontrolünün de kaderden
olduğu nazara verilmektedir.
Cenâb-ı Hak, Hakîm
isminin gereği olarak kâinatta meydana gelen hadiseleri bazı sebeplere
bağlamıştır. Meselâ, buğday elde etmek için tarlaya tohum ekmek; meyve
yetiştirmek için ağaç dikmek gerekir. Bütün bunlar bir sebeptir.
Bunun gibi, bir çocuğun
anne karnında teşekkül edebilmesi için de, erkekte bulunan sperm ile kadında
bulunan yumurtanın buluşması gerekir. Bu buluşma herhangi bir yolla engellenirse,
çocuğun teşekkül etmemesi normal sayılabilir. Her ne şekilde olursa olsun doğum
kontrolünü Cenâb-ı Hakkın yaratmak istediğine engel olmak mânâsında anlamamak
gerekir. Çünkü, burada canlının teşekkül etmemesi, Yüce Allah'ın yaratmak
istememesi sebebiyledir. Bu durumda tedbir almak bir sebepten öteye
geçmemektedir. Cenâb-ı Hak mahlukâtın sayısını takdir ederken kulunun böyle
bir tedbire teşebbüs edip etmeyeceğini biliyordu. Bunun için de insanların
sayısını bu ilmi içinde tayin ve takdir etti. Hadisin "Muhakkak o da
kaderdendir" cümlesi bunu ifâde etmektedir.
Şu hususu da hatırdan
çıkarmamak gerekir: Cenâb-ı Hak şayet yaratmayı takdir etmişse, tedbirin hiçbir
tesiri olmaz. Ne kadar tedbire müracaat edilirse edilsin, şayet doğması ezelde
takdir edilmişse, o çocuk mutlaka doğar. Nitekim hadisin zikrettiğimiz kaynaklarda
yer alan ve yine Ebû Sâid el-Hudrî (r.a.) kanalıyla gelen bir rivayeti
şöyledir:
"Azl yapmanızda bir
günah yoktur. Fakat, Cenâb-ı Hakkın kıyamete kadar doğmasını takdir buyurduğu
her canlı mutlaka doğar."[698]
638. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim bilerek
benim adıma yalan uydurursa, Cehennemdeki yerine hazırlansın."[699]
İzah
Yalan söylemek
dinimizin haram kıldığı hususlardandır. Peygamberimiz üzerine yalan uydurmak
ise kat kat cezayı gerektirir.
Çünkü onun üzerine
uydurulan yalan, başkaları adına uydurulan yalanla kıyas edilmez. Zira onun
sözleri dinin kaynaklarıdır. Onun adına yalan uydurmak aynı zamanda Allah adına
yalan uydurmak demektir. Çünkü Peygamberimiz dinî hükümleri bildirirken
kendiliğinden konuşmamış, Allah'ın vahyini tebliğ etmiştir. Dolayısıyla bir
kimse söylemediği bir sözü Resûlullaha isnad etmekle, "Allah Resulüne
böyle vahyetti" demiş olmaktadır. Bunun içindir ki, Resûlullah (s.a.v.)
böylelerini şiddetle tehdit etmiştir.[700]
639. İbni Abbas (r.a.):
"İnsanın
"insan" diye isimlendirilmesinin sebebi, onun verdiği sözü
unutmasıdır."
[701]
İzah
Yukarıdaki söz,
Peygamberimize (s.a.v.) nispet edilmemiş, İbni Abbas'ın bir sözü olarak
kaydedilmiştir.
İnsan, kelime olarak
"unutmak" mânâsına gelen "nisyan" kökünden alınmıştır.
Peygamberimiz hadislerinde insana bu ismin verilmesinin sebebinin verdiği sözü
unutmasından kaynaklandığını bildirmiştir. Bu söz, ruhlar âleminde Allah'ın
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" suâline "Evet,
Rabbimizsin" şeklinde verilen sözdür. İnsan, Rabbine verdiği bu sözü
unutmuştur.
Bediüzzaman da insan
ve nisyanla ilgili olarak şöyle der: "İnsan, nisyandan alındığı için,
nisyana müpteladır. Nisyanın en kötüsü de, nefsin unutulmasıdır. Fakat, hizmet,
sa'y, tefekkür zamanlarında, nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi, dalâlettir. Hizmetler görüldükten sonra, neticede,
mükâfat zamanlarında nefsin unutulması kemâldir."[702]
640.
Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Salih
kulların gördüğü sâdık rüyalar peygamberliğin yetmiş parçasından bir
parçadır."
[703]
641. Ebû Bekre (r.a.) rivayet ediliyor:
"İnsanlar sırat
üzerine sürülürler. Tıpkı gece kelebeklerinin ateşe döküldükleri gibi, sıratın
kıyılarından dökülürler. Allah rahmetiyle dilediklerini ateşten kurtarır. Sonra
meleklere, peygamberlere, şehitlere şefaat etmeleri için izin verilir. Onlar
da kalbinde zerre miktarınca iman bulunanların ateşten çıkarılması için şefaat
ederler de ederler."[704]
642. Abdullah bin Ömer (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu işittiğini rivayet ediyor:
"Biriniz vefat
ettiğinde ona sabah akşam kalacağı yer arzedilir. Eğer Cennet ehli ise
cennetteki yeri, Cehennem ehli ise Cehennemdeki yeri kendisine gösterilir. Ve
kendisine şöyle denilir:
"Burası,
kıyamette Allah'ın seni göndereceği yerindir."
[705]
643. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Öyle istiyorum ki,
insanlara namaz kılmalarını emredeyim, ardından namaza kalkayım, sonra da
bakayım, mescide namaza gelmeyenlerin evlerini yakayım."[706]
644. Ma'kıl bin Yesar (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu rivayet ediyor:
"Anarşi ve fitne
zamanında İslâmı yaşamak, bana hicret etmek gibidir."[707]
İzah
Mekke'de, ağır şartlar
altında İslâmı yaşamak zor olduğundan Yüce Allah'ın emri ile Müslümanlar
Medine'ye hicret ettiler. Ardından İslâmı yaşamakta zorlanan pekçok kimse,
Peygamberimizin yanına hicret etti. Bu hicret onlara çok büyük sevaplar kazandırdı.
Hadiste bu sevabı kazanma
yolunun sadece tarihin bîr devrine mahsus olmadığı, hicretin devam ettiği
bildirilmektedir. Anarşi ve fitne zamanlarında İslâmı yaşamak zor olduğu için,
Peygamberimiz böyle zamanlarda İslâmı yaşamayı İslâmın ilk devirlerindeki
zorluğa benzetmiş ve böylelerinin Medine'de kendisine hicret eden Sahabîlerin
hicret karşılığında aldıkları sevap kadar sevap kazanacaklarına dikkat
çekmiştir.[708]
645. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha (s.a.v.)
bir kap yemek getirildi. Çok sıcaktı. Birden elini ondan çekti. Ve,
"Allah'ım,
bize Cehennem ateşinden yedirme"
buyurdu.[709]
646. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu:
"Zekât
vermeyen kıyâmet gününde ateştedir."[710]
647. Enes (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Rabbimin bana
olan bir ikramı da sünnetli olarak doğmanı ve avretimi kimsenin
görmemesidir."[711]
İzah
Peygamberimizin
hususiyetlerinden birisi de sünnetli olarak doğmasıdır. Hadiste birinci olarak
buna dikkat çekilmekte, yine buna bağlı olarak avretini kimsenin görmediği
bildirilmektedir. Buna hanımları da dahildir. Nitekim Hz. Aişe validemiz,
Peygamberimizin (s.a.v.) cinsel organını hiçbir zaman görmediğini bildirmiştir.[712]
Peygamberimiz, bir
hadislerinde, kendisinin edep yerini görenin gözünün nuru söneceğini
bildirmiş, bunun için de vefatında kendisini damadı Hz. Ali'nin yıkamasını
vasiyet etmiştir.[713]
648. Ebû Umâme (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Cennete
girdim, bir hışırtı işittim. "Ey Cebrail, bu hışırtı nedir?" dedim.
"Bilal. Önünde yürüyor" dedi."
194,405, 439 numaralı
hadisin izahına bakınız.[714]
649. Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah ile beraber
bir yolculukta idik. Su azaldı. Resûlullah (s.a.v.) bir kab istedi ve elini kabın
içine koydu. Resûlullahın parmakları arasından su aktığını gördüm.[715]
İzah
Diğer peygamberlerden
farklı olarak Peygamberimizin (s.a.v.) mucizeleri çok çeşitlidir. Bu cümleden
olarak onun en büyük mucizesi Kur'ân'dır. Miraca yükselmesi, ayın ikiye bölünmesi,
taşların, ağaçların, hayvanların kendisi ile konuşması, gaybdan haberler
vermesi, yemeğin bereketlenmesi, suyun bereketlenmesi onun mucizelerinden
sadece bir kaçıdır. İşte Resûlullahın mucizelerinin bir çeşidi de
parmaklarından suyun akmasıdır. Yukarıdaki hadis buna işaret eder. Başta Buhari
ve Müslim olmak üzere hadis kitaplarında Peygamberimizin parmaklarından suyun
aktığı, ondan zaman zaman iki yüz, üç yüz, bin beş yüz kişinin ihtiyaçlarını
karşıladığı bildirilir.
Mu'cizât-ı Ahmediye
Risâlesi'nde Peygamberimizin bu çeşit mucizelerine de bir kaç misal veren
Bediüzzaman, sonra bunu Hz. Musa'nın (a.s.) mucizesi ile karşılaştırır ve
meâlen şöyle der:
Hz. Musa'nın (a.s.)
taştan on iki yerde su akıtması, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) on parmağından on musluk
suyun akmasının derecesine çıkamaz. Çünkü, taştan su akması mümkündür, bir
benzeri bulunur[716]
fakat et ve kemikten, Ab-ı Kevser gibi, suyun çoklukla akmasının benzeri âdiyat
arasında yoktur.[717]
330 numaralı hadise de
bakınız.[718]
650. Ka'b bin Ucre (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam Resûlullaha
(s.a.v.) uğradı. Resûlullahın Ashabı bu adamın kuvvet ve kaabiliyetlerini
görünce, "Ya Resûlallah, bu adam Allah yolunda cihad etseydi ne güzel
olurdu" dediler. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Bu adam küçük
çocuklarının geçimini temin etmek için çıktı ise Allah yolundadır. Yaşlı anne
ve babasına hizmet için evinden çıkmışsa, Allah yolundadır. Çalışıp nefsini dilencilikten
korumak için çıkmışsa, Allah yolundadır. Ailesinin geçimini temin, etmek için
çıkmışsa, Allah yolundadır. Gurur ve çokluğuyla övünmek için çıkmışsa, tağutun
[şeytanın] yolundadır."
Hadisin bir başka
rivayetinde Sahabîlerin temennisi üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) sözüne,
"Allah yolunda
olmak sadece ölmekle mi olur sanıyorsunuz?" buyurarak başlamıştır.[719]
651. Üsâme bin Zeyd (r.a.) rivayet ediyor:
"İçinde sürü bulunan
bir çiftlikte geceleyen, onları parçalayıp yiyen iki kurt, mü'minin mal ve
makama olan hırsının dinine verdiği zarardan daha hızlı zarar vermez."[720]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda hadis şöyledir:
"Bir koyun sürüsüne
salıverilen iki aç kurt, kişinin mal ve makama olan hırsının dinine verdiği
zarardan daha çok zarar vermez."
Hadiste mal ve makam
hırsının dine verdiği zararın dehşeti bir misalle nazara sunulmaktadır.
Gerçekten de mal, makam veya her ikisinin hırsıyla hareket eden insanlar bu
yolda faiz, kumar, hile, aldatma, yalan, riyakarlık, dalkavukluk, zulüm zillet
gibi her ahlaksızlığa teşebbüs ederler. Oysa bütün bunlar dinin haram kıldığı
şeylerdir. Böyle olunca, dinlerine hadisin ifadesiyle iki aç kurdun koyun
sürüsüne salıverilmesinden daha çok zarar verirler.
Bediüzzaman, hırsın
sebep olduğu üç mühim zarar üzerinde durur. Bunlardan birincisi, kanaatsizliği
netice verdiği, çalışma şevkini kırdığı, şükür yerine şikâyete ve tembelliğe
attığıdır. Böyle olunca da, "Meşru, helal az malı terk edip gayr-ı meşru,
külfetsiz bir malı arar ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda
eder."
Hırs ikinci olarak
kayıp ve zararlara sebep olur. Hırslı adam kavuşmak istediği şeyi kaçırmak,
soğuk muameleye maruz kalmak, kolaylık ve yardımlardan mahrum kalmak gibi
zararlara uğrar.
Hırsın üçüncü zararı
ihlası kırmasıdır. Çünkü hırslı insan insanların teveccühünü ister, onlara
yaranmak ister. Hırs hem insanın izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.[721]
Öyle ise yapılacak şey
mala ve makama duyulan arzunun yönünü çevirmek, hırs duygusunu müsbete
yönlenmektir. Bediüzzaman bununla ilgili olarak da meâlen şöyle der:
İnsan mala ve makama
karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki mal da, makam da geçici olarak
kendisinin nezaretine verilmiş. O fâni mal, âfetli şöhret ve tehlikeli riyaya
sebep olan makam sevgisi hırsa değmiyor. Ondan hakikî makam olan manevî
makamlara, Allah'a manen yaklaşmaya, âhiret azığına, hakikî mal olan sâlih
amellere yönelir. Böylece fena bir haslet olan mecazî hırs, yüce bir haslet
olan hakikî hırsa dönüşür.[722]
652. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam Resûlullaha
gelerek "Yâ Resûlallah, babam malımı aldı" dedi.
Resûlullah,
"Git, babanı
getir" buyurdu.
O sırada Cebrail
(a.s.) indi ve şöyle dedi:
"Allah sana selâm
söylüyor ve şöyle diyor: 'Yaşlı adam sana geldiğinde içinden geçirip de dili
ile ifâde etmediği şeyi sor.'
Yaşlı adam Resûlullaha
(s.a.v.) geldiğinde ona,
"Oğlun senden
niçin şikâyet ediyor, onun malını mı almak istiyorsun?" diye sordu.
Adam, "Ona sor ey
Allah'ın Resulü, ben onun malını halalarından, teyzelerinden veya kendimden
başkaları için mi harcadım" dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Tamam, bu
neyse de sen içinden geçirip de dile getiremediğin şeyi söyle" buyurdu.
Adam şöyle dedi:
"Allah'a yemin
ederim ki ey Allah'ın Resulü, Allah seninle dâima imanımızı artırıyor.
Gerçekten de içimden dile getirmediğim birşey geçirdim."
Resûlullah (s.a.v.),
"Söyle,
dinliyorum" buyurdu.
Yaşlı zât şöyle dedi:
"Sen küçükken ben
seni besledim,
"Buluğdan önce
delikanlılığında sana iyilikte bulundum.
"Bir gece sen
hastalanınca ben o geceyi uykusuz geçirdim.
"Hastalığından
dolayı sabaha kadar yatağın içinde dönüp durdum.
"Sanki hastalık
sana değil bana isabet etmiş gibi, ağlayıp durdum.
"Ruhum, ölüm
vaktinin değişmediğini bildiğim halde başına kötü bir şey gelmesinden korktu.
"Sen artık
beslediğim ümit ve emellerimin gerçekleşeceği yaş ve döneme gelince bana
mükâfat olarak kabalık ve katılığı uygun gördün.
"Sanki bana o
güne kadar iyilik ve ihsanda bulunan senmişsin gibi.
"Haydi babalık
hakkını gözetmiyorsun, keşke komşunun komşuya yaptığını yapsan."
Adam bunları söyledikten
sonra Resûlullah (s.a.v.) ihtiyarın oğlunun yakasından tuttu ve,
"Sen de, malın
da babanınsınız"
buyurdu.[723]
İzah
Hadis İbni Mâce ve
Müsned'de şöyle gelmiştir:
Sahabîlerden birisi
Peygamberimize gelerek, "Ey Allah'ın Resulü, babam malımın hepsini yiyip
bitirdi" diye şikâyette bulundu. Peygamberimiz ona,
"Sen babanın
kazancısın, senin malın da ona helaldir" buyurdu.
Sonra da sözlerine
şöyle devam etti:
"Şüphe yok ki,
evlâdınız sizin en helal kazancınızdır. Bunun için onların kazancından yiyiniz."[724]
Şevkâni'ye göre bu
hadis, babanın çocuğun malına ortak olduğuna işaret eder. Böyle olunca bir
baba evladının malını ondan izin almadan da yiyebilir. Kendi malından tasarruf
ettiği gibi, ondan da tasarruf edebilir. Fakat israf edemez ve gayr-i meşru yollara
harcayamaz.
Alimlerin ekseriyetine
göre, zengin olan çocuğun fakir olan anne ve babasına bakması farzdır.
İmam Şâfii'ye göre
ise, baba fakir ve çalışamaz durumda olursa, geçimi oğlu üzerine farz olur.
Şayet babanın malı varsa veya çalışabilecek kadar sihhatliyse, geçimi oğlunun
üzerine farz değildir.
İbnü'l-Hümam da,
"Evladınız sizin kazancınızdır" ifâdesini izah ederken bunun
"Çocuğun malı babasının malıdır" şeklinde anlaşılmaması gerektiğine
dikkat çeker. Delil olarak da, kişi öldüğünde eğer çocukları varsa, malının
altıda birisinin babasına miras olarak geçtiğini, eğer çocuğun malının
mülkiyet hakkı babanın olsaydı, kişi vefat ettiğinde malının tamanının
babasına verilmesinin gerekeceğine dikkat çekmiştir.
Bu hadisle ilgili
olarak Hattâbi'nin görüşleri ise şöyledir:
"Adamın maksadı
şu olabilir: 'Benim malım az, çocuğum da var. Böyle iken babam benden nafaka
istiyor. Eğer babamın istediği nafakayı verirsem, malım tükenir.'
"Resûlullah onun
mazeretini kabul etmeyerek,
'Sen babanın
kazancısın, malın da ona helâldir'
buyurmuştur.
Resûlullahın bu
sözünün mânâsı şudur: 'Baban kendi malı gibi senin malından da ihtiyacı
nispetinde alır. Senin malın olmadığında çalışarak mal kazanabilirsen, çalışıp
babanın nafakasını ödemen vaciptir.
"Bu hadiste babanın
bir ihtiyacı yok iken ve nafakadan ayrı olarak evladının malını elinden alıp,
dilediği gibi, kullanma mânâsı kast edilmemiştir. Bu hadisten, evlâdının malını
nafakadan başka şeylere harcayıp tüketme ve yok etme mânâsını çıkarıp, bu şekilde
hüküm vermiş bir ilim adamını da bilmiyorum."
Buna göre evlâdın işi
ve evi her ne kadar ayrı olsa da, ihtiyaç durumunda annesinin ve babasının
geçimini temin etmekle vazifelidir. Anne ve baba, zengin olan evladının
malından geçimini temin edecek kadar alabilir. Fakat evladın malının mülkiyeti
kendisine aittir. Babası onu israf edemez, sefahette de kullanamaz.
Burada şu hususu da
belirtelim: Eğer baba ile oğul aynı işte çalışıyorsa, aralarında bir ortaklık
da yoksa, kazanılan servet babanındır. Çünkü örfe göre oğul, babasının
yardımcısı durumundadır. Evladın küçük veya büyük olması hükmü değiştirmez.
Şayet evli veya çoluk çocuk sahibi ise, baba onun ve çocuklarının geçimini
temin edebilecek miktarda bir ücret vermelidir.
Baba ile oğul şayet
bir ortaklık akdi çerçevesinde çalıyorlarsa, kazancı bu akde göre aralarında
paylaşırlar.[725]
653. Ömer bin Hattab (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah Ashabıyla
bir toplantı halindeydi. Benî Süleym kabilesinden bir bedevi geldi. Bir keler
[kertenkele] avlamıştı. Onu pişirip yemek için eşyalarının yanına gidiyordu.
Topluluğu görünce,
"Bu kalabalık kimin
başına toplanmış?" diye sordu.
Oradakiler,
"Peygamber olduğunu söyleyen zâtın etrafında" dediler. O bedevi
adamları yardı, Resûlullahın karşısına geçti ve ona şöyle dedi:
"Ya Muhammed, Lat ve
Uzza'ya yemin olsun ki, senden daha yalancısını ve senden daha çok kendisinden
nefret ettiğim birisini anneler karınlarında taşımadı. Eğer kavmim beni aceleci
olarak isimlendirecek olmasaydı, seni öldürür ve bununla bütün insanları
sevindirirdim."
Ömer (r.a.), "Ya
Resûlallah, bırak şunu öldüreyim." dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Bilmez misin?
Yumuşak huylu adam, nerede ise peygamber olacaktı? [Yumuşak huyluluk kişiyi
nerede ise peygamber yapacak bir vasıftır]?" buyurdu.
Sonra adam
Resûlullaha, "Lat ve Uzza'ya yemin olsun ki sana iman etmeyeceğim"
dedi.
Resûlullah (s.a.v.)
adama,
"Bu sözleri
söylemeye, gerçek olmayan şeyler söylemeye, meclisimde bana saygı göstermemeye
seni iten sebep nedir?" buyurdu.
Bedevi, Resûlullahı
küçümsemek için, "Hala benimle konuşuyor musun sen? Lat ve Uzza'ya yemin
olsun ki, şu keler, sana iman etmedikçe ben sana iman etmeyeceğim" dedi.
Sonra da koynundan keleri çıkarıp Resûlullahın önüne koydu.
Resûlullah,
"Ey
keler!" diye seslendi.
Keler oradaki herkesin
anlayacağı fasih bir Arapça ile "Buyur, emrine amadeyim, ey Alemlerin
Rabbinin Resulü" dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Sen kime
ibâdet ediyorsun?" diye sordu.
Keler, "Semâda
Arşı, yerde saltanatı, denizde yolu, Cennette rahmeti, Cehennemde azabı olana
ibâdet ederim" cevabını verdi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Ey keler, ben
kimim?" diye sordu.
Keler, "Sen
Âlemlerin Rabbinin elçisi ve peygamberlerin sonuncususun. Seni tasdik eden
kurtuluşa erer, seni yalanlayan da hüsrana uğrar" dedi.
Bunu işiten Bedevi
şöyle dedi:
"Ben şehâdet ederim
ki, Allah'tan başka ilah yoktur. Sen de Allah'ın Resulüsün. Allah'a yemin
ederim ki, sana geldiğimde yeryüzünde kendisine senden daha çok kızdığım kimse
yoktu. Allah'a yemin ederim ki, şu anda sen bana canımdan ve babamdan daha
sevimlisin. Ben sana kılımla, derimle, bütün benliğimle iman ettim"
Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Seni herşeyden daha
yüce olan bu dine hidâyet eden Allah'a hamdolsun. Allah bu dini ancak namazla
kabul eder. Namazı da ancak Kur'ân'la kabul eder."
Resûlullah daha sonra
ona Fatiha ve İhlas sûrelerini öğretti.
Bedevi, "Ey Allah'ın
Resulü, Allah'a yemin ederim ki, nesir olarak da, şiir olarak da bundan daha
güzel sözler işitmedim" dedi.
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Bu, Âlemlerin Rabbinin
kelâmıdır, şiir değildir. İhlas Sûresini (Kul huvallahü ehad) bir kez okursan
Kur'ân'ın üçte birini okumuş kadar; iki kez okursan üçte ikisini okumuş kadar,
üç defa okursan da tamamını okumuş kadar sevap kazanırsın."
Bedevi, "Bizim
İlâhımız ne güzel İlah! Az şeyi kabul ediyor, bol sevap veriyor" dedi.
Resûlullah,
"Buna
birşeyler verin" diye emretti.[726]
Onlar da bedevîyi çokça mal verip onu nimete boğdular. Abdurrahman bin Avf da
kalkıp şöyle dedi:
"Ya Resûlallah,
benim yanımda Horasan devesinden düşük, başıboş develerden daha yüksek kıymete
sahip on aylık gebe bir deve var. Allah'a yakınlaşmak için bunu vermek
istiyorum."
Resûlullah (s.a.v.)
Abdurrahman bin Avf'a,
"Sen ona
vereceğin devenin vasfını açıkladın. Ben de Allah'ın Cennette sana karşılık
olarak vereceği devenin evsafını açıklayayım mı?" buyurdu.
Abdurrahman bin Avf,
"Evet, açıkla" karşılığını verince de şöyle buyurdu:
"Kıyamet gününde sana
içi oyulmuş inciden yapılmış bir deve verilecektir. Ayakları yeşil zebercetten,
boynu sarı zebercettendir. Üzerinde bir mahfil vardır. Mahfilin üzerinde ipek
ve ibrişimler vardır. Bu deve seni sırat üzerinden şimşek gibi
geçirecektir."
Biraz sonra bedevi
Resûlullahın yanından ayrıldı. Yolda Beni Süleym kabilesinden eli kılıçlı ve
kargılı 1000 süvari ile karşılaştı. Onlara "Nereye gidiyorsunuz?"
diye sordu.
Onlar, "Peygamber
olduğu yalanını söyleyen adamı öldürmeye gidiyoruz" dediler.
Bedevi, "Ben
şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın
Resulüdür" dedi.
Onlar "Sen Sabiî
mi oldun [din mi değiştirdin]?" dediler.
O, "Hayır, Sabiî
olmadım" dedi. Sonra da onlara Resûlullah ile aralarında geçen hadiseyi
anlattı. Onlar, "Biz hepimiz 'Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed
Allah'ın Resulüdür' diyoruz" dediler. Hemen Resûlullaha gittiler.
Resûlullah onları karşıladı. Onlar hayvanlarından inerek Resûlullahın rast
gelen yerini öpmeye başladılar. Bir yandan da "Allah'tan başka ilah yoktur
ve Muhammed Allah'ın Resulüdür' diyorlardı. Ve "Ya Resûlullah, bize ne emredeceksen
emret" diyorlardı.
Resûlullah (s.a.v.),
"Hâlid bin
Velid'in sancağı altında olun"
buyurdu.
Araplardan bunlar gibi
topluca Müslüman olan başka bin kişilik bir grup görülmedi.[727]
İzah
Hadis, Allah'a davet
yolunda Peygamberimizin eziyetlere sabrını gösteriyor ve bu yolda olanlara yol
gösteriyor.
Diğer taraftan daha önce
yer verdiğimiz çeşitli mucizelerden hayvanların konuşması ile ilgili bir
mucizeye yer veriliyor. Deve, kurt ve daha birçok hayvan bir mucize olarak
Peygamberimizle konuşmuş, onun Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik etmişlerdir.[728]
654. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam Resûlullaha
(s.a.v.) gelerek, "Bana nasihatta bulun" dedi. Resûllulah şöyle
buyurdu':
"Takvaya sarıl. Çünkü
takva bütün hayırları içine alır. Cihada sarıl. Çünkü o Müslümanların
ruhbanlığıdır. Allah'ı zikre ve Kur'ân'ı okumaya devam et. Çünkü o yeryüzünde
senin için nur, gök yüzünde ise hatırlamştır. Dilini de hayırdan başka şeyden
koru. Çünkü böyle yapmakla şeytana galip gelirsin."[729]
655. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bir gün elindeki çubukla yeri eşeledi. Sonra başını kaldırdı ve,
"Sizden hiçbir
kimse yoktur ki, Allah onun Cennetteki ve Cehennemdeki yerini yazmamış olsun.
Herkesin bedbaht veya bahtiyar olduğu muhakkak yazılmıştır" buyurdu.
Oradakilerden biri,
"Amel işlemeyi bırakalım mı, yâ Resul allah?" diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.),
"Hayır, sizler
amel işleyin. Herkese ameli kolaylaştırılmıştır. Saadet ehline saadet işlemenin
yolu, kötülük ehline de kötülük işlemenin yolu kolaylaştırılmıştır"
buyurdu.
Sonra da şu âyeti
okudu:
"Kim bağışta
bulunur, günahtan kaçınır ve dinin en güzelini tasdik ederse, Biz de ona hayır
ve kolaylık yolunu kolaylaştırırız.
"Kim cimrilik
eder, kendisini âhiret nimetlerine muhtaç hissetmez ve dinin en güzelini
yalanlarsa, Biz de ona kötülüğün ve Cehennem gibi zorlu bir âkibetin yolunu
kolaylaştırırız."[730]
İzah
Hadis, Cennetliklerin
de, Cehennemliklerin de Allah tarafından yazılmış olduğunu nazara veriyor.
Ancak bu yazılı olmanın insanı fiillerinde zorlamadığı, insanın fiilinde tercih
hakkının bulunduğu ve tercih ettiği yolun kendisine kolaylaştırılacağı bildiriliyor.
Evet, Yüce Allah'ın
insanın kaderini bilmesi ve onu yazması, hiçbir zaman insanı hareketlerinde
zorlamaz. Yani insan, kaderinde yazılı olduğu için günah işlemediği gibi;
kaderi onu günah işlemeye de zorlamaz.
Çünkü, "Kader
ilim nevilidendir. İlim malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor.
Yoksa malûm ilme tâbi değil. Yani, ilim desâtiri [düsturları], malumu haricî
vücut noktasından idare etmek için esas değirdir.[731]
Bu kaide, kader
meselesinin iyi anlaşılabilmesi için çok ehemmiyetlidir. Bu sebeple kaideyi
bir misâlle açıklayalım.
Tecrübeli bir hâkim
yanından geçen bir genç için, "Bu genç suç işleyecek" dese ve bunu
bir yere kaydetse; gerçekten de o genç biraz sonra suç işlese, hâkimin
"Suç işleyecek" demesinin ve bunu bir kenara yazmasının tesiri
olduğunu söyleyebilir miyiz? Gencin bu sebeple suç işlediğini; hâkim
bilmeseydi ve yazmasaydı suç işlemeyeceğini iddia edebilir miyiz?
Bu misali yukarıdaki
kaideye şöylece tatbik edebiliriz.
Hâkimin, gencin suç
işleyeceğini önceden bilmesi "ilim"dir. Gencin suç işlemesi ise
"mâlûm"dur. İlim malûma tâbi olduğuna göre, hâkim, "Bu genç suç
işleyecek" dediği için genç suç işlememiş; gencin suç işleyeceğini hâkim
yılların verdiği tecrübe ile önceden bilmiştir. Hâkimin önceden bilmesinin ve
yazmasının, gencin suç işlemesine zorlayıcı mânâda hiçbir tesiri olmadığı ise ortadadır.
İşte bu misâlde olduğu
gibi, Cenab-ı Hakkın ilmi zamanla kayıtlı olmadığından, meydana gelecek bütün
hadiseleri önceden bilir. Bir hikmete binaen bu bilgisini Levh-i Mahfuza
yazmıştır, Allah'ın bilmesi ve yazması "ilim," yazılan hâdiselerin
zamanı gelince kaza edilmesi, yani yaratılması ise "mâlûm"dur. İlim
malûma tâbi olduğundan, "Allah bildiği ve yazdığı için kul günah işliyor"
diyemeyiz. Allah kullarından kimin itaat edip kimin isyan edeceğini bildiği
için bunu, daha onları yaratmadan önce yazmıştır. Bu bilme ve yazmanın ise
zorlayıcı hiçbir tesiri yoktur.
Diğer taraftan Levh-i
Mahfuzda kulların hareketleriyle ilgili olan yazı "hüküm" değil;
"vasf' şeklindedir. İmâm-ı Âzam bu yazıyı şöyle tarif eder:
"Dünya ve
âhirette Allah'ın dilemesi, kaderi, kazası, bilgisi, Levh-i Mahfuzda yazısı
olmaksızın hiçbir şey vücuda gelmez. Ancak, Allah'ın yazması o şeyi vasfetme
şeklindedir. Yani, Cenab-ı Hak birşey hakkında, 'Böyle böyle olacak' diye
yazmıştır. Yoksa, 'Şöyle şöyle olsun' diye yazmamıştır."[732]
656. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Mekke'nin fethi
gününde Resûlullah (s.a.v.) (amcasının kızı) Ümmü Hâni binti Ebî Tâlib'in evine
girdi. Karnı açtı.
Ümmü Hâni Resûlullaha
şöyle dedi:
"Ya Resûlallah, eşim
tarafından akrabam olan bâzı kimseler bana sığındılar. Ali bin Ebî Tâlib ise
"Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasına kulak asmaz. Ali'nin bunların
yerini öğrenip onları öldürmesinden korkuyorum. Ümmü Hâni'nin evine
sığınanlara, Allah'ın kelâmım dinleyip Resulüne iman edinceye kadar eman
verdiğini açıklasan."
Resûlullah (s.a.v.),
"Ümmü Hâni'nin
eman verdiğine biz de eman verdik"
buyurdu.
Sonra da,
"Yanında
yiyebileceğimiz birşey var mı?"
diye sordu.
Ümmü Hâni: "Kuru
kırıntılardan başka birşey yok! Onu da size takdim etmeye utanırım" dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Onları
getir" dedi.
Onları suyun içine
ufaladı. Tuz da getirdi. Sonra da,
"Ekmeğin yanı
sıra biraz katık var mı?" dedi.
Ümmü Hâni,
"Sirkeden başka birşey yok" dedi.
Resûlullah,
"Getir
onu" buyurdu.
Sirkeyi kuru ekmeğin
üzerine döküp yedikten sonra Allah'a hamd etti ve,
"Ey Ümmü Hâni,
sirke ne güzel katıktır! İçinde sirke bulunan ev yoksul sayılmaz" buyurdu.[733]
657. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (a.s.m.)
Secde ve Tebareke Sûresini okumadan uyumazdı.[734]
658. Abdullah bin Amr (r.a.) rivayet ediyor:
"Oturarak
namaz kılmanın sevabı, ayakta namaz kılmanın sevabının yarısıdır."[735]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda hadis şöyle geçer:
"Bir kimsenin ayakta
kıldığı namaz daha faziletlidir. Oturarak kıldığı namazın sevabı, ayakta
kıldığı namazın yarısı, uzanarak kıldığı namazın sevabı da, oturarak kıldığının
yarısı kadardır."
Hasta oturarak, buna gücü
yetmezse yatarak namaz kıldığında, sevabından bir şey eksilmez. Hasta olduğu
için oturarak namaz kılan kimse ayakta namaz kılanların sevabını, hattâ o
halde dahi namazını bırakmadığı için daha fazlasını kazanabilir. Ancak ayakta
kılmaya gücü yeten birisi oturarak namaz kıldığında ayakta namaz kılanın aldığı
sevabın yarısını alır. Çünkü oturarak kılınan namazda kıyam ve rükû terk
edilmiş olmaktadır. Yatarak namaz kılanın sevabı da oturarak namaz kılanın
sevabının yarısıdır.[736]
659. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim her Cuma gününde
anne ve babasının veya onlardan birisinin kabrini ziyaret ederse, affedilir ve
kendisine bir iyilik sevabı yazılır."[737]
İzah
Daha önce de izah
ettiğimiz gibi, dinimizde kabir ziyareti caiz kılınmıştır. Peygamberimiz bu
hadislerinde de kişiyi anne ve babasının kabrini ziyarete teşvik etmektedir.
Konu ile ilgili başka bir hadis şu mealdedir:
"Kim Cuma günü anne ve
babasının veya onlardan birisinin kabrini ziyaret eder ve orada Yâsîn Sûresini
okursa günahları bağışlanır."[738]
660. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Biz kendi aramızda
şöyle konuşurduk:
"Resûlullah
(s.a.v.), Ali'ye başka hiç kimseye söylemediği yetmiş konuda bilgi
vermiştir."[739]
661. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.)
yanında adamın birisi rüzgara lanet okudu. Resûlullah ona,
"Rüzgara lanet okuma.
Şüphesiz o Allah'ın bir memurudur. Muhakkak bir kimse lâyık olmadığı halde bir
şeye lanet ederse, o lanet tekrar sahibine döner."[740]
İzah
Toprak, yağmur, güneş,
hava, su, bulut gibi Cenâb-ı Hakkın birçok memuru vardır. Ancak Allah bunlara
muhtaç olduğundan
değil, hikmeti gereği bu memurları
çeşitli vazifelerde kullanmaktadır. İşte Allah'ın memurlarından birisi de,
rüzgardır. Rüzgar da Allah'ın diğer memurları gibi emir dâiresinde hareket
eder, emirle eser, emirle sakinleşir. Dolayısıyla rüzgara söven biri, Allah'ın
iradesine itiraz etmektedir. İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadislerinde bu
gerçeği hatırlatmakta, lâyık olmayan bîrine yapılan lanetin geri lânetçiye
döneceğini ikaz etmektedir. Allah'ın emri ile hareket eden rüzgar ise
kesinlikle lanete müstehak değildir.[741]
662. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Muhakkak gök yüzünde
yetmiş bin meleğe başkanlık eden İsmail isminde bir melek vardır. Her bir melek
de yetmiş bin meleğe başkanlık eder."[742]
663. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Hasan ve ve Hüseyin'in elinden tuttu ve şöyle buyurdu:
"Ben bu ikisini,
bunların babasını ve annesini seviyorum. Bunlar kıyamet gününde benim
derecemde olacaklar."[743]
İzah
"Derecemde
olacaklar" ifâdesi kinayedir. "Benim yakınımda olacaklar"
mânâsındadır.[744]
664. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim Arefe günü oruç
tutarsa iki senelik günahına keffâret olur. Kim de Muharrem ayında bir gün oruç
tutarsa, her bir günü için otuz gün sevabı yazılır."[745]
İzah
Hadiste geçen Arefe
günü, Kurbân bayramından bir gün öncedir.
