1- Öşür Yada Yarım Öşür Gereken Şeyler
2- Müslümanın, Kölesi İle Atı İçin Zekatın Gerekmemesi
3- Zekatı Zamanı Gelmeden Önce Verme Ve Zekat Vermekten
Kaçınma
4- Müslümanlara Hurma İle Arpadan Fıtır Sadakası Vermenin
Vacip Olması
5- Fıtır Sadakasının Bayram Namazından Önce Verilmesi
6- Zekat Vermeyen Kimsenin Günahı
7- Zekat Toplayan Memurları (İşlerini Kolaylaştırmak
Suretiyle Onları) Hoşnut Etmek
8- Zekat Vermeyen Kimselerin Ağır Cezaya Çarptırılması
10- Mal Biriktirip Hapsedenler İle Bunlar Üzerindeki
Günahın Ağırlığı
11- İnfak Etmeye Teşvik Ve İnfak Eden Kimseye, Verdiğinin
Yerine Mal Verilmesini Müjdeleme
13- İnfak Vermeye; Önce Kendinden Başlayarak, Sonra Aile
Fertlerine, Sonra Da Akrabalara Verme
15- Ölen Kimse Adına Verilen Sadaka Sevabının Ölüye
Ulaşması
16- Yapılan Her Türlü İyiliğe “Sadaka” Adı Verilmesi
17- Malını İnfak Eden Kimse İle Etmeyen Kimsenin Durumu
18- Sadakayı Kabul Edecek Kimselere, Kötü Zaman Meydana
Gelmeden Önce Onlara Sadaka Vermeye Teşvik
19- Helal Kazançtan Verilen Sadakanın Kabulü Ve Sevabının
Artırılması
23- Cömert Kimse İlecimri Kimsenin Misali
24- Sadaka, Layık Olmayan Kimselerin Eline Geçse De
Sadaka Veren İçin Sevabın Gerçekleşmesi
26- El Altında
Çalışan Kimsenin, Efendisinin Malından
İnfak Etmesi
27- Sadaka İle Hayr İşlerini Biraraya Getiren Kimseler
28- İnfak Etmeye Teşvik Ve Cimriliğin Kötülenmesi
30- Sadakayı Gizli Vermenin Fazileti
32- Veren Elin, Alan Elden Daha Hayrlı Olması
34- Geçinecek Bir Şey Bulamayan Ve Halını Anlayıp Ta
Kendisine Sadaka Veren Bulunmayan Fakir Kimse
35- İnsanlar İçin Dilenmenin Çirkinliği
36- Dilenmeleri Helal Olan Kimseler
37- İstemeden Ve Göz Dikmeden Kendisine Bir Şey Verilen
Kimsenin Onu Almasının Mubah Olması
38- Dünyaya Karşı Hırslı Olmanın Mekruh Olması
39- Adem Oğlunun İki Vadi Dolusu Malı Olsa, Bir
Üçüncüsünü İstemesi
40- Zenginliğin, Mal Çokluğundan İbaret Olmaması
41- Bol Bol Verilen Dünya Nimetlerinden Korkma
42- Bir Şey İstememenin Ve Sabrın Fazileti
43- İhtiyaca Yeten Rızık Ve Kanaat
44- Çirkin Ve Kaba İfadelerle Bir Şeyler İsteyen
Kim-Sfcye, Bir Bağışta Bulunma
47- Hariciler Ve Onların Özellikleri
48- Haricilerle Savaşmaya Teşvik
49- Haricilerin, İnsanların Ve Yaratıkların En Kötüsü
Oldukları
51- Resulullah (s.a.v.)'in Ev Halkından Olanların Sadaka
Memuru Olarak Çalıştırılmaması
53- Peygamber (s.a.v.)'in Hediyeyi Kabul Etmesi, Sadakayı
İse Reddetmesi
54- Sadaka Veren Kimseye Dua Etme
55- Haram Bir Şey İstemedikçe Zekat Memurunu Hoşnut Etme
3- Ramazandan Bir Veya İki Gün Önce Oruç Tutmanın
Yasaklaması
4- Ayın Yirmi Dokuz Gun Olması
7- Peygamber (s.a.v.)’in
“Bayram Ayları Noksan Olmazlar”
Hadisinin Anlamı
10- Orucun Sona Ermesi Ve Gündüzün Çıkması
11- Visal/Ara Vermeden Peşpeşe İftarsız Oruç Tutmanın
Yasak Olması
12- Oruçluyken Öpmenin,
Şehveti Harekete Geçmeyen Kimselere Haram Olmamasi
13- Cünüp Olduğu Halde Üzerine Şafak Doğan Kimsenin
Orucunun Sahih Olması
14- Oruçlu Kimsenin Ramazan Gününde Hanımıyla Cinsel
İlişkide Bulunmasının Kefareti
16- Bir İş Görmek Kaydıyla Yolculukta Oruç Tutmayan
Kimsenin Sevab Alması
17. Yolculukta Oruç Tutmak İle Oruç Tutmamak Arasında
Serbestlik Olması
18- Hacı Kimsenin, Arefe Günü, Oruç Tutmamasının Müstehab
Olması
20- Aşura Orucunun Hangi Gün Tutulacağı Meselesi
21- Aşura Günü Oruç Tutmayan Kimsenin, O Günün Kalan Kısmını Yemeden Geçirmesi
Gerektiği Meselesi
22- Ramazan Ve Kurban Bayramı Günlerinde Oruç Tutmanın
Yasak Olması
23- Teşrik Günlerinde Oruç Tutmanın Haram Olması
24- Sadece Cuma Günü Oruç Tutmanın Mekruh Olması
“Oruç Tutmaya Güç
Yetiremeyen Kimselere Fidye Lazımdır”
Ayetinin,
“Sizden Herkim Bu
Aya Erişirse O Ayda Oruç Tutsun” Ayetinin Hükmüyle Yürürlükten Kaldırılması
26- Ramazan Ayında Tutulamayan Orucun, Şaban Kyında Kaza
Edilmesi
27- Ölen Bir Kimse Adına Orucun Kaza Edilmesi
28- Yemeğe Davet Edilen Oruçlu Kimsenin, “Ben Oruçluyum”
Demesi Gerektiği Meselesi
33- Unutan Kimsenin, Yeyip İçmesi Ve Cinsel İlişkide
Bulunması Sebebiyle Orucunun Bozulmaması
36- Her Aydan
Uç Gün, Arefe, Aşura, Pazartesi
ile Perşembe Günleri Oruç Tutmanın Müstehab Olması
37- Şaban Ayının Sonunda Oruç Tutmak
38- Muharrem Ayında Tutulan Orucun Fazileti
39- Ramazan Ayından Sonra Şevval Ayından Altı Gün Oruç
Tutmanın Müstehab Olmasu
2- Kifaye Yoluyla Sünneti Müekked Olan İtikaf:
1- Ramazan Ayının Son On Gününde Itikaf
2- İtikafa Girmek İsteyen Kimsenin, Itıkaf Yerine Ne
Zaman Gireceği Meselesi
3- Ramazan Ayının Son On Gününde İbadete Daha Fazla
Gayret Gösterme
4- Zilhiccenin Son On Gününde Oruç Tutmak
2- Hac ile Umre için Mi Katlar/İhrama Girme Yerleri
3- Telbiye'nin Getiriliş Şekli ile Vakti
4- Medinelilere, Zulhuleyfe Mescidi Yanında İhrama
Girmelerinin Emredilmesi
5- Telbiyeye, Hayvanın Kalktığı Yerden Başlamak
6- Zulhüleyfe Mescidinde Kılınacak Namaz
7- İhramlı Kimsenin, İhrama Girerken Koku Sürün
8- İhramlı Kimsenin, Ihramlıyken Avcılık Yapmasının Haram
Olması
11- İhramlı Kimsenin, Kan Aldırmasının Caiz Olması
12- Ihramlı Kimsenin, Gözlerini Tedavi Ettirmesinin Caiz
Olması
13- İhramlı Kimsenin, Başı ile Bedenini Yıkamasının Caiz
Olması
14- İhramlı Bir Kimse Olduğu Zaman Yapılacak Muamele
16- Nifaslı Ve Hayızlı Kadının, İhramlı İken
Yıkanmalarının Müstehab Olması
19- Peygamber (s.a.v.)’in Haccı
20- Arafat'ın Her Tarafının Vakfe Yeri Olması
21- Vakfe ile İlgili Olarak Yüce Allah'ın;
“Sonra İnsanların
(Sel Gibi) Aktığı Yerden Siz De (Sel Gibi) Akın Edin” Ayeti Kerimesi
22- Temettü Haccını Umreye Çevirmenin Caiz Olması Ve
Haccı Tamamlamanın Emredilmesi
23- Temettü' Haccının Caiz Olması
25- Kıran Haccı Yapan Kimsenin, Ancak İfrâd Haccı Yapan
Kimseni Çıktığı Zaman İhramdan Çıkması
26- Kuşatma Sebebiyle İhramdan Çıkmanın Ve Böyle Durumda
Kıran Haccının Caiz Olması
27- İfrâd Haccı ile Umreyi Birlikte Yapma
28- Hac için İhrama Girerek Mekke'ye Gelen Kimseye
Gerekli Olan Tavaf Ve Say
31- Hac Zamanında Umrenin Caiz Olması
32- İhrama Girerken Kurbanlığa İşaret Takmak Ve Sırtına
Bir Alamet Çizmek
34- Peygamber (s.a.v.)’in Telbiyesi ile Kurbanlığı
35- Peygamber (s.a.v.)'in Umrelerinin Sayısı Ve Bunları
Ne Zaman Yaptığı Meselesi
36- Ramazan Ayında Yapılan Umrenin Fazileti
41- Tavaf Sırasında Hacerü'l-Esved'i Öpmenin Müste-Hab
Olması
43- Safa ile Merve Arasındaki Sayin Bir Rükün Olduğu Ve
Haccın Ancak Onunla Sahih Olması
44- Safa ile Merve Arasındaki Sayin Tekrarlanmaması
46- Arefe Günü Arafat'tan Mina'ya Giderken Telbiye Ve
Tekbir Getirilmesi
48- Müzdelife'de Bayram Günü Sabah Namazını Erken
Kılmanın Müstehab Olması
“Hac İbadetlerini
Almalısınız” Hadisinin Mahiyeti
52- Cemre Taşlarının Fiske Kadar Olmasının Müste-Hab Görülmesi
53- Taş Atmanın Müstehab Vakti
54- Cemre Taşlarının Yedi Tane Olması
55- Saçı Kestirmenin, Saçı Kısaltmaya Tercih Edilmesi Ve
Saç Kısaltmanın Da Caiz Olması
57- Kurban Kesmeden Traş Olan Yada Cemreye Taş Atmadan
Kurban Kesen Kimselerin Durumu
58- Ziyaret Tavafının Bayramın (Birinci) Günü Yapmanın
Müstehab Olması
59- Mina'dan Dönüş Günü Muhassab'e İnip Orada Namaz
Kılmanın Müstehab Olması
61- Kurbanlık Hayvanların Etlerini, Derilerini Ve
Çullarını Sadaka Olarak Vermek
62- Kurbanda Ortaklık Ve Sığırla Deveden Herbiri Nin Yedi
Kişiye Yeterli Olması
63- Develerin Bağlı Olarak Ayakta Boğazlanması
65- İhtiyacı Olan Kimsenin Kurbanlık Olarak Gönderilen
Deveye Binmesinin Caiz Olması
66- Kurban Hayvanlık Yolda Giderken Sakatlandığında Ne
Yapılması Gerektiği Meselesi
67- Veda Tavafının, Hayızlı Kadınlar Dışında Herkese
Vacip Olması
70- Kabe'nin Hicri (=Önündeki Duvarı) Ve Kapısı
71- Kötürüm, Yaşlılık Gibi Durumlar ile Ölüm Sebebiyle
Hac Yapmaktan Aciz Kalan Kimse Adına Hac Etme
72- Çocuğun Yaptığı Haccin Sahih Olması Ve Onu Hac
Ettiren Kimseye Sevab Verilmesi
73- Haccin Ömürde Bir Defa Farz Olması
74- Kadının, Hacca Ve Yolculuğa Mahremiyle Gitmesi
75- Bir
Kimsenin Hac Yolculuğuna Veya Başka Bir
Yolculuğa Çıkacağı Zaman Okuyacağı Dua
76- Haçtan Ve Dıger Yolculuklardan Donen Kimsenin
Okuyacağı Dua
77- Hac Veya Umreden Döndükten Sonra Zulhuley-Fe'de Mola
Vererek Orada Namaz Kılma
79- Hac, Umre Ve Arefe Gününün Fazileti
80- Hacı Kimsenin, Mekke'ye İnmesi Ve Mekke Evlerinin
Miras Olarak Alınması
83- İhtiyaç Yokken Mekke'de Silah Taşımanın Yasak Olması
84- Hac Ve Umre Dışında Mekke'ye İhramsız Girmenin Caiz
Olması
86- Medine'de Yaşamaya Ve Çilesine Katlanmaya Teşvik
87- Medine'nin, Taun Hastalığı ile Deccal'den Korunması
88- Medine'nin, Kötü İnsanları Atması
89- Allah'ın, Medinelilere Kötülük Etmek İsteyen
Kimseleri Eritmesi
90- Şehirler Feth Edildiği Zaman Medine'de Yaşamaya
Teşvik
91- Medine Halkının, Onu Terk Edecekleri Zaman Medine'nin
Durumu
92- Kabir ile Minber Arasının, Cennet Bahçelerinden Bir
Bahçe Olması
93- “Uhud Bizi Sever, Biz De Uhud'u Severiz” Hadisi
94- Mekke ile Medine'nin İki Mescidinde Namaz Kılmanın
Fazileti
95- Üç Mescid Dışında Bir Mescidi Ziyaret için Yola
Çıkılmaması
96- Takva Üzerine Kurulan Mescidin, Peygamber (s.a.v.)’in
Medine'deki Mescidi Olduğu Meselesi
97- Küba Mescidi'nin Ve Bu Mescidde Kılınan Namaz ile Onu
Ziyaret Etmenin Fazileti
4- Bir Kadını, Halası Yada Teyzesıyle Bir Nikah Altında
Toplamanın Haram Olması
2- Geçici Olarak Haram Olan Kadınlar:
5- İhramlı Kimsenin, Nikahlanm Asının Haram Olması Ve
Dünür Yollamasının ise Mekruh Olması
7- Şiğar (Değiş-Tokuş Yoluyla Yapılan) Nikahın Haram
Kılınması Ve Batıl Olması
8- Nikahta Koşulan Şartları Yerine Getirme
9- Nikahta Dul Kadından İzin Almanın Sözle Ve Genç Kızdan
ise Susmak Suretiyle Olması
10- Babanın, Genç Kızını Evlendirmesi
11- Şevval Ayında Evlenmenin Ve O Ayda Gerdeğe Girmenin
Müstehab Olması
12- Bir Kadınla Evlenmek İsteyen Kimsenin, O Kadının
Yüzüne Ve Ellerine Bakmasının Mendub Olması
14- Bir Kimsenin, Cariyesini Hürriyetine Kavuşturup Sonra
Da Onunla Evlenmesinin Fazileti
15- Zeyneb Bint. Cahş'ın Evlenmesi, Örtü Ayetlerinin
İnmesi Ve Düğüne Davet
16- Bir Davete Çağıran Kimseye, İcabette Bulunma
18- Cinsel İlişkiye Girme Sırasında Okunması Müste-Hab
Olan Dua
20- Kadının, Kocasının Yatağına Girmekten Kaçınmasının
Haram Olması
21- Kadının Sırrını Yaymanın Haram Olması
23- Esir Edilen Hamile Kadınla Cinsel İlişkide Bulunmanın
Haram Olması
24- Emzikli Kadınla Cinsel İlişkide Bulunmanın Caiz
Olması
17. RADÂ (=SÜT EMZİRME) BÖLÜMÜ
1- Doğum İtibariyle Haram Olan Her Şeyin, Süt İtibariyle
De Haram Olması
2- Sut
Haramlıgının, Erkeğin Menisinden
ileri Gelmesi
3- Süt Erkek Kardeş Kızının Evlilik Açısından Haram
Olması
4- Üvey Kız ile Baldızın Evlilik Açısından Haram Olması
5- Bir Defa Emme ile İki Defa Emme
6- Süt Emme Hahamlığının, Beş Defa Emmekle Gerçekleşmesi
8- Süt Emmenin, Ancak Açlıktan Dolayı Meydana Gelmesi
10. Çocuğun Yatak Sahibine Ait Olması Ve Şüpheden Korunma
11- İz Sürücünün, Çocuğu Birinin Nesebine Katmasıyla Amel
Etmek
13- Eşler Arasında Gün Taksimi Ve Her Birine Gündüzüyle
Birlikte Bir Gece Ayırmanın Sünnet Olması
14- Kadının, Geceki Nöbetini Ortağına Bağışlamasının Caiz
Olması
15- Dinine Bağlı Kadınla Evlenmenin Mustehab Olması
16- Genç Kızla Evlenmenin Müstehab Olması
17- Dünya Metanın En Hayırlısının, Saliha Kadın Olması
19- Kadının, Kocasına Haksızlık Etmesi
3- Hanımını Kendine Haram Kılıp Boşamayı Niyet Etmeyen
Kimseye Kefaret Vacip Olması
4- Kadını Serbest Bırakmanın Ancak Talak Niyeti Olması
5- Îlâ, Kadınlardan Uzaklaşma Ve Onları Serbest Bırakma
6- Üç Talakla Boşanan Kadına Nafaka Verilmemesi
8- Kocası Ölen Kadın ile Diğer Kadınların İddetlerinin,
Çocuk Doğurmakla Sona Ermesi
20. ITK (=KÖLE AZAT ETME) BÖLÜMÜ
2- Velanın (Hürriyete Kavuşturulan Bir Kölenin Velilik
Hakkının) Sadece Azad Eden Kimseye Ait Olması
3- Azad Edilen Kimsenin Velilik Hakkının, Satılması Nın
Ve Hibe Edilmesinin Yasak Olması
4- Azad Edilen Kimsenin Kendini Azad Eden Kimselerden
Başkasını Veli Edinmesinin Haram Olması
5- Köleyi Hürriyete Kavuşturmanın Fazileti
6- Köle Olan Babayı Hürriyete Kavuşturmanın Fazileti
1- Mülâmese Ve Münâbeze (Suretiyle Yapılan)
Alışverişlerin Batıl Olması
2- Taş Atımı Satışının Ve İçerisinde Aldatma Bulunan
Alışverişin Batıl Olması
3- Gebe Devenin Yavrusunu Gebeliğine Kadar (Vadeyle
Yapılan) Satışın Haram Kılınması
5- Satmak için Pazara Getirilen Malları Karşılamanın
Haram Olması
6- Şehirlinin, Koylu Adına Satış Yapmasının Haram Olması
7- Memesinde Süt Biriktirilen Hayvanı Satmanın Hükmü
8- Satılmış Olan Mal Teslim Alınmadan Önce Satılmasının
Batıl Olması
9- Miktarı Bilinmeyen Hurma Yığınını, Miktarı Belli Hurma
Yığını Karşılığında Satmanın Haram Olması
10- Satıcı ile Alıcının Birbirlerinden Ayrılana Kadar
Meclis Muhayyerliğinin Geçerli Olması
11- Alışverişte Ve Hertürlü Durumda Doğru Sözlü Olmak
13- Olgunlaştığı Ortaya Çıkıncaya Kadar Meyveyi Satmanın
Yasak Olması
14- Ariyeler Müstesna Olmak Üzere Kuru Hurma Karşılığında
Yaş Hurma Satmanın Haram Olması
15- Üzerinde Meyvesi Olan Hurmalığı Satan Kimse
18- Bir Yeri Yiyecek Karşılığında Kiraya Verme
19- Araziyi, Altın Ve Gümüş Karşılığında Kiraya Verme
22. MÜSAKAT (BAĞ-BAHÇE SULAMA ORTAKÇILIĞI) BÖLÜMÜ
2- Fidan Dikmenin Ve Ekin Ekmenin Fazileti
3- Satıcının, Afetlerin Telef Ettiği Zararı Karşılayacak
Miktarı Alıcının Hesabından Düşürmesi
4- Borçlunun Borcunda, Alacaklının İndirme Yapmasının
Müstehab Olması
6- Fakir Borçluya Mühlet Vermenin Fazileti
9- Köpek Bedelinin, Kahinlik Ücretinin, Zina Kazancının
Haram Olması Ve Kedi Satmanın Yasak Olması
11- Kan Aldırma Ücretinin Helal Olması
1- Deriyi yarmadan yapdan hacamat:
2- Deri yarılarak yapılan hacamat fasd:
12- İçki Satmanın Haram Olması
13- İçki, Leş, Domuz Ve Putları Satmanın Haram Olması
15- Sarraflık Yapmak Ve Altını Gümüşle Nakden Satmak
16- Altını, Gümüş Karşılığında Veresiye Satmanın Yasak
Olması
17- İçerisinde Boncuk Ve Altın Bulunan Gerdanlığın Satışı
18- Aynı Cins iki Yiyecek Maddesinin Birini Diğeriyle
Misli Misline Satmak
19- Riba (Faiz) Yiyen ile Yedirene Lanet
20- Helal Olan Şeyleri Almak Ve Şüpheli Olan Şeyleri Terk
Etmek
21- Yolculuk Sırasındayken Bir Müddet Daha Binmesini
İstisna Ederek Yapılan Deve Satımı
24- Rehin Ve Rehnın, İkamet Ve Yolculuk Sırasında Caiz
Olması
Rehin Akdi ile İlgili Şartlar iki Kısma Ayrılır:
26- İhtikarın/Stokçuluğun Haram Olması
27- Alışverişte Yemin Etmenin Yasak Olması
29- Komşunun Duvarına Hatıl Çakmak
30- Zulüm Etmenin, Arazi Ve Diğer Şeyleri Gasp Etmenin
Haram Olması
31- Arazi Sahipleri Yol Hakkında Görüş Ayrılığına
Düştükleri Zaman Yol Genişliğinin Miktarı
23. FERÂİZ (MİRAS HUKUKU) BÖLÜMÜ
B- Başkası İle Birlikte Asabe Olanlar (Bigayrihi Asabe):
C) Başkasının Bulunması İle Asabe Olanlar (Maagayrihi
Asabe):
3- En Son İndirlen Ayetin, Kelâle Ayeti Olduğu Meselesi
4- Ardından Mal Bırakan Kimsenin Malının Mirasçılarının
Olması
24. HİBÂT (HİBELER/BAĞIŞLAR) BÖLÜMÜ
2- Verilen Sadakadan Ve Bağıştan Dönmenin Haram Olması
3- Bağışta Çocuklardan Bazısını Üstün Tutmanın Mekruh
Olması
4- Umrâ (Ömür Boyunca Kullanması için Verilen Mülk)
1- Malın Üçte Birini Vasiyet Etmek
2- Sadakalardan Hasıl Olan Sevabın Ölüye Ulaşması
3- Öldükten Sonra İnsana Erişecek Sevap
2- Kendisinden (Sürekli Olarak) Faydalanılan İlim:
5- Vasiyet Edecek Bir Şey Bulamayan Kimsenin, Vasiyeti
Terk Etmesi
1- Adağın Yerine Getirilmesinin Emredılmesı
2- Adak Adamayı Yasaklama Ve Adağın Bir Şeyi Geri
Çevirmemesi
4- Kabe'ye Yürüyerek Gitmeyi Adayan Kimsenin Durumu
1- Yüce Allah'tan Başkası Adına Yemin Edilmesinin Yasak Olması
2- Lât Ve Uzza Putlarına Yemin Eden Kimsenin Derhal
Allah'tan Başka İlah Yoktur Demesi
4- Yemin Eden Kimsenin Yemininin, Yemin Ettiren Kim-Senin
Niyetine Göre Olması
7- Kafirin Adağı Ve müslüman Olduğunda Hakkında Yapılacak
Muamele
8- Kölelerle/Yanında Çalışanlarla İyi Geçinme Ve Kölesini
Tokatlayan Kimsenin Kefareti
9- Kölesine/Yanında Çalışana Zina İsnadında Bulunan
Kimseye Ağır Ceza Verilmesi
12- Müşterek Bir Köledeki Hissesini Azad Eden Kimse
13- Müdebberi Alıp Satmanın Caiz Olması
28. KASAME, MUHARİBİN (MUHARIPLER), KISAS VE DİYÂT
(DİYETLER) BÖLÜMÜ
2- Müslümanlara Savaş Açanlar ile Mürtedlerin Hükmü
5- Dişlerde Ve Diş Hükmünde Olan Şeylerde Kısasın Sabit
Olması
6- Müslümanın Kanını Mubah Kılan Şeyler
7- Öldürme Çığırını Açan Kimsenin Günahı
9- Kanların, Irzların Ve Malların Hahamlığının Ağırlığı
29. HUDÛD (HAD CEZALARI) BÖLÜMÜ
1- Hırsızlığın Cezası Ve Hırsızlık Cezasının Uygulanması
için Gerekli Nisap Miktarı
3- Zina Eden Kimseye Uygulanacak Had Cezası
4- Zina Eden Evli Kimsenin Recm Edilmesi
5- Kendi Nefsi Aleyhine Zinayı İtiraf Eden Kimse
6- Zımmi Olan Yahudilerin Zina Sebebiyle Recm Edil-Mfsi
7- Doğum Yapmış Kadının Had Cezasının Ertelenmesi
10- Şer'ı Cezaların, Uygulandıkları Kimseler İçin Bi Rer
Kefaret Olması
11- Madenin, Kuyunun Ve Hayvanların Verdiği Zararın Heder
Olması
1- Hayvanın Yaralamasını Heder Olması:
2- Madende Uğranılan Zararın Heder Olması:
3- Kuyuda Uğranılan Zararın Heder Olması:
4- Rıkâz Define Mallarında Beşte Bir Hak Olması:
1- Yeminin, Davalıya Ait Olması
2- Yemin Ve Bir Şahitle Hüküm Verme
3- Hükmün Zahire Ve Delili Duzgun İfade Etmeye Göre
Olması
6- Hakim İctihadda Bulunup Da İsabet Ettiğinde Ve Hata
Ettiğinde De Sevab Alması
7- Hakimin, Öfkeli İken, Hüküm Vermesinin Mekruh Olması
8- Batıl Hükümleri Yıkma Ve Bidat Olan Şeyleri Ret Etme
11- Bir Hakimin, Ikı Davacının Arasını Bulmasının
Müstehab Olması
31. LUKATA (BULUNTU/YİTİK MAL) BÖLÜMÜ
2- Sahibinin İzni Olmaksızın Hayvanın Sütünü Sağmanın
Haram Olması
3- Konukluk Ve Benzerlerine İkramda Bulunmak
4- Malın Fazlasıyla Yardımda Bulunmanın Mustehab Olması
5- Yiyecekler Azaldığı Zaman Onları Karıştırmanın Ve Bu
Hususta Yardımlaşmanın Müstehab Olması
1- Kendilerine İslam Daveti Ulaşmış Olan Kafirler Üzerine
Habersiz Baskın Yapmanın Caiz Olması
3- Kolaylaştırmayı Emretme Ve Nefret Ettirmeyi Terk Etme
4- Ahde Vefasızlığın Ve Hainlik Etmenin Haram Olması
5- Savaşta Düşmanı Aldatmanın Caiz Olması
7- Düşmanla Karşılaşıldığı Zaman Zafer Elde Etmek İçin
Dua Etmenin Müstehab Olması
8. Savaşta Kadınlar ile Çocukları Öldürmenin Haram Olması
9- Kadınlar ile Çocukların Gece Baskınlarında Kasıtsız
Olarak Öldürülmesinin Caiz Olması
10- Savaş Sırasında Kafirlerin Ağaçlarını Kesmenin Ve
Yakmanın Caiz Olması
11- Ganimetlerin Sadece Bu Ümmete Helal Kılınması
12- Mücahitlere Fazladan Verilen Ganimetler
13- Öldüren Kimsenin, Ölünün Üzerindeki Eşyayı Hak Etmesi
14- Gazilere Fazladan Ganimetler Vermek Ve müslüman
Esirleri Düşman Esirleri Karşışığında Kurtarmak
A- Savaşla Ele Geçirilen Araziler.
B- Gayrimüslim Halkın Savaş Korkusuyla Başka Yere Göç
Etmesi Sonucu Boş Kalan Araziler.
C- Sulh Yolu İle Savaşsız İslâm Ülkesine Katılan
Topraklar.
“Bize Mirasçı
Olunmaz. Bizim Bıraktığımız Her Mal Sadakadır” Sözü
17- Savaşa Katılan Gaziler Arasında Ganimetin Nasıl
Taksim Edileceği Meselesi
18- Bedir Savaşında müslümanlara Meleklerle Yardım
Edilmesi Ve Ganimetlerin Mubah Kılınması Solumu
20- Yahudilerin Hicaz Bölgesinden Sürgün Edilmesi
21- Yahudiler ile Hıristiyanların, Arap Yarım Adasından
Çıkarılması
25- Savaşa Alanında Ganimet Yiyeceklerinden Yemenin Caiz
Olması
26- Peygamber (s.a.v.)'in İslam'a Davet İçin Hırakl'e
Mektup Göndermesi
27- Peygamber (s.a.v.)'in Kafir Krallara, Kendilerini
Allah'a Davet Etmek İçin Yazdığı Mektuplar
32- Kabe'nin Etrafındaki Putların Kaldırılması
33- Mekke'nin
Fethinden Sonra Hiçbir
Kureyşlinin Bağlanıp Hapsedilerek Öldürülmemesi
34- Hudeybiye'de
Mekkeli Müşriklerle Yapılan
Hu-Deybiye Barış Anlaşması
38- Resullullah (s.a.v.)'in Öldürdüğü Kimseye Allah'ın
Gazabının Çok Şiddetli Olması
39- Peygamber (s.a.v.)'in Müşriklerden Ve Münafıklardan
Gördüğü Eziyetler
40- Peygamber (s.a.v.)'in İslam'a Çağırması Ve
Münafıkların Ezasına Karşı Sabretmesi
42- Yahudi Tağutu Ka'b B. Eşrefin Öldürülmesi
45- Zukared Gazası ile Diğer Gazalar
“Onların Ellerini
Sizden Men Eden Odur” Ayetinin
Tefsiri
47- Kadınların, Erkeklerle Birlikte Savaşmaları
48- Gazi Kadınlara Bahşiş Verilip Hisse Verilmemesi Ve
Düşman Çocuklarını Öldürmenin Yasak Edilmesi
49- Peygamber (s.a.v.)'in Gazalarının Sayısı
51- Gaza Sırasında Kafirden Yardım İstenmesinin
33. İMARET (=YÖNETİCİLİK) BÖLÜMÜ
1- İnsanların Kureyş'e Tabi Olması Ve Hilafetin
Ku-Reyş'te Olması
2- Yerine Halife Bırakıp Bırakmama
3- Yönetici Olmayı İstemenin Ve Yönetici Olma Hususunda
Hırs Göstermenin Yasak Olması
4- Zaruret Yokken Emir Olmanın Mekruh Olması
6- İslam'da Toplum Malına Yapılan Hıyanetin Haram-Lığının
Ağır Olması
7- Memurlara Hediye Vermenin Haram Olmasi
9. Komutanın Bir Kalkan Olması, Arkasında Savaşılması Ve
Onunla Korunulması
10- Halifelerin Biatına Sıralarına Göre Uymanın Vacip
Olması
11- Direnç Gösterilemeyecek Durumlarda Yönetici Lerin
Zulmüne Ve Kayırmasına Sabredilmesi
12- Başkalarının Haklarını Vermeseler Bile Yöneticilere
İtaatin Gerekmesi
14- Müslümanların Kurulu Düzenini Dağıtan Kimsenin Durumu
15- İki Halifeden Meşru Olmayanın Öldürülmesi
17- İdarecilerin/İmamların İyileri Ve Kötüleri
19- Muhacirin, Vatan Edinmek İçin Tekrar Yurduna Geri
Dönmesinin Haram Olması
21- Kadınların Nasıl Biat Edecekleri Meselesi
22- Gücün Yettiği Hususlarda Dinleyip İtaat Etmek
Şartıyla Biat
25- Atlar Arasında Koşu Yarışı Yapmak Ve Atları İdmana
Çıkarmak
26- Kıyamet Gunune Kadar İyiliğin Atların Alınlarında
Olması
27- Atın Sıfatlarından Hoşa Gitmeyen Şeyler
28- Cihadın Ve Allah Yolunda Gazaya Çıkmanın Fazileti
29- Yüce Allah'ın Rızası Uğrunda Şehid Olmanın Fazileti
30- Allah Yolunda Sabah Ve Akşam Yürüyüşünün Fazileti
31- Yüce Allah'ın Cennette Mücahidler İçin Hazırladığı
Dereceler
32- Allah Yolunda Şehid Olan Kimsenin, Borçtan Başka
Diğer Günahlarının Bağışlanması
33- Şehidlerin
Ruhlarının Cennette Bulunması
Ve Onların Rableri Katında Diri Olup Rızıklanmaları
34- Cıhad Ve Sınırda Nöbet Beklemenin Fazileti
35- Biri Diğerini Öldürdükten Sonra İkisi De Cennete
Giren İki Kimsenin Mahiyeti
36- Bir Kafir Öldürdükten Sonra Doğru Yolu Tutan Kimse
37- Allah Yolunda Sadaka Vermenin Fazileti Ve Bunun Allah
Katında Kat Kat Artırılması
39- Mücahidlerin Kadınlarına Hürmet Ve Kadınları
Hususunda Mücahidlere Hainlik Yapanların Günahı
40- Mazeretli Olan Kimselerden Cihad Farzının Düşmesi
41- Şehidin Cennete Girmesinin Kesin Olması
42- Allah'ın Kelimesinin Yüce Olması İçin
Savaşan Kimsenin Allah Yolunda Olması
43- Riya Ve Şöhret İçin Çarpışan Kimsenin Cehennemi Hak
Etmesi
44- Gaza Edip Ganimet
Alan Ve Almayan Kimsenin Sevab Miktarı
45- Amellerin Niyetlere Göre Olması Hükmüne, Gaza Ve
Diğer Amellerin De Girmesi
46- Yüce Allah'ın Yolunda Şehitliği İstemenin Müste-Hab
Olması
47- Gaza Etmeden Ve Kendi Kendine Gazadan Bahsetmeden
Ölen Kimsenin Yerilmesi
48- Gazadan Kendisini Hastalık Veya Başka Bir Özür Men
Eden Kimsenin Sevabı
49- Denizde Gaza Etmenin Fazileti
50- Allah Rızası Uğrunda Sınırda Nöbet Beklemenin
Fazileti
56- Yolculuktan Gelen Kimsenin Ailesinin Yanına Geceleyin
Girmesinin Mekruh Olması
Zekât, kelime olarak;
artma, çoğalma, arıtma ve bereket anlamına gelmektedir.
Terim olarak ise
Allah'ın, belirli yerlere sarfedilmek üzere dinî açıdan zengin sayılan kişilerin
mallarından belli bir payın alınması işlemini ifade eder.
Kur'an'da zekât
kelimesi, iki yerde
[1]
sözlük anlamında; sekizi Mekke döneminde inen surelerde olmak üzere otuz
ayette ise terimsel anlamda kullanılmıştır. Bu ayetlerin yirmi yedisinde
namazla birlikte zikredilmiştir. Bundan anlaşıldığına göre; İslam'ın ilk
dönemlerinden itibaren müslümanlar zekât fikrine alıştırılmış, daha sonra da
zengin olanların bu imkanını belli oranda fakirlerin ve toplumun ihtiyacı için
harcaması gerektiği, bunun namaz ibadeti kadar önemli olduğu hususu vurgulanmıştır.
Zekatın Medine
döneminde farz kılındığı bilinmekle birlikte bunun hangi yılda gerçekleştiği
tartışmalıdır. Bir tespite göre zekat, hicretin 2. yılında Ramazan orucundan
önce, diğer bir tespite göre ise aynı yıl Ramazan orucundan sonra farz
kılınmıştır.
Zekat, servet
biriktirip onu atıl hale getirmenin amansız düşmanıdır. Biriken servet , zekatın
tarh edildiği birinci kalem matrahtır.
Zekat, sermayeyi
yatırıma zorlar. Çünkü elde atıl tutulup yatırıma yönlendirilmeyen sermaye,
yıldan yıla zekat ödemeleri sebebiyle erimeye yüz tutar.
Sosyal dayanışma
sisteminin temelini oluşturan zekatın, bir ibadet anlayışıyla ele alınması ve
fakir, kimsesiz, muhtaç, yetim, yolda kalmış ve borçiu gibi yardıma muhtaç
bütün sınıfları kağşayacak kadar geniş olması, İslam dininin toplumsal
bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya büyük bir önem atfettiğini gösterir.
Zekat teriminin
taşıdığı artma ve üreme nema dikkat çekicidir. Çünkü yoksul zümrelerin eline
geçen para her şeyden önce insan onurunu geliştirir, iş gücü kalitesini
artırır, bunun yanında artan satın alma gücü sayesinde yükselen umumi, talep
hacmi ekonomik hayata yansır.
İslam dininde imandan
sonra ilk akla gelen iki rükünden birincisi, namaz; ikincisi de zekattır.
Kur'an, “Namaz kılın” derken, ardından da “Zekatı verin” diye emreder.
Zekatın namazla aynı
doğrultuda emredîlmesi, İslam dininin, sadece ahiret hayatı ve ibadetle meşgul
olan bir din olmayıp bir medeniyet dini olduğunun, dünya hayatını ahiret
hayatından, ahiret hayatının da dünya hayatından ayırmayan, ikisini bir mütalaa
eden bir hayat dinidir.
Zekat vermek
suretiyle, hem maddi ve hem de dünyevi hayatımız düzenlenecektir. Zekatla;
zenginin malı günahtan, ruhu cimrilikten temizlediği gibi, fakirin de gönlü
zengine ve dünyaya karşı kinden temizlenmiş olur. Böylece toplumun iki zümresi,
sulha kavuşmuş olur. Dolayısıyla da bir müslümanm, az da olsa, bir hurmanın
yarısı kadar bile sadaka vermesi, kendini cehennem kurtulmasını sağlar.
898- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Beş veskten daha az olan hurma, üzüm ve hububat gibi
mahsulde zekat yoktur. Üçer yaşındaki beş dişi deveden daha az olan (deve)de
zekat yoktur. Beş ukiyye'den daha az olan gümüşde zekat yoktur.”
[2]
Açıklama:
Evsûk kelimesi, “Vesk”
yada “Visk” kelişmesinin çoğuludur. Vesk yada visk'in anlamı; deve, katır ve merkebin
yükü demektir. Burada ise altmış sa anlamında kullanılmıştır.
Bir vesk'in, 60 sa
olduğu konusunda ittifak vardır. Dolayısıyla beş vesk, 300 sa etmektedir.
Sâ'nın değeri ise, Iraklı ve Medineli alimlere göre farklılık göstermektedir.
Hanefilere göre; 1
dirhem-i örfi, 3,12 gramdır. 1 Rıtl-ı Bağdadî ise, 130 dirhemdir.
Bir rıtıl= 130 x 3,12:
405,6 gr.
Bir sâ= 8 rıtıl x 130
dirhem: 1040 dirhem.
Bir sâ= 1040 x 3,12:
3,244 kğ.
Bir vesk= 60 sâ1 x
1040 dirhem: 62400 dirhem
Bir vesk= 62400 x 3,12:
194,688 kğ.
Beş vesk= 5 x 194,688:
973,440 kğ.
Hanefilere göre; 1
dirhem-i şer'î, 2,8 gramdır. 1 Rıti-ı Bağdadî ise 130 dirhemdir.
Bir rıtıl= 130 x 2,8:
364 gr.
Bir sâ= 8 rıtıl x 130
dirhem: 1040 dirhem
Bir sâ= 1040 dirhem x
2,8: 2,912 kğ.
Bir vesk= 60 sâ x 1040 dirhem: 62400 dirhem.
Bir vesk= 62400 x 2,8:
174,720 kğ.
Beş vesk= 5 x 174,720:
873,600 kğ.
Bununla birlikte
günümüzdeki bazı fikıhçılar, toprak mahsûlleri Zekâtında nisabın şart ve
nisabın, beş vesk (653 kğ.) olduğu, bu nisaba ulaşmayan ürünlerin Zekâta tabi
olmayacağı görüşündedir.
[3]
Yalnız Ebu Hanîfe'ye
göre; toprak mahsûllerinde nisab şartı aranmaz. Ziraî ürünler, ister az ve
ister çok olsun zekâta tabidir.
“Zevd” alimlerin çoğuna
göre; üçten ona kadar olan deve sürüsüne denir. Bazıları da, “İkiden dokuza
kadar olan deve sürüşüdür” demişlerdir.
Buna göre hadisin, “Beşten az ola devede zekât yoktur”
ifadesi, develerinin zekât nisabının beş deve olduğuna delalet eder. Şu halde
beşten az devesi olan kimse, develerinin zekâtını vermekle mükellef değildir.
Hz. Peygamber
{s.a.v)'in hadislerinde develerin zekât nisbetleri şöyle gösterilmiştir.
[4]
5'ten 9'a kadar 1
koyun,
10'dan 14'e “2”
15'den 19'a “3”
20'den 24'e “4”
25'den 35'e “5”
36'dan 45'e “6”
46'dan 60'a “7”
61'den 75'e
76'dan 90'a “9”
91'den 120'e “10”
Bu cetvel, Hz.
Peygamber (s.a.v.) ile Raşid halifeler'den gelen uygulama örneklerine dayandığı
için İslam alimleri arasında bu konuda bir görüş ayrılığı yoktur.
Deve miktarının bundan
fazla olması halinde zekâtın hangi ölçü ve usule göre alınacağı konusunda fıkıh
mezhepleri, farklı yöntemler belirlemişlerdir.
Evâk kelimesi, “Ukiyye”nin
çoğuludur. Bir ukiyye, 40 dirhemdir. Ukiyye, dilimizde yer alan “Okka”"
kelimesinin tam karşılığı değildir.
1 Ukiyye, 40 dirhem
olduğuna göre; 5 ukiyye ise 200 dirhem etmektedir. Bu, gümüşün nisap
miktarıdır. Ukiyye ile dirhemin nisap miktarı, Peygamber (s.a.v.)'in sahabeleri
tarafından bilinmekteydi. Çünkü o zamanda verilen zekâtlar, alışverişler ve nikâh
için geçerli mehirler hep ukiyye ve dirhemle yapılmaktaydı. Ayrıca o dönemde
her 10 dirhemin, 7 miskal olduğu hususunda bütün alimlerin ittifakı vardır. Bu,
dirhem-i Şer'î diye bilinir. Fakat bu dirheme sonradan gerekli önem verilmemiş
ve baz memleketlerde başka ağırlıkta olan dirhemler ortaya çıkmıştı.
Bu durum, bazı
alimleri; “Her memlekette muteber olan dirhem, o memleketin dirhemidir” demeye
sevk etmiştir. Böylece ortaya, dirhem-i şer'îden başka bir dirhem daha çıktı
ki, buna da, “Dirhem-i örfî” denilmiştir. Fakat cumhur; zekât, mehir, diyet ve
hırsızlığın nisabında muteber olan dirhemin, dirhem-i şer'î oiduğu
görüşündedir. Hanefilerin meşhur fıkıh kitaplarından olan “Dürr”de;
“Fetva, her memleketin
kendine mahsus ölçüsünün nazar itibara alınmasına göredir” denilmiştir.
Serahsî'de bu görüştedir.
Yalnız dirhem-i
şer'înin, kırat ve taneye göre ölçülmesine gelince, bu konuda ihtilaf
edilmiştir.
Hanefilere göre: Bir
dirhem-i şer'î, 14 kırattır. Bir kırat ise, ortalama beş arpa tanesi
ağırlığındadır. Buna göre bir dirhem-i şer'î, 70 arpa ağırlığındadır.
Bîr mıskal ise 20
kırata eşittir ki, 100 arpa ağırlığına denktir. 7 mıskal şer'î, 10 dirhem-i
şer'îye eşit olduğuna göre bir dirhem şer'î ile bir mıskal şer'î kısaca şöyle
gösterilebilir.
Bir dirhem= 14 kırat=70
arpa: 7/10 miskal.
Bir miskal= 20 kırat=
100 arpa: 3/7 dirhemdir.
“Dirhem-i örfî” ise,
16 kırattır. Bir kırat, örfî'de dört buğday tanesi ağırlığındadır. Buna göre
dirhem-i örfî, 60 buğday tanesi ağırlığındadır.
Dirhem-i örfî ile bir
miskal-i örfî kısaca şöyle gösterilebilir:
Bir dirhem= 16 kırat=
64 buğday: 2/3 miskal.
Bir miskal= 24 kırat=
96 buğday: 1,5 dirhemdir.
Görüldüğü gibi
dirhem-i şer'î ile dirhem-i örfî arasındaki fark çok azdır. Bu farkın; buğday
tanesinin, arpa tanesinden biraz ağır olmasından ileri geleceği kuvvetli
muhtemeldir. Bu kuvvetli ihtimal göz önüne alınınca, iki dirhem arasında hakiki
bir fark kalmamış olmaktadır. Belki de Hanefi alimlerinin, dirhem-i örfîyi
dikkate almalan bu sebeptendir.
Dirhemlerin grama
çevrilmesinin esası, ortalama buğday taneleri ile ularındaki kılçıkları
kesilmiş ortalama arpa tanelerinin tartılmasına bağlı olduğundan bir dirhemin
kaç gram olduğu hususunda sonuçlar farklıdır.
Merhum Ö. Nasuhi
Bilmen'e göre, bir dirhem-i örfî, 3,2 gramdır. Bir dirhem-i şer'î ise, 2,8'dir.
Buna göre gümüşün nisab; 200 x 2,8= 560 gramdır. Buna göre miskal-i örfî ise
4,8 gram, miskal-i şer'î ise 4 gramdır. Buna göre altının nisabı, miskal-i
örfîye göre; 20 x 4,8= 96 gramdır. Miskal-i şer'îye göre ise; 20 x 4= 80
gramdır.
Hanefiler, son
zamanlarda bu konuda dirhem-i miskale mukayese yoluyla İnceleme yapanlar izale
edip şöyle bir sonuca varmışlardır:
“Miskal, cahiliyye
döneminde ve İslam döneminde de birdi” noktasından hareket edilerek doğu ve
batıdaki müzelerde o zamanlardan kalma miskaller tartılıp ağırlığı
öğrenilmiştir. Her 10 dirhemin, 7 miskale eşit ağırlıkta olduğunda İttifak
olduğuna göre, miskalin ağırlığını bilmek meseleyi çözer. Müzelerde yapıla
tartma işleminde, bir miskalin 4,25 gram ağırlığmda olduğu anlaşılmıştır. Buna
göre bir dirhem; 7 x 4,25 + 10= 2,975 gramdır. Bu yol, dirhem-i şer'î ve
miskalin ağırlığını bilmede hatadan en uzak olan yoldur. Buna göre gram olarak
gümüşün nisabı; 2,975 x 200= 595 gramdır. Altının nisabı ise; 4,25 x 20= 85
gramdır. Dolayısıyla gümüş ve altını bu şekilde hesaplamak daha uygundur.
899- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, o, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle
buyurduğunu işitmiştir:
“Nehirler ile yağmur sularının suladığı toprak
mahsullerinde onda bir (1/10) nispetinde, hayvanla sulanan toprak mahsullerinde
ise yirmide bir (1/20) öşür vardır.”
[5]
Açıklama:
Toprak ürünlerinin
zekâtı, “Sulama” tekniğine göre de belirlenmektedir. Toprak, emek sarfedilmeden
yağmur, nehir, dere, ırmak ve bunların kanallarıyla sulanıyorsa, zekât olarak
mahsulün 1/10'u; kova, dolap, motor veya ücretle alınan suyla sulanıyorsa,
1/20'si verilecektir.
Eğer arazi, hem yağmur
veya nehir sularıyla ve hem de dolap gibi emekle elde edilen su ile sulanıyorsa,
hangisiyle daha çok sulanmış ise, ona itibar edilir.
Günümüzde arazinin
sulama masrafından ziyade gübre, mazot ve işçilik masraflarının önemli yekûn
tuttuğu göz önünde bulundurulursa, bu tür masraflar yapılarak elde edilen ziraî
mahsulün de emek ve masrafla sulanan arazinin mahsulüne kıyaslanması daha uygun
olur. Ayrıca sulama dışında kalan girdilerin, zekât matrahından düşülmesi, geri
kalandan sulama usulüne göre zekât verilmesi gerekir” diyen çağdaş alimler de
vardır.
900- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır;
“Müslümana, kölesi ve atı için zekat yoktur.”
[6]
Açıklama:
Bütün alimlerin
ittifakıyla; ticaret malı olarak alınıp satılan köleler, Zekâta tabidir. Hizmet
için kullanılan köleler, Zekâta tabi değildir.
Atlarda zekât tahakkuk
edip etmeyeceği konusunda gerek Hz. Peygamber (s.a.v.), gerekse Hz. Ömer'den
rivayet edilen hadislerden, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde Medine'de ve
civarında atlann deve kadar çok bulunmadığı, müslümanların atı sadece
savaşlarda kullanmak İçin yetişdirdikleri, ayrıca ileride satıp para kazanmak
maksadıyla topluca at besleme âdetinin henüz yerleşmemiş olduğu
anlaşılmaktadır.
Nitekim Hz. Ömer,
Şam'dan gelen bir grup müslümanm, atlarından zekât alması için yaptıklan
teklifi, -Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Ebu Bekr zamanında benzer bir uygulama olmadığı
gerekçesiyle- önce reddetmiş, sonra olumlu karşılamış, daha sonra da atlann
tamamen ticarî gayelerle nesilleri elde edilmek için yetişdirildiklerini
görünce, bu hayvanlardan zekât tahsili cihetine gitmiştir.
[7]
Müslüman hukukçuların
çoğunluğu, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
“Atların zekâttan istisna edildiğini” bildiren hadislerini esas alıp bütün atların zekât
istisnası olduğu görüşünü benimsemişlerdir.
Ebu Hanîfe ile öğrencisi
Züfer'e göre ise;
“Nesli elde edilip
ileride satılmak maksadıyla, erkeği-dişisi karışık bir halde yaşayan, senenin
çoğunu otlaklarda otlayarak geçiren (sâime) atlar, ya at başı bir dinar veya
pareaya göre kıymetlendirilerek, bu değeri üzerinden 1/40 (% 2.5) nisbetinde
zekâta tabi tutulur.”
Yalnız müslüman
hukukçular, ticarete konu olan bütün atlann zekâta da mevzu olacağında ittifak
etmişlerdir.
O halde zekâta mevzu
olup olmayacağı tartışma konusu olan at; sadece nesli elde edilmek maksadıyla,
erkeğidişisi karışık bir halde bulundurulan ve senenin çoğunu otlaklarda
otlayarak geçiren sâime atlardır. Bu konudaki ihtilafın sebebi; Hz. Peygamber (s.a.v.)
zamanında bu hususta herhangi bir uygulamanın görülmemesidir.
Hayvanların zekâtı ile
ilgili hükümler konulurken, o toplumdaki yaygın ve bilinen hayvan türlerinin
esas alındığı ve onlar üzerinden örneklendirme yapıldığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Günümüzde üretimi yapılan ve sürüler halinde beslenen diğer hayvan türlerinin,
bu ölçüler içinde zekâtının verilmesi gerekir.
901- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Ömer'i zekat toplamaya gönderdi. Daha sonra Ömer tarafından Resulullah (s.a.v.)'e:
“İbn Cemil, Hâlid b.
Velîd ile Resulullah (s.a.v.)'in amcası Abbâs zekat vermedi” denildi. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.):
“İbn Cemîl, zekat vermekten nasıl kaçınabilir ki? O,
fakir iken Allah onu zengin yapmıştır. Hâlid b. Velîde gelince; siz Hâlid'den
zekat istemekle ona haksızlık ediyorsunuz. O bütün zırhları ile savaş
araç-gereçlerini Allah yolunda cihada vakfetmekle hapsetmişti. Abbâs'a gelince,
onun zekatı, (müddetinden önce) bir misliyle beraber verilmiş olup benim üzerimdedir” buyurdu.
Daha sonra Resulullah (s.a.v.):
“Ey Ömer! Sen kişinin amcasını, babasının aslından
olduğunu bilmez misin?” buyurdu.”
[8]
Açıklama:
Sadaka kelimesi,
nafile sadaka anlamına geldiği gibi “Zekat” anlamına da gelmektedir. Kurtubî,
cumhurun, bu kelimeyi bu hadiste “Farz olan zekat” anlamında anladıklarını kaydetmektedir.
1- İbn
Mühelleb'in dediğine göre;
“İbn Cemil, münafık
bir kimse olduğu için zekat vermemiştir. Tevbe: 9/74 ayetinin de, İbn Cemil ve
benzeri münafıklar hakkında indiği belirtilmiştir.”
2- Halid b,
Velid ise zırh, at ve savaş malzemelerini Allah yoiunda cihada vakfetmişti.
Zekatın verildiği sekiz sınıftan birisi de Allah yolunda cihad edenlerdir.
Cihada malzemeleri zekata tabi olmadığından Hz. Peygamber (s.a.v.) ondan zekat
istenilmesini zulüm saymıştır.
3- Abbâs'in
durumuna gelince, Resulullah (s.a.v.) onun iki senelik zekatını vaktinden önce
peşin almıştır.
902-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Ramazan ayında Fıtır sadakasını müslümanların hür veya köle, erkek veya kadın
her birine kuru hurmadan bir sa veya arpadan bir sa' olmak üzere farz
kılmıştır.”
[9]
Açıklama:
Sadaka: İnsanın
başkasına, sevap gayesiyle Allah rızası için verdiği şeydir.
Fıtır sadakası:
Ramazân bayramına kavuşan ve temel ihtiyaçlarının dışında belli bir miktar mala
sahip olan Müslümanların kendileri ve velayetleri altındaki kişiler için yerine
getirmekle yükümlü oldukları malî bir ibadettir.
Fıtır sadakasına, “Baş
zekâtı” ve “Beden zekâtı” denilmesinin sebebi; fitrenin, şahsa bağlı, şahıs
başına konulmuş bir malî yükümlülük olması özelliğine dayanmaktadır.
Fıtır sadakası,
Ramazân orucunun farz olduğu hicri 2. yılın Şaban ayında, zekâttan önce farz
kılınmıştır. Dinî bir yükümlülük oluşunun dayanağı, hadislerdir. Bu hadisler,
aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a.v.) dönemindeki fıtır sadakası uygulamalarını
da göstermektedir.
Sâ: Bir sanın
ağırlığı, 1040 dirhemdir. Örfi dirhem esa.s alındığında, 3,334 kg'dır. Dolayısıyla
Arpa, Hurma ve Kuru Üzüm'den itibariye kıymeti hesaplanırken, bunun esas
alınması fakirler için daha uygundur. Buğday için yarım sâ ise, 1,667 kğ'dır.
Bunlann bizzat kendileri verilebildiği gibi, kıymetleri de “Fitre” olarak
verilebilir. Şer'i dirheme göre ise bir sa, 2,917 kg'dır.
Fıür sadakası;
buğdaydan yarım sa, hurma ve arpadan bir sa verilir. Kuru üzüm konusunda ise
ihtilaf edilmiştir. Ancak zahir rivayete göre; kuru üzümden de bir sâ verilir.
Hanefilere göre;
mükellef kimse, küçük çocukların fıtır sadakasını vermek zorundadır. Fakat
akil-baliğ olmuş, zengin ve büyük çocukların fıtır sadakasını vermek zorunda
değildir.
“Müslümanlardan” sözü;
fıtır sadakası vermesi gereken kişinin, müslüman olmasının olduğuna, dolayısıyla müslüman olmayan kimseye
gerekmediğine delalet etmektedir.
“Her hür veya köle” ifadesinin zahiri manasına göre her hür ve köleye kendi fıtır sadakasını
vermesi gerekir. Fakat cumhur, bu hadisin;
“Kölenin, fıtır sadakası hariç at ve kölede Zekât
yoktur”
[10] hadisi
ile
“Müslümana, kölesinden ve atından dolayı Zekât yoktur”
[11]
şeklinde Ebu Hureyre'den gelen hadis tarafından kayıt altına alındığını ileri
sürmüştür. Dolayısıyla da kölenin fıtır sadakasının bizzat köleye değil de,
efendisine ait olduğunu belirtmiştir.
“Kadın yada erkek” ifadesinin zahiri anlamına göre; erkeğe fıtır sadakası gerektiği gibi
kadının da evli olsa bile fıtır sadakasını kendi malından vermesi gerektiği
ifade edilmektedir. Ebu Hanîfe ve akadaşlan bu görüştedir.
“Farz kılmıştır” ifadesi hususunda İbn Abdilberr'e göre iki ihtimal vardır:
1-
Farz kılmaktan
maksat, takdir etmektir. Örneğin, “Hakim, yetime nafaka farz kıldı” denilir.
Bununla, hakimin yetime nafaka takdir ettiği kast edilir.
2- İcap
manasındadır.
Hanefilere göre Fıtır
sadakası, terim anlamında vaciptir.
903- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Fıtır
sadakasını; yiyecekten bir sa, arpadan bir sâ, kuru hurmadan bir sâ1, yoğurt
kurusundan/çökelekten bir sâ, kuru üzümden bir sâ olarak verirdik.”
[12]
Açıklama:
Yiyecek kelimesinin
Arapça karşılığı olan “Taam” kelimesinin sözlük anlamı; azık türünden olan
yiyecektir. Buna göre bu kelime; buğdayı, arpa ve hurma gibi yiyecek maddelerinin
tümünü kapsar. Durum böyleyken, bu kelimeden sonra arpa, hurma, keş ve kuru üzümün
zikredilmesi, o devirde yiyecek maddelerini bunlar teşkil ettiği içindir.
Yoğurt
kurusunun/çökeleğin, fıtır sadakası olarak verilip verilmeyeceği konusu ihtilaf
edilmiştir. Hanefilere göre, keş, ancak kıymet itiban ile verilebilir. Bununla
birlikte fıtır sadakası olarak verilen maddelerin kıymetinden az ise,
verilmesi caiz değildir.
904- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)
içimizde olduğu halde, biz, fitır sadakasını; küçük-büyük ve hür-köle her kes
için yiyecekten bir sâ yada kuru hurmadan bir sâ yada kuru üzümden bir sâ olmak
üzere üç sınıftan verirdik.
Muaviye hac yada umre
etmek için Medine'ye gelip minberde halka konuşma yapıp Şam buğdayından iki
müdd'ün, bir sâ kuru hurmaya denk olduğu görüşünü belirtinceye kadar böyle
vermeye devam ettik.
Ebu Saîd der ki:
“Bana gelince, onu
eskisi gibi vermeye devam edeceğim.”
[13]
Açıklama:
Ebu Saîd el-Hudrî, bu
sözüyle; Muaviye'nin, Şam buğdayından iki müdd'ün, bir sâ kuru hurmaya denk
olduğu ile ilgili görüşüne katılmadığını söyiemek istemiştir. İki müdd, yarım sa
karşılığıdır. Sanki buğdayı diğerlerine kıyas ederek ondan bir sa verilmesi
gerektiğini ima etmiştir. Mâlik, Şafiî, İmam Ahmed, İshak ve Hasen el-Basri bu
görüştedir. Sahabilerden Ebu Saîd el-Hudrî, Ebu'l-Âliye ile Cabir b. Zeyd'de bu
görüştedir.
Hanefiler ise,
buğdaydan yarım sanın yeterli olduğu görüşündedirler. Sahabilerden Ebu Bekr,
Ömer, Osman, Ali, Ebu Hureyre, Cabir b. Abdullah, Abdullah İbn Abb'âs, Abdullah
İbnü'z-Zübeyr bu görüştedir.
905-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Fıtır sadakasını, halk Bayram namazına çıkmadan önce verilmesini emretti.”
[14]
Açıklama:
Hadis, Fıtır
sadakasının vaktinin bayram namazından önce olduğuna delalet etmektedir. Ancak
sözkonusu öncelik belirli bir zamanla sınrlandmlmadığı için vacip olduğu vakit
hususunda ihtilaf edilmiştir.
1- Ebu
Hanîfe ve bir rivayete göre İmam Mâlik:
“Fıtır Sadakası,
bayram sabahı fecrin doğmasıyla vacip olur” demişlerdir.
2- Sevrî,
Şafiî, İshak ve İmam Ahmed'e göre ise; Fıtır sadakası, Ramazân ayının son
gününde güneşin batmasıyla vacip olur.
Hanefiler, ilgili
hadislerin rivayet yollannı dikkate alarak Fıtır sadakasının farz değil, vacip
olduğu görüşüne varmışlardır. Dolayısıyla yerine getirilmesi gerekli malî bir
ibadet olup yerine getirilmemesi dinî sorumluluğu ve ahirette cezayı
gerektirir.
Fıtır sadakasının,
bayramdan bir-iki gün önce verilmesinin caiz oluşu hususunda sahabelerin icmanın
bulunduğu bildirilmiştir. Ancak bundan daha önce verilmesi hususunda ihtilaf
edilmiştir.
Fıtır sadakasının,
bayramın birinci gününde bayram namazında sonra verilmesinin hükmüne gelince:
1-
Şâfiîlere,
Hanbelilere, bir rivayette ise Mâlikilere göre; kerahatle caizdir.
2- Hanefilere
göre ise kerahatsiz caizdir.
Fakat bu sadakayı,
bayramın birinci gününden sonraya bırakmak ise, dört mezhebe ve alimlerin
çoğuna göre, haramdır. Kaza edilmesi gerekir.
906- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Altın ve gümüşün hakkını vermeyen bütün altın ve
gümüş sahipleri için, kıyamet günü olduğunda bu altın ve gümüşler ateşten
levhalar haline getirilerek cehennem ateşinde kızdırılır, bu kimselerin böğrü,
alnı ve sırtı dağlanır. Bunlar soğudukça -süresi elli bin yıl olan bir gün
içerisinde kullar arasında yargılama bitene kadar dağlama tekrarlanır durur.
Nihayet cennete mi cehenneme mi gidecek olan yolu kendisine gösterilir” buyurdu. Ona:
“Ey Allah'ın Rasûlu!
Deve nasıl?” denildi O da:
“Hakkı verilmeyen her devenin sahibi de -kî, bu
haklardan biri de develer su başına getirildiğinde sütünden fakirlere ikram
etmektir- kıyamet günü olduğunda düz ve geniş bir alana serilip yatırılır, bir
tek deve yavrusu bile kalmaksızın bütün develer ayaklarıyla onu çiğner,
ağızlarıyla ısırırlar. -Süresi elli bin yıl olan bir gün içerisinde kullar
arasında yargılama bitene kadar- deve sürüsünün başı onu geçtikçe gerisi gelir
durur/sonu bir türlü bitmek bilmez. Nihayet cennete mi cehenneme mi gidecek olan
yolu kendisine gösterilir” buyurdu.
Ona:
“Ey Allah'ın Rasûlü!
Sığır ve. davar nasıl?” denildi. O da:
“Hakkı verilmeyen her sığır ve davarın sahibi de,
kıyamet günü olduğunda düz bir alana serilip yatırılır ve ne boynuzlusu, ne
boynuzu kırığı-büküğü hiç biri kalmaksızın bütün sürü onu boynuzuyla süser,
ayaklarıyla da çiğnerler. -Süresi elli bin yıl olan bir gün içerisinde kullar
arasında yargılama bitene kadar- sürünün başı onu geçtikçe gerisi gelir durur/sonu
bir türlü bitmek bilmez. Nihayet cennete mi cehenneme mi gidecek olan yolu
kendisine gösterilir” buyurdu. Ona:
“Ey Allah'ın Rasûlü!
Atlar nasıl?” denildi. O da:
“Atların ise üç durumu vardır. Atlar, kimisi için
ağırlık (günah) kimisi için perde kimisi için de sevap olur. Bir kimse için
ağırlık/günah olan at, övünmek, gösteriş yapmak ve Müslümanlara düşmanlık
yapmak için bir kimsenin bağlı tuttuğu attır ki, bu o kimse için bir
ağırlıktır/günahtır. Bir kimse için perde olan at ise, Allah yolunda bağlı
tutulan, atin ne boyunduruğunda ve ne .de sırtında, Allah'ın koyduğu hukuku
unutmayan kimsenin bağlı tuttuğu attır ki, bu at o kimse için perdedir. Bir
kimse için sevap olan at ise, Allah yolunda ve Müslümanlar için bir kimsenin
çayırda ve bahçede bağlı tuttuğu attır ki, bu at o çayırda veya bahçede ne
yerse yediği şeyler sayısınca bu kimse için sevaplar yazılır. Atın dışkıları
ve idrarı sayısınca da bu kimse için sevaplar yazılır, o at ipini koparıp da
bir iki tepeye şahlanıp tur atsa bu şahlanmadaki her ayak izi ve bıraktığı her
dışkı da bu kimse için birer sevap olur. Sahibi onunla bir nehirden geçerken
-onu sulamayı istememiş olsa bile- onun içtiği miktarca o kimseye Allah sevab
yazar” buyurdu. Ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Eşekler nasıl?” denildi. O da:
“Eşekler konusunda bana bir hüküm indirilmedi, ancak
bu hususta şu, özlü ve toplayıcı bir ayet vardır:
“Kim zerre miktarı hayr işlerse onu görür, kim de
zerre miktarı şer işlerse onu görür”
[15]
buyurdu.
[16]
907- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i şöyle
buyururken işittim:
“Kendilerindeki zekat hakkını vermeyen her deve (sürü)
sahibine, kıyamet gününde o develer muhakkak olduklarından daha çok halleriyle
gelecekler, kendisi de onlar için geniş ve düz bir alanda oturacak. Develer
şahlana şahlana yani ön ve arka ayaklarını ikişer ikişer beraberce yukarı
kaldırıp indirerek sahibinin üzerine basacaklar.”
Kendilerindeki hakları
yerli yerine yapmayan her sığır sürüsü sahibine de kıyamet günü o sığırlar
olduklarından daha çok halleriyle gelecekler, kendisi de onlar için geniş ve düz
bir alanda oturacak. Sığırlar muhakkak boynuzlarıyla onu toslayacak ve
ayaklarıyla da çiğneyeceklerdir.
Kendisinde gerçekleşen
hakları yerli yerinde ödemeyen her büyük servet sahibine de bu serveti kıyamet
gününde gayet zehirli erkek bir yılan suretinde gelecek, ağzını açmış vaziyette
sahibini kovalayacaktır. Yılan o kimseye saldırdıkça o yılandan kaçacaktır.
Bunun üzerine yılan, ona:
“Biriktirip sakladığın
hazinem al!” diye seslenecek. O da:
“Ona ihtiyacım yok!”
diyecek. Fakat bundan kurtuluş olmadığını görünce, zorunlu olarak elini onun
ağzmın içine sokacak. Yılan da onu büyük erkek bir devenin yiyişi gibi
yiyecektir.
Ebu'z-Zübeyr der ki:
Ubeyd b. Umeyr'i şöyle derken işittim: Bir adam:
“Ey Allah'ın resulü!
Devedeki hak nedir?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Onu su başında sağıp orada bekleyen fakirlere ve
oradan geçen kimselere içirmek, süt kovalarını acele ihtiyacı olan kimselere)
emanet vermek, erkek develeri (ihtiyacı olan kimselere tohumluk için ödünç
vermek ve Allah yolunda üzerlerinde yük taşımaktır” buyurdu.
[17]
908-
Cerîr
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bazı bedeviler, Resulullah (s.a.v.)'e
gelip ona:
“Zekat toplayan
memurlardan bazı kimseler bize gelip zulmediyorlar” dediler. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Zekatlarınızı toplayan memurlara yumuşak davranmak ve
zorluk çıkarmamak suretiyle onları hoşnut edin!” buyurdu.
[18]
909- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kabe'nin gölgesinde
oturduğu sırada Peygamber (s.a.v.)'in yanına vardım. Beni görünce:
“Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki! Zarar edenler
kendileridir!” buyurdu.
“Gelip yanma oturdum.
Fakat yerimde rahat edemeyip hemen ayağa kalkıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Anne-babam sana feda olsun! Onlar, kimlerdir?” diye sordum, O da:
“Onlar, malları çok olan kimselerdir. -Önüne, arkasına,
sağına ve soluna işaretle yalnız şöyle şöyle ve şöyle yapanlar hariç. Fakat
onlar da azdır. Zekatlarını vermeyen deve, sığır ve davar sahibi herkese
kıyamet gününde bu hayvanlar olduklarından daha büyük ve daha semiz olarak
gelecekler. Boynuzlanyla sahipleriyle toslayacak ve sert ayaklarıyla da onları
çiğneyeceklerdir. Bütün insanlar arasında hüküm bitinceye kadar o sürülerin
sonu bittikçe ön tarafları tekrar döndürülecektir” buyurdu.
[19]
910- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Benim Uhud dağı kadar altınım olsa, üçüncü gece
gelirken yanımda ondan bir dinar kalmasını arzu etmem! Yalnız borcum için
hazırladığım dinar hariç.”
[20]
Açıklama:
Hadisler, zekatın
verilmesine teşvik etmekte ve zekatı vermekten kaçınan kimselerin ebedi değil
de İşlemiş oldukları günahtan dolayı cehennemde azab göreceklerine delalet etmektedir.
Eğer zekatın farz olduğunu inkar ederek ödemeyen kimse kafir olduğu için ebedi
olarak cehennemde azab görür.
911-
Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Medine'nin karataşlık
semtinde yatsı zamanı, Peygamber (s.a.v.)'le birlikte hem yürüyordum ve hem de
Uhud dağına bakar vaziyyetteydik. Bir ara Resulullah (s.a.v.), bana:
“Ey Ebu Zerr!”
buyurdu. Ben de:
“Buyur, ey Allah'ın
resulü!” diye cevap verdim.
“Şu Uhud dağı, benim yanımda altın olsa, bir borcu
ödemek için bekletmekte olduğum dinar hariç ondan benim yanımda bir dinar
kalmış olarak üçüncü bir gece geçirmeyi istemem. Onun tamamını, Allah'ın
kullarına -önüne, sağına ve soluna birer avuç atma işareti yaparak- şöyle,
şöyle ve şöyle dağıtmak isterim”
buyurdu. Sonra biraz daha yürüdük. Yine:
“Ey Ebu Zerr!”
buyurdu. Ben de:
“Buyur, ey Allah'ın
resulü!” diye cevap verdim.
“Hiç şüphe yok ki, dünyada malı çok olan kimseler,
kıyamet günü sevabı en az olanlardır. Yalnız şöyle, şöyle ve söyle yapanlar müstesna” buyurdu. Bunu söylerken ilk defâki gibi bunu
insanlara dağıtma şeklinde işarette bulundu. Sonra bir az daha yürüdük. Yine:
“Ey Ebu Zerr! Ben sana geri gelinceye kadar olduğun
yerden ayrılma”
buyurdu.
Sonra oradan ayrılarak
gözümden kayboldu gitti. Ben bir gürültü ve bir ses işittim. Kendi kendime:
“Galiba Resulullah (s.a.v.)'e
cinler musallat oldu' diyerek arkasından gitmeyi düşündüm. Sonradan onun bana: Ben
gelinceye kadar buradan ayrılma' dediğini hatırlayarak onu bekledim. Geldiğinde
işittiğim şeyleri ona anlattım. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu:
“O, Cebrail idi.” Bana gelip:
“Ümmetinden her kim Allah'a şirk koşmayarak ölürse
cennete girecektir” dedi. Bunun
üzerine ben:
“Zina etse de,
hırsızlık yapsa da mı?” diye sordum. Resulullah (s.a.v.):
“Evet, zina etse de, hırsızlık yapsa da cennete
girecektir” buyurdu.
[21]
912- Ahnef
b. Kays'tan rivayet edilmiştir:
“Medine'ye gelmiştim. Bir
defasında içlerinde Kureyş'in ileri gelenlerinden bir topluluğun bulunduğu bir
halkada otururken son derece kaba elbiseli, sert vücutlu ve sert yüzlü bir adam
çıkageldi. Cemâatin yanında dikilip:
“Altın ve gümüşleri/mal biriktirip İnfak etmeyenlere,
üzeri cehennem ateşinde kızdırılmış taşları müjdeliyorum! Bu taşlar, onlardan
her birinin memeleri ucuna konacak, tâ iki kürek kemiğinden çıkacak. Kürek
kemikleri üzerine konacak, ta memeleri ucundan çıkacak. Böylece kürek kemimleri
iler memeleri arasında gidip gelecekler”
dedi. Bunun üzerine yopluluk, başlarını önlerine indirdiler. Bunlardan hiç
birinin bu adama cevap verdiğini görmedim. Daha sonra adam dönüp gitti. Ben de
onun peşinden gittim. Nihayet bir direğin yanına oturdu. Ona:
“Bu insanların, senin
kendilerine söylediğin sözlerden hoşlanmadıklarını gördüm” dedim. Bu adam:
“Bunlar hiçbir şeyi
ekletmiyorlar. Dostum Ebû'l- Kasım (s.a.v.) beni çağırdı, ben de ona icabet
ettim. Bana;
“Şu Uhud dağını görüyor musun?” diye sordu.
Kendisinin bir
ihtiyacı için beni oraya göndereceğini zannederek güneşin batmasına ne kadar
zaman kaldığına baktım. Ona:
“Evet, Uhud dağını
görüyorum” dedim”. Bunun üzerine:
“Uhud dağı kadar altınım olup üç dînâr altın müstesna
bunun hepsini infâk etmiş olmam beni sevindirir” buyurdu. Sonra bu insanlar, dünyâ malını toplayıp
biriktiriyorlar. Başka bir şey düşünmüyorlar!” dedi.
Ahmed der ki: “Ben:
“Senin ile Kureyşli
kardeşlerin arasında ne var ki, onların yanına uğramıyor ve onlardan bir şey
almıyorsun?” dedim. O da:
“Rabbine yemin ederim
ki, Allah ve Resulüne kavuşuncaya kadar ben onlardan ne dünyalık bir mal
isterim ve ne de onlara dîn ile ilgili bir şey sorarım!” dedi.
[22]
Açıklama:
Ebu Zerr'e göre aile
nafakasından fazla mal biriktirmek haramdı. O, bu şekilde fetva verirdi. Şam'a
gittiğinde de bu şekilde konuşmalar yapmıştı. Bu konuşmalar, Muaviye'nin hoşuna
gitmeyince, onu Hz. Osman'a şikayet etmişti. Hz. Osman'da onu yanına çağırdı.
Mecne'ye gelince, ona Rebeze köyünde ikamet etmesi söylendi. Hz. Osman
döneminde Rebene köyünde vefat etti.
Azabı gerektiren
kenz/mal biriktirme, zekatı verilmeyen maldan ibarettir. Zekatı verilen mal,
kenz değildir.
913- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Yüce Allah:
“Ey Adem oğlu! İnfak et ki, Ben de sana infak edeyim!” buyurdu.
Resulullah (s.a.v.)
de:
“Allah'ın bu yemini, sehavetlc doludur. Onu, gece ve
gündüz hiçbir şey eksiltmez” buyurdu.”
[23]
Nafaka verip
geçindirme, besleme, Allah yolunda harcama. Bir terim olarak; gerek
hısımlardan ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve muhtaç olanlara para veya
maişet yardımı yaparak, onların geçimini sağlama, demektir. Zarurî ihtiyaç ve
maişet için sarfolunacak paraya ve azık çeşidine “Nafaka” denir.
İslâm hukukunda
infakın kapsamı geniştir. Aile reisinin bakmakla yükümlü olduğu kimselere
harcama yapmasını kapsadığı gibi; diğer yoksul ve muhtaçlara yapılan zekât,
sadaka ve benzeri yardımları da anlamı içine alır.
Kur'an-ı Kerîm'in pek
çok âyetinde, varlıklı müminlere “Allah yolunda infak” emir ve tavsiyesinde
bulunulmuş, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür.
“Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için
yerden çıkardığımız ürünlerin en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın
zekât ve sadaka verin.”
[24]
“Mallarını gizli ve açık olarak gece ve gündüz
harcayan kimseler var ya, iste onların, Rableri katında ecirleri vardır. Onlara
hiçbir kortu yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.”
[25]
“Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, her
başağı yüz daneli yedi başak bitiren bir tohumun hâli gibidir. Allah dilediği
kimseye daha kat kat verir,. Allah'ın ihsanı çok geniştir. Her şeyi hakkıyle
bilendir.”
[26]
Bakara Suresi'nin ilk
ayetlerinde takva sahiplerinin vasıfları sayılırken, “Allah yolunda harcayanlar”; gayba inanan ve namaz kılandan sonra
üçüncü sırada zikredilir.
[27]
Allah yolunda yapılan
harcamanın, malın sevilen çeşidinden yapılması, kişiyi “Birr” derecesine ulaştırır.
Ayette şöyle buyurulur:
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcayıncaya kadar
Cennete ve iyiliğin en güzeline birr eremezsiniz”
[28] Bu
ayet inince, Ebû Talha (r.a) en çok sevdiği malı olan “Bırhâ” bahçesini Allah
yolunda tasadduk etmek istemiş, Hz. Peygamber'in;
“Yakın hısımlarına ve amcasının oğullarına vermesi” tavsiyesine uyarak böyle yapmıştır.
[29] Hz.
Ömer Hayber'den hissesine düşen değerli ganimet toprağını vakfetmiştir.
[30]
914- Sevbân
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bir kimsenin infak edeceği en faziletli dinar,
çoluğuna-çocuğuna infak ettiği dinar ile Allah yolunda hayvanına infak ettiği
dinar ve Allah yolunda arkadaşlarına harcadığı dinardır.”
Ebu Kılâbe:
“Resulullah (s.a.v.),
infak işine çoluçocuktan başlamıştır” dedi. Daha sonra da:
“Küçük çocuklarının namuslu yetişmesini sağlayan yada
onları Allah'ın menfaatiendirip kendisiyle zengin kılacağı nafakayı
çoluğuna-çocuğuna infak eden bir adamdan daha sevablı kim olabilir?” dedi.
[31]
915- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Allah yolunda infak ettiğin bir dinar, köle azadı
için infak ettiğin bir dinar, bir fakire sadaka olarak verdiğin bir dinar ve aile
bireylerine harcadığın bir dinar vardır. Bunların sevab itibariyle en büyüğü,
ailene harcadığındır.”
[32]
916- Hayseme'den
rivayet edilmiştir:
“Biz, Abdullah İbn
Amr'la birlikte oturuyorduk. Derken işlerinin vekilliğini yürüten kişi gelip
içeriye girdi. Abdullah, ona:
“Kölelerin
yiyeceklerini verdin mi?” diye sordu. O kimse:
“Hayır!” diye cevap
verdi. Abdullah:
“Öyleyse git de onlara
yiyeceklerini ver. Çünkü Resulullah (s.a.v.):
“Bir kimseye
günah olarak, sahibi bulunduğu kimselerin yiyeceğini vermemek
yeter” buyurdu” dedi.
[33]
Açıklama:
İnfakm en faziletlisi
ve en önde geleni kişinin muhtaç durumda bulunan hısımlarına yaptığı harcamalardır.
Ayette şöyle buyurulur:
“Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler. Çünkü Allah
birini cihat, imamet ve miras gibi bazı konularda diğerinden üstün yaratmıştır.
Bir de erkekler, mallarından onların geçimini sağlamaktadırlar”
[34] Aile
fertlerine yapılacak harcama sadaka hükmündedir. Hadiste şöyle buyurulur:
“Hadiste zikredilen
aile bireylerine; karısı, çocuklan, nafakası kendisine gerekli olan erkek ve
kız kardeşlen ile amcası ve amcasının çocuklan, evinde beslediği yabancı yoksul
çocuklar dahildir. Bir kimsenin bakmakla yükümlü olduğu kimseleri geçindirmesi,
onun üzerine vaciptir. Eğer bu masraflan yaparken Allah rızasını kazanmayı
kastederse, sürekli sadaka ecri alır. Ancak bu konuda Allah rızasını
kasdetmezse, üzerinden borç düşer, fakat ayrıca bir ecir alamaz.”
917- Câbîr
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Uzre oğulları
kabilesinden Ebu Mezkur adında bir adam, kölesini, müdebber olarak azad etti. Daha
sonra bu adam, kölenin bedeline muhtaç oldu. Bu durum, Resulullah (s.a.v.)'e
ulaştı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), bu kimseyi yanına çağırtıp ona:
“Senin bundan başka bir malın var mı?” diye sordu. O da:
“Hayır” diye
cevap verdi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.), bu köleyi
müzadeye çıkartıp:
“Bu köleyi, benden satın alacak kimse var mı?” diye sordu.
“Nuaym b. Abdullah
el-Adevî, bu köleyi, Resulullah (s.a.v.)'ten 800 dirheme satın alıp parasını da
hemen Resulullah (s.a.v.)'e getirip teslim etti. Daha sonra Resulullah (s.a.v.)
o kimseye:
“İlk önce kendinden başla ve kendine sadaka ver. Eğer
bîr şey artarsa onu ailene ver, ailenden de bir şey artarsa akrabana ver,
akrabandan da bir şey artarsa şöyle ve şöyle yap!” buyurdu.
[35]
“Bu son
kısmı söylerken önündeki, sağındaki ve solundaki ihtiyaç sahiplerine ver diye işaret
ediyordu.”
Hürriyete kavuşması,
efendisinin ölümüne bağlı olan köleye denir. Bu şekilde köle azad etmeye de, “Tedbir”
denir.
İmam Şafiî, bu hadise
dayanarak müdebber olarak köleyi satmanın caiz olduğu hükmüne varmıştır. Ebu
Hanîfe ise, kölenin ancak efendisinin ölümünden sonra hürriyetine kavuşacağından
dolayı bu tür satışın caiz olmadığını ileri sürmüştür.
Hafız Zeylaî'nin
ifadesine göre; konu ile ilgili hadislerde, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, satılmasına
izin verdiği köleden maksat; tedbir-i mukayyedle müdebber kılınmış köle
olabileceği gibi, bu kölenin satılmasından maksat; gerçek anlamda satılması
olmayıp kiraya verilmiş olması da mümkündür.
[36]
Resulullah (s.a.v.)'in,
müdebber olarak azad edilen bir köleyi satması, sahibinin başka malı olmadığı
içindir. Halbuki Ebu Mezkûr, borçlu idi. Bu nedenle de Resulullah (s.a.v.), son
olarak elinde kalan kölesini de azad ettiğini ve bu suretle kendini borçlu
ölmek tehlikesine karşı maruz bıraktığını görünce, onun bu fiilini nakzetmeyi
maslahata daha uygun bulmuş ve kölenin kıymetini kendisine göndermiştir.
[37]
İnfak, hadiste
belirtilen tertip üzere verilir. Ayrıca sevab olarak verilen sadakada, maslahata
göre bir değil çeşitli hayr yollanna riayet etmek gerekir..
918-
Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hurmalık bakımından
Ebu Talha Ensar'ın en zengini idi. Onun en çok sevdiği malı ise Bayruhâ
Hurmalığı idi. Burası, Mescid-i Nebî'nin karşısında olup Resulullah (s.a.v.)
oranın içerisine girer, içindeki tatlı sudan içerdi. “Sevdiklerinizden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla
ulaşamazsınız”
[38]
ayeti indiği zaman Ebu Talha kalkıp Resulullah (s.a.v.)'in yanına gitti. Ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Doğrusu Yüce Allah:
“Sevdiklerinizden Allah yolunda arcamadıkça iyiliğe
asla ulaşamazsınız”
[39] buyurmaktadır. Benim en çok sevdiğim malım ise,
Bayruhâ, Hurmalığıdır. Artık orası, Allah için sadakadir. Bu sadakanın Allah
katında iyilik ve ahiret azığı olmasını arzu ederim.
“Ey Allah'ın resulü!
Onu istediğin yere harca” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Çok güzel! Bu çok kazançlı bir mal oldu. Bu bahçe
hakkında söylediklerini duydum. Ben bunu akrabaların arasında dağıtmanı uygun
görüyorum”
buyurdu.
Bunun üzerine Ebu
Talha, bu bahçeyi yakınları ve amca oğulları arasında paylaştırdı.
[40]
Açıklama:
Sadakayı, ilk önce
muhtaç olan akrabalara ve yakınlara vermek, başkalarına vermekten daha
faziletlidir. Yalnız bu faziletli durum, nafile sadakaya mahsustur.
919- Meymûne
bintu'l-Hâris (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Meymûne, Resulullah (s.a.v.)
zamanında bir cariye azad etmişti. Bu azad işini, Resulullah (s.a.v.)'e
anlattı. Resulullah (s.a.v.):
“Eğer bu cariyeyi, dayılarına hediye etseydin sevabın
daha büyük olurdu” buyurdu.
[41]
920-
Abdullah
İbn Mes'ud'un hanimi Zeyneb (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Ey kadınlar topluluğu! Zinet eşyalarınızdan da olsa
sadaka verin” buyurdu. Bunun üzerine
ben, kocam Abdullah'ın yanma dönüp:
“Sen, fakir bir
adamsın. Resulullah (s.a.v.), bize, sadaka vermemizi emretti. Dolayısıyla ona
git ve ondan şunu sor: Sana ve himayem altında bulunan yetimlere infakta
bulunmam benden sadaka yerine geçer mi, yoksa sadakamı sizden başkalarına mı
vereyim?” dedim. Abdullah, bana:
“Hayır! Ona, sen git
sor” dedi. Ben de ona bu soruyu sormaya gittim. Resulullah (s.a.v.)’in kapısında
Ensar'dan bir kadını bekler vaziyette buldum. Onun meselesi de, benim meselem
gibi idi. O sırada Resulullah (s.a.v.)'i sıkıntılı bir hal kaplamıştı. Derken
yanımıza Bilâl çıktı. Ona:
“Resulullah (s.a.v.)'e
git de, ona, kapıda iki kadın var, sizden; kocalarına ve himayeleri altında
bulunan yetimlere sadaka verip infak vermeleri, kendilerine sadaka yerine
geçip geçmeyeceğini soruyorlar diye haber ver. Fakat bizim kim olduğumuzu ona
söyleme” dedik.
Bunun üzerine Bilâl,
Resulullah (s.a.v.)'in yanına girip meseleyi ona sordu. Resulullah (s.a.v.),
Bilal'e:
“Kim onlar?”
diye sordu. Bilâl:
“Ensar'dan bir kadın
ile Zeyneb” diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Zeyneb'lerin hangisi?” diye sordu. Bilâl:
“Abdullah (İbn
Mesu'd)'un hanımı Zeyneb diye cevap verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.),
Bilal'e;
[42]
“Onların ikisine de ikişer ecir vardır; birisi
akrabalık ecri ve diğeri de sadaka ecri”
buyurdu.”
Açıklama:
İçlerinde Hasan
el-Basrî, Süfyan es-Sevrî, İmam Mâlik, bir rivayete göre İmam Ahmed ve Ebu
Hanife'nin de bulunduğu fıkıhçıların çoğu, buradaki sadakayı, nafile manasında
yorumlamışlardır. Bunlara göre; kadın, kendi malının zekatını kocasına veremez.
İmam Muhammed ile Ebu
Yusuf'a göre ise kadın, kendi malının zekatını kocasına verebilir.
Hanefi mezhebine göre;
kişi, kendi zekatını; usul ve furu'na yani babasına, annesine, bunlann
annesine, babasına, kendi çocuklarına ve torunlarına veremez. Kendi hanımına da
veremez.
Bazı alimler, bu
hadisteki sadakayı, genel anlamda değerlendirerek kadının kendi kocasına hem
sadaka ve hem de zekat verebileceğini söylemişlerdir.
İçlerinde İmam Şafii,
bir rivayete göre İmam Ahmed, Hanefilerden Ebu Yusuf ile İmam Muhammed'in de
bulunduğu bazı alimler, bu hadiste geçen sadakayı, zekat anlamında değerlendirerek
kadının, fakir olan kocasına zekat verebileceğini belirtmişlerdir.
921- Ümmü
Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.)’e:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben, önceki kocam olan Ebu Seleme'nin oğullarına nafaka veriyorum. Onları
şöyle ve şöyle kötü durumda bırakacak da değilim. Onlar, ancak benim
oğullarımda. Acaba onlara yaptığım bu nafakadan dolayı bana bir mükafat var
mıdır?” diye sordum. O da:
“Evet! Sana, onlara verdiğin nafakanın mükafatı vardır” buyurdu.
[43]
922- Ebu
Mes'ud el-Bedrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Müslüman, Allah'ın rızasını hesaba katarak ailesine
infakta bulunursa bu, o kimse için bir sadaka olur.”
[44]
Açıklama:
Konuyla ilgili olarak
1008 nolu hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
923- Esma'
bint. Ebi Bekr (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Müşrik olan annem bana geldi. Benden ilgi bekliyor yada çekiniyor. Ona
yakınlık göstereyim mi?” diye sordum. O da:
“Evet” diye
cevap verdi.
[45]
Açıklama:
Esma, Hz. Ebu Bekr'in
kızıdır. Annesinin adı, Kuteyle'dir. Hz. Ebu Bekr, bu kadını, cahiliye
döneminde boşamıştı.
Hattâbî'ye göre;
Peygamber (s.a.v.)'in, Esma'ya annesine yardımda bulunmasını ve ona ilgi göstermesini
emretmesi, aradaki akrabalık bağından dolayıdır. Fakat ona zekat verememekle
birlikte ona sadaka vermesi üzerine vaciptir.
924- Hz.
Âisc (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Peygamber (s.a.v.)'e gelip
ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Annem ansızın öldü. Vasiyet de etmedi. Sanırım ki, konuşmuş olmaya güç yetirse
îdi, sadaka verilmesini vasiyet ede)rdi. Şimdi onun adına sadaka versem, annem
sevabına nail olur mu?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet” diye
cevap verdi.
[46]
Açıklama:
Bu hadiste, ölünün
ardından verilen sadakaların sevabının ölüye ulaşacağı ifade edilmektedir. İbn
Mace, Vesaya 8 (2717)'de; ölünün ardından verilen sadakaların onun günahlarına
kefaret olacağı belirtilmektedir. Yine İbn Mace, Vesaya 8 (2718)'de ise ölünün
arkasından verilen sadakanın sevabının, hem ölüye ve hem de sadakayı veren
kimseye yazılacağı belirtilmektedir.
Bir ölünün arkasından
sadaka verebilmek için, ölünün bu sadakanın verilmesini vasiyet etmiş olması
şart değildir.
925-
Huzeyfe
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Yapılan her iyilik, sadakadır.”
[47]
Açıklama:
Hadis, yapılan her
iyiliğin ve haynn sadaka sevabı gibi sevabı olduğunu ifade etmektedir.
Ma'ruf, münkerin zıddı
olup iyilik demektir.
Allah rızası için
verilen her şeydir.
“Sadaka” denilince,
akla ilk gelen husus, maddi bağışlar yada yardımlardır. Halbuki Resulullah (s.a.v.),
iyilik sayılan her şeyin, sadaka olduğunu belirtmiştir. Yine Resulullah (s.a.v.),
bunun yanı sıra teşbih, tekbir, tebessüm gibi hususlarında sadaka olduğunu
söylemiştir.
O halde sadakayı,
maddi yardımlar ile sınırlandırmayıp tam aksine sadakanın alanını daha da genişleterek
tatlı bir söz, başkalarını rahatsız edici davranışlardan kaçınma gibi hususları
da dahil etmek gerekmektedir. Böylece herkes, mutlaka bir sadaka da bulunma
imkanına kavuşmuş olmaktadır. Buna göre maddi imkansızlık içinde bulunan yada
muhtaç olan kimseler bile, iyilik yapmak suretiyle sadaka yapma imkanına
kavuşmuş olmaktadırlar. Yalnız yapılan iyiliğin ibadet sayılabilmesi için,
onun, iyi niyetle yapılmış olması gerekmektedir.
Nitekim konuyla ilgili
olarak Ebu Zerr (r.a)'tan şöyle bir hadis nakledilmiştir:
“Din kardeşinin yüzüne
gülümsemen, senin için bir sadakadır. İyiliği emredip kötülükten men etmen,
senin için bir sadakadır. Sapıklık yurdunda bir adamı irşat etmen, senin için
bir sadakadır. Yoldan taşı, dikeni ve kemiği kaldırıp yolun kenarına atman,
senin için bir sadakadır. Su kovandan din kardeşinin kovasına su boşaltman,
senin için bir sadakadır.”
[48]
926- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
sahabilerinden bazı kimseler, Peygamber (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Servet sahibi kimseler sevapları alıp gittiler; bizim kıldığımız gibi namaz
kılıyorlar, bizim gibi oruç tutuyorlar ve mallarının fazlalarını sadaka olarak
veriyorlar” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Allah size tasadduk edecek bîr şey vermemiş mi? Her teşbih
subhanallah sözün)e karşılık bir sadaka, her tekbir “Allahu Ekber” sözüne
karşılık bir sadaka, her tahmid “Elhamdülillah” sözüne karşılık bir sadaka, her
tahlil Lâ “İlahe illallah” sözüne karşılık bir sadaka, emr-i bi'l-ma'ruf bir
sadaka, kötülükten alıkoyma bir sadakadır. Hatta sizden birisinin (hammıyla
yaptığı) cinsel ilişki de bile bir sadaka vardır” buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Birimiz şehvetini meşru çerçevede tatmin ederse onda da bir sevab var mıdır?”
diye sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Ne dersiniz? O kimse şehvetini haramla tatmin ederse
ona günah olmayacak mı? İşte bunun gibi, helal yolla şehvetini tatmin ettiği
zaman da ona sevab vardır” buyurdu.
[49]
Açıklama:
Bir önceki hadiste
genel anlamda sadaka üzerinde durulurken, burada nelerin sadaka grubuna
gireceği belirtilmektedir. Buna göre “Subhanallah”, “Allahu Ekber”, “Elhamdulillah”,
“La ilahe illallah” demek, “İyiliği emredip kötülükten men etmek”, hatta “Kişinin
hanımıyla cinsel ilişkide bulunması” bile sadaka içerisinde yer almaktadır.
927- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu Adem oğullarından her insan 360
mafsal/eklemle yaratılmıştır. Buna göre kim bu 360 eklem sayısınca Allah'a
tekbir getirir, hamd eder, tehlil ile teşbih eyler ve istiğfarda bulunur,
insanların yolundan bir taşı yada dikeni veya kemiği kenara atar, bir iyiliği
emreder veya bir kötülükten alı oyarsa gerçekten, o gün kendini cehennemden
uzaklaştırmış olarak hareket der.”
[50]
928- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.):
“Her müslümana sadaka vermek vaciptir” buyurdu. Bunun üzerine ona:
“Ya sadaka verecek bir
şey bulamazsa, o zaman ne dersin?” denildi. Peygamber (s.a.v.):
“İki eliyle çalışır, böylece hem kendisine yarar
sağlar ve hem de sadaka verir”
buyurdu. Ona:
“Ya buna gücü
yetmezse, o zaman ne dersin?” denildi. Peygamber (s.a.v.):
“Sıkıntıda olan ihtiyaç sahibi kimseye yardım eder” buyurdu. Yine ona:
“Ya buna da gücü
yetmezse, o zaman ne dersin?” denildi. Peygamber (s.a.v.):
“İyiliği yada hayrı emreder” buyurdu. Soru soranlardan birisi:
“Eğer buna da gücü
yetmezse, o zaman ne buyurursun?” diye sordu. Peygamber (s.a.v.):
“Kötülüğü yapmaktan kendini tutar. Çünkü bu da, bir
sadakadır” buyurdu.
[51]
Burada herhalükarda
sadaka vermeye teşvik edilmektedir. Yani durumum kötü diye sadaka vermekten
kurtulunamayacağı belirtilmektedir. Hatta maddi durumu kötü olan bir kişinin
kötülüğe engel olması bile, vermesi gereken sadaka gibi olduğu vurgulanarak
kişi maddi olarak sadaka vermenin yanısıra manevi olarak da sadaka
verebileceğine dikkat çekilmektedir.
929- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İçinde güneş doğan her günde, eklemi için vermesi
gereken bir sadaka vardır. Örneğin, iki kişinin arasında adaletle hükmen, bir
sadakadır. Hayvanına binmek isteyen bir kimseye yardım ederek hayvanına
bindirmen yada eşyasını hayvanına yüklemen, bir sadakadır. Güzel bir söz,
sadakadır. Namaza giderken attığın her adım, bir sadakadır. Yoldan eziyet verici
şeyleri gidermen, bir sadakadır.”
[52]
Açıklama:
Bu hadise göre;
kemikler, insanın vücûdunda esâs olan organlardır. Zira insanın hareket ve
hareketsiz olma hali ancak onlarla mümkün olur. Dolayısıyla kemikler, Allah
Teâlâ'nın insana bahşettiği en büyük nimetlerdendir. Her kemik nimetine
karşılık bir sadaka vacip kılmak suretiyle onlann şükrünü istemek, Allah
Teâlâ'nın hakkıdır. Lâkin Yüce Allah, lütfu merhamet buyurarak bunu istememiş,
insanlar arasında adalete riâyet ve yoldan insanlara eza verecek şeyleri atmak
gibi fiilleri sadaka kabul ederek kullarının şükür borcunu hafifletmiştir. Bu
doğrultuda namaza giderken. atılan her adım dahî sadaka sayılmıştır. Bundan
maksat; her adım karşılığında bir derece yükseltmek ve bir günâh affetmektir.
Onun içindir ki, Resulullah (s.a.v.) camiye giderken çok adım atmayı teşvik
etmiş, koşarak gitmeyi yasaklamıştır.
[53]
930- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kulların sabahladığı her gün mutlaka iki melek
yeryüzüne inip birisi:
“Allah’ım! Malını infak eden kimseye, verdiğine bedel
olarak mal ver” diye dua eder. Diğeri de:
“Allahım! Malını infak etmeyen kimseye, vermediğine
karşılık olarak malını telef et” diye beddua eder.”
[54]
Açıklama:
Mal tamamıyla
Allah'ındır ve İnsanların bu malda yararlanma hakkına sahip olmaktan öte bir
sahiplikleri yoktur. Allah, infakta bulunma işini, insanların arzusuna
bırakmıştır. Zaten insanların infak etmemeleri de şaşılacak bir durum değil
midir? Çünkü onlar, Allah'ın kendilerine rızık olarak ihsan ettiği ve onlara
verdiğinden başkasından infsk etmiyorlar. Nitekim yüce Allah,
“Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah'ın
kendilerine nzık olarak verdiğinden infak etmiş olsalardı, bu kendilerine
zarar mı idi?”
[55]
buyurmaktadır. Allah, insanlara infakta bulunmalarını
her emrettiğinde, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu ve onları rızıklandırdığı
maldan infak edeceklerini de hatırlatmıştır. Bu konudaki ayetlerden bazısı
şunlardır:
“Herhangi birinize ölüm gelmeden önce size verdiğimiz
rızıktan infak edin.”
[56]
“Ey iman edenler! İçinde ne bir alışveri ve ne bir
dostluk bulunmayan bir gün gelmezden evvel, sîze verdiğimiz rızıktan infak
edin.”
[57]
“İman eden kullarıma de ki: Namazı dosdoğru kılsınlar
ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden gizli ve açık infak etsinler.”
[58]
“Onlar öyle müminlerdir ki, gayb'a imân ederler,
namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak
ederler.”
[59]
Mal Allah'ın malı
olduğuna ve üzerinde halifeliğe getirmiş olduğu insanların elinde bir emanet
ularak bulunduğun göre, Allah'ın mal hakkında kendilerine vermiş olduğu
emirleri yerine getirmekten geri kalmak imkânı insanlar için sözkonusu
değildir. O halde Allah, insanlara bu maldan bir kimini bazı kimselere
vermelerini emr etmiş ise, bunu yerine getirmeye çalışmaları gerekmektedir.
Çünkü bu kimselere Allah'ı ait olan maldan başka bir maldan veriyor
değillerdir.
“Bir de onlara, Allah'ın size vermiş olduğu kendi
malından verin.”
[60]
Elinde bir miktar mal
bulunan her kişiye düşen görev, bu konuda Allah'a itaat etmektir. Elinde
bulunan bu mal, ister az olsun, isterse de çok fark etmez.
“Rızkı kendisine daraltılmış bulunan da Allah'ın ona
verdiğinden infak etsin. Allah, hiçbir nefse ona verdiğinden başkasını
yüklemez.”
[61]
Sakın hiçbir kimse,
Allah'a ait olan maldan elinde bulunanı yalnızca kendisinin olmak üzere
verdiğini sanmasın ve hiçbir şekilde hak sahiplerine o maldaki haklarını vermek
konusunda cimrilik etmesin. Çünkü Allah'ın insanları rızıklandırması ve
mülkünden onlara birşeyler vermesi, O'nun emir ve yasaklan çerçevesinde onu
yönetmeleri içindir. Allah, birtakım kimselere rızık bakımından diğerlerine
oranla bir üstünlük vermiş ise, fazla rızka sahip olan. infak ettiğinde veya
başkasına birşeyler verdiğinde sakın kendi rızkından birşeyler verdiğini
sanmasın. O, Allah'ın malından infak etmekte olduğunu, kendi yanından hiçbir
şey vermediğini iyice bilmelidir. Şu da unutulmamalıdır kî, insan yalnızca bir
aracıdır. Allah'ın malından kendisi için birşeyler alıkoyduğu gibi, aynı maldan
başkasına da vermiştir o kadar.
Buna göre vakti ve
durumu varken elini çabuk tutup kendisinde emaneten duran maldan sadaka
vermeyen kimselerin malı telef olmayı hak eder.
Hadis, aile
fertlerine, yakınlara ve fakirlere infak gibi hayrlara teşvik etmektedir.
931- Harise
b. Vehb (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i şöyle buyururken
işittim:
“Sadaka verin! Çünkü yakında öyle bir zaman gelecek
ki, bir adam sadakasını diyar diyar dolaştıracak da kendisine sadaka vermek
istediği kimse:
“Bu sadakayı bana dün getirmiş olsaydın kabul ederdim.
Fakat şimdi benim ona ihtiyacım yok”
diyecek. Sonuç olarak sadakasını kabul edecek hiç kimse bulamayacak.”
[62]
932- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlara mutlaka öyle bîr zaman gelecek ki, bir
kimse altından olan zekatını diyar diyar dolaştıracak, onu alacak hiç kimse
bulamayacak. Yine bu zamanda erkeklerin az olmasından ve kadınların çok
olmasından dolayı bir erkeğin peşinden ona sığınmak isteyen 40 kadının gittiği
görülecek.”
[63]
Açıklama:
Buradaki “Kırk”
sayısı, çokluktan kinaye olabilir.
Hadiste geleceği haber
verilen zaman, kıyamet alametlerinin belirdiği vakittir. Herkes dünyanın sonu
geldiğini anlayarak mal biriktirmekten vazgeçecektir.
933- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kıyamet şu hal meydana gelmedikçe kopmaz: Mal
çoğalır, hatta dolup taşar. Öyle ki bir adam, malının zekatını çıkarır, fakat
bu zekatı kabul edecek hiç kimse bulamayacak. Hatta Arabistan/Arap toprakları,
çayırlıklara ve nehirlere dönüşür.”
[64]
Açıklama:
Hadis, Arap diyarının
çayır ve çimenliklere dönmsenden maksat; bu toprakların, son derece ziraata
elverişli hale getirilmesidir.
934- Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah
(s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Yer bütün ciğerpare zenginliklerini, altın ve
gümüşten sütunlar halinde kusar. Derken katil gelip:
“Ben bunun yüzünden öldürmüştüm” der. Yol kesici
gelip:
“Ben bunlar için (insanlarla olan ilişkimi) kesip
kopardım” der. Hırsız
“Elim, bunun için kesildi” der.
“Daha sonra bu zenginlikleri terk edip bunlardan
hiçbir şey almazlar.”
[65]
Açıklama:
Hadis, kıyamet
alametlerini bildirmektedir. Bu hal, kıyamete yakın ortaya çıkacağı içindir
ki, vaktiyle altın İle gümüş uğrunda can veren katil kimse, yol kesici kimse
ile hırsız bunları önünlerinde hazır buldukları halde bile bunların bir
parçasını bile almayacaktır. Çünkü kıyametin kopması yaklaşmıştır
935. Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bir kimse, helal kazancından sadaka verirse, Rahman
Allah bunu sağiy-fa/cani gönülden kabul eder. Zaten Allah sadece temiz
(kazançtan) başkasını kabul etmez. Eğer bu verdiği sadaka bir hurma tanesi
kadar olsa bile Rahman, sizin tayı veya deve yavrusunu büyüttüğünüz gibi bunu
katma alıp büyük bir dağ olana kadar büyütür.”[66]
936- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Doğrusu Allah, Tayyib noksanlıklardan
paktır. Tayyîb temiz ve helal olandan başka bir şeyî kabul etmez. Allah,
peygamberlere emrettiği şeyleri müminlere de emredip:
“Ey peygamberler! Temiz ve helal olan şeylerden yiyin;
güzel amel ve hareketlerde bulunun. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı bilirim”
[67]
buyurmaktadır. Başka bir ayette ise
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz
olanlarından yeyin”
[68] buyurmaktadır.
Daha sonra Resulullah (s.a.v.):
“Bir kimse Allah'a itaat yolunda uzun sefere çıkar,
saçları dağılmış, toza toprağa bulanmış bir halde ellerini
semaya
kaldırıp:
“Ya Rabbi! Ya Rabbi!” diye dua eder. Halbuki yediği
haram, içtiği haram, giydiği haram, kısacası kendisi haramla beslenmiş olursa
böylesinin duası nasıl kabul edilir?!”
buyurdu.
[69]
937- Adiyy
b. Hatim (r.a)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i şöyle buyururken
işittim:
“Sîzden her kim yarım hurmayla bile olsa (sadaka
vermek suretiyle) cehennemden korunabilecekse hemen bunu yapsın.”
[70]
Açıklama:
İslam dininde imandan
sonra ilk akla gelen iki rükünden birincisi, namaz; ikincisi de zekattır.
Kur'an, “Namaz kılı” derken, ardından da “Zekatı verin” diye emreder.
Zekatın namazla aynı
doğrultuda emredilmesi, İslam dininin, sadece ahiret hayatı ve ibadetle meşgul
olan bir din olmayıp bir medeniyet dini olduğunun, dünya hayatını ahiret
hayatından, ahiret hayatînin da dünya hayatından ayırmayan, ikisini bir mütalaa
eden bir hayat ve devlet dinidir.
Zekat vermek
suretiyle, hem maddi ve hem de dünyevi hayatımız düzenlenecektir. Zekatla;
zenginin malı günahtan, ruhu cimrilikten temizlediği gibi, fakirin de gönlü
zengine ve dünyaya karşı kinden temizlenmiş olur. Böylece toplumun İki zümresi,
sulha kavuşmuş olur. Dolayısıyla da bir rriüslümanın, az da olsa, bir hurmanın
yarısı kadar bile sadaka vermesi, kendini cehennem kurtulmasını sağlar.
938- Adiyy
b. Hatim (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah, sizin her birinizle arada tercüman olmaksızın
kesinlikle konuşacaktır. Bu sırada o kimse sağına bakacak, önceden
gönderdiğinden başka bir şey göremeyecek; soluna bakacak, önceden
gönderdiğinden başka bir şey göremeyecek. Önüne bakacak, karşısında cehennemden
başka bir şey göremeyecek. Dolayısıyla yarım hurmayla bile olsa cehennemden
sadaka vermek suretiyle korunun.”
[71]
939-
Adiyy
b. Hatim (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
üç defa cehennemden söz edip ondan Allah'a sığındı ve yüzünü çevirdi. Sonra
da:
Yarım hurmayla bile olsa cehennemden sadaka vermek suretiyle
korunun. Eğer sadaka verecek yarım hurma bulamazsanız, o zaman güzel bîr söz
söylemekle cehennemden korunun”
buyurdu.
[72]
940- Cerîr
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz gündüzün
ortasında Resulullah (s.a.v.)'in yanında oturuyorduk. Derken yalın ayak,
kapları postu rengindeki gömleklerini veya abalarını başlarına geçirmiş,
kılıçlarını çekmiş, çoğu hattâ hepsi Mudarr kabilesine mensup çıplak bir takım
adamlar Peygamber (s.a.v.)'e geldiler. Resulullah (s.a.v.), onların muhtaç
hâlini görünce yüzü değişti. İçeri girip çıktıktan sonra Bilâl'e emretti.