Muharrem ayı, içinde
aşure gününün bulunduğu Hicrî aylardan biridir. Aşure gününde bir gün öncesi
veya bir gün sonrası ile oruç tutmak sünnettir. Arefe ve Aşure gününde oruç
tutmakla ilgili tafsilat için Hanefî Ve Şâfiilere Göre Oruç Zekat isimli eserimize
bakılabilir.
Aşure gününde oruç tutmak
sünnet olduğu gibi, Muharrem ayında oruç tutmak da sünnettir. Hadis bunu ifâde
eder. Muharrem ayı orucu ile ilgili bir başka hadis ise şöyledir:
"Muharrem ayında oruç
tut. Çünkü o, Allah'ın ayıdır. Onda öyle bir gün vardır ki, Allah o günde bir
kavmin tevbesini kabul etmiştir. O günde başka bir kavmi de affedebilir."[746]
Muharrem ayı orucu
için gün belirtilmediğinden, Aşure günü tutulan oruçla da bu sünnet yerine
getirilmiş olur.[747]
665. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Kul dilinin
söyleyebileceği bâzı şeyleri tutmadıkça, imanın hakikatine ulaşmış
olmaz."[748]
666. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah kime
bir nimet giydirirse, Allah'a hamd etmeyi çoğaltsın. Kimin günahları çoğalırsa
Allah'tan bağışlanma dilesin. Kimin rızkı gecikirse "Lâ havle velâ
kuvvete illâ billah=Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır" demeyi çoğaltsın.
Kim bir topluluğa
misafir olursa, onların izni olmadan nafile oruç tutmasın. Kim bir topluluğa
uğrarsa, onların gösterdiği yere otursun. Çünkü onlar evlerinin mahrem
yerlerini daha iyi bilirler."[749]
İzah
Hadisin,
"Kim
bir topluluğa misafir olursa, onların izni olmadan nafile oruç tutmasın"
kısmı Tirmizî'de de yer
alır.[750]
Nafile oruç, farz veya
vacip olmayan, Allah'ın rızâsını kazanmak için tutulan oruçlardır. Dinimizde
bu orucu tutmak tavsiye edilirken, bâzı kayıtlar da getirilmiştir. Bu
kayıtlardan birisi de hadiste ifâde edilen misafirin ev sahibinin iznini
almadan nafile oruç tutmamasıdır.
Hadiste
"Tutmasın" buyurulması "haramdır" demek değildir. Misafir
birisinin izin almadan oruç tutması, helâle yakın mekruhtur. Bu, kişinin ev
sahibine zahmet vereceği içindir. Çünkü misafirliğin adabı ev sahibine
uymaktır. Kişi oruç tuttuğunda ev sahibini kendisine uymaya zorlamış olur.
Zira oruç, sahur yemeği hazırlamayı, iftar için vaktinde hazırlık yapmayı
gerektirir.
Hadisin son kısmı da
mühim bir adabı ders vermekte, misafirin mahremiyetin korunması açısından, ev
sahibinin gösterdiği yere oturması istenmektedir.[751]
667. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Bir yerde, suçları
kesinleşmiş kimselere Allah'ın koyduğu bir cezayı vermek kırk sabah yağmur
yağmasından daha hayırlıdır."[752]
İzah
Hadis, hırsızın elinin
kesilmesi, katilin kısas edilmesi gibi Allah'ın tayin ettiği cezaların
uygulanmasının önemini ifâde eder. Resûlullah (s.a.v.) bir başka hadislerinde
de Allah'ın tayin ettiği bu cezaları, akraba olsun yabancı olsun, güçlü olsun
güçsüz olsun herkese uygulamayı emretmiş ve bu yolda kınayanın kınamasından
korkulmamasi gerektiğini bildirmiştir.[753]
İzahını yaptığımız
hadiste, Allah'ın tayin ettiği cezaların uygulanmasının kırk günlük yağmurdan
daha hayırlı olduğu bildirilmektedir. Çünkü yağmur, insanın dünya hayatı için
faydalıdır. Hadlerin uygulanması ise âhiret hayatına bakar, insanları günah
işlemekten alıkoyar. Diğer taraftan günah işlenmemesi ise semâ kapılarının
açılmasına, bol bol yağmur yağmasına sebep olur. İlâhî cezaların uygulanmaması
veya bunda gevşeklik gösterilmesi ise, mes'uliyet sebebi olmasının yanı sıra,
günahların, suçların çoğalmasına sebep olur. Bu da kıtlık, kuraklık gibi
âfetlere yol açar.[754]
668. Muhammed bin Münkedir babası Münkedir'den (r.a.)
rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bir gece yatsı namazını son vakte kadar geciktirdi. Yanımıza geldiğinde,
"Neyi
bekliyorsunuz?" buyurdu.
"Namazı"
dediler.
Resûlullah (s.a.v.),
"Dikkat edin!
Siz, namazı beklediğiniz süre içerisinde namazdaymış gibisiniz" buyurdu.
Sonra gözünü semaya
kaldırdı ve şöyle buyurdu:
"Yıldızlar semâ ehli
için teminattır. Yıldızlar gittiğinde semâ ehli için vaad edilen şey gelir. Ben
de Ashabım için teminatım. Ben gittiğimde de Ashabım için vaad edilen şey
gelir. Ashabım da ümmetim için teminattır. Ashabım gittiği zaman da ümmetim
için vaad edilen şey gelir. Ey Bilal! Kalk kamet getir."[755]
İzah
Müslim'de, bu hadis Ebû
Bürde (r.a.) tarafından rivayet edilmiştir. Hadisin baş tarafı şöyledir:
"Resûlullah ile
birlikte akşam namazını kıldık, sonra kendi aramızda "Beklesek de onunla
beraber yatsı namazını da kılsak ya!' dedik ve oturduk. Derken yanımıza çıktı
ve,
"Siz halâ
burada mısınız?" buyurdu.
Biz, "Ya
Resûlallah, seninle beraber akşam namazını kıldık, sonra oturup yatsıyı da
kılalım diye düşündük" dedik.
"İsâbet
ettiniz" buyurdu.
Hadisin birinci kısmı,
Sahabîlerin Resûlullah (s.a.v.) ile namaz kılmaya verdikleri ehemmiyeti
gösterir. İkinci kısmın mânâsı ise şöyledir:
"Yıldızlar kaldıkça
semâ da kalacaktır. Kıyamet başlayıp yıldızlar saçılınca, semâ da bozulup
yarılacak ve yok olacaktır. Ben Ashabım için bir emniyetim. Ben gittikten sonra
Ashabıma vaad olunan fitneler, savaşlar ve ihtilaflar gibi önceden haber
verilen şeyler gelecek. Ashab gittikten sonra da ümmete vaad edilen bid'atlar,
fitneler, kıyamet alâmetleri zuhur edecektir."
Hadis aynı zamanda
Peygamberimizin (s.a.v.) mûcizelerindendir.[756]
669. Mü'minlerin annesi Meymûne bint-i Haris (r.a.)
rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Meymûne'nin yanında gecelemişti. Geceleyin kalkıp namaz için abdest aldı.
Abdest alırken onun,
"Lebbeyk,
lebbeyk=buyur buyur" dediğini
işittim.
Bunu üç defa söyledi.
Ayrıca,
"Sana yardım
edildi, yardım edildi" dedi.
Bunu da üç defa
söyledi. Abdesti bitirdiğinde "Ya Resûlallah, abdest alırken senin üç defa
"Buyur, buyur sana yardım edildi, yardım edildi" dediğini işittim.
Sanki birisi ile konuşuyordun. Yanında biri mi vardı?" dedim.
Resûlullah,
"Şu
Ka'boğullarının recez [şiir] okuyucusu feryad ederek bana sesleniyor ve
imdatlarına yetişmemi istiyor. Kendilerine karşı Kureyşlilerin Bekiroğullarına
yardım ettiklerini söylüyor" buyurdu.
Sonra Resûlullah (s.a.v.)
çıktı ve Aişe'ye hazırlık yapmasını ve bunu hiç kimseye söylememesini
tembihledi. Bir zaman sonra Ebû Bekir Âişe'nin yanına girdi. Onun hazırlık
yaptığını görünce, "Kızım, bu hazırlığı niçin yapıyorsun?" dedi.
Âişe, "Vallahi bilmiyorum" dedi.
Ebû Bekir,
"Allah'a yemin olsun, şu Benî Asfar (Rumlar) ile savaş zamanı değildir.
Resûlullah nereye gitmek istiyor olabilir?" diye sordu.
Âişe "Vallahi ben
bilmiyorum" dedi.
Aradan üç gün geçti.
Resûlullah halka sabah namazını kıldırmıştı. Birinin ona şiir okuduğunu
işittim:
Allah'ım, ben
Muhammed'den bizim babamızın ve onun kadim babasının antlaşmasını istiyorum ve
onu hatırlıyorum.
Sen çocuk biz ise
doğuranlar olmuştuk.[757]
Biz sana teslim olduk,
yardımımızı da esirgemedik.
Eğer Kureyş seninle
anlaştıkları va'de muhalefet eder, ahdi bozarsa,
Eğer senin tekidli
misâkmı bozarlarsa,
Ve kimseyi yardıma
çağırmayacağını zannederlerse,
Allah seni hazır bir
yardıma kavuştursun.
Allah'ın kullarını çağır
ki yardıma gelsinler.
Aralarında Allah'ın
Resulü var.
Ayın on dördü gibi
parlak ve yüksek.
Resûlullah (s.a.v.)
ona üç defa,
"Buyur, buyur,
sana yardım edildi, sana yardım edildi" dedi.
Sonra Resûlullah
(s.a.v.) çıktı. Kendisine Ravha'da bir bulut görününce,
"Şu bulut
Ka'boğullarına yardımı müjdeliyor"
buyurdu.
Ka'b kabilesinin
kardeşi olan Adiy kabilesinden bir adam kalktı ve "Ey Allah'ın Resulü ve
Adiy kabilesinin yardımcısı" dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Boynun
toprağa bulansın. Adiy Ka'b'dan, Ka'b da Adiy'den başkası mıdır?" buyurdu.
O adam o gazvede şehid
edildi.
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Allah'ım,
onların gözlerini bizim haberimize karşı bağla. Onları aniden yakalayalım."
Sonra [ordu hazırlandı
ve Resûlullah Mekke üzerine sefere çıktı]. Merru'z-Zehran'da konakladı. O
gecelerde Ebû Süfyan bir Harb, Hakim bin Hizam ve Budeyl bin Verkâ haber
araştırmak üzere Merru'z-Zehran'in ileri gelenlerinin yanına çıkmışlardı. Ebû
Süfyan bir ateş gördü ve "Ey Büdeyl, bu ateş akrabaların Ka'boğullarının
ateşidir" dedi. Büdeyl, "Belki de sertinle savaşmak için
toplanmışlardır" cevabını verdi. O gece Müzeyneli süvariler onları yakaladı.
Onlar kendilerinin Abbas bin Abdulmüttalib'e [Peygamberimizin amcasına]
götürülmelerini istediler. Onlar da kendilerini Abbas bin Abdulmüttalib'e
götürdüler. Ebû Süfyan Abbas'dan kendileri için Resûlullahdan eman almasını
istedi. Sonra Abbas çıkıp Resûlullahın (s.a.v.) yanına girdi, kendisinin eman
verdiği kimseye eman vermesini diledi. Resûlullah (s.a.v.),
"Ebû Süfyan
dışında, eman verdiğin herkese ben de eman verdim" buyurdu.
Abbas, "Ey Allah'ın
Resulü, bana sınır koyma" dedi. Resûlullah (s.a.v.),
"Senin eman
verdiğin herkes emindir"
buyurdu.
Abbas onları
Resûlullahın yanına götürdü. Resûlullah onları Müslüman olmaya davet etti.
Hakim bin Hizam ile Büdeyl bin Verka hemen Müslüman oldular. Ebû Süfyan ise,
"Yâ Resûlallah, beni himayene al" dedi. Resûlullah (s.a.v.),
"Sen eman
verilenlerdensin" buyurdu.
Abbas (r.a.) onlarla
beraber çıktı. [Geceyi beraber geçirdiler. Resûlullah sabah tekrar
getirmesini istediği için] Abbas Ebû Süfyan ile Resûlullahın yanına gitti.
[İçeride Resûlullah Ebû Süfyan'ı tekrar Müslüman olmaya çağırdı. Ebû Süfyan Hz.
Abbas'ın da telkiniyle nihayet Müslüman oldu.] Beraberce çıktılar. Ebû Süfyan,
"Biz gitmek istiyoruz" dedi. Abbas, "Günün ağarmasını
bekleyin" dedi. [Gün ağardığında] Resûlullah abdest aldı. Müslümanlar
Peygamberimizin abdest suyunu yüzlerine sürmek için uçuştular. Ebû Süfyan Hz.
Abbas'a, "Ey Fadl'ın babası, kardeşinin oğlu kadar saltanatı büyük olanı
görmedim" dedi.
Hz. Abbas, "Bu
saltanat değil, peygamberliktir. Bunun için onun üzerine titriyorlar"
cevabını verdi.[758]
İzah
Peygamberimizin
müşriklerle yaptığı Hudeybiye sulhu ile kabilelerden bir kısmı Kureyşlilerin,
bir kısmı da Müslümanların himayesine girmişlerdi. Bu cümleden olarak
Bekiroğulları müşriklerin, Ka'boğulları da Müslümanların safında yer almıştı.
Zaman içerisinde bu iki kabile arasında anlaşmazlık çıktı. Kureyşliler
Bekiroğullarına yardım ettiler. Bekiroğulları da Müslümanların himayesinde olan
Ka'boğullarından birçok kimseyi öldürdüler. İşte hadis bu zulme karşı
Ka'boğullarının Peygamberimiziden yardım istemelerini, Resûlullahın da
(s.a.v.) onlara yardımcı olduğunu ifâde etmektedir.
Hadisin birinci kısmı,
aynı zamanda Resûlullahın bir mucizesini nazara vermektedir. Peygamberimiz,
hadise daha kendisine intikal etmeden, şâirin yardım isteyen şiirini duymuştur.
Sabahleyin Hz. Aişe'ye
hadiseyi haber verdi. Aişe Validemiz, "Kılıç onları yok etmişken, Kureyşliler
seninle aralarındaki antlaşmayı bozmaya mı kalkıştılar?" diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.),
"Onlar
Allah'ın olmasını dilediği iş için (Mekke'nin fethedilmesi) için antlaşmayı
bozdular" buyurdu.[759]
Onların içinde Resûlullah
gazaplanır.
Eğer ondan boyun eğme
istenirse yüzü siyaha değişir.
Çok askerler içindeki
köpüklü bir şekilde deniz gibi akar.
Eğer Kureyş seninle
anlaştıkları va'de muhalefet eder, ahdi bozarsa,
Eğer senin tekidli
misâkını bozarlarsa,
Keda'da[760]
benim için gözetleyiciler koyarlarsa,
.Benim hiç kimseyi
yardıma çağırmadığımı zannederlerse,
Onlar daha zelil ve sayıca
daha azdırlar.
Ve onlar bizi uyurken
Vetir'de[761] gece bastılar ve
Bizi rükû ve secdede
iken katlettiler. (Müslüman olduğumuz halde öldürüldük.)
Müşrikler
Bekiroğullarına yardım edince, Hudeybiye sulhunu tek taraflı olarak bozmuş
oldular. Bunun üzerine de hadiste de açıklandığı gibi, Peygamberimiz kalabalık
bir ordu ile anlaşmayı bozan müşrikleri cezalandırmak üzere Mekke üzerine
yürüdü ve Mekke'yi fethetti.[762]
670. Hz. Ali (r.a.) diyor ki:
"Eğer
şımarmayacağınızı bilse idim, Allah'ın Resulünün lisanıyla Haricîleri
öldürenlere neler vaad ettiğini size haber verirdim."
497, 670, 691, 720
numaralı hadislere ve izahlarına bakınız.
[763]
671. Zübeyr bin Avvam (r. a.) rivayet ediyor:
"Ya Resülallah,
sizin yanınızdan çıktıktan sonra dışarıda Câhiliyeye âit sözlere
dalıyoruz" dedim.
Resûlullah şöyle buyurdu:
"Günahkar
olacağınızdan korktuğunuz o gibi yerlerde bulunduğunuzda oradan kalktığınızda
şöyle derseniz, bu söz o meclisde size isabet eden günahlara keffâret olur:
"Allah'ım,
Seni noksan sıfatlardan, Sana layık olmayan şeylerden tenzih ve hamd ü sena ile
takdis ederiz. Senden başka ilâh olmadığına şahitlik ederiz. Senden bağışlanma
dileriz. Ve Sana tevbe ederiz."[764]
672. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.) üç
şey için bereket duası yaptı. Bunlar: Sahurda yenilen yemek, tirid yemeği ve
bir şeyi ölçmek, (tartmak veya saymak) tır.[765]
673. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Şarkıcı ve çalgıcı
kadınlar çalıştıranlar, içki içenler ve ipek elbise giyenler yüzünden bu
ümmette yere batma, hayvan şekline dönüşme ve gökten taş yağma hadiseleri olacaktır."[766]
"Hayvan şekline
dönüşme" ile ilgili olarak 113 numaralı hadisin izahına bakınız.[767]
674. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah'ı çok
çok zikreden, münafıklıktan kurtulmuştur."[768]
675. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Ebû Bekir ve Ömer
[dünyadaki] Cennetlik yaşlıların efendisidir."[769]
676. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah,
"Fitneler
çıkacak ve sen kavminle karşılıklı deliller getirerek cedelleşeceksin" buyurdu.
"Ya Resûlallah, o
zaman bana ne tavsiye edersiniz?" dedim.
"Allah'ın
kitabıyla hükmet"
buyurdu.[770]
İzah
Peygamberimizin
Allah'ın bildirmesiyle istikbalde olacak hadiselerle ilgili daha önce bir kaç
hadis geçmişti. Bu da Resûlullahın gaybî haberlerinden birisidir. Sevgili
Peygamberimiz Hz. Ali'ye fitneler çıkacağını bildirmiş, kavmi ile
cedelleşeceğini bildirmiş, ondan Allah'ın kitabı ile hükmetmesini istemiştir.
Gerçekten de Hz. Ali devrinde zaman zaman yer verdiğimiz gibi fitneler
çıkmış, Hz. Ali Hz. Aişe, Muâviye ve yamndakilerle, ayrıca Haricîlerle
tartışmış, onlara haklılığı noktasında deliller getirmiştir. Bütün bu
safhalarda her zaman ve her şartta Allah'ın kitabı ile hükmetmiş, dünyevî
saltanat uğruna Allah'ın kitabıyla hükmetmekten geri durmamıştır.[771]
677. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"İstihare yapan
mahrum kalmaz, istişare eden pişman olmaz, iktisad eden geçim sıkıntısı
çekmez."[772]
İzah
Hadisin "İktisad
eden geçim sıkıntısı çekmez" kısmı Müsned'de, de rivayet edilmiştir.[773]
Hadis, üç önemli esası
nazara veriyor. Bunlar istihare, istişare ve iktisad. İstihare hakkında 369
numaralı hadisin izahında bilgi vermiştik. Burada istişare ve iktisad üzerinde
duracağız.
Yüce Rabbimiz bir âyet-i
kerimede,
"Onların
aralarındaki işleri istişare iledir"[774]
buyurarak istişareyi
mü'minlerin vasıfları olarak saymış, başka bir âyet-i kerimede ise,
"İşlerde
onlarla istişare et"[775]
buyurarak
Peygamberimizden Ashabı ile istişare etmesi istenmiştir. Peygamberimiz de bu
emirler gereği, hakkında vahiy olmayan konularda Ashabıyla istişare etmiş,
çoğunluğun kararına göre hareket etmiştir.
İşte Peygamberimiz bu
hadislerinde kendisi de istişarenin ehemmiyetine dikkat çekmiş, yapmak istediği
bir hususta işin ehli ile istişare yapan kimsenin pişman olmayacağını ifâde
etmiştir.
Hadiste tavsiye edilen
bir diğer mühim husus da iktisattır. İnsan şükür için yaratılmıştır. Cenâb-ı
Hak insanlara verdiği nimetlerin karşılığında şükür ister. Bu şükrün yolu da
kaabiliyetlerin yerli yerince kullanılmasından, Allah'ın verdiği her türlü nimetlerin
gerçek ihtiyaçlara yetecek kadar, hayatın her safhasında iktisat etmekten
geçer. Çünkü, iktisat nimete karşı hürmettir. İsraf ise şükre zıttır, nimeti
hafife almaktır.
İktisat bir şükürdür.
Şükür ise, nimetin bereketlenmesine, daha da artmasına sebep olur.
İktisat, bir yandan
kulluk olmakla birlikte, aynı zamanda insana dünya hayatında arzu ettiği
saadeti kazandıracak bir denge ölçüsüdür. İktisad herşeyden önce ferdin
hayatını düzene sokar. Gereksiz arzularına mâni olur. Masraflarını gerçek
ihtiyaçlarına göre ayarlamasını temin ederek, bütçesini düzene sokar.
İktisat eden insan
yeme ve içmede israfa kaçmayacağından sıhhatini de korumuş olur. Çünkü yeme ve
içmede israfa kaçmayan insanın sıhhatli olduğu bugün bilinen bir gerçektir.
Nitekim İbni Sina gibi büyük bir tıb âlimi bu gerçeği şöyle ifade eder:
"Tıbbı iki
satırda topluyorum. Çünkü sözün güzelliği sözün kısalığındadır. Yediğin zaman
az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar yeme. Şifâ hazımdadır. Yani kolayca
hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, yemek üzerine
yemektir."
Diğer taraftan,
bilhassa günümüzde, aile hayatındaki huzursuzluğun en mühim sebeplerinden
birisi de iktisadî zorluklardır. Bu sebeple, iktisat, aile hayatının Cennetten
bir köşe olmasına da yardımcı olacak mühim bir husustur. İşte Peygamberimiz yukarıdaki
hadislerinin son kısmında bu gerçeği ifâde etmiştir.
İktisat etmek,
israftan sakınmak, hem erkek, hem de kadın için geçerli olmakla beraber, kadına
daha mühim vazifeler yükler. Evin hanımı beyinin aldığı sebze, meyve, ekmek ve
sair şeyleri yerli yerinde kullanır, lüzumsuz israftan sakınırsa, hem aile bütçesine
katkıda bulunmuş olur, hem de Cenab-ı Hakkın,
"İsraf
etmeyin. Muhakkak ki, Allah müsrifleri sevmez"[776] ve,
"Yiyin, için,
fakat israf etmeyin"[777]
emrini yerine getirmiş
olur. Böylece hem aile saadetine vesîle olunmuş, hem de Cenâb-ı Hakkın emri
yerine getirildiğinden sevap kazanılmış olur.[778]
678. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Yâ Resûlullah,
onunla bütünüyle kendimiz amel edinceye kadar iyiliği emretmeyelim mi? Yine
kendimiz ondan bütünüyle sakınıncaya kadar insanları kötülükten alıkoymayalım
mı?" dedik. Şöyle buyurdu:
"Aksine. Sizler onunla
amel etmeseniz de iyiliği tavsiye ediniz. Ondan tamamen kaçmamasanız da
kötülükten de insanları sakındırınız."[779]
İzah
Dinimizin mühim
emirlerinden birisi de insanlara iyiliği tavsiye edip, onları kötülükten
alıkoymaktır. Bu husus Kur'ân-ı Kerimde Müslümanlardan istenmiştir. Meselâ bu
âyetlerden birisi şu mâeldedir:
"İçinizden öyle bir
topluluk bulunsun ki, onlar insanları hayra çağırsın, iyiliği tavsiye edip
kötülükten sakındırsın. İşte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir."[780]
Başka bir âyet ise şu
mealdedir:
"Siz insanlar için
çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği tavsiye eder, kötülükten sakındırırsınız
ve Allah'a hakkıyla iman edersiniz."[781]
İnsanlara iyiliği
tavsiye edip, kötülükten sakındırmak kendisi de söylediğini yapmaması şartıyla
kişi için çok faziletli ve sevaplı bir görev olmakla birlikte, bu vazifeyi
yapanların kendilerini unutmalan da çirkin karşılanmıştır.
Ancak bir insanın
tavsiye ettiğini kendisinin yapmaması veya yapmamayı tavsiye ettiği şeyi
kendisinin yapması, onun bu vazifesine engel değildir. Yani bir kimse kendisi
yapmasa da başkalarına hayrı, güzeli tavsiye edebilir. Kendisi işlese
başkalarını çirkinliklerden uzaklaşmaya çağırabilir. Hadis açıkça bunu ifâde
etmektedir. Ola ki kendisine hitap edilenler güzeli yapar, çirkinden de
sakınabilirler.
Bununla beraber,
boylelerinin tavsiyelerinin fazla tesirli olacağı da söylenemez. Çünkü
muhatabı sözden ziyade fiil etkiler.[782]
679. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Ashabımı
geçemezsiniz. Sizler Uhud dağı kadar altın tasadduk etseniz, onlardan birinin
bir batman sadakasına veya onun yansına yetişemezsiniz."[783]
İzah
Tirmizî ve Müslim'de
de hadisin baş tarafı, "Ashabıma sövmeyin" şeklindedir.
Peygamberimiz (s.a.v.)
sonraki nesillerin Ashabına dil uzatacağını Allah'ın bildirmesiyle bilmiş ve
ümmetini bu konuda ikaz etmiştir. Kendilerinin ne kadar gayret gösterirlerse
göstersinler, onlara yetişemeyeceklerini bildirmiştir.
Gerçekten de
Sahabîlerden sonraki nesil ne kadar faziletli olursa olsun, Allah yolunda ne
kadar çalışırsa çalışsın, Sahabîlere yetişemezler.
"Sohbet-i
Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle
seyr-i sülûka mukabil hakikatin envarına mazhar olur" diyerek[784]
Sahabîlere yetişilememesinin bir yönüne dikkat çeken Bediüzzaman, bunun bir
sebebini de meâlen şöyle izah eder:
Sahabîler madem
İslâmiyetin kuruluşunda ve Kur'ân nurlarının neşrinde ilk saffı teşkil
ediyorlar; "Bir şeye sebep olan o şeyi işleyen gibidir" kaidesi
sırrınca, bütün ümmetin sevaplarından onlara hisse çıkar. Ümmetin;
"Allâhümme salli alâ seyyidine Muhammedin ve alâ alihî ve
ashabihi=Allah'ım, Efendimiz Muhammed'e, onun âl ve Ashabına rahmet eyle"
demesi, Sahabîlerin bütün ümmetin hasenatından hissedar olduklarım gösteriyor.[785]
680. Halid bin Velid'in (r.a.) rivayet ettiğine göre, kendisine
uyumama hastalığı isabet etmişti. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Sana onları
okuduğunda uyuyacağın bir kaç kelime öğreteyim mi? Allah'ım, yedi göğün ve
onların gölgelediği şeylerin Rabbi. Yeryüzünün ve onun üzerinde bulunanların
Rabbi. Şeytanların ve onların saptırdıklarının Rabbi. Bütün yaratıklarının
şerrinden, onlardan birinin bana karşı aşırı gitmesinden veya tecâvüzlerinden
beni koru! Senin koruyuculuğun kıymetlidir. Senden başka hiçbir ilah
yoktur."[786]
681. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Benden sonra
geri plana itilişiniz kakılışınız ve hoşlanmayacağınız bâzı şeyler
olacaktır" buyurdu.
"O zamanda bizim
nasıl davranmamızı istersin yâ Resûlallah?" diye sorduk.
"Üzerinizdeki
hakları verin, kendi haklarınızı da Allah'tan isteyin" buyurdu.[787]
İzah
Zaman zaman yer
verdiğimiz gibi, Resûlullah (s.a.v.) istikbalde olacak pekçok şeyi teker teker
haber vermiştir. Bu hadiste haber verilen şey de bunlardandır. Gerçekten de
Peygamberimizden sonra Sahabîler horlanmışlar, eziyet görmüşler, tekfir edilmişler,
hattâ şehid edilmişlerdir. Yine sonraki Müslümanlardan hoşlarına gitmeyen
pekçok, bid'atlar, fitneler görmüşlerdir.[788]
682. Hz. Ali rivayet ediyor:
"Kim
cünüplükten guslederken bir kıl yeri kadar kısmı kuru bırakırsa, ona Cehennemde
şöyle şöyle yapılır."
Ali (r.a.) dedi ki:
"İşte bu sebeple saçıma düşman kesildim." Hz. Ali saçını keserdi.[789]
İzah
Ebû Hüreyre de (r.a.)
bu konuda şöyle bir hadis rivayet eder:
''Muhakkak her
kılın altında cünüplük vardır. Bütün kılları yıkayınız."[790]
Hadis, cünüplük
sebebiyle vücudun tamamının yıkanmasının farz olduğunu ifâde eder. Bununla
beraber, güsulde kuru kalan yer, vücud kuruduktan sonra yıkansa, güsul sahih
olur.
Su saçların dibine
ulaşırsa, kadınların örgülü olan saçlarını çözmeleri de gerekmez.
Hadis, Hz. Ali'nin
dinin hükmüne ne derece hasasiyetle bağlı olduğunu da göstermektedir.[791]
683.
Bilal (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah namazda
omuzlarımızı düzeltirdi.[792]
684. Ömer bin Hattab (r.a.) rivayet ediyor:
Hz. Adem (a.s.)
kendisine yasaklanan ağaçtan yediğinde başını semâya kaldırdı ve
"Allah'ım, Muhammed hakkı için beni affetmeni istiyorum" diye duâ
etti.
Allah kendisine,
"Muhammed kim?" diye vahyetti. Hz. Âdem şöyle dedi:
"Şanın yüce
olsun. Beni yarattığında başımı Arşına kaldırdığım zaman orada 'Lâilâhe
illallah Muhammedün Resûlullah' yazılmıştı. O zaman anladım ki hiç kimsenin
kıymeti Senin yanında onunkine denk değildir. O Muhammed ki ismini isminle
beraber kıldın."
Allah ona şunu
vahyetti:
"Ey Âdem! O, senin
zürriyetinden peygamberlerin sonuncusudur. Onun ümmeti de ümmetlerin
sonuncusudur. Eğer o olmasaydı ey Adem, seni yaratmazdım."[793]
685. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Bu ümmet, içlerinden
her biri peygamber olduğunu iddia eden otuz tane yalancı ve deccal çıkmadıkça
yok olmaz."[794]
İzah
Tirmizi'de hadisin bir de
Sevban (r.a.) tarikiyle gelen şekli kayıtlıdır. O hadis de şöyledir:
"Ümmetimden bâzı
aşiretler müşriklere tâbi olup putlara tapmadıkça kıyamet kopmaz. Aynı zamanda
ümmetimden otuz yalancı çıkacak ve her biri peygamber olduğunu iddia
edecektir. Oysa ben peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber
yoktur."[795]
686. Berâ bin Âzib (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah Hassan bin
Sâbit'e "Müşrikleri hicvet. Şüphesiz Allah seni Ruhu'1-Kudüsle (Cebrail)
destekliyor" buyurdu.
80 numaralı hadise ve
izahına bakınız.[796]
687. Ebû Mûsâ el-Eş'arî (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah bir
topluluğun şerrinden korktuğunda şöyle duâ ederdi:
"Allah'ım, onların
şerlerinden Sana sığınıyoruz. Ve onların haklarından gelmeni istiyoruz."[797]
688. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah yatağına
girdiğinde şöyle duâ ederdi:
"Allah'ım, alnı Senin
kudret elinde olan herşeyin şerrinden Senin Zât-i kerîmine ve mükemmel
kelimelerine sığınırım.
"Allah'ım,
zararı ve günahı kaldıran Sensin.
"Allah'ım,
Senin ordun hezimete uğramaz, Sen va'dinden dönmezsin, Senin kudret
büyüklüğünden başka hiçbir kudret büyüklük sahibi fayda vermez. Seni hamdinle
beraber noksan sıfatlardan tenzih ederim."[798]
689. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"Tebessüm namazı
bozmaz, kahkaha ile gülmek ise namazı bozar."[799]
690. Muaz bin Cebel (r.a.) rivayet ediyor:
"Sizin için üç
şeyden korkuyorum. Onlar mutlaka olacaktır.
1. Alimin hatâsı,
2. Münafığın Kur'ân'ı âlet ederek mücâdeleye kalkışması,
3. Dünya nimetlerinin size açılması."[800]
691. Ubeyde es-Selmânî rivayet ediyor:
Nehrevan Savaşında
Haricîler öldürüldüğünde, Ali (r.a.) "Mücda'ı arayın" diye emretti.
Aradılar, bulamadılar. Tekrar aradılar, onu buldular. Bundan sonra Ali (r.a.)
şöyle dedi:
"Eğer
şımarmayacağınızı bilseydim, Allah'ın Peygamberinin (s.a.v.) lisanında bunları,
yani Haricîleri öldürenlere neler vaad ettiğini size haber verirdim."[801]
İzah
Mücda, yaratılışı eksik
olan adam demektir. Açıklama için 495, 670, 691, 720 numaralı hadislere ve
izahına bakınız.[802]
692. İbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
ile beraberdim. Bir Yahudi geldi ve "Ey Ebu'l-Kâsım, ruh nedir?" diye
sordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ,
"Sana ruhtan
soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Bilgi olarak da size pek az şey
verilmiştir"[803] âyetini indirdi.[804]
693. Ka'b bin Mâlik babasından rivayet ediyor:
Resûlullah seferden
döndüğünde önce mescide uğrar, iki rekât namaz kılar, evine sonra girerdi.[805]
694. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor: Ben, onun onuncusu
olarak Resûlullaha geldim. Ensardan bir zât
Resûlullaha (s.a.v.), "Ey Allah'ın peygamberi, insanların en akıllısı ve
ihtiyatlısı kimdir?" diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Ölümü ençok düşünendir.
Ölüm gelmeden önce onun için hazırlık yapandır. İşte bunlar insanların en
akıllı, en tedbirli olanlarıdır. Bunlar dünyanın şerefine, âhiretin ikramına
sahiptirler."[806]
695. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim her gece Yâsîn
Sûresini okumaya devam ederse, öldüğünde şehaid olarak ölmüş olur."[807]
696. Abdullah bin Akim el Cüheni rivayet ediyor:
"Miraca
çıkarıldığımda Allah azze ve celle Ali hakkında bana şu üç şeyi vahyetti:
1. O, mü'minlerin efendisidir.
2. Muttakîlerin rehberidir.
3. Mahşer yerine alnı, el ve ayaklan parlayarak gelen
mü'minlerin önderidir."[808]
697. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Alıcısı olmadığınız
bir malı övmeyiniz, birbirinize kin beslemeyiniz, birbirinize sırt
çevirmeyiniz, ey Allah'ın kulları! Allah'ın emrettiği gibi kardeş
olunuz."[809]
İzah
Müslim'de,
"Birbirinizle
alâkayı kesmeyin," "Zandan sakının. Çünkü zan sözün en yalanıdır.
Başkalarının konuştuğunu dinlemeyin. Dünyalık için birbirinizle yarışa
girmeyin" ilâveleri vardır.
Hadisin birinci kısmı,
ticâretle ilgili bir hususu nazara vermektedir. O da kişinin alıcısı olmadığı
malı fiyat kızıştırmak için övmesidir. Bunda alıcının zararı ve aldatılması söz
konusu olduğundan, Peygamberimiz bunu yasaklamıştır.
Hadisin diğer kısmı,
mü'minleri kardeşliğe çağırmakta, birbirlerine kin beslememelerini, sırt
çevirmemelerini istemektedir.[810]
698. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Ey Ali, kıyamet
gününde elinde Cennet asalarından bir asa olacak ve onunla münafıkları
Havuzumun başından kovacaksın."[811]
699. Mü'minlerin Annesi Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah îtikafta
iken mescidden başını eve uzatır, ben de tarardım. Eve ancak tabî ihtiyaçlarını
gidermek için girerdi.[812]
İzah
İtikâf, beklemek ve
bir şeye devam etmek mânâlarına gelir. Hususî mânâda ise, Ramazan'ın son on
gününü camide veya bir ibâdet mahallinde kalbi ve ruhu geçici olarak dünya
meşguliyetlerinden uzaklaştırmak ve ibâdetle geçirmek demektir.
İtikaf ibâdetine Kur'ân'da
da yer verilmekte ve şöyle buyurulmaktadır:
"Mescidlerde îtikâfa
çekildiğiniz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın çizdiği
sınırlardır; sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte Allah âyetlerini insanlara
böylece açıklar ki, sakınıp korunsunlar."[813]
Başta Hz. Aişe
Validemiz olmak üzere birçok Sahabî, Peygamberimizin Ramazan'ın son on gününü
mescidde îtikâfla geçirdiğini rivayet eder. Bu müddet içerisinde Resûlullah
(a.s.m.) ibâdetle, Kur'ân okumakla ve duâ ile vaktini geçirirdi. Bu hadislerden
biri şu mealdedir:
"Ramazan'ın son on
günü girince, Resûlullah (a.s.m.) geceleri ibâdetle geçirirdi. Ailesini de
ibâdet etmeleri için uyandırırdı. İbâdet için diğer zamanlardan daha fazla
gayret gösterirdi."[814]
İhlâs ile yapılan bir
îtikâf kişiyi manevî yönden tekâmül ettirir. Çünkü îtikâfa giren kimse Allah'ın
misafiri olarak Allah'ın evinde dünya meşgalesinden uzak olarak devamlı
ibâdetle meşgul olur. Orada kaldığı müddetçe bütün düşüncesi âhirettir. Dünyevî
bir iş yapmaz. Böylece manevî bakımdan terakki eder. Kalbi nurlanır, sunasında
kulluk nişanlan parlar. İtikâfa giren kimseler Kur'ân-ı Kerimde vasıfları şu
şekilde zikredilen melekler gibidir:
"Eğer onlar Allah'a
ibâdet etmeyi büyüklüklerine yediremezlerse, Rabbinin katında olanlar gece
gündüz usanmaksızın Onu tesbih eder dururlar."[815]
İtikâfla ilgili
tafsilatlı bilgi için Büyük İslâm İlmihali ve Oruç Zekât isimli eserlerimize
bakınız.[816]
700.