Bilâl, ezanı okuyup kamet gelirdi. Resulullah (s.a.v.) namazı kıldırdı. Sonra
hutbe okudu ve:
“Ey insanlar! Sîzi bir tek candan yaratan Rabbmizden
korkun”
[73]
âyetini sonuna yâni;
“Şüphesiz ki Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir”
[74]
âyetine kadar okudu. Sonra Haşr süresindeki “Allah'tan
korkun. Her nefis yarın ahiret için ne gönderdiğine bir baksın. Allah'tan korkun”
[75]
ayetini okudu.
“Bir adam dinarından, dirheminden, elbisesinden, bir sa
buğdayından, bir sa kuru hurmasından sadaka vermelidir. Velev ki yarım hurma
olsun” buyurdu.
Derken Ensâr'dan bir
kimse hemen hemen elinin taşıyamayacağı kadar, hattâ elinin taşımaktan âciz
kaldığı bir kase getirdi. Sonra bir biri ardınca herkes bir şeyler getirdi. Sonuçta,
yiyecek ve elbiseden oluşmuş iki yığın gördüm. Resulullah (s.a.v.)'in (mübarek)
yüzünü, altınla yaldızlanmış gibi parladığını gördüm. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Her kim İslam'da güzel bir çığır açarsa, o çığırın
ecriyle kendisinden sonra o çığırla amel edenlerin ecirlerinden hiç bir şey
noksan edilmemek şartıyla sevapları kendine aittir. Ve her kim İslâm'da kötü
bir çığır açarsa o çığırın vebaliyle kendisinden sonra onunla amel edenlerin
vebalı hiç bir noksanları olmamak üzere ona aittir” buyurdu.
[76]
941- Ebu
Mes'ud (r.a)'tan rivyat edilmiştir:
“Sadaka vermekle
emrolunduk. Sadaka verecek bir şey sağlamak için hamallık yapıyorduk. Ebu
Akîl, yarım sa sadaka getirdi. Bir başkası da onunkinden daha çok bir şey
getirdi. Derken münafıklar:
“Şüphesiz ki Allah,
bunun getirdiği sadakadan çok yukarıdadır. Diğeri de, yaptığı hayrı ancak ve
ancak gösteriş olsun diye yapmıştır” dediler. Bunun üzerine:
“Mü'minlerden, sadaka verme hususunda gönülden
davrananlar ile güçlerinin yetebileceğinden başkasını bulamayanları alaya
alanlar var ya! İşte Allah, onları maskaraya alır. Onlar için acı veren bir
azab vardır”
[77]
ayeti indi.
[78]
942- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.). şöyle buyurmaktadır:
“Dikkat edin ki! Sabahleyin bir kap, akşemleyin bir
kap süt veren bir deveyi, sütünden faydalanması için bir aileye emaneten veren
bir kimse Çin, bunun sevabı çok büyük olur.”
[79]
943- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
bazı hasletleri söyleyip bunları yasakladı, sonra da:
“Kim bir müddet
faydalanıp tekrar sahibine iade edilmek üzere sağmal bir hayvanı birilerine
emaneten verirse, o hayvanın sabahki sağımından bir sadaka almış ve akşamki
sağımından da bir sadaka almış olur”buyurdu.[80]
944- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İntak edici kimse ile sadaka verici kimsenin misali,
üzerinde memelerinin yanından köprücük kemiklerine kadar vücutlarının kaplayan
demirden iki cübbe veya iki zırlı bulunan kimsenin misali gibidir.
İnfak edici kimse diğer ravi: “Sadaka verici” dedi
sadaka vermek istediğinde zırhı onun bedeni üzerinde genişler yada uzar.
Cimri olan kimse ise bir şey infak etmek istediğinde
zırhı üzerinde büzülür ve her bir halka kendi yerini alır. Öyle ki o kimsenin
parmak uçlarını kaplar ve izlerini yok eder.”
[81]
Açıklama:
Bu hadislerde cömert
ile cimrinin ruh halleri en açık bir temsille tasvir edilmektedir: Cömert,
ihtiyaç içinde bulunanlara yardıma koşmakla gönlünde bir rahatlık ve sevinç
duyar. Bu iç açıklığının ve hazzın parmaklarına kadar bütün vücûdunu
kapladığını nefsinde hisseder. Bir de bu cömertlik, onun ruhî ve hârici bütün
ayıblarını tamamıyla örter.
Cimri ise, düşkünlere
ve fakirlere karşı kalın yürekli olmakla beraber, gönlünde fıtrî bir merhamet
duygusu da vardır. Fakat cimriliği bu asıl duyguyu galebe etmektedir. O,
gönlündeki bu iki zıt eğilimden dolayı dâima bir ızdırâp içindedir. Bu izdırap
Allah'ın fıtrat gereğince cahillerde yarattığı bir iç üzüntüsü, bir gönül
darlığıdır ki hadiste ifade edildiği gibi bu ruhî hal cimriyi baştan aşağıya
kadar cendere içinde gibi sıkıştırır durur. Bir fakire yardım edip de bu gönül
azabından kurtulmayı başaramaz.
[82]
945-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İsrail oğullarından bir adam:
“Ben bu gece mutlaka bir sadaka vereceğim” deyip
sadakasını çıkarıp bilmeden zinakar bir kadının eline verdi. Bunun üzerine
halk:
“Bu gece zinakar bir kadına sadaka verildi” diye laf
etmeye başladılar. Sadakayı veren kimse bundan etkilenmeyip:
“Allahım! Zinakar bir kadına sadaka verdiğim için sana
hamd olsun. Yine birisine mutlaka sadaka vereceğim” deyip sadakasını çıkarıp
bilmeden zengin bir adamın eline verdi. Bunun üzerine halk:
“Bir zengine sadaka verildi” diye laf etmeye
başladılar. Sadakayı veren kimse bundan da etkilenmeyip:
“Allahım! Bir zengine sadaka verdiğim için sana hamd
olsun. Yine birisine mutlaka sadaka vereceğim” deyip sadakasını çıkarıp
bilmeden hırsız bir adamın eline verdi. Bunun üzerine halk:
“Bir hırsıza sadaka verildi” diye laf etmeye
başladılar. Sadakayı veren kimse bundan da etkilenmeyip:
“Allahım! Zinakar bir kadına, bir zengine ve bir
hırsıza sırf senin rızanı kazanmak için sadaka verdiğim için sana hamd olsun” dedi.
Daha sonra bu kimseye rüyasında gelinip ona:
“Senin sadakan kabul olundu. Zinakar kadına gelince;
umulur kî bu sadaka sebebiyle zina etmekten vazgeçip iffetli bir hayata
kavuşur. Umulur ki zengin kimse de bundan ibret alıp Allah'ın kendisine verdiği
maldan insanlara infak eder. Yine umulur ki hırsız kimse de bu sadaka sebebiyle
hırsızlığından vazgeçip temiz bir hayata kavuşur” dîye müjde verildi.”
[83]
Açıklama:
Yani sadakalarımı bu
kötü kimselere kendi irâdemle değil, senin irâdenle verdim. Senin irâden ise
pek güzeldir, irâdenin mekruh bir şeye ilişmesinden dolayı senden başkası hamd
olunmaz. İşte ben haddizatında güzelden başka bîr şey olmayan bu irâde
tecellilerine de hamd ediyorum demek oluyor.
Hadisten, zekât ve
sadakanın ahlâkı güzelleştirmekte etkili olduğu anlaşılıyor. Bazı İnsanlar, ne
kadar kötü olurlarsa olsunlar, gördükleri iyiliğin etkisiyle kötü hayatlarından
dönebilirler. Zaruretler ve ihtiyaçlar sebebiyle bu kötü yollara düşenler de,
zekâtların ve sadakaların uyarıcı rolleri elbette büyüktür.
Bu hadisten, sadakanın
gizlice ve ihlâsia verilmesinin faziletli olduğu da anlaşılmaktadır.
[84]
946- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Müslüman, güvenilir, kendisine emredileni eksiksiz
bir şekilde yerine getiren, kendisine emredilen kimseye ödenmek istenileni
ödeyen vekil kimse, sadaka veren iki kişiden bîridir.”
[85]
Açıklama:
Bu hadis, başkasının
malını koruyup verilmesi gereken yere onu ulaştıran vekilin, mal sahibi gibi
ecir alacağını belirtmektedir.
947- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kadın, kocasının evinin yiyeceğinden kötülük kast
etmeksizin înfak ederse, ona intakın sevabı, kocasına da kazanmasının sevabı
verilir. Hizmetçisine de, o kadar sevap verilir. Bunlardan birisi, diğerinin
sevabından bir şey eksiltmez.”
[86]
Açıklama:
Bu hadis; kadının,
erkeğin kazancından tasarrufta bulunması, bazı kayıt ve şartlara bağlanmıştır.
Hadiste geçen “Kötülük kast etmeksizin” kaydı; intak edilen şeyin, adeten verilen
şeylerden olması, örfen belirlenmiş miktarları geçmemesi, israf sınırlarına
varmaması, aile dirliğini bozmaması gibi hususları içermektedir.
Asıl önemli olan;
kadın yada hizmetçinin, mal sahibinin infaka rızasının olup olmadığını
bilmesidir. Bu bakımdan kadının, kocasına ait maldaki tasarrufunun sahih
olması, erkeğin açıkça veya delaleten iznini bilmesine bağlıdır. Koca ile diğer
insanlar arasında bu bakımdan bir fark yoktur.
Örneğin, kadın, örfen
verilecek miktarda ve verilmesi adet olan bir şeyi vermişse, kocanın delaîeten
izni var sayılır. Eğer örf, kesin olarak izne delalet etmiyorsa, kocanın izni
şüpheli ise veya verilen malın benzelerine, kocanın cimrilik yaptığı bilinir ve
onun bu halinden razı olmayacağı anlaşılırsa, kadının yada başkasının o malı
bir başkasına sadaka niyetiyle vermesi caiz olmaz. Açıkça mal sahibinin izninin
alınması gerekir.
948-
Abi'l-Lahm'ın azadlısı Umeyr'den rivayet edilmiştir: “Ben, köle idim. Bir gün
Resulullah (s.a.v.)'e:
“Efendilerimin mallarından
bir şeyi sadaka olarak verebilir miyim?” diye sordum. O da:
“Evet, edebilirsin. Sevabı da aranızda yarı yarıya
olur” buyurdu.
[87]
949- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kocası yanında iken onun izni olmaksızın kadın nafile
oruç tutmasın. Kocası yanında iken onun izni olmadan onun kazancından kadın ne
infak ederse, sevabının yarısı kocasının olur.”
[88]
Açıklama:
Hadisi, “Kadın,
kocasının bilgisi dışında kendi nafakasına düşen erkeğin malından aîır ve onu
infak ederse” şeklinde anlamak gerekmektedir. Böylece erke, verilen mal kendi
kazancından olduğu ve kadın da kendi nafakasından verdiği için ecre nail olur.
Buradaki ecrin yarısı,
verilecek sadakadan hasıl olacak sevabın yarısı anlamında değildir. Çünkü 1039
nolu hadiste “Bunlardan birisi, diğerinin sevabından bir şey eksiltmez” hükmü
yer almıştı. O halde bu hadisteki “Ecrin yarısı” ifadesini; kadın da, erkek
gibi ecri hak kazanır şeklinde yorumlamak gerekmektedir.
Kirmâni'ye göre “Bunlardan birisi, diğerinin sevabından bir
şey eksiltmez” hükmü, kadının infakı kocasının emri ve açık izniyle olursa
geçerlidir. Bu hadiste olduğu gibi, erkeğin emri bulunmaz, fakat rızasının
bulunduğu sanılırsa onlardan her birine hasıl olacak ecrin yarısı vardır. Böyle
bir yorum ise, hadisin zahirine göre olmaktadır.
950- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Kim Allah yolunda iki
çift/çeşit infakta bulunursa cennet kapılarından ona:
“Ey Allah'ın kulu! Bu bir hayrdir' diye seslenilir.
Namaz kılan kimselerden ise namaz kapısından, cihad edenlerden ise cihad
kapısından, sadaka verenlerden ise sadaka kapısından ve oruç tutanlardan ise
Reyyân kapısından çağrılacaktır”
buyurdu. Ebu Bekr:
“Ey Allah'ın resulü!
Bir kimsenin bu kapıların hepsinden çağrılmasında bir problem var mı? Acaba bir
kimse bu kapıların hepsinden çağrılabilir mi?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet, ben senin bu kimselerden olacağım umuyorum” buyurdu.
[89]
951- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Bugün içinizden kim oruçlu olarak sabahladı?” diye sordu. Ebu Bekr:
“Ben” diye cevap
verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Bugün içinizden kim bir cenazenin peşin gitti?” diye sordu. Ebu Bekr:
“Ben” diye cevap
verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Bugün içinizden kim bir düşkünü doyurdu?” diye sordu. Ebu Bekr:
“Ben” diye cevap
verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Bugün içinizden kim bir hasta ziyareti yaptı?” diye sordu. Ebu Bekr:
“Ben” diye cevap
verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Bu hasletler kendisinde toplanan bir kimse, elbette
cennete girer” buyurdu.
[90]
952- Esma
bint. Ebi Bekr (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), bana:
“İnfak et yada dök veya ver! Verdiğinin sayısını
sayma, Allah'da sana karşı nimetlerini sayar” buyurdu.
[91]
953- Esma
bint. Ebi Bekr (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Esma, Peygamber (s.a.v.)'e gelip
ona:
“Ey Allah'ın
peygamberi! Eşim Zübeyr'in bana getirdiği şeylerden başka hiçbir şeyim yok.
Onun bana getirdiklerinden bir parça infak etsem bana bir günah var mıdır?” dedi.
Peygamber (s.a.v.):
“Gücünün yettiği kadar infakta bulun. Malının
fazlasını saklama ki, Allah'da sana karşı nimetlerini saklar” buyurdu.
[92]
954- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ey müslüman kadınlar! Bir koyun parçası bile olsa
komşu bir kadın, komşusunun verdiği sadakayı sakın küçük görmesin!”
[93]
955- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Yedi sınıf insan vardır ki, Allah onları kendi
arşının gölgesinden başka hiçbir gölge bulunmayan kıyamet gününde arşının gölgesinde
gölgelendirecektir. Bunlar:
“Adaletli devlet başkanı.
“Allah'a ibadet ederek temiz bir hayat içerisinde
serpilip büyüyen genç.
“Gönlü, mescitlere bağlı olan kimse.
“Allah için birbirlerini seven ve bu sevgiyle birleşip
bu sevgiyle ayrılan iki kimse.
“Güzel ve mevki sahibi bir kadın, kendisini kötü bir eyleme
davet ettiği halde:
“Ben Allah'tan korkarım” diyen kimse,
“Sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak derecede
gizli sadaka veren kimse,
“Tenha bir yerde Allah'ı lisanen yada kalben
zikrederek gözlerinden yaşlar akan kimse.”
[94]
Açıklama:
Bu nebevi hadiste;
dünyada iyi davranışlarını öne geçirmeleri ve güzel hasletlerle nitelenmeleri
sebebiyle Ahiret'te İlahi lütfa ve ebedi mutluluğu elde eden kimseler, güzel ve
övücü bir şekilde tanıtılmaktadır.
Görüldüğü üzere, Resulullah
(s.a.v.), burada, bize, Allah ve Resulü' nün sevdiği bu hasletlerden biriyle
vasıflanan herkesi Kıyamet gününde Allah'ın arşının gölgesi altında İlahi
lütuflarla gölgelendirileceğim haber vermektedir.
Nitekim Resulullah (s.a.v.)'de,
bunu; müminlerin bizzat kendilerini teşvik etmek için ve içlerinde bulunan
şerefli ruhu, samimiyeti ve iyi davranış işleme ile ilgili duyguları harekete
geçirmek için n güzel bir tarzda ve güzel bir üslupla açıklamıştır.
Bu da, onları, sağlam
bir yön ile metoda yürütüp götürmek ve Allah'ın iyi kullarından olan kimselere
uymalarını sağlamak içindir.
Dikkat edilirse, Resulullah
(s.a.v.), bu hadiste, ilk önce; idareci kimsenin, insanlarda ada]eti sağlamaya
yönelmesin ve Müslümanların işlerinden bir işi üstlenen veya lümanlann
idaresini ele alan herkesin idaresi altındaki insanlara zulmetmekten kaçınma işaret
etmektedir. İster bu, halifelik gibi genel yönetim olsun veya ister valilik ve
kadılık bize yönetim olsun. Çünkü insanlar arasında adaleti uygulamak, Allah'ın
farz kıldığı bir hükümdür. Zira Allah, kaynağı ne olursa olsun insanlara
zulmedilmesinden hoşlanmaz ve hoş görmez.
Nitekim Yüce Allah,
insanlar arasında adaletle hükrnedilmesi ve zulmedilmemesi ile ilgili olarak
şöyle buyurmaktadır:
“Ey Davud! Biz, seni, yeryüzünde halife yaptık. O
halde insanlar arasında 'hak ve adaletle' hükmet. Heva ve hevese uyma. Yoksa bu,
seni, Allah'ın yolundan saptırır.”
[95]
Resulullah (s.a.v.),
bu hadiste, ikinci olarak ta; gençlerin, hayata başladıkları andan ve
tırnaklarının çıkmaya başlamasından itibaren Allah'ın emirlerini ve yasaklarını
yerine getirmedeki itaate Allah'ın ve kula kulluktan kurtulup tek olan Allah'a
ibadet etmeye yönelmelerine işaret etmektedir.
Bu da, o gençlerin,
içerisinde yaşadıklan topluma yön verecek geleceğin insanları olmalarından ve
İslam Dini'nin istediği örnek bir nesil toplumu gerçekleştirebilirlerinden
ötürüdür. Nitekim Yüce Allah, örnek bir gençlik grubunu oluşturmuş “Ashabı
Kehf”i yani bir mağarada uyuya kalan gençleri, Kur'an-ı Kerim'de şöyle
övmektedir:
“Hakikaten mağarada kalan o gençler, Rab'lerine
inanmış gençlerdi. Biz de, onların hidayetini artırdık.”
[96]
Görüldüğü üzere,
gençler, ümidin ve arzunun var olduğu yerdir. Çünkü onlar, geleceğin İslam
Toplumu'nu oluşturacak kimselerdir.
Üçüncü haslette ise;
imanı sayesinde kalbini düzgün bir hale getiren ve vücudunun organları ile
kalbi, dinin temeli olan namaza devam etme yolunda Allah'ı zikretmeye bağlı
olan bu iyi kimsenin erdemliliğini yüceltme vardır. Bunun sebebi de; Mescitte
devamlı olarak namazı kılmak suretiyle bir araya gelme sevgisi ile bundan
kaynaklanan dostluğu kalplere yerleştirmek ve toplumsal yolda varlığını devam
ettiren ümmetin saflarını Allah'ın Mescitlerinde birleştirmek içindir. Nitekim
Yüce Allah, toplum içerisinde varlığını devam ettiren bu grubu şöyle
övmektedir:
“Allah'ın yüksek tutulmasına ve içlerinde adının
anılmasına izin verdiği evler mescitler de, insanlar, sabah-akşam Allah'ı
teşbih ederler.”
[97]
Dördüncü haslette de;
Resulullah (s.a.v.), dünyevi bir maksat veya maddi bir kazanç yada kötü bir
menfaat için değil de, Allah rızası doğrultusunda bir kimseyi, sırf Allah için
sevmeye işaret etmektedir.
Çünkü din; Allah için
sevmeyi, Allah'ın rızası için bir araya gelmeyi ve Resulullah (s.a.v.)'in
getirdiği Hak Davete sarılmayı gerektirmektedir. Bunun sebebi de, Allah için
olan sevginin; temiz, berrak, saf ve kutsal olmasıdır!.
Beşinci haslette de;
insanlığın, temizlik ve berraklık adına düşündüğünü açıklama var. Bu da;
sahibini, çirkin hallere düşmekten koruyan vicdan temizliği ile imanın
berraklığıdır. Bu çirkin hal ise; mevki ve soy sahibi güzel bir kadına gönül
verme işi olan fitneyle sapitmadır. Çünkü böylesi bir kadın, erkeği, zina etmek
için kendisine çağırmakta ve bu arzusu nedeniyle çirkin işini bu erkeğe
yaptırmak istemektedir. Fakat bu kimse, Allah'tan korkarak böyle bir şeyi
yapmaktan kaçınmaktadır.
Altıncı haslette de; burada,
Resulullah (s.a.v.)'in en güzel bir şekilde tasvir ettiği açıklamanın
şahaneliğini görmekteyiz. Çünkü bu ikram sahibi kimsenin özelliği, Allah'ın
rızası için insanların gözlerinin göremeyeceği bir biçimde gizli olarak
sadakasını veren kimseyi andırmaktadır. Zira Resulullah (s.a.v.)'in tasvir
ettiği bu kimse, vereceği sadakasını, rahatlıkla ulaşabileceği en yakınındaki
sol elinden bile gizlemektedir.
İşte Resulullah (s.a.v.),
bu durumu, bize, sağ elin Allah yolunda infak ettiği sadakayı, sol elin hissetmeyeceği
şeklinde tasvir etmektedir.
Sonuncu olarak ise;
Resulullah (s.a.v.), bu hadisi şerifi, tenha bir yerde Allah korkusundan
dolayı ağlayan kimsenin faziletiyle bitirmektedir.
Görüldüğü üzere,
Resulullah (s.a.v.)'in, insanlara, en güzel yolu göstermesi ve onlara bilge
oluşu, sırf Allah nzasını kazanmak içindir. Çünkü en güzel yol gösterme, nebevi
kılavuzluk ve Muhammed’i bilgeliktir.
[98]
956- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e gelip
ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Sevab itibariyle hangi sadaka Allah katında daha büyüktür?” diye sordu.
Resulullah (s.a.v.):
“Sevabı büyük olan sadaka; sıhhatli, son derece mala
düşkün olduğun, fakirlikten korktuğun ve zenginliği umduğun halde verdiğin
sadakadır. Bu sadaka verme işini, can gırtlağa dayanıp da filana şu kadar,
filana şu kadar verilsin deyinceye kadar geri bırakma. Dikkat et ki, o mal, zaten filanın olmuştur” buyurdu.
[99]
Açıklama:
İnsan sıhhati, gücü ve
kuvveti yerinde olup hayat ve ümit dolu olduğu yıllarda mala ve mülke karşı
daha düşkün olduğundan hayatının bu döneminde Allah rızası için malının bir
kısmını tasadduk etmesi, o kimsenin ihlasma, sadakatına ve dolayısıyla
sevabının da o nispette büyüklüğüne delâlet eder.
İnsan hayattan ümidini
kestiği ya da ölüm döşeğine düştüğü zaman, dünya malına karşı hırsı ve
dolayısıyla cimriliği kalmadığı için hayatının bu döneminde vereceği
sadakaların sevabı da az olabilir.
İşte bu hadiste, bu
gerçeklere işaret edilerek insanın vereceği sadakayı ölüm döşeğine düşünceye
kadar bekletmenin doğru olmayacağı ifade edilmektedir. Çünkü ölüm döşeğine
düşen bir kimsenin malına mirasçıların hakkı tealluk etmiş olduğundan malının
tümü üzerinde yetkisi kalmamış, sadece üçtebiri üzerinde tasarruf etme hakkı
kalmıştır. Geriye kalan üçteikisi ise varislerin olmuştur.
İşte metinde geçen “Mal,
zaten filanın olmuştur” cümlesiyle bu gerçek ifade edilmek istenmiştir. Bu
cümleden önce geçen “Filana şu kadar, filana şu kadar” lafızları ise
kendilerine vasiyyet yapılacak kimseler ile vasiyyet edilecek maldan kinayedir.
Sonuç olarak,
sadakanın en faziletlisi, insanın vücudu sıhhate ve mala ihtiyacı varken
verdiği sadakadır. Ölüm döşeğine düşen kimsenin vasiyette bulunmaktan başka
yapabileceği bir hayır yoktur. Bilindiği gibi o da sınırlıdır. Hele insanın
yapacağı hayrı son nefesine kadar bekletmesi ise son derece büyük bir
gaflettir. Çünkü insanın son nefesinde yapacağı tasarrufların hiçbiri geçerli
değildir.
957-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
minberde sadaka vermeyi ve dilenmekten uzak durmayı anlatırken:
“Yukarıdaki el, aşağıdaki elden daha hayrhdır. Yukarıdaki
el, infakta bulunan eldir ve aşağıdaki el ise dilenen eldir” buyurdu.
[100]
958- Hakim
b. Hizam (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yukarıdaki/veren el, aşağıdaki/alan elden daha
hayırlıdır. Sadaka verme işine, önce bakımını üstlendiğin kimselerden başla.”
[101]
959- Hakîm
b. Hizam (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'den
bir şey istedim. O da istediğim şeyi bana verdi. Sonra tekrar ondan bir şey
istedim. O da istediğim şeyi bana verdi. Sonra tekrar bir daha ondan bir şey
istedim. O da istediğim şeyi bana verdi. Daha sonra:
“Gerçekten şu mal, yeşil ve tatlıdır. Dolayısıyla onu
kim gönül hoşluğuyla alırsa o mal hususunda o kimseye bereket verilir. Kim de
ona göz dikerek alırsa o mal hususunda o kimseye bereket verilmez. Bu kimse,
yiyip de doymayan kimse gibi olur. Veren el, alan elden daha hayrhdır” buyurdu.
[102]
960- Ebu
Ümâme (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ey Adem oğlu! Senin fazla malını sadaka olarak vermen,
kendin için hayr, vermemen ise serdir. Fakat kendine yetecek kadar elinde mal
bulundurduğundan dolayı sorumlu tutulmazsın. Sadaka verme işine, önce bakımını
üstlendiğin kimselerden başla. Veren el, alan elden daha hayrlıdır.”
[103]
Açıklama:
Burada insanın zaruri
ihtiyaçlanndan fazla olan malını hayr yollarına harcamasının sevap yönünden
daha hayrlı olduğu, vermeyip biriktirmenin insanın kendisine hiçbir hayr ve
sevab sağlamayacağı ifade edilmektedir.
961- Muâviye
b. Ebi Süfyân (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Mal hususunda benden bir şey istemekte ısrar etmeyin.
Vallahi, içinizden birisi benden bir şey ister de razı olmadığım halde benden
bir şey kopartırsa verdiğim malın asla bereketini görmez.”
[104]
962- Muâviye
b. Ebi Süfyân (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Muâviye, hutbe
okurken şöyle dedi: Ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Allah kime bir iyilik dilerse onu dinde derin
kavrayışlı/fakih kılar. Ben dağıtıcıyım. Allah ise verendir” buyururken işittim.
[105]
963- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Miskin/fakir; insanları dolaşıp ta insanların bir-iki
lokma ve bir-iki hurma verdiği kimse değildir” buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü! O
halde miskin kimdir?” diye sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Miskin; kendini gücendirecek bir şey bulamayan,
halini anlayıp ta kendisine sadaka veren bulunmayan ve insanlardan bir şey
istemeyen kimsedir” buyurdu.
[106]
Açıklama:
Sadakaya muhtaç olan
gerçek fakir, kapı kapı dolaşıp dilenen kimse değil yiyecek bulamayan, halini
hiçbir kimseye arzetmediği için kimseden en ufak bir yardım görmeyen yoksul
kimsedir. Burada kapılarda dolaşan dilencilerin fakir sayılmayacağı değil,
onların tam manasıyla fakir sayılmadı klan ifade edilmektedir.
Dolayısıyla sadaka
vermek için ehlini araştırmak ve öncelikli olarak onu dilenmeyen fakirlere
vermek gerekir.
964-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden bir kısmı, dilenmekten asla vazgeçmez. Nihayet
kıyamet günü yüzünde bir parça et olmaksızın Allah'a kavuşur.”
[107]
965- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim malını çoğaltmak için insanlardan mallarını
isterse, o ancak ve ancak ateş parçası ister. Artık bunun İster azını ve ister
çoğunu dilesin fark etmez.”
[108]
Açıklama:
Bu hadis, şer'an zengin
sayılan kimseler hakkındadır. Şer'an zengin kimse ise Hanefi-lere göre;
borcundan ve asıl ihtiyaçlarından fazla olarak zekata tabi malların herhangi
birisinden nisap miktarına veya onun değerinde başka bir mala sahip olan
kimsedir.
966- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i şöyle buyururken
işittim:
“Sizden birisinin gidip sırtıyla odun taşıması,
bununla sadaka vermesi ve insanlara muhtaç olmaması, birisinden dilenmesinden
çok daha iyidir. İstediği kimse, ya verir ya vermez. Veren el, alan elden daha
üstündür. Sadaka verme işine, önce bakımını üstlendiğin kimselerden başla.”
[109]
Açıklama:
Hadis, çalışıp
kazanmaya gücü yeten bir kimsenin mutlaka helâlinden kazanarak yemesi
gerektiğini bildirmektedir.
Görülüyor ki, sırtla
odun taşıyarak yahut hammallık ederek geçim sağlamak, ne ayıptır ve ne de
günah!.. Ayıp hattâ haram olan meslek, el ayak tutarken dilencilik etmektir.
Dilencilik bir kazanç sağlasa da sağlamasa da çirkin bir iştir. Resulullah (s.a.v.);
“İstediği kimse, ya verir ya vermez” buyurmakla buna işaret etmiştir. Zira dilecinin
istediği verilirse kendisi minnet ve dilenme zilleti altında kaldığı gibi,
verilmediği takdirde ise hüsran zilletiyle karşılaşabilir. Kından dolayıdır
ki, sahabilerden birinin kamçısı yere düşse onu hiç kimseden istemezlermiş.
967-
Avf b.
Mâlik el-Eşcâî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, dokuz yada sekiz
veya yedi kişi Resulullah (ş.a.v)'in yanında idik. Resulullah (s.a.v.), bize:
“Allah'ın resulüne biat etmez misiniz?” buyurdu. Biz:
“Ey Allah'ın resulü!
Bizler, sana, çoktan biat ettik” dediler. Sonra yine:
“Allah'ın resulüne biat etmez misiniz?” buyurdu. Bunun üzerine biz ellerimizi açarak:
“Ey Allah'ın resulü!
Biz sana biat ettik. Bir daha niye biat edeceğiz?” diye sorduk. Resulullah (s.a.v.):
“Allah'a kulluk edeceğinize, O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayacağınıza, beş vakit namazı kılacağınıza, itaat edeceğinize ve
-işitmediğimiz bir kelime söyledikten sonra başkalarından bir şev
istemeyeceğinize dair biat edeceksiniz”
buyurdu.
Daha sonra bu arkadaşlardan
bazılarını gördüm. Bunlardan birisinin kamçısı yere düşerdi, onu kendisine
uzatıverecek olan bir kimseden bunu istemezdi.
[110]
Müslümanların, İslam
devlet başkanına, emirlerine itaat etmek üzere söz verdikleri sözdür.
968- Kabîsa
b. Muhârik el-Hilâlî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Bir defasında bir
kefillikten dolayı ağır bir borç altına girmiştim. Bu hususta bir şeyler
istemek üzere Resulullah (s.a.v.)'e geldim. Bana:
“Biraz otur. Bize zekat malı malı getiren olur, sana
ondan vermelerini emrederiz” buyurdu.
Daha sonra Resulullah (s.a.v.):
“Ey Kabîsa! İstemek sadece şu üç sınıf insanlardan
herhangi biri için helaldir:
1- Bir kefillikten dolayı ağır borç altına giren
kimseye, o malı elde edinceye kadar dilenmek helaldir. Sonra bundan vazgeçer.
2- Bütün malını helak eden, bir felaketle karşı karşıya
kalan kimsenin geçim ihtiyacını sağlayıncaya kadar yada ihtiyacını giderinceye
kadar dilenmesi helaldir.
3- Yoksulluğa maruz kalan, o derece ki kavminden aklı
başında üç kimsenin geçim ihtiyacını sağlayıncaya kadar yada İhtiyacını
giderinceye kadar dilenmesi helaldir.
“Ey Kabîsa! Dilenmenin bundan ötesi haramdır. Dilenen
kimse, dilendiği şeyi haram olarak yer.”
[111]
Açıklama:
Fakirlere, acizlere
yardım etmeyi şiddetle emreden İslam dini, zarureti olmaksızın istemedi de
aynı şiddetle yasaklamaktadır. İhtiyaç ve zaruret sınırlarını da son derece
daraltmıştır. Bir günlük yiyeceği ve giyeceği olmak ve bunu kazanmaya kudret ve
yeteneğe sahip, olmak, insanlardan bir şey istemeyi engelleyen bir sınır ve
ölçü kabul edilmiştir.
969- Hz.
Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bana bağışta bulunurdu. Ben de, ona:
“Onu, benden daha
fakir olana ver” derdim. Hatta bir defasında bana bir mal vermişti. Ben de ona:
“Onu, benden daha
fakir olana ver” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bunu al. İstemediğin ve göz dikmediğin halde sana bu
maldan bîr şey gelirse onu al, fakat böyle olmayana gönül bağlama” buyurdu.
[112]
970-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İhtiyar kimsenin kalbi, iki şeyi sevme hususunda
gençtir:
1- Çok yaşama sevgisi.
2- Mal sevgisi.”
[113]
971- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Adem oğlu, yaşlanır. Fakat onun iki şeyi genç kalır:
1- Mala karşı hırslı olması.
2- Yaşamaya karşı hırslı olması.”
[114]
Açıklama:
Yaşlılık döneminde
gerek mal sevgisi ve gerekse yaşama sevgisinin güçlenmesi geneldir, insanların
çoğunda görülür. Çünkü dindar kimse âhirete daha çok ibâdetle gidebilmek için
çok yaşamak ister. Pek dindar olmayan kimseler de dünya hayatının zevkine
alıştıkları için uzun süre yaşamak isterler, Mal sevgisine gelince dindar
kimseler, yaşlandıktan sonra bakıma ve hizmete daha çok ihtiyaç olduğunu
düşünerek bu İhtiyaçlarının giderilmesi bakımından onlarda mal sevgisi kendini
gösterir. Dinî duygulan zayıf olan ve nefsi arzulara dalanlarda zevk ve sefa
sürdürmek için mal düşkünlüğü güçlenir.
Dolayısıyla iki
hadiste, yaşama sevgisi ile mal sevgisinin zikredilmesi; insanın en çok nefsini
ön plana çıkarıp onu sevmesiyle olur. Bundan dolayı da uzun ömürlü olmak ister.
972- Enes b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine
göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Adem oğlunun iki vadi dolu malı olsa bir üçüncü vadi
dolusu daha isterdi. Adem oğlunun karnını topraktan başka bir şey doldurmaz.
Fakat Allah, tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.”
[115]
973-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Adem oğlunun bir vadi dolusu malı olsa, bir kat daha
olmasını İster. Adem oğlunun nefsini, ancak toprak doldurur. Allah, hırs ve
ihtiras gibi kötü hasletlerden dolayı tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder” buyururken işittim.
[116]
Açıklama:
Hadis, çoğunlukla
İnsanların dünyaya karşı tamahkar olduklarını bildirmektedir.
Resulullah (s.a.v.)'in
“Allah, tevbe eden kimsenin tevbesini
kabul eder” buyurması da bunu göstermektedir. Çünkü bu cümlenin anlamı; “Allah,
hırs, ihtiras ve benzeri kötü hasletlerden dolayı tevbe eden kimsenin tevbesini
kabul eder” demektir.
974- Ebu
Hureyrc (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Zenginlik mal çokluğundan ibaret değildir. Fakat
(asıl) zenginlik, gönül zenginliğidir.”
[117]
Açıklama:
Zenginlik denilince,
genellikle akla mal mülk, servet ü saman sahibi olmak gelir. Gerçekten
zenginlik bundan mı ibarettir? Bir başka ifâde ile zenginlik, kasa-kese ile
başlayıp orada biten, sadece maddeye yönelik bir mesele midir?
Hadisimizde işte bu
suallere gayet açık şekilde cevap verildiğini görmekteyiz: Allah katında
makbul ve âhirette faydası görülebilecek olan övgüye lâyık zenginlik, mal
çokluğundan ibaret olan zenginlik değildir. Ası! zenginlik, -mal çokluğu veya
yokluğuna bakılmaksızın- gönül tokluğu, kalb zenginliğidir. Böylesine bir duygu
zenginliği olmadan servet ü saman sahibi olmak pek fazla bir şey ifâde etmez.
insanlar bu konuda
çeşitli konumdadırlar. Kiminin hem malı çoktur, hem gönlü toktur. Kiminin malı
çoktur fakat gözü açtır, sınırsız bir mal hırsı içindedir. Nereden ve nasıl
olursa olsun kazanmak ve mal sahibi olmaktan başka bir düşüncesi yoktur.
Böylesi kimseler mal zengini olsalar da gönül fakiridirler. Kimilerinin de malı
yoktur ama, gönlü toktur. Kimsenin malında mülkünde gözü yoktur. Eline geçenle
geçinir. Daha fazla kazanmaya çalışır ama, asla rızâsızlık, şükürsüzlük etmez,
başkalarının kazancına göz dikmez, hased çekmez.
Bütün bunları dikkate
alan hadisimiz, gerçek zenginliğin, mal zenginliğinden çok, duygu zenginliği
olduğunu ortaya koymuş, gözü ve gönlü aç olanın fakirliğinin, aslında, mal
çokluğu ils telâfi edilemez bir açlık olduğuna işaret etmiştir.
Hemen kaydedelim ki
hadisimiz, mal zengini olmayı reddetmemekte, mal çokluğunun gerçek zenginlik
sayılmasına karşı çıkmaktadır. Bir başka ifâde ile, “Ne kadar malınız olursa
olsun siz, gönlü tok, kalbi zengin olmaya bakın” mesajını vermektedir. Çünkü
hakiki zenginlik, Mevlâ'nın verdiklerine kanaat etmek, dünyalara sahip olma
hırsına kapılmamaktır.
Gönül zenginliği,
Allah'ın verdiği rızka razı olma temeline dayanır. Bu, en büyük zenginlik ve
izzettir. Çünkü bunun sonucu Allah'ın taksimine ve emirlerine teslimiyettir.
Allah'ın takdirinin kendisi için daha hayırlı olduğunu kabullenmektir. Bu
sebeple gönül tokluğu insam, Allah'tan başka her şeyden (mâsivâ) müstağni
kılar. İşte bu da asıi zenginlik demektir. Tam hürriyet ve en büyük şereftir.
Allah'ın verdiğine
razı olmamak, insanı, neye sahip olursa olsun, hırsa, sınırsızlığa ve sonu
gelmez bir tatminsizliğe sürükler. Kişi için varlık içinde yokluk böylece
başlar.
[118]
975-
Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) kalkıp
insanlara hutbe okuyup:
“Hayır, vallahi, ey topluluk! Ben sizin için ancak
Allah'ın size vereceği dünya süslerinden korkuyorum” buyurdu. Bunun üzerine bir adam:
“Ey Allah'ın resulü!
Hiç hayr olan bir şey, şerri getirir mi?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.) bir
müddet sustu. Sonra o adama:
“Nasıl dedin?”
buyurdu. Adam:
“Ey Allah'ın resulü!
Hiç hayr, şerri getirir mi?” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu hayr olan bir şey, ancak hayrı getirir. Fakat
mal, hayır mı demek midir? Şu muhakkak ki, derenin yetiştirdiği otlardan öylesi
vardır ki, hayvanı, ya şişkinlikten öldürür yada öldürecek hale getirir. Sadece
yeşillik yiyen hayvanlar hariç. Bunlar karın dolusu yerler, böğürleri
dolduğunda güneşe karşı durup rahat bir şekilde dışkısını yapar yada bevleder,
sonra da geviş getirir sonra tekrar bir daha dönüp ot yerler.
O halde kim hakkıyla bir mal alırsa o malda kendisine
bereket verilir. Kim de hakkı olmadığı halde bir mal alırsa onun misali, yiyip
yiyip doymayan obur gibidir”
buyurdu.[119]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)
burada bakımdan hayır olan bir şeyin dâima hayır getirdiğini, fakat dünya
malının her bakımdan hayır sayılamayacağını belirtmiştir. Evet, dünya malı ve
rızık ne kadar bol olsa bile meşru yolla kazanıldığı, zekât gibi haklarına rivâyet
edildiği ve cimrilik ile israftan kaçınıldığı zaman hayırlıdır. Fakat anılan
cimrilik ve israf gibi nedenlerle mal hayırlı olmaktan çıkıp şerre dönüşebilir.
Yine mal gayri meşru yolla kazanıldığı veya böyle yollara harcandığı zaman
nimet ve hayır olmaktan çıkıp şer olur.
Hadiste iki örnek var:
Birincisi, dünya malını toplamakta aşırı giden, ifrata kaçan, helâl-haram
demeden servet biriktiren ve iyi yolda harcamayan kimse içindir. Böyle bir
kimse yağmur veya ırmak suyunun bitirdiği otları tıka-basa yiyen, hazmı için;
geviş getirmek, güneşlenmek gezip-tozmak gibi çârelere başvurmayan ve kamın
şişmesi ile derhal ölen veya ölüme yaklaşan hayvan gibidir. Mal o kimseyi helak
eder. İkincisi ise dünya malını belli ölçüler içinde ve meşru yolla kazanan ve
kazancından yararlanmasını bilen, bir kısmını İyi yollarda, hayır işlerinde
harcayan kimse içindir. Böyle bir kimse için iyi bir besin maddesi olan çayırla
karnını doyuran, bunu hazmetmek üzere güneşleyip geviş getiren ve nihayet
kolayca tersleyip bevleden, sonra aynı şekilde otlanan hayvan misâli
verilmiştir.
976- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ensar'dan bazı
kimseler, Resulullah (s.a.v.)'den zekat malından bir şeyler istediler. O da,
onlara istediklerini verdi. Sonra yine bir şeyler istediler, o da onlara istedikleri
şeyleri yine verdi. Sonunda yanındakiler bitip tükendi. Bunun üzerine onlara:
“Yanımda bir mal bulunursa elbette onu sizden
saklamam. Kim bir kimseden bir şey istemeyerek iffetli kalmayı isterse Allah
onu İffetli yapar. Kim zenginlik isterse Allah onu zengin yapar. Kim sabretmeye
çalışırsa Allah'da onu sabrettirir, hiç kimseye sabırdan daha güzel ve daha
hayrh bir bağış verilmemiştir”
buyurdu.
[120]
Açıklama:
Hadis, zaruret halinde
insanlardan bir şey istemenin caiz olmasıyla birlikte istemeyip Allah'ın bir
taraftan bir geçim kapısı açmasına kadar sabretmenin daha faziletli olduğunu
ifade etmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
yanında bir şey kalmayıncaya kadar fakirlere ihsanda bulunması; insanlığa en
yüksek bir cömertlik ve fazilet örneğidir.
977- Abdullah
İbn Amr İbnu'1-Âs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Müslüman olup da kendisine yetecek kadar rızık
verilen ve Allah'ın kendisine verdiğiyle kanaat getirdiği kimse doğrusu
kurtuluşa ermiştir.”
[121]
Açıklama:
Burada inanç, ekonomi
ve ahlâk'ın birbiriyle yakından ilgili ve yekdiğerini etkileyen unsurlar olduğu
görülmektedir.
Gönül tokluğu, duygu
ve uygulama olarak kendi kendine yetmek, kimsenin hakkına tecâvüz etmemek, inanç
ve hukuk çizgisi dışına çıkmamak, maddi beklentilerin esiri olmamak demektir.
Yani bir anlamda gönül tokluğu, sömürgeciliğe asla geçit vermemektir.
Diğer taraftan gönül
tokluğu insanı, vakitlerini olgunluklar kemâlât ve güzellikler peşinde
harcamaya sevkeder. Devamlı olan bu üstünlükler, yok olmaya mahkum maddî zenginliklerden
elbette insan İçin daha faydalı ve gereklidir.
İlim ve nefsin kemâli
yönünde gösterilen gayretler, gerçek zenginliğe kavuşma çabasıdır. Çünkü mal,
kısa sürede zeval bulur, yok olur ama ilim bitmek-tükenmek bilmeyen bir hazinedir.
Dünyanın ekonomik
değerlerini paylaşma savaşının akıl almaz boyutlara ulaştığı günümüzde,
sabah-akşam ekonomi düşünmekten yorgun düşmüş ülks ve dünya insanına, biraz
olsun insan onuruna yaraşır biçimde gözü gönlü tok davranmanın asıl zenginlik,
üstün fazilet ve gerçek mutluluk olduğunu bir şekilde anlatmak gerek. Kurum ve
kuruluşlardaki milli felâket haline gelmiş maddî yolsuzlukların, çıkar
kavgalarının en insancı! çâresi de insanımızı gönül tokluğu demlen duygu
zenginliğine sahip kılmaktır.
Sefil çıkarcılığın
asla kimseye mutluluk getirmediği görüle görüle hâlâ bir marifetmiş gibi teşvik
edilmesi, toplumların kendi elleriyle kendi acı sonlarını, maddi felâketlerim
hazırlamaları demektir. Binâenaleyh bu anlamsız gidişe ahlâkî bir yon ve disiplin
kazandırmadıkça hiç bir ekonomik tedbir paketinin faydası olmayacaktır.
Bize öyle gelmektedir
ki bizim bu gün ekonomi bilgisinden çok ekonomiye yönelik ahlâkî ilkelere
sahip çıkmaya ihtiyacımız bulunmaktadır. Zira gerçek zenginlik, ekonomik değil,
ahlakî zenginliktir.
[122]
978-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) ailesi hakkında:
“Allahümme'c'al rızka Al-i Muhammed’in kûten Allah’ım!
Muhammed'in ev halkının rızkını, geçinecek kadar ver” şeklinde dua ederdi.
[123]
Açıklama:
O büyük Peygamber'in
hayatı, bunca imkânlara rağmen sok sâde idi. Döşeği, içi hurma lifi ile dojü
bir sahtiyandı. Peygamber'in bu çok sâde hayatını dile getiren hadisler bir
hayli fazladır.
Dünya yüzündeki bitmeztükenmez
savaşların, sefaletlerin, huzursuzlukların başlıca sebeplerinden biri; her
toplumda veya bazı toplumlarda, çok İüks ve israflar içinde yaşıyan sınırlı
zümrelerin mevcudu yanında, öbür tarafta her türlü insani ve medeni imkanlardan
mahrum aç, çıplak ve sefil bir hayatla mücâdele eden milyonların
mevcudiyetidir. Bu büyük insani dertlerin yegâne çaresi ise, İslam'ın öğrettiği
ue Hz. Muhammed (s.a.v.)'in tatbik ederek örnek olduğu ilâhî emirlere ve
tavsiyelere göre yürüyüp yaşamaktır.
[124]
979- Hz.
Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah {s.a.v)
bir malı (bazı kimseler arasında) taksim etmişti. Ben:
“Vallahi, Ey Allah'ın
resulü! Bu mala, bu kimselerden başkaları daha layıktır” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Bunlar, ya benden çirkin sözlerle benden mal istemek
yada cimriliğe nispet etmek arasında beni serbest bıraktılar. Dolayısıyla da
ben de cimri birisi değilim” buyurdu.
[125]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)
burada gerek mal verdiği, gerekse de adamların çirkin ve kaba sözler söyleyerek
mal istemelerine ve gerekse de kendisini cimriliğe nispet etmelerine meydan vermemiş,
ne tür bir adam olduklarını hallerinden anlayarak, istemeden onlara mal
vermiştir.
Görüldüğü üzere hadis,
gerektiğinde, çirkin-kaba ve cahil kimseleri idare yönüne gitmenin ve bu
maksatla kendilerine mal vermenin caiz olduğuna delalet etmektedir.
980- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış kalın kenarlı bir
kaftanı vardı. Derken bir bedevi Resulullah (s.a.v.)'in arkasından yetişip
şiddetli bir şekilde onun kaftanını çekti. Öyle ki boynu ile iki omuzu arasını
gördüm. Bedevinin şiddetli asılmasından dolayı kaftanının kenarı iz bırakmıştı
Daha sonra bedevi, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Muhammedi
Yanındaki Allah'ın malından bana da verilmesini emret!” dedi.
“Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) bedeviye dönüp
güldü. Sonra yanındaki sahabilere ona bir takım bağış vermelerini emretti.”
[126]
Açıklama:
Hadis, gerektiğinde,
cahil kimselerin kabalığına tahammül göstermek, bu yaptıklarından dolayı onlara
karşılık vermemek gerektiğini İfade etmektedir. Zaten kötülüğe iyilikle karşılık
vermek, müslümanın şiarıdır.
Görülüyor ki, Hz.
Peygamber (s.a.v.) bedevinin şiddetle kaftanını çekmesine darılmamiş, onun
nezaketsizliğinden etkilenmemiş, adamın tavrına karşı tahammül göstererek onun
gönlünü kazanmak için kendisine gösterilen nezaketsizliği affetmiştir.
Yemen tarafında bir
şehirdir.
981- Misver
b. Mahreme (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
bazı kimselere bir takım hırkalar/kaftanlar dağıttı. Mahreme'ye ise hiçbir şey
vermedi. Bunun üzerine babam Mahreme bana:
“Ey yavrucuğum! Haydi
seninle Resulullah (s.a.v.) gidelim!” dedi. Ben de onunla birlikte Resulullah'ın
yanına gittim. Bana:
“İçeri gir de bana Resulullah
(s.a.v.)'i çağır!” dedi. Ben de içeri girip Resulultah (s.a.v.)'i dışarı
gelmesi için çağırdım. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), üzerinde dağıttığı
hırkalardan biri olduğu halde babamın yanına çıkıp geldi ve babama:
“Bunu, seni için sakladım” buyurdu. Babam, hırkaya baktı. Bunun üzerine;
“Mahreme razı oldu!” buyurdu.
[127]
982- Sa'd b.
Ebî Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
ben de içlerinde oturduğum halde birkaç kişiye bazı bağışta bulundu. Fakat
içlerinden benim en çok beğendiğim bir kimseye hiçbir şey vermedi. Resulullah (s.a.v.)'in
yanına kalktım, onunla gizlice konuşup;
“Ey Allah'ın resulü! Filanca
kimseye niye hiçbir şey vermedin? Vallahi, ben onun mümin yada müslüman
olduğunu görmekteyim” dedim. O da:
“Müslüman de!”
buyurdu. Biraz sustum Sonra yine o adamın bildiğim hâli yine bana galebe çalıp:
“Ey Allah'ın resulü! Filânca
kimseye niçin bir şey vermedin? Vallahi ben onu sağlam bir mü'min görüyorum”
dedim. Resulullah (s.a.v.) tekrar:
“Yahut müslüman de!” buyurdu. Ben, yine biraz sustum. Sonra o adamın bildiğim hâli bana
tekrar galebe çalıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Filânca kimseye niçin bir şey vermedin? Vallahi, ben, onu sağlam bir mümin
görüyorum” dedim. Resulullah (s.a.v.) yine:
“Yahut müslüman de!” deyip sonra da:
“Bazen daha çok sevdiğim bir kimse varken onu
bırakırım da başka başka birisine dünyalık veririm. Bu tercihimin sebebi,
Allah'ın bu kimseyi mal hırsıyla yüz üstü cehenneme atması endişesidir” buyurdu.
[128]
983- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah, Huneyn
Günü, Resulüne Hevâzin kabilesinin mallarından bol bol ganimet verdiği ve Resulullah
(s.a.v.) Kureyş'ten bâzı kimselere 100'er deve vermeye başladığı zaman
Ensâr'dan bâzı kimseler:
“Allah, Resulullah'ı
affetsin! Kureyş'e bir şeyler veriyor da, bizi bırakıyor. Hâlbuki bizim
kıhnçlarımızdan onların kanları damlıyor!” dediler.
Enes b. Mâlik der ki:
“Ensâr'ın bu sözleri
Resulullah (s.a.v.)'e anlatıldı. O da, onlara haber gönderip onları deriden
yapma bir çadır altına topladı. Ensâr toplanınca Resulullah (s.a.v.), onların
yanlarına gelip:
“Sizden kulağıma gelen bu sözler nedir?” buyurdu. Ensâr'ın anlayışlıları:
“Ey Allah'ın resulü!
Bizim söz sahibi olanlarımız hiç bir şey söylemedi, fakat aramızdan yaşça genç
olan bâzı kimseler:
“Allah, Resulünü
affetsin! Kureyş'e veriyor da, bizi bırakıyor. Hâlbuki bizim kıhnçlarımızdan
onların kanları damlıyor!” dediler” cevâbını verdiler. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.);
“Gerçekten ben küfürden yeni kurtulmuş bâzı kimselere
dünyalık vererek, kalplerini yatıştırıyorum. Sizler bunların mallarla
gitmelerine, sizin de evlerinize Resulullah'la dönmenize razı değil misiniz?
Vallahi sizin beraberinde döndüğünüz zât, onların beraberlerinde götürdükleri
mallardan daha hayrlıdır” buyurdu.
Ensâr:
“Evet, ey Allah'ın
resulü! Biz, elbette seninle birlikte Medine'ye dönmeye razıyız” dediler. Resulullah
(s.a.v.):
“Benden sonra yakın bir zamanda başkalarının sizlere
üstün tutulmasına şahit olacaksınız. Sizler, Allah'a ve Resulüne kavuşuncaya
kadar sabrediniz. Ben, Kevser Havzunun başında olacağım” buyurdu. Bunun üzerine Ensar hep birlikte:
“Sabırlı olacağız”
dediler.
[129]
Açıklama:
Huneyn gazası,
hicretin 8. yılı Şevval ayında meydana gelmiştir.
Resulullah (s.a.v.)
Mekke'nin fethinden sonra müslüman olan Kureyş'in ileri gelenlerinden bazısına
yüz deve vermiş ve bazısına da yüz deveden daha.az ihsanda bulunmuştur.
Kendilerine “Müellefe-i
Kulûb” ünvarii verilen bu kimseler. Mekke'nin önde gelen kimseleriydi. Resulullah
(s.a.v.), bunların bir ezalarından korunmak için ve bazılarına da onlar
vasıtasıyla kendilerine uyan kimseleri de müslüman olmalarını sağlamak ümidiyle
ve bazılarına da kalbleri İslam'a yatışsın diye ganimetten fazlaca vermiştir.
Ganimetten yada İslam
devlet hazinesinden yapılan bu tür harcamalar, İslam toplumunun şimdiki ve
gelecekteki meafaatleriyle ilgilidir. Çünkü bu tür harcamalar; siyasî, askerî,
psikolojik, idarî, güvenlik gibi çeşitli alanlarda son derece faydalı sonuçlar
ortaya koyabilir. Bunun için de bu tür uygulamalar, her zaman duruma göre
yapılabilir.
984-
Abdullah İbn Zeyd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Huneyn'i fethedip ganimetleri paylaştırdığında müellefe-i kulûb'a kalpleri İslam'a
alıştırılan kimselere ganimetten fazlaca bir şeyler vermişti. Sonra Ensâr'ın
da, başkalarının ellerine geçen paylara nail olmak istedikleri haberi,
Resulullah (s.a.v.)'e ulaşmıştı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) ayağa kalkıp
onlara hutbe okuyup Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra:
“Ey Ensâr topluluğu! Ben, sizi yolunu şaşırmış
sapıklar halinde bulup Allah size benim vâsıtamla hidâyet vermedi mi? Fakir
bulup Allah benim vâsıtamla sizi zengin etmedi mi? Dağınık bulup Allah, sizi
benim vâsıtamla bir yere toplamadı mı?”
buyurdu. Ensâr, bu sorulara hep:
“Allah ve Resulünün
ihsanı pek büyüktür” diye cevap verdiler. Resulullah (s.a.v.):
“Bana cevap versenize!” buyurdu. Ensâr yine:
“Allah ve Resulünün
nimetleri pek büyüktür” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Eğer siz isteseydiniz benim bu sorularıma; şunu, şunu
söyler ve şu, şu işler oldu” diye cevap verebilirdiniz” buyurdu.
Amr, Resulullah (s.a.v.)
burada bir çok şeyler saydığını ve kendisinin bunları ezberleyemediğini
söyledi.
Resulullah (s.a.v.)
sözüne devamla:
“Başkalarının koyunlarla ve develerle gitmesine, sizin
de evlerinize Resulullah'la dönmenize razı olmaz mısınız? Ensâr, iç elbiseler/samimi
dostlardır. Diğer insanlar ise dış elbiseler/Ensar'dan sonra gelen dostlardır.
Eğer hicret (şerefi) olmasaydı ben mutlaka Ensâr'dan bir fert olmak isterdim.
Bütün insanlar bir vâdîye ve dağ yoluna gitseler, ben mutlaka Ensâr'ın
vadisine ve dağ yoluna girip giderdim. Doğrusu sizler, benden sonra
başkalarının size üstün tutulmasını ve başkalarının sizlere tercih edilmesini
göreceksiniz. (Kevser) havuzunun başında bana kavuşmanız için daima sabırlı
davranın” buyurdu.[130]
Açıklama:
Hallâbî'ye göre;
Resulullah (s.a.v.);
“Eğer hicret (şerefi) olmasaydı ben mutlaka Ensâr'dan
bir fert olmak isterdim” sözü ile
Ensâr'ın gönüllerini almak, dinleri hususunda kendilerini övmek istemiş, hattâ
hicret olmasa Ensâr'dan sayılmasını temenni eylemiştir.
985-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Huneyn günü savaşı
olup bitince, Resulullah (s.a.v.) ganimet dağıtımı hususunda Kureyş’li bâzı
insanlara fazla vermek suretiyle tercihte bulundu. Bu sebeple Akra1 b. Hâbis'e
yüz deve verdi. Uyeyne'ye de bunun kadar verdi, Arapların ileri gelenlerinden
bâzı kimselere de atiyyeler verdi. Kısacası; o gün ganimet dağıtımı hususunda
onları başkalarına tercih etti. Bunun üzerine bir adam:
“Vallahi, bu dağıtımda
adalet gözetilmedi. Bununla Allah'ın rızâsı istenmedi!” dedi. Ben.
“Vallahi, bunu
Resulullah (s.a.v.)'e haber vereceğim” dedim. Bunun üzerine gidip onun
söylediklerini Resulullah (s.a.v.)'e haber verdim. Resulullah (s.a.v.)'in
mübarek yüzü değişti ve kan gibi kıpkırmızı oldu. Sonra da:
“Eğer Allah ve Resulü adalet göstermezse o zaman kim
adalet gösterir?” buyurdu. Daha sonra
da:
“Allah, Musa'ya rahmet eylesin. O, bundan daha çok
sözlerle eziyet görmüş, fakat hep sabretmiştir” buyurdu. Abdullah:
“Doğrusu bundan sonra
Peygamber (s.a.v.)'e hiç bir söz götürmem diye (kendi kendime) söz verdim” dedi.
[131]
986- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Huneyn'den dönerken Mekke'ye yakın bir olan Ci'râne mevkisindeyken yanma bir
adam geldi. O anda Bilâl'ın elbisesi içerisinde gümüş olup Resulullah (s.a.v.)
bundan avuçluyor ve halka veriyordu. Bu kimse:
“Ey Muhammed! Adalet
göster!” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Yazıklar olsun sana! Ben, adalet göstermezsem o zaman
kim adalet Sösterir? Adalet göstermezsem o zaman eli boş kalmış ve hüsrana
uğramışındır” demektir” buyurdu.
Bunun üzerine Ömer İbn Hattâb (r.a):
“Ey Allah'ın resulü!
Bana izin ver de şu münâfıkı öldüreyim” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“İnsanların, “Muhammed sahabilerini öldürtüyor”
demelerinden Allah'a sığınırım. Doğrusu bu kimse ile arkadaşları; Kuranı
okurlar, fakat okudukları Kur'ân onların gırtlaklarından aşağı geçmez. Onlar,
Kur'an'ın emirlerinden okun avdan delip çıktığı gibi çıkarlar” buyurdu.
[132]
Açıklama:
Bu tür hadislerde,
sonradan ortaya çıkması muhtemel bir takım kimseler ve bu kimselerin
özellikleri sayılmaktadır. Bazı İslam alimleri, bu. özellikleri göz ününde
bulundurarak, bu kimselerin, Hariciler olduğunu sanmışlardır.
Harici, kelime
anlamıyla, “Çıkan” anlamına gelmektedir. Hariciler de, çıkanlar anlamına
gelmektedir. İşte Hz. Peygamber (s.a.v.), burada bir durum tespiti yaparak, müslüman
gibi görünüp de gerçekte ise okun yaydan çıkması gibi İslam Dininden çıkan
kimseleri anlatmaktadır. Bunların, Haricîler olabileceği gibi, bu özelliklere
sahip ve Müslüman gözüken her topluluk olabilir. İslam Tarihinde ortaya çıkan
Hariciler ile ilgili olarak, bazıları onların dinden çıktığını iddia etmişse de
onların, İslam dininden çıkıp kafir olduklarını söylemek, çok zor bir olay. O
zamana kadar sahabe arasında bir takım farklılıklar olmasına rağmen, onlar,
düşünce ve eylem anlamında yeni bir Kelamî-Siyasî bir ekol ve fırka olarak
ortaya çıktıkları için onlara “Hariciler” denmiştir. Yoksa “Atılanlar"
anlamına gelen Mu'tezile Mezhebi için onlara mensup kimselerin direkt olarak
kafir olduklan ileri sürülmemiştir. Bu durum, Kelamî, Siyasî, Tasavvufî vb. bir
yapıya sahip her Müslüman topluluk için geçerlidir. Ama bazen bu topluluklar
İçerisinde yer alan bazı kimseler, ileri sürdükleri fikirler gereği tekfir
edildikleri olmuşsa da, bu topluluklann, tümden kafir olduklarını ileri sürmek
ve bunların ebedi olarak Cehennemde yanacaklarını söylemek, yakışık almaz.
Bir sonraki hadiste,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in onları öldürmek istemesi, devlet başkanına isyan
edeceklerinden dolayıdır.
987- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yemen'deyken
Resulullah (s.a.v.)'e üzerinde toprağı olan bir altın külçesi gönderdi.
Resulullah (s.a.v.) bunu (şu) dört kişi arasında paylaştırdı: Akra' b. Habis
el-Hanzalî, Uyeyne İbn Bedr el-Fezârî, Alkame İbn Ulâse el-Amirî, sonraki ya
Kilâb oğullarından bir olan Zeyd el-Hayr et-Tâî yada Nebhân oğullarındandan
biri. Kureyşliler buna kızıp:
“Resulullah, bizi
bırakıp da Necid'in büyüklerine mi veriyor?” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ben, bunu ancak onların kalplerini İslam'a ısındırmak
için yaptım” buyurdu. Derken gür
sakallı, yanağının iki elmacığı çıkık, gözleri çukur, alnı yüksek ve başı
tıraşlı bir adam gelip:
“Ey Muhammedi
Allah'tan kork!” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Eğer ben, Allah'a isyan edersem, o zaman O'na kim
itaat eder? Sizler bana güvenmezseniz, O, beni yeryüzünde yaşayan insanlar için
güvenir mi?” buyurdu.
Sonra o adam dönüp
gitti. Topluluktan biri -ki bunun, Hâlid b. Velîd olduğu zannediliyor- onu
öldürmek için Resulullah (s.a.v.)'den izin istedi. Resulullah (s.a.v.):
“Bu adamın soyundan öyle birtakım insanlar gelecek ki;
onlar, Kur'ân-ı okuyacaklar, fakat okudukları Kur'an onların gırtlaklarından
geçmeyecek, müslümanları öldürecekler ve putlara tapanları bırakacaklar,
İslâm'dan okun avı delip geçtiği gibi çıkacaklar. Eğer ben onların zamanına
yetişmiş olsaydım Ad kavminin öldürülüşü gibi onları öldürürdüm” buyurdu.
[133]
“Ey Allah'ın resulü!
Adalet göster!” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Yazıklar olsun sana! Ben, adalet göstermezsem o zaman
kim adalet gösterir? Adalet göstermezsem o zaman ben eli boş kalmış ve hüsrana
uğramışım demektir” buyurdu.
Bunun üzerine Ömer İbn
Hattâb (r.a):
“Ey Allah'ın resulü!
Bu konuda bana izin ver de onun boynunu vurayım!” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Bırak sen onu. Çünkü onun Öyle birtakım arkadaşları
var ki, kıldıkları namazın yanında sîzden biriniz kendi namazını küçümser,
oruçlarının yanında kendi orucunu küçümser. Bu adamlar; Kur'ân-ı okurlar,
fakat okudukları Kur'na onların köprücük kemiklerinden geçmez. İslâm'dan, okun
avı delip geçtiği gibi çıkarlar. Hani)
böyle bir okun demirinde
nesil/kan nâmına bir şeyi bulunmaz, sonra giriş yerine bakılır, yine bir
şey bulunmaz, sonra ağaç kısmına bakılır, orada da bir şey bulunmaz, tüy
kısmına bakılır, orada da bir şey bulunmaz. Hâlbuki ok, avın işkembesini ve
kanı delip geçmiştir.
Onların alâmeti kara bir adamdır. Bu adamın
pazılarından biri, kadın memesi yada sallanan et parçası gibidir. Bunlar,
insanların tefrikaya düştükleri zaman ortaya çıkar” buyurdu. Ebû Saîd:
“Ben, bunu, Resulullah
(s.a.v.)'den işittiğime şahadet ederim. Yine şahadet ederim ki, ben de
beraberinde olduğum hâlde Alî İbn Ebî Talîb (r.a), Peygamber'in haber verdiği
bu adamlarla savaştı. Savaşın bitiminde Ali, bu kara adamın aranmasını
(askerlerine) emretti. Adam aranıp bulundu ve Ali'nin yanına getirildi. Ona
baktım, tıpkı Resulullah (s.a.v.)'in nitelediği sıfatta idi” dedi.
[134]
989-
Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
ümmeti içerisinden ortaya çıkıp insanların tefrikaya düştükleri zamanda ortaya
çıkacak ve belirtileri; başlarını traş etmek olacak bir kavim zikretti, sonra
da onlar hakkında:
“Bunlar, insanların en kötüleridir yada en kötü
mahlukattandır. Onları, İki topluluğun hakka en yakın olanı öldürecektir” buyurdu.
Ebu Saîd el-Hudrî der
ki:
“Peygamber (s.a.v.),
onlar için misal getirdi yada şu sözü söyledi:
“Bir adam, nasıl avı vurur yada hedefe atar da okun
demirine bakar, kan izi göremez, ağaç kısmına bakar kan izi göremez, yayın
giriş yerine bakar yine bir kan izi göremezse bunlar da öyledir.”
[135]
Nevevî der ki:
“Bu rivayetler, Ali'nin
haklı, Muaviye taraftarlannm haksız olduklarını açıkça göstermektedir. Yine bu
rivayetlerden, her iki tarafın da mümin olduklarına, birbirleriyle savaşmakla
dinden çıkmadıklarına, fasık olmadıklanna açıkça delil vardır.”
[136]
990- Süveyd
b. Gafeie (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ali; Size, Resulullah
(s.a.v.)'den bir hadis naklettiğim zaman, yemin ederim ki, gökten düşsem, benim
için onun söylemediği bir şeyi söylemekten daha makbul olur. Sizinle aramızda
meydana gelen bir şey hakkında konuştuğumuz zaman ise böyle değildir. Çünkü savaş, bir hileden
ibarettir. Ben, Resulullah (s.a.v.)'i şöyle buyururken işittim:
“Âhir zamanda yaşları genç, akılları ermez bir kavim
meydana çıkacak. Bunlar, mahlûkatm en hayrlı sözlerini söyleyerek Kur'ân
okuyacaklar, fakat okudukları Kur'ân onların gırtlaklarından aşağı
geçmeyecektir. Dinden, okun avı delip geçtiği gibi çıkacaklar. Böylelerine
rastladığınız zaman onları öldürün. Çünkü onları öldürenlere kıyamet gününde Allah
katında büyük ecir vardır” dedi.
[137]
991- Zeyd b.
Vehb el-Cühenî'den rivayet edilmiştir:
Zeyd b. Vehb, Ali'yle
birlikte Haricilere karşı savaşan ordunun içerisinde idi. Bu sırada Al-i (r.a):
“Ey insanlar! Ben,
Resulullah (s.a.v.)'i:
“Ümmetimden öyle bir kavim çıkacak kî, Kur'ân
okuyacaklar, fakat sizin Kur'ân okumanız onlarınkinin yanında bir şey değildir.
Orucunuz da onların orucuna nispetle bir şey değildir. Kur'an'ı okuyacaklar,
fakat onu kendi lehlerinde zannedecekler. Halbuki aleyhlerine olacak.
Kıldıkları namazları, köprücük kemiklerinden öteye geçmeyecek. İslam'dan, okun
avı delip geçtiği gibi çıkacaklar”
buyururken
işittim” dedi.[138]
Açıklama:
Hariciler, Hz.
Osman'ın şehid edilmesiyle başlayan iç karışıklıkların sonunda ortaya çıkan
bir fitne grubunun adıdır. Bunlar, Sıffîn savaşından sonra Hz. Ali ile Muâviye
arasındaki ihtilafın, İki hakem tarafından Kur'an'a göre çözümlenmesi şeklinde
bir karara varılınca, bu karan, “Kur'an'a” uygun bulmamışlardır. Hz. Ali fiilen
halife seçilince, onların üzerine giderek onlarla savaşmıştır, Hz. Ali'ye karşı
siyasî bir eylem olarak ilk toplandıkları yerin adı, “Harûra” olduğu için
bunlara “Harûriler” de denmiştir.
Hz. Ali'nin bunlarla
yaptığı savaş neticesinde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in onlar hakkında verdiği
haberler birer birer ortaya çıkmıştır.
Hariciler, “Büyük
günah İşleyen kimse kafir olur” diye ortaya attıkları bir prensible hareket ettikleri
için zamanla Kelamı, Siyasî bir fırka mahiyetini kazanmışlardır.
Hariciler, değişik
kollara ayrılmıştır. Zamanımıza kadar varlığını sürdüren kolu, İbadiye'dir.
Bugün Tunus, Cezayir ve Umman'da bunlara rastlanmaktadır. Zengibar'ın resmi
mezhebinin “İbadiye” olduğu bilinmektedir.
992- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu benden sonra ümmetimden bir kavim yada benden
sonra ümmetimden bir kavim gelecek. Onlar; Kur'an'ı okuyacaklar, fakat
okudukları Kur'an onların boğazlarından aşağıya geçmeyecek. Dinden, okun avı
delip geçtiği gibi çıkacaklar, bîr daha da dine geri dönmeyecekler. Bütün
insanlar ile yaratıkların en kötüsü, işte bunlardır.”
[139]
993- Yuseyr
b. Amr'dan rivayet edilmiştir: “Sehl b. Huneyn'e:
“Peygamber (s.a.v.)'i,
Haricilerden bahsederken hiç işittin mi?” diye sordum de:
“Evet, onun Haricîlerden
bahsettiğini işittim. Eliyle doğu tarafına doğru işaret ederek:
“Bir kavim, dilleriyle Kur'an okuyacaklar, fakat
okudukları Kur'an köprücük kemiklerinden aşağıya geçmeyecek. Dinden, okun avı
delip geçtiği gibi çıkacaklar” buyurdu.
[140]
Açıklama:
Burada Haricilerin
mahlukat içerisinde en kötü varlıklar olduğu, bunların doğu tarafından ortaya
çıkacakları, Kur'an okuyup onun hükümleriyle amel etmeyecekleri
belirtilmektedir.
994- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ali'nin oğlu Hasan,
sadaka hurmalarından bir hurma tanesi alıp ağzına attı. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Kaka, kaka! Onu ağzından çıkar. Bizim zekat
yemediğimizi sen bilmiyor musun?”
buyurdu.
[141]
Açıklama:
Hurmaların toplanma
mevsiminde Resulullah (s.a.v.)'e sadaka olarak hurma getirilirdi. Bu hurmalar,
Resulullah (s.a.v.)'in yanında bir hurma yığını oluştururdu. İşte böyle bir zamanda
Hasan, bu hurma yığından bir tane hurma alıp ağzına atmış, fakat Resulullah
(s.a.v'in uyarısı üzerine ağzından çıkarmıştır.
995-
Ebu Hureyre (r.a)'tan
rivayet edildiğine göre, Resululiah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bazen ailemin yanına dönüp döşeğimin üzerine düşmüş
bir hurma bulurum. Sonra onu yemek için yerden alırım. Daha sonra onun sadaka
olduğundan korkarak onu elimden atarım.”
[142]
996- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
bir hurma tanesi bulduğunda:
“Eğer bu, sadaka olmasaydı onu muhakkak yerdim” buyururdu.
[143]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)'e,
farz olan zekat ile nafile olan sadaka haramdı. Hatta Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
kendisine bir yiyecek gelince, bu hediye mi, yoksa sadaka mı diye sorup “Hediyedir!”
denirse, kabul edip, “Sadakadır!” denirse kabul etmediği; kabul etse biie, kendisi
faydalanmayıp Ashab-ı Suffe'ye gönderdiği herkesçe bilinen bîr husustur.
Bazı alimler,
Haşimoğullarına, sadaka almanın haram olduğuna dair icma bulunduğunu
söylemişlerdir. Bunun yanı sıra Resulullah (s.a.v.)'in, sadaka almasının haram
olup olmadığı hususunda alimlerin ihtilaf ettiğini ileri sürenler de olmuştur.
Buradaki ihtilaf,
haram olan hususun; zekat mı, yoksa nafile olan sadaka mı olduğu meselesidir.
Bu konuda mezhepler arası ve Hanefi mezhebi içinde çeşitli görüşler ileri
sürülmüştür. Ebu Yusuf'a göre; Haşim oğullannın, başkalarından zekat almaları
haramdır. Fakat birbirlerine zekat vermeleri helaldir.
Haşimoğuüarı; Hz. Ali,
Abbâs, Ca'fer, Akîl, Haris b. Abdulmuttalib kollarına ayrılmaktadır.
Haşimoğullarına
sadakanın haram kılınmasının sebebi; sadakanın, insanların günahlarının karışması
sebebiyle bunları bu günahlardan tenzih etmek içindir.
997-
Abdulmuttalib
b. Rebîa İbnu'l-Hârîs'ten rivayet edilmiştir: “Rebîa İbn Haris ile Abbâs b.
Abdulmuttalib bir yere gelip:
“Vallahi, şu iki
oğlanı -beni ve Fadl b. Abbâs'ı- Resulullah (s.a.v.)'e göndersek de bunlar
Peygamber (s.a.v.)'le konuşsalar, Peygamber (s.a.v.)'de bunlara şu sadakalar
üzerine me'mûr tâyin etse, onlar da başka me'mûrların gördükleri vazifeyi eda
etse ve onların aldığı maaştan bunlar da alsa çok iyi olur.” dediler.
Onlar, böyle
konuşurlarken (yanlarına) Alî İbn Ebî Tâlib çıkagelip onların yanlarında
durdu. Meseleyi ona da söylediler. Alî İbn Ebi Tâlib:
“Bundan vazgeçin!
Vallahi, Peygamber (s.a.v.) bu dediğinizi yapmaz” dedi. Rebîa İbn Haris, Ali'ye
itiraz edip:
“Vallahi, sen,
bunu ancak bize hasedinden
dolayı yapıyorsun. Vallahi,
Resulullah (s.a.v.)'in dâmâdlığına nail olduğun halde biz sana bu hususta haset
etmedik” dedi. Alî:
“Öyleyse onları
Resulullah'a gönderin!” dedi.
Gönderilen gençler
gittiler. Alî de o sırada biraz uzandı. Resulullah (s.a.v.) öğle namazını
kıldırınca ondan önce odasının yanına gidip odanın önünde onu bekledik.
Resulullah (s.a.v.) geldi ve bizim kulaklarımızı çektikten sonra:
“Gönlünüzde olanılar çıkarın bakalım” buyurdu. Sonra da içeri girdi, biz de yanına girdik.
O gün Resulullah (s.a.v.) Zeyneb bint. Cahş'ın yanında bulunuyordu. Biz sözü
birbirimize havale ettik. Sonra birimiz konuşup:
“Ey Allah'ın resulü!
Sen insanların en iyisi ve en yardım sevenisin. Biz artık ergenlik çağma
girmiş bulunuyoruz. Şu sadaka işlerinin, bazısına bizi memur tâyin etmen için
geldik, Edersen biz de diğer me'mûrlar gibi vazifemizi yerine getirir, onlar
gibi maaş alırız” dedi.
Resulullah (s.a.v.)
uzun bir müddet sustu, hattâ kendisiyle konuşmak istedik. Zeyneb bize perdenin
arkasından:
“Artık Peygamber (s.a.v.)'le
konuşmayın” diye işaret etmeye başladı. Sonra Resulullah (s.a.v.):
“Şüphesiz ki sadaka
memurluğu, Muhammed'in ev halkına uygun düşmez. O, ancak insanların kirleridir. Siz, bana; ganimetlerin beşte biri üzerinde
görevli olan Mahmiyye ile Nevfel b. Haris b. Abddulmuttalib'i çağırın!” buyurdu.
Bunlar çağrılıp
Resulullah'ın yanma geldiler. Resulullah (s.a.v.) Mahmiyye'ye, Fadl b. Abbâs'ı
göstererek:
“Kızını, bu gence ver!” buyurdu. BunUn üzerine Mahmîyye, kızını ona nikahladı.
Nevfel b. Hâris'e hitaben:
“Şu gence de sen kızını ver” buyurdu. O da, kızını bana nikahladı. Mahmîyye'ye:
“Her iki kıza,
ganimetlerin beşte birinden şu kadar ve şu kadar da mehir ver” buyurdu.
[144]
Açıklama:
Hadiste, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in evlenme çağına geldikleri halde fakirlikten evlenemedikleri için
kendisinden zekat memurluğu isteyen Fadl ile Abdulmuttalib'e “Şüphesiz ki sadaka
memurluğu, Muhammed'in ev halkına uygun düşmez. O, ancak insanların kirleridir”
gerekçesiyle red cevabı verdiği ifade edilmektedir.
Aslında Hz. Peygamber (s.a.v.)
onların bu isteklerini reddederken
“Onların mallarından bir miktar sadaka al ki, onunla
onları temizleyesin..”
[145] ayetine
dayanmıştır.
Görülüyor ki,
Peygamber (s.a.v.)'in ailesi diye vasıflandırdığı Haşim oğullan ile Muttalib
oğullarına zekat almayı yasakladığı gibi, onların ücret karşılığında zekat
memurluğu yapmalarını da yasaklamıştır.
Hz. Peygamber
kendisine müracaat eden gençlere verilmek üzere, ganimet mallarının beşte bir
gelirlerinin bir miktarının ayrılması için Mahmiyye'ye emretmesi, ganimetlerin
beşte birinin bîr kısmının Peygamber (s.a.v.)'in yakınlarının hakkı olduğuna
delalet etmektedir. Çünkü bu gençler Hz. Peygamberin yakınlarından idiler.
Hz. Peygamber (s.a.v.)
ile soyundan sayılan diğer insanlara zekat ve sadakanın yasaklanmış olmasının
nedenlerinden birisi de; Resulullah (s.a.v.)'in, zekat malını, “İnsanları kiri”
sayarak kendi soyunun halkın kazancından ve. sırtından geçinmeyi önlemesidir.
Bu önleme olmasaydı, insanlığın kendine minnettar, sevgi ve saygısı duyduğu
kimsenin konumundan, soyundan sayılan kimseler faydalanmaya çalışacaklar ve
koyduğu malî işlerden önce kendileri menfaatlenmek isteyeceklerdi. Resulullah (s.a.v.)
ise insanlığa yaptığı irşat ve rehberliğine karşı İnsanlardan, ne kendisinin ve
ne de soyundan sayılan kimselerin hiçbir maddi menfaat görmesini istemiyordu.
Çünkü o, bu tebliğ göevine karşılık insanlardan hiçbir mükafat istemiyordu.
Dolayısıyla da soyu sayılan kimselerin, İnsanlığın sırtına bir yük olmalarına
razı değildi.
Bununla birlikte ganimetin
beşte biri, Resulullah (s.a.v.)'e ait idi. Görüldüğü üzere, Resulullah (s.a.v.),
soyu sayılan kimseleri yıpranmaması için de; oranı Allah tarafından belirlenmiş
olan ganimetten gelen beşte bir paydan yararlanmalarını sağlıyordu.
998-
Peygamber
(s.a.v.)'in hanımı Cüveyriye (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.),
hanımı Cüveyriye'nin yanına girip ona:
“Yanında yiyecek bir
şey var mı?” diye sordu. Cüveyriye:
“Hayır, vallahi, ey
Allah'ın resulü! Yanımızda azadlıma sadaka malından verilmiş olan etli bir
koyun kemiğinden başka hiçbir yiyecek yoktur” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Onu getir. Çünkü ondan sadaka hükmü kalkıp hediye
konumunda olması hasebiyle yerine ulaşmıştır” buyurdu.[146]
999- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Berîre, kendisine
sadaka olarak verilen bir eti, Peygamber (s.a.v.)'e hediye etti. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Bu et; Berîre'ye sadaka, bize ise hediyedir” buyurdu.
[147]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)
bu iki hadiste, başkasına sadaka olarak verilen şeyin o kimseler için geçerli
olduğu, verilen bu şeyin bir başkasına geçmesi halinde sadaka hükmünün kalkarak
hediye hükmüne gireceğini belirtmektedir. Çünkü hediye, Resulullah (s.a.v.) ile
ailesine helal idi.
1000- Ümmü
Atiyye (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bana sadaka malından bir koyun gönderdi. Ben de onun bir parçasını Aişe'ye
yolladım. Resulullah (s.a.v.), Aişe'nin yanıma gelince, ona:
“Yanınızda (yiyecek
olarak) bir şey var mı?” diye sordu. Aişe'de:
“Hayır, bir şey yoktur. Sadece Nüseybe, kendisine
gönderdiğiniz koyunun etinden bîr parça et de bize de göndermiş” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“O, yerine ulaştı” buyurdu.[148]
Açıklama:
Burada fakir kimsenin
sadakayı almakla o maldan sadaka vasfının ve hükmünün kalktığını, artık onu
satın almanın yada bir başkasına hediye olarak verilmesinin caiz olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Ümmü Atiyye'nİn diğer
adı, Nüseybe yada Nesîbe'dir.
1001- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'e
bir yiyecek getirildiği zaman onufn sadaka mı, yoksa hediye mi olduğunu
sorardı. Hediye olduğu söylenirse ondan yerdi, sadaka olduğu söylendiğinde
ondan yemezdi.”
[149]
1002-
Abdullah İbn Ebi Evfâ (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir kavim, Resulullah
(s.a.v.)'e sadakalarını getirdiği zaman fonlar hakkında:
“Allahümme! Sallı
aleyhim” “Allahım! Onlara salat eyle/rahmet ve mağfiret ihsan eyle diye dua
ederdi. Bir defasında babam Ebu Evfâ'da sadakasını Resulullah (s.a.v.)'e
getirmişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) babam hakkında:
“Allahümme salli âl-i Ebi Evfâ” Allahım! Ebu Evfâ'nın
ev halkına salat eyle” diye dua etti.[150]
Açıklama:
Burada “Salat” ile
kastedilen, rahmet ve mağfirettir.
Alimler,
peygamberlerden başka kimselere salat getirilip getirilmeyeceği konusunda görüş
ayrılığına düşmüştür. Başta İmam Ahmed ve Zahiriler olmak üzere bazı alimlere
göre peygamberlerden başkalarına salat getirmek caizdir. İmam Malik, İmam
Şafiî, İmam A'zam Ebu Hanife gibi alimlere göre ise peygamberlerden başka bir
kimseye müstakil olarak salat getirmek caiz değildir.
1003- Cerîr
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Zekat memuru size geldiği zaman sizden hoşnut olarak
ayrılsın!”
[151]
Açıklama:
Burada kastedilen
husus; bu tür kimselerin görevlerini zamanında yapması İçin onlara yumuşak
davranılması, işlerinde kolaylık gösterilmesi ve problem çıkartılmamasıdır. Bu
suretle görevini yapan kimsenin, görevinin aksatılması engellenmiş
olunmaktadır. Bunların hepsi; görevli kimselerin haika zulüm ve haksızlık
yapmadığı müddetçe uyulacak tavsilerdir. Eğer zulüm ve haksızlık yapmak
isterlerse bu takdirde onlann bu davranışlarına itaat sözkonusu değildir.
[152]
Oruç, Farsça'daki “Rûze”
kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Arapça'sı, “Savm” ve “Sıyâm”dır. Savm
kelimesi, Arapça'da; bir şeyden uzak durmak, bîr şeye karşı kendini tutmak,
engellemek anlamında kullanılmaktadır.
Terim olarak ise imsak
vaktinden iftar vaktine kadar bir amaç uğruna ve bilinçli olarak yeme-içme ve
cinsel ilişkiden uzak durmak demektir.
Oruç, Peygamberimiz'in
Medine'ye hicretinden bir buçuk sene sonra Şaban ayının 10. günü farz kılınmış
olup İslam'ın beş şartından biridir.
Oruç, nefsin isteklerinden
İradî olarak uzak durma olması yönüyle bir irade eğitimine, açlık ve susuzluğun
verdiği sıkıntıya dayanma yönüyle de bir sabır eğitimine dönüşmektedir, insanın
hayatta başarılı olabilmesi için İrade hakimiyeti ve güçlükler karşısında dayanabilme
gücü de önemli bir role sahiptir. Nefsin isteklerinin kontrol altına
alınmasında, ruhun arındırılıp yüceltilmesinde oruç etkili bir yoldur.
1004- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ramazan ayı geldiğinde cennet kapıları açılır,
cehennem kapıları kapanır. Şeytanlar bağlanır.”
[153]
1005-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.), Ramazan
ayından söz edip:
“Hilali görmedikçe oruç tutmayın. Yine hilali
görmedikçe iftar etmeyin/bayram yapmayın. Eğer hava size bulutlu olursa
Ramazan hilalini takdir edin” buyurdu.
[154]
1006-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Biz, ümmi okuma-yazma bilmeyen bir ümmetiz. Biz, ne
yazı yazarız ve ne de hesap yaparız. Ay şöyle, şöyle ve şöyle olur” buyurup, on parmağını iki defa gösterdi, üçüncü de on
parmağının baş parmağını yumdu. Böylece ayın yirmi dokuz çektiğini gösterdi.
Sonra da on parmağını üç defa göstermek suretiyle;
“Ay bazen de şöyle, şöyle ve şöyle olur” yani otuz
çeker” buyurdu.
[155]
1007- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Hilali gördüğünüz zaman oruç tutun, onu gördüğünüz de
iftar edin/bayram yapın. Eğer hava bulutlu olursa otuz gün oruç tutun.”
[156]
1008- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ramazan orucunu bir veya iki gün önce tutmayın. Ancak
bir kimsenin tutageldiği orucu tutuyorsa onu tutsun.”[157]
Bir-iki gün oruçla Ramazân'ın
öne alınmasından maksat; ihtiyat maksadıyla veya Ramazân'ı karşılamak için
Ramazân'dan önce bir yada iki gün oruç tutmaktır.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
daha önceden belirli günlerde oruç tutmayı adet edinip tutmakta olduğu orucu
bu günlere rastlayanların dışında Ramazân'dan önce bir veya iki gün oruç
tutmayı yasaklamıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
bu günlerde oruç tutmayı yasaklamasının hikmeti; oruca başlamayı hilalin
görülmesine veya Şaban'ın otuza tamamlanmasına bağlamasıdır. Durum böyle iken
daha hilal görülmeden veya Şaban otuza tamamlanmadan oruca başlamak, nasla
sabit olan bir şeyi beğenmemek gibidir. Çünkü hadisin bazı varyantlarında
Ramazân'a, Ramazân hilalinin görülmesiyle yada Şaban'ı otuza tamamlamakla
başlanacağı, bayramın da Şevval hilali görülünce yada Ramazân otuza
tamamlanınca yapılacağı ifade edilmektedir.
Ayrıca havanın bulutlu
olması gibi sebeplerden dolayı Şaban ayının yirmi dokuzundan sonraki günün
Şaban ayına mı, yoksa Ramazân ayına mı ait olduğu konusunda şüphe oluşması
mekruhtur. Dolayısıyla bugüne, “Şek günü” denilir. İşte bu sebeple Resulullah (s.a.v.),
Ramazân'a bir iki-gün önce başlamayı yasaklamıştır.
1009- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Saymakta olduğum
yirmi dokuz gece geçince Resulullah (s.a.v.) yanıma girdi. Ben:
“Ey Allah'ın resulü! Sen bizim yanımıza bir ay
girmemeye yemin etmiştin. Halbuki yirmi dokuzuncu günde girdin. Çünkü ben
bunları sayıyordum”
dedim. Resulullah
(s.a.v.);
“Ay bazen yirmi dokuz gün olur” buyurdu.
[158]
1010- Ümmü
Seleme (ranhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
bir ay hanımlarından bazılarının yanma girmemeye yemin etti. Yirmi dokuz gün
geçince sabahleyin yada akşam üzeri yanlarına girdi. Ona:
“Ey Allah'ın
peygamberi! Sen, bizim yanımıza bir ay girmemeye yemin ettin” dediler.
Resulullah (s.a.v.):
“Ay bazen yirmi dokuz gün olur” buyurdu.
[159]
1011-
Kureyb'ten rivayet edilmiştir:
“Ümmü'1-Fadl bint.
Hârİs, Kureyb'i, Muâviye'nin yanma Şam'a yollamıştı. Kureyb der ki:
“Şam'a varıp Ummü
Fadl'ın hacetini yerine getirdim. Ben, Şam'da bulunduğum sırada Ramazan hilâli
göründü. Ben de, hilâli cuma gecesi gördüm. Sonra Medine'ye ay'ın bitiminde
geldim. Abdullah İbn Abbâs (r. anhüma) bana bâzı şeyler sordu. Sonra hilâlden
söz açıp:
“Hilâli ne zaman
gördünüz?” diye sordu. Ben:
“Biz, onu cuma gecesi
gördük” diye cevap verdim. O:
“Hilali sen mi gördün?”
diye sordu. Ben de:
“Evet. Halk da hilali
gördüler ve oruç tuttular. Muâviye de oruç tuttu” dedim. Bunun üzerine Abdullah
İbn Abbâs:
“Ama biz hilali
cumartesi akşamı gördük. Bunun için de ya otuzu tamamlayıncaya yada hilâli
görünceye kadar oruca devam ediyoruz” dedi. Ben:
“Muâviye'nin görmesi
ve oruç tutmasıyla yetinmiyor musun?” dedim. O da:
“Hayır. Bize, Resulullah
(s.a.v.) böyle emretti” diye cevâp verdi.
[160]
1012-
Ebu'l-Bahterî'den
rivayet edilmiştir:
Umre yapmak için yola
çıkmıştık. “Batn-ı Nahle” denilen yere konakladığımız zaman hilâli görmeye
çalıştık. Bunun üzerine cemaattan bâzısı:
“Bu ay, üç günlüktür”
dedi. Diğer bâzısı da:
“İki günlüktür” dedi.
Derken Abdullah İbn Abbâs'a rastladık. Ona:
“Biz hilâli
gördük. Cemaattan bâzısı onun
üç günlük olduğunu
ve diğer bâzısı da iki günlük olduğunu söylediler” dedik. Abdullah İbn
Abbâs:
“Onu hangi akşam
gördünüz?” diye sordu. Biz:
“Filân ve filân akşam”
dedik. Bunun üzerine Abdullah İbn Abbâs:
“Doğrusu Resulullah (s.a.v.):
“Allah, onu görülmesi imdat etti” buyurdu. Dolayısıyla o, sizin gördüğünüz geceye aittir” diye cevap verdi.
[161]
1013- Ebu
Bekre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır;
“İki bayram ayı, sayıları otuzdan az olsa da sevapları
noksan olmazlar. Bunlar, Ramazan bayramı ile Zilhicce Kurban bayramı ayıdır.”
[162]
Açıklama:
Ramazan ve Kurban
ayları, otuzar gün değil yirmidokuz gün çekmekle sayıca noksan olsalar bile
sevap ve ecir bakımından noksan olmazlar.
Bu ayların birinde
oruç ve diğerinde hac ibadeti bulunduğu için hadis, bu ayların faziletini
belirtmektedir.
1014- Adiyy
b. Hatim (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah'ın;
“Sizin için şafaktaki beyaz ipliği siyah ipliğinden
ayırt edilinceye kadar yiyip için”
[163] ayeti
inince, Adiyy b. Hatim, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben, yastığımın altına biri beyaz ve biri de siyah olmak üzere iki ip koydum.
Böylece geceyi gündüzden ayırt ediyorum” dedi. Resululîah (s.a.v.):
“Senin yastığın çok genişmiş. Bu beyaz iplik ile siyah
iplik, ancak gecenin karanlığı İle gündüzün aydınlığından ibarettir” buyurdu.
[164]
Açıklama:
Hadis ve hadiste
belirtilen ayet; oruç tutulan günlerin gecelerinde fecr doğuncaya yeme içme,
cinsel ilişki gibi oruca aykırı davranışların caiz olduğuna delalet etmektedir.
Yalnız fecrin doğuşundan maksadın ne olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir.
Fecrin belirmesinden
maksat; fecrin doğması mı, yoksa mükellef tarafından görülmesi mi olduğu
meselesi de ihtilaf konusu olmuştur. Çünkü ayette;
“Fecirdeki/şafaktaki”
[165]
ifadesi, her iki yoruma da imkan vermektedir. Cumhurun görüşüne göre, fecrin belirmesinde
mükellefin görüşü esastır. Dolayısıyla bir kimse, fecrin doğup doğmadığında şüphe
ederse kendisine yemek-içmek helal olur. Ancak fecirden sonra, yediği
kesinlikle belli olursa o gün tuttuğu orucu kaza etmesi gerekir.
Orucun başlama
vaktinin, fecrin doğusuyla mı, yoksa aydınlığın yayılışıyla mı olduğu hususunda
görüş ayrılığı vardır. Alimlerin çoğunluğuna göre, fecr yayılıncaya kadar
yeme-içmek caizdir.
1015- Sehl
b. Sa'd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah'ın;
“Sizin için beyaz iplik siyah iplikten sizce ayirdedilinceye
kadar yiyip için”
[166]
ayeti inince, bir kimse eline bir beyaz ve bir de siyah ip alıp renklerinin ne
olduğu açıkça belli olana kadar yiyip işerdi. Bunun üzerine yüce Allah “Şafaktaki”
[167]
ifadesini indirerek siyah iplik ile beyaz ipliğin ne demek olduğunu açıkladı.
[168]
1016.
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu Bilal geceleyin ezan okur. Bu nedenle İbn
Ümmü Mektûm'un ezan okumasını işitinceye kadar yiyip için.”
[169]
Açıklama:
Bilal ezanı vaktin
yaklaştığını belirtmek için okurdu. Bir sonraki hadis, bunu açıklamaktadır.
Abdullah İbn Ümmü Mektum ise vaktin girdiğini belirtmek için ezan okurdu.
1017-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Bilal'in ezan okuması yada Bilal'in nidası, sizden
birisinin sahurundan alıkoymasın. Çünkü o, ayakta olanınızın/namaz kılanınızın
artık ara vermesi ve uyuyanınızın artık uyanması için geceleyin ezan okur yada
seslenir” buyurdu. Daha sonra
Resulullah (s.a.v.):
“Şafak şöyle şöyle olmakla değil, şöyle oluncaya
kadardır” buyurup iki parmağının
arasını araladı.
[170]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
“Şafak şöyle şöyle olmakla değil, şöyle
oluncaya kadardır” buyurması; fecri kazibin/yalancı şafağın, ufukta baş
tarafa doğru uzayan uzun bir beyazlık olduğuna işaret etmek istemiştir. Fecri sadıkın/doğru
şafağın da, ufukta enlemesine görünen beyazlık olduğuna işaret etmek
dilemiştir. Her iki fecri anlatmak için bu iki türlü işaretten daha uygunu
olamaz.
1018- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sahurda yemek yiyin. Çünkü sahurda yemek yemede
bereket vardır.”
[171]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.),
bazı hadislerde, sahura kalkmayı emretmektedir. Alimler, başka rivayetleri de
göz önüne alarak bu emrin, vacip değil de mendubu ifade ettiğini söylerler.
Çünkü Belağat'ta “Emr” ifade eden bir kelime, 9 anlama gelebilmektedir. Buna
göre her “Emr” ifade eden kelime, vacip olmamaktadır.
Sahura kalkmak ve
sahur yemeği yemek, oruç tutacak kimsenin, orucun başlama imsak vakti olan
fecirden önce bir şeyler yemesidir.
Sahur için vaad edilen
“Bereket”ten kasıt; ecr ve sevaptır. Sahurun verceği güçle oruç daha canlı,
daha şevkli tutulur. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetine uyulmuş olunur.
Sahur yemeğine teşvik
edilmesinde birtakım hikmetler vardır. Burada da görüldüğü üzere, Rasulullah (s.a.v.),
sahurun berekete vesîle olacağını belirtmiştir. Ayrıca sahur, seher vaktinde
uyanık olmaya böylece ilâhi feyzlerden istifâdeye sebeptir. Oruca başlarken
yenilen yemek, gün boyu açlığa katlanmada kolaylık sağlar. Böylece müslümanların
oruç ibâdetinden kaçınmalarına engel olur.
1019- Amr İbnü'I-As
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bizim orucumuz ile
Ehl-i kitabın orucu arasındaki ayırıcı fark, sahur yemeği yemektir.”
[172]
Açıklama:
Hıristiyan ve
Yahudiler oruç tuttuklarında akşam uyuduktan sonra yemek ve içmek kendilerine
harmdı. Artık oruç fiilen başlamış sayılırdı. İslamiyetin ilk günlerinde müslümanlar
için de durum aynı idi.
[173]Daha
sonra Müslümanlar için fecr doğuncaya kadar yeme-içme ve cinsel ilişkide
bulunmaya izin verildi, bir de sahur yemeği yemeleri teşvik edildi.
1020- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Zeydb. Sabit (r.a);
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte sahur yemeği yedik. Sonra da namaza kalktık” dedi. Enes, Zeyd b.
Sâbit'e:
“Sahur ile namaz
arasında ne kadar müddet vardı?” diye sordum. Zeyd b. Sâbit'de:
“Elli ayet kadar” diye
cevap verdi.
[174]
Açıklama:
Elli ayetten maksat;
ne uzun ve ne de kısa olmayıp orta halli elli ayet olup bunu acele etmeden ve
çok ağır davranmadan vasat bir şekilde okumakla geçen suredir.
1021- Sehl
b. Sa'd (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İnsanlar iftarı acele yapmaya devam ettikleri
müddetçe devamlı hayr üzerinde olurlar.”
[175]
Açıklama:
Hadis, iftarı
geciktirmeden açmanın müstehab olduğuna delalet etmektedir. Bu hadisin anlamı; “İnsanlar
bu sünneti korumaya devam ettikleri sürece daima hayr işlemiş sayılırlar. İftarı
geciktirirlerse, bu, onların fesada düşeceklerine bir alamettir” demektir.
Çünkü iftarda acele davranmak, gün boyunca oruç tutan kimse için en uygun
olanıdır. Oruç tutma İbadetine karşı daha dayanıklı olur.
1022- Ebu
Atiyye'den rivayet edilmiştir:
“Yanımda Mesrûk olduğu
halde, Aişe'nin yanına girdim. Ona:
“Ey müminlerin annesi!
Muhammed (s.a.v.)'in sahabilerinden iki kimse var ki, birisi hem iftarı acele
ediyor ve hem de namazı acele kılıyor. Diğeri de, hem iftarı ve hem de namazı
geciktiriyor” dedik. Aîşe:
“Bunların hangisi, hem iftarda ve hem de namazı
kılmada acele davranıyor?” diye
sordu. Biz:
“Abdullah İbn Mes'ud”
diye cevap verdik. Aişe:
“Resulullah (s.a.v.) işte böyle yapardı” dedi.
Hadisin ravisi Ebu
Kureyb:
“Diğeri de, Ebu Musa
el-Eş'arî” ilavesini yaptı.[176]
Açıklama:
Oruçlunun iftar
açmakta ve kişinin akşam namazını kılmakta acele etmesi müstehabtır.
Buna/göre Abdullah İbn
Mes'ud sünnet üzere ve Ebu Musa el-Eş'arî ise caiz olmak üzere hareket etmiş
oluyurlar. Dolayısıyla her ikisi dei hayr üzeredirler.
1023- Hz.
Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle bu Gece gelip
gündüz gittiğinde ve güneş de battığında oruçlu orucunu iftar eder.[177]
Gece gelip gündüz
gitmesinden maksat, aydınlığın kaybolup karanlığın çökmesidir.
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)
burada gündüz gidip gece gelip güneş batınca iftar vaktinin gelmiş olduğunu, “Oruçlu orucunu iftar eder” sözleriyle
ifade etmiştir.
1024-
Abdullah İbn Ebi Evfâ (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte Ramazan ayında bir seferds bulunuyorduk. Güneş batınca, Resulullah (s.a.v.):
“Ey filanca kimse! Hayvanındanın de bize hurma şırası
hazırla” buyurdu. O da:
“Ey Allah'ın resulü!
Henüz daha gündüz var” dedi. Resulullah (s.a.v.) yine;
“Bize hurma şırası yap” buyurdu.
Bunun üzerine o kimse hayvanından
inip hurma şırası hazırlayıp onu Resulullah (s.a.v.)'e getirdi. Peygamber (s.a.v.)
o şıradan içti. Sonra da eliyle işaret edip:
“Güneş, şuradan batıp gece de şuradan geldiğinde
oruçlu kimse orucunu iftar eder”
buyurdu.
[178]
Açıklama:
Görüldüğü üzere, Hz.
Peygamber (s.a.v.) güneşin battığını farkedince, Bilâl'e inip kendileri için
hurma şırası ezmesi yapmasını emretmiştir. Ancak Bilâl iki kere üstüste henüz
akşamın olmadığını söyleyerek Rasulullah'a biraz daha beklemesini arzetmiştir.
Fakat efendimiz üçüncü kez emrini tekrarlayınca, Bilâl hayvanından inmiş ve
emrolundugu şeyi yapmıştır.
Bilâlin iki defa üst
üste akşamın henüz olmadığını belirtmesi onun kesinkes akşamı olmadığı
kanaatinde olduğundan dolayıdır. Çünkü Hz. Peygamberin bunu tam fark edememiş
olması mümkündür. Bilâl'e göre güneş henüz batmamıştır. Çünkü aksi takdirde
Bilal'in, emri yerine getirmede gecikmesi düşünülemez. Çünkü bu inat olur.
Bilal gibi birisi böyle şey yapmaz.
1025-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
visal ara vermeden peşpeşe iftarsız oruç
tutmayı yasakladı. Sahabiler:
“Fakat sen de ara
vermeden peşpeşe iftarsız oruç tutuyorsun” dediler. Peygamber (s.a.v.):
“Ben, sîzin gibi değilim. Çünkü ben Rabbim tarafından
doyurulurum ve su içirilirim”
buyurdu.
[179]
İki veya daha çok gün,
geceleri hiç iftar etmeden oruca devam etmektir. Bunun, oruç tutulması mekruh
olan günlerde de kesmemek şartıyla bütün sene oruç tutmak olduğunu söyleyenler
de vardır. Ancak bu görüş pek benimsenmemiştir.
Visal orucu tutmak,
mekruhtur. Hattâbî'ye göre, Visal orucunun mekruh olmasının sebebi; oruçlunun
zayıf zayıflayıp kuvvetten düşmesi, böyiece farz olan oruca ve diğer ibadetlere
gücü yetmez bir hale gelmesi veya oruçtan usanmaları ve onların karşılaştıkları
sıkıntının, farz olan orucu da terk etmelerine sebep olma ihtimalidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
bu orucu ümmetine yasaklamasından sonra kendisine “Sen de ara vermeden peşpeşe
iftarsız oruç tutuyorsun” denildiğinde Resulullah (sav), buna, “Ben, sizin gibi
değilim. Çünkü ben Rabbim tarafından) doyurulurum ve su girilirim” karşılığını
vermiştir.
Resulullah (s.a.v.)'e
Allah tarafından yedirilip içirilmesinden maksadın ne olduğu hususunda birkaç
ihtimal vardır:
1-Yüce
Allah, Hz. Peygamber'e yemiş-içmiş gibi kuvvet verir. Dolayısıyla yeme-içme
ıhtjyacı duymadan ibâdetine devam edebilir.
2- Gerçekten
Allah ona geceleri yedirip içirir. Bu hal de onun visaline engel değildir. E
sâdece ona özgü bir haslettir. Ümmete yasak olduğu halde, Rasûlullah'ın
yapmasında ve\, onu uygulamasında sakınca olmayan şeylerin başka örnekleri de
vardır. Örneğin, Hz. Penmber (s.a.v.)'in
göğsü altın bir tastaki su ile melekler tarafından yıkanmıştır. Oysa alt: kabın
dünyada kullanılması yasaktır.
3-
Hz.
Peygamber'in visal orucu esnasında geceleyin yeyip içmesi, uyku halinde yey
içenin haline hamledilir, uyku halinde yeyip içenin açlığı ve susuzluğu gittiği
halde oruç bozulmadığı gibi, bu durumda iken Hz. Peygamber'in orucu da
bozulmaz. Bu açıkiam; İbnu'l-Münzîr'e aittir.
Yüce Allah, Resûlullah
(s.a.v.)'i; kendi azametini düşündürmek, sevgi ve muhabbetiy içini doldurmak ve
marifetiyle gıdalandırmak sureti ile onu yemekten içmekten müstağı kılar.
1026-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resûlullah (s.a.v.)
visal/ara vermeden peşpeşe iftarsız oruç tutmayı yasal ladı. Bunun üzerine müslümanlardan
birisi:
“Ey Allah'ın resulü!
Fakat sen de ara vermeden peşpeşe iftarsız oruç ti tuyorsun?” dedi. Resûlullah (s.a.v.):
“Hanginiz benim gibi olabilir? Çünkü ben, Rabbim beni
doyurup su içirmiş olarak gecelerim” buyurdu.
Sahabiler, ara
vermeden peşpeşe iftarsız oruç tutmayı bırakmaktan kaç nınca Resûlullah (s.a.v.)
onlara bir gün, sonra bir gün daha olmak üzere iki gün ü üste ara vermeden
peşpeşe iftarsız oruç tutturdu. Derken üçüncü gün hile gördüler. Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.v.), onların ara vermeden peşpeşe iftarsı oruç tutmaktan
vazgeçmeyi kabul etmediklerinden dolayı onlara ibret dersi verircesine:
“Eğer hilal gecikseydi, ibret dersi olsun diye size daha
fazla visal yatıracaktım” buyurdu.”
Açıklama:
Sahabenin visal
orucundan vazgeçmemeleri, Peygamber (s.a.v.)'e muhalefet için değil, bu
konudaki yasağın tenzih manası anladıktan içindir.
Peygamber (s.a.v.)'in
visal orucuna izin vermesi, yasağın mahiyetini doğrulatmak ve bu konuda
oluşacak zarar ile sıkıntıyı göstermektir. Visal orucundan ortaya çıkacak
problem; İbadetten bıkmak, zayıf ve güçsüz düşerek başka ibadetleri
yapamamaktır.
1027- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Ramazan ayında namaz kılıyordu. Ben de gelip yanıbaşında namaza durdum. Başka
bir adam gelip o da bizimle birlikte namaza durdu. Sonunda, bir cemaat olduk.
Peygamber (s.a.v.) benim arkasında olduğumu hissedince, namazda kısaltma
yapmaya başladı. Namazı bitirdikten sonra evine girip (orada) öyle bir namaz
kıldı ki, onu bizim yanımızda kıldığı gibi kılmadı. Sabahladığımızda ona:
“Dün geceki namazda
arkanda bizim olduğumuzu anladın mı?” diye sorduk. O da:
“Evet. Zaten yaptığım kısa kılma işine beni sevk eden
şey de budur” buyurdu.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) visal orucu tutmaya başladı. Bu oruç tutma işi, aynı sonuna
rastlamıştı. Derken sahabilerinden bazı kimseler de visal orucu tutmaya
başladılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Bazı kimselere ne oluyor da, ara vermeden peşpeşe
iftarsız oruç tutuyorlar? Doğrusu siz, benim gibi değilsiniz. Bakın, vallahi,
eğer ay uzamış olsaydı size öyle bir ara vermeden peşpeşe iftarsız oruç
tuttururdum ki, bu işin derinliğine dalanlar bu yaptıklarından vazgeçerlerdi” buyurdu.
[180]
1028- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
sahabileri ara vermeden peşpeşe iftarsız oruç tutmayı yasakladı. Onlar:
“Takat sen de ara
vermeden peşpeşe iftarsız oruç tutuyorsun” dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Ben, sizin gibi değilim. Çünkü Rabbim beni doyuruyor
ve su içiriyor” buyurdu.