Ebu Hureyre (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam Resûlullaha
(s.a.v.) şöyle dedi:
"Yâ Resûlullah,
senin gece yaptığın duayı işittim. Bu duadan bana ulaşan şu sözleriniz oldu:
"Allah'ım,
günahlarımı bağışla. Evimi benim için geniş kıl ve bana verdiğin rızkı mübarek
kıl."
Resûlullah (s.a.v.) o
adama, "Bunlardan sonra istenmedik bir şey kaldı mı?" buyurdu.[817]
701. Şürekâ bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Sizin en
hayırlınız, günaha girmemek şartıyla aşiretini müdafaa edendir."[818]
İzah
Hadiste kişinin günaha
girmemek şartıyla aşiretini müdafaa etmesi teşvik edilmektedir. Başka bir
hadiste ise Peygamberimiz (s.a.v.) kişinin zulüm ve haksızlıkta milletine
yardımcı olmasını ırkçılık olarak vasıflandırmıştır.[819]
Bilindiği gibi ırkçılık dinimizce
haram
kılınmıştır. Bu konuda geniş bilgiyi İslâm ve Milliyetçilik isimli eserimizde
bulabilirsiniz.[820]
702. İbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
"Biriniz
öfkelendiğinde, "Eûzü billahi mine'ş-şeytâni'r-racîm derse, öfkesi
gider."[821]
İzah
Öfke dinimizin çirkin
gördüğü huylardan birisidir. Yüce Allah bir âyet-i kerimede takva sahiplerinin
vasıflarından birisinin de öfkelerini yutmak olduğu bildirilmiştir.[822]
Öfkelenmenin şeytandan
olduğunu bildiren[823]
Peygamberimiz de pekçok hadislerinde öfkeyi yutmanın sevabını ve faziletini bildirmiştir.
Meselâ bu hadislerden birisinde öfkelenmemenin karşılığı Cennet olduğu
müjdelenmiştir.[824]
Öfkelendirecek bir
durumla karşılaşıldığında, kişinin öfkesine hâkim olması elbette kolay
değildir. Peygamberimiz bunun da yollarını göstermiştir. Meselâ öfkelenen kimse
imkanı varsa abdest almalıdır.[825]
Ayakta ise oturmalı, öfkesi yine geçmezse, müsait yer varsa uzanmalıdır.[826] İki
rekat namaz kılmalıdır.[827]
İşte yukarıdaki hadislerinde de Sevgili Peygamberimiz öfkelenen kimsenin
Allah'a sığınmasını istemektedir.[828]
703. İbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Kime dört şey
verilmişse, ona dört şey daha verilmiş demektir" buyurdu.
Sonra da bu sözünü
Kur'ân'dan âyetlerle açıkladı. Şöyle buyurdu:
"Kime Allah'ı
zikretme nasib edilmişse, Allah da onu anar. Çünkü Allah Kur'ân'da, 'Beni
zikredin ki, Ben de sizi rahmetimle anayım''[829]
buyuruyor.
"Kime dua
yapmak nasib edilmişse, kendisine cevap verilecektir. Çünkü Allah Kur'ân'da,
'Bana dua edin, size cevap vereyim"[830] buyuruyor.
"Kime verilen
nimetlere şükretme nasib edilmişse, fazlası verilecek demektir. Çünkü Allah
Kur'ân'da, 'Şükrederseniz daha çok veririm"[831] buyuruyor.
"Kime istiğfar
etmek nasib edilmişse, o bağışlanacak demektir. Çünkü Allah Kur'ân'da, 'Rabbinizden
af dileyin, çünkü O çok bağışlayıcıdır"[832] buyuruyor.[833]
704.
Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Hiçbir Müslüman
yoktur ki, Allah'a duâ etsin de, Allah duâsına şu üç halden biri ile cevap
vermesin: Kişi duâ ettiğinde Allah onun karşılığını ya dünyada acilen verir
veya âhirete erteler ya da yaptığı duâ kadar o kuldan bir musibeti
giderir."[834]
İzah
Müsned'de hadisin baş
kısmında "duası bir günah veya akrabalık bağlarım kesmek için olmadığı
takdirde" kaydı vardı.
Yine aynı rivayette
Peygamberimiz müjdeyi verdiğinde Sahabîlerin, "Öyle ise çok duâ
ederiz" dedikleri, Resûlullahın da
(s.a.v.),
"Allah'ın
kabul etmesi sizin duanızdan daha çoktur" buyurduğu bildirilir.
703 numara ile tercüme
ettiğimiz hadiste,
"Kime duâ
yapmak nasib edilmişse, kendisine cevap verilecektir" buyuruluyordu.
Allah eğer vermek
istemeseydi, istemeyi de vermezdi. İstemeyi verdiğine göre, isteğin karşılığını
vermeyi de istiyor demektir.
Evet, duâ bir ibâdettir.
Hattâ ibâdetin ruhu ve özüdür. Namaz kılarak, oruç tutarak Yüce Rabbimize
ibâdet ettiğimiz gibi, duâ ile de Ona kulluk ederiz. Duâ bir ibâdet olduğu
içindir ki, karşılığında hiçbir menfaat beklemeyiz. Çünkü diğer ibâdetlerde
olduğu gibi, duanın da neticesi, meyvesi uhrevîdir, âhirette verilir. Zaten
duanın kabul edilmesinin şartlarından birisi de, onun sadece ibâdet maksadıyla
yapılması değil midir?
Ayet-i kerimede,
"Duâ edin,
size karşılık vereyim"
buyurulması, "Her
duâ kabul edilir" mânâsında ani aşılmamalıdır. Evet, mümkün mertebe
şartları yerine getirilerek, ihlâsla yapılan duaların kabul edileceği Cenâb-ı
Hakkın rahmetinden ümit edilir. Fakat her duâ kabul edilmez. Bu durum,
mütehassıs bir doktorun, hastanın her istediği ilacı ona vermemesine benzer.
Hasta kendisi için hangi ilacın faydalı olduğunu bilmediği için devamlı ister:
"Şunu da ver, bunu da ver" der. Fakat doktor hastanın durumuna göre
ilaç yazar. İstediği ilaç faydalı ise aynını veya ondan daha iyisini verir,
zararlıysa reçeteye hiç yazmaz.
İşte Cenâb-ı Hak da kulunun
her istediğini aynen vermez. Çünkü insan istediği şeyin kendisi için hayırlı
olup olmadığını bilmez. Kullarına karşı son derece merhametli olan Rabbimiz,
bunu bildiği için hadiste de ifâde edildiği gibi, kullarının istediğini bazan
verir, bazan vermez, kulunun duasını ebedî hayat için kabul eder. Veya yaptığı
duâ kadar kuldan bir musibeti giderir.
O halde şayet duada
istediğimiz şey aynı ile verilmezse, "İstiyorum ama verilmiyor"
denilmemelidir. "Belki daha iyi bir şekilde kabul edilmiştir"
diyerek, rahmet hazinesinin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin kaynağı olan
duaya daha sıkı sarılmalı, hiçbir şekilde onu elden bırakmamalı, ihlâsla
Dergâh-ı İlâhiyeye yönelmelidir.
Burada dualarının
karşılığını dünyada alanların âhirette pişman olacaklarını da ifâde edelim.
Peygamberimizin bildirdiğine göre, Allah kıyamet gününde kuluna yaptığı bütün
duâlan açıklayacak, bunlardan bâzılarını kendisinin dünyası için kabul
ettiğini, bazısını ise sevabını âhirette vermek için koruduğunu bildirecektir.
Bunun üzerine kul pişmanlığını şöyle ifâde edecektir:
"Keşke duamın
dünya için kabulünde acele etmeseydim."[835]
705. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
"Ümmetime mü'min ve
müşrikten zarar gelmesinden endişe etmiyorum. Çünkü mü'minin imanı kötülük
yapmasına engel olur. Müşriğin de küfrü açık olduğu için zararı dokunmaz.
Fakat size güzel konuşan münafıktan zarar gelmesinden korkarım. O, dili ile
sizin inandığınızı söyler, fakat inkar ettiğiniz şeyleri yapar." Engel
olur. Müşriğin de küfrü açık olduğu için zararı dokunmaz. Fakat size güzel
konuşan münafıktan zarar gelmesinden korkarım. O, dili ile sizin inandığınızı
söyler, fakat inkar ettiğiniz şeyleri yapar.[836]
706. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam Resûlullaha
(s.a.v.) şöyle dedi:
"Ey Allah'ın
Resulü, benim yapmadığım, etmediğim günah kalmadı. Nefsimin istediği her şeyi
yaptım."
Resûlullah (s.a.v.),
"Sen,
'Allah'tan başka ilah yoktur; Muhammed Onun Resulüdür' demiyor musun?" buyurdu.
O zât, "Evet,
söylüyorum" cevabını verdi.
Resûlullah (s.a.v.),
"Bu bütün
onları yok eder" buyurdu.[837]
707. Enes bin Mâlik (r.â.) Resûlullahın şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Benim havzım
var, ben onun başına sizden önce acele ile varacağım."[838]
İzah
Hadiste
Peygamberimizin ilk olarak varacağını söylediği havuz, Kevser Havuzudur.
Kevser Sûresinde "Şüphesiz ki sana Kevseri verdik"[839]
buyrulan Kevser,
Allah'ın Cennette Peygamberimize verdiği bir nehirdir. Peygamberimiz bir
hadislerinde bu su ile ilgili olarak şöyle buyurur:
"Cennete
girdim, kıyılarında inciden çadırlar bulunan bir nehir gördüm. İçinde akan suya
elimi daldırdım. Halis misk olduğunu gördüm. 'Bu nedir ey Cebrail?' diye
sordum. 'Bu, Allah'ın sana vermiş olduğu Kevser'dir' dedi."[840]
Kevser ırmağının suyu,
yatağı olmadığı halde yer üzerinde etrafına taşmadan akar.[841]
Âlimlerin bildirdiğine
göre Peygamberimize Cennette verilen Kevser ırmağından kıyamet gününde iki
havuz açılacaktır. Bunlardan birisi mahşer yerinde olacak, diğeri ise sıratı
geçen mü'minlerin Cehennem sıcakalığı sebebiyle maruz kaldıkları harareti
gidermek için kurulacaktır.[842]
Mü'min kullar bu Havuz'un suyundan içecekler mahşer meydanının hararetini
onunla gidereceklerdir. Peygamberimiz bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Muhammed'in
hayatı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Havuz'un kapları, gökteki
sabit ve seyyar yıldızların sayısından daha çoktur. Dikkat edin, karanlık bir
gecedeki yıldızlar kadar Cennetten kapları, bardakları vardır. O Havuz'un suyundan
içen, sonsuza kadar asla susuzluk hissetmez." Cennetten iki musluk daima ona akar ve doldurur.
Genişliği ve uzunluğu aynıdır. Mesafesi ise Eymen ile Amman arasındaki mesafe
kadardır. Suyu sütten ak baldan tatlıdır."[843]
Kevser
havzından bir bardak içenin insanlar arasındaki hüküm verilinceye kadar
susuzluk ve hüzün cekmeyeceği,[844]
ondan içmeyenin ebediyyen susuzluktan kurtulamayacağı da rivayetler
arasındadır.[845]
Tafsilat için Ölümden Sonra Diriliş
eserimizin 179-180. sayfalarına bakılabilir.[846]
708.
Enes
(r.a) rivayet ediyor:
"Kim hurma bulursa onunla iftar etsin. Hurma bulamayan su ile
açsın. Çünkü su temizleyicidir."[847]
709.
Abdullah bin Cafer (r.a) Resulullahın (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Göbekle diz kapagı arası avrettir."[848]
İzah
Avret yabancılara karşı örtülmesi gereken yer demektir. Erkeğin avreti,
hadiste ifade edildiği gibi, göbekle diz kapağı arasıdır. Alimlerin çoğunluğu
erkeklerin göbekle diz kapağı arasını hanımı dışında kadın olsun erkek olsun yabancılara
göstermesi haramdır.
[849]
710. Abdullah bin Cafer (r.a)
Resulullahın şöyle buyurduğunu işittiğini rivayet ediyor:
"Gizli verilen sadaka Allah'ın gazabını söndürür."[850]
İzah
Tirmizi'deki hadis şöyledir:
"Sadaka Rabbin gazabını söndürür ve kötü ölümü berteraf
eder."
Dinimizde sadaka teşvik edilmiştir. Ancak bunun gizli yapılması daha da
makbuldür. Bununla ilgili bir çok hadis vardır. Mesela bunlardan birisi Sevgili
Peygamberimiz (s.a.v), sağ elinin verdiğini sol elinden gizleyecek kadar
sadakayı gizli veren kişiyi Allah'ın sevdiğini bildirmiştir.
[851]Peygamberimiz
bir hadislerinde de gizli verilen bir sadakanın açıktan verilen yetmiş
sadakadan faziletli olduğunu haber vermiştir.
[852]Başka
bir hadiste ise fakire gizlice verilen sadakanın en üstün sadaka olduğu nazara
verilmiştir.[853]
İzahını yaptığımız hadiste ise gizli verilen sadakanın Allah'ın gazabını
söndüreceği haber verilmiştir.
Evet, gizli verilen
sadakanın böylesine teşvik edilmesi, riya girmediği ve karşı taraf rencide
edilmediği içindir.
Bununla beraber bâzı anlar
olur ki, sadakanın açıktan verilmesi daha güzel olabilir. Meselâ bir yerde
verilen bir sadaka başkalarının da himmetini harekete geçirecekse, böyle
yerlerde açıktan sadaka vermek daha isabetli olur.[854]
711. Abdullah bin Cafer (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu işittiğini rivayet ediyor: "Biriniz,
ben sevdiğimden dolayı sizi sevmedikçe iman etmiş olmaz."
[855]
İzah
Peygamberimiz, Ehl-i
Beytini, Ashabını sevmiş, birçok hadislerinde bunları bizim de sevmemizi
istemiştir. Bu hadis de bunlardan birisidir. Hadiste geçen "iman etmiş
olmazsınız" ifâdesi, "kâmil mânâda iman etmiş olmazsınız"
demektir.[856]
712. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
Benî Züreyk'ten birisi olan Ebû Aişe Zeyd bin Sâmit'e uğradı. O oturmuş şöyle
duâ ediyordu:
"Allah'ım, hamd
Senin içindir. Senden başka ilah yoktur. Ya Mennan! Ey gökleri ve yeri hiç
yoktan, modelsiz ve benzersiz bir surette yaratan! Ey sonsuz büyüklük büyüklük,
azamet ve yücelik sahibi!"
Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.v.) beraberinde olanlara hitaben,
"Adamın ne ile
duâ ettiğini biliyor musunuz?"
buyurdu.
Onlar, "Allah ve
Resulü bilir" dediler.
Şöyle buyurdu:
"Şüphesiz o kimse, Allah'a o isimle duâ
edildiğinde icabet ettiği, o vesile edilerek isteyene isteği verilen İsm-i
A'zam'la [en büyük ismi ile] dua etti."[857]
713. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Ressamlar kıyamet
gününde diriltilir ve onlara "Haydi yarattığınız [yaptığınız] şeylere can
verin" denilir."[858]
İzah
Dinimizin, bir Allah'a
inanmayı ve yalnız Ona ibâdeti emreder. Allah'a ortak koşmaya işaret eden ve
buna sebep olan şeyleri ise şiddetle yasaklar. Bunun içindir ki, Peygamberimiz
(a.s.m.) tevhid inancına zarar verir düşüncesiyle kendi kabrine bile ibâdet
eder derecede hürmet edilmesini istememiştir.
İşte Resûlullahın aynı
sebeple yasakladığı şeylerden biri de resim yapmaktır. Çünkü Mekke'nin
fethinden önce Kabe'nin içinde ve etrafında 360 adet put vardt. Müşrikler,
taştan, tahtadan, demirden, tunçtan hattâ helva gibi yiyeceklerden yaptıkları
putlara tazim ve hürmet gösterirlerdi. Onları bir ilah olarak görür ve taparlardı.
Birşeyin yapılmasını onlardan ister, korktukları birşeyin şerrinden onlara
sığınırlardı.
İşte bu şartlarda
Peygamber Efendimiz, tevhid inancının yerleşmesi için, ister hakaret, isterse
ibâdet için yapılsın bütün resim, heykel ve tasvire karşı şiddetli tehditlerle
yasaklama getirdi. İzahını yaptığımız hadis bu tehditlerden birisidir.
Konu ile ilgili bir
başka rivayet şöyledir:
"Kıyamet
gününde insanların ençok azap görecek olanı, Allah'ın yarattıklarını taklid
edenlerdir."[859]
Buhârî, izahını
yaptığımız hadisi "Tevhid" kitabında da zikretmiştir. Bu da
gösteriyor ki, resmin haram kılınmasının sebebi şirk tehlikesidir, Allah'ın
birliği inancına zarar verme endişesidir.
Nitekim resmin haram
olduğunu söyleyenler buna sebep olarak Allah'ın yaratmasına benzetmeyi veya
resme tapınmayı gösterirler. Meselâ İbni Âbidîn bu hususta şöyle der:
"Resim yapmak
haramdır. Çünkü bunda Allah'ın yaratmasına benzetmek vardır."[860]
"Cansız eşya resimleri mekruh değildir. Çünkü buna tapılmaz."[861]
Tecrid Tercümesi'nde
resmin yasaklanmasının tek sebebinin bu olduğuna dikkat çekilir ve şöyle
denilir:
"Tersim ve tasvir
bahsinde yegâne sebeb-i nehiy [tek yasak sebebi], resimlere, suretlere taabbüd
[kulluk] endişesidir. İslâm dini tevhid dini ve zâtında, sıfatında bir Allah'a
ibâdet, arz-ı ubudiyet dini olduğundan ve bir kelime ile tevhid, İslâmî
umdelerin ve İslâm nur ve ziyasının nokta-i mihrakı bulunduğundan her ne
suretle olursa az, çok şirk ile şâibedâr olmaması Resûl-i Ekremin büyük bir
kıskançlıkla ihtimam buyurduğu bir mesele idi. Tevhidin muhafazası nâmına
kendi kabrine bile ibâdet edercesine İzhar-ı hürmet edilmesini
istemiyordu."
"Bu sebeple,
İslâmiyetin ilk günlerinde Resul-i Ekrem ister ta'zim, ister tahkir ifâde eder
surette kullanılsın, ister ibâdet, ister ihanet mânâsı arzetsin. resimli eşya
isti'malini [kullanılmasını] mutlak surette nehyetmişti. Çünkü Resûl-i Ekrem
İslâmın ilk günlerinde şirkle mücâdele halinde idi. Beşeriyeti asnama [putlara],
temâsile, tesâvire [resimlere] ibadetten mene çalışıyordu."[862]
Fakat, İslâm şirke galip
geldikten, Mekke fethedilerek Kabe'nin içindeki putlar birer birer manasızlık
karanlığına gömüldükten, Kabe'de tevhid sadası gürledikten sonra, artık resim
hakkındaki şiddet kalktı, resimli şeylerin ta'zim ve hürmet ifâde etmeyecek
tarzda kullanılmasına müsaade edildi.
Resim hakkındaki hadisleri
değerlendiren âlimler, resim yapmanın hükmü hakkında tamamen ittifak edebilmiş
değillerdir. İki noktada ittifak etmelerine rağmen, bir konuda farklı görüşler
vardır. Bunlardan ittifak ettikleri iki konu şunlardır:
1. Ağaç, dağ, taş gibi eşya ve manzara resimleri çizmek
kesin olarak helâldir.
2. Yarım olan insan ve canlı resimlerinin yapılması ve
kullanılması caizdir.
Resmin üzerinde fikir
birliği olmayan şekli ise tam olan canlılara âit resimlerdir. Bâzı âlimler
böyle resimleri haram, bâzıları ise mekruh olarak görmektedirler.
Canlı da olsa resim
yapmanın haram olmayacağını söyleyen âlimlerin başında Buhârî'yi ilk
şerhedenlerden Hattâbî Ebû Süleyman gelir. Bu zât canlı resim yapmayı mekruh
olarak görür. Buna sebep olarak da kalbin boş şeylerle meşgul olmasını göstermiştir.
Şafiî mezhebinden
İzzüddîn bin Abdüsselâm, Hanbelî mezhebinden İbnü'I-Kayyim el-Cevzî, Mâlikî
mezhebinden Ebû İshak eş-Şâtibî gibi İslâm hukukunda usûl âlimleri şu kâide
üzerinde ittifak etmişlerdir:
"Dinî hükümlerin
emrediliş ve yasaklanışı sebep ve maksatlara dayanır. Bunların hepsi de
dünyalarında ve âhiretlerinde kulların maddî, manevî menfaatlerine
râcidir."
Bundan çıkan netice
şudur: "Bir sebebe [illete]bağlı bulunan şer'i hüküm varlık ve yokluğunda
bu illete tâbidir" şeklinde ifâde edilen kaide gereğince şer'i nassa
istinad edenler de dahil olmak üzere bütün hükümler, temeli ve tatbikinin şartı
olan sebep, yani illet ortadan kalkınca, tatbik edilmezler. Âlimler,
"Zamanlar, mekânlar ve durumların değişmesi sebebiyle hükümlerin de
değişebileceği inkar edilemez" umumî kaidesini buna bina etmişlerdir.[863]
Nitekim
Peygamberimizin tatbikatında bunu görüyoruz. Meselâ Peygamberimiz başlangıçta
kabir ziyaretini yasaklamış, belirli bir zaman geçtikten sonra buna izin
vermişti.[864] Yine başlangıçta fakirlerin
et yeme ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak kurban etlerinin üç günden fazla
saklanmasını yasaklamıştı, fakat zaman geçti, çoğunluğun maddî durumu düzeldi,
mahzur ortadan kalkınca kurban etinin bir bölümünü saklamaya izin vermişti.[865]
Peygamberimizin
vefatından sonra da buna benzer tatbikatların yapıldığını görüyoruz. Bunlardan
birisi, Hz. Ömer'in müellefe-i kulübün zekâttan hisse almasına son vermesidir.
Oysa Peygamberimiz, "Zekât ancak fakirlere, yoksullara, zekât toplayan
memurlar, kalbleri İslama ısındırılacak kimselere [müellefe-i kulûba]...."[866]
âyetine uyarak imanı
zayıf olan bâzı kimseleri İslama ısındırmak, kötülüklerini önlemek veya
kabileleri içinde üstün yerleri olduğu için zekâttan hisse vermişti. Hz. Ömer,
müellefe-i kulûba zekâttan hisse vermeyi kesti. Çünkü artık İslâmın imânı zayıf
olanların yardımına ihtiyacı yoktu, ayrıca onlar zarar verebilecek durumda da
değillerdi. Yani hükmün sebebi ortadan kalkmıştı. Bunun başka misâlleri de
vardır. Bir de sonraki devirlerden bir misâl verelim.
İmâm-ı Âzam'ın
talebesi ve Bağdat Başkadısı İmam Ebû Yusuf, kendi zamanındaki âdete bakarak
arpa ile buğdayı satış ve muamelesi tartı ile olan eşyadan kabul etmiştir. Bu
durum Peygamberimizin örf ve âdete göre arpa ve buğdayı satışı ölçü ile
yapılan eşyadan kabul ettiği hadise aykırıdır.
Bu ve benzeri
örneklerde, şer'i bir hükmün üzerine kurulduğu sebep veya âdetin değişmesine
tâbi olarak değiştiği görülmektedir. Zaten donmayı ve atâleti kabul etmeyen,
her devirde kendi ölçüleri içerisinde değişmeye kaabiliyetli olan İslâm
Hukukunun da ruhu budur. Fakat zamanla bu ruh unutulmuş,
Müslümanlar hükümleri sabit ve donmuş olarak ele almışlardır. Âdetler, ihtiyaçlar,
zamanlar, durumlar değişmiş, milletler, ilimler, sanatlar ve hayat gelişip
ilerlemiş fakat bâzı konularda maalesef geçmişe takılıp kalınmıştır. İşte bu
konulardan birisi de resim yapmaktır. Bu konuda devamlı Peygamberimizin Mekke
Devrindeki hadisleri esas alınmış, zamanın değiştiği nazara alınmamıştır.
Çizilen bütün canlı resimler haram katagorisine dâhil edilmiştir. Oysa günümüzde
buna yeni bir hüküm getirmek zarurîdir. Çünkü günümüzde resim meselesi bir
hayli şekil değiştirmiştir. Küfrün âdeta silahı durumuna gelmiştir. Buna karşı
resim ve çizgi âdeta bir silah, bir bomba hüviyetindedir. Düşmanın silahı ile
silahlanmak gerektiğine göre biz Müslümanların gerek gazetemizde, gerekse
dergilerimizde ve kitaplarımızda resmi bir cihad vasıtası olarak kullanmamızda
bir mahzur bulunmamaktadır. Fakat bu "Her resim caizdir" demek değildir.
Resimleri yapılması caiz olan ve olmayanlar diye tasnif etmek gerekmektedir.
Buna göre, bir ressamın Allah'ın yarattığına benzetmek niyeti taşımayan, zulüm
ifâde etmeyen, müstehcen olmayan ve gösterişe sebep olmayan, kahramanlık
duygularını harekete geçiren resimleri caiz; Allah'ın yarattığına benzetmek
niyeti taşıyan, zulüm ifâde eden, nefse hitap eden ve gösterişe sebep olan
resimleri ise haramdır.
Bediüzzaman'ın meâlen
alacağımız şu ifâdesi ile meselemizi bitirelim:
Puta tapmayı Kur'ân
men ettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men
eder. Medeniyet ise, suretleri kendi güzelliklerinden sayıp Kur'ân'a karşı
gelmek istemiş. Halbuki, gölgeli, gölgesiz suretler, ya taşlaşmış bir zulüm
maddeleşmiş, ceset giymiş bir gösteriş, riya veya cisim haline gelmiş bir
şehvet unsurudur ki, insanlığı zulme ve riyaya ve nevaya, hevesi kamçılayıp
teşvik eder.[867]
Burada yukarıda
üzerinde durduğumuz Hattabî'nin resmi haram görmeyip, lüzumsuz meşgale olduğu
için mekruh saydığını, günümüzde ise sınırlarını çizdiğimiz resimleri yapmanın
lüzumsuz bir meşgale olmadığını da ifâde edelim. İslâm da Helaller Haramlar
isimli eserimize de bakınız.[868]
714. Nu'man
bin Beşîr (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Duâ ibâdettir" buyurdu. Sonra,
"Rabbiniz
buyurdu ki: Bana duâ edin, size cevap vereyim. Bana ibâdet etmeyi kibirlerine
yediremeyenler, hor ve hakîr olarak Cehenneme girecekler"[869] âyetini okudu ve,
"Yani duâ
etmeyi kibirlerine yediremeyenler"
buyurdu.[870]
İzah
Hadiste de ifâde
edildiği gibi, dua bir ibâdettir. Hattâ ibâdetin ruhu ve özüdür. Namaz kılarak,
oruç tutarak Yüce Rabbimize ibâdet ettiğimiz gibi, duâ ile de Ona kulluk
ederiz. Duâ bir ibâdet olduğu içindir ki, karşılığında hiçbir menfaat
beklemeyiz. Çünkü diğer ibâdetlerde olduğu gibi, duanın da neticesi, meyvesi
uhrevîdir, âhirette verilir.
Allah'a ibâdeti, yani Ona
boyun eğip al açmayı, Ondan istekte bulunmayı gururlarına yediremeyenler
Cehenneme gireceklerdir.[871]
715. Huzeyfe bin Yeman (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah gece
kalktığında dişlerini misvakla ovardı.[872]
716. Cübeyr bin Mut'im, babası Mut'im'den (r.a.) rivayet
ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
ile beraberdik. Cuhfe'de Resûlullah (s.a.v.) yanımıza çıktı ve şöyle buyurdu:
"Siz Allah'tan başka
ilah olmadığına, Onun tek olduğuna ve ortağı bulunmadığına, benim Allah'ın
Resulü olduğuma, Kur'ân'ın Allah tarafından geldiğine şahitlik etmiyor musunuz?"
Biz, "Evet,
ediyoruz" dedik. Sonra şöyle buyurdu:
"Muhakkak bu Kur'ân'ın
bir tarafı Allah'ın kudret elinde, diğer tarafı da sizin elinizdedir. Ona
sımsıkı sarılın. Böyle yaparsanız ondan sonra hiçbir zaman helak olmaz ve
dalâlete düşmezsiniz."[873]
717. Ebû Hümeyd es-Sadî (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah selem
yoluyla bir çeşit hurma çeşidi aldı. Ödenme vakti geldiğinde adam borcunu
istemişti. Resûlullah ona,
"Bu gün ödeme
imkanımız yoktur. Dilersen bize biraz zaman tanı. Bir şey geldiğinde onu sana
ödeyelim" buyurdu.
Adam "Vay! Sözde
durmayışa bakın!" dedi. Bunun üzerine Ömer öfkelendi. Resûlullah ona,
"Bırak bizi ey
Ömer! Şüphesiz hak sahibinin konuşmaya hakkı vardır" buyurdu.
Sonra Havle binti
Hakîm'e,
"Yanında hurma
varsa bize borç olarak ver" diye
haber gönderdi.
Havle, gelenlere,
"Allah'a yemin ederim ki yanımda ihtiyaç için sakladığımdan başka
yoktur" dedi. Bunu Resûlullaha haber verdiler.
Resûlullah
alacaklısına,
"Hakkını tam
aldın mı?" diye sordu.
O kimse, "Evet,
tam verdin ve gönlümü de aldın" cevabını verdi. Sonra Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Allah'ın
kullarından Allah'ın yanında en hayırlısı, borcunu güzel bir şekilde ödeyen ve
alacaklının gönlünü alandır."[874]
İzah
Hadisin başka bir
rivayetinde şu ilâveler vardır:
Bir bedevi
Resûlullahtan alacağını talep etmek üzere geldi ve ona karşı sert davrandı.
"Alacağımı vermezsen seni sıkıştırırım" dedi.
Resûlullahın
yanındakiler, "Yazıklar olsun sana! Kiminle konuştuğunu biliyor
musun?" dediler.
Adam, "Ben
hakkımı istiyorum" cevabını verdi.
Resûlullah yanındakilere,
"Ben sizin hak
sahibi ile beraber olmanızı isterim" buyurdu.
Borcunu ödedikten
sonra da şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki, içinde
alacaklısını rahatsız etmeksizin zayıfın hakkını alamayan bir topluluğu Allah
yüceltmez."[875]
718. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Biriniz oturan bir
topluluğa geldiğinde selâm versin. Bir işi olup da çıkmak istediğinde yine
selam versin. Bu selâmlardan birincisi diğerinden daha üstün değildir."[876]
İzah
Ayrılırken selâm
vermekle ilgili bir başka hadis şöyledir:
"Bir meclisten
ayrılırken oradakilere selâm vermesi, kişinin üzerinde bir haktır."[877]
719. Ebû Mûsâ ve Muâz bin Cebel (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bizi Yemen'e gönderdiğinde şöyle buyurdu:
"Gidiniz. Birbirinize
itaat ediniz. Birbininize karşı gelmeyiniz. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.
Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz."[878]
İzah
Peygamberimiz (s.a.v.)
Hicretin 10. yılında İslâmiyetin yayıldığı yerlere valiler gönderdi. Bu
cümeleden olarak Hz. Muâz'ı da Yemen'in üç bölgesinden biri olan Cened için
görevlendirdi. Hz. Muaz burada hâkimlik yapacak, halka İslâmiyeti anlatacak,
Kur'ân'ı öğretecek, tahsil edilen zekât ve sadakaları teslim alacaktı.
Yemen'in başka bir
bölgesi için görevlendirilenlerden birisi de Ebû Mûsâ el Eş'ârî idi (r.a.).
Resûlullah (s.a.v.) bu iki
valiyi uğurlarken bilhassa Hz. Muâz'a bir müddet yanında yürüyerek nasihatlarda
bulundu. Sonra da her iki Sahabîye yukarıdaki tavsiyelerde bulundu.[879]
720. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
"Ahirzamanda yaşları
genç ve hülyaları bozuk bir grup çıkacak. Kâinatın Efendisinin sözünü [hadis]
söyleyecekler. Onların imanları boğazlarından aşağıya geçmeyecek. Onlar okun
yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar. Onlara ulaştığınızda onları öldürün.
Eğer onları öldürürseniz sevap kazanırsınız."
670, 691 numaralı
hadislere ve izahlarına bakınız.[880]
721. Âişe (r.a.) şöyle diyor:
Resûlullah (s.a.v.)
vefat etti, Araplar dinden döndü, nifak tırmandı. Eğer babamın üzerine çöken
şey yüksek dağların üzerine çokseydi, şüphesiz dağı paramparça ederdi.[881]
İzah
Başka bir rivayette
Hz. Aişe şöyle demiştir:
"Resûlallahın
vefatı üzerine, Arap kabilelerinden birçoğu dinden döndü. Yahudiler,
Hıristiyanlar ve münafıklar hareket geçti. Müslümanlar, kış gecesinde yağmura
tutulup dağılan koyuna döndüler."
Evet, iman kalplerinde
henüz tam manasıyla kökleşmemiş olan bir grup insan, Peygamberimizin vefatından
sonra dinden döndüler. Dinden dönen bu insanların kalplerinde imanın henüz
yerleşmediği, Resûlullahın sağlığında, daha onlar müslüman olduklarında bir
âyet-i kerimede şöyle bildirilmişti:
"Bedevilerden bâzıları
'İman ettik' dediler. Onlara de ki: Hayır, iman etmediniz. 'Siz Müslüman
olduk' deyin; çünkü iman henüz kalbinize girmiş değildir."[882]
İşte Peygamberimizin
vefatından sonra dinden dönenler, iman henüz kalplerine yerleşmemiş olan bu
bedevilerdi. Yoksa diğer müslümanlarda en küçük bir tereddüt, bir sarsılma
olmadı.
Dinden dönenler iki
grupta toplanıyordu:
1. Zekât ödemek istemeyenler,
2. Müseylimetü'l-Kezzap, Esvedü'1-Ansî gibi yalancı peygamberlerin
peşine takılanlar.
Hz. Ebû Bekir, her iki
grupla da savaştı, Allah'ın yardımı sayesinde onları yola getirdi. Tafsilat
için Dört Halife Devri ve Sıddîk-ı Ekber Hz. Ebû Bekir isimli kitaplarımıza
bakılabilir.[883]
722. İbni Abbas
(r.a.) Resûlullahm (s.a.v.) şöyle duâ ettiğini bildirir:
"Allah'ım,
borç altında ezilmekten Sana sığınırım."
585 numaralı hadise
bakınız.[884]
723. Berâ bin Âzib (r.a.) rivayet ediyor:
"Bir damarın veya
gözün uğradığı her ıztırap bir günah karşılığıdır. Allah'ın günah karşılığında
kişiye çektirmediği ıztırap ise daha fazladır."[885]
724. Ya'la bin Mürre (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu işittiğini rivayet ediyor:
"Kim haksız olarak bir
karış veya daha az bir yeri gasbederse, kıyamet günü yedi kat yerin altına
kadar o yeri taşıyarak gelir."[886]
İzah
Ya'la bin Mürre'den (r.a.)
rivayet edilen bir hadis de şöyledir:
"Herhangi bir kimse
zulüm yaparak bir karış yer alırsa, Allah onu yedi kat yere ulaşıncaya kadar
orasını kazmakla mükellef tutar. Sonra da kıyamet günü insanlar arasında hüküm
verinceye kadar onu boynuna yükler."
183 numaralı hadisin
izahına da bakınız.
[887]
725. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"İnsanlarla
sürtüşmekten sakın! Çünkü bu iyi hasletleri örter, çirkinleri ise su yüzüne
çıkarır."
[888]
İzah
Peygamberimiz bu
hadislerinde insanlarla sürtüşmekten sakınmayı tavsiye ediyor ve sebep olarak
da böyle yapmanın iyi hasletleri örtmesini, çirkin hasletleri ise su yüzüne
çıkarmasını gösteriyor. Gerçekten de biri ile sürtüşmeye girildiğinde, göze
tutulan parmağın koca dağı örtmesi gibi, kendisi ile sürtüşülen kimse de
karşısındaki şahsın bütün iyiliklerini, iyi hasletlerini hemen unutuveriyor.
Hadiste de ifâde edildiği gibi, sürtüştüğü şahsın ne kadar kötü hasleti varsa
hepsini su yüzüne çıkarıyor. İşte hadiste bundan kurtulmanın en mühim
yollarından birisi gösteriliyor.[889]
726. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"Hibe ettiği
bir şeyden dönen, kusmuğunu geri yiyen kimse gibidir."[890]
İzah
Zikrettiğimiz
kaynaklarda hadîs,
"Hibesinden
dönen, kusmuğuna dönen köpek gibidir" ve "Kusmuğuna dönen köpek
gibi, hibesinden dönen kimsenin kötü örneği bize yakışmaz"
şeklinde
kayıtlıdır."