[181]
1029- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: Âişe:
“Resulullah (s.a.v.) oruçluyken kadınlarından birini
öperdi” deyip sonra da güldü.
[182]
1030- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) oruçlu olduğu halde beni öperdi.
Fakat sizin hanginiz, Resulullah (s.a.v.)'in nefsine hakim olduğu gibi kendine
sahip olabilir?”
[183]
1031- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), Ramazan ayında oruçlu olduğu
halde hanımlarını öperdi”
[184]
1032-
Ömer
b. Ebi Seleme (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Ömer, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Oruçlu bir kimse
hanımını öpebilir mi?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.), ona Ümmü Seleme'yi
işaret ederek:
“Bu meseleyi ona sor” buyurdu. Ümmü Seleme'de, Resulullah (s.a.v.)'in bu işi yaptığını ona
haber verdi. Bunun üzerine Ömer:
“Ey Allah'ın resulü!
Allah, senin, gelmiş ve geçmiş bütün günahlarını bağışlamıştır” dedi.
Resulullah (s.a.v.), ona:
“Dikkat et! Vallahi, Allah'a karşı en fazla takvalı
olanınız ve ondan en fazla korkanınız şüphesiz ki benim” buyurdu”
Açıklama:
Öpmenin orucu bozup
bozmayacağı meselesi, alimler arasında tartışma konusu olmuştur. Bu konuyu
rivayet eden alimler, Hz. Peygamber (s.a.vj'in oruçlu iken hanımlarını öptüğünü
belirtmişlerdir. Yalnız Hz. Aişe'den gelen bir rivayette; Resulullah (s.a.v.)'in,
nefsine, herkesten daha fazla hakim olduğunu belirterek oruçlu iken öpmenin
riskine dikkat çekmektedir. Alimler, rivayetlerdeki ihtiyati kayıtları da
dikkate alarak meseleyi yumuşak bir üslupla hükme bağlamaya çalışmışlardır.
Yine alimler, meninin
gelmesine sebep olmadıkça orucu bozmayacağı hususunda ihtilaf etmezler. Bu
konuda Resulullah (s.a.v.)'e,
“Öpmenin orucu bozup
bozmayacağı sorulduğunda;
“Abdest sırasında ağzını yıkaman orucu bozar mı?”
[185]
buyurarak;
“Hep bilirsiniz ki, su
içmenin bir önceki hali olan ağza su alma orucu bozmaz, bunun gibi, cinsel
ilişkinin bir önceki hali olan öpme de orucu bozmaz” demek istemiştir.
Ebu Hanife'ye göre
ise; oruçlu iken öpme genç insana mekruh olup yaşlıya caizdir.
1033- Hz.
Âişe (r.anhâ) ile Ümmü Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), Ramazan ayında ihtilamdan dolayı
değil de, cinsel ilişkiden ötürü cünüp olarak sabahlar, sonra boy abdesti alıp
oruç tutardı.”
[186]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
kendisine gusül gerekli olduğu halde sabahlamasından maksat; fecrin doğduğu
vakte kadar guslünü geçiktirmesidir. Güneşin doğmasına kadar değil, çünkü onun
sabah namazını geçirmesi düşünülemez.
Hadiste; Resulullah (s.a.v.)'in
cünüp olarak sabahlamasının, ihtilamdan dolayı değil, hanımlarından biriyle
cinsel ilişkiden dolayı olduğu açıkça ifade edilmiştir. Bu ifade, bize, iki
konuyu açıklamaktadır:
1- İhtilam,
şeytandan dolayı olur. ResuluİIah (s.a.v.)'e ise şeytan yaklaşamaz.
2-
Cinsel
ilişki, kasdî bir davranıştır. İhtilam ise insanın elinde olan bîr şey
değildir. Hadiste, Resulullah (s.a.v.)'in, kendi kasdı ile cünüp olduğu halde
sabahlayıp oruca devam ettiği bildirilmektedir. Öyleyse kasde dayanmayan
ihtilam olmaktan dolayı cünüp olan kişi de, tereddütsüz olarak orucuna devam
edebilir.
Hadis, hüküm yönünden;
geceyi cünüp olarak geçirmenin orucun sıhhatine engel olmadığını ortaya
koymaktadır. Bu hüküm, cünüplügün, cinsel ilişkiden veya ihtilamdan olması
orucun farz veya nafile olması hallerini kapsar.
Guslün, şafaktan önce
yada sonra olması da hükmü değiştirmez. Çünkü Resulullah (s.a.v.)'in ümmetine
cevazı belirtmek için yaptığı bu hareket, bütün olasılıkları içine almaktadır.
Ulemanın cumhurumun görüşü böyledir. Nevevî (ö. 676/1277), bu konuda icma oldu öunu
nakleder.
1034- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, fetva
sormak için Peygamber (s.a.v.)'e geldi. Âişe'de, konuşulanları, kapının
arkasından işitiyordu. Gelen kişi:
“Ey Allah'ın resulü!
Bazen ben cünüpken namaz vakti geliyor. O gün oruç tutayım mı?” diye sordu. Resulullah
(s.a.v.):
“Ben, cünüpken de namaz vakti geliyor. Fakat ben oruç
tutuyorum” buyurdu. O kişi:
“Ey Allah'ın resulü!
Sen bizim gibi değilsin. Allah, senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını
bağışlamıştır” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Vallahi, ben Allah'tan en fazla korkanınızım ve
O'ndan neyle korktuğunu en iyi bileniniz olmayı gerçekten ümit ederim” buyurdu.
[187]
Adamın, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Sen, bizim gibi
değilsin. Allah, senin, geçmiş ve gelecek bütün günahlarını atfetmiştir”
demesi; Resulullah (s.a.v.)'in, günah işleyebileceği manasına alınmamalıdır.
Bundan maksat;
“Sen, günah işlemedin
ve işlemezsin de” demektir.
Kadı İyâz'a göre, bu
hadis; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yaptıklarının, kendisine özgü bir özellik
olduğuna dair bir delil yoksa, ona uymanın vacip olduğunu göstermektedir.
Bu hususta Fıkıh Usulü
kitaplarındaki tafsilât şu şekildedir:
1-
Resulullah
(s.a.v.)'in oturup kalkmak, yiyip içmek gibi tabii fiilleri, ümmetinin
fiilleriyle eşittir.
2- Kuşluk
namazı, vitir ve teheccüd gibi ona özgü farz olan namazlar ile dörtten fazla
kadınla evlenmek hususunda ümmeti, onun gibi değildir.
3- Mutlak ve
mücmeli açıklamak için İşlediği fiiller, ittifakla ümmetini de kapsamaktadır.
4- Bu üç
maddenin dışında Resulullah (s.a.v.)'den meydana gelen bir fiile, o fiilin
sıfatına göre hükümverilir. Fiil, Resulullah (s.a.v.) hakkında vacip ise
ümmetine de vacip, mendub ise ümmetine de mendubtur. Sıfatı bilinmeyen fiiller
hakkında ihtilaf olunmuştur.
[188]
1035- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir; “Peygamber (s.a.v.) 'e bir adam gelip:
“Ey Allah'ın resulü!
Helak oldum” dedi. Resulullah (s.a.v.);
“Seni helak eden şey nedir?” diye sordu. O kimse;
“Ramazanda hanımımla
cinsel ilişkide bulundum” dedi. Peygamber (s.a.v.):
“Bir köle azad edecek bir şey bulabilecek misin?” buyurdu. Adam:
“Hayır” dedi. Resulullah
(s.a.v.):
“İki ay peşpepe oruç tutabilecek misin?” dîye sordu. Adam yine:
“Hayır” dedi.
Peygamber (s.a.v.):
“Öyleyse altmış fakiri doyuracak bir şey bulabilecek
misin?” buyurdu. Adam yine:
“Hayır” dedi. Sonra o
adam oturdu. Derken Peygamber (s.a.v.)'e içinde hurma dolu bir zembil
getirildi. Resulullah (s.a.v.), o adama:
“Bunu al da birilerine sadaka olarak ver” buyurdu. Adam:
“Bizden daha fakir bir
kimseye mi vereceğim? Medine'nin karataşlı iki tarafı arasında buna bizden daha
muhtaç bir aile yoktur” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) güldü, hatta yan
dişleri göründü. Sonra o adama:
“Haydi git, bunu ailene yedir” buyurdu.
[189]
Açıklama:
Ramazân'da gündüz
hanımıyla cinsel ilişkide bulunup Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelen zatın kim
olduğu kesin olarak belli değildir, İbn Ebi Şeybe (Ö. 235/849) gibi bazı
hadisçilerin rivayetine dayanarak bu şahsın, Selmân veya Seleme b. Sahr
el-Beyâdî olduğunu söyleyenler varsa da, bu görüş pek tutulmamıştır. Çünkü İbn
Hacer'in belirttiği üzere; İbn Ebi Şeybe'nin rivayetinde adı geçen zatın,
Ramazân'da gündüzleyin hanımıyla cinsel ilişkide bulunduğu için değil, zıhar
yaptığı halde, geceleyin cinsel ilişkide bulunduğu için kefaret vermekle
emrolunduğu belirtilmektedir. Buna göre Seleme olayı ile üzerinde durduğumuz
hadiste anlatılan olay, ayrı ayrıdır. Yine aynı bu kanaati, İbn Abdilberr (ö.
463/1071)'de belirtmiştir.
Orucu bozup hem
kazanın ve hem de kefareti gerektiren durumların başında, Ramazân günü oruçlu
iken yapılan cinsel ilişki gelmektedir. Zaten Hz. Peygamber (s.a.v.), oruç
kefarefi hükmünü, o zaman vuku bulan böyle bir cinsel ilişki olayı üzerine
vermiştir. Oruç kefareti konusunda eldeki tek örnek ve delil, sadece budur.
Bu bakımdan bütün
fıkıh mezhepleri, Ramazân günü oruçlu İken bilerek ve isteyerek normal .cinse!
ilişkide bulunmanın, hem kaza ve hem de kefareti gerektireceği konusunda görüş
birliği etmişlerdir. Fakat bir şey yiyip içmenin kefareti gerektirip
gerektirmediği konusu ise mezhepler arasında tartışmalıdır. Hanefüer, bilerek
ve isteyerek bir gıda ve gıda özelliği taşıyan her türlü maddeyi almayı da bu
hükme kıyas ederek bu durumda da hem kaza ve hem de kefaret gerekeceğini
söylemişlerdir.
Ramazân'da oruç
bozmanın kefaretle cezalandırılmasının altında; Ramazân ayının saygınlığına
karşı işlenmiş bir suç bulunması yatar. Ramazân'da oruç bozmak, Ramazân ayına
ve Ramazân orucuna karşı yapılmış bir hürmetsizlik olduğu için böyle yapan
kimseler için kefaret öngörülmüştür.
“Mahvoldum” ifadesi;
helak olmama sebep olacak bir günah işledim manasındadır. Adam, yaptığı suçun
büyüklüğüne işaret için böyle bir ifade kullanmıştır.
Ayrıca bu ifadene;
açıkça söylenmesi çirkin sayılan konuların kinaye yoluyla anlatılmasının caiz
olduğu hususu ortaya çıkmaktadır. Yine günah işleyen kimsenin, pişmanlık
duyması ve günahını affettirme çarelerini araması gerektiği de buradan
anlaşılmaktadır.
Orucu bozmanın
kefareti, hadisin metninde belirtildiği üzere; köle azad etme, iki ay arka
arkaya oruç tutma ve altmış fakir doyurmaktır. Bunlar, sırayla ödenir. Yani
öncekine gücü yeten kişi, sonrakine geçemez. Herkes istediğiyle kefaretini
ödeyemez. Ebu Hanîfe, Şafiî ve Mâlikilerden İbn Habîb bu görüştedir.
Hanefilere göre;
Ramazân'da, kendi istekleriyle cinsel ilişkide bulunan kadına ve erkeğe kefaret
gerekir, Fakat kocasının zorlamasıyla cinsel ilişkide bulunan kadına kefaret
gerekmez.
Konu ile ilgili
rivayetlerde; gelen zatın Ramazân'da hanımıyla cinsel ilişkide bulunduğunu
söylediği bildirildiği halde, bu cinsel ilişkinin “Gündüz olduğu” kaydı yer
almamaktadır.
1036- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e bir adam gelip:
“Yandım” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Niçin?”
diye sordu. Adam:
“Ramazân'da
hanımımla cinsel ilişkide bulundum” dedi. Peygamber (s.a.v.):
“Sadaka ver, sadaka ver!” buyurdu. Adam:
“Ben de sadaka olarak
verecek hiçbir şey yoktur!” dedi.
“Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), ona oturmasını
emretti. Derken Resulullah (s.a.v.)'e içlerinde yiyecek bulunan iki zembil
geldi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), o adama, işlediği günaha kefaret
olarak bunları verip insanlara sadaka olarak dağıtmasını emretti.”
[190]
Açıklama:
Hz. Aişe'nin bu
rivayetine göre; Peygamber (s.a.v.), kendisine gelen şahsa orucunu bozma
kefareti olarak, köle azad etme ve peşpeşe iki ay oruç tutmayı hiç anmdan doğrudan
doğruya sadaka vermesini emretmiştir. Bazı alim ler bu rivayeti göz önüne
alarak, ramazan günlerindeki cinsel ilişkide bulunmadan dolayı gerekli olan
keffâretin sadece fakir doyurmak veya sadaka vermekle ödeneceğini
söylemişlerdir. Ancak bu rivayet, muhtasar olduğu için böyle bir görüşe
dayanak olması mümkün değildir. Rivayetin tamamı, İbn Huzeyme'nin “Sahih”inde
Buhârî'nin “Tarih”inde ve Beyhâkî'nin “Sünen”inde şu şekilde geçmektedir:
Rasûlullah (s.a.v.)
Medine'deki Fâri'nin gölgesindeyken kendisine Benî Beyâda Kabîlesi'nden bir
adam gelip:
“Yandım, Ramazan'da
aileme yaklaştım” dedi. Peygamber (s.a.v.):
“Bir köle azâd et” buyurdu. Adam:
“Onu bulamam” dedi.
Peygamber (s.a.v.) bu defa:
“Altmış fakir doyur” buyurdu...[191]
Beyhâkî:
“Bu rivayetteki
İlâveler, Ebû Hureyre'nin zabtının daha sahîh olduğuna delâlet eder” der.
Bilindiği gibi, Ebû Hureyre'nin rivayetinde, iki ay oruç da emredildiği halde,
Hz. Aişe'den gelen rivayette mevcut değildir.
Ebû Hureyre'nin
rivayeti ile Hz. Aişe'nin rivayetinde anlatılan olayla aynıdır. Beyhâkî'ninde
işaret ettiği gibi, Ebû Hureyre, Hz. Aişe'nin zabtedemediği bâzı şeyleri
zâbtetmiştir. Bu bakımdan, bu konuda delîl olacak olan hadîs, Ebû Hureyre'nin
rivayetidir.
[192]
1037-
Abdullah
İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Mekke'nin fethi yılında Ramazan'da Medine'den Mekke'ye doğru yola çıkmıştı.
Medine'ye yedi konak mesafedeki “Kedîd” denilen yere varıncaya kadar oruç
tuttu. Sonra oruç tutmayı bıraktı.
Resulullah (s.a.v.)'in
sahabesi de, onun hep uygulamalarından daima en yeni olanlara uyarlardı.”
[193]
1038-
Abdullah
İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Mekke'yi feth etmek için Ramazan ayında yolculuğa çıktı. Usfan'a varıncaya
kadar oruç tuttu. Sonra içerisinde su bulunan bir kap istedi. İnsanların,
kendisini görmesi için güpegündüz suyu içti. Bundan sonra Mekke'ye girinceye
kadar oruç tutmadı.
Abdullah İbn Abbâs
(r.anhümâ) der ki:
“Görüldüğü üzere
Resulullah (s.a.v.) Ramazan ayında hep oruç tuttu ve hem de oruç tutmadı.
Dolayısıyla Ramazan ayında yolculuğa çıkan kimse isterse oruç tutar ve dilerse
oruç tutmaz.”
[194]
1039-
Abdullah
İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ramazan ayında
yolculuğa çıkan kimselerden moruç tutanı da ve oruç tutmayanı da ayıplama.
Çünkü Resulullah (s.a.v.) Ramazan ayındaki yolculukta, hem oruç tutmuş ve hem
de oruç tutmamıştır.”
[195]
1040-
Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Mekke'nin fethi yılında Ramazan ayında Mekke'ye doğru yola çıkmıştı. Mekke ile
Medine arasındaki “Kurâu'l-Gamîm” denilen yere varıncaya kadar oruç tuttu.
Beraberindeki insanlar da oruç tuttu. Sonra bir kadeh su istedi. Kadehi
herkesin görebileceği bir şekilde kaldırıp sonra o suyu içti. Bundan sonra ona:
“İnsanların bir kısmı
halen oruç tutuyorlar” denildi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Onlar asi kimselerdir, onlar asi kimselerdir” buyurdu.”
Bir rivayette ise şu
ifade yer almaktadır: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Oruç, insanlara
meşakket vermektedir. Onlar, senin ne yapacağına bakmaktadırlar” denildi. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.), ikindiden sonra bir kadeh su istedi.[196]
1041- Câbir
b. Abdullah (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Ramazan ayında bir yolculukta bulunuyordu. Bir ara başına insanlar toplanmış
ve gölgelendir ilmekte, olan bir. adamı gördü. Orada bulunanlara:
“Bunun nesi var?” diye sordu. Onlar da:
“Bu, oruç tutan bir
kimsedir” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Yolculukta bu şekilde oruç tutmanız, iyilik değildir” buyurdu.
[197]
1042- Humeyd'den
rivayet edilmiştir:
“Enes (r.a)'a,
yolculuk sırasında Ramazan orucunu(n tutulup tutulmayacağı soruldu. Bunun
üzerine Enes b. Mâlik:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte Ramazan ayında yolculuğa çıktık. Oruç tutan oruç tutmayanı ve oruç
tutmayan kimse de oruç tutanı ayıplamadı” dedi.
[198]
Açıklama:
Alimler, yolculuk
esnasında oruç tutmanın mı, yoksa tutmamanın mı daha faziletli olduğu
konusunda ihtilaf etmişlerdir. Hattabî (ö. 388/998), bu görüşleri ve bu görüş
sahiplerini üç maddede toplamıştır:
1- Oruç
tutmamak, daha faziletlidir. İmam Ahmed, İshak b. Râhûye, Evzâî gibi alimler bu
görüştedir.
2-
Yolculukta
oruç tutmak, daha faziletlidir. Enes b. Mâlik, Said b. Cübeyr, İmam Mâlik İmam
Şafiî ile Hanefiler, bu görüştedir.
3- Mükellef,
hangisi kolayına gelirse öyle hareket eder. Bu görüş ise Mücahid, Ömer İbn
Abdulaziz ve Katade'den nakledilmiştir.
Memleketinde iken
Ramazân ayı girdiği halde bilahare yolculuğa çıktığında orucu bozduğuna' dair
Hz. Peygamber (s.a.v.)'den pek çok hadis nakledilmiştir.
“Sizden Ramazân ayına erişen o ayda oruç tutsun”
[199]
ayeti ise, kendisinde oruç tutmaya engel bir özür bulunmadığı halde Ramazân
ayına erişen kişilerle ilgilidir.
1043- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Peygamber (s.a.v.)'le
birlikte bir yolculukta idik. Bazımız oruçlu ve bazmız da oruçîu değildik.
Sıcak bir günde bîr yerde mola verdik. Çoğunlukla göİgelenenenlerimiz, elbisesi
olan kimselerdi. Bazımızda güneşten eliyle korunuyordu. Derken oruç tutan
kimseler, dermansız düştüler. Oruç tutmayanlar ise kalkıp çadırları kurdular ve
develeri su içirdiler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bugün oruç tutmayan kimseler, sevabı alıp götürdüler” buyurdu.
[200]
Açıklama:
Sahabilerin çoğunun,
elbiseleriyle ve bazılarının da elleriyle güneşten korunmaya çalışmaları,
çadırları olmadığını göstermektedir. Çünkü müslümanların o sırada sayıları azdı
ve yeterli miktarda malı güce sahip değillerdi.
“Bugün oruç tutmayan kimseler, sevabı alıp götürdüler”
sözünden maksat; oruç tutmayan
kimselerin, tutanlardan çok kazandıklarını anlatmaktadır. Yoksa oruç tutan
kimseler, hiç kazanmadı demek değildir. Maksat, oruç tutmayanların,
tutanlardan daha çok sevab kazandıklarını belirtmektir. Çünkü oruç tutanların
sevabı, sadece kendilerine aittir. Tutmayanlar ise çadır kurmak, hayvanîan
sulamak ve yemek hazırlamak gibi umuma ait olan işleri gördükleri için hem
gördükleri işin sevabına nail olmuş ve hem de oruç tutanlara hizmet ettikleri için
onlara verilen ecrin bir katı da kendilerinin olmuştur.
[201]
1044-
Kazea'dan rivayet edilmiştir:
“Ebu Saîd el-Hudrî'ye,
yolculukta oruç tutup tutmanın hükmü soruldu. O da şöyle dedi:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte oruçlu olduğumuz halde Mekke'ye doğru yolculuğa çıkmıştık. Bir yerde
mola verdik. Resuluüah (s.a.v.):
“Doğrusu sizler, düşmanınıza yaklaştınız. Artık oruç
tutmamak, sizi daha da kuvvetleştirir”
buyurdu.
Bu, bir ruhsat/geçici
izin idi. Bundan dolayı bazımız oruç tuttu, bazımız da oruç tutmadı.
Sonra başka bir yerde
mola verdik. Bu defa Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu sizler, yarın sabah düşmanınızla
karşılaşacaksınız. Oruç tutmamak, sizi daha da kuvvetleştirir. Dolayısıyla
oruç tutmayın” buyurdu.
Bu ise, azimet/kesin
bir emir idi. Derhal oruç tutmayı bıraktık.
Daha sonra Ebu Saîd el-Hudrî:
“Doğrusu bundan
sonraki yolculuklarda da Resulullah (s.a.v.)'le birlikte oruç tuttuğumuzu
bilmekteyim” dedi.
[202]
1045- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Hamza b. Amr
es-Eslemîf Resulullah (s.a.v.)'e, yolculukta oruç tutup tutmamanın hükmünü
sordu. Resulullah (s.a.v.):
“İstersen oruç tut, dilersen oruç tutma!” buyurdu.
[203]
Açıklama:
Bu hadiste, Hamza
el-Eslemî'nin, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yolculuk esnasındaki Ramazân orucunu
mu, yoksa nafile oruç tutmayı mı sorduğu konusunda bir açıklık yoktur. Fakat
başka bir hadiste Hamza'nın sorusunun Ramazân orucu ile ilgili olduğu
anlaşılmaktadır.
[204]
Yalnız sorunun; birisi Ramazân iie ilgili ve diğeri de nafile oruçla ile ilgili
olmak üzere İki defa sorulmuş olması da muhtemeldir.
1046-
Ebu'd-Derdâ' (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte Ramazan ayında pek sıcak bir günde yolculuğa çıkmıştık. Sıcağın şiddetinden
her birimiz, elini başına koyuyordu. İçimizde, Resulullah (s.a.v.) ile Abdullah
b. Revâha'dan başka oruç tutan hiç kimse yoktu.”
[205]
1047-
Ümmü'l-FadI
binti'l-Hâris (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bazı kimseler, Arefe
günü Ümmü'l-Fadl'ın yanında Resulullah (s.a.v.)'in oruçlu olup olmadığı hususunda
tartıştılar. Bazıları,
“Resulullah (s.a.v.)
oruçludur” dediler. Bazıları da,
“Oruçlu değildir”
dediler.
Ümmü'İ-Fadl) der ki:
“Bunun üzerine ben,
Resulullah (s.a.v.)'e bir kadeh süt süt gönderdim. O sırada Resulullah (s.a.v.),
devesinin üzerinde vakfe yapıyordu. Resullullah (s.a.v.) gönderdiğim sütü içti.”
[206]
1048-
Peygamber
(s.a.v.)'in hanımı Meymûne (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“İnsanlar Arefe günü
Resulullah (s.a.v.)'in oruçlu olup olmadığı hususunda kararsız kaldılar. Bunun
üzerine Meymûne, Resuİuliah (s.a.v.)'e bir kap süt gönderdi. O sırada Resulullah
(s.a.v.), vakfe yerinde vakfe yapmaktaydı. Resuİuliah (s.a.v.) gönderdiğim sütü,
insanların gözü önünde içti.”
[207]
(Peygamber (s.a.v.)'in
Arefe qünü Arafat'ta iken oruçlu olup olmadığı konusunda münakaşa etmişlerdir.
Bu, Hz. Peygamberin daha önceleri seferde olmadığı zamanlarda Arafe günleri
oruç tuttuğunu gösterir.
Hz. Peygamber'in
oruçlu olmadığını iddia edenler, Rasûlullah'm seferde olması dolayısıyla
oruçlu olmadığı kanaatine varmışlardı. Çünkü seferde olan kişinin nafiie bir
yana farz orucu bile tutmamasına ruhsat vardır.
Oruçlu olduğu
kanaatinde olanlar da onun seferde değilken arefe günleri oruçlu olduğunu
bildikleri için iddialarında ısrar ediyorlardı.
Birinci hadiste
Ümmü'1-Fadl ve ikinci hadiste ise Meymûne, bu münakaşa üzerine gerçeği anlamak
için Peygamber (s.a.v.)'e bir bardak süt göndermiş. Rasûlullah da bu sütü içmiştir.
Bu durumda Peygamber (s.a.)'in arafe günü Arafat'ta oruçlu olmadığını gösterir.
1049- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir;
“Kureyş, cahiliye döneminde Aşure günü oruç
tutarlardı. Resulullah (s.a.v.)'de Ramazan orucu farz kılınmazdan önce bu orucu
tutardı. Medine'ye hicret edince, bu orucu yine tuttu ve bu orucun tutulmasını
da sahabilere emretti. Ramazan ayında oruç farz kılınınca:
“Aşure orucunu, isteyen kimse tutsun ve dileyen de
tutmasın” buyurdu.
[208]
1050-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Cahiliye halkı Aşure
günü oruç tutarlardı. Resulullah (s.a.v.) ile Müslümanlar da, Ramazan orucu
farz kılınmazdan önce Aşure orucu tutarlardı. Ramazan orucu farz kılınınca,
Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu Aşure, Allah'ın günlerinden bir gündür. Artık
o gün, dileyen oruç tutar ve isteyen de oruç tutmaz” buyurdu.
[209]
Açıklama:
Aşure kelimesi, sözlükte;
“On” anlamına gelen “Aşır” kelimesinden alınmıştır. Bu konuda Çeşitli görüşler
ileri sürülmüştür.
Aşure orucu, Muharrem
ayının 9. ve 10. yada 10. ve 11. günü tutulan oruçtur. Aşure orucunun iki gün
tutulmasının sebebi; Yahudilerin, Muharrem ayının sadece 10. günü oruç
tutmalarıdır.
Araie günü tutulan
oruç İse, kurban bayramından bir gün önce tutulan oruçtur.
Arafe günü oruç
tutmamayı ifade eden hadisler, hacılar içindir. Çünkü hacılar, o gün, dua ve
hac amelleriyle uğraşmaktadır. Hacı olmayanlar için ise Arafe günü oruç tutmak,
müstehabtır.
Aşure günü orucu ile
Arafe günü tutulan orucun, geçmiş yıla kefaret olması; küçük günahlar içindir.
Arafe günü tutulan orucun, gelecek yıla da kefaret olması; kişinin, gelecek yıl
içerisinde Allah'tan korkarak günah işlemekten kaçınmasıdır. .
Kişinin, bugünlerde
tuttuğu oruç sebebiyle küçük günahlarının bağışlanabileceğin! ifade etmektedir.
Büyük günahların affı, tevbeye ve Allah'a bağlı bir durumdur.
1051- Kays
b. Seken'den rivayet edilmiştir:
“Eş'as b. Kays, Aşure
günü Abdullah İbn Mes'ud'un yanına girmişti. O sırada Abdullah İbn Mes'ud yemek
yiyordu. Eş'as b. Kays'a:
“Ey Ebu Muhammedi
Yaklaş da yemek ye” dedi. Eş'as:
“Ben oruçluyum” diye
cevap verdi. Abdullah İbn Mes'ud;
“Biz vaktiyle Ramazan
orucu farz kılınmazdan önce devamlı surette bu orucu tutardık. Sonra Ramazan
orucu farz kılındıktan sonra bu orucu tutmak bırakıldı” dedi.
[210]
Açıklama:
Cahiliye döneminde
Kureyşliler Aşure günü oruç tutarlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.)'de, o günde oruç
tutardı.
[211] Yalnız Hz. Peygamber (s.a.v.)'İn,
o günde oruç tutması; kendisine peygamberlik verilmezden önceki devrede
olabilir yada peygamberlikten sonra ve hicretten önceki devreyle de ilgili
olabilir. Medine'ye hicret edince, Aşure günü oruç tutmaya devam etti ve
sahabilere o günde oruç tutmalarını emretti.
Bu hadis; Ramazan
orucu farz kılınmazdan önce sahabilerin, aşure günü oruç tuttuklarını ve
Ramazan orucu farz kılınınca bu orucu tutup tutmada serbest bırakıldıklarını
ifade etmektedir.
1052- Humeyd
b. Abdurrahman'dan rivayet edilmiştir:
“Humeyd, Muâviye'nin
Medine'ye gelişlerinden birisinde Medine'de onu hutbe okurken işitmişti.
Muâviye, Aşure günü Medinelilere şöyle hutbe okudu:
“Ey Medineliler!
Alimleriniz nerede? Biliniz ki, ben, bu Aşure günü hakkında Resulullah (s.a.v.):
“Bugün, Aşure günüdür. Allah, bugünün orucunu size
farz kılmanııştir. Fakat ben oruçluyum. Dolayısıyla sizden her kim bugünde oruç
tutmak İsterse oruç tutsun, kim de oruç tutmak istemezse o da oruç tutmasın”buyururken işittim” dedi.
[212]
1053-
Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Medine'ye gelmişti. Yahudileri Aşure günü oruç tutarken buldu. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) onlara:
“Oruç tuttuğunuz bugün nedir?” diye sordu. Yahudiler:
“Bu, çok büyük bir
gündür. Bugünde Allah, Musa ile kavmini kurtardı ve Firavun ile kavmini ise
suda boğdu. Musa'da bir teşekkür ifadesi olarak (bugün de) oruç tuttu.
Dolayısıyla biz de bugünün anısına bu orucu tutuyoruz” dediler. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) onlara:
“Öyleyse biz Musa'ya sizden daha yakın ve daha evlayız” buyurdu. Bundan sonra Resulullah (s.a.v.), bu orucu
tuttu ve sahabilerine tutmalarını emretti.
[213]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
Yahudilere Aşure günü oruç tutmalarının sebebini sorması; bu oruca yabancı
olmasından dolayı değil, bu orucu tutmalarının sebebini öğrenmek içindi. Çünkü
daha önce de belirtildiği üzere, Resulullah (s.a.v.) Mekke'deyken hu orucu
tutmuştur.
1054- Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hayber halkı Aşure
günü oruç tutar, o günü bayram edinirler, o gün kadınlarına ziynetlerini ve
güzel elbiselerini giydirirlerdi. Peygamber (s.a.v.):
“Aşure günü siz de oruç tutun” buyurdu.
[214]
Açıklama:
Bu hadiste,
Yahudilerin aşure gününü bayram kabu! edip bugünde oruç tuttukları ve
hanımlanni süsledikleri belirtilmektedir.
1055-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Abbâs'a,
Aşure günü orucu ile ilgili soru soruldu. O da:
“Resulullah (s.a.v.)'in
bugünden başka diğer günler üzerine faziletini dileyerek oruç tuttuğu bir gün
ve bu aydan yani Ramazan'ın dışında faziletini dileyerek oruç tuttuğu bir ay
bilmiyorum” dedi.
[215]
1056-
Hakem İbnu'l-A'rac'tan
rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Abbâs
(r.a)'ın yanma vardım. Abdullah İbn Abbâs o sırada zemzemin yanında kaftanını
başının altına koyup uzanmıştı. Ona:
“Bana, Aşura orucu ile
ilgili haber ver” dedim. Abdullah İbn Abbâs:
“Muharrem ayının
hilalini gördüğün zaman günleri sayfmaya başla. Dokuzuncu günü oruçlu olarak
sabahla” dedi. Ben:
“Resulullah (s.a.v.)'in
Aşura orucunu böyle mi tutardı?” diye sordum. O da:
“Evet” diye cevap
verdi.
[216]
Açıklama:
Burada Aşure'nin,
Muharremin dokuzuncu günü olduğu meselesi, Abdullah İbn Abbâs'in kendi
yorumudur. Seleften ve haleften bir çok alim, Aşure gününün, Muharrem'in onuncu
günü olduğunu belirtmişlerdir.
[217]
Aynî'ye göre Abdullah İbn
Abbâs'ın bu sözünden maksat; 9. ve 10. gün oruç tutmaktır. Abdullah İbn
Abbâs'ın “Evet” demekle de bir sonraki hadiste de görüleceği üzere “Gelecek
seneye inşallah Muharrem ayının dokuzuncu günü oruç tutarız” sözüne işaret
etmiştir. Kadı İyâz'da bu görüştedir.
1057-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Aşura günü oruç tuttuğu ve sahabilerine de tutmalarını emzaman, sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Şüphesiz ki bugün, Yahudiler ile Hıristiyanların tazim ettikleri bir gündür”
dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Gelecek seneye inşallah Muharrem ayının dokuzuncu
günü oruç tutarız” buyurdu. Abdullah
İbn Abbâs:
“Gelecek sene gelmeden
Resulullah (s.a.v.) vefat etti” buyurdu.
[218]
Açıklama:
Hadisten, Aşure
gününü, hem Yahudilerin ve hem de Hıristiyanların kutsal bir gün kabul
ettikleri anlaşılıyor. Yahudilerin kutsal saymalarının sebebi; Musa'nın ve
İsrail oğullarının adı geçen günde Firavn'ın ordusundan kurtulmuş olmalarıdır.
Aşure gününe
Hıristiyanların saygı göstermelerinin sebebinin, ne olduğuna dair açık ve kesin
bir bilgi mevcut değildir. Ancak bazı âlimler, Hz. Musa'nın şeriatının bazı
hükümlerinin. Hz. İsa'nın şeriatında da devam ettiğini göz önüne alarak Hz.
İsa'nın da adı geçen günde oruç tutmuş olabileceği ihtimalinden bahsederler.
Alimlerin büyük
çoğunluğu Aşure gününün, Muharrem'in 10. günü olduğunu söylerler. Buna göre
Peygamber (s.a.v.)'in ertesi yıl dokuzunda oruç tutmayı istemesinden maksadı,
Yahudilere benzememek için bir gün öncesiyle birlikte oruç tutmak istemesidir.
Çünkü Hz. Peygamber hicretin ilk zamanlarındaki davranışlarında ehl-i kitaba
muvafakati istemekte idiyse de, sonraları onlara'muhalefeti tercih etmiştir.
1058- Seleme
İbnu'1-Ekva' (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Aşura günü Eşlem kabilesinden bir adamı gönderip ona insanlar arasında şunu ilan
etmesini emretti:
“Bugün kim oruçlu değilse oruç tutsun, yemek yemiş
olan da orucunu geceye kadar tamamlasın.”
[219]
1059-
Rubeyyi bint. Muavviz b. Afra (r.anhâ)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)
Aşura sabahı Medine'nin etrafındaki Ensar köylerine:
“Bugün kim oruçlu olarak sabahladıysa orucunu
tamamlasın. Kim de oruçsuz olarak sabahladıysa o günün geri kalanını tamamlasın” şeklinde haber gönderdi.
Bundan sonra biz bu
orucu tutmaya ve küçük çocuklarımıza da Allah'ın izniyle tutturmaya başladık.
Mescide gidip onlara yünden yapılma oyuncaklar verirdik. Onlardan biri yiyecek
için ağladığında iftar anma kadar bu oyuncağı ona veri(p böylece onu bu şekilde
eğlendirildik.”
[220]
Açıklama:
Bu hadisler, Aşure
orucunun, Ramazan orucundan önce farz olduğunu göstermektedir.
Hanefilere göre
Ramazan orucu, belirli bir adak orucu ile nafile oruç için geceden kuşluk
vaktine kadar niyetlenmek caizdir. Ramazanın kazası, kefaret ile mutlak adak
orucu için ise geceden niyet etmek şarttır. Gündüzün niyet etmek, ancak daha
önceden bir şey yememek şartıyla caizdir.
Cumhuru ulemaya göre
ise gündüzün hiçbir oruca niyet etmek caiz değildir.
Oruç tutmadığı halde
günün geri kalan kısmının yemek yemeden geçirmek, o güne bir çeşit hürmek
göstermek için yada o sırada Aşure orucunun farz olduğundan dolayıdır.
Bu hadis, yiyip
içmeden sabahlayan bir kimsenin, o gün bir şey yiyi içmemek şartıyla niyet
etsin yada etmesin oruçlu sayılacağını göstermektedir. Çünkü Resulullah (s.a.v.),
bir şey yemeden sabahlayan kimselerin oruçlannı tamamlamalarını emretmiştir.
Bir şeyin tamamlanması, önceden onun bir kısmının mevcut olmasını gerektirir.
1060- İbn
Ezher'in azadhsı Ebu Ubeyd'den rivayet edilmiştir:
“Ben, Ömer İbnu'l-Hattâb'Ia
birlikte (Kurban) bayramında bulundum. Ömer, gelip bayram namazını kıldırdı.
Sonra namazı bitirip cemaata hutbe verip:
“Doğrusu Resulullah (s.a.v.)
sizlere şu iki bayram gününüzde oruç tutmayı yasaklamıştır. Biri, oruç tutmaya
ara verdiğiniz gün ve diğeri de, kurban etlerini yediğiniz gündür” dedi.
[221]
1061- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
"Resulullah (s.a.v.)
şu iki günde oruç tutmayı yasaklamıştır: Ramazan bayramı günü ile Kurban
bayramı günü.[222]
1062-
Ziyâd
b. Cübeyr'den rivayst edilmiştir:
“Bir adam, Abdullah İbn
Ömer'e gelip ona:
“Ben, bir gün oruç
tutmaya adak adadım. O da, Kurban yada Ramazan bayramına rastladı. Bu durumda
ne yapmalıyım?” diye sordu. Abdullah İbn Ömer:
“Yüce Allah, adağın
yerine getirilmesini emretmiştir. Resulullah (s.a.v.) ise bu bayram günlerinde
oruç tutmayı yasaklamıştır” diye cevap verdi.
[223]
Açıklama:
Buradaki bayram günlerinden
maksat; Ramazân ve Kurban bayramlarının birinci günleridir. Kurban bayramının
diğer günlerinde oruç tutmanın yasak olduğuna delil; teşrik günlerinin, müslümanların
bayram günleri olduğu, bu günlerin yeme ve içme günleri olduğu İle ilgili
hadislerdir. Buna göre Ramazân bayramında bir gün, Kurban bayramında ise dört
gün oruç tutmanın caiz olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Orucun, Ramazân
bayramında yasaklarrılması; o günün, oruca son verme günü ve Müslümanların
bayram günü oluşu sebebine dayanır. Dolayısıyla Ramazân bayramı günü oruç
tutulursa, farz olan oruç, nafile oruçla karışacak ve bunları biribirinden
ayırmak zor olacaktır.
1063-
Nübeyşe el-Huzelî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır.
[224]
“Teşrik günleri, Zilhicce ayının 11, 12, 13.
günleridir. Bugünlerde kurban etleri güneşe karşı serilerek kurutulduğu için
bunlara teşrik günleri denilmiştir. Çünkü teşrik, güneşe karşı sermek anlamına
gelir. Teşrik günlerinde, Arefe günü sabah namazından başlayıp bayramın 3. günü
ikindi namazına kadar tekbirler getirilir.
Bugünlerde hacılar, hem duayla ve hem de hac
menasikleriyle uğraşmaktadırlar. Diğer insanlar ise, kurban bayramı nedeniyle
kurbanlarını kesmekteler. Böyle günlerde bayram yapma yerine oruç tutmak
suretiyle kendini bayramdan alıkoymak doğru değildir. Çünkü bugünler, yeme ve
içme günleridir.”
1064-
Muhammed b. Abbâd b. Ca'fer'den rivayet edilmiştir: “Câbir b. Abdullah, Kabe'yi
tavaf ederken ona:
“Resulullah (s.a.v.),
Cuma günü oruç tutmayı yasakladı mı?” diye sordum. Oda:
“Evet, şu evin/Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki
yasakladı”
dedi.
[225]
1065- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birisi Cuma günü oruç tutmasın. Ancak ondan
önce yada sonra oruç tutarsa başka.”
[226]
Açıklama:
Hadisler, haftanın
sadece Cuma günü oruç tutmanın yasak olduğuna ve fakat Perşembe ile yada
Cumartesi ile beraber oruç tutmanın yasak olmadığına işaret etmektedirler.
1066-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Geceler arasından Cuma gecesini nafile oruç için
tahsis etmeyin. Ancak bu, sizden birisinin tutmakta olduğu oruca rastlarsa o başka.”
[227]
Açıklama:
Bu hadis ise ayın
belirli günlerinde oruç tutmayı adet edinen bir kimsenin, adeti Cuma gününe
denk gelirse o gün orç tutmasının caiz olduğunu belirtmektedir.
1067- Seleme
İbnu’l-Ekva (r.a.)’tan rivayet edilmiştir:
Yüce Allah'ın;
“Oruç tutmaya güç yetiremeyen/dayanamayan kimseler lr
'»kiri doyuracak bir fidye vermeleri gerekir”
[230] ayeti inince, dileyen
kimse oruç tutmayıp fidye verirdi. Nihayet ondan sonraki[231] ayeti inip bunun
hükmünü yürürlükten kaldırdı”
Bir rivayette ise şu
ifade yer almaktadır:
“Resulullah (s.a.v.)
döneminde Ramazan ayında bizden dileyen oruç tutar, dileyen de oruç tutmayıp
bunun yerine bir fakiri doyuracak fidye verirdi. Nihayet yüce Allah'ın;
“Sizden herkim bu aya erişirse o ayda oruç tutsun”
[232]
ayeti inip bu uygulamayı yürürlükten kaldırdı.
[233]
Açıklama:
Hadiste geçen Bakara
Sûresinin 184. âyetine müfessirler iki farklı mânâ vermişlerdir Bunlardan bir
kısmı fiilin başına bir “La” harfi takdir ederek “Oruca dayanamayanlar...”
şeklinde anlamışlar,
bazıları ise tam aksini yani oruca gücü yetenler şeklinde izah etmişlerdir.
Seleme İbnu'1-Ekva
(r.a)'nın bildirdiğine göre sözkonusu âyet-i kerime inince; genç ihtiyar,
hasta sıhhatli gibi bir ayırım olmadan müslümanlardan istiyenler oruçlarını
tutuyor, isteyenler de oruç tutmayıp her gün için bir fakire bir fidye yani
bir fitre Hanefilere göre, buğdaydan yarım sa1, arpa, kuru üzüm ve hurmadan miktarı
veriyordu. Bu hal bir sonraki âyet-i kerime
[234] ininceye
kadar devam etti. Bu âyetin içerisindeki “Sizden
herkim bu aya erişirse o ayda oruç tutsun” ayeti, önceki âyetin hükmünü
yürürlükten kaldırmıştır.
Müslümanlann ilk
günlerde oruç tutmak ya da fidye vermek arasında muhayyer tutulmalarındaki
hikmet, onların henüz İslam’a tam olarak ısınmış olmamaları ve uzun müddet
oruçlu kalmaya alışmamış olmalarıdır.
1068- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bazen üzerimde Ramazan ayından kalma oruç borcu
olurdu da, onu, Resulullah (s.a.v.)'le meşgul olmam veya Resulullah
(s.a.v.)'den dolayı ancak ta Şaban ayında kaza etmeye güç yetirebilirdim.”
[235]
Açıklama:
Kazanın zamanı
geniştir. Şaban ayına kadar ne zaman istenilirse oruç o zaman kaza edilir.
Şaban ayı girdiğinde kazaya kalan orucu o ayda tutmak gerekir.
Bu hadiste; Hz. Aişe,
özrü dolayısıyla Ramazân'da tutamadığı oruçlarını ancak ertesi Ramazân'dan
önceki Şaban ayında kaza ettiği belirtilmektedir. Buna sebep ise; Hz. Aişe'nin.
H.z. Peygamber (s.a.v.)'in ihtiyaçlarıyla meşgul olması, bütün benliğini onu
memnun etmeye adamasıdır. Ertesi yıl Şaban ayı geldiğinde, bu ayda, hem Hz. Peygamber
(s.a.v.) çoğunlukla oruç tutuyor ve hem de hanımları kaza oruçlarını tutmuş
oluyorlardı. Ayrıca Ramazân'a az bir zaman kaldığı için geçen yıldan kalan
orucunu mecburen kaza ediyordu.
Bu hadis, Ramazân'da
hastalık, hayız, sefer gibi meşru bir mazeret dolayısıyla tutulamayan orucun
kazasının Şaban'a kadar geciktirmenin caiz olduğuna açıkça delalet etmektedir.
Herhangi bir meşru özür olmadığı halde orucun kazasını geciktirmenin hükmü ise,
alimler arasında ihtilaflıdır.
Hanefilere göre;
özürlü yada özürsüz, Ramazân'da tutulamayan oruç, ölünceye kadar kaza
edilebilir. Bu, herhangi bir zamanla kayıtlı değildir. Yalnız kişinin, orucu,
kaza etme azminde olması gerekir.
Ramazan ayında kazaya
kalan oruçların tutulması için kaç ay beklendiğini daha açık görmek ve
kıyaslayabilmek için Hicrî ayların isimleri sırasıyla şöyledir:
1- Muharrem.
2- Safer.
3-
Rebîü'l-Evvel.
4-
Rebî'1-Âhir.
5-
Cumâde'1-Ûlâ.
6-
Cumâde'l-Uhrâ.
7-
Receb.
8-
Şaban.
9-
Ramazan.
10- Şevval.
11-
Zi'1-ka'de.
12-
Zi'1-hicce.
1069- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse onun
yerine o orucu velisi tutar.”
[236]
1070-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'dan rivayet edilmiştir: “Bir kadın, Resulullah
(s.a.v.)'e gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Annem, üzerinde nezir orucu olduğu halde öldü. Onun yerine bu orucu ben
tutabilir miyim?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Eğer annenin başka bir borcu olsa, bu borcu,
ödeseydin, bu borç onun adına geçer miydi?” buyurdu. Kadın:
“Evet!” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse annenin yerine orucu tut” buyurdu.
[237]
Açıklama:
Hadisin zahiri, ölünün
borçlarının ödenmesini gerekli olduğuna delildir. Ancak borcun çeşidi ve
cinsine göre alimler arasında farklı görüşler vardır.
Eğer borç, kullara ait
malî bir borç ise ölünün terekesinden bu borç verilir. Bu konuda herhangi bir
ihtilaf sözkonusu değildir.
Borç, adaktan dolayı
ise, bu adak, ya malîdir yada bedenîdir. Adak da, ya Öldüğü zamanki hastalığı
esnasında olmuştur yada önce olmuştur.
1- a- Eğer adak, malî ise ve ölümü
anındaki hastalığından önce olmuş ise, Şâfiîlere göre; ölen vasiyet etmemiş
olsa bile bıraktığı terekeden ödenir. Miktarın, az yada çok olmasına bakılmaz.
Hanefi ile Mâlikilere göre ise; ölen, adak borcunun ödenmesini vasiyet etmişse,
o takdirde varisler bunu ödemek zorundadırlar. Aksi halde böyie bir
mecburiyetleri yoktur. Bunda vasiyet şart olduğuna göre, terekenin üçte birini
geçerse varisler fazlasını ödemek zorunda değildirler. Bu görüşte olanlar, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in, Sa'd'e:
“Onun yerine sen öde”
[238]
buyurmasındaki emri, mendubluk şeklinde anlamışlardır.
b-
Adak,
ölenin ölüm hastalığında olmuş ise; Şafii’lere göre bu adak malın üçte birinden
olmalıdır. Ölen, malî olan adağın ödenebileceği kadar mal bırakbırakmamışsa,
varislerin bunu ödeme zorunlulukları yoktur. Ancak ödemeleri müstehabtır. Bu
konuda dört mezheb ittifak halindedir.
2- Adak,
bedenî ibadetlerle ilgili ise; genelde prensip olarak bu adak, başkası tarafından
eda edilemez. Çünkü bedenî ibadetlerde niyabet caiz değildir. Hz. Peygamber
(s.a.v.), Nesâî'nin rivayet ettiği bir hadiste:
“Bir kimse, bir başka
kimsenin yerine namaz kılmasın ve yine bir kimse başka bir kimsenin yerine oruç
tutmasın”, Abdullah İbn Ömer'den bir hadiste ise “Bir kimse, üzerinde Ramazân
orucu borcu olduğu halde ölürse, onun için her günün yerine bir fakir
doyursun”
[239] Aişe'den gelen hadiste
ise;
“Ölülerinizin yerine oruç tutmayın. Onların adına
yemek yedirin (sadaka verin)”
buyurmuştur. Ayrıca bu görüşte olanlar; Buhârî'de dahil konu ile İlgili
hadislerin muzdarib olduğunu, muzdaribliğin ise bir vehmin eseri olduğunu,
vehmin ise hadisi zayıflatan amillerden olduğunu belirtmişlerdir.
İmam Mâlik, İmam Ebu
Hanîfe ile İmam Şafiî'nin bir görüşü bu doğrultudadır. Bunlara göre; orucun
yerine fakir doyurulur Ahmed b. Hanbel'e ve İmam Şafiî'nin diğer bir görüşüne
göre, oruçta niyabet caizdir. Haçta ise ittifakla niyabet caizdir, Bir kimse,
bir başkasını yerine haccedebilir.
1071- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi oruçlu iken bir yemeğe davet olunduğu
zaman “Ben oruçluyum” desin.”
[240]
Açıklama:
Hadis, nafile oruçlu
olan kişinin bir yemeğe çağrıldığında, dâvetçiden özür dilemek için oruçlu
olduğunu söylemesinde mahzur olmadığını ifade etmektedir.
Nafile orucu gizlemek
müstehab ise de, davete gitmemesi veya gittiği halde yemek yememesi davet
sahibini üzeceği için oruçlu olduğunu açıklar. Eğer dâvetçi ona müsamaha
etmezse gitmesi gerekir. Çünkü oruç davete gitmemek için mazeret değildir.
Üstelik davete Bittiği halde illâ yemek yemesi şart değildir. Ama-yemek
yememesi ziyafet sahibini üzerse, orucunu bozar ve yemekten yer. Fakat bu şart
değildir.
1072- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi bir gün oruçlu olarak sabahladığında
kötü söz söylemez ve cahilce davranmaz. Eğer bir kîmse onunla dövüşürse yada
sataşırsa, o: “Ben oruçluyum” desin.”
[241]
Açıklama:
“Kötü söz söylemez ve cahilce davranmaz” ifadesinden maksat; oruçlu kimsenin; yalan, iftira,
gıybet, söz taşıma gibi davranışlarda bulunmamalı ve bu davranışlara sebep olan
Şeylerden uzak durmasıdır. Yalnız içlerinde dört mezhebin de bulunduğu cumhura
göre; bunlar, orucu bozmaz. Fakat bu tür davranışlar, orucun sevabının
eksilmesine sebep olur.
Oruçlunun, kendisine
sataşan kimseye karşı “Ben oruçluyum”
demesi, kötülüklerden sakındırmayi te'kid içindir. Bazı alimler, riyayı göz
önünde bulundurarak bu sözün; oruçlunun, kendi kendisine karşı söyleceğini
ileri sürmüşierse de, Nevevî (ö. 676/1277) gibi bazı alimler de, karşıda
bulunan kimseye söyleneceğini belirtmişlerdir. Çünkü sataşmada bulunan kimse;
sataşması sebebiyle, oruçlu kimsenin orucunun sevabını eksiltecek davranışlara
sebep olacağından dolayı gireceği günahı hatırlatma ve onu, bu davranışından
men etmedir.
İbnü'l-Arabî (ö.
543/1148)'nin de içinde bulunduğu bir grup alim; riyanın sadece nafile oruçlar
için söz konusu olduğunu göz önüne alarak; “Ramazân'da ise oruçlu kimse bu sözü
karşısındakine açıktan, nafile oruç ise oruçlu kimse bu sözü kendi kendisine
söyler” demişlerdir.
1073- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Oruç, bir kalkandır.”
[242]
Oruç, oruçlu kimseyi
kötülüklerden korur. Oruçlunun, kötü söz söylememesini ve günah işlememesini
sağlayarak onun cehennem ateşine girmesine engel olur. Üstelik oruçlu bir
kimseye birisi gelip sataşır veya ona küfrederse, o kimsenin saldırmasına
karşılık sabredip: “Ben oruçluyum” demelidir.
1074- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v..) şöyle
buyurmaktadır:
“Adem oğlunun işlediği her iyi amel, on mislinden yedi
yüz misline kadar katlanır.
Şanı yüce olan Allah:
“Oruç, müstesna! Çünkü oruç, benim için tutulur. Onun
mükafatını ancak Ben veririm. Zira oruçlu kimse, benim için; yemesini ve
cinsel arzusunu bırakır” buyurdu.
Oruçlu kimse için iki sevinç vardır: Biri; iftar
anındaki sevinci, diğeri ise; Rabbine kavuştuğu andaki sevincidir.
Emin olun ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında
misk kokusundan daha güzeldir.”
[243]
1075- Sehl
b. Sa'd (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cennette “Reyyân” denilen bir kapı vardır ki, bu
kapıdan kıyamet günü oruç tutan kimseler girer, onlardan başka hiç kimse
giremez. O gün: “Oruç tutan kimseler nerede?” denilir. Onlar ayağa kalkıp bu
kapıdan cennete girerler. Onların en son kişisi cennete girdiğinde kapı
kilitlenir. Bundan sonra hiç kimse o kapıdan cennete giremez.”
[244]
1076- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Kim Allah yolunda bir gün oruç tutarsa Allah o
kimsenin yüzünü yetmiş yıl cehennemden uzak tutar” buyururken işittim.