İmam-ı A'zam'a ve bir
kısım âlimlere göre hibeden dönmek mekruhtur.[891]
727. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Ey Ebû Hüreyre!
Allah'ın sana takdir ettiği rızka razı ol, zengin olursun. Şüpheli şeyleri terk
et, Allah'a gerçek kul olursun. Kendin için sevdiğim insanlar için de sev,
mü'min olursun. Komşularına iyilik et, gerçek Müslüman olursun. Çok gülmekten
sakın. Çünkü çok gülmek kalbi öldürür. Kahkaha şeytandan, tebessüm ise
Allah'tandır."[892]
728. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Bir ümmet Allah'a
ortak koşuncaya kadar asla helak olmaz. Allah'a şirk koşan bir ümmetin bu
şirki de, kaderi inkar etmeyle başlar."[893]
İzah
Hadiste dikkat çekilen
kaderin inkar edilmesi,
"Kul fiilinin
yaratıcısıdır. Kaderin bunda hiçbir tesiri yoktur" denilmesidir. "Kul fiilinin
yaratıcısıdır" demek, Allah'a şirk koşmaktır. Kaderi inkar etmeyi
Müslümanlar içerisinde ilk başlatanlar Ma'bed el-Cühenî (Ö.80/699) ve Gaylan
ed-Dımeşkî idi.
Peygamberimiz bir
başka hadislerinde kaderi inkar edenleri "ümmetin mecusîleri" olarak
vasıflandırmıştır.[894]
Konunun tafsilatı için
Kadere İman isimli eserimizin 40-43. sayfalarına bakılabilir.
Ayrıca 75, 305, 432
numaralı hadislere de bakınız.
[895]
729. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
kişinin namazda rükû ve secdeleri tam yapmamasını yasakladı.[896]
730. Şeddad bin Evs (r.a.) rivayet ediyor:
"Muhakkak Allah
herşeyde güzelliği emretmiştir. Öyle ise öldürdüğünüzde güzel bir şekilde
öldürün. Hayvan kestiğinizde kesimi güzel yapınız. Hayvan kesecek olan bıçağını
iyice keskinleştirsin ve keseceği hayvana eziyet vermesin."[897]
İzah
Peygamberimiz bu
hadislerinde Allah'ın herşeyde güzelliği, vazifeyi en güzel şekilde yapmayı
emrettiğine dikkat çekiyor. Hadisin bu kısmını tamamlayan bîr başka hadis de,
"Allah
güzeldir, güzelliği sever"[898] şeklindedir.
Peygamberimiz bâzı
çirkinliklere bu prensibi hatırlatarak müdahele etmiştir.
"Emretmiştir"
şeklinde tercüme ettiğimiz kelime metinde "yazdı" şeklinde
kayıtlıdır. Yazdı kelimesi, emretti, takdir etti mânâlarına gelir.
Peygamberimiz Allah'ın
herşeyde güzelliği emrettiğini bildirdikten sonra, öldürme ve kesmelerde bile
buna riâyet edilmesi gerektiğini nazara veriyor. "Öldürme"den kasıt,
savaşta düşmanı öldürmek, katili kısas olarak öldürmek, zina eden evlileri
recmetmek ve hayvanları öldürmek veya kesmektir. Bütün bu öldürmeler yapılırken
işkence etmemek, recmederken yüze taş atmamak, ateşte yakarak öldürmemek
emredilmiştir.
Hayvan kesimini güzel
yapmak, bir hayvanı kesmeden önce bıçağı iyice bilemek, hayvana eziyet
vermemektir. Hayvana eziyet vermemenin bir yönü başka hadislerde bıçağı gözü
önünde bilememek şeklinde açıklanmıştır. Nitekim bir defasında Resûlullah
kesmek üzere yatırdığı hayvanın karşısında bıçak bileyen birini görmüş, ona
şöyle müdahalede bulunmuştu:
"Sen onu iki
defa mı öldürmek istiyorsun? Hayvanı yatırmadan önce bıçağını niçin
bilemedin?"
Yine hayvanlardan
birini diğeri gözü önünde kesmemek, kesim yerine sürükleyerek götürmemek, acı
çektirmemek, bıçağı boynuna süratlice çalmak, soğumadan derisini yüzmemek de,
kesilecek hayvana eziyet vermemenin başka unsurlarıdır.[899]
731. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:
"Kendisine
verilmeyenle tok gürülen iki sahte elbise giyen gibidir."[900]
İzah
Peygamberimizin bu sözü
söylemesine sebep bir kadının "Ey Allah'ın Resulü! Benim bir kumam var. Ona
karşı kocamın vermediği şeyle tok gürünsem bir mahzuru var mı?" suâlidir.
Hadis, elinde avucunda
birşey olmadığı halde kendini zenginmiş gibi gösteren, aç olduğu halde
kibirinden dolayı tok görünen, faziletli olmadığı halde kendini öyle gösteren
kimsenin başkasının elbisesi ile caka satan yalancı kimse gibi olduğunu nazara
vermektedir.[901]
732. Abdullah bin Serces (r.a.) rivayet ediyor:
"İstikâmet üzere
olmak, güzel haslet, düşünerek, sabırla hareket etmek ve her hususta orta yolu
tutmak, peygamberliğin yirmi dört parçasından bir parçadır."[902]
733. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Dininizin en
hayırlısı kolay olanıdır."[903]
İzah
Peygamberimiz
yukarıdaki hadislerinde çoğu zaman ihmal edilen mühim bir hususa dikkat
çekiyor. O da dinde hayırlının kolay olanı olduğudur. Dinin tebliğcisi böyle
derken, dinin koyucusu, şeriatın sahibi olan Yüce Allah da oruç hususunda
yolculara ve hastalara ruhsat tanıdıktan sonra,
"Allah sizin
için kolaylık ister, zorluk istemez"[904]
buyurarak, dinin
zorlaşan imasını hoş karşılamadığını nazara vermiştir.
Üzülerek ifâde edelim
ki, daha Peygamberimiz zamanında insanlar "iyi niyetle" de olsa,
kolay olan dini zorlaştırma çabasına girmişlerdir. Peygamberimiz de dini
zorlaştırma gayreti içerisinde olan Sahabîleri her seferinde ikaz etmiş, dinin
kolay olduğunu bildirmiştir. Bunun pekçok misâlinden birkaçı şöyledir:
Sahabîlerden bir grup
Resûlullahın hanımlarına gelerek Peygamberimizin farzların dışında yaptığı
ibâdetlerden sordular. Suallerinin cevabını alınca, sanki bunu az bularak
şöyle dediler:
"Resûlullah kim,
biz kimiz? Allah onun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını atfetmiştir. Böyle
olunca ona az ibâdet yeter."
İçlerinden biri,
"Ben artık hayatım boyunca her gün namaz kılacağım" dedi.
İkincisi, "Ben de
hayatım boyunca hep oruç tutacağım, hiç ara vermeyeceğim" vaadinde
bulundu.
Bir diğeri ise,
"Hanımımla ebediyyen cinsî noktada beraber olmayacağım" sözünü verdi.
Onların bu
durumlarından haberdar olan Peygamberimiz (s.a.v.) kendilerini şöyle ikaz etti:
"Sizler şöyle şöyle
söylemişsiniz. Allah'a yemin olsun ki, sizin Allah'tan en çok korkanınız ve
yasaklarından ençok kaçınanınız benim. Böyle iken bazan oruç tutar, bazan
yerim; bazan namaz kılar, bazan uyurum. Kadınlarla da beraber olurum. Benim
sünnetim budur. Kim sünnetimi beğenmezse benden değildir."[905]
Peygamberimiz,
yukarıdaki sözleri ile "mağfirete uğrasam bile Allah'tan en çok korkanızı
benim" buyurarak az ibâdet yapmasının bağışlanmış olmasından
kaynaklanmadığını, dinin ağır yükün altına girmek demek olmadığını nazara
vermiştir.
Hadisin başka bir
rivayetinde Peygamberimizin umuma hitaben şöyle bir konuşma yaptığı
bildirilir:
"Allah için söyleyin!
Bazıları benim yaptığım şeyi beğenmeyip kaçınıyorlarmış, doğru mu? Allah'a
yeminle söylüyorum, ben Allah'ı onlardan çok daha iyi biliyorum. Allah'tan
duyduğum korku da onların duyduklarından çok daha fazladır."[906]
Bu hadislerin çeşitli
rivayetlerinde Resûlullahın böyle düşünenlere çok kızdığı bildirilir.
Sahabîlerden Osman bin
Ma'zun (r.a.) gece namaz kılmak, gündüzleri hep oruç tutmak ve evlenmemek üzere
yemin etmişti. Peygamberimiz onu yanına çağırttı ve,
"Sen sünnetimi
beğenmiyor musun?" buyurdu.
Osman (r.a.)
"Hayır ey Allah'ın Resulü, yemin ederim ki hayır! Aksine ben senin
sünnetini arıyorum" dedi.
Bunun üzerine
Resûlullah şöyle buyurdu:
"Bil ki ben hem
uyurum, hem namaz kılarım; bazan (nafile) oruç tutarım, bazan tutmam.
Kadınlarla evlenirim de. Ey Osman, Allah'tan kork. Çünkü ailenin senin üzerinde
hakkı var, misafirin senin üzerinde hakkı var, nefsinin senin üzerinde hakkı
var. Öyle ise bazan oruç tut, bazan tutma, namaz da kıl, uykunu da al."[907]
Dinde aşırıya kaçtığı
için ikaz edilen Sahabîlerden birisi de Abdullah bin Amr bin As'dır (r.a.). Bu
zat, "Hayatta kaldığım müddetçe gündüzleri oruç tutacağım, geceleri de
namaz kılacağım" diye kendi kendine söz verdi. Bunu haber alan Resûlullah
onu çağırttı ve,
"Sen böyle
böyle söylemişsin doğru mu?"
buyurdu.
Hz. Abdullah,
"Annem babam sana feda olsun, evet böyle söyledim ey Allah'ın Resulü"
buyurdu. Bunun üzerine Peygamberimiz kendisine şu ikazı yaptı:
"İyi ama sen buna güç
yetiremezsin. Bazan oruç tut, bazan tutma, gece hem kalk, hem de uyu. Ayda üç
gün oruç tut. Çünkü hayırlı işleri Allah on misliyle mükafatlandırıyor. Bu üç
gün bir yıl oruç tutma sevabı kazandırır."
Bunun üzerine Hz.
Abdullah, "Söylediğinden daha fazlasına güç yetiririm" dedi.
Resûlullah,
"Öyle ise bir
gün oruç tut, iki gün ye"
buyurdu.
Abdullah, "Bundan
fazlasına da güç yetiririm" dedi.
Resûlullah,
"Bir gün tut,
bir gün ye. Bu Davud'un (a.s.) orucudur" buyurdu.
Abdullah, "Bundan
daha fazlasına da güç yetiririm" dedi. Resûlullah,
"Bundan efdali
yoktur"
buyurdu.[908]
Bununla ilgili bir
başka rivayet şöyledir:
Peygamberimiz Hz.
Abdullaha,
"Duyduğuma göre
sen hiç ara vermeden oruç tutuyor, bir gecede Kur'ân'ı hatmediyormuşsun, doğru
mu?" buyurdu.
Abdullah, "Evet, ey
Allah'ın Resulü, doğrudur. Ancak maksadım sadece hayırdır" cevabını
verdi. Sonra da aralarında şu konuşma geçti:
"Kur'ân'ı
ayda bir kere hatmedecek şekilde oku!"
"Daha fazlasına
güç yetirebilirim."
"Öyle ise her
on günde bir kere hatmet."
"Fazlasına güç
yetirebilirim."
"Öyle ise haftada bir
kere hatmet. Bilemezsin. Belki uzun ömürlü olursun, yaşlandığında ahdini yerine
getiremezsin."
Hz. Abdullah gerçekten
uzun ömürlü oldu. Nefsini ahdettiği ibâdetlere zorladıkça, nefsi de ona
şiddetle karşı çıktı. Nihayet, "İhtiyarladığım zaman Resûlullahın (s.a.v.)
tanıdığı ruhsatı kabul etmiş olmayı temenni ettim" diyerek omuzuna ağır
yük yüklemiş olmanın pişmanlığını ifâde etti.
Bir defasında
Resûlullah (s.a.v.) mescide girmişti. İki direk arasına gerilmiş bir ip gördü.
"Bu
nedir?" diye sordu.
"Bu Zeyneb'in
(r.a.) ipidir. Namaz kılarken uykusu gelince buna tutunuyor, ip onun düşmesini
önlüyor" dediler. Resûlullah tepki gösterdi, şöyle buyurdu:
"Hayır, çözün
ipi. Şevkiniz varken namaz kılın, uykunuz gelince de yatın."[909]
Resûlullah (s.a.v.)
Hz. Aişe'nin yanında tanımadığı bir kadın gördü.
"Bu
kimdir?" buyurdu.
Hz. Aişe,
"Filancadır. Geceleri hiç uyumaz, ibâdet eder" cevabını verdi.
Bunun üzerine
Resûlullah şöyle buyurdu:
"Sus yeter. Size güç
yetirebileceğiniz ameli yapmak yaraşır. Çünkü siz ibâdet etmekten usanmadıkça,
Allah da sevap yazmaktan usanmaz. Allah'a en hoş gelen amel az da olsa,
devamlı olandır."[910]
Peygamberimizin dini
zorlaştırmaya çalışanlara yaptığı bu ikazların yanı sıra dinin kolay olduğunu
ve kolaylaştırılması gerektiğini haber veren pekçok hadisi vardır. Bunlardan
bir kaçının meali şöyledir: "İnsanlara namaz
kıldıran hafif kıldırsın, uzatmasın."
"Bu din kolaylıktır.
Kimse aşırı gayretle dini geçmeye çalışmasın. Bununla başa çıkamaz. Galibiyet
dinde kalır."[911]
"Kolaylaştırın, zorlaştırmayın."[912]
Bir kimse şayet fazla
ibâdet yapmak istiyorsa, sünnette olan ibâdetlerden yapsın. Böylece sünnette
olmadığı halde ibâdet diye yaptığı şeylerden binler misli daha fazla sevap
kazanır. Zaten akıl da az gayretle çok kazanç elde etmeyi gerektirir. İşte
sünnete ittiba eden az gayretle çok sevap kazanır.
Dinin tatbikatında
usanç verici ve bıktırıcı zorluğa, ağıryüke yer verilmemelidir. Allah ve Resulü
neyi emretti ise onunla yetinmek, onu yeterli bulmak, aşırıya gitmemek dinin
selâmeti için çok önemlidir. Dinde aşırı gidenlerin, Allah'ın rızasını kazanmak
için sırtlarına Allah ve Resulünün emretmediği, sünnette olmayan yükler
yüklemenin kişiyi helakete götüreceği unutulmamalıdır.
Peygamberimizin
bildirdiğine göre geçmişte bir kavim bir kısım zahmetli işlere azmederek
kendilerini zora atmışlar, fakat işin sonunu getirememişlerdir. Yüce Allah
Kur'ân'da bunları şöyle nazara verir:
"Ruhbanlığa gelince,
onu Biz emretmediğimiz halde kendileri Allah'ın rızasını aramak için icad
ettiler; sonra ona da hakkıyla riâyet etmediler"[913]
Bu arada her ne kadar iyi
niyetten kaynaklansa da çeşitli isimlerle sünnette olmayan namazlar ve başka
ibâdet şekilleri çıkarmanın da dini zorlaştırmak, Allah korusun Resûlullahın
sünnetini yeterli bulmamak mânâsına geldiğini, bunu dinin vaz geçilmez bir
ibâdet tarzı olarak görmenin bid'at olduğunu da ifâde edelim.[914]
734. Üsâme bin Zeyd (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu rivayet ediyor:
"Merhamet etmeyene
merhamet edilmez."[915]
440 numaralı hadise
bakınız.
[916]
İzah
Peygamberimizin bu
sözü söylemesinin sebebi şu hadisedir: .
Resûlullah torunu Hz.
Hasan'ı öpmüştü. O sırada orada bulunan Akra' bin Habis bunu tuhaf
karşılayarak, "Benim on tane çocuğum var. Fakat onlardan hiçbirini
öpmedim" dedi. Bunun üzerine Resûlullah yukarıdaki sözü söyledi.
Resûlullahın Akra'ya,
"Allah
kalbinden merhameti çıkardı ise ben ne yapabilirim?" dediği de rivayet edilir.
Yüce Allah bir âyette,
"İyiliğin
karşılığı ancak iyilik değil midir?" buyurmuştur.[917]
İyiliğin karşılığı
iyilik olduğu gibi, merhametin karşılığı da merhamettir. Kim dünyada
insanlara, çocuklara, hayvanlara merhamet etmezse, âhirette de kendisine
rahmetle muamele edilmez. Allah böylelerine merhametle bakmaz.
Buna göre kişinin
başkalarına göstereceği merhamet,
"İyilik
ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz"[918]
âyetine de uygun
olarak geri kendisine dönecektir.
Konu ile ilgili daha
birçok hadis vardır. Bunlardan birisi,
"Allah
insanlara merhamet etmeyene rahmette bulunmaz" şeklindedir.
[919]
Bir başka hadis ise şu
mealdedir:
"Allah merhametli
olanlara rahmetle muamele eder. Öyle ise sizler yeryüzündekilere karşı merhametli
olun ki, göktekiler de size rahmet etsinler."[920]
Hadiste geçen
"göktekler"den maksat meleklerdir. Meleklerin insanlara rahmeti,
onlar için Allah'tan bağışlanma talep etmeleridir.
Başka bir hadiste
merhametin ancak ebedî hüsrana uğrayan kimselerin kalbinden çıkarıldığı
bildirilmiştir.[921]
735. Enes (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Bana saba
rüzgarı ile yardım edildi. Âd kavmi ise debur (karayel) ile helak edildi."
[922]
İzah
Müşrikler 10.000 kişi
gibi, kalabalık bir ordu ile Medine üzerine yürümüşlerdi. Medine'de bulunan
Yahudiler ve münafıklar da müşriklere yardımcı olmuşlardı. Uzun süren kuşatma
neticesinde Müslümanlar çok büyük sıkıntılar geçirdiler, kendileri şehir
dışında düşmana karşı dururlarken, Medine'deki aileleri için endişe dolu anlar
yaşadılar. Nihayet Allah'ın yardımı, yetişti. Bu, hadiste de ifâde edilen
"saba" rüzgarı idi. Şiddetle esen rüzgar, müşriklerin karargahını
yerle bir etti. Müşrikler telaşla sağa sola kaçtılar ve kuşatmayı kaldırmak
zorunda kaldılar. Bu yardım Kur'ân-ı Kerim'de şöyle haber verilir:
"Ey iman edenler!
Hatırlayın Allah'ın size olan nimetini ki, düşman orduları size saldırdığında,
Biz onların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik."[923]
Hadiste, Allah'ın Âd
kavmini de karayel ile helak ettiği bildirilmektedir. Âd kavmi, Hz. Hûd'un
(a.s.) kavmidir. Hz. Hûd onları doğru yola çağırmış, fakat onlar kendisini
dinlememişti. Yüce Allah da peygamberlerini dinlemeyen bu kavme şiddetli bir
rüzgar göndererek onları helak etti.
18 numaralı hadise ve
izahına da bakınız.[924]
736. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah'ım,
kulağımdan ve gözümden ölünceye kadar beni istifade ettir. Dinimde[925]
bana afiyet ver. Beni yaşattığın hal üzere haşret. Hakkımı alıncaya kadar
zulmedene karşt bana yardım et.
Allah'ım, dinimi[926]
Sana teslim ettim. Yüzümü sadece Sana çevirdim. İşimi Sana havale ettim.
Sırtımı Sana dayadım. Senin azabından kurtuluş ve korunma yalnızca Senin
merhametine sığınmakla olur. Ben Senin gönderdiğin peygambere ve indirdiğin
kitaba iman ettim.[927]
737. Berâ bin Âzib (r.a.) rivayet ediyor:
"Dünyada her
istediğini yapıp nefsini tatmin eden kimse, âhirette istediği nimetlere
kavuşmaktan mahrum bırakılır. Gözünü zenginlerin lüks yaşayışına dikip, onlar
gibi yaşamak isteyen kimse, gökteki meleklerin katında hakîr olur. Sıkıntıda
olan kimse, şikâyet etmeden güzelce sabrederse, Allah onu Firdevs Cennetinde
istediği yere koyar."[928]
İzah
Cenâb-ı Hak âhiret
nimetlerini nefsinin gayr-i meşru isteklerini yerine getirmeyen kulları için
hazırlamıştır. Dünyada nefsinin esiri olan, onun her istediğini yapan
kimselerin haliyle âhiret nimetlerinden istifade etmeye hakları yoktur. Nitekim
Peygamberimiz bir hadislerinde dünyada içki içenlerin âhirette Cennet şarabı
içemeyeceklerini bildirmiş, bir başka hadislerinde ise, dünyada ipek giyenlerin
âhirette bundan mahrum kalacaklarını haber vermiştir. Dünyada şehvet duygusunu
haramla giderenler, âhirette Cennet kadınlarından mahrum kalırlar. Haram
meyveler yiyenler Cennet meyvelerinden mahrum kalırlar. Diğer nimetler de buna
kıyas edilebilir.[929]
131. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Abdullah bin Revaha
arkadaşlarıyla Allah'ı anarken Resûlullah (s.a.v.) onları ziyaret etti. Onlara,
"Siz o
kimselersiniz ki, yanınızda oturmaya sabretmemi Allah bana emir buyurdu" dedi.
Sonra da şu âyeti
okudu:
"Sabah akşam
Rablerinin rızâsını dileyerek Ona yalvaranlarla oturmaya sabret. Dünya
hayatının zînetini arzulayıp da gözlerini onlardan çevirme. Kalbini Bizi
anmaktan gafil kıldığımız, hevâ ve hevesine uyan ve işinde aşırılığa kaçan
kimseye de boyun eğme."[930]
Resûlullah (s.a.v.)
sözlerine şöyle devam etti:
"Şunu bilin
ki, siz burada kaç kişi iseniz, sizin sayınız kadar melekler de sizinle beraber
oturuyorlar. Siz Allah'ı tesbih ve tenzih
ettiğinizde, onlar da size katılır, siz Allah'a hamd ettiğinizde onlar da hamd
eder, siz tekbir getirdiğinizde onlar da tekbir getirirler. Sonra da Allah'ın
huzuruna yükselirler. Allah sizin şu halinizi onlardan daha iyi bildiği halde
Ona bunu şöyle ulaştırırlar:
"Ey Rabbimiz,
Senin kulların 'Sübhanallah' dediler; biz de söyledik. 'Allâhü ekber' dediler;
biz de söyledik, 'Elhamdülillah' dediler; biz de söyledik."
Rabbimiz de onlara,
"Ey meleklerim! Şâhid olun ki, Ben onları bağışladım" der.
Onlar, "Onların
arasında günah işleyen filan ve filan kulların da var" derler. Allah
şöyle buyurur:
"Onlar öyle bir
cemaattır ki, içlerinde bulunan hiç kimse eli boş dönmez."[931]
739. Ebû Sâid el-Hudrî (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu rivayet ediyor:
"Kalpler dört
kısımdır. Bunlar:
1. Fıtrat üzere olan, içi imanla dopdolu olan kalp.
Bunun misâli, etrafa aydınlık saçan lambaya benzer. Bu, mü'minin kalbidir. O
kandili de nurludur.
2. Kılıflara konmuş ve ağzı mühürlenmiş kalb. Bu, kâfirin
kalbidir.
3. Tersyüz edilmiş kalptir. Bu, münafığın kalbidir. Önce
iman etmiş, sonra inkar etmiştir.
4. Terkedilmiş kalp. Bu kalpte iman da, nifak da vardır.
İman bu kalbde, tertemiz sulardan beslenen bir ağacı andırırken; nifak da kan
ve irin akıtan bir yaraya benzer. Artık hangisi bastırırsa, bu kalb onun hükmü
altına girer."[932]
740. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
Dayım Ced bin Kays,
Akabe biati için Ensardan Resûlullaha giden yetmiş süvari arasında beni de
götürdü. Resûlullah (s.a.v.) yanımıza geldi. Amcası Abbas da yanında idi. Ona,
"Ey Amca!
Dayılarından söz al" buyurdu.
Yetmiş kişi, "Ya
Muhammed, Rabbin için bizden ne istiyorsan iste! Kendin için de dilediğini
iste" dediler.
Resûlullah (s.a.v.),
"Rabbim için
istediğim, hiçbir şeyi ortak koşmaksızın sadece Ona ibâdet etmenizdir. Kendim
için istediğim de kendinizi koruduğunuz şeylerden beni de korumanızdır" buyurdu.
Oradakiler,
"Bunları yaparsak bizim için ne var?" diye sordular.
Resûlullah (s.a.v.),
"Cennet" buyurdu.[933]
İzah
Müşriklerin bütün
engellerine rağmen, Peygamberimiz Mekke'de her fırsatı değerlendirerek
insanları İslama davet ediyordu. Panayırları dolaşıyor, gelen yabancıları
Allah'a imana çağırıyordu. Peygamberliğinin 11. yılı idi. Bu daveti sırasında
Medineli altı kişi Akabe'de Müslüman olmakla şereflendiler. Ve gelecek yıl
tekrar gelmek üzere sözleştiler. Bir yıl sonra bu altı kişinin de içlerinde
bulunduğu on iki kişi Peygamberimizle gizlice buluştular. Ve kendisine itaat
edeceklerine dâir bîat ettiler. Buna 1. Akabe Biâtı denildi. Bundan sonra
Peygamberimiz Mus'ab bin Ümeyr'i (r.a.) Kur'ân hocası olarak Medine'ye
gönderdi. Kısa zamanda Medineli Müslümanların sayısı arttı. Peygamberliğin 13.
yılında 73'ü erkek, Medineli 75 kişilik Müslüman heyeti gizlice yine Akabe'de
Resûlullah ile buluştular. Amcası Abbas da yanında idi. Medineliler
Peygamberimizin dayısı sayılıyorlardı. Peygamberimiz amcasının kendisi için Medinelilerden
söz almasını istedi. Akabe Bîatına katılanlar Resûllahın her
isteğini kabul ettiler. Onu ve Ashabını Medine'ye davet ettiler. Kendilerini
her türlü tehlikeden korumaya söz verdiler. Müşriklerin toplantıyı haber
almaları üzerine de hemen oradan dağıldılar.
Bu bîat, İslâmiyet
için yeni bir dönemin başlangıcı idi. Peygamberimiz ve Sahabîler Allah'ın izni
ile Medine'ye hicret ettiler. Onlara Muhacir denildi. Medineli Müslümanlara da
herşeylerini Muhacir kardeşleri ile paylaştıkları için "yardımcılar"
mânâsında "Ensar" denildi. Allah hepsinden razı olsun.[934]
741. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.),
"Kadını iki
şey örter" buyurdu.
"Onlar
nedir?" denildi.
Resûlullah,
"Beyi ve
kabir" buyurdu.
"Hangisi daha iyi
örter?" denildi.
Resûlullah,
"Kabir"
buyurdu.[935]
742. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
saçı dağınık bir adam gördü.
"Biriniz
kendini niçin çirkinleştiriyor?"
buyurdu ve eliyle saçını kısaltmasını işaret etti.
287 numaralı hadise
bakınız.[936]
743. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor: Resûlullah
vefat ettiğinde Hz. Fâtıma,
"Ey Rabbine
kendisinden daha yakın olan bulunmayan babam!
"Ey makamı
Firdevs Cenneti olan babam! "Ey vefatını Cebrail'e haber verdiğimiz
babam!" dedi.
[937]
İzah
Zikrettiğimiz kaynaklarda,
"Ey kendini çağıran Rabbine icabet eden babam!" ilâvesi vardır.[938]
744. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Yemin, ya
günahı veya pişmanlığı netice verir."[939]
İzah
Yemin, bir işi yapmak
veya yapmamak hususunda iddiaya kuvvet vermek; bir haberi, bir iddiayı
kuvvetlendirmek için Allah'ın adını anmak demektir. "Vallahi şu işi
yaptım," veya "Vallahi yapmadım," "Vallahi doğru
söylüyorum" ifâdeleri birer yemindir. Yemin ayrıca bir şarta bağlı olarak
da yapılabilir. Meselâ, "Filan işi yaparsam, Allah rızası için şu kadar
oruç tutayım" ifâdesi bir yemindir.
Gerektiğinde yemin
etmenin dinimizce bir mahzuru olmamakla beraber, bir Müslümanın aşırı yeminden
sakınması gerekir. Nitekim izahını yaptığımız hadis de, yeminin netice
itibarıyla ya günahı, ya da pişmanlığı netice vereceğini nazara vererek,
insanları yemin etmekten vaz geçmeye teşvik etmektedir.
Bir kimse bir şeyi
yapmaya veya yapmamaya yemin eder de, yemine rağmen yemin ettiği şeyi yerine
getirmez, yani yeminini bozar, yemin bozma karşılığında ödemesi gereken
keffâreti de ödemezse, günahkâr olur.
Yine yemin eden
birisi, yeminin altında ezilir. Yapmamak için yemin ettiği şeyi yapmak ister,
fakat yemini sebebiyle yapamaz, "Niçin yemin ettim" diye pişman olur.
Ya da yemini bozar keffâret öder "Keşke yemin etmeseydim de keffâret
ödeme durumunda kalmasaydım" diyerek yine pişman olur.
Şartlarına uygun
olarak yapılan yemini bozmanın keffâreti, sabah akşam on fakiri doyurmak veya
on fakire orta halli elbise almaktır. Buna imkan bulamayan kimse, Hanefî
mezhebine göre peş peşe üç gün oruç tutar. Şâfıîlere göre bu orucu peş peşe tutmak
şart değildir. Yemin hakkında tafsilatlı bilgi için Hanefi ve Şâfıîlere Göre Büyük
İslâm İlmihali isimli eserimizin 670-674. sayfalarına bakılabilir.[940]
745. Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:
Doğru sözlü ve doğruluğu
tasdik edilmiş olan Muhammed (s.a.v.), bana şunu haber verdi:
"Şüphesiz insanlar üç
grup olarak haşredilecektir. Bunlardan bir grubu yiyip içerek ve giyinik;
diğeri yürüyerek ve koşarak; üçüncü grup ise melekler onları sürükleyerek, ateş
de arkadan onlan toplayarak."[941]
İzah
İnsanlar kabirlerinden
kalktıktan sonra grup grup haşir meydaınna sevk olunurlar. Çeşitli âyetlerde bu
durum açıklanmıştır. Meselâ konu ile ilgili bir âyette şöyle buyurulur:
"Ve sûra üfürülür.
Vaad olunan gün işte budur. "Herkes yanında bir sevk eden, bir de şahitlik
eden melekle beraber gelir."[942]
Peygamberimiz de bir
hadislerinde kıyamet gününde insanların yayalar, binekliler ve yüz üstü
sürünenler olmak üzere üç sınıf olarak haşredileceklerini bildirmiştir.
Sahabîlerin "Ey Allah'ın Resulü, yüzleri üzerine nasıl
yürüyecekler?" diye sormaları üzerine de şöyle buyurmuştur:
"Onları ayakları
üzerine yürüten celâl sahibi Zâtın yüzleri üzerine yürütmeye de gücü yeter.
Ancak şunu bilesiniz: Bu yüzleri üzerine yürüyenler, önlerine çıkan her engele,
her dikene karşı kendilerini yüzleriyle korumaya çalışırlar."[943]
Peygamberimiz,
"Onları
ayakları üzerine yürüten celâl sahibi Zâtın yüzleri üzerine yürütmeye de gücü
yeter" ifâdesi,
"Biz onları
kıyamet günü körler, dilsizler, sağırlar olarak yüzü koyun haşredeceğiz"[944] âyetini
hatırlatmaktadır.[945]
746. Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Bedir Savaşı akşamında
Resûlullah bize,
"Şurası yarın
inşaallah filan müşrikin vurulup düşeceği yerdir, şurası falanın düşeceği
yerdir" buyurdu. Onu hak ile
gönderen Allah'a yemin ederim ki, sayılanlardan hiçbirisi onun haber verdiği
yerden başka bir yerde ölmemişti. Müşrik ölüleri birbiri üzerine bir kuyuya
atıldılar. Resûlullah (s.a.v.) onların atıldığı kuyunun başına geldi ve,
"Ey filan oğlu
filan, ey filan oğlu filan Allah ve Resulünün size vaad ettiği azabı buldunuz
mu? Şüphesiz ben Allah'ın bana vaad ettiği zaferi buldum" buyurdu.
Ömer "Ya Resûlallah,
içerisinde ruh olmayan cesetlerle nasıl konuşuyorsun?" diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.),
"Siz benim
söylediğimi onlardan daha iyi işitmezsiniz. Ancak onlar bana cevap vermeye güç
yetiremezler" buyurdu.[946]
İzah
Hadis, Peygamberimizin
bir mucizesini gösteriyor. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) Bedir Savaşında Ümeyye bin
Halef, Ebû Cehil, Utbe bin Rebîa, Şeybe bin Rebîa gibi müşriklerin ileri gelenlerinin
birer birer öldürüleceklerini haber vermiş, harp meydanını gezerek kimin nerede
öldürüleceğini de bildirmiştir. Gerçekten de savaş bitip
harp meydanı dolaşıldığında Resûlullahın "Filan şurada düşecek"
dediği kimse tam orada düşmüştür.
Aslında bu mucizenin
evveli de vardı. Resûlullah (s.a.v.) bugün Mekke'de, Kabe'nin yanında namaz
kılarken ismi sayılan bu müşrikler bir deve işkembesini getirerek onun mübarek
omuzuna koydular. Rabbine ibâdet esnasında böyle bir muameleye maruz kalması
Resûlullahı hiddete getirdi ve onlara şöyle beddua etti:
"Allah'ım, Ebû Cehil'i
Sana havale ediyorum, Utbe bin Rebia'yı Sana havale ediyorum, Şeybe bin
Rebia'yi, Velid bin Utbe'yi, Ümeyye bin Halefi, Ukbe bin Ebî Muayt'i Sana
havale ediyorum."
Hadisi rivayet eden Abdullah
bin Mes'ud (r.a.) "Nefsimi kudreti elinde tutan Allah'a yemin ederim ki,
Resûlullahın bu saydıklarının çoğunu Kalib'de, yani Bedir çukurunda serilmiş
gördüm" der.[947]
Daha sonra
Resûlullahın emri üzerine müşriklerin ileri gelenleri ayaklarından tutulup
çekilerek Bedir'de bulunan Kuleyb isimli bir kuyuya atıldılar. Sonra Resûlullah
(s.a.v.) onlara,
"Ey Utbe bin
Rebîa, ey Şeybe bin Rebîa, ey Ümeyye bin Halef, ey Ebû Cehil, Allah ve
Resulünün size vaad ettiği azabı buldunuz mu? Şüphesiz ben Allah'ın bana vaad
ettiği zaferi buldum"
dedi.[948]
747. Alkame rivayet ediyor:
Aşure gününde Abdullah
bin Mes'ud'un yanına girdim. Tirid ve urak[949]
yiyordu. "Ey Ebû Abdurrahman, bugün Aşûre günü değil mi?" dedim. Şu
cevabı verdi:
"Evet, bugün
Aşure. Biz Resûlullah ile beraber, Ramazan orucu farz olmadan önce Aşure
gününde oruç tutardık. Ramazan orucu farz kılındığında bu hüküm kaldırıldı.
Otur! Sen de ye."
Oturdum, ben de yedim.
664 numaralı hadise
bakınız.[950]
748. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"İnsanlar mescidleri
ile birbirlerine karşı övünmedikçe kıyamet kopmaz."[951]
749. Abdullah bin Ömer (r.a.) Resûllahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu rivayet ediyor:
"Yağmur suyu ile
sulanan arazilerde öşür; deve ile sulananda ise yarım öşür vardır."[952]
İzah
Zikrettiğimiz kaynaklarda
bu hadis biraz daha geniş olarak şöyle rivayet edilir:
"Yağmur,
nehirler ve pınarların suladığında veya sulanmayıp damarları ile yer altından
su emenlerde öşür, kovalarla veya deve ile sulanan arazilerde yarım öşür vardır."
Altının, gümüşün,
ticâret mallarının, hayvanın zekâtı olduğu gibi, tarım ürünlerinin de zekâtı
vardır. Buna öşür (onda bir) denir. Tarım ürünlerinin de bir mal olduğu ve bu
bakımdan zekâta tâbi bulunduğu Kitap, sünnet ve icma ile de sabittir. Meselâ şu
iki âyette mahsûllerden zekât verileceğine dikkat çekilmektedir:
"Ey iman
edenler! Kazandıklarınızın helâl ve iyi olanlarından ve sizin için yerden rızık
olarak çıkardığımız şeylerden bağışta bulunun."[953]
"Yerden
yükselmiş ağaçlar ve yerde yayılmış bitkilerle dolu bağları; şekli, rengi,
tadı, kokusu farklı hurma ve ekinleri; birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytin
ve nar ağaçlarım yaratan da O dur. Onlardan herbiri meyve verdiğinde
meyvesinden yiyin, hasat zamanında fakirin hakkını verin. İsraf etmeyin.