[245]
1077-
Mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah
(s.a.v.), bana:
“Ey Âişe! Yanınızda yiyecek bir şey var mı?” diye
sordu. Ben de:
“Ey Allah'ın resulü! Yanımızda hiçbir şey yok” dedim.
Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse ben, oruçluyum” buyurup dışarı çıktı. Derken
bize bir hediye getirildi yada bize ziyaretçi kimseler yanlarında bazı
yiyeceklerle geldi. Resulullah (s.a.v.) dönüp geldiği zaman:
“Ey Allah'ın resulü! Bize bir hediye getirildi yada
bize ziyaretçi kimseler (yanlarında bazı yiyeceklerle) geldi. Sana onların
getirdiklerinden bir parça sakladım” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Neymiş o?” diye sordu. Ben de:
“Çekirdeği çıkarılmış hurma, saf yağ ve keş gereği
biribirine karıştırılmak ve bazen de sevik katılmak suretiyle yapılan Hays yemeği” dedim. Resulullah
(s.a.v.):
“Öyleyse onu getir” buyurdu. Bunun üzerine bu yemeği
ona getirdim. O da bu yemeği yedi. Sonra da:
“Ben oruçlu olarak sabahlamıştım” buyurdu.”
[246]
1078- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim oruçlu
iken unutarak yeyip içerse orucunu
tamamlasın. Çünkü ona ancak Allah
yedirip içirmiştir.”
[247]
1079- Ebu
Seleme'den rivayet edilmiştir: “Aişe'ye, Resulullah (s.a.v.)'in orucunu sordum.
Aişe'de:
“Resulullah (s.a.v.), bazen o kadar çok oruç tutardı
ki, biz; Artık hep oruç tutacak” derdik. Bazen de orucu o kadar bırakırdı ki,
biz: Artık hiç oruç tutmayacak” derdik. Ben, onun, hiçbir ayda Şaban
ayındakînden daha çok oruç tuttuğunu görmedim. Bazen Şaban ayının tamamında
oruç tutardı. Bazen de Çok az bir kısmı hariç Şaban'ı oruçla geçirirdi” dedi.
[248]
Açıklama:
Hadisten anlaşıldığına
göre; Hz. Peygamber (s.a.v.), nafile oruç tutmaya başladığı zaman epey devam
eder ve sahabilerden bazıları:
“Galiba Resulullah
(s.a.v.) hiç ara vermeden devamlı oruç tutacak” derlermiş. Hz. Peygamber
(s.a.v.), bir de orucu bıraktı mı, uzun müddet tutmaz ve sahabiler, onun, bir
daha oruç tutmayacağını zannederlermİş. Yani Hz. Peygamber (s.a.v.)'in oruçlu
günleri de, oruç tutmadığı günleri de uzun zaman devam edermiş.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in en çok nafile oruç tuttuğu ay, Şaban ayıdır. Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in Şaban ayında her zamankinden daha çok oruç tutmasındaki hikmet;
amellerin bu ayda Allah'a arz edilmesi ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in amellerinin
oruçlu iken arz edilmesini istemesidir.
Yine şu olasılıkları
göz önünde bulunduranlar da vardır:
1- Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in Şaban ayında çok oruç tutması, Ramazân'ı tazim içindir.
2-
Resulullah (s.a.v.), her ay üç gün oruç tutardı. Bir özrü sebebiyle daha önceki
aylarda tutamadığı günleri Şaban ayında kaza ederdi.
3- Şaban
ayında insanlar gafil olduğu için, Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara örnek olmak
isterdi.
4- Yıl
içerisinde öleceklerin İsimleri Şaban ayında yazılır. Nitekim Peygamber
(s.a.v.), Aişe'ye;
“Ey Aişe! Bu ayda ölüm meleğinin ruhlarını alacağı
kimselerin isimleri yazılır. Ben, İsmimin, oruçlu iken kaydedilmesini isterim” buyurmuştur.
5- Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in hanımları, geçen Ramazân'da tutamadıkları oruçları Şaban
ayında kaza ederlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'de, bunun için, bu ayda çok oruç
tutardı.
1080- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), senenin hiçbir ayında Şaban
ayındakinden daha fazla oruç tutmaz ve:
“Amellerden gücünüzün yetebileceğini yapın. Çünkü siz
usanmadıkça Allah usanmaz” buyurur ve:
“Allah katında en sevimli amel, sahibinin az da olsa
devamlı işlediği ameldir” buyururdu.”
[249]
Açıklama:
Hz. Peygamber
(s.a.v.), ümmetini, daima hayrlı işlere teşvik buyurmuş, onlara ancak
güçlerinin yeteceği ibadetleri tavsiye etmiş, bıkkınlık verecek şekilde
fazlasına gitmekten sakınmalarını emir buyurmuştur.
1081-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Ramazan ayından başka hiçbir zaman bütün bir ay oruç tutmazdı. Bazen oruç
tuttuğu zaman öyle tutardı ki, insan:
“Hayır, vallahi, artık
orucu bırakmaz” derdi. Bazen de oruç tutmadığı zaman, insan;
“Hayır, vallahi, artık
oruç tutmaz” diyecek kadar orucu terk ederdi”
Bir rivayette ise şu
ifade yer almaktadır;
“Resulullah (s.a.v.),
Medine'ye geldi geleli peşpeşe bir ay oruç tutmadı.”
[250]
Açıklama:
Bu hadiste;
“Resulullah (s.a.v.), Medine'ye geldi geleli peşpeşe bir ay oruç tutmadı”
denilirken, 1171 nolu hadiste “Şaban ayının tamamında oruç tuttuğu” belirtilmektedir.
Bazıları da, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in, bazen Şaban'ın başında, bazen ortasında ve bazen de
sonunda oruç tuttuğunu belirtmektedirler.
Bazılarına göre ise
birinci hadis, ikinci hadisi açıklayıcı durumdadır.
Bazı alimler, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in, bir yıl Şaban ayının tamamını oruçlu geçirdiğini, bir
yıl da Şaban ayının bazı günlerinde oruç tuttuğunu söylemektedirler.
Kısacası, bu iki hadis
arasında herhangi bir tezat söz konusu değildir.
1082-
Abdullah İbn Amr İbnu'1-Âs (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.),
benim:
“Yaşadığım müddetçe
mutlaka geceleyin namaz kılacağım ve gündüzleyin de mutlaka oruç tutacağım”
dediğim haber verilmiş. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) beni çağırtıp bana:
“Bunu, sen mi söylüyorsun?” diye sordu. Ben de, ona:
“Evet, ey Allah'ın
resulü! Bunu, ben söyledim” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Fakat senin buna gücün yetmez. Sen bazen oruç tut,
bazen tutma, bazen uyu ve bazen de kalk geceleyin namaz kıl. Her aydan üç gün
oruç tut. Çünkü yapılan bir hayrh amele karşılık olarak on katıyla sevab
verilir. Bu şekilde tuttuğun üç gün oruç, bir yıl boyunca tutulan oruç gibidir” buyurdu. Ben:
“Ben, bundan daha
fazlasına güç yetirebilirim” dedim, Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse bir gün oruç tut, bir gün tutma. Bu, Davud
(a.s)'in orucudur. Bu, en dengeli bir oruç tutma şeklidir” buyurdu. Ben:
“Ben, bundan daha
fazlasına güç yetirebilirim” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Artık bundan daha faziletlisi olmaz” buyurdu.
Abdullah İbn Amr
İbnu'1-Âs (r.a):
“Resulullah
(s.a.v.)'in “Her ay üç gün oruç tutma”
teklifini kabul etseydim, bu, bana, ailem ve malımdan daha sevimli olurdu”
dedi.
[251]
Her ay tutulan üç gün
oruç, ömür boyu tutulan oruca denk tutulması; fazilet ve sevap itibarı iledir.
Yoksa buradaki benzerlikten, hakikatte, eşitlik lazım gelmez. Çünkü her ay bir
gün oruç tutan kimse ile on gün oruç tutan kimsenin birbirinden farkı
ortadadır. Zira biri on kat sevaba layık bir hasene. diğeri ise onar kat sevabı
kazanan on hasene ifadetmiştir.
1083-
Abdullah
İbn Amr İbnu'1-Âs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, bütün sen oruç tutuyor
ve her gece Kur'an okuyordum. Ya Peygamber (s.a.v.)'e, benim bu şekilde
yaptıklarım anlatılmıştı yada o, bana haber göndermişti. Bunun üzerine ben de
onun yanma gittim. Bana:
“Ben, senin bütün sene oruç tuttuğun ve her gece
Kur'an okuduğun bana bildirilmedi mi sanıyorsun?” buyurdu. Ben:
“Evet öyle, ey
Allah'ın Peygamberi! Mutlaka yaptıklarımdan haber almıssmdır. Fakat ben bununla
ancak hayr istemekteyim” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu her aydan üç gün oruç tutman sana yeterlidir” buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın
Peygamberi! Ben, bundan daha fazlasına güç yetirebilirim” dedim. Resulullah
(s.a.v.):
“Hanımının senin üzerinde hakkı var, misafirlerinin
senin üzerinde hakkı var, vücudunun senin üzerinde hakkı var. Dolayısıyla sen,
Allah'ın peygamberi olan Davud (a.s)'ın (tuttuğu oruç gibi) oruç tut. Çünkü o,
insanların en fazla ibadet edeni idi”
buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın
Peygamberi! Davud orucu nasıldır?” diye sordum. Resulullah (s.a.v.):
“Davud (a.s), bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı.
Kur'an'ı da, her ayda hatim et”
buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın
Peygamberi! Ben, bundan daha fazlasına güç yetirebilirim” dedim. Resulullah
(s.a.v.):
“O halde Kur'an'ı, her yirmi günde bir defa hatim et” buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın
Peygamberi! Ben, bundan daha fazlasına güç yetirebilirim” dedim. Resulullah
(s.a.v.):
“Öyleyse onu her on günde bir defa hatim et” buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın
Peygamberi! Ben, bundan daha fazlasına güç yetirebilirim dedim. Resulullah
(s.a.v.):
“O halde onu, her hafta hatim et. Fakat bundan
ilerisine gitme. Çünkü hanımının senin üzerinde hakkı var, misafirlerinin senin
üzerinde hakkı var ve vücudunun da senin üzerinde hakkı var” buyurdu.
“Ben, bu ibadet hususunda aşın istek gösterdim,
dolayısıyla da bana aşırı şiddet gösterildi. Peygamber (s.a.v.), bana: Sen
bilmezsin, belki ömrün uzun olur”
buyurdu.
Sonuç itibariyle;
Peygamber (s.a.v.)'in söylediğime geldim. İhtiyarladığımda:
“Keşke Allah'ın
Peygamberi (s.a.v.)'in belirttiği ruhsatı kabul etseydim” diye hep hayıflandım”
dedi.
[252]
Açıklama:
Hadisin muhtelif
varyantlarından anlaşıldığına göre; Abdullah b. Amr'ın, gündüzleri oruç
tuttuğu, geceleri de namaz kılmak ve Kur'an'ı hatmetmek suretiyle ihya
edeceğine yemin etmişti. Bunu haber alan Hz. Peygamber (s.a.v.), Abdullah'a;
bunu yapmamasını, çünkü gerek nefsinin, gerek gözlerinin ve gerekse ailesini ve
gerekse de misafirlerinin kendisi üzerinde haklan olduğunu ve ömrünün
sonlarına doğru bu vazifeleri yapamayacağını anlatmıştı. Abdullah ise, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in tavsiyelerini kendisi için az bulmuş, her tavsiyesine
karşılık daha fazlasını istemişti.
Abdullah ise, kendinde
ibadet için kuvvet gördüğünden daha fazlasını rica ediyordu. Netice de, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in haber verdikleri ortaya çıktı. Çünkü Abdullah, ihtiyarlayınca,
bu ibadetleri yapmada güçlük çekmeye başlamıştı. O zaman Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in tavsiyelerini hatırlayıp:
“Keşke (Resulullah'ın
bana tavsiye ettiği ruhsat(lar)i yapsaydım” diye hayıflanırdı.
Bunun anlamı;
Abdullah'ın, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in tavsiyelerine haşa itiraz değildi. Çünkü
Abdullah, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu tavsiyelerinin emir mahiyetinde
olmadığını biliyordu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), bu tavsiyeleri, Abdullah'a
yaptığı amel hususunda sırf bir hafifletme ve kolaylık olması için yapıyordu.
Hanımının hakkından
maksat; cinsel ilişki, nafaka ve güzel muamelede bulunmak gibi hususlardır.
Vücudunun hakkından
maksat; onun sıhhatine dikkat etmek ve ona iyi bakmaktır. Çünkü devamlı surette
nafile oruç tutmak sebebiyle vücut dermansız ve halsiz düşer. Böylece vücut,
telef olmaya maruz kalır.
1084- Muâze
el-Adeviyye'den rivayet edilmiştir: “Muâze el-Adeviyye, Peygamber (s.a.v.)'in
hanımı Aişe'ye:
“Resulullah (s.a.v.)
her ay üç gün oruç tutar mıydı?” diye sordu. Aişe:
“Evet” diye
cevap verdi. Aişe'ye:
“Ayın hangi günlerinde
oruç tutardı?” diye sordum. O da:
“Ayın hangi günlerinde oruç tutacağına itina etmezdi” dedi.[253]
Açıklama:
Hadisin zahirinden,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in her ayın üç gününde oruç tuttuğu fakat bu günleri
ayın her hangi bir bölümüne denk getirmeye özenmediği anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in bîyd her ayın 13, 14, 15. günlerinde veya bir hafta Pazartesi ve
Perşembe, diğer haftada da sadece Pazartesi günleri oruç tuttuğu çeşitli
hadislerde belirtilmektedir.
Buna göre Resulullah
(s.a.v.)'in ayın belirli günlerinde oruç tutmayı tavsiye etmesi, ümmetine
aittir. Kendisinin oruç tutacağı bu günlere itina etmemesi ise hepsinin caiz
olduğuna İşaret için şahsına ait bir iş olması mümkündür. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in karşısına bir çok işler çıkıyor ve bu günlere riayete imkan
vermiyordu. Yada Hz. Peygamber (s.a.v.) her an oruç tutmanın caiz olduğuna
işaret için ayın herhangi bir gününde oruç tutuyordu. Bunların hepsi, onun için
efdaldir.
1085- Ebu
Katâde (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Bir adam Peygamber (s.a.v.)'e gelip ona:
“Nasıl oruç tutarsın?”
diye sordu. Resulullah (s.a.v.) bu sorunun şekline kızdı. Ömer (r.a) onun
kızdığını görünce:
“Biz, Rabb olarak
Allah'a, din olarak İslâm'a, Peygamber olarak da Muhammed’e razı olduk.
Allah'ın gazabı ile Resulünün gazabından Allah'a sığınırız” dedi.
Ömer (r.a) bu sözü,
Peygamber (s.a.v.)'in gazabı yatışıncaya kadar tekrarlayıp durdu. Nihayet Ömer:
“Ey Allah'ın resulü!
Bütün sene oruç tutan kimsenin hali ne olacak?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Böyle bir kimse ne oruç tutmuştur ve ne de
tutmamıştır yada oruç tutmamıştır ve iftar etmemiştir” buyurdu. Ömer tekrar:
“İki gün oruç tutup
bir gün tutmayan kimsenin hâli ne olacak?” diye sordu.
Resulullah (s.a.v.):
“Bir kimse, buna, güç yetirebilir mi?” buyurdu. Ömer yine:
“Bir gün oruç tutup
bir gün tutmayan kimsenin hâli nasıl olacak?” diye sordu. Peygamber (s.a.v.):
“Bu, Dâvud (a.s)'ın orucudur” buyurdu. Ömer :
“Bir gün oruç tutup
iki tutmayan kimsenin durumu nasıl olacak?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu ben, böyle bir orucu tutabilmek bana güç
verilmesini isterim”
buyurdu. Daha
sonra da:
“Her aydan üç gün oruç tutmak ve Ramazan ayından
Ramazan ayına kadar oruç tutmak, işte bütün sene oruç tutmak demektir.
Arefe günü oruç tutmaya gelince, Allah'ın, bununla
önceki senenin ve sonraki senenin (küçük) günahlarını Örtmesini ümit ederim.
Aşure günündeki oruca gelince ise Allah'ın bunu da
önceki senenin (küçük) günahlarına kefaret yapmasını umarım” buyurdu.
[254]
Açıklama:
Resulullah
(s.a.v.)'in, soru soran kimseye kızması; sorusunu hoş karşılamadığı içindir.
Çünkü sorulan soruya cevap vermek gerekir. Resulullah (s.a.v.) ise bu soruya
vereceği cevaptan ötürü bir problemin meydana gelmesinden endişelendi yada
Resulullah (s.a.v.)'in tuttuğu orucun o kimseye az görünmesi olanağı da vardı.
Çünkü Resulullah (s.a.v.) ibadetlerde hep orta hali gözetirdi.
1086- İmrân
b. Husayn (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.), bir kimseye:
“Bu Şaban ayının sonunda oruç tuttun mu?” diye sordu. O kişi:
“Hayır” diye cevap
verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ramazan ayından çıkıp iftar ettiğin zaman Şaban
ayının sonunda tutamadığın orucun yerine iki gün oruç tut” buyurdu.
[255]
Açıklama:
Bu kimse, ya Şaban
ayının sonunda oruç tutmayı kendisine adamıştı yada her ayın sonunda oruç
tutma adeti vardı. Ramazan'dan bir-iki gün önce oruç tutmayı yasaklayan
hadislerle amel ederek orucunu tutmamıştı. Peygamber (s.a.v.), bu hadisle, bu
tür oruç tutma şekillerinin yasak edilmediğini ifade ederek bugünlerde oruç
tutmayan kimsenin, Ramazan ayından sonra tutması gerektiği belirtmiştir.
1087- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ramazan ayından sonraki en faziletli oruç, Allah'ın
ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur. Farz namazdan sonraki en faziletli namaz
da, gece namazıdır.”
[256]
Açıklama:
Hadis, oruç için
Ramazan'dan sonra en faziletli ayın Muharrem olduğunu belirtmektedir. Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in Muharrem'de değil de Şaban'da fazla oruç tutması; ya
Muharrem'de oruç tutmanın faziletini hayatının son günlerinde öğrendiği
içindir yada Muharrem'de yolculuk ve hastalık gibi bir mazeretten dolayı fazla
oruç tutmamıştır.
Ayrıca hadis, farz
namazdan sonra en faziletli namazın gece namazı olduğuna delildir.
1088- Ebu
Eyyûb el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim Ramazan orucunu tutup sonra da buna Şevval'den
altı gün oruç daha eklerse, bütün sene oruç tutmuş gibi sevab kazanmış olur.
[257]
Bugün müslümanlar
genel olarak İki çeşit takvim kullanmaktadırlar:
1-
Güneş
Takvimi: 365 gün 6 saat ve 12 aydır.
2- Kameri
Takvim: 355 gün ve 12 aydır.
Kameri takvimde aylar,
29 yada 30 gündür, Kameri takvim, Güneş takviminden 10 gün önce geldiğinden
Ramazan ve hac aylarının vakitleri her yıl değişir. Kameri takvim, 36 yılda bir
devir yapması sebebiyle Ramazan ve hac ibadetleri; bazen yaz, bazen kış ve
bazen de diğer mevsimlere rastlar. müminler, ilk dönemden beri oruçlarını,
haclarni ve dini hükümlerini hep Kameri takvim hesabıyla yaparlar. Bir yılda 12
ay olduğu hususu, Tevbe: 9/36'da geçmektedir.
Hadis; Ramazan
orucundan sonra Şevval ayı içerisinde 6 gün daha nafile oruç tutmayı teşvik
etmektedir. Böylece bir yıllık oruç tutmanın sevabı vaad edilmektedir. Alimler,
bu hususu, şu şekilde açıklamışlardır:
Yüce Allah, Kur'an-ı
Kerim'de her bir hayr amelinin on misliyle kabul edileceğini
[258]
bildirmektedir. Öyleyse Ramazan ayında tutulan oruç, 10 ile çarpıldığında 10 ay
eder. Şevval ayında tutulan 6 oruç ise, 10 ile çarpıldığında 2 ay eder. Sonuç
itibariyle; Ramazan orucu + 6 günlük Şevval orucu= 12 ay eder. Bu da, bir yıla
denk gelir.
Bu orucu, Şevval
ayının çeşitli günlerinde tutan yada Şevval ayının ortasında veya sonuna
bırakan dahi peşi peşine tutmuş gibi sevaba nail olur.
Hanefiler, Ramazan bayramından
sonra Ramazan orucuna Şeyval'den 6 gün eklemenin mendub olduğunu
belirtmişlerdir.
1089-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Peygamber (s.a.v.)'in
sahabilerinden birisine, rüyada, Kadir Gecesinin, Ramazan ayının son yedi
gecesinde gösterilmişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Görüyorum ki, Kadir Gecesi ile ilgili rüyalarınız;
Ramazan ayının son yedi gecesinde olduğuna rastlamıştır. Buna göre kim Kadir
Gecesini arayacaksa onu Ramazan'ın son yedi gecesinde arasın” buyurdu.
[259]
1090-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Kadir
Gecesininin, Ramazan'ın yirmi yedinci gecesi olduğunu rüyasında gördü. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Kadir Gecesi ile ilgili rüyalarınızın, Ramazan'ın son
on günü içinde olduğunu görüyorum. Dolayısıyla siz onu bu (son) on günün tek
gecelerinde arayın” buyurdu.
[260]
1091- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Ramazan ayının ortasındaki on günde itikaf yapardı. Yirminci gece geçip de
yirmibirinciyi karşılayacağı zaman evine dönerdi. Onunla birlikte itikaf
yapanlar da dönerlerdi. Sonra bir Ramazan ayında evine dönmeyi itiyat edindiği
gece mescitte kalarak cemaata hutbe okudu ve Allah'ın dilediği şeyleri onlara
emretti. Sonra da:
“Ben, bu on günde itikaf yapıyordum. Daha sonra şu son
on günde itikaf yapmak hatırıma geldi. Buna göre benimle birlikte kim itikaf
yapmışsa, îtîkâf yerinde gecelesin. Ben, bu geceyi gerçekten rüyamda gördüm,
fakat o bana unutturuldu. Siz onu, son on gün içerisindeki tek gecelerde
arayın. Ben, kendimi, bir su ve çamura secde ederken gördüm” buyurdu.”
Ebu Saîd el-Hudrî:
“Yirmibirinci gece
yağmura tutulduk. Mescidin çatısı, Resulullah (s.a.v.)'in namaz kıldığı yere
aktı. Resulullah (s.a.v.) sabah namazından çıkarken ona baktım. Yüzü, çamur ve
suyla ıslanmıştı” dedi.
[261]
1092- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kadir Gecesini, Ramazan'ın son on gecesinde arayın.”
[262]
1093- Zitr
b. Hubeyş'ten rivayet edilmiştir: “Übeyyb.Ka'b'a:
“müslüman kardeşin
Abdullah İbn Mes'ud:
“Kim bir yıl ibadete
devam ederse Kadir Gecesine rastlar” diyor” dedim. Übeyy b. Ka'b:
“İnsanların buna
güvenmemelerini kast etmiştir. Yoksa o, bu gecenin Ramazan ayında olduğuna,
Ramazan'ın da son on gecesinde, o gecenin de yirmi yedinci gece olduğunu pekala
bilir” dedi.
Daha sonra da Kadir
Gecesinin, Ramazan'ın yirmi yedinci gecesi olduğuna İstisnasız yemin etti. Ben:
“Ey Ebu'l-Münzir!
Bunu, hangi şeye dayanarak söylüyorsun?” dedim. O da:
“Alametine yada
Resulullah (s.a.v.)'in bize bildirdiği işarete göre söylüyorum. Çünkü Kadir
Gecesinin sabahında güneş şuasız olarak doğar” dîye cevap verdi.
[263]
Açıklama:
Kadir gecesi, çok
mübarek bir gecedir. Zira Kur'ârı-ı Kerim bu geceden itibaren Resulullah
(s.a.v.)e inmeye başlamıştır. Ayrıca bu gecede Allah tarafından takdir edilmiş
işlerin ayırd edildiği nakledilir. Bu gece yeryüzüne o kadar çok melek iner ki
yeryüzü onları almaz.
Kadir gecesini
ibadetle geçirenin geçmiş günahlarının affedileceği haber verilmiştir.
[264]
Yine Peygamber (s.a.v.), Kadir Gecesinin gününde orucun bütün sene tutulacak
oruca eşit olduğunu belirtmiştir.
[265] Bu
gecenin bir anı vardır ki ona rastlayanın duası her halde kabul buyurulur.
Bunun için bütün geceyi İbâdetle, dua ve tevbe ile geçirmek, gerekir. Bunu
yapamayanlar hiç olmazsa teravihten sonra bîr miktar ibadetle meşgul olarak bu
gecenin çoğunu veyahut tümünü ihya etmelidirler.
Kadir gecesinde kılınacak
nafile namazların belirli bir şekli yoktur. Asıl maksat, bu geceyi mümkün
olduğu kadar ihya etmektir.
Resulullah (s.a.v.),
Kadir gecesini Ramazan ayının son on günü içindeki tek gecelerden biri olduğunu
ve muhtemelen yirmiyedinci gecesi olduğunu belirtmiştir.
İtikaf kelimesi
sözlükte, mutlak olarak; durmak, kalmak, devam etmek gibi manalara gelmektedir.
Fıkıh terimi olarak
ise; bir mescitte ibdaet niyetiyle ve belirli kurallara uyarak inzivaya
çekilmek demektir.
Hadis kaynakları, Hz.
Peygamber {s.a.v.)'in Medine'ye hicretten sonra her yıl Ramazân ayının son 10
gününde itikafa çekildiğini, hanımlarının da genelde Resulullah (s.a.v.) ile
birlikte itikaf yaptığını nakletmektedir.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in bu tatbikatından hareketle alimler, oruçlunun özellikle Ramazân'ın
son on gününde itikafa girmesini müstehab kabul etmişlerdir. Hatta Hanefiler,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bunu devamlı yapmış olmasından hareketle itikafı,
kifâî nitelikte müekked sünnet saymıştır. Buna göre İtikaf üç çeşittir:
Bir şarta bağlı olarak
veya şartsız olarak adanmış itikaftır.
Ramazânın son on
gününde yapılan itikaftır.
Bu ikisinin dışında,
bir mescitte, ibadet niyetiyle yapılan itikaftır.
İtikafa girmek, nefsi,
yasaklardan korumada daha etkili bir yöntem olduğu gibi, Ramazân'm son on
gününde olması tahmin edilen Kadir gecesine rastlama imkanı ve umudunu da
artırır. İtikaf, insanı dünyevî meşgalelerden uzaklaştırıp daha fazla ibadete
vesile olması yanında, genei anlamda, hayatın anlamı üzerinde tefekkür etme
imkanı da sağlar. İnsanların zaman zaman böyle derin tefekküre ihtiyacı vardır.
İtikaf, bu tefekkürü gerçekleştirmek için bir fırsat olarak kullanılabilir.
[266]
1094-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Ramazan ayının son on gününde itikafa girerdi.”
[267]
1095. Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.), Yüce Allah onun ruhunu alana
kadar hep Ramazan ayının son on gününde itikafa girerdi. Vefatından sonra da
hanımları itikafa girdi.”
[268]
1096- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), itikafa girmek istediği.zaman
sabah namazını kılar, sonra itikaf yerine girerdi. Bir defasında Ramazan'ın son
on gününde itikafa girmek isteyip çadırının kurulmasını emretti. Bunun üzerine
çadırı kuruldu. Zeyneb'de, çadırının kurulmasını emretti. Ona da çadır kuruldu.
Peygamber (s.a.v.)'in hanımlarından bir başkası da, çadırının kurulmasını
emretti. Ona da çadır kuruldu. Resulullah (s.a.v.), sabah namazını kılınca,
baktı ki çadırlar kurulmuş. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Acaba bu yaptıklarınızla iyilik mî istiyorsunuz?”
buyurup derhal çadırının sökülmesini emretti. Çadır söküldü. Artık o Ramazan
ayında İtikafı terk etti. Ta Şevval ayının ilk on gününde itikafa girdi.”
[269]
Açıklama:
İtikafa girmeye niyet
eden kişinin, itikafa ne zaman başlayacağı konusunda alimlerin görüşleri
farklıdır. Bu konudaki ihtilaf, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in itikafa başladığı
zaman ile çadıra girdiği zamanın birbirine karıştırılmasından
kaynaklanmaktadır.
İçlerinde dört mezhep
imamının da bulunduğu alimlerin çoğunluğuna göre; itikafa, güneşin batmasından
biraz önce girilir. Bu konudaki delii, Ebu Saîd el-Hudrîden gelen hadistir. Bu
hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.v.), itikaf için mescide akşamdan girerdi.
Sabah namazından sonra da mescidin içinde kurulan çadıra geçerdi. Bu çadıra
girmesinden maksat; yalnız kalmaktır. Geceleyin mescitte kimse olmadığı için
zaten yalnızdı. Onun için çadıra girme ihtiyacı hissetmemişti. Kısacası, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in çadıra, sabah namazından sonra girmesi, onun itikafa o
zaman girdiğini göstermez. Hanefilere göre, itikatta en az bir gün
durulmalıdır. İtikaf, ancak oruçİa. birlikte eda edilir.
Hadisin metninden
anlaşıldığı üzere; Hz. Peygamber (s.a.v.), mescitte kurulan çadırları görünce,
bunu yadırgamış ve hanımlarına yaptıklarının iyi bir iş olmadığını söylemiştir.
Hatta bununla da kalmayıp kendi için kurulan çadırı bile bozdurarak itikafını
ileri bir tarihe ertelemiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu tavrı şu iki sebebe
dayanabilir:
1-
Hanımlarının hareketini kendisine yakınlık konusunda bir yarış ve övünme
vesilesi olarak değerlendirmiş olabilir. Çünkü böyle bir maksatla itikafa
girmek caiz değildir.
2- İtikaf
için mescidin içinde kurulan çadırlar mescidin daralmasına, dolayısıyla
cemaatin sıkıntıya düşmesine sebep olmuştur. Bu sebeple de Resulullah
(s.a.v.), çadırları söktürmüştür.
İtikafa girildikten
sonra ihtiyaç halinde itikattan çıkılabilir. Yalnız İmam Mâlik'e göre bu
İtikafın kazası vaciptir. Diğer üç imama göre ise itikaf vacip bir itikaf
değilse, kazası gerekmez. Vacip itikafın kazası lazımdır. Çünkü Peygamber
(s.a.v.), hanımlarına, İtikaflarını kaza etmelerini emretmemiştir. Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in, bu itikafı, kendisinin kaza etmesinin sebebi; bu
itikafın vacip oluşundan değil, bir amel işlediğinde onu tam yapmasından dolayıdır.
Fitneden korkulduğu
takdirde, kadınların, içinde oturdukları evlerin mescidinde itikaf yapmaları
daha uygun görülmüş. Bu durumda itikaf yaptıkları yerler, kadınlar hakkında,
cemaatin namaz kıldığı mescitler gibi olur. Çünkü kadının evinde yapmış olduğu
itikaf, dışarıdaki mescitte yapmış olduğu İtikattan daha faziletlidir.
1097- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), Ramazan ayının son günü
girdiğinde geceyi ibadetle ihya eder, ailesini gece ibadetine uyandırır,
ibadete karşı daha fazla ciddiyet gösterir ve paçaları sıvardı.”
[270]
Açıklama:
Hadisin zahirinden,
Ramazânın gündüzlerini oruçla geçiren ve gecelerini de ibadetle ihya eden
kimsenin büyük ve küçük bütün günahlarının bağışlanacağı anlaşılmaktaysa da,
gerçekte söz konusu affın kasamına giren günahlar sadece küçük günahlardır.
Zaten kul hakkının, sahibiyle helalleşmedikçe hiçbir şekilde bağışlanmayacağını
söylemeye gerek yoktur. Nitekim İmam Nevevî (ö. 676/1277) ile İmamu'l-Harameyn
(ö. 478/1085) burada affedileceği müjdelenen günahların sadece küçük günahlar
.olduğunu söylemektedirler. Hatta Kadı îyâz (ö. 544/1149), bu görüşün, Ehl-i
Sünnete ait genei bir görüş olduğunu belirtmektedir. Bazıları da, “Bük
günahların bir kısmı hafifletilir”demişlerdir.
Ramazân ayının son 10
gecesini ihya etmekten maksat; bunlardan her birini sabaha kadar ibadetle
geçirmek değil, ancak bunlardan her birinin çoğunu ibadetle geçirmek demektir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Osman b. Maz'ûn'a yaptığı nasihatte;
“Namaz da kıl, uyku da uyu”
[271]
ifadesiyle, bütün bir geceyi .sabaha kadar ibadet ve taat ile geçirmeyi tavsiye
etmemiştir.
Her ne kadar cumhur-u
ulema; “Gecenin tümünü ibadetle geçirmek mekruhtur” demişlerse de, bu
sözleriyle, devamlı olarak her geceyi sabaha kadar ihya etmeyi kast
etmişlerdir. Ramazân ayının son 10 gecesini, Kadir gecesini ve bayram geceleri
gibi bazı geceleri sabaha kadar ihya etmeyi kast etmiş değillerdir. Bu
sebepledir ki, bayram geceleri ile bazı gecelerin tümünü ibadetle ihya etmenin
müstehab olduğunda ittifak etmişlerdir. Nitekim İmam Mâlik, sabah namazına
kalkmaya engel olmuyorsa, btün bir geceyi ibadetle geçirmek te bir sakınca
olmadığını söylemiştir.
İhyanın geceye nispet
edilmesi; Mecaz-i aklî”dir. Bununla; kişinin, ibadetle geçen gecesi canlı gibi,
ibadetsiz geçen gecesi de cansız gibi kabul edilmiştir.
“Geceyi ihya etmek” sözüyle; insanın, geceleyin kendisini ihya etmesi de kast edilmiş
olabilir. Çünk uyku, tam bir hareketsizlik olması bakımından ölüm haline çok
yakındır. “Evlerinizi, kabir edinmeyin” hadisi
de bu manaya gelmektedir. Yani “Uyuyup da ölüler gibi olmayın. Evlerinizi de
içinde ölüleri barındıran kabirler haline getirmeyin” demektir.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in, Ramazânın son 10 gecesinde ailesini ibadete kaldırmış olması,
kendisinin İ'tikâfta olmadığına delalet etmez. Çünkü i'tikâfa giren bir kimse,
meşru ve zaruri bir işi için dışarı çıkabilir. Yine ailesini uyandırması için
mescitten dışarı çıkmadan mescidin penceresinden de uyandırmış olabilir.
Burada Resulullah
(s.a.v.)'in uykudan kaldırdığı ailesinden maksat; kendisiyle birlikte i'tikâfa
giren ailesidir.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in, Ramazânın son 10 gecesinde ailesini ibadete kaldırmış olması,
kendisinin İ'tikâfta olmadığına delalet etmez. Çünkü İ'tikâfa giren bir kimse,
meşru ve zaruri bir işi için dışarı çıkabilir Yine ailesini uyandırması için
mescitten dışarı çıkmadan mescidin penceresinden de uyandırmış olabilir.
Burada Resulullah
(s.a,v)'in uykudan kaldırdığı ailesinden maksat; kendisiyle birlikte i'tikâfa
giren ailesidir.
“Paçaları sıvamak”;
ibadete soyunmak, ibadete koyulmak gibi anlamlara gelir. Hattabî (ö.
388/998)'ye göre; bu sözü iki şekilde te'vil etmek mümkündür:
1-
Kadınlardan uzak kalmak,
2- Daha çok
ibadet yapmak için daha çok gayret etmek.
Bu kelimeyle; her bu
her iki ihtimal de kast edilmiş de olabilir.
Ayrıca hem hakiki ve
hem de mecazi anlam da kullanılmış olabilir. Bu duruımda bu kelime, şu
manalara gelebilir:
a-
Kadılardan uzak kalırdı,
b- Eskiye
oranla daha çok ibadet etmek için gayret ederdi,
c- İzarını
sıkıca bağlar, onu bayrama kadar çözmezdi.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in, Ramazân ayının son 10 gününde geceleri ihya etmek için özel bir
titizlik göstermesinin sebebi, Kadir gecesine erişmenin bu yolla mümkün
olacağını ümmetine göstermekten başka bir şey değildi.
1098- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), Ramazan ayının son on gününde,
başka zamanlarda ibadet hususunda göstermediği gayreti gösterirdi.”
[272]
1099- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'in Zilhicce ayının ilk on
gününde oruç tuttuğunu hiç görmedim.”
[273]
Açıklama:
Hz. Âişe'nin,
Resulullah (s.a.v.)'in o günlerde oruç tuttuğunu görmemesi; Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in oruç tutmamış olmasını gerektirmez. Hz. Aişe, bildiğini haber
vermiştir. Peygamber (s.a.v.) belirtilen günlerde devamlı olarak oruç
tutmazdı. Bazen tutar ve bazen de terk ederdi.
Hac kelimesi sözlükte;
kast etmek, yönelmek anlamına gelmektedir. Terim olarak ise; Mekke şehrindeki
Kabe'yi ve civarındaki kutsal sayılan yerleri, özel vakit içinde, usulüne uygun
olarak ziyaret etmek ve yapılması gereken diğer Menâsiki yerine getirmek
demektir.
islam'ın beş temel
esasından biri olan hac, hicretin 9. yılında farz kılınmıştır.
Haccın nostaljik
boyutu; inanan bir kimsenin inanç kökleriyle bağlantısını tazelemesi bakımından
önemlidir. müslümanlık açısından düşünüldüğünde islam peygamberinin ve
arkadaşlannın tevhid ve adaleti hakim kılma mücadelesi, bu süreçte yaşanmış acı
tatlı anılar, adeta bir film şeridi gibi bu kutsal yerleri ziyaret eden kişinin
gözünün önünden geçer. Bu nostalji, inanan kişiye, daha yoğun bir dinamizm
kazandırır ve daha üst düzeyde bir sahiplenme şuuru verir.
Haccın rabbani boyutu
ise; mahşeri andırmasıdır. Farklı dil, ırk, bölge ve kültürlere, sosyal tonum
ve ekonomik güce sahip insanların eşit statüde ve aynı renk ve tip elbiseler
içinde toplanması, akın akın koşuşturması ve topluca ibadetler etmesi, bir bakıma
ahirette yaratıcının huzurunda dirilişi ve toplanışı hatırlatır. Hac, mümin
kimseyi; ahiretteki bu diriliş ve toplanmaya hazırlar, bu bilinci kazanmasında
ona yardımcı olur
Gerçekten de hac
ibadetinde müslüman, İslam'a gönül vermiş olmanın mutluluğunu ve hazzını daha
yakından idrak eder, yeryüzündeki bütün müslümanlarla birlikteliğin ve kardeşliğin
kolektif şuuruna erer.
Dünyanın çeşitli
bölgelerinden adeta her biri bir temsilci ve gözlemci sıfatıyla Mekke'ye akın
eden müslümanlar, “Mikat” denilen belirli sınırlarda; dünyayı, dünyevî
farklılığı, hatta bencilliği ve ihtirasları temsil eden elbiselerini çıkarıp
hepsini eşitleyen, birleştiren, onlan dünya müslümanlığının bir üyesi olmanın
bilincine erdiren ihram elbiselerini giyerler. Artık Ben” yok, “Biz” vardır.
müminler, bîr ufuktan diğerine akan beyazlar seli içinde yok olur, adeta
ölmeden önce ölümü ve ahiret hayatını yaşarlar.
[274]
1100-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Resululİah
(s.a.v.)'e; ihramlı kimsenin ne tür elbise giyebileceğini sordu. Resulullah
(s.a.v.):
“Gömlek, sarık, don, bornoz ve mest giymeyin. Yalnız
bir kimse (dikişsiz) ayakkabı bulamazsa o zaman mest giysin. Fakat mestleri,
topuklardan aşağı olacak şekilde kes (ip öyle giy)sin. Ayrıca safran yada
alaçehre çiçeğiyle boyanmış hiçbir elbise giymeyin” buyurdu.
[275]
Açıklama:
Hacca niyet eden
kimsenin; dikişli elbise, serpuş, eldiven ve dikişli ayakkabı giymesi haramdır.
Niyet ederken üzerinde bu tür elbise bulunanlar, o elbisleri çıkanriar. Fakat
gömleği, giymeden sarınmak caizdir. Mest giymeni caiz olması için, koçlarının
kesilmesi şarttır. Hanefilere göre; yıkandıktan sonra silkmekle rengi
dağılmayan elbiseyi ihramda giymekte bir sakınca yoktur.
Safran ve alaçehre
Yemen'de yetişen sarı bir çiçek gibi şeylerle boyanmış elbise giymek, hadisin
zahirine göre mutlak surette yasaktır. Çünkü ihram halinde erkek ve kadın bütün
hacılara her türlü koku sürünmek haramdır. Fakat meyve çiçek gibi şeyleri
koklamak haram değildir Çünkü bu tür şeyler, kokulanmak amacıyla
kullanılmazlar.
Koku sürmenin ve
kadınlara yaklaşmanın haram kılınmasıdaki hikmet; dünya ziyneteri ile dünya
lezzetlerinden ve efahdan uzak kalarak bütün düşüncesini uhrevî maksatlara
tahsis etmektir.
Hacca niyet eden
kimse, söz konusu şeylerin haram kılınması; hacı olacak kimseyi, refah
halinden uzaklaştırıp hacını huşu içerisinde devam ettirmesi içindir. Çünkü
hacı olacak kişi, hac müddetince ihramlı olduğunu hatırlayacak, bu suretle daha
fazla Allah'ı anma ve ibadetle meşgul olacak, kendini murakabe edecek,
ibadetini günahlardan koruyacak, haram olan şeylerden sakınacak, ihram
elisesiyle; ölümü, kefeni ve Kıyamet gününde insanlann yalın ayak, baş açık huzuru
ilahiye çıkacaklarını hatırlayacaktır.
1101- Ya'Iâ
b.Ümeyye (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Mekke ile Taif arasındaki Ci'râne denilen mevkide iken yanma umreye niyet
etmiş, sakalını ve saçını sarıya boyamış, üzerinde de bir cübbe olan bir adam
gelip:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben, umreye niyet ettim. Gördüğün gibiyim” dedi. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.):
“Üzerinden cübbeyi çıkar. Sarı boyayı yıka. Böyle bir
durumda haccın sırasında ne yapacak idiysen umren sırasında da onu yap” buyurdu.
[276] İbn
Hazm ile bir çok kimseye göre bu olay, hicretin 8. yılında Huneyn'den dönüşte
olmuştur. Soruyu soran kimsenin, Ya'lâ b. Ümeyye'nin kardeşi Atâ' İbn Ümeyye
olduğu belirtilmiştir.
1102- Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Medineliler için Zulhuleyfe'yi, Şamlılar için Cuhfe'yi, Necidliler için Kamu
Menâzil'i ve Yemenliler için ise Yelemlem'i mikar/ihrama girme yeri olarak
belirleyip:
“Bu ihrama girme yerleri; bu yerlerin halkı ile hac ve
umreye niyet edip de buraların halkından olmayıp da buraya bu yönlerden gelen
kimselerin de mikatıdır. Bu yerlerden daha yakın olan kimseler ise,
bulundukları yerlerden ihrama girerler. Daha yakın olanların hükmü de böyledir.
Hatta Mekkeliler, Mekke'de ihrama girerler” buyurdu.
[277]
Muayyen vakit
demektir. Fakat istiare yoluyla, “Hacca niyet edilmek için durulan yer”
manasında kullanılmaktadır.
Hz. Peygamber
(s.a.v.), sağlığında çeşitli yerlerden hacca gelenlerin nerede ihrama gireceklerini
bu hadisle belirlemektedir.
Söz konusu mikatlar,
çevrlerinde bulunan halkı ihrama girecekleri yerler olarak tayin edilmişlerdir.
Bu çevrelerde bulunan halk, kendi çevrelerinde bulunası münasebetiyle kendilerine
tahsis edilen yerden ihrama girecekleri gibi, yolu kendilerine tahsis edilen
mikatın dışında bir mikata uğrayan kimselerin kendi memleketlerine mahsus bir
mikatlannın bulunup bulunmaması önemli değildir. Her iki halde de ihrama,
yollarının uğramış olduğu mikattan girerler.
Bir kimse, gerek
karada ve gerekse de denizde iki mikat arasından geçen bir yol taki edecek
olursa, Hanefilere göre, bu kimse kendi kanaatine göre bu iki mikattan herhangi
birisinin hizasına geldiğini anlayınca, ihrama girer.
Hac ve umre yamak
isteyen bir kimsenin, yolu üzerinde bulunan bir mikati ihramsız olarak geçmesi
caiz değildir, Bu konuda alimler arasında görüş birliği vardır.
Zulhuleyfe:
Medinelilerin mikat yeridir. Bu yer, Medine'nin güneybatısında, Mekke ile
Medine arasında olup Medine'ye 10 km., Mekke'ye ise 450 km. mesafededir.
Mekke'ye en uzak olan mikattır. Hz. Peygamber (s.a.v.), burada ihrama
girmiştir.
Burası, başka
memleketlerden olup da oradan geçen hacı adaylarının da mikat yeridir. Cuhfe:
Mekke'nin kuzeybatısında ve Mekke'ye 187 km. uzaklıkta bir yerdir.
Karn: Bu ismi taşıyan
iki yer bulunmaktadır. Birisi, Mekke'nin kuzeydoğusunda Arafat'ın kuzeyinde ve
Arafat'a bir gün ve gecelik mesafede bulunan bir dağdır. Buraya, “Kam-ı
Menâzil” denir. Mekke'ye yaklaşık 96 km. uzaklıktadır. Diğeri ise, “Kam-ı
Seâlib”tir. Buranın, Mina'nın aşağısında bulunan Mina mescidine 500 zira
uzaklıkta bir dağ olduğunu iddia edenler de vardır. Bu durumda buranın mikattan
sayılması mümkün değildir.
Yelemlem: Yemen ve
Hindistan tarafından gelenlerin mikati olup Mekke'nin güneyinde ve Mekke'ye
iki 54 km. uzaklıktadır.
Necid: İç Arap
yarımadasının kuzey ve batı taraflarını kalayan geniş bir yerdir. Öç taraftan
çölle sarılı, yalnız bir taraftan Hicaz ve Yemen'e açıktır.
1103- Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'in telbiyesi:
“Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke La şerike leke
lebbeyk, inne'l-hamde ve'n-Ni'mete leke ve'l-Mülk, Lâ şerike lek.
Allahım! Tekrar tekrar icabet sana. Tekrar tekrar
icabet sana. Tekrar tekrar icabet sana. Senin ortağın yoktur. Emret! Hamd,
Sana mahsustur. Nimeti veren Sensin. Mülk Senindir. Senin benzerin ve ortağın
yoktur” şeklindeydi.
Hadisin ravisi Nâfi
der ki: Abdullah İbn Ömer'de bu telbiye şekline:
“Lebbeyk, lebbeyk ve
sa'deyk, ve'1-Hayru bi yedeyk, lebbeyk ve'r-Rağbâtı ileyke ve'1-Amel Emret,
emrine amadeyim, emret! Senden saadetler dilerim, hayr(lar) Senin elindedir,
emret, dilekler Sana arz edilir, ameller de Sana'dır” ifadesini ilave ederdi.
[278]
Kelime olarak,
“Lebba”dan gelir. Üstten geİen bir emre yada davete karşı aralıksız icabet
anlamını taşır. Telbiye şu şekilde yapılır:
“Lebbeyk! Allahümme
lebbeyk. Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk. İnne'l-hamde ve'n-ni'mete leke
ve'1-mülk. Lâ şerikelek”
Anlamı: “Allahım!
Tekrar tekrar icabet sana. Tekrar tekrar icabet sana. Tekrar tekrar icabet
sana. Senin ortağın yoktur. Emret! Hamd, Sana mahsustur. Nimeti veren Sensin.
Mülk Senindir. Senin benzerin ve ortağın yoktur.”
Bu telbiye şekli,
İslamî'dir. Cahiliye Araplannkinden farklıdır. Bu telbiye şeklini, Hz.
Peygamber (s.a.v.)’e, Cebrail öğretmişti.
Telbiyeyi, erkekler
yüksek sesle söylerler. Kadınlar da alçak sesle söylerler.
Telbiye, ihrama
büründükten sonra inişlerde, yokuşlarda, başkalarıyla konuşmalarda, gece veya
gündüzde, oturmalarda, kalkmalarda, namazlann ardından, bir şeye binerken,
mescid gibi her değişiklikte tekrar edilir. Her tekrar, peşpeşe üç kere
yapılır. Telbiyeden sonra Duâ edilir.
Telbiyeye, hacılar,
Akabe Cemresindeki şeytan taşlama anına, yani bayramın birinci günü sabahına
kadar devam ederler. Umre yapanlar da, tavafa başlayıncaya kadar devam ederler.
Buraya kadar telbiye
ile ilgili anlatılanlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in uygulamasından alınmıştır.
Telbiye'nin hikmeti
ise; insanların, Beytullah'a misafir oiarak gelmelerinin Allah'ın, kendilerine
büyük bir lütuf ve ihsanı olduğuna dikkatleri çekme ve Allah'ın adının
yüceltilme vardır.
Telbiye'nin hükmü
konusuda alimler ihtilaf etmişlerdir;
Hanefilere göre;
telbiye, ihramın şartıdır. İhramın sahih olabilmesi için telbiye şarttır.
Telbiye, dille yapılır. Allah'ı ta'zim kastıyla yapılan her türlü tehlil,
tekbir, teşbih ve tahmid telbiyenin yerini tutar.
Alimler, “Lebbeyk”
kelimesi üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Sîbeveyh'e göre, bu lafız, tesniyedir.
Yalnız onunla çokluk ve sayıda tekrar kast edilir. Yûnus'a göre ise, müfred bir
kelimedir.
Telbiye'nin manası
üzerinde de ihtilaf edilmiştir. Bazıları, “Tekrar tekrar icabet ederim”
manasında olduğunu söylemişlerdir. Bazılarına göre ise, “Sana tekrar tekrar itaat
ederim”, bazılarına göre ise “Teveccühüm Sanadır”, bazılarına göre ise,
“Muhabbetim sanadır” bazılarına Göre ise “Samimiyetim Sanadır” anlamındadır.
Doğru olanı,
birincisidir. Çünkü ihrama giren bir kimse, Allah'ın davetine icabet etmiş
demektir.
Kadı İyâz (ö.
544/1149)pa göre bu icabet, Hz. İbrahim'den kalmıştır.
1104-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sizin Beydâ'nız,
Resulullah (s.a.v.)'e iftira ettiğiniz şu yerdir: Fakat Resulullah (s.a.v.)
ancak Zulhuleyfe Mescidi yanında ihrama girerdi.”
[279]
Açıklama:
Metinde geçen “Beydâ”
kelimesi, çöl ve sahra demektir. Burada ise, Zulhuleyfe'nin Mekke tarafına
düşen ve oraya yakın bulunan bir tepe kast edilmektedir. Orada bina ve benzeri
şeyleri bulunmadığı için “Çöl” anlamına gelen “Beydâ” ismi verilmiştir.
Alimler, Resulullah
(s.a.v.)'in İhrama nereden girdiği konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına
göre, Zulhuİeyfe mescidinde iken ihrama girdiğini, bazıları da mescitten
çıktıktan sonra Beydâ' denilen tepede telbiye getirdiğini söylemişlerdir.
Hanefi imamlarından
Tahâvî (ö. 321/933), Abdullah İbn Ömer'in rivayet ettiği bir hadiste, Abdullah
İbn Abbâs'tan naklen; Resulullah (s.a.v.)'in, hacca, namazgahında iken niyetlendiğini,
hem hayvanına bindiği zaman ve hem de Beydâ düzlüğüne çıktığında telbiye
getirdiğini kaydetmiştir. Ayrıca Tahâvî, Ebu Hanîfe ile Ebu Yusuf’un da bu
görüşte olduğunu belirtmiştir.
[280]
1105- Ubeyd İbn
Cüreyc'ten rivayet edilmiştir: “Ubeyd b. Cüreyc, Abdullah İbn Ömer (r.a) 'ya:
“Ey Ebu Abdurrahman!
Arkadaşlarının yapmadığı dört şeyi yaptığını görüyorum” dedi. Abdullah İbn
Ömer:
“Ey İbn Cüreye! Nedir
onlar?” dedi. Ubeyd:
“Senin Kabe
rükünlerinden sadece iki rükn-ü yemâniye dokunduğunu gördüm. Siptiyye denilen
ayakkabıları giydiğini gördüm. Sarıya boyandığını gördüm. Mekke'ye vardığında
baskalan hilâli gördükleri zaman teibiyede bulunurken senin Zilhicce'nin 8.
günü terviye gününe kadar telbiye getirmediğini gördüm” dedi. Bunun üzerine
Abdullah b. Ömer (r.a):
“Rükunlara gelince;
ben, Resulullah (s.a.v.)'i iki rükn-ü yemâniden başkasına dokunurken görmedim.
Siptiyye denilen
ayakkabıları giymeye gelince; Resulullah (s.a.v.)'ı kılsız ayakkabı giyerken görmüş
olmamdır. Onlarla abdest alırdı. Dolayısıyla ben de öyle ayakkabı giymek
isterim.
Sarı boyaya gelince;
ben, Resulullah (s.a.v.)i sarı boyalı elbise giyerken gördüm. Bu sebeple ben de
sarı boyalı elbiseyi giymeyi severim.
Telbiye meselesine
gelince; Resulullah (s.a.v.)'in hayvan, kendisini kaldırıp doğrultuncaya kadar
telbiye ederken görmedim” diye cevap verdi.
[281]
Açıklama:
Rükn-ü Yemânî:
Kabe'nin köşelerinden Hacerü'l-Esved'in bulunduğu köşedir. Bu köşe, Irak
tarafına baktığı için ona Rükn-ü Irâk de derler.
Bazılarına göre ise
Rükn-ü Yemânî, Hacerü'l-Esved'in bulunduğu köşeden önceki köşedir. Yemen
tarafına baktığı için ona “Rükn-ü Yemânî” denilmiştir. Bu iki köşeye de,
“Yemâniyyân” derler.
Geri kalan köşeye de,
“Şamiyyân” denilmiştir.
“Yemânî” denilen
köşeler, Hz. İbrahim (a.s)'ın attığı temel üzerinde kalmışlardır. “Şâmî”
denilen yer değiştirildiği için “Rükn-ü Şemânî” denilen iki köşeye istilam
yapılmaz. İstilam, “Yemânî” denilen köşelere yapılır.
İstilam:
Hacerü'l-Esved'e elle dokunmak yada öpmektir.
Sibt: Mısır dikeni
denilen bir bitki yaprağıyla tabaklanmış deriye ve meşine yada tabaklanmış
sığır derisinden yapılan ayakkabıya denir.
Hadiste “Sarıya
boyama” ile kastedilen, elbisenin boyanmasıdır,
1106-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah
(s.a.v.)'i, Zulhuleyfe'de hayvanına binerken
gördüm. Sonra hayvanı onu kaldırıp doğrulttuğu zaman telbiye getirdi.”
[282]
1107-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
haccimn başlangıcında Zulhuleyfe'de geceledi. Oranın mescidinde namaz kıldı.”
[283]
Açıklama:
Zulhuieyfe'de geceleme; hac menasiklerinden ve haccın sünnetlerinden değildir.
1108-
Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) ihrama gireceği zaman ihramı için
ve traş olup şeytan taşladıktan sonra Kabe'yi tavaf etmeden önce ihramdan
çıkacağı zaman ona koku sürdüm.”
[284]
1109-
Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'e Veda Haccı sırasında hem
ihrama girerken ve hem de ihramdan çıkarken karışık bir koku çeşidi olan
“Zerîre” denilen kokuyu kendi elimle sürdüm.”
[285]
Açıklama:
Hacca niyet eden bir
kimseye; kadınla cinsel ilişki, dikişli elbise, kara avcılığı, koku sürünme,
tımak kesme ve benzeri fiiller yasak kılındığından, hacca niyet etmeye “İhram”
adı verilmiştir. Bu bakımdan metinde geçen “İhrama girme” sözüyle, hacca niyet
etme manası kast edilmiştir.
Bir başka ifadeyle
ihram; harama girmek, “Hıll”de ihramdan çıkmak demektir.
Metinde geçen “Koku
sürdüm” sözünden maksat; hacca veya umreye niyet edeceği için bedeninin ve
elbisesinin bir kısmına güzel kokulu misk sürdüm demektir. Bu ifade; Nesâî,
Menâsik 41'de bu şekilde izah edilmektedir.
Metinde geçen “Beyt-i
tavaf”dan maksat; “tavaf-ı ifâza”da denilen “Ziyaret tavafı”dır. Bilindiği
üzere, hacıların Arafat'tan indikten sonra yaptıkları bu tavaf, haccin
rükunlarından olup bunun dört şavtı her hac edene farzdır.
Akabe cemresi atılıup
kurban kesildikten ve traş olunduktan sonra ve ziyaret tavafından önce her hacı
adayı için cinsel ilişki dışındaki hac ile ilgili bütün yasaklar helal olur.
Buna, “Birinci helal” denir. İşte Hz. Aişe'nin Hz. Peygamber (s.a.v.)'e koku
sürmesi bu esnada olmuştur.
1110-
Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in ihramlı iken saç ayrımındaki
kokunun parıltısını görür gibiyim.”
[286]
Açıklama:
Metinde geçen “Vebîs”
kelimesi; parlaklık anlamına gelir. Bundan maksat; miskin maddesi değil, tesiri
ve kokusudur. Ayrıca hadis, ihrama girerken koku sürünmenin müsehab olduğunu ve
bu kokunun tesirinin, koku ve renginin İhramdan sonra da devam etmesinde bir
sakınca bulunmadığını ifade etmektedir.
1111- Sa'b
b. Cessâme (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Sa'b b. Cessâme,
Resulullah (s.a.v.)'e, (Mekke ile Medine arasındaki) Ebvâ'da yada Veddân'da
bulunduğu sırada (avladığı) bir yaban eşeği hediye etmişti. Resulullah (s.a.v.)
onu geri çevirdi.
Sa'b der ki:
Resulullah (s.a.v.), yüzümdeki üzüntüyü görünce, bana:
“Biz onu sana ancak ihramlı olduğumuz için geri
verdik” buyurdu.
[287]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
kendisine hediye edilen avı ihramlı olduğu için geri çevirmiştir. Bunun sebebi
ise ihramlı olan kimselere, av, kendileri için avlanmadığından dolayıdır. Bir
sonraki hadiste bu husus ele alınacaktır.
Ayrıca yaban eşeği
avlamanın ve etinin yenilmesinin caiz olduğu da bu ve bir sonraki hadisten
anlaşılmaktadır.
1112- Ebu
Katâde (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Hudeybiye
yılında Resulullah (s.a.v.)'le birlikte yola çıktık. Mekke ile Medine arasında
Sukyâ köyüne 1 mil uzaklıkta olan Kâha vadisine vardığımızda, bazımız ihramlı
ve bazımızda ihramsiz idi. Derken arkadaşlarımın bir şeye baktıklarını gördüm.
Ben de o tarafa doğru baktım. Bir de ne göreyim, bir yaban eşeği. Hemen atımı
eğerledim, mızrağımı aldım, sonra atıma bindim. Bu sırada kırbacım yere düştü.
İhramlı olan arkadaşlarıma:
“Şu kırbacı bana
verin” dedim. Onlar da:
“Vallahi, ihramlı
olduğumuz için sana bu konuda hiçbir yardım edemeyiz” dediler.
Bunun üzerine
hayvandan inip kırbacı aldım. Sonra tekrar hayvana bindim. Yaban eşeği bir
tepenin gerisinde bulunduğu sırada ardından yetişip onu mızrağımla yaraladım,
sonra da onu kestim. Daha sonra onu arkadaşlarımla getirdim. Arkadaşlarımın
bir kısmı:
“Onu yeyin” diyordu.
Bîr kısmı da:
“Onu yemeyin” diyordu.
Bu sırada Peygamber
(s.a.v.) önümüzde bulunuyordu. Atımı mahmuzlayıp ona yetiştim. Ona durumu
anlattım. Bunun üzerine:
“O helaldir, yeyin” buyurdu.
[288]
Bu olay, Hudeybiye
umresi yılında meydana gelmiştir.
Arkadaşlarının ihrama
girdiği halde bu yolculukta Ebu Katâde'nin ihrama girmemesi, henüz o tarihlerde
mikatlerin tayin edilmeyişinden ileri gelmiş olabilir.
Ebu Katâde'nin
avladığı avın etinden arkadaşlarının yememeleri ise, şüpheli işlerden kaçınmak
gayesine matuf olabileceği gibi,
“İhramlı olduğunuz müddetçe kara avı size haram
kılınmıştır”
[289]
ayetinin genel hükmüyle amel etmek istemiş olmalanndan kaynaklanmış da
olabilir.
Resulullah
(s.a.v.)'in, “Bu ancak Allah'ın size
yedirdiği bir yiyecektir” buyurması; yakalayıp kesmek mümkün olmayan bir
hayvanı yaralayarak öldürmenin, onu boğazlamak yerine geçtiğini ifade eder.
İhramlı bir kimsenin
avladığı hayvanın etini yemesi haramdır. Bu konuda alimler ittifak etmiştir.
Yine ihramlı olmayan
bir kimsenin, ihramlı bir kimse için avlamış olduğu bir avı o ihramlının
yemesi de, alimlerin büyük çoğunluğuna göre haramdır. Fakat ihramlı bir
kimsenin, ihramsız avcıya o avı avlaması için avın yerini göstermek gibi bir
yardımda bulunmamış olması şarttır.
Hanefi alimlerinin
göre, bu avı, o ihramlının yemesinde bir sakınca yoktur. Yalnız ihramlının,
herhangi bir yardımı olmadan o avı ihramsız bir kimse kendisi için avlamışsa o
avı herhangi bir ihramlının yemesinde sakınca yoktur. Bu konuda cumhuru ulema
ile Hanefi alimlerinin görüşü aynıdır. Çünkü Resulullah (s.a.v.)'in,
“Sizlerden herhangi bir kimse, Ebu Katâde'ye, o yaban
eşeği üzerine saldırmasını emr yada bir şeyle işarette bulundu mu?” sözü buna
ifade etmektedir.
1113- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Beş hayvan vardır ki, bunların hepsi fasıktır.
Bunlar, Harem bölgesi dışında ve Harem bölgesinde de olsa öldürülür. Bunlar;
yılan, alaca karga, fare, kuduz köpek ve çaylak.”
[290]
Açıklama:
Bu hayvanlara, “Fasik”
isminin verilmesi; başkalarına eziyet vermek ve kargaşa çıkarmak suretiyle
hayvanların çoğunun yolundan çıkmış olmalarıdır. Bunlar, Harem bölgesi ve Harem
bölgesi dışında öldürülmeleri hususunda diğer hayvanlara ait hükümden çıkışları
sebebiyle de bu isim onlara verilmiş olabilir.
Bu beş hayvanın
öldürülmesi, ihramlı kimseye caizdir. Bu, ihramlı kimse için caiz olunca
ihramsız kimseler için ise öncelikli olarak caizdir.
1114- Ka'b
b. Ucre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Ka'b'ın yanında durmuştu. O sırada Ka'b'ın başından bitier saçılıyordu. Onun bu
durumumu gören Resulullah (s.a.v.), bana:
“Böceklerin sana eziyet veriyor mu?” buyurdu. Ben de:
“Evet” diye cevap
verdim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse başını traş et” buyurdu.
“içinizden hasta olan yada başından bir rahatsızlığı
bulunan ve bundan ötürü traş olmak zorunda kalan) kimseye, oruçtan yada
sadakadan yada kurbandan bir fidye lazım gelir”
[291]
ayeti, benim hakkında inmiştir. Bu ayetin inmesi üzerine Resulullah (s.a.v.),
bana:
“Üç gün oruç tut yada yaklaşık 9 kğ. ağırlığında olan
bir farak zahireyi altı fakire sadaka olarak ver yada kolayına gelen bir kurban
kes” buyurdu.
[292]
Açıklama:
Ka'b, Hudeybiyye
seferi sırasında başına bit musallat olmuştu. İhramlı olması hasebiyle de
başını yıkamamıştı. Çünkü başındaki bitleri öldürmekten korkuyordu. Bir
taraftan da sıcağın şiddetinden dolayı gözlerine bir zarar geleceğinden
endişelenmeye başlamışı ki, yüce Allah onun hakkında Bakara: 2/196. ayeti indirdi.
Bunun üzerine Ka'b, başındaki rahatsızlıktan dolayı saçlarını kesti. Bu
hareketinden dolayı fidye olarak kurbanlık bir koyun kesip etini Harem-i
şerifte bulunan fakirlere dağıttı.
Hanefilere göre;
İhramlı bir kimseye saçlarını izale etmesinden dolayı fidye gerekmesi için
saçlarının en az dörtte birini traş etmesi veya kesmesi gerekir. Dörtte
birinden daha azını kesen ihramlı için ise sadaka olarak yarım sa (1667 gr.)
buğday vermek gerekir. Bu, bir Fıtır sadakası miktarıdır. Hanefilere göre, bir
organın dörtte biri, bütünü hükmündedir.
Hadisin zahirine göre
fidye olarak; kurban kesmek, üç gün oruç tutmak ve fakirlere yemek yedirmek
olmak üzere üç çeşit ödeme yolu tavsiye edilmiş, fakat bunların nerede eda
edileceği konusunda herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Hanefilere göre; yemek
yedirmek için belli bir yer yoksa da, kurban kesmek için belli bir mekan tayin
edilmiştir. Bu da, Harem'in sınırlarıdır. Zaman tayini İse, kurban için
sözkonusu değildir. Oruç için, belli bir zaman ve mekan tayin edilmediği görüşünde
bütün alimler ittifak etmiştir.
1115- İbn
Buhayne (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Mekke yolunda ihramlı iken başının ortasından kan aldırmıştır.”
[293]
Açıklama:
Bu hadis; Resulullah
(s.a.v.)'in, ihramlı iken kan aldırdığını haber vermektedir. Bununla birlikte,
ihramlı bir kimsenin kan aldırması caizdir. İmam Ahmed, İmam Şafiî ile Ebu
Hanîfe bu görüştedir.
Bunlara göre, ihramlı
kimsenin, saç kesilmemek kaydıyla kan aldırmadan dolayı fidye dermek gerekmez.
Yalnız kan aldırırken saç kesilecek olursa, o zaman sahibine fidye vermek
serekir. Delilleri, Bakara: 2/196. ayettir.
1116- Nubeyh
b. Vehb'den rivayet edilmiştir:
“Biz, Ebân b. Osman'la
birlikte yola çıkmıştık. Medine'ye 28 yada 22 mü mesafede bulunan “Melel”
denilen yere vardığımızda, Ömer b. Ubeydullah gözlerinden rahatsızlandı.
“Ravhâ'ya vardığımızda rahatsızlığı arttı. Bunun üzerine Ebân b. Osman'a bu
durumu sormak için adam gönderdi. Ebân'da ona gözlerine acı bir ilaç çeşidi
olan “Sabır” çekmesi için haber gönderdi. Çünkü Osman (r.a);
“Resulullah
(s.a.v.)'in ihramh iken gözleri ağrıyan bir kimsenin gözlerine “Sabir”
çektirdiğini haber vermişti.
[294]
Sabr, acı bir ağacın
özüdür. Hadis, ihramh kimsenin tedavi maksatla gözlerine sabr denilen ileç ve
sürme gibi kokusuz şeyleri çekmesinin caiz olduğunu göstermektedir.
1117-
Abdullah b. Huneyn'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Abbâs
(r.a) ile Misver b. Mahrame (r.a), Ebvâ' denilen yerde anlaşmazlığa düştüler.
Abdullah İbn Abbâs:
“İhramlı kimse başını
yıkayabilir” dedi. Misver b. Mahrame İse:
“İhramlı kimse başını
yıkayamaz” dedi.
Bunun üzerine Abdullah
İbn Abbâs, beni, Ebu Eyyûb el-Ensârî (r.a)'a gönderdi. Ona, kuyunun başında iki
direk arasında bir elbiseyle perdelenmiş bir vaziyette yıkanırken buldum.
Selam verdim. Bunun üzerine Ebu Eyyûb el-Ensârî:
“Bu gelen kimdir?”
diye sordu. Ben de:
“Ben, Abdullah b.
Huneyn. Abdullah İbn Abbâs, beni:
“Resulullah (s.a.v.)
ihramlı iken başını nasıl yıkardı?” diye sormam için sana gönderdi” dedim.
Ebu Eyyûb el-Ensârî,
elini perdelenmiş olduğu elbiseye koyup hafifçe aşağı indirdi. Bu suretle
başını gördüm. Sonra kendisine su döken kimseye:
“Su dök” dedi. O da,
onun başına su döktü. Sonra ellerini öne ve arkaya çekerek başını oğuşturdu.
Sonra da:
“İşte Resulullah
(s.a.v.)'i böyle yaparken gördüm” dedi.
[295]
Açıklama:
Burada ihramlı bir
kimsenin saç dökülmemesinden emin olduğu zaman başını yıkarken eliyle başının
ovalamasının caiz olduğu belirtilmektedir. Hanefi imamları ile İmam Şafii bu
görüştedir.
1118
Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte ihramlı olan bir kimseyi, devesi düşürüp boynunu kırmıştı.
Sonra da o adam ölmüştü. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), o kimsenin
cenazesinin su ve sidirle yıkanılmasın!, koku sürünül memesini ve başının da
örtülmemesini emretti.
“Çünkü o kimse, kıyamet gününde saçları keçeleşmiş
olarak diriltilecektir”
buyurdu.
[296]
Açıklama:
İhramlı iken vefat
eden bir kimse, beline sardığı izar denilen eteklik ile omuzuna aldığı rida
denilen peştemali içerisinde kabre konur. Kefen için, bu iki elbise yeterlidir.
Başka bir kefene ihtiyaç yoktur. Çünkü esasen ihram hali, ölmekle sona
ermediğinden, ihramlı olarak ölen bir kimsenin ihramlılığı devam eder.
Dolayısıyla üzerine izar ve ridanın dışında kefen ismiyle de olsa başka bir
elbise giyemez, örtülemez. Çünkü şehidler, kıyamet gününde, şehid edildiği
andaki haleriyle Allah'ın huzuruna gelecekleri gibi ihramlı iken vefat eden bir
kimse de, Allah'ın huzuruna ihramlı olarak ve telbiye okuyarak gelecektir. Bu,
İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in görüşüdür.
İmam Ebu Hanîfe ile
İmam Mâlik'e göre ise; ihramlı kimse ölünce ihramlılık hali sona erdiğinden
aynen diğer cenazeler gibi kefenlenir, başı örtülür, üzerine güzel kokular
sürülebilir. Hz. Aişe ile Abdullah İbn Ömer'de bu görüştedir. Bu görüşte
olanlar, konumuzla ilgili hadisin, ölen o kimseyle alakalı olduğunu belirterek
hadisin hükmünün, sadece söz konusu şahsa ait olduğu, başkaları için geçerli
olmadığını söylemişlerdir.
1119- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), Dubâa bint.
Zübeyr'in yanına girip ona:
“Hacca gitmek istiyordun?” diye sordu. O da:
“Vallahi, kendimde
rahatsızlıktan/hastalıktan başka bir mazeret bulamıyorum” dedi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Haccını yap/niyet et”. Sonra da:
“Allahım! İhramdan çıkış yerim benim alıkoyduğun yere
kadar olsun”'diyerek şart koş”
buyurdu.
Dubâa, Mikdad b.
Esved'in hanımı idi.
[297]
Dubâa, Resulullah
(s.a.v.)'in amcasının kızıdır. Rahatsızlığı sebebiyle hac fiillerini
tamamlayamayacağından korktuğu için durumunu Resulullah (s.a.v.)'e anlatmış, o
da ibadetten aciz kaldığı yerde ihramdan çıkmayı şart koşmasını tavsiye
etmiştir.
Böyle bir şartın caiz
olup olmayacağı konusunda ihtilaf edilmiştir. İçlerinde Hz. Ömer, Hz. Osman,
Abdullah İbn Mes'ud, Abdullah İbn Abbâs, İmam Şafiî, İmam Ahmed'in bulunduğu
topluluğa göre böyle bir şart ileri sürmek caizdir.
Abdullah İbn Ömer, Hz.
Âişe, İmam Malik ile Ebu Hanife'nin bulunduğu topluluğa göre ise bu şekilde
ileri sürülen bir şart geçersizdir.
1120- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Esma” bint. Umeys, Zulhuleyfe'de bulunan ağacın
altında ihramti iken Ebu Bekr (r.a)'ın oğlu Muhammed’i doğurmuştu. Bunun
üzerine ResululIah (s.a.v.), Ebu Bekr'e; “Esma” bint. Umeys'in yıkanıp telbiye
getirmesi gerektiği talimatını verdi”
[298]
Açıklama:
Hadis, nifaslı ve
hayızlı kadınlann ihrama girebileceklerine delildir. Bunların ihram için
yıkanmaları Hanefiier iie Şafıilere göre müstehabtır. Hayızlı ve nifaslı
kadınlar, tavaf ile iki rekat tavaf namazından başka bütün hac fiillerini
yapabilirler.
1121- Hz.
Âişi (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Biz, Veda Haccı yılında Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte yola çıktık. Umre niyetiyle ihrama girdik. Dolayısıyla kurban edilmek
üzere Kabe'ye bir kurban göndermemiştim. Sonra Resulullah (s.a.v.):
“Kimin yanında kurban edilmek üzere Kabe'ye gönderilen
bir kurban varsa hacca, umreyle birlikte niyet etsin, sonra da ihrama devam
edip her ikisinin ihramından birlikte çıksın” buyurdu.
Ben, Mekke'ye hayızh olarak vardım. Bundan dolayı
Kabe'yi tavaf edemedim ve Safa ile Merve arasında da sa'y yapamadım. Bu durumu,
Resulullah (s.a.v.)'e şikayet ettim. Bana:
“Saçını çöz, taran ve hacca niyet et. Umreyi bırak”
buyurdu.
Ben de öyle yaptım. Haccı eda ettiğim sırada
Resulullah (s.a.v.), beni, kadeşim Abdurrahman b. Ebi Bekr'le
birlikte hacı
olarak varıp da ihramdan çıkmadığım umre yerim olan Ten'im'e gönderip umremi
bıraktığım yerden bana umre yaptırdı. Böylece umreyi de yapmış oldum.
Resulullah (s.a.v.), bana:
“Bu, kazaya kalan umrenin yerine geçer” buyurdu.
Bunun üzerine umreye niyet edenler; Kabe'yi tavaf ve
Safa ile Merve arasında sa'y yaptılar. Sonra da ihramdan çıktılar. Mina'dan
döndükleri zaman hacları için son bir tavaf daha yaptılar.
Hac ile umreyi birlikte yapanlara gelince, onlar,
sadece bir tavaf yaptılar.”
[299]
Açıklama:
Veda Haccı, hicretin
10. yılında yapılmıştır. Resulullah (s.a.v.), Medine'ye hicret ettikten sonra
sadece bu haccı İfa etmiştir.
Hz. Aişe, Zilhicce ayının
üçüncü günü “Şerif denilen yerde hayzı görmüş ve Kurban bayramı günü”
temizlenmiştir.
“Umreyi bırak”
ifadesi, Hz. Aişe'nin Kıran Haccına niyet ettiğine delildir.
Kabe'nin Şam tarafına
düşen kenarıdır.
Harem sınırları
içerisinde bulunan bir kimse, umre yapmak istediği zaman ihrama-girmek için
harem sınırları dışına çıkar.
Hac, yapılış biçimi
eda açısından üç çeşittir:
Umresiz yapılan
hacdır. Sadece hac ibadeti yapıldığı için “Umresiz hac” anlamında olmak üzere
bu ad verilmiştir.
Hac ayları içinde,
hacdan önce umre yapmayıp sadece hac niyetiyle ihrama girerek hac menâsikini
eda edenler, “İfrad haccı” yapmış olurlar. İster mikat sının dışında ve ister
mikat sır»rı içinde ikâmet etsin, herkes ifrad haccı yapabilir.
Aynı yılın hac
aylarında umre ayrı ihramla ve hac ayrı ihramla yapıldığı zaman, iki ihram
arasında, ihramsız, yani ihram yasaklarının bulunmadığı yasaksız zaman dilimi,
umre ile hac arasında hac yasaklannın söz konusu olmadığı serbest bir vakit
bulunduğu için bu ad verilmiştir.
Temettü haccı; aynı
yılın hac ayları içinde, umre ve haccı ayrı ayrı niyet ve ihramla yapmaktır.
Hac ayları içinde umre yapıp ihramdan çıktıktan sonra, aynı yıl hac için
yeniden ihrama girip hac menâsikini de eda eden uzak bölgelerden gelmiş
hacılar, temettü' haccı yapmış olurlar.
Umre ve haccın her
ikisine birlikte niyet edilerek aynı yılın hac ayları içinde umre ve haccı bir
ihramda birleştirmektir. Hac ve umre, tek ihramla yapıldığı için “Birleştirmeli
hac” anlamında bu adı almıştır.
Umre ve hacca, ikisine
birden niyet edip umreyi yaptıktan sonra ihramdan çıkmadan, aynı ihramla hac
Menâsikini de tamamlayan Afakiler Harem dışından gelen kimseler, “Kıran haccı”
yapmış olurlar.
[300]
Kıran haccı yapacak kişi;
mikatte yada daha önce, umre ile hacca birlikte niyet edip iki rekat namaz
kılar, sonra umre ile birlikte hacca niyet eder. Daha sonra telbiyede bulunur
ve ihramın şartlarını yerine getirir.
Hanefilere göre; bu üç
çeşit haccın fazilet bakımından sıralanışı şu şekildedir:
1- Kıran.
2- Temettü.
3- İfrâd.
Bütün ibadetlerde
olduğu gibi hac İbadetinde de fazilet; o biçim yada bu biçimde yapılmasından
ziyade, edasında gösterilen gayret, samimiyet, huzur, huşu ve ihlas
nispetindedir.
1122- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'le hacc aylarında, hacc
yerlerinde ve hacc gecelerinde hacca niyet ederek yola çıktık. Mekke'nin
sınırında olan “Şerif” denilen yerde konakladık. Peygamber (s.a.v.)
sahabilerinin yanına çıkıp:
“Sizden kimin yanında hedy kurban edilmek üzere
Kabe'ye gönderilen kurbanı yoksa ve haccını umreye çevirmek isterse haccını
fesh edip umre yapsın! Beraberinde kurban edilmek üzere Kabe'ye gönderilen
kurbanı olanlar bunu yapmasın!” buyurdu.
Bunun üzerine beraberinde kurban edilmek üzere Kabe'ye
gönderilen kurbanı olmayanlardan bâzıları umreye
niyet etti ve
bâzıları da bunu terk etti. Resulullah (s.a.v.)'in yanında kurban edilmek üzere
Kabe'ye gönderilen kurban vardı. Sahabilerinden durumu iyi olan bâzı kimselerin
de kurban edilmek üzere Kabe'ye gönderilen kurbanları vardı. Daha sonra
Resulullah (s.a.v.) benim yanıma girdi. Ben ağlıyordum. Bana:
“Niye ağlıyorsun?” diye sordu. Ben de:
“Sahabilerine söylediklerini işittim, umreyi de
duydum. Hâlbuki ben, umreden mahrumum” dedim, Resulullah (s.a.v.):
“Neyin var?” diye sordu. Ben de:
“Namaz kılamıyorum!” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Zararı yok! Sen, hacca niyetinde sabit ol! Umulur ki
Allah sana umreyi nasip eder. Sen de, ancak Adem'in kızlarından birisin. Allah
onlara neyi takdir buyurduysa, sana da onu takdir etmiştir” buyurdu.
Bunun üzerine haccıma devamla yola çıktım. Arafattan
sonra Mina'da konakladık. Artık temizlenmiştim. Sonra Mekke'ye gelip
Beytullah'ı tavaf ettik. Mina'dan son gelişte Resulullah (s.a.v.), “Muhassab”
denilen yerde konakladı. Abdurrahman b. Ebî Bekr'i yanına çağırıp:
“Kız kardeşini haremden çıkar. O, harem dışında umreye
niyetiyle ihrama girsin, sonra da Beytullah'ı tavaf etsin! “Ben, sizi burada
bekleyeceğim” buyurdu.
“Biz de Ten'îm'e çıktık, orada umreye niyetlendim.
Sonra Beytullah'ı tavaf ve Safa ile Merve arasını sa'y ettim. Daha sonra
Resulullah (s.a.v.)'in yanma geldik. O, gece yarısı, konakladığı yerde
duruyordu. Bana:
“Umreyi bitirdin mi?” diye sordu. Ben de:
“Evet, bitirdim” diye cevâp verdim.
Bunun üzerine sahabilerine hareket emrini verdi.
Kendisi de yola koyuldu. Beytullah'a sabah namazından önce varıp onu tavaf
etti, sonra Medine'ye doğru yola çıktı.”
[301]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)
hicretin 10. yılında halka haccedeceğini duyurdu. Bunun üzerine Resulullah
8s.a.v.) Zilkade ayının sonlarına doğru sahabileriyle birlikte Medine'den
Mekke'ye doğru yola çktı. "Şerif denilen yere geldiklerinde Resulullah
(s.a.v.), sahabilerine; beraberinde kurbanı bulunmayanların, haclarını umreye
çevirebileceklerini, kurbanı bulunanın ise haccını umreye çevire meyeceğini
bildirdi. Mekke'ye vannca kesinlikle kurbanı beraberinde olmayanların,
haclarını, umreye çevirmelerini ve ihramdan çıkmalarını, kurbanı beraberinde
olanlarınise ihramda kalmalannı emretti. Haccın fesh edilerek umreye
çevrilmesini Resulullah (s.a.v.)'den 14 sahabe rivayet etmiştir. Bunlar;
1- Hz. Aişe.
2- Hafsa.
3- Hz. Ali.
4- Hz.
Fatıma.
5- Esma
bint. Ebi Bekr.
6- Câbir b.
Abdullah.
7- Ebu Saîd
el-Hudrî.
8- Berâ b.
Âzib.
9- Abdullah
İbn Ömer.
10- Enes.
11- Ebu Musa
el-Eş'arî.
12- Abdullah
İbn Abbâs.
13- Sebra b.
Ma'bed el-Cühenî.
14- Sürâka
b. Mâlik el-Müdlicî.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in, sahabilerine; haccı, umreye çevirmelerini emretmesi şöyle
açıklanmaktadır: Araplar cahiliye döneminde hac aylan içinde umre yapmanın
yeryüzünde en büyük günahlardan sayıldığına inanıyorlardı. Sahabilerde, bunu bu
şekilde biliyorlardı, işte Resulullah (s.a.v.) bu inancı üç mertebeyle yok
etti:
1- Önce
ihramlanırken dileyen umre, dileyen de hacca ihramlansın diye serbest bıraktı.
2- “Şerif
denilen yerde bunu “Kurban: olmayan kimse istiyorsa haccını umreye çevirsin”
diye bir derece artırdı.
3-
Mekke'deki Safa ve Merve'den kurbanı olmayan herkese bunu vacip yaptı.
Resulullah (s.a.v.)
sahabileriyle birlikte Mekke'ye doğru hac için yola çıktıklarında ilk önce
sadece hacca niyet edildiği halde, sonradan hac umreye çevrilmiş, umreden sonra
tekrar hacca geçilmişti. Alimler, haccı feshederek umre yapma keyfiyetinin
sadece Resulullah (s.a.v.)'in sahabiîerine özgü bir durum olduğunu ifade
etmişlerdir. Bakara: 2/196'da hacca niyet edenlerin haccı tamamlamaları
emredilmiş olması, haçtan umreye geçmek mümkün değildir. Bugün hacılar, mikat
yerinde ne çeşit hac yapacaklarsa niyetlerini belirtmeleri gerekir. Haccın
umreye çevrilmesi sadece o yıla aittir. Abdullah İbn Abbâs ise, bu görüşün
aksini savunmuştur.
1123- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Zi'1-Hicce ayının dördüncü sabahı gelip bize ihramdan çıkmamızı emretti. Sonra
da:
“İhramdan çıkın, kadınlarınızla cinsel ilişkiye
girebilirsiniz!” buyurdu.
Hadisin ravisi Ata der
ki:
“Peygamber (s.a.v.),
sahabilerine, kadınlarla cinsel ilişkiye girmeyi kesin olarak emretmedi, fakat
kadınları onlara helâl kılmıştır.
Câbir sözüne devamla
der ki:
“Biz: Arefe ile
aramızda ancak beş gece kalmışken Resulullah (s.a.v.) kadınlarımızla cinsel
ilişkiye girmeyi, sonra erkeklik organlarımızdan sperm damlayarak Arafat'a
gelmemizi mi bize emretti?” dedik.
Ata der ki:
“Câbir bunu söylerken
eliyle Peygamber (s.a.v.) aramızda ayağa kalktığını işaret etmekteydi. Elini
hareket ettirerek yaptığı işareti hâlâ görür gibiyim.”
Sonra Peygamber
(s.a.v.) ayağa kalkıp:
“Bilirsiniz ki, ben, sizin Allah'dan en fazla
korkanınız, en doğru söyleyeniniz ve en
iyinizim. Yanımda kurban edilmek üzere Kabe'ye gönderilen kurbanım olmasaydı
mutlaka ben de sizin çıktığınız gibi ihramdan çıkardım. Hac aylarında umrenin
caiz oluşu ihrama girerken önüme çıksaydı yanımda kurban edilmek üzere Kabe'ye
gönderilen kurban getirmezdim. Artık ihramdan çıkın!” buyurdu.
Bunun üzerine ihramdan
çıktık. Resulullah (s.a.v.)'in emrini dinledik ve ona itaat ettik.
Hadisin ravisi Ata der
ki: Câbir dedi ki:
“Az sonra Ali
Yemen'deki vergi toplama görevinden geldi. Resulullah (s.a.v.), ona:
“Neye niyetlenerek ihrama girdin?” diye sordu. Ali:
“Peygamber (s.a.v.)
neye niyetlenerek ihrama girdiyse ben de ona niyet ederek ihrama girdim” diye
cevâp verdi.
Resulullah (s.a.v.),
ona:
“Kurban edilmek üzere Kabe'ye kurban şevket ve ihramli
olarak bekle!”
buyurdu. Bunun üzerine
Alî, hac için kurban edilmek üzere Kabe'ye kurban şevketti. Surâka İbn Mâlik
İbn Cu'şum:
“Ey Allah'ın resulü!
Hac aylarında umrenin caiz olması, bu yılımıza mı özgü müdür, yoksa ebedi
midir?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.)'de:
“Ebedidir”
diye cevap verdi.
[302]
1124-
Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Biz, Resulullah (s.a.v.)'le birlikte
hac için:
“Lebbeyk” diyerek
Mekke'ye geldik, Resulullah (s.a.v.), bize, bu haccı umreye çevirmemizi
emretti.”
[303]
Açıklama:
Hadiste işaret
olunduğu üzere, temettü haca önce umre için tavaf ve sa'y yaparak ihramdan
çıkarak, sonra Zilhicce'nİn 8. günü olan tevriye günü hacca niyet ederek tekrar
ihrama girmek suretiyle yapılan haçtır.
1125-
Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali'den rivayet edilmiştir;
“Câbir b. Abdullah'ın
yanına girdik. O, yanma girenlerin kimler olduğunu sordu. Sıra bana gelince:
Ben, “Muhammed b. Aİi
b. Hüseyin'im” dedim. Bunun üzerine eliyle başıma uzanarak üst düğmemi çıkardı.
Sonra alt düğmemi de çıkardı. Sonra avucunu memelerimin arasına koydu. Ben, o
zaman genç bir çocuktum. Bana:
“Hoş geldin kardeşimin
oğlu! Dilediğini sor” dedi. Ben de sordum.
“Onun gözleri
görmüyordu. Namaz vakti gelince bir dokumaya sarınarak namaza kalktı. Dokuma
küçük olduğu için omuzlarına koydukça iki tarafı geriye dönüyordu, Cübbesi de
yanıbaşında askıda duruyordu. Bize namazı kıldırdı. Daha sonra ona:
“Bana, Resulullah
(s.a.v.)'in haccını anlat” dedim. Câbir eliyle dokuz işareti yaparak:
“Doğrusu Resulullah
(s.a.v.) haccetmeden dokuz sene Medine'de durdu, sonra onuncu sene kendisinin
haccedeceğini halka bildirdi. Bunun üzerine Medine'ye birçok insan geldi.
Bunların hepsi, Resulullah (s.a.v.)'e uymanın çaresini arıyor, onun ameli gibi
amelde bulunmak istiyorlardı. Derken
onunla birlikte yola
çıktık. Medinen'nin güney doğusunda, Mescid-i Nebevî'ye 18 km. mesafede
bir yer olan Zu'1-Huleyfe'ye varınca Esma bint Umeys, Muhammed b. Ebi Bekr'i
doğurdu. Nasıl hareket edeyim diye Resulullah (s.a.v.)'e haber gönderdi. Peygamber
(s.a.v.), ona:
“Yıkan, bir elbiseye sarın ve ihrama gir!” diye cevâp verdi. Daha sonra Resulullah (s.a.v.)
(oradaki) mescitte namaz kıldı, sonra devesi Kasvâ'ya bindi. Devesi, Resulullah
(s.a.v.)'i Beydâ düzlüğüne çıkardığı zaman onun önünde gözümün görebildiği
kadar binekli ve yayalı gördüm. Bir o kadar sağında, bir o kadar solunda, bir o
kadar da arkasında vardı. Resulullah (s.a.v.) aramızda bulunuyordu. Kur'ân ona
iniyor, açıklamasını da o biliyordu. O ne yaparsa biz de onu yapıyorduk.
Derken:
“Lebbeyk! Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk. Inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke
ve'1-mülk. Lâ şerike lek” Allahım! Tekrar tekrar icabet sana. Tekrar tekrar
icabet sana. Tekrar tekrar icabet sana. Senin ortağm yoktur. Emret! Hamd, Sana
mahsustur. Nimeti veren Sensin. Mülk Senindir, Senin benzerin ve ortağın
yoktur” tevhid sözlerini yüksek sesle
söyledi.
İnsanlar da, öteden
beri getirmekte oldukları bu telbiyeyi yüksek sesle getirdiler. Resulullah
(s.a.v.) bundan dolayı kendilerine bir şey demedi. O, kendi telbiyesine devam
etti. O sıralarda biz ancak hacca niyet ediyor, umreyi bilmiyorduk. Onunla
birlikte Kabe'ye vardık. O, Haceru'I-Esved'i selamladı. Üç tur hızlı, dört de
normal yürüyüşle tavaf yaptı. Sonra İbrahim (a.s)'ın makamına ulaşıp;
“Siz de, İbrahim'in makamından namazgah edinin!”
[304]
ayetini okudu.
Makamı, kendisi ile
Beytullah arasına aldı. İki rekat namaz kıldı. Birinci rekatta Fatiha'dan sonra
İhlas suresini, ikinci rekatta ise Fatiha'dan sonra Kafirun suresini okudu.
Hadisin ravisi Ca'fer
b. Muhammed:
“Babam Muhammed,
Câbir'in, bunu, kendiliğinden değil, bizzat Peygamber (s.a.v.)'den duyarak
söylediğini biliyorum” dedi.
Sonra tekrar
Haceru'I-Esved'e dönüp onu selamladı. Sonra Safa kapısından Safa Tepesine
çıktı. Safa Tepesine yaklaşınca:
“Doğrusu Safa ile Merve, Allah'a ibadet etmeye vesile
olan nişanelerdir”
[305]
ayetini okudu ve:
“Allah'ın başladığından başlıyorum” diyerek Safâ'dan başladı. Ta Beytullah'ı görünceye
kadar onun üzerine çıktı. Beytuilah'ı görünce kıbleye döndü. Daha sonra şu
sözlerle Allah'ı tevhid eyledi ve O'na tekbir getirip:
“Lâ ilahe illallâhu vahdehu lâ şerike leh.
Lehu'l-mulku ve lehu'l-hamdu ve huve ala külli şey'in kadîr. Lâ ilahe illallâhu
vahdehu ve enceze va'dehu ve nasara abdehu ve hezemetu'l-ahzâbe vahdehu” Bir
tek Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur,O'nun ortağı yoktur. Mülk, O'nundur.
Hamd de, O'na mahsûstur. O, her şeye kadirdir! Bir tek Allah'tan başka ilâh
yoktur. Vaadini yerine getirdi. Kulunu muzaffer kıldı. Yalnız başına bütün
hizipleri bozguna uğrattı” buyurdu.
Bu arada dua okudu. Bu
söylediklerini üç defa tekrarladı. Sonra Merve'ye doğru indi. Ayakları,
vadinin ortasına indiğinde hızlıca yürüdü. Ayaklan vadiden çıkınca normal
yürüyüşüne devam etti. Nihayet Merve'ye seldi. Merve'de dahî Safâ'da yaptığı
gibi hareket etti. Merve üzerinde son tavafını yaparken:
“Eğer hac aylarında umrenin caiz oluşu ihrama girerken
önüme çıksaydı, kurban edilmek üzere Kabe'ye kurban sevketmezdim. Haccımı da,
umre kılardım. Sizden heer kimin yanında kurbanlığı yoksa hemen ihramdan çıksın
ve haccim umreye çevirsin!” buyurdu.
Bunun üzerine Sürâka
İbn Mâlik b. Cu'şum ayağa kalkıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Haccı umreye çevirme işi, sadece bizim bu senemize mi özgü, yoksa ebedi mi?”
diye sordu. Resulullah (s.a.v.) parmaklarını birbirine kenetleyip iki defa:
“Umre, hacca dâhil olmuştur. Hayır, ebedî olarak devam edecektir!” buyurdu.
Ali (r.a), Yemen'den
Resulllah (s.a.v.)'in develerini getirdi. Fâtıma (r.anhâ)'yı ihramdan çıkanlar
içerisinde buldu. Fâtıma, boyalı elbiseler giymiş ve sürme çekinmişti. Ali,
onun bu yaptığını beğenmedi. Fâtıma:
“Bunu, bana babam
emretti!” dedi. Ali, Irak'ta iken şöyle derdi:
Bunun üzerine ben
Fâtıma'yı bu yaptığından dolayı azarlatmak ve Resulullah (s.a.v.) nâmına
söylediklerini sormak için Resulllah (s.a.v.)'e gittim. Ona, Fâtıma'nm
yaptıklarını beğenmediğimi ona haber verdim. Resulullah (s.a.v.):
“Doğru söylemiş, doğru söylemiş. Sen, hacca
niyetlenirken ne dedin?”
buyurdu.
Ben:
“Rabbim! Resulün neye
niyetlenerek ihrama girdiyse, ben de ona niyetlenerek ihrama girdim” cevabını
verdim. Resulullah (s.a.v.):
“Benim yanımda kurbanlığım var. Dolayısıyla ben
ihramdan çıkmıyorum. Sen de ihramdan çıkma!” buyurdu.
Ali'nin Yemen'den
getirdikleri ile Peygamber (s.a.v.)'in beraberinde getirdikleri kurbanlıkların
toplamı, yüz adet idi. Derken cemâatin hepsi ihramdan çıkıp saçlarını
kısalttılar. Sadece Peygamber (s.a.v.) ile yanlarında kurbanlık bulunanlar
hariç idi.
Zilhicce'nin 8. günü
olan Terviye günü gelince, hacca niyetle ihrama girip telbiye getirerek Mina'ya
doğru hareket etti. Resulullah (s.a.v.) hayvanına binmişti. Mina'da öğle,
ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarını kıldı. Sonra güneş doğuncaya kadar
biraz daha orada durdu. Sonra Arafat'a yakın bir yer olan “Nemira” denilen
yerde kendisi için kıldan bir çadır kurulmasını emretti.
Daha sonra Resulllah
(s.a.v.) yola koyuldu. Kureyş kendilerinin câhiliyet devrinde yaptıkları gibi
onun da Müzdelife'de bir dağın ismi olan Meş'ari Haram'da vakfe yapacağını
ileriye geçmiyeceğini düşünüyordu. Resulullah (s.a.v.) Müzdelife'yi geçip
Arafat'a vardı. Çadırını, “Nemira” denilen yerde kurulmuş olarak buldu. Orada
konakladı. Güneş, tam tepe noktasından batıya doğru meyledince, devesi
Kasvâ'nın hazırlanmasını emretti. Bunun üzerine Kasva'ya semer vuruldu.
Daha sonra Urane
vârisine geldi ve cemaata hutbe okuyup:
“Doğrusu sizin kanlarınız ve mallarınız şu beldenizde,
şu ayınız da, şu gününüzün hürmeti gibi birbirinize haramdır.
Dikkat edin! Câhiliyet işlerine ait her şey
ayaklarımın altına konmuştur.
Câhiliyet devrinin kandâvaları da kaldırılmıştır. Bize
ait olan kan dâvalarından ilk kaldırdığım ilk kan dâvası, Rabîa
İbnu'l-Hâris'in oğlunun kan davasıdır. Rabîa'nın oğlu, Sa'd oğulları
kabilesinde çocuğu için süt anne
aramaktayken Huzeyl kabilesi onu öldürmüştü.
Câhiliyet devrinin ribası da kaldırılmıştır. ilk
kaldırdığım ribâ, bizim yâni Abbâs b. Abdîlmuttalib'în ribâsıdır. Bu ribânın
hepsi muhakkak kaldırılmıştır.
Kadınlar hakkında Allah'tan korkun. Çünkü siz, onları
Allah'ın emânıyla aldınız ve onları Allah'ın kelimesiyle kendinize helâl
kıldınız. Döşeklerinize, sevmediğiniz bir kimseye ayak bastırmamaları sizin,
onlar üzerindeki hakkınızdır. Bunu yaparlarsa, onları zarar vermemek şartıyla
dövün. Onların sizin üzerinizdeki hakkı da, yiyeceklerini ve giyeceklerini mâr-uf
şekilde vermenizdir.
Size öyle bir şey bıraktım ki ona sımsıkı sarıhrsanız
bir daha asla sapmazsınız. Size, Allah'ın Kîtab'ını bıraktım.
Size, kıyamet günü ben sorulacağım. O zaman ne
diyeceksiniz?” buyurdu. Sahabiler:
“Risâletini tebliğ
ettiğine, görevini yerine getirdiğine ve nasîhatta bulunduğuna şahitlik
ederiz” dediler.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.), şehâdet parmağını göğe doğru kaldırıp onunla insanlara
işaret ederek üç defa:
“Rabbim! Şâhid ol! Rabbim! Şâhid ol!” buyurdu.
Daha sonra ezan okutup
kamet getirterek öğle namazını kıldırdı. Sonra kamet getirterek ikindiyi de
kıldırdı. Bu iki farz namaz arasında başka namaz kıldırmadı.
Bundan sonra hayvanına
binerek vakfe yerine geldi. Devesi Kasvâ'nın göğsünü kayalara çevirdi.
Yayahlanrın toplandığı, yeri önüne aldı ve kıbleye döndü. Artık güneş
kavuşuncaya kadar vakfe hâlinde kaldı. Güneşin sarılığı biraz gitmişti. Nihayet
tamamen kayboldu. Resulullah (s.a.v.), Üsâme'yi terkisine alıp yola koyuldu.
Kasvâ'nın yularını o kadar kasmışti ki, nerdeyse başı, semerinin altındaki
deriye çarpıyordu. Sağ eliyle de:
“Ey cemâat! Sükûneti koruyun, sükûneti koruyun!” diye işaret ediyordu.
Kum tepeciklerinden
birine geldikçe hayvanın dizginini, düze çıkıncaya kadar biraz gevşetiyordu.
Nihayet Müzdelife'ye vardı. Orada akşam ile yatsıyı bir ezan ve iki kametle
kıldırdı. Bu iki farz namaz arasında hiç bir nafile namaz kılmadı. Sonra
Resulullah (s.a.v.) şafak doğuncaya kadar uzandı. Sabah aydınlanınca bir ezan
ve bir kametle sabah namazını kıldırdı. Sonra Kasva'ya binip Meş'ar-i Harâm'a
geldi.
Kıbleye karşı dönüp
Allah'a dua etti, tekbîr Allahu Ekber getirdi, tehlîl ve tevhîdde La ilahe
illallah'da bulundu. Ortalık iyice aydınlayıncaya kadar vakfeye devam etti.
Daha sonra güneş
doğmadan yola koyuldu. Terkisine de Fadl b. Abbâs'ı aldı. Fadl; saçı güzel,
beyaz ve yakışıklı bir kimseydi. La ilahe illallah yola çıkınca bir takım
kadınlar yanından koşarak geçti. Fadl onlara bakmaya başladı. Bunun üzerine
yanından koşarak elini Fadl'ın yüzüne koydu. Fadl da yüzünü öbür tarafa
çevirerek bakmaya başladı. Bu defa Resulullah (s.a.v.)'de elini öbür tarafa
çevirerek Fadl'ın yüzüne kapadı. Fadl yüzünü öbür tarafa çevirerek bakıyordu.
Nihayet Muhassir vadisinin ortasına vardı. Hayvanını biraz daha sürdü. Sonra
'büyük cemre'ye çıkan orta yolu tuttu. Nihayet ağacın yanındaki cemreye/Akabe
Cemresine vardı. Oraya, yedi ufak çakıl taşı attı. Bunlar, atılan ufak taşlar
gibiydi. Onları, vadinin içinden attı. Her birini atarken tekbir getiriyordu.
Daha sonra kurban
yerine gidip kendi eliyle aitmışüç deve boğazladı. Sonra bıçağı Ali'ye verdi.
Geri kalan otuzyedi deveyi de Ali boğazladı. Resulullah (s.a.v.), Ali'yi kendi
kurbanlıklarına ortak yapmıştı. Sonra her deveden bir parça alınmasını emretti.
Bunlar bir çömleğe konarak pişirildi. İkisi de develerin etinden yeyip
çorbasından içtiler.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.) devesine bindi, Beytullah'a varıp orada veda tavafı yaptı. Tavaftan
sonra Mekke'de öğle namazını kıldırdı. Sonra da zemzem suyu dağıtan
Abdulmuttalib oğullarının yanlarına gelip onlara:
“Ey Abdulmuttalib oğulları! Su çıkarın! İnsanların hac
fiillerinden sanarak su çıkarmanız hususunda başkalarının size galebe
çalacağından endişe etmeseydim, ben de sizinle birlikte su çıkarırdım” buyurdu.
Bunun üzerine onlar,
Resulullah (s.a.v.)'e bir kova zemzem suyu takdim ettiler. Resulullah
(s.a.v.)'de bu zemzem suyundan içti.
[306]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.),
Arafat'ta Cuma günü bineğinin üzerinde insanlara bir hutbe okuyup konuşmasında
İslam'ın temel esaslarını açıkladı. Şirk ve cahiliye adetlerini, o konuşmasıyla
çökertti. O hutbede; dinlerin haramlığında ittifak ettiği kan, mal ve ırz gibi
hakların çiğnenmesinin haram oluşunu ilan etti. Cahiliye dönemi faizinin
hepsini kaldırdı. Kadınlara iyi davranılmasını tavsiye etti. O hutbede Muhammed
ümmetine, Allah'ın kitabına sımsıkı sanlamalrını haber verdi. Sonra onlara
kendi yaptığı tebliğden kıyamet günü sorulduğunda ne diyeceklerini sordu.
Onlarda, tebliğ yaptığını, Allah'ın emanetini yerine getirdiğini söylediler. O
zaman şahadet parmağını göğe doğru kaldırıp onları üç kere şahit tuttu. Sonunda
ise; orada bulunanların, bulunmayanlara bunu tebliğ etmelerini onlara emretti.
Hutbe bitince, Bilâl'e
ezan okumasını emretti. O da ilk önce ezan okudu. Ardından da namaz için kamet
getirdi. İik önce öğleyi, kıraati gizliyerek iki rekat kıldırdı. Sonra tekrar
kamet getirtdi. İkindiyi de aynen iki rekat kıldırdı. Beraberinde bulunanlarda
cem ederek namazlannı kıldılar. O gün, Cuma idi.
İslam Tarihi'nde bu
hutbe; “Veda Hutbesi” olarak bilinir. Arafat'ta vakfenin hikmeti şudur:
müslümanların aynı zaman ve mekanda, Allah'ın rahmetini arzulayarak samimiyetle
dua ve niyaz ederek yalvarıp yakararak bir araya gelip toplanmalarını,
bereketlerin inmesi hususunda büyük etkisi olur. Bu sebeple şeytan, o gün, son
derece hakir ve perişan olur. Ayrıca müslümanların bir tek vücut halinde bu
kutsal mekanda toplanmaları bir tür gövde gösterisi mahiyetindedir.
1126- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ben şurada kurban kestim. Mina'nın her tarafı, kurban
kesme yeridir. Dolayısıyla Mina'da konakladığınız yerlerde kurban kesin.
Ben şurada vakfe yaptım. Arafat'ın her tarafı, vakfe
yeridir. Ben, şurada da vakfe yaptım. Müzdelife'nin her tarafı da, vakfe
yeridir.”
[307]
Açıklama:
Vakfe kelimesi,
sözlükte; durmak demektir. Hacc terimi olarak ise; haccın farzlarında birini
ifade eder.
Hacc ibadetinin iki
vakfesi vardır;
Bu rükündür. Vakfe
deyince, ilk akla gelen budur. Bu, herhangi bir sebeple eksik oluyorsa, hacc
sahih olmaz. Daha sonraki yılda yenilenmesi gerekir.
Bu, rükün değildir,
vaciptir. Herhangi bîr sebeple eksik olduğu takdirde kurban keserek haçtaki
eksiklik giderilebilir. Haccın daha sonraki yılda iadesi gerekmez.
Arafat Vakfesinin
sahih olması için üç şart vardır:
a- İhramlı
olmak
b- Arafat
sınırları içinde vakfeyi yapmak
c-
Zilhicce'nin 9. günü güneşin öğleden tepe noktasına ulaşma anından Zilhicce'nin
10. günü tan yerinin ağarmasına kadar olan vakittir. Bu vakit içinde Arafat'ta
bulunmak esastır. Şuur, niyet, bilgi aranmaz. Bu vakit içinde Arafat'ta bir an
olsun durmak yeter.
1127- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Kureyş ile onların
dininde bulunan kimseler, Müzdelife de vakfe yaparlardı. Onlara, Hums'
denilirdi. Diğer Arap kabileleri ise, Arafat'ta vakfe yaparlardı. İslam gelince,
yüce Allah, Peygamber (s.a.v.)'e; Arafat'a giderek orada vakfe yapmasını,
sonra oradan hareket etmesini emretti. İşte bu, Yüce Allah'ın;
“Sonra insanların sel gibi aktığı yerden siz de akın
edin”
[309]
ayeti kerimesidir.
[310]
Arafat: Urane vadisinden başlayarak karşıki dağlara doğru uzanan sahadır.
Arafat'ta vakfe durma
zamanı, Arefe günü zeval vaktinden kurban bayramının birinci, gününün fecrinin
doğuşuna kadar olan herhangi bir zamandır. Bu süre içerisinde bir an dahi
durmakla vakfe yerine getirilmiş olunur.
Hacıların Arafat'tan
sökülerek yollan doldurmaları; dereleri doldurup taşıran sellere benzediği için
Bakara: 2/199'da “İfâza” akın etme tabiri kullanılmıştır.
Müzdelife ise; Mina
ile Arafat arasındadır. Aralarındaki mesafe, iki saattir. Bu yerde, Mina'ya
yaklaşıldığı veya Allah'a yakınlık elde edildiği için oraya “Müzdelife”
denilmiştir.
Arap kabilelerinden
olan Nadr kabilesi, Harem dahilinde birbirleriyle karışıp toplandıktı için
kendilerine “Toplamak” anlamında “Kureyş” denilmiştir.
“Hums”, cahiliye
döneminde Kureyş'in icat ettiği dinî bir asalet ve şereflilik unvanıdır.
Kureyşliler, Fil Olayından önce yada sonra, Harem içinde yaşayan Kureyş, Huzâa,
Kinâne gibi kabilelerin Hıll denilen yerlerde yaşayanlarla eşit olmadıklarını,
Harem dahilinde yaşayanların Kabe'ye nispetle asaletli olduklarını iieri sürüp
bu asaletli kabilelere “Hums” unvanı vermiş ve bunların Arafat'ta diğer Arap
kabileleleriyle bir arada vakfe ve ifada yapmalarının uygun olmayacağına karar
vermişlerdi. Böylece herkes, Arafat'ta vakfe ve ifada yaparken bu “Hums”
kabüeleleri Müzdelife'de toplanıp özeî olarak vakfe yaparlardı.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'de, kendisine peygamberlik verilmezden önce Arafe gününde Arafat'ta
vakfe yapanlarla birlikte vakfe yaptığı gibi ertesi günü sabahleyin
Kureyşlilerle birlikte Müzdelife'de vakfe yapardı.