Muhakkak ki Allah israf edenleri sevmez."[954]
Müfessirler bu âyetlerde
zikredilen bağışta bulunma ve fakirin hakkının zekât olduğuna dikkat çekerler.[955] Es-Süddîgibi bâzı müfessirler
de bu âyetlerin hükmünün zekât âyetiyle neshedildiğini, yani hükmünün kaldırıldığını
söylerler. Fakat buna katılmak mümkün değildir. Çünkü bu âyetlerin
neshedildiğinî söylemeyi gerektirecek hiçbir delil yoktur.
İzahını yaptığımız
hadis de, öşre sünnetten delildir.
Kitap ve sünnetle sabit
olan öşür, icma, yani âlimlerin ittifakıyla da sabittir. İslâm âlimleri, yerin
mahsulünde sulanma durumuna göre onda bir veya yirmide bîr zekât verileceği
hususunda ittifak etmişlerdir. Hadiste "kovalarla veya deve ile
sulanan" ifâdesi her türlü sulamalar için geçerlidir. Konunun tafsilatı
için Hanefî ve Şâfiilere Göre Büyük İslâm İlmihali ve Oruç Zekât isimli
eserlerimize bakılabilir.[956]
750.
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor.
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle duâ etti:
"Allah'ım,
hacıyı ve onun bağışlanma dilediği kimseyi bağışla."[957]
751. İmran bin Husayn (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu rivayet ediyor:
"Haya
imandandır, iman da Cennettedir. Hayâsızlık kabalıktandır. O da Cehenneme
götürür."[958]
7, 66, 514 numaralı
hadislerin izahına bakınız.[959]
752. Ebû Musa (r.a.) rivayet ediyor:
"Şüphesiz Allah hasta
tuttuğu sürece hastaya sağdığında yapmaya devam ettiği amellerin sevabını daha
fazla olarak yazar. Yolcuya da evinde iken işlediği amelinin karşılığından
daha güzelini verir."[960]
İzah
İbni Battal, hadisin
nafile ibâdetler için geçerli olduğunu, farzlara şümulü olmadığını, farzların
hastalık ve yolculuk gibi sebeplerle kulun üzerinden farziyeti düşmeyeceğini
ifâde eder.[961]
Buna göre bir kul
sıhhatli iken farzların yanı sıra Allah rızası için namaz kılar, oruç tutarsa,
hastalandığında bunları yapamasa bile Allah kendisi için yapmış olmaktan daha
fazla sevap yazar. Çünkü Yüce Allah biliyor ki, o kulu hasta veya yolcu
olmasaydı,
o anda yapamadığı ibâdetleri eksiksiz olarak
yapabilirdi. Onu fazladan olarak yaptığı ibâdetleri yapamaz hale getiren
Kendisi olduğu için, sevabını vermeyi ihmal etmez. Nitekim bir başka hadiste
kul hastalandığında Allah'ın sevapları yazan meleğe sıhhatli iken yaptığı
ameller için yazdığı sevaptan daha çok sevap yazmasını emrettiği ve,
"Ben onu
sizden daha iyi tanırım. Onu amel işlemekten alıkoyan da Benim"
buyurduğu bildirilir.[962]
Yolculukta farzların
dışındaki ibâdetlerin yapılamaması karşılığında sevap verilmesi, yolculukta
meşakkat olduğu içindir.[963]
753. Amr bin Abese (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu işittiğini rivayet ediyor:
"Allah
Teâla şöyle buyurdu: "Benim rızam için sadaka verenlere sevgim hak olmuştur.
Benim rızam için yardımlaşanlara sevgim hak olmuştur. Hiçbir mü'min erkek ve
mü'min kadın yoktur ki, buluğ çağına ermeden üç çocuğu vefat etsin de Allah
çocuklara olan rahmetiyle o kişiyi Cennete sokmasın."[964]
İzah
Hadisin başka
rivayetlerinde iki çocuğu ölenin, hatta bir çocuğu ölenin de sabretmek şartıyla
bu rahmete mazhar olacağı bildirilmiştir.[965]
754. Ebû Ümâme (r.a.) rivayet ediyor:
"Haricîler
ateşin köpekleridir."
497, 670, 691 ve 720
numaralı hadislere ve izahlarına bakınız.[966]
755. Ebû Katâde (r.a.) rivayet ediyor:
Muaz bin Cebel
Resûlullahı (s.a.v.) aramak için çıktı. Ancak onu bulamadı. Evinde aradı
bulamadı. Sokak sokak onu aradı. Onun Sevap Dağında olduğu kendisine söylendi.
Oraya çıktı. İnsanların Fetih Mescidine çıkmak için yol edindikleri mağarada
onu gördü. Baktı ki Resûlullah (s.a.v.) secdede. Ben [Muaz] dağın tepesinden
indim; o hala secdede idi. Ruhunumu teslim etti diye aklıma kötü şeyler geldi.
Başını kaldırınca, "Ya Resûlullah, aklıma kötü şeyler geldi. Ruhunu teslim
ettiğini sandım" dedim.
Resûlullah şöyle
buyurdu:
"İşte burada bana
Cebrail (a.s.) geldi ve 'Allah sana selam söylüyor ve ümmetine ne yapmamı
istiyorsun?' diye soruyor" dedi. Ben, "Allah daha iyi bilir"
dedim. Cebrail gitti, sonra tekrar geldi ve "Allah, 'Ümmetin hakkında seni
üzmeyeceğim' buyuruyor" dedi. Bunun üzerine secdeye kapandım. Allah'a
yaklaşmanın en iyi vesilesi secdedir."[967]
İzah
Her peygamber ümmetine
düşkündü. Ama peygamberler içerisinde ümmetine ençok düşkün olan hiç şüphesiz
Resûlullah idi. O, doğarken "Ümmetim" demiş, Miraca çıkıp Allah ile
selamlaştığında ümmetini de bu selama dâhil etmiştir. Bâzı ibâdetleri farz olur
da ümmetim güç yetiremez endişesiyle bırakmıştır. Her peygambere verilen kesin
olarak kabul edilecek duâ hakkını âhirette ümmetine
şefaat için ertelemiştir. Kabrinden diriltildiğinde ümmetini soracak, haşir
meydanında, mîzan başında, sırat üzerinde ümmeti ile ilgilenecektir.
İşte bu hadis de onun
ümmetine olan düşkünlüğünü göstermektedir. Allah'ın "Ümmetin hakkında
seni üzmeyeceğim" müjdesine "Acaba ruhunu mu teslim etti?"
dedirtecek kadar uzun bir şükür secdesi ile karşılık vermiştir.
Hadiste dikkat çekilen bir
diğer husus da Allah'a yakınlaşmanın en iyi vesilesi olarak secdenin gösterilmesidir.
Evet, bir insanın sadece Allah'a secde etmesi, Onu Yaratıcıya yakınlaştıran
mühim bir vesiledir.[968]
756. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
babalarının kendilerini zorla evlendirdiği bir bakire ve dulun nikahını iptal
etti.[969]
İzah
Bîr cemiyetin sağlam
ve sıhhatli bir yapıya sahip olması, onu meydana getiren ailelerin sağlamlığına
bağlıdır. Çünkü aile cemiyetin temel taşıdır. Aile yuvasının sağlam olması
ise, gerek evlilik öncesi, gerek evlilik sonrası bâzı esaslara uymakla temin
edilebilir. Dinimiz bu esasları en güzel şekilde açıklamıştır. İşte bu esaslardan
birisi de, kızın hiçbir tesir altında kalmadan, kendisini isteyen erkekle
evlenmeye razı olmasıdır. Kız razı olmadığı halde anne ve babasının
zorlamasıyla gerçekleştirilen bir evlilik, uzun müddet devam edemez. Etse de
böyle bir evlilik çoğu zaman sıkıntıdan öteye geçemez. Hayat âdeta bir zindan
olur.
Bunun içindir ki,
Sevgili Peygamberimiz (a.s.m) bir hadislerinde evlilikte kadının rızâsının
alınmasını tavsiye etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Dul bir kadın
kendisinin açıkça rızâsı olmadıkça, bakire bir kız da kendisinden izin
alınmadıkça nikâh olunmaz."
Bunun üzerine orada
bulunanlar, "Yâ Resulallah, bakire kızın rızâsı nasıl olur?" diye
sordular. Peygamberimiz,
"Onun izni
susmasıdır" buyurdu.[970]
Rızâsı alınmadan,
zorla evlendirilen bir kız istediği takdirde nikâhtan vaz geçebilir. İşte
yukarıdaki hadis bunu hükme bağlamaktadır. Konu ile ilgili bir başka hadîs de
şöyledir:
Genç bir kız Peygamberimizin
(a.s.m.) yanına geldi ve şöyle bir şikâyette bulundu: "Babam alt takabadan
oluşunu benimle giderip mevkiini yükseltmek için beni erkek kardeşinin oğlu
ile evlendirdi."
Bunun üzerine
Resulullah (a.s.m.) kızı yapılan nikâhı kabul veya red etme hususunda serbest
bıraktı. Böyle bir hakkı olduğunu öğrenen kız şöyle dedi:
"Yâ Resulallah,
ben babamın yaptığı evliliği kabul ediyorum. Fakat babaların böyle bir evliliği
yapmaya hakları olmadığının kadınlar tarafından bilinmesini istedim."[971]
Görüldüğü gibi, dinimize
göre nikâhta dul olsun, bekâr olsun kadının rızâsı, izni alınmadan onu
evlendirmek doğru değildir.[972]
758. Ebû Ümâme (r.a.) rivayet ediyor:
"Bir Müslüman abdest
alırken elini yıkaması eli ile işlediği günahlarına keffâret olur, yüzünü
yıkaması gözü ile işlediği günahlarına keffâret olur. Başını meshetmesi
kulakları ile işlediği günahlarına keffâret olur. Ayaklarını yıkaması ayağı ile
işlediği günahlarına keffâret olur. Sonra namaz kılarsa onun sevabı kendisine
fazladan kalır."[973]
İzah
Abdest maddî kirlerden
temizlenmeye sebep olduğu gibi, manevî kirlerden temizlenmeye de vesîledir.
Mü'min, abdestle kalb ve ruhunu paslandıran manevî kirlerden de temizlenmiş
olur. Yukarıdaki hadiste abdest alırken yıkanan uzuvlardan günahların nasıl
döküldüğü ifâde edilir. Zikrettiğimiz kaynaklarda hadis biraz daha uzun olarak
şöyle rivayet edilmiştir:
"Bir Müslüman abdest
alırken ağzına ve burnuna su verdiğinde ağzıyla ve burnu ile işlemiş olduğu
hatâları dökülür gider. Yüzünü yıkadığında yüzünden, hattâ iki göz kapaklan
arasından günahları dökülür. Başını meshettiğinde hatâları başından; hattâ kulaklarından
dökülür. Ayaklarını yıkadığı zaman ayakları ile işlediği hatâları
ayaklarından; hattâ tırnaklarının arasından çıkar. Böylece o kul küçük günah
ve hatâlarından temizlenmiş olur."[974]
758. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha on yıl hizmet
ettim. Olan herşeyi Allah'tan bilip razı olduğu için yaptığım şeyi uygun bulup
bulmadığını anlayamadım. Şayet hanımlarından bâzıları, "Eğer şöyle şöyle
yapsaydın." "Niçin şöyle şöyle yapmadın" derlerse,
"Bırakın onu.
Şayet o şeyi Allah dileseydi mutlaka olurdu" buyururdu.
"Resûlullahın
kendi nefsi için hiçbir zaman intikam aldığını görmedim. Ancak Allah'ın bir
yasağı çiğnendiği zaman yine Allah için insanların en çok öfkeleneni olurdu.
"Kendisine iki iş
arzedilse, kolayında Allah'a isyan olmadığı takdirde en kolay olanını tercih
ederdi. Kolay da
olsa o şey Allah'a isyan ise o şeye karşı
insanların en uzağı olurdu.[975]
İzah
Hadis Resûlullahın
bâzı özelliklerini haber vermektedir. Bunlardan birisi kendisine hizmet eden
Enes'e (r.a.) hiç bir zaman hoşnutsuzluk ifâdesi belirtmemesidir. Bununla
ilgili yine Enes'in (r.a.) rivayet ettiği bir başka hadis şöyledir:
"Resûlullaha (s.a.v,)
on yıl hizmet ettim. Bir kere olsun bana canı sıkılıp da "Öf demedi,
"Niçin böyle yaptın?" da demedi, "Böyle yapsaydın" da
demedi.[976]
Resûlullahın (s.a.v.)
yapamadığı işler için Enes'i kınamamasının sebebi, hadiste de ifâde edildiği
gibi, kadere olan teslimiyeti, Allah dilese idi o şeyin olacağına olan inancı
idi.
Hadiste dikkat çekilen
Resûlullahın (s.a.v.) bir diğer özelliği, kendi nefsi için intikam almayıp
sadece Allah için intikam almasıdır.
Bir diğer hususiyeti
ise Allah'a isyan olmadığı müddetçe karşılaştığı işlerin en kolayını
yapmasıdır. Resûlullahın bütün bu hususiyetleri bizler için de örnek
olmalıdır.[977]
759. İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
hacda, Kurban bayramı gününde iki cemre arasında durdu ve,
"Bu gün hacc-ı
ekberdir"
buyurdu.[978]
İzah
Hadiste geçen hacc-i
ekber hakkında çeşitli görüşler vardır. Bir görüşe göre hacc-ı ekber, ihrama
girerken hem hac, hem de umre için niyet edilen ifrad hacadır.
Farz olan hacca,
hacc-ı ekber, umreye de hacc-ı asgar diyenler olduğu gibi, Arefe günü Cuma'ya
rastlayan farz bir hacca da hacc-ı ekber diyenler vardır. Böyle bir hac daha
faziletlidir. Peygamberimiz bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Haccın Arefe günü
Cuma gününe denk gelirse, en şerefli gündür."[979]
760. Ebû Râfî (r.a.) rivayet ediyor:
"Kulağınız
çınladığında beni hatırlayıp bana salavât getirin."[980]
İzah
Bu hadisin başka
rivayetinde "Allah'ım, beni hayırla ananı Sen de an" deyin
ilâvesi vardır.[981]
761. Ebû Zer (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Kim Allah için
"katat" kuşunun yuvası kadar bir cami yapsa, Allah onun için Cennette
bir köşk bina eder."[982]
762. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
Medine için,
"Allah'ım,
ölçülen ve tartılan şeyleri onlar için bereketlendir" diye duâ etti.[983]
763. Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
"Nimetçe kendinizden
aşağıda olanlara bakınız, yukarıda olanlara değil. Çünkü kendinizden aşağıda
olanlara bakmanız, Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini küçümsememeniz açısıdan
daha uygundur."[984]
764. Ebu'd-Derdâ (r.a.) rivayet ediyor:
"Mü'min, haram kılınan
kanı dökmedikçe ibadetiyle yaşayışında huzurlu ve salih bir insan olmaya devam
eder. Haram kan döktüğünde helâk olur."[985]
765. Ebû Berze (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
yatsı namazını kılmadan önce uyumayı ve kıldıktan sonra konuşmayı nehyetti.[986]
İzah
Buradaki yasak vücup
ifâde etmez, yani haram kılmaz. Bir insan yatsı namazını kılmadan önce uyursa
veya yatsı namazını kıldıktan sonra konuşursa bir haram işlemiş olmaz.
Buradaki birinci yasağın sebebi, kişi namazını kılmadan uyursa, kalkamayacağı
endişesindendir. Gerçekten de uyuduktan sonra namaz için tekrar kalkmak insana
zor gelir. Bu sebeple eğer yatılacaksa yatsı namazını kıldıktan sonra, rahat
bir şekilde uyumahdır.
İkinci yasağın, yani
namazdan sonra konuşmama yasağının sebebi de, kişinin gününü namazla
mühürlemesi, dünya kelamı konuşmaması içindir. Ancak dinî meselelerin
konuşulmasında, dinî sohbetler yapılmasında hiçbir mahzur bulunmamaktadır. Nitekim
Peygamberimizin kendisi de yatsı namazından sonra ümmetin meselelerini gecenin
geç vakitlerine kadar konuşmuştur.[987]
766. Ebû Hüreyre (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Evimle minberim arası
Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Minberim de Cennetin yüksek bahçelerinden
biridir."[988]
767.
Ebû'd-Derdâ (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.)
şöyle buyurduğunu işittim:
"Allah bazı şeyleri
farz kılmıştır, onları kaçırmayın. Bazı sınırlar çizmiştir, onları çiğnemeyin.
Bir çok şeyde de unutmadan münezzeh olduğu halde sükut etmiştir. Onlara kendinizi
zorlamayın. Allah'tan bir rahmet olarak o ruhsatları kabul edin."[989]
İzah
Dinimize göre bir şey
yasaklanmamışsa, hakkında hüküm bildirilmemişse, "Eşyada asıl olan
ibâhedir" hükmü gereği helâldir.
Hadisin son kısmında
unutmadan münezzeh olan Allah'ın açılmadağı hususlar, Allah'ın bir rahmeti
olarak ifâde edilmiş ve bu ruhsatların kabul edilmesi gerektiğine dikkat
çekilmiştir.[990]
768. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Gereğini yapmaya gücü
yettiği halde öfkesini yutan kimseyi Allah kıyamet gününde hurilerden seçmesi
için serbest bırakır. Kim bir köleyi (kulu) evlendirirse Allah kıyamet gününde
onun başına saltanat tacı koyar."[991]
İzah
Ebû Hüreyre'nin (r.a.)
rivayet ettiği bir hadiste de böyle kimsenin kalbini Allah'ın güven ve imanla
dolduracağı bildirilmiştir.[992]
769.
Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"İbâdetin en
üstünü dinî konularda ince anlayıştır. En üs tün dindarlık da şüpheli şeylerden
sakınmaktır."[993]
İzah
Dinî konularda ince
anlayış, ibâdetin en üstünü olarak vasıflandırılıyor. Çünkü dinî konularda
ince anlayış sahibi ibâdetini bilerek yapar, şeytanın vesvesesine aldanmaz.
Hadiste şüpheli
şeylerden sakınmanın da en üstün dindarlık olduğu nazara veriliyor. Şüpheli
şeylerden sakınmaya "verâ" denir. Konu ile ilgili daha başka
hadisler de vardır. Bunlardan bir kaçı şu mealdedir:
"Herşeyin bir
temeli vardır. İmanın temeli, haram ve şüpheli şeylerden titizlikle kaçınmaktadır."[994]
''Helal de
bellidir, haram da bellidir. Öyle ise seni şüphelendiren şeyi bırak,
şüphelendirmeyen şeye bak."[995]
"Şüpheli
şeylerden sakınan şerefini ve dinini korumuş olur. Şüpheli şeylere giren harama
da düşer. Böylelerin durumu, tıpkı koruluğun etrafında koyunlarını otlatan
çoban gibidir. Her an o koruya dalabilir."[996]
770.
Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
"Üç grup insan
vardır ki, kıyametin dehşetli korkusu onları etkilemez. Onlar hesaba da çekilmezler.
Yaratıkların hesabı bitinceye kadar onlar miskten tepeler üzerindedirler. Bu
üç grup:
1. Allah rızâsı için imam olan ve cemaatin kendisinden
memnun kaldığı imam.
2. Allah rızası için insanları namaza çağıran müezzin.
3. Kendisiyle Rabbi ve efendisi arasındaki haklara
dikkat eden köle."[997]
İzah
Allah Peygamberimize
(s.a.v.) ümmetinden bir grubu hesapsız olarak Cennete sokacağı vaadinde
bulunmuştur. Hadiste hesapsız olarak Cennete girecek olan üç grup insana dikkat
çekilmektedir. Başka hadislerde de şehitlerin ve geceleyin ibâdetle meşgul
olan kulların hesaba çekilmeyecekleri bildirilmiştir.[998]
771. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) Resûlullahtan (s.a.v.) şunu
işittiğini rivayet ediyor: "Kim bir din kardeşinin
bir ayıbını görür de onu örterse, Cennete girer."[999]
İzah
Konu ile ilgili bir
başka hadis şu mealdedir:
"Kim mü'min
kardeşinin ayıbı örterse, Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter. Kim
Müslüman kardeşinin ayıbını açığa vurursa, Allah da onun ayıbını açığa vurur.
Hatta o ayıbı evinde yapsa dahi, kendisini rezil eder."[1000]
772. Ebû Hureyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Ölmek
üzere olanlarınıza "Lâilâhe illallah (Allah'tan başka ilâh yoktur)"
cümlesini telkin ediniz. Ve "İmanında sebat et, sebat et! Kuvvet ancak
Allah'tandır" deyiniz.[1001]
İzah
İbni Mâce'de bu hadis
şöyledir:
Resûlullah (s.a.v.),
"Ölmek üzere
olanlarınıza 'Lâilâhe illalla-hü'1-Halîmü'l-Kerîm. Sübhanallahi Rabbi'l
arşi'1-azîm. Elhamdülillahi Rabbil âlemin' demesini telkin edin" buyurdu.
Yanınındakiler,
"Ey Allah'ın Resulü, bunu sağ olanlara telkin nasıldır?" diye
sordular.
Resûlullah,
"Daha
güzeldir, daha güzeldir"
buyurdu.
İnsan için en mühim
mesele, kabre imanla gitmektir. İmanda son âna itibar edildiği ve son anda
şeytanın çeşitli vesveselerle mü'minin imanını kapmaya çalıştığı içindir ki,
Peygamberimiz ölüm halindeki bir mü'mine iman telkininde bulunmayı tavsiye
etmiştir. En tehlikeli ânını yaşayan mü'mine şeytanla olan mücâdelesinde
yardımcı olmayı istemiştir.
Böyle bir telkin
yapılacağı zaman, önce hastanın yanında ve ona işittirecek bir sesle ya
kelime-i şehadet veya kelime-i tevhid getirilerek hatırlatılır ve tekrar
edilir. Hastanın kelime-i tevhidi bir defa söylemesi kâfidir, tekrar etmesine
lüzum yoktur. Şayet hasta bir defa kelime-i tevhidi söyleyebilirse, son sözünün
bu mübarek söz olması için, yanında bulunanlar onu artık konuşturmamalıdırlar.
Ancak hastaya
"Haydi sen de söyle" gibi birşey denilmez. Söylemesi için ısrar da
edilmez. Çünkü insan bu halde iken büyük bir sıkıntı, acı ve iztırap içinde
bulunmaktadır. Belki farkında olmadan veya tam düşünmeden tekrar edilenleri
reddedebilir, "Söylemiyorum" diyebilir.
Ayrıca bu telkini,
hatırlatmayı hastanın sevdiği birisinin yapmasında fayda vardır. Çünkü insan,
sevdiği ve sesine ünsiyet duyduğu bir yakınının teklifini reddetmez, onun
dediklerini tekrar etmekten çekinmez.
Diğer bir husus, ölmek
üzere olan bir hastadan kelime-i tevhid söylemesi istenildiğinde
"Hayır" diyorsa, bu sözünün kelime-i tevhid için olduğu kesin
değildir. O anda imanını almak için gelen şeytana da "Hayır" diyor
olabilir. Nitekim hadis âlimlerinden ve mezheb imamlarından İmam Ahmed bin
Hanbel ve İmam Ebû Cafer-i Kurtubî ile ilgili şu iki hatıra bunu
göstermektedir:
İmam Ahmed'in oğlu
Abdullah anlatıyor: "Babam İmam Ahmed vefatı yaklaştığında bayılıyordu.
Benim elimde de çenesini bağlamak için bir bez vardı. Ayılınca, 'Hayır, defol,
defol' diye bağırdı. Ben, 'Babacığım, bunu kim için söylüyorsun?' diye sordum.
Şu cevabı verdi:
'"Şeytan karşıma
dikilmiş parmak uçlarını ısırıyor, 'Ey Ahmed' diye bana fitne veriyordu. Ben
de 'Hayır, defol' diyerek onu kovdum."
İmam Ca'fer-i
Kurtubî'ye, ölmek üzere iken "Lâilâhe illallah de" diyerek telkinde
bulundular. Baygın bir halde bulunan İmam Cafer-i Kurtubî, biraz kendisine geldiğinde
bu hareketinin sebebini sordular, şu cevabı verdi:
"Sağ ve solumdan
yanıma iki şeytan geldi, birisi Yahudiliğin en hayırlı din olduğunu söyleyerek
benim de Yahudi olarak ölmemi istedi. Diğeri de Hıristiyanlığın en hayırlı din
olduğunu benim de bu o din üzere ölmemi söyledi. Ben de onlara, 'Hayır, hayır.
Bunu siz söylüyorsunuz. Doğrusu Öyle değil' dedim."[1002]
Hattâ ölmek üzere olan
bir insandan küfrü gerektiren bir söz sadır olsa bile, onun imansızlığına
hükmedilemeyeceği hususunda kurtarıcı bir fetva da vardır.[1003]
Çünkü, böyle bir insan her ne kadar diliyle böyle bir sözü söylemiş olsa da,
kalbi durumunu sadece Allah bilir. Bize düşen, o insanın Müslüman olarak
öldüğüne inanmak, şehâdet etmek ve cenazesine Müslüman muamelesi yapmaktır.
Ayrıca bu böyle birinin ağzından şayet çirkin ve normalde söylendiğinde
küfrünü gerektirecek sözler çıkmışsa, bu sözü duyanlar, yaymamalı,
gizlemelidirler. Zira o anda kişinin aklı başından gitmiştir. Söylediği
sözlerden dolayı bizler onun inkârına hükmedemeyiz. Doğrusunu Allah bilir.[1004]
773. Enes bin Mâlik (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim gece gündüz
Kur'ân okur, helâlini helâl, haramını haram bilirse Allah onun etini ve kanını
Cehenneme haram kılar. Kıyamet günü olunca da o Kur'ân kendisi için bir
kurtuluş vesikası olur."[1005]
774. Ebû Seleme bin Abdurrahman babasından rivayet ediyor:
Talha bin Übeydullah
Âmir bin Füheyre hakkında ileri geri konuştu. Resûlullah (s.a.v.) onu şöyle
ikaz etti:
"Yavaş ol ey Ebû
Talha! Çünkü senin gibi o da Bedir Savaşında bulundu. En hayırlınız azâdlı
kölelerine daha iyi davranandır."[1006]
İzah
Talha bin Übeydullah
(r.a.), bir hadiste Cennetle müjdelenen on Sahabîden birisi idi. Âmir bin
Füheyre (r.a.) ise azadlı bir köle idi. Peygamberimiz Talha'nın (r.a.) Âmir
bin Füheyre (r.a.) hakkında ileri geri konuşmasını hoş karşılamadı.
Hadiste, Amir bin
Füheyre'nin de (r.a.) Talha (r.a.) gibi Bedir Savaşına katıldığına dikkat
çekilmektedir.
Müşriklerle yapılan
ilk savaş olan ve İslâm ordusunun kesin bir zaferi iîe sonuçlanan Bedir Savaşı,
Müslümanların var veya yok olma savaşı idi. Bu yönü ile
İslâm tarihinde çok önemli bir yeri ve bu savaşa katılan Sahabîlerin Allah
indinde büyük bir derecesi vardı. Bir defasında Cebrail (a.s.) Peygamberimize
gelmiş ve "Bedir Savaşına katılanların aranızdaki derecesi nasıldır?"
diye sormuştu. Resûlullah (s.a.v.),
"Biz onları
Müslümanların en üstünlerinden ve en hayırlılarından sayarız"
buyurmuştu.
Cebrail (a.s.),
"Bizde de böyledir. Biz de meleklerden Bedir'e katılanları meleklerin
üstünü ve hayırlısı sayarız" dedi.[1007]
Bedir Savaşına
katılanların faziletini bildiren bir hadis de şöyledir:
"Ola ki, Allah Bedir
gazilerinin hallerine vakıf olmuş da 'Dilediğinizi yapın. Sizi affettim'
buyurmuştur."[1008]
775. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Kıyamet günü
peygamberler mahşer yerine gelmek üzere hayvanların sırtında diriltilirler.
Salih (a.s.) devesinin sırtında mahşer yerine sevk edilir. Çocuklarım Hasan ve
Hüseyin Adva isimli devemin sırtında sevkedilir. Ben Burak üzerinde
sevkedilirim. O, adımlarını gözümün görebildiği en uzak noktaya atar.
Bilal Cennet
develerinden bir devenin üzerinde sevk edilir. Net bir sesle, şehadetlerin
hakkını vere vere ezan okur. "Eşhedü enne Muhammedün Resûlullah=Ben
şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın Resulüdür" dediğinde gelmiş geçmiş
bütün mü'minler de aynı şehadeti getirirler. Bu, dünyada iken kendilerinden
kabul edilenlerden kabul, reddedilenlerden ise reddedilir."[1009]
İzah
İnsanlar kabirlerinden
kalktıktan sonra, kimi yaya, kimi binekli, kimi de sürünerek olmak üzere
toplanma yeri olan mahşer meydanına sevk edileceklerdir. Hadis, bu sevk
esnasındaki bir sahneyi haber vermektedir. O da peygamberlerin hayvanların sırtında
diriltileceğidir. Hadiste açıkça haber verilmese de bu hayvanlar Cennetten
getirilecektir. Salih (a.s.) bir mucize olarak kayadan çıkardığı devesinin
üzerinde olacak, Hasan ve Hüseyin (r.a.) Resûlullahın Advâ isimli devesinin
üzerinde, Resûlullah da diğer peygamberlerden farklı olarak Burak ile mahşer
yerine gidecektir. Burak, Cennetten getirilen bir hayvandır. Peygamberimiz
miraca yükseldiğinde Mekke'den Mescid-i Aksa'ya Burak ile gitmiştir. Hadiste,
Burak'ın çok hızlı bir binek olduğuna dikkat çekilmektedir.
Hadiste Resûlullahın
müezzini Hz. Bilal'in de Cennet develerinin birisinin üzerinde olacağı ve ezan
okuyacağı, bütün Müslümanların onun "Eşhedü enne Muhammedün
Resûlullah" sözünü tasdik edeceği, ancak bunun dünyada ezana lakayt
kalanlardan kabul edilmeyeceği bildirilmektedir.[1010]
776. İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
"Kölenin
efendisi üzerinde şu üç hakkı vardır:
1. Namazında acele ettirmemek.
2. Yemek yerken kaldırmamak.
3.
Ve karnını iyice doyurmak."[1011]
777. Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
ikindi namazından önce dört rekat namaz kılardı.[1012]
İzah
Namazlardan önce ve
sonra kılınan sünnetler bir yerde farz namazların tamamlayıcısı hükmündedir. Bu
tamamlama iki şekilde düşünülebilir. Birincisi fazlarda yapılan eksiklerin,
kusurların affedilmesine vesile olur. İkincisi, kıyamet gününde farz namazları
eksik gelen kimsenin namaz borcu kıldığı nafile namazlardan tamamlanır. Nitekim
Peygamberimiz bir hadislerinde bu gerçeği şöyle ifâde etmişlerdir:
"Kıyamet günü kulun
amelinden ilk hesaba çekileceği şey namazdır. Eğer namazının hesabını tam
verirse kurtulmuştur. Eğer tam vermezse iflas etmiştir. Eğer farz namazlarından
bir eksiği varsa Allah Teâla [kendisi çok iyi bildiği halde], 'Kulumun nafile
namazları olup olmadığına bakın' buyurur. Eğer nafile namazları varsa, farz
namazlarındaki eksikliği, bu nafilelerle tamamlanır."[1013]
Nafile namaz kılmak
ayrıca Peygamberimizin şefaatine vesîledir ve kılınmasında pekçok sevap vardır.
Bu namazların faziletiyle ilgili olarak bir çok hadîs mevcuttur. Bunlardan
birisinin meali şöyledir:
"Kim gece ve gündüz on
iki rekât namaz kılmaya devam ederse, Cenâb-ı Hak ona Cenneti nasip eder.
Bunlar: Öğlenin farzından önce dört rekât, Öğlenin farzından sonra iki rekât,
akşamın farzından sonra iki rekât, yatsının farzından sonra iki rekât, sabahın
farzından önce iki rekâttır."[1014]
Peygamberimiz bir
hadislerinde de yukarıda saydığımız on iki rekât sünnet namazları kılanlar için
Cennette bir ev yapılacağını müjdelemiştir.[1015]
Çeşitli hadislerinde
ümmetini sabah ve öğle namazının sünnetini kılmaya ayrıca teşvik eden
Peygamberimiz (a.s.m.), yukarıdaki hadislerinde de ikindi namazının sünnetini
kılmaya ümmetini teşvik etmiştir. Konu ile ilgili başka hadislerde vardır.
Bunlardan ikisi şu mealdedir:
"İkindi
namazının farzından önce dört rekât namaz kılan kimseye Allah rahmetini bol
kılsın."
"Kim ikindi namazının
farzından önce dört rekât kılarsa, ona Cehennem ateşi dokunmaz."[1016]
778. Abdullah bin Ömer (r.a.) Resûlullahın şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Ümmetimin son
zamanlarında görünüşte giyinik, fakat aslında çıplak kadınlar olacaktır.
Bunların başları, deve hörgücü gibidir. Onlara lanet edin. Şüphesiz bu kadınlar
lanetlenmişlerdir."[1017]
İzah
Müslim'deki rivayet
şöyledir:
"Cehennem
ehlinden iki sınıf insan vardır ki, bunları dünyada henüz görmedim. Birisi,
ellerinde sığır kuyruğu gibi sopalarla insanları döverler. İkinci grup da bâzı
kadınlardır ki, görünüşte giyinik, fakat aslında çıplaktırlar. Salınarak
yürürler.[1018]
Bunların başları, saçlarını üst tarafa bağladıklarından deve hörgücü gibidir.
Bunlar Cennete
giremeyecekleri gibi, kokusunu dahi duyamayacaklardır. Oysa Cennetin kokusu
çok uzak mesafeden alınır."
Başka hadislerde
bildirildiğine göre Cennet kokusu beşyüz yıllık veya bin yıllık mesafeden
duyulur.[1019]
Dinimizin emirlerinden
birisi de tesettürdür. Tesettür, farklı ölçülerde de olsa buluğ çağına gelen
kadın erkek her Müslümanın örtünmesi farzdır. Bu konuda Kur'ân'da şöyle
buyurulur:
"Mü'min kadınlara
söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar. Zînetlerini
ise görünmesi zarurî olan kısımlar müstesna, açığa vurmasınlar. Baş örtülerini
de yakalarının üzerini kapatacak şekilde iyice örtsünler...."[1020]
"Ey Peygamber!
Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına söyle, evlerinden
çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar."[1021]
Kur'ân'da tesettür
emredilmekle beraber, giyilecek elbisenin vasıfları açıklanmamıştır. Bunu
hadislerden öğreniyoruz. Konunun tafsilatını Hanımlara Fetvalar isimli
eserimize havale ederek burada izahını yaptığımız hadis üzerinde duracağız.
Tesettürde giyilecek
elbisede dikkat edilmesi gereken özelliklerden birisi de altını gösterecek
kadar ince olmamasıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) ince bir elbise ile huzuruna
gelen baldızı Hz. Esmâ'dan yüzünü çevirmiş ve ona örtünmesini emretmiştir.[1022] Çünkü giyimekten
maksat vücudu örtmektir. Oysa böyle elbiseler kadını daha cazip göstererek
karşı tarafı tahrik edeceğinden fitneye sebep olur.
Tesettürde ince elbise
giyilmesini yasaklayan Peygamberimiz (s.a.v.) gayb âleminin gizli perdesinin
arkasından zamanımıza bakarak vücudunun tenini
gösterecek kadar ince elbise giyinen kadınları "giyinmiş fakat
çıplak" olarak vasıflandırmış ve "Cennetin kokusunu dahi duyamayacaklarını"
bildirmiştir.
Kadının kalça, bel ve
göğüslerini büyüklük ve şekil itibarıyla belli edecek şekilde dar olan elbise
giyen kadınlar da "giyinmiş, fakat çıplak" kadınlar grubuna dahildir.[1023]
779. Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
"Soğan ve
sarımsak yiyen bizden ve camilerimizden uzaklaşsın ve evinde otursun."
26. hadisin izahını
bakınız.[1024]
780. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
başını hilâle çevirdi ve şöyle buyurdu:
"Kıyametin
yaklaştığının bir alâmeti de da hilalin erken görülmesidir. Öyle ki, 'Bu hilal iki geceliktir'
denilir. Mescidler yol edinilir ve âni ölümler görülür."[1025]
İzah
Peygamberimiz (s.a.v.)
bu hadislerinde üç kıyamet alâmetine dikkat çekmektedir. Bunlardan birisi,
hilâl'in erken görülmesi, buna rağmen görenlerin onu iki günlük zannetmesidir.
Atmosferde meydana gelen bâzı değişiklikler buna sebep olabilir.
Kıyamet alâmetlerinden
ikincisi, mescidlerin yol edilmesi, üçüncüsü de ani ölümlerin çoğalmasıdır.
Günümüzde, deprem, terör, trafik kazası, uçak düşmesi, kalp kirizi gibi
sebeplerle âni ölümler bir hayli çoğalmıştır.[1026]
781. Câbir bin (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim her gün
elli defa İhlas Sûresini okursa kıyamet gününde kabrinden şöyle çağrılır:
"Kalk! Ey
Allah'ı öven zat, Cennete gir!"[1027]
İzah
İnancımıza göre Allah'ın
takdir ettiği bir zamanda kıyamet kopacak, bütün canlılar vefat edecek, yine
Allah'ın takdir ettiği bir zaman toprak altında bekledikten sonra, yeniden
diriliş gerçekleşecektir. Bu diriliş esnasında herkes niyetine göre ve öldüğü
hal üzere diriltilecektir Yine herkes durumuna göre çağrılacak, kâfir ve
isyankar sesler korkunç seslerle ve azap tehdidiyle çağrılırlarken, Allah'ın
sevgili kulları hoş bir sesle ve Cennet müjdesi ile çağrılacaklardır. Hadiste,
İhlâs Sûresini çok okuyanların kabirlerinden, "Kalk! Ey Allah'ı öven zat,
Cennete gir" diye müjde ile çağırılacakları bildirilmektedir. Mahşerde
kimin nasıl dirileceği hususunda Ölümden Sonra Diriliş İsimli eserimize
bulabilirsiniz.[1028]
782. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah'ın her namaz
vaktinde şöyle seslenen bir meleği vardır: "Ey Ademoğulları! Kendi
elinizle tutuşturduğunuz sizi yakacak olan ateşi namazla söndürmek için
kalkınız."[1029]
783. Hz. Hasan (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim sabah namazını
kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar Allah'ı zikrederse, bu kendisi için
mutlaka Cehenneme karşı bir örtü olur."
811 numaralı hadise
bakınız.[1030]
784. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
"Sidretü'l-Münteha'ya
yükseltildiğimde dört nehirle karşılaştım. İkisi zahir, ikisi bâtındı. Zahir
olanlar Nil ve Fırat idi. Bâtın olanlar da Cennetin iki nehriydi.
Sonra
bana üç bardak verildi. Birinin içinde süt, birinin içinde bal, diğerinin
içinde de şarap vardı. Ben hemen içinde süt olan bardağı aldım ve içtim. Bana,
"Sen ve ümmetin doğrusunu yaptınız" denildi."[1031]
İzah
Müslim'de Mâlik bin
Sa'sa'dan (r.a.) bu hadis uzun bir şekilde rivayet edilir. Buradaki hadis o
rivayette şöyle geçer:
"Nebiyyullah
(s.a.v.) dört nehir gördüğünü, bunların asıllarından iki zahir, iki de bâtın
nehir çıktığını anlattı. Ve buyurdu ki:
"Ey Cebrail,
bu nehirler nedir?"
dedim.
Cebrail (a.s.) şöyle
dedi:
"Bu bâtını
nehirler Cennette bulunan iki nehirdir. Dıştaki nehirler ise Nil ve
Fırat'tır."[1032]
Hadisin ikinci kısmı
da Ebû Hüreyre'nin (r.a.) rivayet ettiği hadisin bir kısmında şöyle geçer:
"Bana iki kab
getirdiler. Birinde süt, diğerinde şarap vardı. Bunların hangisini istersen onu
al" dediler. Ben sütü alıp içtim. Bardakları getiren zât bana, 'Fıtrata
uygun olanı tercih ettin. Şayet şarabı alsaydın ümmetin azardı' dedi."
Peygamberimize süt ve
şarabın takdim edilmesi ve birini seçmesini istemesi, o zaman şarap henüz
haram kılınmadığı içindir. Şarap haram olmadığı halde Resûlullah fıtrata uygun
olanı, yani sütü seçmiştir.[1033]
785. Cübeyr bin Mut'im (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullaha (s.a.v.)
geldim. O Ashabına sabah namazını kıldırıyordu. Onun,
"Ona mâni
olacak yoktur" dediğini işittim.
"Rabbinin
azabı muhakkak gelecektir. Ona mâni olacak yoktur"[1034]
âyetlerini okuyordu.
Sesi dışarı çıkıyordu. Bu kalbimi çarptı sandım.[1035]
786. İmran bin Hüsayn (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bana,
"Ey
İmrân!" buyurdu.
"Buyur"
dedim.
"Şöyle
de" buyurdu:
"Allah'ım, işimi
yoluna koymam için Senden hidâyet diliyorum. Ve nefsimin şerrinden Sana
sığınıyorum."[1036]
787. Sehl bin Sa'd (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim Müslüman bir
köleyi hürriyetine kavuşturursa, Onun her azasına karşılık Allah o kimsenin bir
azasını Cehennemden kurtarır."[1037]
İzah
Köleliği başlatan bir din
olmayan İslâmiyet, onu vahşi ve gaddar bir suretten medenî bir şekle
sokmuştur. Her fırsatta da köleleri hürriyetine kavuşturmayı teşvik etmiştir.
Bu hadis de köle azadına teşvik eden hadislerden birisidir. Konu hakkında
tafsilatlı bilgi için Hanımlara Fetvalar isimli eserimizin 52-62. sayfalarına
bakılabilir.[1038]
788. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Ölen bir
mü'minin ruhu, borcu olduğu sürece tutukludur."[1039]
İzah
İbni Mâce'de hadis
şöyledir:
"Ölen mü'minin
ruhu, üzerindeki borç ödeninceye kadar borcundan dolayı tutukludur."
Borçlu ölerek vefat eden
bir kul eğer Cennetlikse, borcu ödeninceye kadar ruhu Cennete gitmez. Ancak
borcu ödendikten sonra Cennete gider. Bu hüküm borcuna lakayt olanlar veya ödeme
düşüncesi taşımayanlar içindir. Kişi borcunu ödeme niyetinde olduğu halde imkan
bulamadığı için ödeyemeden vefat ederse, şayet kul Cennetlik biri ise ruhu
tutuklu olmaz, Cennete gider. Mahşer gününde de Allah hak sahibini memnun
ederek böyle kulunu sıkıntıdan kurtarır.
Hadîs, mirasçıları
ölenin borcunu ödemeye teşvik etmektedir.
Borçlanma ve
tehlikeleri ile ilgili geniş bilgi için Faiz Ticâret isimli eserimize
bakılabilir.[1040]
789. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
devlet ve millet malına hiyanetten söz etti. Şöyle buyurdu:
"Biriniz
Kıyamet gününde omuzunda bağıran bir deve ile gelmekten sakındırırım."[1041]
İzah
Müslim'de hadis çok
uzun olarak yer alır. Şöyledir:
"Resûlullah
(a.s.m.) bir gün aramızda iken ayağa kalkıp, devlet ve millet malına hıyanetten
söz etti. Bu işi yapanı ve bunun varacağı âkibetin dehşetini çok büyüttü. Daha
sonra şöyle buyurdu:
"Sakın ola ki,
içinizden birini kıyamet gününde omuzunda bağırmakta olan bir deve ile gelirken
görmeyeyim. Bu kimse o gün bana, 'Yâ Resûlallah, bana yardım et' der. Ben de
ona, 'Hayır! Senin için hiçbir şey yapamam. Çünkü ben sana dünyada iken başına
geleceği bildirmiştim' derim.
"Sakın ola ki,
içinizden birini kıyamet gününde omuzunda kişneyip bağıran bir at ile gelirken
görmeyeyim. Bu at hırsızı olan kimse o gün bana, 'Yâ Resûlallah, bana yardım
et' der. Ben de ona, 'Hayır! Senin için hiçbir şey yapamam. Çünkü ben bunu sana
daha önce bildirmiştim' derim.
"Sakın ola ki,
içinizden birini kıyamet gününde omuzunda feryat eden bir insanla geldiğini görmeyeyim.
Bu kimse o gün bana, 'Yâ Resûlallah, bana
yardım et' der. Ben de ona, 'Hayır! Senin için hiçbir şey yapamam. Çünkü ben
sana dünyada iken başına geleceği bildirmiştim' derim.
"Sakın ola ki,
birinizi kıyamet gününde omuzunda sallanan bir elbise ve kumaşla gelirken
görmeyeyim. Bu kimse o gün bana, 'Yâ Resûlallah, bana yardım et' der. Ben de
ona, 'Hayır! Senin için hiçbir şey yapamam. Çünkü ben sana dünyada iken başına
geleceği bildirmiştim' derim.
"Sakın ola ki,
içinizden birini kıyamet gününde omuzunda altın ve gümüşle gelirken
görmeyeyim. Bu kimse o gün bana, 'Yâ Resûlallah, bana yardım et' der. Ben de
ona, 'Hayır! Senin için hiçbir şey yapamam. Çünkü ben sana dünyada iken başına
geleceği bildirmiştim' derim."[1042]
790. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Bir adam yeni
evlenmişti. Resûlullah (s.a.v.) bir orduyu sefere gönderdi. O kişiyi de onlarla
birlikte gönderdi. Sefer dönüşünde o adam acele ile ailesinin yanına
geldi.Hanımım kapıda ayakta bekler buldu. İçine kıskançlık doğdu.
Hanımını vurmak için mızrağını hazırladı.
Hanımı ona,
"Acele etme! Eve bir bak" dedi.
Adam içeri girdi,
yatağın üzerine uzanmış iri bir yılan gördü. Onu öldürdü, kendi de öldü.
Bu haber Resûlullaha
ulaştığında,
"Bu evlerin
cinlerden sakinleri vardır."
dedi, ve cinleri [bu yılanları] öldürmeyi nehyetti.[1043]
İzah
Muvatta'da bu hadis
Ebû Said el-Hudrî'nin (r.a.) rivayet ettiği şekliyle şöyledir:
Yeni gerdeğe girmiş
bir genç vardı. Bu genç Resûlullah ile beraber Hendek savaşına katıldı.
Resûlullah (s.a.v.) Hendekte iken bu genç Resûlullaha geldi ve şöyle dedi:
"Ya Resûlallah!
Ben yeni evliyim, bana izin ver." Resûlullah ona izin verdi ve kendisine
şu tembihte bulundu:
"Silahını yanına al.
Çünkü Benî Kurayza Yahudilerinin sana birşey yapmalarından korkuyorum."
Genç evine gittiğinde,
hanımını iki kapı arasında ayakta dururken gördü. Onu kıskandı, vurmak için
elini mızrağa uzattı.
Hanımı ona,
"Evine girip içeridekini görmeden acele etme" dedi.
Genç eve girdi, yatağın
üzerinde kıvrılmış bir yılan gördü. Ona mızrağını sapladı. Sonra dışarı çıkarıp
mızrağını eve dikti. Yılan mızrağın ucunda titredi, genç de hemen öluverdi.
Genç mi, yoksa yılan mı daha önce öldü bilinmiyor. Bu durum Resûlullaha
anlatıldığında şöyle buyurdu:
"Medine'de Müslüman
olmuş cinler vardır. Onlardan birini görürseniz üç gün zaman tanıyın. Sonra
[hâlâ gitmezse] isterseniz öldürün. Çünkü o şeytandır."[1044]
791. Câbir (r.a.) rivayet ediyor:
"Yatarken kaplarınızın
ağzını kapatın, su kaplarınızın ağzını bağlayın, kapılarınızı kapayın, yanan
ateşi söndürün. Çünkü şeytan kapalı kapıyı açamaz, su kabının bağını sökemez,
kapların örtülerini kaldıramaz. Küçük yaramaz da [fare] insanların evlerini çok
çabuk ateşle doldurabilir."[1045]
İzah
Bu hadisin başka
rivayetlerinde son cümle,
"Bunları yaparsanız
size zararları dokunmasına Allah tarafından izin verilmez"
şeklindedir.[1046]
792. Behz bin Hakîm babasından, o da dedesinden rivayet
ediyor:
Resûlullah (s.a.v.) ok
atan ve "Vallahi vuramadın, vallahi vurdum" diyen bir topluluğa
uğradı. Onlar Resûlullahı görünce durdular. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Atın. Ok
atanların yeminleri geçersizdir. Onda yemini bozma vebali ve keffaret söz
konusu değildir."[1047]
İzah
Zaman zaman dikkat
çektiğimiz gibi, dinimiz atıcılığa çok büyük değer vermektedir. Bunu da bir
oyun eğlence olduğu için değil, savaşta çok tesirli bir vasıta olduğu için
yapmaktadır. Bu ve benzeri hadisler o gün ok atmayı teşvik ediyordu. Günümüzde
ise en gelişmiş silahları kullanmayı, onlarla atış talimi yapmayı teşvik
etmektedir.
Hadiste Peygamberimiz
(s.a.v.) atış talimi yapanların "Vallahi vurdum, vallahi vuramadın"
şeklindeki sözlerinin yemin sayılmayacağı, bundan dolayı keffaret
gerekmeyeceği bildirilmektedir. Bu, lağv yeminidir. Kasdî olarak yapılmadığı
için keffaret gerekmez. Bununla ilgili bir âyet meali şöyledir:
"Allah sizi
yanlışlıkla veya yanılarak ettiğiniz yeminlerden dolayı mes'ul tutmaz; fakat
kalbinizle kazandıklarınızdan, yalan yere ettiğiniz yeminle ve yeminlerinizi
yerine getirmemekle kazandığınız günahtan mes'ul tutar."[1048]
793. Abdullah bin Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah fetih
gününde Mekke'ye girdiğinde Kabe'nin üzerinde 360 adet put vardı. İblis
kendileri için ayaklarını kurşunla sâbitleştirmişti. Resûlullah beraberinde asa
vardı. Onunla dokunduğu her put yüz üstü düşüyordu. Resûlullah o esnada,
"Hak geldi,
bâtıl yok oldu. Muhakkak ki bâtıl yok olup gidicidir"[1049]
Bütün
putların üzerinden böyle geçti.[1050]
İzah
Başka rivayetlerde
putların Kabe'nin üzerinde değil, çevresinde olduğu bildirilmiştir.[1051]
Asası ile dokunmasını Peygamberimize Cebrail bildirmişti.[1052]
794. Selmân-ı Fârisî (r.a.) rivayet ediyor:
"Müslüman, günahları
başı üzerine konmuş olarak namaz kılar. Her secde ettiğinde başından dökülür.
Namazını bitirince artık bütün günahları dökülmüş olur."[1053]
795. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor:
"Ergenlik çağına
gelen erkek ve kadın herkesin Cuma günü gusletmesi vaciptir."[1054]
İzah
Zikrettiğimiz bâzı
kaynaklarda "Misvak kullanmak ve bulabilirse güzel koku sürünmek" de
ilâve edilmiştir.
Cuma günü gusletmenin
vacip olması, dînî vacip değil, ahlâkî vaciptir. Yani ahlaken gereklidir. Bir
hadiste bildirildiğine göre Cuma günü yıkanması Müslümanların kişi üzerindeki
haklarındandır.[1055]
Konu ile ilgili başka
hadisler de vardır. Bâzıları şöyledir:
"Her Müslüman
kişinin günde bir defa yıkanması gerekir. O da Cuma günüdür."[1056]
"Cuma günü
gusledenin üç gün fazlasıyla iki Cuma arasında işlediği günahları [10 günlük]
affedilir."
"Cuma namazına
gelen gusletsin."
Evet, kirli insanlar
başkalarını rahatsız ederler. Oysa Müslümanın başkalarını rahatsız etmesi doğru
değildir ve kimse kimseyi rahatsız etme hakkına sahip değildir.[1057]
796. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Siz öyle bir zamanda
yaşıyorsunuz ki, emredilenin onda birini terk eden helak olur. Fakat öyle bir
zaman gelecek ki, emredilenin onda birini yapan kurtulur."[1058]
İzah
Bu hadis, âhirzamanla
ilgili gaybî bir ihbardır. Peygamberimiz İslâmiyeti yaşamanın kolay olduğu
zamanlarda kişinin bildiğinin hepsini yaşaması gerektiğine, onda birini dahi
terk edecek olsa helak olabileceğine dikkat çekmiştir. Fakat âhir zamanda dini
yaşamak çok zorlaşacağından, hattâ bir hadiste bildirildiğine göre avuç içerisinde kor tutmak gibi olacağından, bu
zamanda bildiklerinin onda birini yaşayan mü'minlerin kurtulacaklarını haber
vermiştir. Yapılması istenen onda bir de farzları yapmak, büyük günahlardan
sakınmaktır. Âhirzamanda bir kimse farzları yapar, büyük günahlardan sakınırsa
kurtulur. Daha fazlasını yaparsa, derecesi yükselir.
Bu hadis, âhirzamanda
gelenlerin Sahabîlerden daha faziletli oldukları şeklinde anlaşılmamalıdır.
Burada kişilerin fazileti değil, âhirzaman fitnesinin dehşeti nazara
verilmektedir. Böyle bir fitne zamanında az amelin çok hükmünde olduğuna dikkat
çekilmiş, âhirzamanda yaşayacak olan mü'minlere ümit verilmiştir.[1059]
797. Said bin Hişam rivayet ediyor:
Âişe'den (r.a.)
Resûlullahın gece ibâdetini sordum. O şöyle dedi:
"Ey elbisesine
bürünen!
"Az
bir kısım müstesna geceleyin ibâdet için kalk.
"Gecenin
yarısında veya biraz daha geç kalk.
"Yahut biraz
daha erken kalk ve Kur'ân'ı açık açık, tane tane oku.
"Biz sana pek
büyük bir söz vahyedeceğiz.
"Gece vakti
kalkmak nefse daha çok tesir eder; Kur'ân ve zikir için de daha elverişlidir.
"Çünkü senin
için gündüz vakti uzunca bir meşguliyet vardır."[1060]
âyeti, Resûlullaha
gece kalkmasını farz kılmıştı. İlk farz olan bu emirden sonra Resûlullah
(s.a.v.) ve Ashabı geceleyin kalkıyor ve ayakları şişinceye kadar kıyamda
duruyorlardı. Allah Teâlâ sûrenin son kısmını onlara bir sene göndermedi. Sonra
şunu indirdi:
"Şüphesiz Allah
biliyor ki sen ve seninle beraber olanlardan bir topluluk, gecenin üçte
ikisine yakın veya yarısı kadar, yahut üçte biri kadar bir zaman ibâdete
kalkıyorsunuz. Geceyi ve gündüzü takdir eden Allah'tır. Gece ibâdetine güç
yetiremeyeceğinizi bildiği için, Allah gece namazını size farz kılmadı. Artık
Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun."[1061]
Bu âyetten sonra gece
namazı nafile oldu.[1062]
798. Ömer (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Kur'ân'a
temiz olandan başkası dokunamaz."[1063]
İzah
Bir âyette,
"Kur'ân'a
temizlenmiş olanlardan başkası el süremez" buyurulmuştur.[1064]
Dört mezhebe göre de
"Abdestsiz kimsenin Kur'ân'a dokunması caiz değildir." Ancak
Kur'ân'a dokunmadan onu okumakda bir mahzur bulunmamaktadır.
Kur'ân öğrenen
çocuklar abdestsiz olarak onu ellerine alabilirlerse de, onların da abdestli
olmaya teşvik edilmeleri güzeldir.
Kur'ân miktarı meal ve
tefsirden az ise tefsir kitapları abdestsiz olarak ele alınabilir. Miktar
itibarıyla Kur'an'a fazla veya eşitse abdestsiz olarak ele alınmaz. Buna göre
bir ciltlik meallerin abdestsiz olarak ele alınması caiz değildir. Tefsirler
ise ele alınabilir.
Ayette geçen "el
süremez" ifâdesinin emir değil de haber verme olduğu, bundan Levh-i
Mahfuz'un kast edildiği de söylenmiştir.[1065]
"Kıyamet
gününde bir adam getirilir ve Allah'ın huzurunda durdurulur. Allah onu,
"Arkanda ne bıraktın? (Ne ile geldin?)" diye sorar.
O kul, "Ben
insanlarla alışveriş yapıyordum. Sattığım zaman eli dar olanlara indirim yapar,
eli geniş olanlara zaman tanırdım" der..
Allah, "Ben
kulumu affetmeye daha layıkım" buyurur ve o kulunu bağışlar."[1066]
800. Abdullah bin Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
namaza başlarken ellerini omuzları hizasına kadar kaldırırdı. Rükûya eğilirken
ve rükûdan doğrulurken de böyle yapıyordu. İki secde arasında ise kaldırmazdı.[1067]
İzah
Yukarıdaki hadisin
aynısına yer verilen İbni Mâce, Ebû Dâvud, Tirmizî gibi hadis kitaplarında,
Ebû Hüreyre (r.a.), Enes, (r.a.), Abdullah bin Ömer (r.a.), İmran bin Husayn
(r.a.) ve Abdullah bin Abbas'dan (r.a.) Mâlik bin Hüveyris'ten ve Ebû Mâlik
el-Eş'arî'den bu konudı başka hadisler de rivayet edilmiştir.
Şafiî ve Hanbelî
mezheplerine göre, gerek rükûya giderken, gerekse rükûdan doğrulurken elleri
omuz hizasına kaldırmak sünnettir. Bu mezhep âlimleri, izahını yaptığımız
hadisi delil gösterirler.
Hanefî mezhebine göre
ise eller sadece iftitah tekbirinde kaldırılır. Onun dışında ne rükûya
giderken, ne de rükûdan doğralurken elleri kaldırmak doğru değildir. Bu mezhep
âlimleri Abdullah bin Mes'ud'un (r.a.) rivayet ettiği bir hadisi görüşlerine
delil olarak zikrederler. Bu hadis şöyledir:
Abdullah bin Mes'ud
(r.a.) bir defasında "Size Peygamberin kıldırdığı namaz gibi namaz kıldırayım
mı?" demiş; sonra da namaz kılmış ve ellerini sadece iftitah tekbirinde
yukarı kaldırmıştır.
[1068]
Bu mânâda Berâ bin
Âzib de (r.a.) bir hadis rivayet eder.[1069]
Hanefîlerin
delillerinden birisi de namaz içerisinde hareketsiz durmanın farziyetini ifâde
eden hadistir. Bu hadis şu mealdedir:
"Acaba sizleri niçin
ellerinizi hırçın atların kuyruktan gibi kaldırmış görüyorum? Namazda sakin
olun."[1070]
Bu hadise göre iftitah
tekbirinin dışında el kaldırmak asla caiz değildir. Çünkü iftitah tekbirinde el
kaldırmak namazın dışında olan bir harekettir, bunun dışında el kaldırmak ise
namazın içindedir ve huşûuna zarar verir.
Hanefîlere göre
Peygamberimizin rükûya giderken ve rükûdan doğrulurken ellerini kaldırması,
İslâmiyetin ilk yıllarıyla ilgiliydi. Peygamberimiz bunu sonradan terk
etmiştir. Hanefîler buna delil olarak da, Abdullah bin
Zübeyr'in (r.a.) rükûya giderken ve rükûdan doğrulurken ellerini kaldıran bir
adam gördüğünü ve ona, "Böyle yapma. Çünkü bu, Resûlullahın başlangıçta
yaptığı, fakat sonradan terk ettiği bir davranıştır" dediğini bildirirler.
Yine Mücâhid'in, "Abdullah bin Ömer'in arkasında namaz kıldım, iftitah
tekbirinden başka namazın hiçbir yerinde ellerini kaldırmadı" sözünü de
delil gösterirler. Tahavî bu hadisi rivayet ettikten sonra şöyle der: "İşte
İbni Ömer, Peygamberin (a.s.m.) vaktiyle ellerini kaldırdığını görmüş, sonra
bundan vazgeçmiştir. O bunu ancak kendisince bunun nesh edildiği (hükmünün
kaldırıldığı) sabit olunca yapmıştır."[1071]
801. Sa'd el-Karaz (r.a.) rivayet edilmiştir:
Resûlullah (s.a.v.)
Bilal'e, ezan okuduğunda ellerini kulağına dayamasını emretti. Ve,
"Muhakkak bu
senin sesini daha da gür çıkarır"
buyurdu.[1072]
802. Sa'd el-Karaz (r.a.) rivayet edilmiştir:
Resûlullah (s.a.v.)
iki bayram namazına giderken de bir yoldan gider, geri dönüşte başka bir yoldan
dönerdi.[1073]
İzah
Hadiste de ifâde
edildiği gibi, bayram namazına farklı yollardan gidip gelmek sünnettir. Bunun
hikmeti, değişik yollardaki insanlar ve cinlerin, yolun kişi lehinde şahitlik
etmesi, İslâm şeâirinin ilân edilmesidir.[1074]
803. Sa'd el-Karaz (r.a.) rivayet edilmiştir:
Resûlullah (s.a.v.)
bayram namazını hutbeden önce kılardı. Birinci rekâtta, namaz için Kur'ân
okumadan önce yedi tekbir alırdı. İkinci rekâtta kıraattan önce beş tekbir
alırdı. Bayram namazına yürüyerek gelirdi. Namazdan sonra da yürüyerek dönerdi.
Hutbe arasında tekbir getirirdi. Bayramlarda çok tekbir getirirdi.[1075]
İzah
Cuma namazında hutbe
namazdan önce okunurken, bayram namazlarında namazdan sonra okunur. Bununla
ilgili daha başka
hadisler de vardır.[1076]
Ayrıca bayram namazında imam hutbeye çıkarken ezan okunmaz, hutbeden inerken
de kaamet getirilmez. Çünkü namaz zaten kılınmış olmaktadır.
Hadiste
Peygamberimizin namaz kılış şekli anlatılmaktadır. Birinci rekatta kıraattan
önce yedi; ikinci rekâtta kıraattan önce beş ziyade tekbiri aldığı
bildirilmektedir. Bununla ilgili başka rivayetler de vardır.[1077]
Bayram namazında
alınan tekbirlerin sayısı ile ilgili olarak mezhepler arasında farklı görüşler
vardır. Şâfiîlere göre birinci rekatta namaza başlama tekbirinden başka yedi,
ikinci rekatta da kıyam tekbirinden başka beş tekbir alınır.
Hanefîlere göre ise
birinci rekatta beş, ikinci rekatta dört tekbir alınır.
İzahını yaptığımız
hadisten Peygamberimizin bayram namazı için yürüyerek gelip, yürüyerek
döndüğünü de öğreniyoruz.[1078]
804. Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
bir gün Ensardan bir çocuğa,
"Ayakkabımı
verir misin?" buyurdu.
Çocuk, "Annem babam
sana feda olsun ey Allah'ın Resulü. Müsaade et, onu ayağına ben
giydireyim" dedi.
Resûlullah da şöyle
dua etti:
"Allah'ım, bu
kulun Senin rızanı istiyor. Ondan razı ol."
[1079]
805. Vâil bin Hücr (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullahın (s.a.v.)
zuhuru bize ulaşınca kavmimin elçisi olarak ona gelmek üzere yola çıktım.
Medine'ye geldiğimde Resûlullah ile buluşmadan önce Ashabı ile karşılaştım.
Onlar bana, "Sen yanımıza gelmeden üç gün önce, Resûlullah (s.a.v.) seni
bize müjdeledi. 'Vâil bin Hücr size geliyor' buyurdu" dediler. Sonra
Resûlullah ile karşılaştım. Bana,
"Hoş
geldin"
dedi.
Beni kendine yakın
oturttu, abasını oturmam için yere serdi. Sonra insanların toplanmasını emretti.
Halk toplandığında minbere çıktı, ben biraz aşağısında bulunuyordum. Sonra
Allah'a hamd etti ve şöyle buyurdu:
"Ey insanlar!
Bu, Vâil bin Hücr'dür. Uzak beldelerden, Hadramevt'ten size geldi. Kendisini
bir zorlayan olmadan, itaat ederek geldi. Kendisi kral oğullarının
kalanlarındandı.
"Ey İbni Hücr!
Allah seni ve oğullarını mübarek kılsın."
Sonra minberden indi,
beni de indirdi. Medine'nin uzakça bir yerinde misafir edilmemi Muâviye bin
Ebî Süfyan'a emretti.
Ben çıktım, o da benimle
beraber çıktı. Biz beraberce yolda giderken Muâviye bana, "Ey Vâil, kızgın
yol üzerinde yalın ayak yürümek ayağımı yakıp kavurdu. Ayakkabını bana ver.
Güneşin sıcağından onunla korunayım" dedi.
Ben "Sen
kralların giydiklerini giyebilecek kişilerden değilsin! Onu sana emaneten de
olsa vermekten hoşlanmam" dedim.
Muâviye, "Ey
Vâil, kızgın yol üzerinde yalın ayak yürümek ayağımı yakıp kavurdu. Beni
terkine alsan iyi olur" dedi.
Vâil, "Deveme
acıdığımdan seni terkime almak istemiyor değilim. Fakat sen hükümdarların
soyundan olmadığın için seni terkime almayı kendime yakıştıramam" dedi.
Muâviye, "Öyle
ise ayakkabım bana ver, güneşin sıcağından onunla korunayım" dedi
Vâil, "Sen
kralların giydiklerini giyebilecek kişilerden değilsin! Onu sana emaneten de
olsa vermekten hoşlanmam."
Kavmimin yanına dönmek
istediğimde Resûlullah (s.a.v.) benim için üç mektup yazılmasını emretti.
Bunlardan biri bana özeldi. Birini benim ve ailem için, diğerini de benim ve
kavmim için yazdı.
Benim için olana
şunlar yazılıydı:
"Bismillâhirrahmânirrahim.
Allah'ın Resulü Muhammed'den, Muhacir bin Ebî Ümeyye'ye.
"Vâil
Hadramevt'in neresinde olursa olsun, bütün krallar üzerine âmir ve reis
olacaktır."
Benim ve ailem
hakkında yazdığı mektubta da şu vardı:
"Bismillâhirrahmânirrahim.
Allah'ın Resulü Muhammed'den, Vâil bin Hücr ve Hadramevt'teki bütün krallara.
Onlar namazı
kılacaklar ve zekâtı vereceklerdir.
Değiş tokuş
yoluyla, mehirsiz olarak evlendirme yoktur.
Onlar Müslümanların
askerî birliklerine yardım etmek ve her on kişi için bir dağarcık hurma vermekle
mükelleftirler.
Ekini yetişmeden
satan kişi faiz yemiş olur.
"Her sarhoş
edici şey haramdır."
Muâviye İslâm
devletinin halifesi olduğunda Kureyş'ten Büsr bin Ebî Ertat isimli birini
komutan tayin ederek, ona şu emri verdi:
"Şam sınırını
geçtikten sonra Medine'ye varıncaya kadar bana bîat etmeyen kime rastlarsan
öldür. Medine'ye varınca da bana bîat etmeyenleri sağ bırakma. Sonra
Hadramevt'e yönel. Bana bîat etmeyeni öldür. Eğer orada Vâil bin Hücr'ü sağ
olarak yakalarsan, onu bana getir."
[Komutan kendisine
emredileni yaptı] Vâil bin Hücr'ü de Muâviye'ye götürdü.
Muâviye adamlarını
beni karşılamaya çıkardı. Yanına girdiğimde beni kendi tahtı üzerine oturtarak,
"Benim bu tahtım mı daha üstündür, yoksa senin devenin sırtı mı?"
dedi.
Ben ona şöyle dedim:
"Ey Mü'minlerin
emiri! Ben o zaman daha yeni Müslüman olmuştum.Câhiliyet ve küfürden daha yeni
kurtulmuştum. Benim yaptığım hareket, bir câhiliyye hareketi idi. Senin
yaptığın ise İslama uygun harekettir."
Muâviye:
"Peki. Bu tamam.
Osman (r.a.) seni sırdaş edindiği ve senin yakının olan bir kadınla evlendiği
halde sen bize niçin yardım etmiyorsun?"
"Çünkü sen,
Osman'a senden daha yakın olan biri ile savaştın" dedim.
O, "Senin dediğin
Osman'a nasıl benden daha yakın olur. Ben neseben Osman'a ondan daha yakınım"
dedi.
Ben, "Hz.
Peygamber (s.a.v.) Ali ile Osman arasında kardeşlik kurmuştu. Kardeş amca
oğlundan daha yakındır. Kaldı ki, din uğruna vatanını bırakıp hicret eden biri
ile savaşmam" dedim.
O, "Biz de hicret
etmedik mi?" dedi.
Ben, "Biz de her
ikinize karşı tarafsız kalmadık mı? Ayrıca benim tarafsız kalmamın bir sebebi
daha var. Bir gün Peygamber Efendimizin huzurunda bulunuyorduk. Cemaat
alabildiğine çoktu. Hz. Peygamber (s.a.v.) başını doğu tarafına çevirdikten
sonra, önüne eğdi ve şöyle buyurdu:
"Size karanlık
gecelerin parçaları gibi bir takım karışıklıklar gelmektedir."
Resûlullah (s.a.v.) bu
fitnelerin hemen geleceğinden, şiddetinden ve çirkinliğinden bahsetti.
Ben, "Yâ Resûlallah,
o fitneler nedir?" diye sordum.
Resûlullah,
"Ey Vâil, İslâmiyette
iki kılıç karşılaştığında sen ikisinden de uzak dur" buyurdu.
Muâviye, "Sen
Şiîleşmişsin"[1080]
dedi.
Ben,
"Aksine. Ben
Şiîleşmedim. Fakat Müslümanlar ve Müslümanlık için iyilik isteyen biriyim"
dedim.
Muâviye, "Eğer ben
bunu daha önce işitmiş olsaydım seni getirtmezdim" dedi.
"Osman şehid
edildiğinde Muhammed bin Mesleme'nin Kılıcını taşa vurup kırdığını işitmedin
mi?" dedim.
Muâviye, "Onlar
bize karşı gelenlerdi" dedi. Peki Resûlullahın şu sözüne ne dersin:
"Kim Ensarı severse
beni sevdiği için onları sevmiştir ve kim Ensara düşmanlık ederse, bana
düşmanlık ettiği için düşmanlık etmiştir."
Muâviye, "Oturmak
için kendine bir yer seç. Sen artık Hadramevt'e dönemezsin" dedi.
"Benim kabilem
Şam'da, ailem de Kûfe'dedir" dedim.
Muâviye,
"Ailenden bir adam, kabilenden on ferde bedeldir" dedi.
"Ben Hadremevt'i
sevdiğim için dönmedim. Aslında bir kimse bir yerden hicret ettikten sonra,
oraya tekrar dönmesi için bir sebep bulunmazsa, bir daha oraya dönmez"
dedim.
Muâviye, "Bir
daha oraya dönmen için sebep nedir?" dedi.
"Hz. Peygamberin
(s.a.v.) fitneler hakkındaki sözüdür. Çünkü siz ihtilaf halinde iken sizden
ayrı duracağız. Birleştiğiniz zaman sizinle beraber oluruz. İşte sebep
budur" dedim.
Muâviye, "Söni
Küfe valiliğine atadım. Hemen oraya git" dedi.
"Ben Allah'ın
Peygamberinden sonra hiç kimseden vazife almam. Sen bilmiyor musun ki, Ebû
Bekir de bana vazife teklif etti, kabul etmedim. Ömer teklif etti, kabul
etmedim.
Osman teklif etti,
kabul etmedim. Bununla beraber, ben hepsine bîat ettim. Bizim taraftaki halk
dinden döndükleri zaman, Ebû Bekir'den bana mektup geldi, üzerimde resmî bir
vazife bulunmadığı halde, Cenâb-ı Allah onları tekrar İslâmiyete döndürünceye
kadar çalıştım" dedim.
Muâviye, Abdurrahman
bin Hakem'i çağırdı ve ona, "Seni Küfe valiliğine atadım. Hemen vazifenin
başına git. Vâil'i de beraberinde götür. Orada lazım gelen yardım ve himmeti
ondan esirgeme" dedi.
Abdurrahman, "Ey
Mü'minlerin emiri, sen benim hakkımda kötü zanda bulundun. Bana Resûlullahın,
Ebû Bekir'in, Ömer'in, Osman'ın ve senin kendisine hürmet ettiğinizi gördüğüm
bir kimseye yardım ve hizmet etmemi emretmenize gerek var mı?" dedi.
Muâviye onun bu
sözünden hoşlandı. Bundan sonra Abdurrahman ile Kûfe'ye gittim ve çok geçmeden
Abdurrahman, Kûfe'de vefat etti.[1081]
İzah
Vâil bin Hucr'un
(r.a.) babası Yemen krallarındandı. Müslüman olmadan önce taptığı, secde
ettiği bir putu vardı. Bir gün onun yanında yatıp uyurken nereden geldiğini
bilmediği korkunç bir ses işitti. Bu ses ona insana hiçbir zararı veya yararı
dokunmayan bir taş parçasına tapınmayı bırakmasını, hemen Medine'ye giderek,
oruç tutanların, namaz kılanların dinine, peygamberlerin hayırlısı olan Hz.
Muhammed'in (s.a.v.) dinine girmesini ikaz etti.
Vâil kalkıp puta secde
etti. Put yüzü üzerine düştü. Vâil de onu kırdı. Sonra da Medine'nin yolunu
tuttu.[1082] Hadisenin sonrası
yukarıdaki hadiste anlatılmaktadır.
Peygamberimizin Hz.
Vâil için yazdığı mektupta değiş tokuş yoluyla mehirsiz olarak evlendirmenin
(sigar nikahı) olmadığı bildirilmektedir. Bu evlilikle ilgili açıklamayı 306
numaralı hadiste yaptığımızdan oraya havale ediyoruz.
Yine aynı mektupta
"Ekini yetişmeden satan kişi faiz yemiş olur" şeklinde bir hüküm
geçmektedir. Çünkü satılan ekin yetişmeden hasattan önce bir âfete maruz
kalabilir. Bu durumda alınan para helal olmaz. Bununla ilgili bir hadis de
şöyledir:
Resülullah (s.a.v.)
ağaç üzerindeki meyveyi kemal buluncaya kadar satmayı yasaklamıştı. Orada
bulunanlar, "Kemâl bulmak nedir, yâ Resülullah?" diye sordular.
Peygamberimiz şöyle buyurdu:
"Kızarması ve sararmasıdır.
Allah meyveyi vermezse din kardeşinin parasını kendine ne ile helâl
kılacaksın?"[1083]
Hadiste üç mektuptan
söz ediliyor, fakat bunlardan ikisi yer alıyor. Üçüncü mektup Vâil'in (r.a.)
"Yâ Resûlallah! Müslüman olmadan önce sahip bulunduğum Hımyer ve Hadremevt
krallarının da şahit olduğu arazim hakkında da benim için bir yazı yaz!"
isteği üzerine yazılmıştır ve şöyledir:
"Bu, Muhammed
Peygamberin Hadramevt kralı Vâil'e yazısıdır. İşte sen Müslüman oldun. Sahip
bulunduğun araziyi ve hisarları yine senin mülküne verdim. Senden mahsûlün
onda biri vergi olarak alınacaktır. Bu işe adaletli bir iki kişi bakacaktır.
Din durdukça bu hususta haksızlık yapılmayacağını sana temin ederim. Peygamber
ve mü'minler bu işte yardımcıdırlar."[1084]
Muâviye Vâil bin Hücr'ü kendi
tahtı üzerine oturtarak, "Benim bu tahtım mı daha üstündür, yoksa senin
devenin sırtı mı?" sözü ile seneler önce aralarında geçen hadiseyi
hatırlatmak istemiştir.
Muhammed bin Mesleme'nin
(r.a.) kılıcını taşa vurup kırması ile ilgili olarak 280; Hz. Ebû Bekir
döneminde bâzılarının dinden dönmesi ile ilgili olarak da 721 numaralı
hadislere bakınız.[1085]
806. Ebu Mûsâ el-Eş'arî (r.a.) rivayet ediyor:
Resülullah (s.a.v.)
bana,
"Ey Ebû Mûsâ,
sana Cennet hazinelerinden bir hazine söyleyeyim mi?" buyurdu.
Ben, "Söyle yâ
Resûlallah" dedim.
"Şöyle
de: "Lâ havle velâ kuvvete illâ
billah=Güç ve kuvvet ancak Allah'ın kudreti iledir."[1086]
İzah
Tirmizi'de bu hadis
şöyledir:
"Peygamber ile
birlikte bir gazada idik. Döndüğümüz vakit Medine'yi gördüğümüzde Müslümanlar
seslerini yükselterek bir tekbir getirdiler. Bunun üzerine Resülullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Sizin
Rabbiniz sağır değil, hazır olmayan da değildir."
Hadisin devamı
yukarıdaki gibidir. Bu hadis, mü'minlere duâ adabını öğretmektedir.[1087]
807. Enes (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Her kim Müslüman
kardeşini sevindirmek için onu sevdiği bir şeyle karşılarsa, Allah da onu
kıyamet günü sevindirir."[1088]
808. Abdullah bin Abbas (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu rivayet ediyor:
"Bir köle Allah'a ve
efendilerine itaat ederse, Allah onu efendilerinden önce Cennete kor.
Efendisi, "Ya
Rabbi, bu dünyada iken benim kölemdi" der.
Allah, "Onu
kendi ameline göre, seni de kendi ameline göre mükâfatlandırdım"
buyurur."[1089]
809. Üsâme bin Zeyd (r.a.) rivayet ediyor:
"Kim kendisine yapılan
bir iyiliğe karşı, "Cezâkellâhü hayran=Allah seni dünya ve ahirette
hayırla mükâfatlandırsın" derse, iyilik yapana karşı övgünün en güzelini
yapmış olur."[1090]
İzah
Tirmizî'de bu hadisten
başka bir rivayetinde de Peygamberimiz (s.a.v.), kendisine yapılan iyiliğe
verecek maddî karşılık bulunamayan kimsenin ona karşılık iyilik yapana duâ
etmesini istemiştir. Bunu yapanın iyiliğe karşı teşekkür etmiş; yapmayanın ise
yapılan iyiliğe küfrân-ı nimet (saygısızlık) etmiş olacağını bildirmiştir.[1091]
810. Muâz bin Cebel (r.a.) rivayet ediyor:
"İhtiyaç duyduğunuz
bir şeyi gerçekleştirirken onu gizli tutmakla yardım isteyiniz. Çünkü her nimet
sahibine hased edilir."[1092]
İzah
Gıpta duygusunun kötüye
kullanılması demek olan hased, dinimizce istenilmeyen bir duygudur. Bununla
beraber, çoğu insanda bu duygu maalesef vardır. Bunun içindir ki, sevgili Peygamberimiz,
yukarıdaki hadislerinde mühim bir işe teşebbüs eden kimsenin bunu herkese
yaymamasını tavsiye etmekte, böyle yapmanın o işte muvaffakiyete yardımcı
olacağına dikkat çekmektedir. Meselâ bir kimse yapmayı düşündüğü faydalı bir
işi olur olmaz yerde yaysa, onun başarılı olmasını istemeyen hasetçiler buna
engel olmak için harekete geçerler.
Evet, hadiste de dikkat
çekildiği gibi, her nimet sahibine hased edileceğinden, bir planı olan kimse
onu güvendiği veya istişare etmeyi faydalı bulduğu kimselerden başkasına
açmamalıdır. Böyle yapması, o işin gerçekleşmesi için kendisine büyük ölçüde
yardımcı olacaktır.[1093]
811. Abdullah bin Zeyd (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.)
yağmur duası yaparken elbisesini ters çevirirdi.[1094]
812. Câbir bin Semûre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.) sabah
namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar Allah'ı zikrederdi.
782 numaralı hadise
bakınız.[1095]
813. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah, insanların
daha önce benzerini hiç duymadıkları şekilde duâ etti. Yine insanların daha
önce hiç duymadığı şekilde bâzı şeylerden Allah'a sığındı. Oradakilerden
bâzıları, "Ey Allah'ın Resulü, biz senin daha önce hiç duymadığımız
şekilde duâ ettiğini işittik?" dediler.
Resûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Şöyle deyin:
'Allah'ım, kulun ve resulün Muhammed Senden ne istedi ise biz de Senden onu
istiyoruz. Kulun ve resulün Muhammed nelerin şerrinden Sana sığınıyorsa, biz de
onların şerrinden Sana sığınıyoruz."[1096]
814. Ebû Katâde (r.a.) rivayet ediyor:
Bedir Savaşı gecesinde
Resûlullahı bekledim. Resûlullah (s.a.v.)
"Allah'ım, bu
gece o Senin peygamberini nasıl korudu ise, Sen de Ebû Katâde'yi koru" diye duâ etti.[1097]
İzah
Müsned'de bu duanın
Bedir Savaşında değil, bir sefer esnasında yapıldığı bildirilmektedir.
Bu hadiste ve 814,
815. hadislerde bahsi geçen Ebû Katâde (r.a.), "Resûlullahın
süvarisi" unvanıyla anılıyordu. Bir sonraki hadisin izahında
anlatacağımız, Gabe Zü Gared gazasında çok büyük kahramanlık göstererek,
Peygamberimizin iltifatını kazandı. Yukarıdaki hadiste de onun Bedir Savaşı
esnasında kendisine koruyuculuk yaptığı için Resûlullahın duasına mazhar
olduğunu görüyoruz. Hadise şöyle olmuştu:
Bir sefer esnasında
Resûlullah (s.a.v.) Sahabîlere,
"Yarın su
bulamazsınız, susuzluk çekersiniz"
buyurarak, onlara
tedbir almalarını hatırlatmıştı. Bunun üzerine Sahabîler su aramaya çıktılar.
Ebû Katâde ise Resûlullahın (s.a.v.) yanından ayrılmadı
Gece idi. Bir ara
Peygamber Efendimiz devesinin üzerinde uyudu, düşecek gibi'oldu. Ebû Katâde
(r.a.) Resûllullahın yanına geldi ve onu doğrulttu. Sonra da gözünü ondan hiç
ayırmadan
başında nöbet tuttu. Peygamberimiz yine sendeledi. Ebû
Katâde (r.a.) hemen yetişti, tuttu. Bu arada Resûlullah (s.a.v.) uyanmıştı.
"Kimsiniz?" diye sordu.
Ebû Katâde kendisini
tanıtınca da şöyle duâ etti:
"Sen Resûlullahı
koruduğun gibi, Allah da seni korusun."[1098]
815. Ebû Katâde (r.a.) rivayet ediyor:
Müşrikler Resûlullahın
develerini ele geçirdiklerinde atıma bindim, onlara yetiştim ve Mes'ade'yi
öldürdüm. Resûlullah beni gördüğünde yüzü seviçliydi. Üç defa,
"Allah'ım onu
bağışla" buyurdu ve Mes'ade'nin
atını ve silahını bana hediye etti.[1099]
İzah
Peygamberimizin
sağılır durumda yirmi devesi vardı. Bunlar Gabe'de otlatılmakta iken Gatafan ve
Fezârîlerden kırk atlı baskın yaparak çobanı şehit ettiler, develeri de alıp
götürdüler. Bunu haber alan Peygamberimiz ve Sahabîler derhal harekete
geçtiler. Bunlardan biri de Ebû Katâde (r.a.) idi. Atına bindiği gibi, müşrikleri
takibe koyuldu. Onlara yetişti ve hadiste de ifâde edildiği gibi, reisleri Mes'ade'yi
öldürdü. Sonra da diğerlerine saldırdı. Bir kaçını yaraladı ve onları bozguna
uğrattı. Bu arada diğer Sahabîler de yetiştiler. Neticede develerden on tanesi
kurtarıldı.
Peygamberimiz Ebû
Katâde'ye (r.a.) bu kahramanlığı sebebiyle "Allah'ım, onu bağışla"
diye duâ etti. Ayrıca,
"Allah'ım,
onun saçına ve derisine bereket ver. Onu zinde yaşat ve muradına erdir"
buyurdu.
Sonra da yüzünde bir
yara izi gördü, mübarek ağız suyunu sürdüğünde yara iyileşti. Resûlullah
(s.a.v.) onun öldürdüğü Mes'ade'nin eşyalarını kendisine verdi. Mücâhitler
Medine'ye dönerlerken Resûlullah (s.a.v.) ona bir iltifatta daha bulundu. Şöyle
buyurdu:[1100]
816. Ebû Katâde (r.a.) rivayet ediyor:
"Bu gün
süvarilerimizin hayırlısı Ebû Katâde, yayalarımızın hayırlısı da, Seleme bin Ekvâ
olmuştur."
İzah
Ebû Katâde (r.a.),
Hicretin 54. yılında, Medine'de vefat etti. Peygamberimizin (s.a.v.),
"Allah'ım,
onun saçına ve derisine bereket ver. Onu zinde yaşat ve muradına erdir"
duasının bereketiyle on
beş yaşında gibi zinde ve dinç idi. Saçı da ağarmamıştı.
Yukarıdaki hadiste
"piyadelerin hayırlısı" diye iltifat edilen Seleme bin Ekvâ da
(r.a.) yine meşhur bir Sahabîdir. Aynı hadisede o da çok büyük kahramanlıklar
göstermişti. Hz. Seleme, her sabah develerden Resûlullaha süt götürürdü. Yine
bu maksatla develerin otlatıldığı yere geldiğinde durumu öğrendi ve
Seniyetü'l-Vedâ tepesine çıkarak etrafa bir baktı. Müşriklerden bâzıları hala
görünüyordu. Medine'ye doğru yöneldi ve "Baskına uğradık! Yetişin, baskın
var, savaş var!" diye bağırdı. Sonra da baskıncıları takip etmeye
başladı. Yaya olduğu halde onlara yetişti ve üzerlerine ok yağdırmaya başladı.
Bir yandan da, "Ben Ekvâ'nın oğluyum! Bugün alçakların öleceği
gündür" diye haykırıyordu.
Onlardan birkaçını
öldürdü. Öyleki bâzıları develeri bırakarak kaçmak zorunda kaldı.[1101]
817. Ebû Katâde (r.a.) rivayet ediyor:
"Cihad, Cuma namazı
ve cenazenin peşinden gitmek kadınlar için değildir."[1102]
İzah
Hadis, kadınlara
cihadın farz olmadığını ifâde etmektedir. Bununla beraber, ihtiyaç olduğunda
kadınlar yaralılara bakmak ve geri hizmetinde bulunmak üzere cihada
katılabilirler. Nitekim Asr-ı saadette pekçok kadın bu gaye ile cihada
katılmışlardır. 224 nolu hadise ve izahına da bakınız.
Hadiste, kadınlara
farz olmadığına dikkat çekilen ikinci husus, Cuma namazıdır. Bâzı kimseler,
Cuma namazını emreden,
"Ey iman edenler! Cuma
günü namaz için ezan okunduğunda alış verişi bırakın ve Allah'ın zikrine
koşun. Eğer bilseniz bu sizin için daha hayırlıdır"[1103]
âyetinin umumu
olduğunu söyleyerek, Cuma namazının kadınlara da farz olduğunu
söyleyebiliyorlar. Ancak Kur'ân'ın en büyük müfessiri olan Peygamberimiz, gerek
yukarıdaki hadiste, gerekse başka hadislerinde kadınlara Cuma namazının farz
olmadığını bildirmiştir. Meselâ bu hadislerden birisi şu mealdedir:
"Köle, kadın, çocuk ve
hastanın dışında, bütün Müslümanların cemaatla Cuma namazı kılmaları
farzdır."[1104]
Evet, Ehl-i Sünnetin
dört mezhebine göre de kadınların Cuma namazı kılmaları farz değildir. Bununla
beraber, şayet Cuma namazını kılarlarsa, o günün öğle namazını kılmaları
gerekmez. Cuma namazı o günün öğle namazı yerine geçer.[1105]
Kadına farz olmayan
üçüncü husus, cenaze peşinde gitmektir. Bu durum erkekler için sevap vesilesi
olurken, kadınlar için günah sebebidir.[1106]
[1] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/19.
[2] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/19.
[3] Tirmizî, Birr: 55; Darimi
Rikak: 47. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/19-20.
[4] Hûd: 11/114.
[5] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/20-21.
[6] Bakara: 2/284.
[7] Bakara: 2/284.
[8] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/22.
[9] Bakara Sûresinin 284. ayeti
nâzil olduğunda Resûlullahın huzuruna çıkanlar arasında Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer
gibi büyük Sahabîler de vardı.
[10] Müslim. İman; 199- 200.
[11] Bakara: 2/285.
[12] Bakara: 2/286.
[13] Taberânî, el-Mü'cemü'l-Evsat,
10:141, 142 (9300.)
[14] Buhâri, Eyman: 15, Itk: 6,
Talak: 11: Müslim, İman: 201; Ebû Dâvud: I5; Nesâî, Talak: 22 Tirmizî, Talak:
8: İbni Mâce, Talak: 14.
[15] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/22-25.
[16] Tirmizî, Hudûd: 9; Müslim,
Hudûd: 24. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/25-26.
[17] Müslim, Hudûd: 23.
[18] Müslim, Hudûd: 16-17, 22.
[19] İbni Mâce, Hudud: 5; Ebû
Dâvud, Salat: 114.
[20] İbni Mâce, Hudud: 3.
[21] Müslim, Hudud: 41.
[22] Tirmizî, Hudud: 12. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/26-29.
[23] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/29-30.
[24] Fetih: 48/10.
[25] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/30-31.
[26] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/31-33.
[27] El-Bidâye, 4:71.
[28] El-Bidâye, 4:73.
[29] Tabakât, 3:514; Müstedrek,
2:121 (2525); Üsdü'l-Gâbe, 1:395. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/33-34.
[30] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/34.
[31] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/35.
[32] Buhâri, Cihad: 56; Müslim,
Cihad: 120, 121; Muvatta, Cihad: 48. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/35.
[33] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/35.
[34] Mu'cemü'l-Evsai, 6:98
(4182.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/36.
[35] Müslim, İman: 259.
[36] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/36-37.
[37] Mümtehine: 60/12.
[38] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/37.
[39] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/37-39.
[40] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/39.
[41] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/39.
[42] Nesâî, Hayl: 8; Müslim,
İmâre: 169.
[43] Müslim. İmâre: 167. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/40.
[44] Buhari, Salat: 52, Ezan: 81;
Müslim, Müşâfirîn: 26; Nesâî, Kıyâmü'l-Leyl; İbni Mâce, İkâme: 150. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/40-41.
[45] Ebû Dâvud, Salât: 198;
Buhari, Salât: 5; Müslim, Müsâfîrin: 208.
[46] Ebu Dâvud, Salât; 199.
[47] Müslim, Musâfirîn:105;
Tirmizî, Salât: 158; Ebû Dâvud, Tatavvu: 1.
[48] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/41-42.
[49] İbni Mâce, Zühd: 3; Tirmizi
Zühd: 15. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/42.
[50] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/43.
[51] Ebû Dûvud, Salat: 16;
Tirmizi Sevâbü'l-Kur'ân: 19. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/43.
[52] Zîlzal: 99/7.
[53] Zilzal: 99/8. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/43-44.
[54] Buharî, Fezâil-i Kur'ân: 23;
Müslim, Müsâfirîn: 228; Nesâî, İftitah: 37.
[55] Tirmizi Birr: 62; Ebû Dâvud,
Edeb: 8.
[56] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/44-45.
[57] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/45-46.
[58] Buhari, Vudu: 11; Müslim,
Tahare: 59; Ebû Dâvud, Tahâre: 4. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/46.
[59] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/46-47.
[60] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/47-48.
[61] Buhari, Fiten: 60; Müsned,
428 (8280.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/48.
[62] Mektubat, s. 112.
[63] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/48-49.
[64] Ebû Dâvud, Zekât: 5. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/49.
[65] Ebu Dâvud, Zekât: 5; Neseî,
Zekât: 12.
[66] Ebu Dâvud, Zekât: 5; Müsned,
5:142.
[67] Ebû Dâvud, Zekât: 18; İbni
Mâce, Zekât: 19
[68] Bakara: 2/267.
[69] Buhari, İmân: 14, Edeb: 42;
Müslim, İman: 67, 68; Tirmizî, İman: 10; Nesâî, İman: 3; İbni Mâce, Fiten: 23.
[70] Câmiü's-Sagîr; 3:557. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/50-52.
[71] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/52-53.
[72] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/53-54.
[73] Mu'cemü'l-Evsat, 7:196
(6376.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/54-55.
[74] Hacc: 22/78.
[75] Müslim, Selâm: 69.
[76] Tirmizî, Tıb: 21.
[77] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/55-57.
[78] En'âm: 4/159.
[79] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/58. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme
ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/59.
[80] Suyutî, Câmiü'l-Kebîr, 9:193
(27978.)
[81] İbni Mâce, Mukaddime: 7.
[82] Câmiü's-Sagir, 2:200.
[83] İbni Mâce, Mukaddime: 7.
[84] Camiü's-Sagir, 1:439. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/58-59.
[85] Buhari, Edeb: 50; Müslim,
İman: 169; Ebu Dâvud, Edeb: 33; Tirmizi, Birr. 79. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/59.
[86] Kalem: 68/10-12.
[87] Tirmizî Menakıb: (3893) Ebu
Dâvud, Edeb: 33.
[88] Dakaiku'l-Ahbar fi
zikri'I-Cenneti ve'n-nâr, s. 25.
[89] Hucurât: 49/6.
[90] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/59-61.
[91] Nesâî, Cuma: 41, Mevâkit:
30; Müslim, Mesacid: 161; Tirmizî, Cuma: 25; Ebû Dâvud, Salât: 233. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/61.
[92] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/61-62.
[93] el-Mu'cemü'l-Evsat, 5:107
(4202.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/62.
[94] Tirmizî, Diyat: 8.
[95] Mâide: 5/32.
[96] Beyhakî, Sünen, 9:42.
[97] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/63.
[98] İbni Mâce, Eşribe: 2;
el-Mu'cemü'l-evsat, 5:108 (4203.) İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/63-64.
[99] İbni Mâce, Eşribe: 3.
[100] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/64.
[101] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/64-65.
[102] Tirmizî, Menakıb, (3764)
[103] Nesâî, Kasâme: 21.
[104] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/65-66.
[105] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/66-67.
[106] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/67.
[107] Bakara: 2/203.
[108] Müslim, Hacc: 43; İbni Mâce,
Menasik: 56
[109] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/67-68.
[110] Buhâri, Mezâlim: 4; Müslim,
Birr ve's-Sıla: 62; Tirmizî, Fiten: 68.
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 2/68.
[111] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/68-69.
[112] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/69.
[113] Buharı, İlim: 4, Edeb: 79;
Müslim, Sıfatü'I-Münâfıkın: 64. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/69.
[114] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/69-71.
[115] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/71.
[116] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/71-73.
[117] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/73.
[118] Müslim, Münâfikîn: 16;
Nesaî, İman: 31; Müsned, 2:44 (4873.) İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/73.
[119] Bakara: 2/8-9-14.
[120] Nisa: 4/145. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/74.
[121] İbni Mâce, Libas: 6;
Tirmizî, Libas: 9; Nesâî, Zînet: 106; Ebû Dâvud, Libas: 40. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/74.
[122] Lokman: 31/18.
[123] Heysemî, Mecmaü'z-Zevâid:
10;334.
[124] Buhari, Libas: 5, Fezâilü
Ashab: 5, Edeb: 55; Müslim, Libas: 45; Ebû Dâvud, Libas: 28; Nesâî, Zînet: 102,
105.
[125] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/75-76.
[126] Kehf: 18/39. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/76.
[127] İbni Mâce, Tıb: 32.
[128] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/76-77.
[129] Buhari, Selem: 1, 2, 7; İbni
Mâce, Ticâret: 59; Ebû Dâvud, Büyü: .57; Tirmizî, Büyü; 68; Müslim, Musakât:
127, 128; Nesâî, Büyü: 6. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/77-78.
[130] Buhârî, Selem: 1; İbni Mâce,
Ticâret: 61.
[131] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/78.
[132] Tirmizî, Birri: 51. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/78-79.
[133] Buhârî, Cenâiz: 97; Ebû
Dâvud, Edeb: 50 Nesâî, Cenâiz: 51
[134] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/79.
[135] Mu'cemü'l-Evsat,
5:145(4276.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/79.
[136] Câmiü's-Sagir, 13:462.
[137] Mecmaü'z-Zevaid, 1:126.
[138] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/80.
[139] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/81.
[140] el-Mu'cemü'l-Evsat, 5:186
(4361.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/81.
[141] Buhâri, Edeb: 114; Müslim,
Adâb: 20; el-Mu'cemü'l-evsat, 5:186. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/81.
[142] Müslim, Adâb: 21.
[143] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/82.
[144] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/82.
[145] Camius-Sagir, 1:115.
[146] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/82-83.
[147] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/83.
[148] Câmiü's-Sagir, 4:69.
[149] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/83.
[150] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/84-85.
[151] Kehf: 18/77-82. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/85-86.
[152] Al-i İmran: 3/102.
[153] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/86-87.
[154] İbni Hişam, Sire, 2:204,
205.
[155] Al-i İmran: 3/100-103.
[156] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/87-90.
[157] Tirmizî, Salat: 163; Ebû
Dâvud, Salat: 56; Dârimî, Salat: 97; Nesâî, İmame: 54; Müsned, 4:219 (17442.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/90-92.
[158] Dârekutnî, Sünen, 1:321
(1526); Ebû Dâvud, Salat: 56.
[159] Ebû Dâvud, Salat: 56.
[160] Muvatta, Salâtü'I-Cema'a: 9.
[161] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/92-93.
[162] Müslim, Mesâcid: 238-240;
Ebû Dâvud, Salât: 10; İbni Mâce, İkamet: 150; Müsned, 5:217 (21467); Dârimî,
Salat: 25; Tirmizî, Mevakît: 17; Nesâî, İmâme: 55. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/93-94.
[163] Cin: 72/26-27.
[164] Müslim, Mesâcid: 233.
[165] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/94-95.
[166] el-Mu'cemü'l-evsat, 5:213
(4419.)
[167] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/95.
[168] Ebû Dâvud, Salât: 55;
Tirmizî, Mevâkît: 58; Dârekutnî, 1:223 (1069); Müsned, 3:57 (11394.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/95-96.
[169] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/96.
[170] Mu'cemü'l-Evsat, 5:217
(4431.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/96-97.
[171] Mu'cemü's-Sagîr, 1:221.
[172] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/97-98.
[173] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/98.
[174] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/98-99.
[175] el-Mu'cemu'l-evsat, 223
(4441) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/99.
[176] Camiü's-Sagîr, 2:340.
[177] Cuma: 62/8.
[178] Ankebut: 29/60.
[179] İbni Mâce, Ticâret: 2.
[180] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/99-101.
[181] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/101.
[182] Buhârî, Hacc: 170; Müslim,
İmâre: 179. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/101-102.
[183] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/102.
[184] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/102.
[185] Ebû Dâvud, Sünnet: 17.
[186] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/102-103.
[187] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/103.
[188] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/103-104.
[189] Fetih: 48/29.
[190] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/104.
[191] Buhârî, Vudu: 3; Müslim,
Tahare: 34; Tirmizî, Cum'a: 74; İbni Mâce: Tahare: 6. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/104.
[192] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/105.
[193] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/105.
[194] Müslim, Siyam: 21; Buhari,
Savm: 14; İbni Mâce, Siyam: 5; Ebû
Dâvud, Siyam: 7.
[195] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/106.
[196] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/107.
[197] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/107.
[198] Hadîd: 57/27.
[199] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/108-110.
[200] Müslim, Birr: 37; Tirmizi,
Zühd: 53.
[201] Ebû Dâvud, Büyü: 40.
[202] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.
155.
[203] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/110-114.
[204] Tirmizi Fiten: 72 (Hadisin
birinci kısmı için) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/114-115.
[205] Müslim, Birr ve's-Sıla: 1;
İbni Mâce, Edeb: 1. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/115-116.
[206] İsrâ: 17/23-24.
[207] Mektûhat, s. 266, 267.
[208] İbni Mâce, Edeb: 1.
[209] Müslim, Birr: 9.
[210] Lokman: 31/14.
[211] Ankebut: 29/8.
[212] Mektûbat, s. 268. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/116-119.
[213] Buhari, Şehadât: 19, 23;
Müslim, îman: 220; Ebû Dâvud, İman: 1.
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 2/119.
[214] Müslim, Nikâh: 35; Tirmizi,
Nikâh: 30; İbni Mâce, Nikâh:3I. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/119-120.
[215] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/120-121.
[216] İbni Mâce, Cenâiz: 55;
Müslim, Cenâiz: 7. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/121-122.
[217] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/122.
[218] Buhari, Edeb: 60; Müslim,
Zühd: 52. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/122-123.
[219] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/123.
[220] İsrâ: 17/44.
[221] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/123-124.
[222] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/124.
[223] Buhari, Ezan: 18; Müslim,
Misâfirîn: 22; Ebü Dâvud, Salât: 26. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/124.
[224] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/124-125.
[225] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/125.
[226] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/125-126.
[227] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/126.
[228] Buhari, Ezan: 145; Ebû
Dâvud, Salat: 176, 180.
[229] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/126-127.
[230] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/127.
[231] Tûr: 52/21.
[232] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/127-128.
[233] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/128-129.
[234] İmam Mâlik, Muvatta, Oruç:
22.
[235] Tirmizî, Savm: 41; Nesaî,
Siyam: 70.
[236] Buhari, Savm: 63; Müslim,
Siyam: 147; Ebû Dâvud, Siyam: 51.
[237] Buhâri, Savm: 63; Ebû Dâvud,
Siyam; 53.
[238] Sünen-i Ebû Dâvud Terceme ve
Şerhi, 9:316.
[239] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/129-130.
[240] el-Mu'cemü'l-evsat, 5:258
(4508.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/131.
[241] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/131.
[242] Buhari, İstikraz: 12,
Havâlât: 1, 2; Müslim, Musakât: 33; İbni Mâce, Sadaka: 8; Muvatta, Büyü: 84;
Ebû Dâvud, Büyü: 10; Tirmizî, Büyü: 10; Nesâî, Büyü: 101. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/131.
[243] Bakara: 2/280.
[244] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/132.
[245] el-Mu'cemül-evsat, 2:497
(1858.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/132.
[246] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/133.
[247] Müslim, Hayız: 74; Ebû
Dâvud, Hamam: 3; Tirmizi Edeb: 39. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/133.
[248] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/133-134.
[249] İbni Mâce, Fiten: 12;
Tirmizi Zühd: Türk 2422. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/134.
[250] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/134-135.
[251] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/135-136.
[252] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/136-137.
[253] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/137.
[254] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/137-138.
[255] Müsned, 2:208 (6442.)
[256] Tirmizî, Ahkâm: 40;
Câmiü's-Sagîr, 2:411. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/138.
[257] Müslim, Siyam:204; Ebû
Dâvud, Siyam:58; İbni Mâce, Sıyam:33. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/138.
[258] Ebû Davud, Siyam:57;
Tirmizî, Savm: 43-44
[259] Câmiü's-Sagîr, 4:23.
[260] Muvatta, Oruç: 22.
[261] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/138-141.
[262] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/141-142.
[263] Tefsirü'l-Kur'âni'l-Azim,
2:225.
[264] A'raf: 7/46-49.
[265] Tefsirü'l-Kur'âni'l-Azîm,
2:226. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/142-143.
[266] Ebû Dâvud, Salat: 36;
Müslim, Salât: 2; Tirmizî, Menâkıb: 1; Beyhaki, Sünen, 1:603 (1933.). İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/143-144.
[267] Ebû Dâvud, Salat: 36;
Müslim, Salât: 2; Tirmizî, Menâkıb: 1.
[268] İsrâ: 17/79.
[269] Şualar, s. 81.
[270] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/144-145.
[271] Buhari, Büyü: 16; Tirmizi,
Büyü: 75. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/146.
[272] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/146.
[273] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/146.
[274] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/147.
[275] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/147.
[276] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/147-148.
[277] Buhari, Savm: 57; Müslim,
Siyam: 104; Ebû Dâvud, Siyam: 42; İbni Mâce, Siyam; 74. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/148-149.
[278] Buhari, Savm: 30; Müslim,
Siyam: 13.
[279] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/149-150.
[280] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/150.
[281] Buhari, Şirb: 2, Hiyel: 12;
Müslim, İman; 173; Ebû Dâvud, Büyü: 62; Nesai, Büyü: 6.
[282] İbni Mâce, Edeb: 8.
[283] Ebu Dâvud, Zekât: 41. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/150-151.
[284] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/151.
[285] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/151-152.
[286] Müslim, Akdiye: 3; Müsned,
1:401 (2968.). İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/152.
[287] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/152.
[288] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/153.
[289] Tirmizî, Cenâiz: 59; Ebû
Dâvud, Cenâiz: 83.
[290] Buhari, Menakıb: 25, Humus:
8, Eymân: 3; Müslim, Fiten: 77. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/153-154.
[291] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/154.
[292] Zâriyât: 51/19. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/154-155.
[293] Âl-i İmran: 3/180.
[294] Buhari, Zekât: 3; İbni Mâce,
Zekât: 3.
[295] İbni Mâce, Zekât: 2; Nesâî,
Zekât: 11.
[296] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/155-156.
[297] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/156-157.
[298] Bu cümle, "Ümmetim
Ramazan'da gece ibâdetine kalktığı müddetçe zillete düşmeyecektir"
şeklinde de tercüme edilir.
[299] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/157-158.
[300] Ebû Dâvud, Talâk: 1 (ikinci
kısım için) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/158.
[301] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/159.
[302] Buhârî, İman: 6; Müslim,
İman: 71; Tirmizî, Sifatü'l-Kıyâme: 60; İbni Mace, Mukaddime: 9 (66); Nesâî,
İman: 9. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/159-160.
[303] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/160.
[304] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/160-161.
[305] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/161.
[306] Buhârî, Ezan: 48; Müslim,
Salât: 56, 60; Ebû Dâvud, Salât: 177. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/161-162.
[307] Müslim, Salât: 60; Tirmizî,
Salât: 100; İbni Mâce, İkâme: 24.
[308] Şualar, s. 77-79.
[309] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/162-165.
[310] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/165.
[311] Al-i İmran: 3/185.
[312] Yunus: 10/4.
[313] Enbiya: 21/34.
[314] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/166.
[315] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/167-168.
[316] Tirmizî, Birr: 66; Müslim,
İman: 25; İbni Mâce, Zühd: 18.
[317] Suyutî, Câmiti'l-Kebîr,
4:292 (11676.)
[318] Taberânî,
el-Mu'cemü'l-evsat, 7:149 (6269); Kenzü'l-Ummal, 3:129 (5809.)
[319] Suyutî, Câmiü'l-Kebîr, 1:32
(75.)
[320] Furkan: 25/63.
[321] Hilimle ilgili olarak
sonraki hadisin izahına da bakınız.
[322] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/168-169.
[323] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/169.
[324] Suyutî, Câmiü'l Kebîr, 1:468
(3243.)
[325] Kenzü'l-Ummal, 2:185 (3663.)
[326] Taberânî, Mucemü'l-Evsat,
3:320 (2684.) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/170.
[327] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/170.
[328] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/171.
[329] Tirmizî, Mevakit: 81; Ebû
Dâvud, Salat: 143.
[330] Buharı, İman: 15, İsti'zân:
18; Müslim, Salât: 45; Ebû Dâvud, Satat: 143; İbni Mâce, İkâme: 72.
[331] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/171-172.
[332] Buhari, Hayız: 30; Müslim,
Mesâcid: 270; Ebû Dâvud, Salat; 90. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/173.
[333] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/173.
[334] Tirmizi, Savm: 73; Müsned,
4:451 (18912.) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/173.
[335] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/173-174.
[336] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/174.
[337] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/174.
[338] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/175.
[339] el-Mu'cemü'l-evsat, 5:455
(4877.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/175.
[340] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/176.
[341] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/177.
[342] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/177.
[343] Ebû Dâvud, Sünnet: 1, 4
Tirmizî, İman: 18; İbni Mâce, Fiten: 17.
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 2/177.
[344] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/178.
[345] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/178.
[346] Hac: 22/1-2.
[347] Zuhruf: 43/61.
[348] Müslim, Kitabü'l-Fiten: 39.
[349] A.g.e., Kitabü'1-İman: 242.
[350] Buhari, Kitâbü'l-Enbiya bâbu
nüzûl-ü İsa
[351] Müsned, 2:576 (9612.)
[352] El-Fıkhu'l-Ekber
Aliyyü'l-Kâri Şerhi Ter. s. 284.
[353] Müslim, Fiten: 34.
[354] Muhtasar-u
Tezkiretü'l-Kurtubî Tere. s. 500.
[355] El-Fıkhu'l-Ekber
Aliyyü'l-Kâri Şerhi Ter. s. 284.
[356] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/179-181.
[357] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/181-182.
[358] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/182.
[359] Buhari, İman: 9, 34, İkrah:
1; Müslim, İman: 67, 68; Tirmizî, İman: 10; İbni Mâce, Fiten: 23; Nesâî, İman:
3. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme
ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/182-183.
[360] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/183-184.
[361] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/185.
[362] Buhârî, Ahkâm: 12; Tirmizî,
Ahkâm: 7; Ebû Dâvud, Akdiye: 16; Nesai, Kudat: 18. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/185.
[363] Nahl: 16/90.
[364] Nisa: 4/58.
[365] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/185-186.
[366] İbni Mâce, Mesâcid; 47; Ebû
Dâvud, Salât: 46; Müslim, Mesacid: 255; Nesâî, îmame: 50.
[367] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/186.
[368] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/187.
[369] el-Mu'cemü'l-evsat, 5:479
(4914) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/187-188.
[370] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/188.
[371] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/188-189.
[372] Tirmizî, Fezâil ü Cihad:20;
İbni Mâce, Itk: 3; Neseî, Nikâh: 5.
[373] Nisa: 4/92.
[374] Mâide: 5/89.
[375] Nur: 24/33.
[376] Tevbe: 9/60.
[377] Bakara: 2/177.
[378] Müslim, Itk: 21; Buhari,
Itk: 1.
[379] Nur: 24/12.
[380] Câmiü's-Sagîr; 2:157.
[381] Tirmizî, Ahkam: 38; Buhari,
Hars: 15; Muvatta, Akdiye: 26; Ebû Dâvud, Haraç: 37.
[382] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/189-192.
[383] Müslim, İman: 164; Timizi,
Büyü: 72; Ebû Dâvud, İcâre: 50; İbni Mâce, Ticâre: 36; Dârimî, Büyü: 10;
Müsned, 2:318 (7287) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/192-193.
[384] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/193-194.
[385] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/194.
[386] Hac: 22/31.
[387] Ebû Dâvud, Akdiye: 15; İbni
Mâce, Ahkâm: 32.
[388] Bakara: 2/42.
[389] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/194-195.
[390] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/196.
[391] Kütüb-i Sitte Muhtasarı
Terceme ve Şerhi, 11:396, 397. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/196.
[392] Müslim, İman: 59; Nesât,
İman; 27. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/197.
[393] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/197.
[394] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/197.
[395] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/198.
[396] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/198-199.
[397] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/199-200.
[398] Kâfirun: 105.
[399] Zümer: 39/64-66. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/200-202.
[400] Ebû Dâvud, Eşribe: 2;
Tirmizi, Büyü; 58. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/202.
[401] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/202.
[402] Tirmizî, Zühd: 61; Buhârî,
Rikak: 23. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/202.
[403] Kenzü'l-Ummal, 3:553 (7872);
Câmiü's-Sagîr, 6:237.
[404] Fethü'r-Rabbânî, 19:75 (3) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/203.
[405] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/203-204.
[406] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/204.
[407] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/204-205.
[408] Tirmizî, Kıyâme: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/205-206.
[409] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/206.
[410] Mu'cemü'l-Evsat, 2:346
(1599.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/206-207.
[411] Suyutî, Câmiü'l-Kebîr,
1:144(862); Câmiü's-Sagîr, 1:243 (346.)
[412] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/207.
[413] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/208.
[414] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/208.
[415] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/208-209.
[416] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/209.
[417] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/209-210.
[418] İbni Mâce, Talâk: 16. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/210.
[419] İbni Mâce, Talâk: 16.
[420] Ebû Dâvud, Salât: 11
[421] İbni Kesir, 2:588.
[422] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/211-213.
[423] Buhârî, Sulh: 9; Tirmizî,
Menâkıb: 31; Müstedrek, 3:192. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/214.
[424] Müstedrek, 3:191.
[425] Müstedrek, 3:193;
Hayâtü's-Sahabe, 3:350.
[426] Müstedrek, 3:192. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/214-216.
[427] Tirmizî, Menâkıb: 61. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/216.
[428] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/216-217.
[429] Tirmizî, Siyer: 48; Müslim,
Salât: 9; Ebû Dâvud, Cihad: 100; Buhari, Ezan: 6; Muvatta, Cihad: 48; Dârimî,
Siyer: 9. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/217-218.
[430] Tirmizî, Siyer: 2. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/218.
[431] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/218-219.
[432] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/219.
[433] Buhârî, Savm: 42; Müslim,
Savm: 156; Ebû Dâvud, Eyman: 25; Tirmizî, Savm: 22. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/219-220.
[434] Tac, 2:78.
[435] Buhârî, Savm: 42; Müslim,
Siyam: 153.
[436] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/220-221.
[437] Buhârî, Cihad: 134; Müsned,
4:552 (19624.) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/221.
[438] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/221.
[439] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/221.
[440] Mu'cemü's-Sagîr, 2:16.
[441] Tabakat, 8:224.
[442] Hayatü's-Sahabe Tercümesi,
3:178.
[443] Mu'cemü'l-Evsat 3:136. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/222-223.
[444] İbni Mâce, Ticâret: 27. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/223-224.
[445] Dârimî, Büyü: 30.
[446] Müslim, İman: 71.
[447] İbni Mâce, Ticâret: 1.
[448] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/224-225.
[449] Buhârî, İlim: 3, Vudû: 27;
İbni Mâce, Taharet: 53; Müslim, Tahare: 25; Ebû Dâvud, Tahare: 46; Nesâî,
Taharet: 88; Dârimî, Taharet: 35; Müsned, 2:255 (6806.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/225.
[450] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/225.
[451] Tirmizî, İman: 3; Müslim, İman:
21; Buhari, İman: 1. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/226.
[452] Tirmizî, Sıfatü'l-Kiyâme; 13
(ilk kısım için).
[453] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/226-227.
[454] Tirmizî, Edeb: 59. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/227.
[455] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/227-228.
[456] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/228.
[457] Buhârî, Nikâh: 120, Cihad:
196; Müslim, İmâre: 181, 183, 184, Rada: 58; Ebû Dâvud, Cihad: 163; Tirmizî,
Rada: 17; İsti'zan: 19; Dârimî, Nikâh: 32; Müsned, 3:378 (14177.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/228.
[458] Buhârî, Nikâh: 120; Müslim,
İmare: 182, 183; Tirmizî, İsti'zan: 19.
[459] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/229.
[460] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/229-231.
[461] Buhâri, Cihad:
112, 156, Temenni: 8;
Müslim, Cihad: 19, 20; Dârimî, Siyer: 6; Müsned, 2:527
(9169.)
[462] Vakidî, Megazi, 2:653.
[463] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/231-232.
[464] Tirmizî, Daavât: 54. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/233.
[465] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/233.
[466] Tirmizî, Birr: 66; Müslim,
İman: 25; Ebû Dâvud, Edeb: 11. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/233.
[467] Tirmizî, Birr ve's-Sıla: 66.
[468] Tirmizî, Birr ve's-Sıla: 75.
[469] Ebu Davud, Edeb: 10.
[470] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/234-235.
[471] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/235-236.
[472] Müslim, Fezâilü's-Sahabe:
48. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme
ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/236.
[473] Hilyetü'l-Evliya, 1:89.
[474] Tirmizî, Menakib: 25.
[475] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/236-237.
[476] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/237.
[477] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/237-238.
[478] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/238.
[479] Müslim, Mesâcid: 142. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/238-239.
[480] Müslim, Mesâcid: 146.
[481] Sözler, s. 44, 45.
[482] Tirmizî, Daavât: 25. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/239-241.
[483] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/241-242.
[484] Buhârî, Libas: 64, 65;
Müslim, Taharet: 53; Ebu Dâvud, Tereccül: 16; Tirmizî, Edeb:. 18; Nesâî,
Taharet: 15; Muvaita, Şa'ar: 1.
[485] Müslim, Taharet: 56; Ebû
Dâvud, Taharet: 29; Tirmizî, Edeb: 14; Nesâî, Zînet; 1.
[486] Tirmizî, Edeb: 16; Nesâi,
Taharet: 13.
[487] Tirmizî, Edeb: 16.
[488] Tirmizî, Edeb: 17.
[489] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/242-243.
[490] Müsned, 2:388(7915.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/243-244.
[491] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/243-244.
[492] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/244.
[493] Müslim, Vasaya: 1; İbni
Mâce, Vasâya: 2.
[494] İbni Mâce, Vasâya: 5.
[495] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/244-246.
[496] Buhârî, İlim: 13, frisam:
10; Müslim, İmaret: 98, Zekât: 98, Tirmizî, İlim: 1. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/246.
[497] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/246.
[498] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/247.
[499] Ebû Dâvud, Tahare: 14;
Müslim, Tahare: 20.
[500] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/247.
[501] Buhari, Hac: 1; Nesâi, Hacc:
9; Müslim, Hacc: 407. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/247-248.
[502] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/248.
[503] Müslim, Fezâil: 79. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/249.
[504] Câmiü's-Sagîr, 1:534.
[505] Buhari, Nikâh: 93; İbni
Mâce, Nikâh: 51.
[506] Ebu Dâvud, Nikâh: 41; İbni
Mâce, Nikâh: 51.
[507] İbni Mâce, Nikâh: 51.
[508] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/249-251.
[509] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/251-252.
[510] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/252-254.
[511] Tirmizi, Taam: Tr1921. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/254.
[512] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/254.
[513] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/255.
[514] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/255.
[515] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/255-256.
[516] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/256.
[517] Tirmizî, Daavât: 99. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/256-257.
[518] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/257.
[519] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/257.
[520] Mu'cemü's-Sagîr, 2:53.
[521] Heysemî,
Mecmaü'z-'Zevâid, 10:346.
[522] Al-i İmran: 3/77.
[523] Buhâri Şehadet: 22, Ahkâm:
48; Müslim, Eyman: 171, 173; İbni Mâce, Cihad: 42, Ticâret: 30.
[524] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/257-258.
[525] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/259.
[526] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/259.
[527] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/259-260.
[528] Müslim, Fezâilü's-Sahabe:
30; İbni Mâce, Mukaddime: 115; Tirmizî, Menâkıb: 20. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/260.
[529] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/260-261.
[530] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/261.
[531] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/261.
[532] İbni Mâce, Tahare: 28; Ebû
Dâvud, Tahare: 23. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/261-262.
[533] Tevbe: 9/108.
[534] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/262.
[535] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/262.
[536] Timizî, Taharet: 127; Ebû
Dâvud, Salat: 9.
[537] Ebû Dâvud, Salat: 9; İbni
Mâce, İkame: 194.
[538] Tirmizî, Taharet; 127.
[539] Mesnevî-i Nuriye, s. 66.
[540] Necmeddin Şahiner, Son
Şahitler, 1:417:418
[541] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/263-264.
[542] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/265.
[543] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/265.
[544] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/265.
[545] Müslim, İmâre: 135. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/266.
[546] Müslim, İmâre: 26; Buhari,
Zekât: 3. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/266-267.
[547] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/267-268.
[548] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/268.
[549] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/268-269.
[550] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/269.
[551] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/269-270.
[552] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/270.
[553] Abdullah İbnü'l-Mübârek,
Kitabü'z-Zühd ve Rekaik, Hadis No: 1349.
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 2/270-271.
[554] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/272.
[555] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/272-273.
[556] Suyutî, Câmiü's-Sagîr,
4:528.
[557] Suyutî, Câmiü'l-Kebîr, Hadis
no: 18455.
[558] Taberânî, Mu'cemü's-Sagîr,
1:241.
[559] Tirmizî, Kıyâme: 25; İbni
Mâce, Zühd: 31.
[560] Suyutî, Câmiü's-Sagîr,
4:526.
[561] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/273-274.
[562] Tirmizî, Birr: 46. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/274.
[563] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/274.
[564] Müslim, Zikir: 49.
[565] Müslim, Mesâcid: 25.
[566] Câmiü's-Sagîr, 3:557. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/275.
[567] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/275.
[568] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/275-277.
[569] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/277-281.
[570] Müslim, Fezâilü's-Sahabe:
145. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/281-282.
[571] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/283-285.
[572] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/285-286.
[573] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/286.
[574] Suymî,Câmiül-Kebir, 5:141,
(13948)
[575] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/286-287.
[576] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/287-288.
[577] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/288.
[578] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/288-289.
[579] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/289-290.
[580] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/290.
[581] İbni Mâce, Zühd: 313. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/290.
[582] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/290-291.
[583] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/291-292.
[584] Bakara: 2/125.
[585] Ahzab: 33/55.
[586] Enfal: 8/67. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/292-293.
[587] "Bir menfaati mı var ki
böyle yapıyor?" diye düşünülür.
[588] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/293-294.
[589] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/295.
[590] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/295.
[591] Ebû Davud, Eşribe: 19;
Tirmizî, Eşribe: 20. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/295.
[592] Buhari, Hibe: 4, Eşribe:14,
18; Müslim, Eşribe: 124; Muvatta, Sıfatu'n-Nebi: 17; Tirmizî, Eşribe: 19; Ebû
Davud, Eşribe: 19.
[593] Buhari, Eşribe: 19; Müslim,
Eşribe: 127.
[594] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/295-296.
[595] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/296.
[596] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/296-297.
[597] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/297.
[598] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/297.
[599] Müslim, Edâhi: 37; Müsned,
3:80 (11593.) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/298.
[600] Müslim, Edâhî: 28.
[601] Müslim, Edâhî: 34.
[602] Tirmizi, Edâhî: 14.
[603] İbni Mâce, Cenâiz: 47;
Müslim, Cenâiz: 105; Ebû Dâvud, Cenaiz:75; Tirmizî, Cenâiz: 60.
[604] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/298-300.
[605] Nesaî, Cenâiz: 100. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/300.
[606] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/301.
[607] İbni Mâce, Hudud:
[608] Buhâri, Ahkâm: 43; Müslim,
İmâre: 41; Nesâî, Büyü: 44; İbni Mâce, Cihad: 41. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 2/301.
[609] Tirmizî, Zühd: 11; İbni
Mâce, Fiten:12; Muvatta; Hüsn-ü Hulk: 3.
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 2/302.
[610] Muvatta, Kelâm: 17.
[611] Tirmizî, Zühd: 11.
[612] Tirmizî, Daavât: 39. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/302-303.
[613] Buhari, Büyü: 6, İcâre: 10;
İbni Mâce, Rühûn: 4. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/303-304.
[614] Ebû Dâvud, Tahâre: 3; İbni
Mâce, Tahâre: 9. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/304.
[615] İbni Mâce, Tahâre: 10. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/304.
[616] Tevbe: 9/34.
[617] İbni Mâce, Nikâh: 5. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/304-305.
[618] Bakara: 2/83; Enbiya: 21/73;
Meryem: 19/13, 55.
[619] Tevbe: 9/34-35.
[620] Tefsîr-i Kebir, 16:44.
[621] Ebû Dâvud, Zekât: 4.
[622] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/305-307.
[623] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/307.
[624] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/307.
[625] İbni Mâce, Fiten: 16. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/307-308.
[626] Maun: 107/4-6.
[627] İhya-i Ulûmiddin Tercümesi,
3:654.
[628] Et-Tergib vet-Terhîb, 1:80
(43.)
[629] İbni Mâce, Zühd: 21.
[630] Câmiü's-Sagîr, 2:226.
[631] Mecmaü'z-Zevaid, 10:350.
[632] Et-Tergîb ve't-Terhîb, 1:77
(34.)
[633] Müsned, 5:531 (23625.)
[634] Suyutî, Câmiü'l-Kebîr,
(2476.)
[635] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/308-311.
[636] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/311.
[637] Müslim, Birr ve's-Sıla: 150. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/311.
[638] Müslim, Birr ve's-Sıla: 152.
[639] İbni Mâce, Cenâîz: 59.
[640] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/311-312.
[641] İbni Mâce, Etime: 53. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/312.
[642] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/312.
[643] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/313.
[644] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/313-314.
[645] İbni Mâce, Nikâh: 62. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/314-315.
[646] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/315.
[647] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/315.
[648] Ahzab: 33/56.
[649] Mektubat, s. 291.
[650] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/315-316.
[651] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/317.
[652] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/317.
[653] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/317-318.
[654] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/318.
[655] Câmiü's-Sagîr, 4:469.
[656] Câmiü's-Sagîr, 2:539.
[657] Mesnevî-i Nuriye, s. 199.
[658] Lem'alar, s. 18.
[659] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/318-319.
[660] Tirmizi Rüya: 7; Dârimî,
Rüya; 10. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/320.
[661] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/320.
[662] Müsned, 1:503(3817.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/320-321.
[663] Buhari, Et'ime: 58, Ezan:
42; Müslim, Mesâcid: 64; Tirmizî, Salât: 262; Nesâî, İmamet: 57. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/321.
[664] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/321-322.
[665] Buhâri, Mezâlim: 30, Eşribe:
1; Hudud: 1,20; Müslim, İman: 100; Ebû Dâvud, Sünnet: 16; Tirmizî, İman: 11;
Nesâî, Sarık: 1. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/322.
[666] Mu'cemü's-Sagîr, 2:50. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/322-323.
[667] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/323.
[668] Müslim, İmân: 95; Ebû Dâvud,
Edeb: 67; Nesâî, Beyat: 31.
[669] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/323-324.
[670] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/324.
[671] Isrâ: 17/44.
[672] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/325.
[673] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/325.
[674] İbni Mâce Zühd: 38; Tirmizî,
Cehennem: 4. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/326.
[675] Vakıa: 56/51-56.
[676] Saffat: 37/62-66.
[677] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/326-327.
[678] Ebâ Dâvud, Siyam: 22. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/327.
[679] İbni Mâce, Siyam: 48.
[680] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/328.
[681] Ebû Dâvud, Siyam: 68; Nesâî,
Sayd: 25; İbni Mâce, Siyam: 29.
[682] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/328-329.
[683] Ebû Dâvud, Edeb: 47; Müslim,
Birr ve's-Sıla: 25. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/329.
[684] Hucurât: 49/10.
[685] Mektûbat, s. 243.
[686] Âl-i İmran: 3/134.
[687] Buhârî, Edeb: 57; Müslim,
Birr: 25; Tirmizi Birr; 21. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/329-331.
[688] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/331-332.
[689] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/332.
[690] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/333-334.
[691] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/333.
[692] Hülâsatü'l-Ecvibe, s.
[693] Ankebut: 29/45.
[694] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/334.
[695] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/334-335.
[696] Taberî, 2:196; el-Bidâye,
2:287; İnsânü'l-Uyûn, 1:200. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/335-336.
[697] Buhari, Megâzî; 32; İbni
Mâce, Nikâh: 30. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/336.
[698] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/336-337.
[699] Buharı, İlim: 38, Enbiya:
50; İbni Mâce, Mukaddime: 4 (36); Müslim, Mukaddime: 2 (1), Zühd: 72; Tirmizi
Fiten: 70. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/337.
[700] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/337-338.
[701] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/338.
[702] Mesnevî-i Nuriye, s. 201. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/338-339.
[703] Tirmizi, Rüya: 6. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/339.
[704] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/339-340.
[705] Buhâri, Cenâiz: 90; Müslim,
Cennet: 65, 66; Tirmizî, Cenâiz: 70. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/340.
[706] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/340.
[707] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/341.
[708] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/341.
[709] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/341-342.
[710] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/342.
[711] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/342.
[712] 94 numaralı hadise bakınız.
[713] Tabakât, 2:280;
İnsânü'l-Uyûn, 3:476. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/342-343.
[714] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/343.
[715] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/343-344.
[716] Nitekim kuru bir çubukla
olmasa da sondaj aleti ile yerden su çıkarılmıştır.
[717] Mektûb'at, s. 122.
[718] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/344.
[719] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/345.
[720] Tirmizî, Zühd: 43; Dârimi,
Rikak: 21; Müsned, 3:595 (15765.) İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/346.
[721] Lem'alar, s. 149.
[722] Mektûbat, s. 37. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/346-347.
[723] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/347-350.
[724] İbni Mâce, Ticâret: 65;
Müsned, 2:2238 (6675.)
[725] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/350-352.
[726] Resûlullah bedeviye malı
olup olmadığını sormuş, onun, "Kabilem içerisinde benden daha fakir biri
yoktur" deyince yukarıdaki emri vermiştir.
[727] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/352-358.
[728] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/359.
[729] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/359.
[730] Müslim, Tirmizî, Kader: 3.
Leyl: 92/5-10. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/359-361.
[731] Bediüzzaman, Sözler, s. 430;
Fahreddin Râzî, Kitabü'l-Erbâîn fi Usuli'd-Dîn, s. 142.
[732] Fıkh-ı Ekber Şerh-i
Aliyyü'l-Kârî, s. 114. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/361-362.
[733] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/362-364.
[734] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/364.
[735] Ebû Dâvud, Salât: 174;
Tirmizî, Salât: 157; İbni Mâce, İkame: 141; Müslim, Misafirin: 16. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/364.
[736] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/365.
[737] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/365.
[738] Suyûtî, Câmiü's-Sagîr,
6:141. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/365-366.
[739] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/366.
[740] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/366.
[741] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/366-367.
[742] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/367.
[743] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/367-368.
[744] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/368.
[745] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/368.
[746] Câmiü's-Sagîr, 6:141
[747] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/368-369.
[748] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/369.
[749] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/369-370.
[750] Tirmizi, Savm: 40.
[751] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/370.
[752] İbni Mâce, Hudud: 3. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/370-371.
[753] İbni Mâce, Hudûd: 3.
[754] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/371.
[755] Müslim, Fezâilü's-Sahabe:
207. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/371-372.
[756] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/372-373.
[757] Peygamberimizin anne
tarafının kendi kabilelerinden olduğunu hatırlatıyor.
[758] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/373-379.
[759] Halebî, İnsanü'l-Uyûn: 3:5.
[760] Mekke'nin üst tarafında bir
yer ismi.
[761] Mekke'nin alt tarafında
Huzaa'ya âit bir su kaynağının ismi.
[762] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/379-380.
[763] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/380.
[764] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/380-381.
[765] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/381.
[766] Tirmizi Fiten: 21, 38; İbni
Mâce, Fiten: 29. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/382.
[767] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/382.
[768] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/382.
[769] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/382-383.
[770] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/383.
[771] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/383.
[772] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/384.
[773] Müsned, 3:559 (4270.)
[774] Şûra: 42/38.
[775] Al-i İmran: 3/159.
[776] En'am: 6/141.
[777] A'râf: 7/31.
[778] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/384-386.
[779] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/386.
[780] Al-i İmran: 3/104.
[781] Al-i İmran: 3/110.
[782] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/386-387.
[783] Tirmizi, Menâkıb: 58;
Müslim, Fezâilü's-Sahebe, 221 İbni Mâce, Mukaddime: 11. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/387-388.
[784] Sözler, s. 451.
[785] Sözler, s. 455. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/388.
[786] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/389.
[787] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/389-390.
[788] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/390.
[789] Ebû Dâvud, Tahare: 98; İbni
Mâce, Tahare: 106; Dârimî, Tahare: 69; Müsned, 1:114(727.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/390.
[790] Tirmizi, Tahare: 78; Ebû
Dâvud, Tahare: 97; İbni Mâce, Tahare: 106.
[791] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/391.
[792] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/391.
[793] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/391-392.
[794] Tirmizi Fitne: 43. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/392-393.
[795] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/393.
[796] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/393.
[797] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/394.
[798] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/394-395.
[799] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/395.
[800] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/395.
[801] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/396.
[802] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/396.
[803] İsrâ: 17/85.
[804] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/396-397.
[805] Müsned, 3:594 (15753.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/397.
[806] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/397-398.
[807] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/398.
[808] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/398.
[809] Buhari, Nikâh: 45; Müslim,
Birr: 23, 24, 28, 29, 30; Ebû Dâvud, Edeb: 47; Tirmizî, Birr: 24; İbni Mâce,
Ticâret: 14. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/399.
[810] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/399.
[811] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/399-400.
[812] Müslim, Hayız; 6; Ebû Dâvud,
Siyam: 79; Tirmizî, Savm: 79. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/400.
[813] Bakara: 2/187.
[814] Buhârî, İtikaf: 1, 6;
Müslim, İtikaf: 2, 1.
[815] Fussilet: 41/38.
[816] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/400-401.
[817] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/401-402.
[818] Ebû Dâvud, Edeb: 113. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/402.
[819] Ebû Dâvud, Edeb: 113.
[820] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/402-403.
[821] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/403.
[822] Al-i İmran: 3/133.
[823] Ebû Dâvud, Edeb: 3.
[824] Câmiü's-Sagîr, 6:414.
[825] Ebû Dâvud, Edeb: 3.
[826] Câmiü's-Sagîr, 1:407.
[827] Câmiü's-Sagîr, 3:266.
[828] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/403.
[829] Bakara: 2/152.
[830] Mü'min: 40/60.
[831] İbrahim: 14/7.
[832] Nuh: 71/10.
[833] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/404-405.
[834] Müsned, 3:23 (11117.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/405.
[835] Hâkim, Müstedreki 671
(1819.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/405-407.
[836] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/407-408.
[837] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/408.
[838] Müslim, Fezâil: 26. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/408-409.
[839] Kevser:108.
[840] Buhârî, Rikak: 53; Tefsîr-i
Sûre: 108; Ebû Dâvud, Sünnet: 23; İbni Mâce, Zühd: 39.
[841] Tergîb ve Terhîb Tercümesi,
7:155.
[842] Muhtasar-ı Tezkireti'l-Kurtubî,
(Ölüm-Kıyâmet-Âhiret) s. 198.
[843] Müslim, Fezail: 36; Tirmizi,
Kıyame: 15.
[844] Mecmaü’z-Zevaid, 10: 337.
[845] Tergib ve Terhib Tercümesi,
7: 149.
[846] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/409-410.
[847] İbni Mace, Siyam: 25; Ebu
Davud, 21; Nesai, Siyam: 28. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/410.
[848] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/410.
[849] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/411.
[850] Tirmizi, Zekat: 28. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/411.
[851] Ebu Davud, Cihad: 36;
Tirmizi, Cennet: 25.
[852] Camiü’s-Sagir, 4: 36.
[853] Câmiü's-Sagîr, 2:40.
[854] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/411-412.
[855] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/412.
[856] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/412.
[857] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/412-413.
[858] Buhari, Tevhid:56, Libas:89,
Müslim, Libas: 103; Nesâî, Zînet: 114.
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 2/413-414.
[859] Buhari, Libas: 91, 95,
Müslim, Libas: 87; Nesâî, Zînet:
112, 11; Muvaüa, îsti'zan: 8;
İbni Mâce, Libas: 45.
[860] İbni Âbidîn Tercümesi, 2:
586.
[861] A.g.e., 2:588.
[862] Tecrid-i Sarih Tercümesi,
6:418.
[863] İslâm Üzerinde Düşünceler,
s. 155, 156.
[864] Müslim, Cenâiz: 106; Ebû
Dâvud, Cenâiz: 77; Tirmizi, Cenâiz: 60.
[865] Tirmizî, Edâhî; 14.
[866] Tevbe: 9/60.
[867] Sözler, s. 381.
[868] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/414-419.
[869] Mü'min: 40/60.
[870] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/419.
[871] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/419.
[872] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/420.
[873] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/420-421.
[874] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/421-422.
[875] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/422.
[876] Ebû Dâvud, Edeb: 139. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/422-423.
[877] Camiüs-Sagîr, 3:395. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/423.
[878] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/423.
[879] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/424.
[880] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/424.
[881] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/425.
[882] Hucurât: 49/14.
[883] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/425-426.
[884] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/426.
[885] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/426.
[886] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/426-427.
[887] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/427.
[888] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/427.
[889] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/427-428.
[890] Ebû Dâvud, Büyü: 83; Buhari,
Hibe: 14, 30; Hiyel: 14; Müslim, Hibât: 5; Tirmizî, Büyü: 52; Afeşâf, Hibe: 2;
İbni Mace, Hibe: 2. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/428.
[891] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/428.
[892] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/428-429.
[893] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/429.
[894] Ebû Dâvud, Sünnet: 17.
[895] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/429-430.
[896] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/430.
[897] Müslim. Sayd: 57; Tirmizi
Diyal: 14; Ebû Dâvud, Edâhî, 12; Nesai, Dahaya 22; İbni Mâce, Zebâih: 3;
Dârimî, Edâhî: 10; Müsned, 4:173(17109).
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 2/430-431.
[898] el-Mu'cemü'1-evsat, 7:460
(6902.)
[899] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/431-432.
[900] Buhari, Nikâh; 106; Müslim,
Libas: 126, 127; Ebû Dâvud, Edeb: 191.
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 2/432.
[901] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/432.
[902] Tirmizî, Birr: 66. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/432-433.
[903] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/433.
[904] Bakara: 2/185.
[905] Buhari, Nikah: 1; Müslim,
Nikah: 5; Nesâi, Nikah: 4.
[906] Buhâri, İ'tisam: 5. Edeb:
72; Müslim, Fezail: 127.
[907] Ebû Dâvud, salat: 317.
[908] Buhârî, Savm: 54-59, Enbiya:
37, Fezâilü'l-Kur'ân; 34, Nikah: 89, Edeb: 84, İsti'zan: 38; Müslim, Siyam;
181-194; Ebû Dâvud, Siyam: 53; Nesâî, Siyam: 76; Tirmizî, Savm: 57.
[909] Buhârî, Teheccüt: 18;
Müslim, Müsâfirîn: 219; Ebû Dâvud Salar
308; Nesâî, Kıyâmü'I-Leyl: 37.
[910] Buhârî, Teheccüt:. 18, İman:
16, 32, Ezan: 81, Rikak: 18; Müslim Salat: 283; Muvatta, Salâki'l-Leyl: 4: Ebû
Dâvud, Salat: 317.
[911] Buhârî, İman: 29.
[912] Buhârî, İlim: 12; Müslim,
Cihad: 6.
[913] Hadid: 57/27.
[914] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/433-438.
[915] Buhari, Edeb: 18; Müslim,
Fezâli: 64, 65; Tirmizi Birr: 12; Ebû Dâvud, Edeb: 156. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/438.
[916] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/438.
[917] Rahman: 55/60.
[918] İsrâ: 17/7.
[919] Buhari, Tevhid: 2, Edeb: 27;
Müslim, Fezâil: 66; Tirmizî, Birr: 16.
[920] Tirmizî, Birr: 16; Ebû
Dâvud, Edeb: 66.
[921] Tirmizî, Birr: 16; Ebû
Dâvud, Edeb: 66. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/439.
[922] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/440.
[923] Ahzâb: 33/9.
[924] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/440.
[925] Başka bir hadisde "ve
cesedimde" ilâvesi vardır.
[926] Başka bir rivayette
"nefsimi" şeklindedir.
[927] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/441.
[928] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/441-442.
[929] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/442.
[930] Kehf: 18/28
[931] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/442-444.
[932] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/444-445.
[933] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/445-446.
[934] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/446-447.
[935] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/447.
[936] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/447-448.
[937] Buhârî, Megâzî, : 83; İbni
Mâce, Cenâiz: 65; Nesâî, Cenâiz: 13; Müsned, 3:248 (13015); Dârimî, Mukaddime:
14 (88.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/448.
[938] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/448.
[939] İbni Mâce, Keffâret: 5. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/449.
[940] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/449-450.
[941] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/450.
[942] Kehf: 18/20-21.
[943] Tirmizi Tefsir; İsrâ Sûresi.
Müsned, 2:478, (8729.)
[944] İsrâ: 17/97.
[945] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/450-451.
[946] Müslim, Cihad: 83; Ebû
Dâvud, Cihad: 125; Nesâî, Cenâiz: 117.
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 2/451-452.
[947] Buhârî,Vüdu:10.
[948] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/452-453.
[949] Üzerinde bir parça et
bulunan kemik.
[950] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/453-454.
[951] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/454.
[952] Ebû Dâvud, Zekât: 12;
Buhari, Zekât: 55; İbni Mâce, Zekât: 17; Tirmizi Zekât: 14; Müslim, Zekât: 7. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/454-455.
[953] Bakara: 2/267.
[954] En'am: 6/141.
[955] el-Cessâs, Alıkâmü'l-Kur'ân,
1:543; Tefsirü't-Taberî, 5:555, 12:161.
[956] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/455-456.
[957] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/456.
[958] Buhari, İman: 16, Edeb: 77;
Müslim, İman: 57, 59; Ebû Dâvud, Sünnet; 14; Tirmizi Birr: 56, 80; Nesâî, İman:
16. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme
ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/456-457.
[959] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/457.
[960] Buhari, Cihad: 134; Müsned,
4:4:552(19624.) İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/457.
[961] Tecrid-i Sarih Tercümesi,
8:369.
[962] Câmiü's-Sagîr, 1:445.
[963] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/457-458.
[964] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/458.
[965] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/459.
[966] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/459.
[967] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/459-460.
[968] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/460-461.
[969] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/461.
[970] Müslim, Nikâh: 64; Buhari,
Nikâh: 41.
[971] İbni Mâce, Nikâh: 12.
[972] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/461-462.
[973] İbni Mâce, Taharet: 6;
Müslim, Taharet: 32. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/462-463.
[974] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/463.
[975] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/464-465.
[976] Buhârî, Edeb: 39.
[977] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/465.
[978] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/465.
[979] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/466.
[980] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/466.
[981] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/466.
[982] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/466-467.
[983] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/467.
[984] Müslim, Zühd: 9; Tirmizî,
Kiyâme: 58; İbni Mâce, Zühd: 9. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/467.
[985] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/467-468.
[986] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/468.
[987] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/468.
[988] Buhari, Salât-i Fi Mescid-i
Mekke: 5; Müslim, Hac: 502. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/469.
[989] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/469.
[990] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/469-470.
[991] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/470.
[992] Câmiü's-Sağır, 6:217. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/470.
[993] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/470.
[994] Câmiü's-Sagîr, 5:284.
[995] Câmiü's-Sagîr, 3:424.
[996] Buhârî, İman: 39; Müslim,
Müsakât: 107; İbni Mâce, Fiten: 14. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/471.
[997] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/471-472.
[998] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/472.
[999] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/472.
[1000] İbni Mâce. Hudud: 5. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/472-473.
[1001] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/473.
[1002] Şa'rânî, a.g.e., s. 46.
[1003] Fetavâ-yı Hindiyye, 1:157.
[1004] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/473-475.
[1005] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/475-476.
[1006] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/476.
[1007] İbni Mâce, Mukaddime: 160.
[1008] Müslim, Fezâilü's-Sahabe:
161. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/476-477.
[1009] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/477-478.
[1010] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/478-479.
[1011] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/479.
[1012] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/479.
[1013] Tirmizî, Salât; 305.
[1014] Tirmizî, Salât: 206; timi
Mâce, İkâme: 100.
[1015] Müslim, Müsafirîn: 101; Ebû
Dâvud, Tatavvu: i; Tirmizî, Salât: 189
[1016] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/479-481.
[1017] Müslim, Libas ve'z-Zine:
125; Cennet: 52. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/481.
[1018] "Salınarak
yürürler" şekiinde tercüme ettiğimiz ifâde, "Başka kadınları da
kendileri gibi olmaya teşvik ederler" şeklinde de tercüme edilebilir.
[1019] Câmiü'l-Kebîr, Hadis
No:9486; 10298.
[1020] Nur: 24/31.
[1021] Ahzab: 33/59.
[1022] Ebû Dâvud, Libas: 32.
[1023] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/481-483.
[1024] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/483.
[1025] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/483.
[1026] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/484.
[1027] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/484.
[1028] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/484-485.
[1029] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/485.
[1030] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/485.
[1031] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/486.
[1032] Müslim, İman: 264, 272.
[1033] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/486-487.
[1034] Tûr: 52/7-8.
[1035] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/487.
[1036] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/488.
[1037] Buhari, Itk: 1; Müslim, Itk:
24; Tirmizî, Nüzur: 19. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/488.
[1038] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/488-489.
[1039] İbni Mâce, Sadaka: 12. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/489.
[1040] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/489.
[1041] Müslim, İmâre: 24. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/490.
[1042] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/490-491.
[1043] Müslim, Selâm: 139; Tirmizî,
Ahkâm: 2; Ebû Dâvud, Edeb: 174; Muvatta, İsti'zan: 33. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/491-492.
[1044] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/492-493.
[1045] Tirmizî, Et'ime: 15;
Muvatta, Sıfatı'n-Nebiyyi: 21; Müslim, Eşribe: 36. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/493.
[1046] Ebû Dâvud, Edeb: 161;
Muvatta, Sıfatı'n-Nebiyyi: 21. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/493.
[1047] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/493-494.
[1048] Bakara: 2/225. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/494.
[1049] İsrâ: 17/81
[1050] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/495.
[1051] Sîre, 4:59.
[1052] Kastalânî,
Mevahibü'l-Ledünniye, 1:204. İmam
Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları:
2/495.
[1053] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/495-496.
[1054] Buhârî, Ezan: 161, Cuma: 2,
3, 12; Müslim, Cuma: 4; Ebû Dâvud, Tahare: 127; İbni Mâce, İkâme: 80; Nesâî,
Cuma: 6, 11; Dârimî, Salât: 190; Muvatta, Cuma: 2, 4; Müsned, 3:8 (11010.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/496.
[1055] Camiü's-Sagîr 3:302.
[1056] Nesâî, Cuma: 8.
[1057] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/496-497.
[1058] Tirmizî, Fiten: 64. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/497.
[1059] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/497-498.
[1060] Müzemmil: 73/1-7.
[1061] Müzemmil: 73/20.
[1062] Ebû Dâvud, Tatavvu: 26;
Müslim, Müsâfirîn: 139; Nesâî, Kıyâmü'l-Leyl: 2, 18; İbni Mâce, ikame: 123;
Tirmizi Salat: 328; Müsned, 6:64 (24261.)
İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu
Yayınları: 2/498-499.
[1063] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/499-500.
[1064] Vakıa:56/ 79., ayet.
[1065] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/500.
[1066] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/500-501.
[1067] Buhârî, Ezan: 83; Ebâ Dâvud,
Salât: 114; İbni Mâce, İkâme: 15; Müslim, Salât: 21, 25, 26; Tirmizi Salât: 76,
110; Nesâî, İftitah: 113; Muvatta, Salat: 16; Dârimî, Salat: 41; Müsned, 2:25
(4675). İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/501.
[1068] Ebû Dâvud, Salât: 116;
Tirmizi, Salat. 190.
[1069] Ebû Dâvud, Salât: 116.
[1070] Müslim, Salât, 119; Müsned,
5:93. 101.
[1071] Sünen-i Ebû Dâvud Terceme ve
Şerhi, 3:106. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/501-503.
[1072] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/503.
[1073] Ebû Dâvud, Salat: 254; İbni
Mâce, İkâmeti's-Salat: 162. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/503-504.
[1074] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/504.
[1075] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/504.
[1076] Buhârî, lydeyn: 7, 8;
Müslim, Ideyn: 8; Tirmizî, Salat: 383; Nesât, İydeyn: 9.
[1077] Ebû Dâvud, salat: 252;
Tirmizî, Salat: 386.
[1078] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/504-505.
[1079] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/505-506.
[1080] Hz. Ali taraftarlarına
verilen isim.
[1081] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/506-515.
[1082] Ahmed Zihni Dahlan, Sîre,
2:183, 184.
[1083] Müslim, Müsakât: 15.
[1084] Tabakat, 1:287, 349.
[1085] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/515-517.
[1086] Buhârî, Daavât; 15; Tirmizi
Daavât. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir
Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/517.
[1087] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/517.
[1088] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/518.
[1089] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/518.
[1090] Tirmizi, Birr: 87. İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/519.
[1091] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/519.
[1092] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/519.
[1093] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail
Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/520.
[1094] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/520.
[1095] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/520-521.
[1096] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/521.
[1097] Müsned, 5:375 (22542.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/522.
[1098] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/522-523.
[1099] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/523.
[1100] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/523-524.
[1101] İbni Hişam, Sîre, 3:293-294;
İbni Sa'd, Tabakât, 2:81. İmam Taberâni,
Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/524-525.
[1102] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/524-525.
[1103] Cuma: 62/9.
[1104] Ebû Dâvud, Saiât: 208;
Beyhakî, Simeni'l-Kübrâ, 3:246 (5578).
[1105] Mezâhibü'l-Erbaâ, 1:384.
[1106] İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
(İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/525.