[311]
islamiyet gelince,
yüce Alİah, haccı farz kıldı. Haccın rüknü olarak Arafat'ta vakfe yapılmasını
emretti. Oradan da Müzdelife'ye akın edilmesini istedi.
1128-
Cübeyr
b. Mut'îm (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir devemi
kaybetmiştim. Arefe günü onu aramaya gittim. Resulullah (s.a.v.)'i, halkla
birlikte Arafat'ta vakfe halinde gördüm. Bunun üzerine kendi kendime:
“Vallahi, bu,
Hums'tandır. Onun burada ne işi var?” dedim. Çünkü Kureyş, Hums'tandı.
[312]
Cübeyr b. Mut'im, Veda
haccından önce Mekke'nin fethi sırasında müslüman olmuş, fakat Bakara: 2/199.
ayetinden ve Hums'un kaldırıldığından haberi yoktu. Hatta Humeydî'nin
“Müsned”inde geçen rivayete göre Cübeyr, Veda haccına da katılmamış, devesini
arayarak Arafat'a geİmiş, Peygamber (s.a.v.)'i halkla birlikte vakfede görünce
Haşim oğullannın öz evladının halk içerisine kanşarak vakfe etmesi garibine
gitmişti.
Hums'a dahil olanların
Arafat'ta kurbanla bir arada vakfe ve bunu yapmanın doğru olmayacağı hurafesi
ve imtiyazlı bir sınıf ayırımı Bakara: 2/199 tarafından yasaklanmı ve
yasaklama, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından uygulanmıştır.
1129- Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Bathâ'da mola verdiği bir sırada yanma varmıştım. Bana:
“Hacca niyetlendin mi?” diye sordu. Ben:
“Evet!” diye cevap
verdim. Resulullah (s.a.v.):
“Neyi niyet ederek ihrama girdin?” diye sordu. Ben:
“Peygamber (s.a.v.)'in
niyetlenerek ihrama girişi gibi niyetlenerek ihrama girerek “Lebbeyk” dedim”
diye cevap verdim. Resulullah (s.a.v.):
“İyi etmişsin. Öyleyse Beytullah'ı tavaf ve Safa ile
Merve'yi sa'y et, sonra da ihramdan çık!” buyurdu.
Bunun üzerine
Beytullah'ı tavaf ve Safa ile Merve'yi sa'y ettim. Sonra Kays oğullarından bir
kadının yanına vardım. Başım bitlenmişti. Kadın başımı ayıkladı. Sonra hacca
niyet edip ihrama girdim.
Ebu Musa el-Eş'arî der
ki: Başkalarına da böyle fetva verirdim. Ömer (r.a) hilâfete geçince bir adam:
“Ey Ebu Musa!” Yada:
“Ey Abdallah b. Kays!
Hac ile umreyi birleştirme ile ilgili fetva verme hususunda biraz ağır ol!
Çünkü sen, müminlerin Emirinin hacc ibâdetleri hakkında senden sonra nasıl bîr
uygulama ortaya koyduğunu bilmiyorsun!” dedi. Bunun üzerine ben, halka
hitaben:
“Ey cemâat! Biz, kime
hac hakkında bir fetva verdîkse, o kimse teenniyle hareket etsin! Çünkü
müminlerin Emîri yanınıza gelmektedir. Siz, ancak ona uyun! Benimkine uymayın”
dedim.
Daha sonra Ömer geldi.
Bunu, ona anlattım. Ömer:
“Eğer Allah'ın
Kitab'ıyla amel edecek olursak şüphe yok ki, Allah'ın Kitab'ı ihramı
tamamlamayı emretmektedir”
[313]
Eğer Resulullah'ın sünnetiyle amel edecek olursak şüphe yok ki Resulullah'da
kurbanlık kendi yerine ulaşmadıkça ihramdan çıkmamıştır” dedi.
[314]
1130-
Abdullah
b. Şakîk'ten rivayet edilmiştir:
“Osman, hacda umreden
yararlanmayı yasaklıyordu. Ali ise bunu yapılmasını emrederdi. Bunun üzerine
Osman, Ali'ye bir söz söyledi. Sonra Ali:
“Doğrusu bilirsin ki,
biz, Resulullah (s.a.v.)'le birlikte “Temettü Haca” yapmışızdır” dedi. Osman:
“Evet, ama biz kork
tuğumuz için bunu yapmıştık” dedi.”
[315]
1131- İmrân
b. Husayn (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bilmiş ol ki,
Resulullah (s.a.v.), hac ile umreyi birleştirmiştir. Kur'an'da bu konuyu
yasaklayan bir hüküm inmemiş ve Resulullah (s.a.v.)'de bunu yasaklamamıştır.
Fakat bir kimse kendi görüşüyle istediğini yapıp söylüyor.”
[316]
1132-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Veda haccında umre ile haccı birleştirerek temettü yaptı ve yanında getirdiği
kurbanlığını kesti. Kurbanlığı, Zulhuleyfe'den beraberinde götürdü. Önce umre,
sonra da hacca için teîbiye getirdi. Halk da, Resulullah (s.a.v.)'le birlikte
umre ile haccı birleştirerek temettü yaptılar. Halktan bâzıları hedy kurbanı
alıp Kabe'ye göndermiş, bâzıları da almamıştı. Resulullah (s.a.v.) Mekke'ye
varınca halka hitaben:
Sizden her kim hedy
kurbanı getirdiyse o kimse haccıni eda edinceye kadar kendisine haram olan hiç
bir şeyi kendisine helal kılamaz. Sizden kim hedy getirmediyse hemen
Beytullah'ı tavaf ve Safa ile Merve'ye sa'y etsin, saçını kısaltarak ihramdan
çıksın! Daha sonra da hacca telbiye getirerek kurban kessin! Hedy kurbanı
bulamayan, hacc esnasında üç, ailesinin yanına döndüğü zaman ise yedi gün oruç
tutsun' buyurdu.
Resulullah (s.a.v.)
Mekke'ye vardığında tavaf yaptı. ilk işi, rüknü/Kabe'yi selamlamak oldu. Sonra
yedi tavafın üçünde hızlı adımlarla, dördünü ise normal yürüyüşle yürüdü.
Nihayet Beytullah'ın tavafını bitirince Makam-i İbrahim'in yanında iki rek'at
namaz kıldı. Sonra selâm vererek namazdan çıktı. Safa'ya gidip Safa ile Merve
arasında yedi defa tavaf yaptı. Sonra bütün hac fiillerini bitirip Kurban
bayramı günü kurbanını kesinceye kadar ihramlıya haram olan şeylerin hiçbirini
yapmayarak ihramdan çıkmadı. Bunları bitirdikten sonra Mekke'ye inip
BBeytullah'ı tavaf etti. Bundan sonra ihrama girince kendisine haram kılman her
şeyi kendisine helal kıldı. Halktan yanında kurbanlık götürenler de, Resulullah
(s.a.v.)'in yaptığı gibi yaptılar.
[317]
1133-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Hafsa (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu insanlara ne oluyor ki, sen umrenden dolayı çıkmadığın halde onlar umreyle
ihramdan çıkıyorlar?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Ben saçımı toparlayıp yapıştırdım. Kurbanımı
belirledim. Artık kurbanımı kesene kadar ihramdan çıkamam” buyurdu.
[318]
1134-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Ömer,
Yezid'in, Kabe'yi kuşatma altına alıp da mancınıkla topa tuttuğu kargaşalık
yılında hac için değil de sadece umreye niyet ederek yola çıkmıştı. içinden
de:
“Eğer Kabe'yi tavaf
etmekten ahkonulursam ben de Resulullah (s.a.v.)'le birlikte olduğumuz
(Hudeybiye yılında umre için yola çıkıp ta Kureyşli kafirlerin, Resulullah ile
Kabe arasına girip bizi engellemelerinden dolayı ihramdan çıkmak suretiyle
yaptığımız gibi ben de aynısını yaparım” dedi.
Böylece yola çıktı.
Umreye telbiye getirerek yürüdü. İhrima girilen Zulhuleyfe'ye yakın bir bölge
olan Beydâ denilen yere çıktığı zaman arkadaşlarına bakıp:
“Hac ile umrenin
durumu birdir. Sizi şahit kılarım ki, ben umreyle birlikte hacca da niyet
ettim” dedi
Böylece yoluna devam
etti. Kabe'ye varınca onu yedi defa tavaf etti. Safa ile Merve arasında da yedi
defa sa'y yaptı. Buna ilave etmedi. Bunun kendisine yeterli olduğunu görüp
kurbanını kesti.
[319]
1135-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir
“Biz, Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte sadece hacca telbiye getirdi/niyet etti.”
[320]
1136- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Peygamber
(s.a.v.)'i, hac ile umrenin her ikisi için telbiye getirirken işittim.
Hadisin ravisi Bekr
der ki:
“Bunu, Abdullah İbn
Ömer'e anlattım. O da:
“Resulullah (s.a.v.)
sadece hac için telbiye getirdi” dedi.
Derken Enes'e
rastlayıp Abdullah İbn Ömer'in bu konuyla ilgili sözünü ona anlattım. Enes:
“Siz bizi galiba çocuk
sayıyorsunuz? Ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Umre ve hac için “Lebbeyk” buyururken işittim” dedi.
[321]
Açıklama:
Hz, Peygamber
(s.a.v.)'in haccı hususunda sahih olan, ihramının başında ifrad hacca niyet
ettiği, sonra umreyi hacca kattığı ve böylece kıran haccı yapmış olduğudur.
Abdullah İbn Ömer hadisi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ihramının başıyla ve Enes
hadisi de Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yaptığı haccın ortaları ile sonlarıyle
alakalıdır. Enes, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i, ilk ihrama girerken işitmemiş gibi.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in, temettü haccı yaptığını söyleyen sahabiler ise; Hz. Peygamber
(s.a.v.)'i, umre için ihrama girerken görmüş oiup hafif sesle hac için niyet
edişi yüzünden duyamamış olmalıdırlar. Yada “Hz. Peygamber (s.a.v.) temettü
haccı yaptı” sözüyle, haccı kıran kast edilmiştir. Çünkü Arapların eskiden
“Kıran” kelimesi yerine “Temettü” kelimesini kullandıkları bilinmektedir.
Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Veda haccında kıran haccı yaptığını ifade eden
hadisler, aksini ifade eden hadislere nispetle tercihe şayandır.
1137-
Vebere'den rivayet edilmiştir:
“Ben, Abdullah İbn
Ömer'in yanında oturmaktaydım. Derken bir adam gelip:
“Ben vakfe yerine
gelmeden önce Kabe'yi tavaf etsem olur mu?” diye sordu. Abdullah İbn Ömer:
“Evet” diye cevap
verdi. Adam:
“Fakat Abdullah İbn
Abbâs:
“Vakfe yerine gelmeden
önce Kabe'yi tavaf etme” diyor” dedi. Bunun üzerine Abdullah İbn Ömer:
“Resulullah (s.a.v.)
hac etmişti. Vakfe yerine gitmeden önce Kabe'yi tavaf etti. Eğer samimi
birisiysen böyle bir durumda Resulullah (s.a.v.)'in sözüyle amel etmen mi,
yoksa Abdullah İbn Abbâs'ın sözünü alman mı daha doğrudur?” dedi.
[322]
1138- Amr b.
Dinar'dan rivayet edilmiştir: “Abdullah İbn Ömer'e:
“Umreye niyet ederek
gelip de Kabe'yi tavaf eden, fakat Safa ile Merve arasında sa'y yapmayan bir
adam hanımına yaklaşabilir mi?” dîye sorduk. O da:
“Resulullah (s.a.v.)
umre için Mekke'ye gelmişti. Kabe'yi yedi defa tavaf etti. Makam-i İbrahim'in
arkasında iki rekat namaz kıldı. Safa ile Merve arasında yedi defa sa'y yaptı.
Doğrusu Resulullah (s.a.v.)'de sizin için güzel bir örnek vardır” dedi.
[323]
1139-
Muhammed b. Abdurrahman'dan rivayet edilmiştir: “Kendisine, Irak halkından bir
kimse:
“Urve İbnü'z-Zübeyr'e:
“Hac için ihrama giren bir kimse Kabe'yi tavaf ettiğinde ihramdan çıkabilir
mi, çıkamaz mı?” diye sor. Eğer “İhramdan çıkamaz” derse, ona, bir kimse,
çıkabileceğini söylüyor” de” dedi.
Bu soruyu, Urve'ye
sordum. O da:
“İhramdan çıkamaz. Hac
için ihrama giren kimse ancak hac bitiminde ihramdan çıkabilir” dedi. Ona:
“Fakat bir kimse bunun
olabileceğini söylüyor?” dedim. O da:
“İyi söylememiş” dedi.
Daha sonra soruyu
soran kimse, benimle karşılaştı. Bana, Urve'nin ne cevap verdiğini sordu. Ben
de ona Urve'nin verdiği cevabı ona bildirdim. O da:
Ona de ki:
“Bir kimse, Resulullah
(s.a.v.)'in bunu yaptığını söyledi. Esma' ile Zübeyr'in yaptığına ne dersin?”
dedi.
Bunun üzerine Urve'ye
gittim. Ona durumu anlattım. O da:
“Bu kimse, kimdir?”
diye sordu. Ben de:
“Bilmiyorum” dedim.
Urve:
“Niye kendisi gelip de
bu meseleyi bana sormuyor? Herhalde bu adam İraklı olmalı” dedi. Ben de:
“Bilmiyorum” dedim.
Urve:
“Bu kimse, doğru
söylemiyor. Resulullah (s.a.v.) hac etti. Bununla ilgili bilgileri bana Âişe
anlattı. Peygamber (s.a.v.) Mekke'ye geldiğinde ilk yaptığı şey, abdest aalıp
Kabe'yi tavaf etmek olmuştur. Daha sonra da Ebu Bekr'de hac etti. Onun da ilk
yaptığı şey, Kabe'yi tavaf etmek olmuş, bundan başka bir şey olmamıştır. Sonra
da Ömer'de aynısını yapmıştır. Daha sonra Osman'da hac etti. Onun da ilk
yaptığı şey, Kabe'yi tavaf etmek olduğunu, bundan başka bir şey yapmadığını
gördüm. Daha sonra Muaviye ve Abdullah İbn Ömer'de aynısını yaptı. Sonra babam
Zübeyr b. Avvâm ile birlikte hac ettim. Onun da ilk yaptığı şey, Kabe'yi tavaf
etmek oldu. Bundan başka bir şey olmadı. Sonra Muhacir ve Ensar'ın da böyle
yaptığını, bundan başka bir şey yapmadığını gördüm. Böyle yaptığını gördüğüm en
son kişi, Abdullah İbn Ömer'dir. Hac için girdikleri ihramdan umreyle
çikmadılar. İşte Abdullah İbn Ömer aralarındadır. Bunu ona sormazlar mı!
Geçmişlerin hepsinin Mekke'ye ayak bastıklarında yaptıkları ilk şey, Kabe'yi
tavaf etmek olup bunun ardından ihramdan çıkmamalarıdır. Annem Esma'nın ve
teyzem Aişe'nin Mekke'ye geldiklerinde ilk yaptıkları şeyin, Kabe'yi tavaf
etmek olduğunu, bunun ardından ihramdan çıkmadıklarını gördüm. Annem, bana şunu
bildirdi:
Kendisi, teyzem Âişe,
babam Zübeyr, filan ve filan kimse sadece umre için gelmişler, Kabe'nin
rükunlarmı selamladıktan sonra ihramdan çıkmışlar.
Bu konuda seninle
konuşan kimse doğruyu söylemeyip yanılmıştır.”
[324]
1140- Esma
bint. Ebî Bekr (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Biz, İhramlı olarak yola
çıktık. Derken Resulullah (s.a.v.):
“Kimin yanında kurbanlık varsa ihramı üzere kalsın.
Yanında kurbanlığı olmayan ihramdan çıksın” buyurdu.
Benim yanımda
kurbanlık yoktu. Bu nedenle ihramdan çıktım. Zübeyr'in yanında kurbanlık
vardı. Bu sebeple o, ihramdan çıkmadı. Ben elbisemi giydim. Sonra dışarı çıkıp
Zübeyr'in yanına oturdum. Zübeyr:
“Yanımdan kalk” dedi.
Ben de:
“Üzerine çullanacağım
diye mi korkuyorsun?” dedim.”
[325]
1141- Esma
bint. Ebi Bekr (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Esma” bint. Ebi Bekr,
Muhassab'taki Hacun mevkisine her uğrayısmda:
“Allah, Resulü
(s.a.v.)'e salat eylesin. Onunla işte şuraya konaklamıştık. O gün yükümüz
hafif, bineğimiz ile erzağımız az idi. Ben, kızkardeşim Aişe, Zübeyr, filan ve
filanca kimselerle umre yapmıştım. Kabe'ye el sürüp tavaf ettiğimiz zaman
ihramdan çıkmıştık. Sonra öğleden sonra hac için ihrama girmiştik” dedi.
[326]
1142-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
umreye ve sahabileri de hacca telbîye getirmişti/niyet etmişti. Peygamber
(s.a.v.) ile sahabilerden kurbanlık gönderenler ihramdan çıkmadı. Geri
kalanları ise ihramdan çıktı. Talha b. Ubeydullah, kurbanlık gönderenler
arasındaydı. Dolayısıyla o da ihramdan çıkmadı.”
[327]
1143-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Cahiliye döneminde
müşrikler, hac aylarında umre yapmanın yeryüzünde en büyük günah olduğu
görüşündeydiler. Muharrem ayını da Safer yapıp:
“Devenin arkasındaki
yara iyi olur, izi kalmaz. Safer ayı da çıkarsa umre yapmak isteyene umre helal
olur” derlerdi.
Peygamber (s.a.v.) ile
sahabileri de, Zilhicce ayının dördüncü gecesinin sabahında hac için ihrama
girmiş olarak Mekke'ye geldiler. Sahabilere; haccı, umreye çevirmelerini
emretti, yapmalarını emretti. Sahabilere göre bu uygulama, alışageldikleri
uygulamaya karşı çok büyük bir şey olup:
“Ey Allah'ın resulü!
İhramdan çıktıktan sonra hangi şey helal olur?” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“İhramdan çıktıktan sonraki bütün helal olan
şeyler, şimdi de hac için ihrama girene
kadar helaldir” buyurdu.[328]
1144-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bu, bizim yaptığımız bir umredir. Dolayısıyla kimin
yanında kurbanlık yoksa derhal ihramdan çıksın. Çünkü umre, kıyamet gününe
kadar hacca dahil olmuştur.”
[329]
1145- Ebu
Hamza ed-Dubaî'den rivayet edilmiştir:
“Temettü hacı
yapmıştım. Fakat bazı kimseler, bana, bunu yasakladı. Bunun üzerine Abdullah
İbn Abbâs'a gidip bu meseleyi ona sordum. O, bana, temettü haccı yapmamı
emretti. Daha sonra Kabe'ye gidip onun yanında uyudum. Rüyamda bana biri gelip:
“Kabul görmüş bir
umre, kabul edilmiş bir hac demektir” dedi.
Uyanınca Abdullah İbn
Abbâs'ın yanma gelip gördüğüm rüyayı ona anlattım. Bunun üzerine Abdullah İbn
Abbâs:
“Allahu Ekber, Allahu
Ekber! Bu, Ebu'I-Kâsım (s.a.v.)'in sünneti” dedi.
[330]
Makbul, gereklerine
uygun olarak yerine getirilmiş, günah ve isyan karıştırılmamış, sonrası,
Öncesinden daha iyi, zulüm ve ihanetten arındırılmış, İhlas ve samimiyetle sırf
Allah için ifa edilmiş olan anlamlarına gelmektedir.
Haccın mebrur olması;
daha çok hac sonrasında görülen olumlu tavır ve davranışlarla ölçülmektedir. O
halde bu tür davranışların sürekliliği, hacdan beklenen ferdi ve sosyal
faydanın temini bakımından çok önemlidir.
[331]
1146-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
öğle namazını Zulhuleyfe'de kıldı. Sonra devesini istedi. Onu, hörgücünün sağ
tarafından kesici bir şeyle çizerek kanı akıtıp nişanladı. Boynuna iki nalın
taktı. Sonra devesine bindi. Deve, onu, Beydâ' mevkisine doğru çıkarınca hacca
niyet edip telbiye getirdi.”[332]
Açıklama:
Hörgücün sağ tarafını
çizmekten maksat; devenin hörgücünün sağ tarafından bıçak veya sivri bir şeyle
çizerek kan akıtmaktır. Bu, o hayvanın Harem-i Şerife gönderilecek bir hayvan
olduğuna alamettir.
Kurbanlığın boynuna
na'lın takmaktan maksat; Harem-i Şerifte buluna fakirlerin o na'lınları
giymeleridir.
1147- İbn
Cüreye'ten rivayet edilmiştir:
“Ata, bana; Abdullah
İbn Abbâs'ın:
“Kim Kabe'yi tavaf
ederse gerek hac için olsun ve gerekse de hac dışında olsun ihramdan çıkar”
dediğini haber verdi. Atâ'ya:
“Bunu neye dayanarak
söylüyor?” dedim. O da:
“Yüce Allah'ın,
“Sonra onun ihramdan çıkış yeri, Kabe'dir”
[333] sözüne” dedi. Ben:
“Takat bu, Arafat'taki
vakfeden sonra değil mi?” dedim. Atâ'da:
“Abdullah İbn Abbâs,
bunun, Arafat'tan sonra da önce de olabileceğini söylerdi. Bu dayanağı,
Peygamber (s.a.v.)'in Veda haccında sahabilere ihramdan çıkmalarını emrettiği
sıradaki emrinden almaktadır” dedi.[334]
Açıklama:
Bu, Abdullah İbn
Abbâs'ın kendi görüşüdür. Bu selef ve halef âlimlerinin cumuhûrunun görüşüne
muhalif bir görüştür. Çünkü Abdullah İbn Abbâs'ın dışındaki diğer âlimlere göre
hacı kimse, mücerred kudüm tavafı ile İhramdan çıkamaz, hatta Arafat'da vakfe
yapıp diğer işleri de görmedikçe yine ihramdan çıkamaz. Abdullah İbn Abbâs'ın
zikredilen âyeti bu hususa delil getirmesi de uygun bir delil şekli değildir.
Bu ayetin manâsı, ihramdan çıkmakla ilgili olmayıp kurbanların ancak Harem'de
Mina'da kesileceğini göstermektedir. Peygamber'in Veda haccındaki emri de
Abdullah İbn Abbâs'a delîl olmaz. Çünkü Peygamber (s.a.v.), o sene, sahâbîlere,
haccı, umreye çevirmelerini emretmişti. Bu emir, hacca niyet etmiş kimselerin
ihramdan çıkmalarına delil olmaz.
[335]
1148-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Muâviye, bana:
“Benim, Merve'de,
Resulullah (s.a.v.)'in saçını mîşkas denilen enli bir ok ve bıçakla
kısalttığımdan haberin var mı?” diye sordu. Ben de, ona:
“Ben, bunun, ancak
senin aleyhine bir kanıt olduğunu biliyorum!” diye cevap verdim.
[336]
Açıklama:
İhramdan çıkarken traş
olmak daha faziletli olmakla birlikte saçları kısaltmakla yetinmek de caizdir.
Her nekadar ihramdan
çıkmak için harem sınırları içerisinde herhangi bir yerde traş olmak veya
saçları kısaltmak yeterliyse de umre yapan bîr kimsenin bu iş için Merve'yi
seçmesi, hac yapan kimsenin de Mina'yı seçmesi müstehabtır.
[337]
1149- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte hac için yüksek sesle telbiye getirerek Mekke'ye doğru
yola çıktık. Mekke'ye vardığımız zaman, beraberinde kurbanlık getirenler
hariç, bu haccı, umreye çevirmemizi emretti. Zilhicce ayının 8. günü olan
“Terviye” günü gelip de Mina'ya gitmek istediğimiz zaman hac için ihrama girip
telbiye getirdik.
[338]
Hadis, yüksek sesle
telbiye getirmenin müstehab olduğuna delildir. Bununla birlikte kişinin
kendisine zarar verebilecek şekilde bağırmaması da gerekir. Kadıniar ise
kendilerinin işitebilecekleri kadar telbiye getirirler.
1150- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ali, Yemen'den Mekke'ye
gelmişti. Peygamber (s.a.v.), ona:
“İhrama hangi niyetle girdin?” dîye sordu. Ali:
“Peygamber (s.a.v.)
ihrama ne niyetle girdiyse, ben de o niyetle ihrama girdim” diye cevap verdi.
Peygamber (s.a.v.):
“Beraberimde kurbanlık getirmemiş olsaydım, ben de Arafat'a
çıkana kadar ihramdan çıkardım”
buyurdu.
[339]
1151- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir; “Resuluüah (s.a.v.)'i:
“Umre île hac için “Lebbeyk!”, umre ile hac için
“Lebbeyk!” buyururken işittim.
[340]
Açıklama:
Bu rivayetler,
Resulullah (s.a.v.)'in, hac ile umreye birlikte niyet ettiğini göstermektedir.
1152- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
dört defa umre yaptı. Veda haccıyla birlikte yaptığı umre hariç olmak üzere,
bunların hepsi Zilkade ayındadır:
1- Hicretin
6. yılı Zilkade ayında Hudeybiye'den yada Hudeybiye zamanında yaptığı umre.
2- Kureyşli
müşriklerin engellediği Hudeybiye'deki anlaşma gereği ertesi yıl Zilkade ayında
yaptığı kaza umresi.
3- Hicretin
S. Yılının Zilkade ayında Mekke ile Taif arasında bulunan Ci'rane'den, Huneyn
ganimetlerini dağıttığı yerden yaptığı umre.
4- Veda
haccıyla birlikte yaptığı umre.[341]
Resulullah (s.a.v.),
bu umrelerinin her birini ayrı senelerde yapmıştır. Alimlerin büyük çoğunluğuna
göre bir yılda umreyi tekrarlamak mendubtur. Resulullah (s.a.v.)'in umrelerini
ayrı ayrı zamanlarda yapması, bir sene içerisinde umre yapmanın mendub olmasına
engel değildir. Çünkü Resulullah (s.a.v.) ümmetine zorluk vermemek için bazı
menduplan terk etmiş olabilir. Kendisi, sahabilerine umre yapmayı teşvik
etmiştir.
1153- Ebu
İshâk'tan rivayet etmiştir: “Zeyd b. Erkam'a:
“Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte kaz gazvede bulundun?” diye sordum. O da:
“On yedi”
diye cevap verdi.
Zeyd b. Erkam'ın bana
anlattığına göre; Resulullah (s.a.v.), on dokuz gazve yapmış. Hicretten sonra
sadece bir hac yapmış, o da Veda hacadır.[342]
1154- Urve
İbnü'z-Zübeyr'den rivayet edilmiştir:
“Ben ve Abdullah İbn
Ömer, sırtımızı Aişe'nin odasına dayanmış halde oturuyorduk. Aişe'nin,
dişlerini misvaklarken misvağı dişleri üzerine sürtüşünün sesini İşitiyorduk.
Ben, Abdullah İbn Ömer'e:
“Ey Ebu
Abdurrahmân! Peygamber (s.a.v.),
Recep ayında umre yaptı mı?” diye sordum. O da:
“Evet” diye
cevap verdi. Bunun üzerine Aişe'ye:
“Ey anneciğim! Ebû
Abdurrahmân'in ne söylediğini işitmiyor musun?” dedim. Aişe:
“Ne söylüyor?”
dedi. Ben:
“Peygamber (s.a.v.)
Receb ayında umre yaptı diyor” dedim. Bunun üzerine Aişe (r.anhâ):
“Allah, Ebû Abdurrahmân'ı mağfiret eylesin! Ömrüm
hakkı için Peygamber (s.a.v.), Receb ayında umre yapmamıştır. Peygamber
(s.a.v.)'in yaptığı umrelerin hepsinde, Abdullah İbn Ömer muhakkak Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte bulunmuştur”
dedi. Urve:
“Abdullah İbn Ömer,
Âişe'nin bu sözlerini işittiği halde “Hayır” ve “Evet” demeyip sadece sustu”
dedi.
[343]
1155-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.),
Ensâr'dan bir kadına:
“Senin bizimle beraber
hacc etmene engel olan şey nedir?” diye sordu.
Hadisin râvisi İbn
Cüreye; Abdullah İbn Abbâs, bu kadının adını söyledi, fakat ben onun adını
unuttum” dedi. Kadın:
“Bizim su taşıyan iki
devemizden başka malımız yoktur. Oğlum ile babası develerin birine binerek
hacca gittiler. Bize su taşımak için yalnız bir deve bıraktılar” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse Ramazan geldiği zaman umre yap. Çünkü
Ramazan'da yapılan umre, hacca denktir”
buyurdu.
[344]
Belli zamanda değil de
yılın herhangi bir zamanında ihramlı olarak Kabe'yi tavaf etmek ve Safa ile
Merve tepeleri arasında sa'y yapmak koşmaktır. Yalnızca Arafe günü ile Kurban
bayramının dört günü içinde umre yapmak mekruhtur.
Hadis; Ramazan ayında
yapılan umrenin sevap itibariyle hacca denk olur. Bu yönüyle hacla ortaklık
eder. Fakat bu umre, hiçbir şekilde farz olan haccın yerini tutmaz. Ramazan
ayının rahmet, bereket ve oruç ayı olması hasebiyle bu ayda yapılan umrenin
sevabının fazla olduğu belirtilmektedir.
1156-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Medine'den çıkarken ağacın bulunduğu yerden çıkar, girerken de Muarras
yolundan girerdi. Mekke'ye girerken yukarı taraftaki yoldan girer ve aşağı
taraftaki yoldan çıkardı.”
[345]
1157- Hz.
Aîşe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir;
“Peygamber (s.a.v.), Mekke'ye geldiği zaman oraya üst
tarafından girer, alt tarafından çıkardı.”
[346]
1158-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Mekke'ye gireceği zaman geceyi sabaha kadar Zü-Tüvâ'da geçirir, sonra Mekke'ye
girerdi.”[347]
Abdullah İbn Ömer
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Kabe tarafındaki yüksek dağ ile kendisi arasında kalan dağa çıkan iki yol
ağzını, kıblesine almıştı. Abdullah İbn Ömer, burada namaz kılarken iki yol
ağzını kıblesine alarak burada yapılan mescidi tepenin eteğindeki namazgahın
soluna almış olurdu.
Resulullah (s.a.v.)'in
namaz kıldığı yer, siyah tepe üzerindeki mescidin altındadır. Tepeden on arşın
yada buna yakın ayrılıp senin ile Kabe arasına düşen dağın iki yol ağzını kıble
alarak namaz kılardı.”
[348]
1160-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Kabe'yi ilk tavaf ettiğinde ilk üç şavtta koşar adımlarla, son dörtte de
yürüyerek tavaf ederdi. Safa ile Merve arasında sa'y yaptığında Mesil vadisinde
koşar adımlarla sa'y ederdi.”
Bunu, Abdullah İbn
Ömer de yapardı.[349]
1161-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Hacerü'I-Esved'den Hacerü'l-Esved'e kadar üç defa koşar adımlarla, son dörtte
de yürüyerek tavaf ederdî.”
1162-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
sahabileriyle birlikte kaza umresi için Mekke'ye gelmişti. Onları, Yesrib
Medine'nin sıtması zayıf düşürmüştü. Müşrikler:
“Yarın size öyle bir
kavim gelecek ki sıtma, onları bitirmiş, ondan çok acı çekmişler” dediler.
Bunun üzerine Hicr'in
arkasına oturdular.
Yüce Allah'ın,
müşriklerin söylediklerini Peygamber'e bildirmesi üzerine, Peygamber (s.a.v.),
müşrikler, müslümanların dinçliğini görsünler diye sahabilerine tavafın her üç
turunda koşar adımlarla yürümelerini, iki köşe arasında ise normal yürüyüşle
yürümelerini emir buyurdu. Bunun üzerine müşrikler:
“Sıtmanın, kendilerini
bitirdiği adamlar bunlar mı? Bunlar, filan ve filancadan daha sağlammışlar”
dediler.
Abdullah İbn Abbâs
devamla:
“Resulullah (s.a.v.),
sahabilerine bütün turlarda koşar adımlarla yürümelerini emir buyurmaktan men
eden şey, ancak onlara acıması olmuştur” dedi.
[350]
İslamiyetten önce “Medine”, “Yesrib” dîye
anılırdı. İslamiyetten sonra ise “Dâr”, “Medîne”, “Taybe” ve “Tâbe”isimleriyle
anılmaya başlamıştır.
Hicretten önce Medine,
veba gibi salgın hastalıkların en çok bulunduğu bir beldeydi. müslümanlar,
oraya hicret edince, Hz. Ebu Bekr ile Bilal hastalanmışlardı.
Kaza umresinde,
Resulullah (s.a.v.)'in, sahabilerine; Rükn-i Yemânî ile Rükn-i Hacer arasında
normal yürüyüşle yürüyüp, diğer iki rükün arasında kısa ve hızlı adımlarla
yürümelerini, emretmesinin sebebi; müşriklerin, Kabe'nin kuzeyinde
bulunmalarıdır. Bu sebeple müşrikler, müslümanları, Rükn-i Yemânî ile Rükn-i
Hacer arasında göre iniyorlardı. Resulullah (s.a.v.)'in, sahabilere; sadece
müşriklerin görebildiği rükünler arasında koşar adımlarla, diğer iki rükün
arasında ise normal âdi adımla yürümlerini emretmişti.
İnsanın,
düşmanlarının, kendisine karşı besledikleri kötü emelleri yok etmek kuvvet gösterisinde
bulunması caiz olmaktadır.
Remel, Asr-ı saadetten
sonraki nesiller için de bir sünnet olarak devam etmiştir.
Tavafın her bir
turuna, “Şavt” denir.
Hıcr, Hatîm denilen
yerin içidir. Hatîm, Kabe'nin altın oluk tarafındaki yarım duvarla çevrilmiş
yerdir. Vaktiyle bu yer, Kabe'den idi. Hükmen yine Kabe'nin içinden sayıldığı
cihetle tavaf, Hatîm'in arkasından yapılır.
1163-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Kabe'yi tavaf ederken Hacerü'l-Esved ile Rükn-ü Yemânî'den başka hiçbir yeri
selamlamamıştır.”
[351]
1164-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah
(s.a.v.)'i, şu iki rüknü/köşeyi yani Yemen ile Hacerü'l-Esved köşelerini
selamladığını gördüğümden bu yana o ikisini selamlamayı zorlukta ve rahat
zamanda terk etmedim.”
[352]
Kabe'nin dört rüknü
vardır:
1-
Hacerü'l-Esved'in bulunduğu rükne “Rükn-i Hacerî” denilir,
2- Güney
batısındaki rükne “Rükn-i Yemânî”,
3- Kuzey
batisındakine “Rükn-i Şâmî”,
4- Kuzey
doğusundakine de “Rükn-i Irâkî” denilir.
Bu rükünlerden ilk
ikisine “Yemâniyyân” Yemânî rükünler denildiği gibi son iki rükne de
“Şâmiyyân” Şâmî rükünler de denilir.
Resulullah (s.a.v.),
bu rükünlerden sadece “Rükn-i Hacerî” ile “Rükn-i Yemâni”yi selâmlamıştır. Rükünler
içerisinde istilâm için bu iki rüknü tercih etmesi sebebsiz değildir:
a- İstilâm
için Rükn-i Hacerî'yi seçmesinin birinci sebebi; Hacerü'l-Esved'in o rükünde
bulunmuş olmasıdır. Diğer sebebi de, bu rüknün, Hz. İbrahim'in attığı temeller
üzerine oturmuş olmasıdır. Bu sebeple Resulullah (s.a.v.), bu rüknü, hem eliyle
selamlamış ve hem de öpmüştür.
b- Rükn-i
Yemânî'ye gelince; bunun da fazilet yönünden son iki rükne üstünlüğü sadece
Hz. İbrahim'in attığı temeller üzerine oturmasından ileri gelmektedir. Bu
sebeple de Resulullah (s.a.v.), bu rüknü sadece selamlamakla yetinmiştir.
Rükn-i Şâmî ile Rükn-i
îrâkî'ti selamlamak veya öpmek gerekmez. Çünkü bu iki rükün, Hz. İbrahim'in
attığı temeller üzerinde değildir. Hz. Ömer, Abdullah İbn Abbas, Hanefi alimleri,
İmam Malik, İmam Şafii ile İmam Ahmed bu görüştedir.
1165-
Abdullah b. Sercis'ten rivayet edilmiştir:
“Dazlağı, yani Ömer
İbnü'î-Hattâb'ı, Hacerü'l-Esved'i öperken gördüm. O, Hacerü'l-Esved'i öperken:
“Vallahi, seni
öpüyorum. Biliyorum ki, sen bir taşsın. Fayda yada zarar veremezsin. Eğer
Resulullah (s.a.v.)'in, seni öptüğünü görmüş olmasaydım, seni asla öpmezdim”
diyordu.
[353]
Açıklama:
Hz. Ömer'in, bu sözü
söylemesine sebep; müslümanların putperestlik devrinden yeni kurtulmuş
olmalarıdır.
Hz. Ömer, eğer
Hacerü'l-Esved'i öperse, cahillerin, bu işin eski hal üzere devam ettiği
zannına kapılmalarından korkmuş ve istilam iki avuç içini taşın üzerine koyup
ağızla öpmeden maksadın, yalnızca Allah'ı tazim ve Peygamber (s.a.v.)'in emrine
itaat olduğunu, istilamın cahiliyet devrindeki putperestlik olmadığını anlatmak
istemiştir. Çünkü cahiliyet devrinde Araplar, putların, insanı Allah'a
yaklaştırdığına inanırlardı.
Abdullah İbn Ömer,
Resulullah (s.a.v.)'in, Hacerü'l-Esved'i öpmesini şu şekilde anlatır:
“Resulullah (s.a.v.),
Hacerü'l-Esved'in yanma vardı. Sonra dudaklarını, üzerine koyup uzun süre
ağladı. Sonra başını çevirince bir de baktı ki karşısında Hz. Ömer! Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ey Ömer! İşte burada gözyaşı dökülür!” buyurdu.
[354]
1166-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Veda haccında Haccrü'l-Esved köşesini deve üzerinde ucu kıvrık bir bastonla
selamlayarak tavaf etti.”
[355]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)
Veda haccında insanların kendisini kolayca görmeleri ve halkın problemlerini rahatça
sormalan için Beytullah'ı, Safa ile Merve'yi hayvan üzerinde tavaf etmiştir.
Şafiilere göre Kabe'yi
özürsüz olarak hayvan üzerinde tavaf etmek caizdir. Bundan dolayı da kurban
gerekmez.
Hanefilere göre ise
özür bulunmadıkça tavafı yürüyerek yapmak vaciptir. Özürsüz olarak hayvan
üzerinde yapılan tavafın iadesi gerekir. İade edilmeyecek olursa kişiye kurban
kesmek gerekir.
Hacerü'l-Esved'i,
baston ve benzen bir şeyle selamiamak caizdir. Acak bu cevaz, elle dokunmak
veya selamiamak mümkün olmadığı zamanlara aittir. Yoksa elle selamlama'nın daha
faziletli olduğu bilinen bir gerçektir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) çoğunlukla
elle selamlamıştır. Alimlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir.
Hacerü'l-Esved'e;
elle, baston ve benzeri bir şeyle dokunmak mümkün değilse, ona doğru işarette
bulunarak tekbir getirilir.
Tavaftan sonra kılınan
iki rekatlik namaza, “Tavaf namazı” denir. Hanefilere göre bu namaz, başlı
başına bir namazdır. Sünnet değildir. Vaciptir. Dolayısıyla farz olsun, nafile
olsun her tavafın sonunda iki rekat namaz kılmak meşru kılınmıştır. Bu
namazını, Kabe'yi tazimle bir ilgisi yoktur. Sadece Allah'ı tazim ve O'na
kulluk için meşru kılınmıştır. Dolayısıyla bu namazda, Kafirun ve İhlas
surelerinin okunması müstehabtır.
1167- Ümmü
Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e
rahatsız olduğumu şikayet ettim. O da:
“O zaman hayvana binip halkın gerisinden tavaf et!” buyurdu.
Bunun üzerine ben de
bu şekilde Kabe'yi tavaf ettim. Resulullah (s.a.v.)'de bu sırada Kabe'nin
yanında namaz kılıyor ve “Tûr” suresini okuyordu.
[356]
1168-
Urve'den rivayet edilmiştir:
“Âişe'ye:
“Öyle zannediyorum ki,
bir adam, Safa ile Merve arasında sa'y yapmazsa zararı olmaz” dedim. Aişe:
“Niçin?” diye sordu.
Ben de:
“Çünkü yüce Allah,
“Safa ile Merve tepeleri, Allanın emrine itaati belirlemek
için koyduğu işaretlerdendir”
[357]
buyurmaktadır” dedim. Bunun üzerine Aişe:
“Allah Safa ile Merve
tepeleri arasında sa'y yapmayan bir kimsenin, haccını ve umresini tamam
kılmamıştır. Eğer bu ayetin hükmü, senin dediğin gibi sa'y mubah olsaydı, ayet
“Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y etmemekte bir günah yoktur” şeklinde
olurdu. Bu ayetin ne hususta indiğini bilir misin? Bu ayet, ancak şu hususta
inmiştir:
Ensar, cahiliye
döneminde deniz kenarında buiunan İsaf ile Naile adında iki put için ihrama
girip sonra Mekke'ye gelip Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y yaparlardı.
Sonra da traş olurlardı.
İslam gelince, Ensar,
cahiliye döneminde yaptıklarına bakarak Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y
yapmaktan çekindiler. İşte bunun üzerine Yüce Allah,
“Safa ile Merve tepeleri, Allanın emrine itaati
belirlemek için koyduğu işaretlerdendir”
[358] ayetini indirdi. Böylece
onlar, Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y yaptılar” dedi.
[359]
1169- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ensar, cahiliye
döneminden kalan adetlerinden dolayı Safa ve Merve tepeleri arasında sa'y
yapmaktan çekindiler. Bunun üzerine yüce Allah'ın;
“Safa ile Merve tepeleri, Allanın emrine itaati
belirlemek için koyduğu işaretlerdendir.
Dolayısıyla kim hac yada umre yaparsa bu
ikisinin arasını sa'y etmesinde bir günah yoktur”
[360]
ayeti indi.
[361]
Açıklama:
İslamiyet geldikten
sonra İsaf, Naile, Menat da dahil bütün putlar kırıldığı için Ensar, putlara
ait bütün hatıraların silinip gitmesi lazım geldiğini düşünerek İslamiyet'ten
sonra Safa ile Merve arasında sa'y etmenin kaldırılacağını zannediyorlardı. Bu
düşüncelerle, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den Safa ile Merve arasında sa'y etmenin
hükmü sorulunca, yüce Allah, Bakara: 2/158. ayeti indirmiştir.
Bu iki tepe arasında
koşmak, aslında Hz. İbrahim'in hanımı Hacer iie ilgili bir hatıradır. Hz.
İsmail'in annesi Hacer, su bulmak için çocuğunu Harem'in bulunduğu yere koyup
iki tepe arasında koşmaya başladı. Bu sırada Allah'ın yardımı yetişmiş ve
Zemzem kuyusunun yerinden su fışkırmıştı. İşte onun hatırası için bu iki tepe
arasında koşmak, haccın ibadetleri arasına konulmuştur.
Bu koşma, Allah'ın
yardımının insanlara yetişeceğinin bir simgesidir.
Safa ile Merve
arasında koşmak, Mâliki ve Şafiî mezheplerine göre farz iken, Hanefilere göre
vaciptir.
1170- Câbir
b. Abdullah (r.a) tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber
(s.a.v.) ile sahabileri, Safa ile Merve tepeleri arasında bîr sa'ydan
başka sa'y yapmazlardı.”
[362]
Açıklama:
Kıran Haccı'na niyet
etmek suretiyle ihrama giren kimse için bir tavaf ve bir sa'y yeterlidir.
Cumhurun görüşü budur.
Hanefilere göre ise
bir tavaf ve bir sa'y yeterli değildir. Çünkü Kıran Haccı'na niyetlenen
kimsenin, iki tavaf ve iki sa'y yapması gerekir. Bir tavaf ile bir sa'y umre
için ve diğer bir tavaf ile bir sa'y ise hac içindir. Bu görüş; Ebu Bekr, Ömer,
Ali ve Abdullah İbn Mes'ud'dan rivayet olunmuştur.
1171-
Abdullah İbn Abbâs'ın azadlısı Kureyb yoluyla Üsâme b. Zeyd (r.a)'tan rivayet
edilmiştir:
“Arafat'tan çekilirken
Resulullah (s.a.v.)'in terkisine binmiştim. Resulullah (s.a.v.), Müzdelife
yakınında sola doğru giden dağ yoluna varınca devesini çökertip küçük abdestini
yaptı. Sonra geldi. Ben, ona, abdest suyu döktüm. Hafifçe bir şekilde abdest
aldı. Sonra da:
“Ey Allah'ın resulü!
Haydi namaza” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Namaz, ilerde kılınacaktır” buyurdu.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.) hayvanına binip Müzdelife'ye geldi. Namazı (orada) kıldı. Sonra
Resulullah (s.a.v.), Müzdelife sabahı terkisine Fadl b. Abbas'ı bindirdi.
[363]
1172- Abdullah
İbn Abbâs yoluyla FadI (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Akabe cemresinde taşları alıncaya kadar telbiyeye devam etti.”
[364]
Açıklama:
Hacı adayının Akabe
cemresini taşlayıncaya kadar telbiyeye devam etmesi gerekir. İmam Şafiî iie
İmam Ahmed, bu görüştedir.
Hanefiler ile bir
rivayette İmam Şafiî'ye göre; İfrad Haccı ile Temettü yada Kıran Haccı yapan
bir hacı adayı, bayramın birinci günü Akabe cemresine kadar ilk taşı attığı
andan itibaren telbiyeyi keser. Çünkü Abdullah İbn Mes'ud'dan gelen bir
hadiste:
“Ben, Peygamber
(s.a.v.)'in telbiyesini takip ettim. Akabe cemresine ilk taşı atıncaya kadar
telbiyeye devam etti” buyurulmaktadır.
1173-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte sabahleyin Mina'dan Arafat'a hareket ettik. Bazımız
telbiye getiriyor, bazımız da tekbir getiriyordu.”
[365]
1174-
Muhammed b. Ebi Bekr es-Sekafî'den rivayet edilmiştir:
“Muhammed b. Ebi Bekr
ile Enes b. Mâlik, birlikte Mina'dan Arafat'a doğru giderken, Muhammed b. Ebi
Bekr, Enes'e:
“Bugünde Resulullalı
(s.a.v.)ie birlikte bulunduğunuz zamanlarda ne yapardınız?” diye sordu. Enes b.
Mâlik:
“Telbiye getirenler
telbiye getirir, ona bir şey denilmez. Tekbir getirenler de tekbir getirir,
ona bir şey denilmez” diye cevap verdi.
[366]
Yani hacıların bîr
kısmı tehlil getirirken diğer bir kısmı da tekbir getirmiştir. Sahabiler bu
hususta Resulullah (s.a.v.)'e uymuşlardır.
Telbiye: “Lebbeyk”
duasını okumaktır.
Telbiye, hacıların
ihrama girmesiyle başlar ve ihramdan çıkma zamanına kadar sıkça söylenilen bir
zikirdir. Özellikle de Arafat'a çıkarken hacılar sıkça telbiye getirirler.
Tekbir: “Allahu Ekber
Allahu Ekber, Lâ ilahe illallah vallâhu Ekber, Allahu Ekber ve lillâhi't-Hamd”
demektir.
1175- Üsâme
b. Zeyd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resuluüah (s.a.v.)
Arafat'tan hareket edip Müzdelife'den önceki dağ yoluna vardığı zaman
hayvanından inip küçük abdestini yaptı. Sonra abdest aldı. Fakat abdesti
mükemmel bir şekilde almadı. Ona:
“Namaza buyurun!”
dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Namaz ilerdedir” buyurup hayvanına bindi.
Müzdelife'ye gelince,
hayvanından inip abdest aldı. Bu defa mükemmel bir abdest aldı. Sonra namaz
için kamet getirildi. Akşam namazını kıldırdı. Sonra herkes hayvanını yerine
yatırdı. Sonra yatsı namazı için kamet getirildi. Resulullah (s.a.v.) yatsı
namazını da kıldı. Bu iki namazın arasında başka bir namaz kılmadı.
[367]
1176-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
terkisinde Üsâme olduğu
halde Arafat'tan dönmüştü. Üsâme:
“Resulullah (s.a.v.),
Müzdelife'ye gelinceye kadar Arafat'taki hali üzere yürümeye devam etti” dedi.
[368]
1177- Ebu
Eyyûb (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ebu Eyyûb, Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte Veda haccında akşam namazı ile yatsı namazını Müzdelife'de
birlikte kılmıştı.”
[369]
1178-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Müzdelife'de akşam namazı ile yatsı namazını birleştirerek kıldı. İkisi
arasında nafile namaz yoktu. Akşam namazını üç rekat ve yatsı namazını da dört
rekat kıldı.
Bundan sonra Abdullah
İbn Ömer'de, Yüce Allah'a kavuşuncaya kadar Müzdelife'de bu iki namazı bu
şekilde kıldı.”
Bir rivayette ise şu
ilave yer almaktadır: “Bu iki namazı, bir kametle kıldı.”
[370]
1179-
Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, iki namaz hariç,
Resulullah (s.a.u)'in vaktinden başka zamanda namaz kıldığını görmedim. Bunlar;
1-
Müzdelife'deki akşam namazı ile yatsı namazı.
2- Bir de, o
gün sabah namazını da Müzdelife'de alışılagelen vaktinden önce kıldırdı.[371]
1180- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Şevde, Müzdelife gecesi, Resulullah (s.a.v.)'in
hareketinden ve insanların izdihamından Önce kendisinin Mina'ya gönderilmesi
hususunda Resulullah (s.a.v.)'den izin istedi. Çünkü Şevde, iri yapılı ağır
bir kadındı. Resulullah (s.a.v.)'de ona izin verdi. Bunun üzerine Şevde,
Resulullah (s.a.v.)'in hareketinden önce Mina'ya doğru yola çıktı. Resulullah
(s.a.v.) ise bizi yanında alıkoydu. Nihayet sabahladık. Sonra onunla birlikte
Mina'ya hareket ettik.
Sevde'nin Resulullah (s.a.v.)'den izin istediği gibi
izin istemiş olup da onun izniyle Mina'ya herkesten önce hareket etmem, beni
sevindirecek herhangi bir şeyden daha sevimli olurdu.”[372]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.),
Kurban bayramı gecesi Müzdelife'de iken kalabalığa tahammülü olmayan
kadınlara, çocuklara, acizlere, zayıflara ve yaşlılara ortalığın ağarmasını
beklemeden Müzdelife'den Mina'ya S'dip sabah namazını orada kılmalarına ve
halk, Akabe'ye yığılmadan önce gidip orada güneş doğduktan sonra Akabe
cemresine rahatça taş atmalarına izin vermiştir.
Hz. Âişe'de, yolda
halkın izdihamından zahmet çektiği için “Keşke Sevde”nin yaptığı gibi ben de
Mina'ya önden hareket etseydim1 tarzında temenni etmiştir.
1181-
Esmâ'nın azadlısı Abdullah'tan rivayet edilmiştir: "Esma', Müzdelife
alanındayken bana:
“Ay gözden kayboldu
mu?” diye sordu. Ben de;
“Hayır, henüz batmadı”
diye cevap verdim.
Bunun üzerine bir
müddet/saat daha namaz kıldı. Sonra yine:
“Evladım! Ay gözden
kayboldu mu?” dedi. Ben de:
“Evet, battı” dedim.
Esma:
“Beni götür” dedi.
Bunun üzerine beraberce
yola koyulduk. Nihayet cemre taşlarını attı, sonra Mina'daki konakladığı yerde
sabah namazını kıldı. Ona:
“Ey anneciğim! Galiba
biz meşru vaktinden önce gecenin sonundaki alacakaranlık içinde geldik”' dedim.
Bana:
“Hayır, evladım!
Peygamber (s.a.v.) böyle durumlarda kadınlara izin verdi” dedi.
[373]
1182-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
beni, Müzdelife'den yükünün içerisinde veya zayıf kimselerin yanına gönderdi.”
[374]
1183- Salim
b. Abdullah'tan rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Ömer,
ailesinin zayıf olanlarını Mina'ya önden gönderir, geri kalanlarla birlikte
Müzdelife'deki Meş'ar-i Harem'de geceleyin vakfeye dururdu. Burada akıllarına
gelen dualarla Allah'ı zikrederlerdi. Sonra imam/-yönetici gelip vakfeye
durmadan ve oradan ayrılmadan önce oradan ayrılırlardı. Cemaatin bazısı
Mina'ya sabah namazından önce ve bazısı da (sabah namazından) sonra varırdı.
Oraya vardıklarında cemreleri taşlarlardı. Abdullah İbn Ömer;
“Resulullah (s.a.v.),
böyle önde gidenler hakkında ruhsat verdi” dedi.
[375]
1184-
Abdurrahman b. Yezîd'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Mes'ud,
Akabe cemresinde vadinin içinden yedi ufak taş attı. Her taşı atarken tekbir
getiriyordu. Ona:
“Bazı kimseler taşları
vadinin üst tarafından atıyorlar” denildi. Bunun üzerine Abdullah İbn Mes'ud:
“Kendisinden başka
ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, burası üzerine hac ibadetinin büyük bir
kısmını içeren Bakara suresi indirilen zatın taş attığı yerdir” dedi.
[376]
Açıklama:
Cemrelere taş atma,
bayramın birinci günü başlanır. ilk önce Akabe cemresinden 7 taş atılır,
ikinci, üçüncü ve dördüncü günü, her üç cemreye birden 21 tane taş atılır.
Böylece toplam sayı, 70'e ulaşır.
Akabe cemresine taş
atılırken Kabe sola ve Mina vadisi ise sağa alınmalıdır. Halifeler ile İmam
Mâlik, bu görüştedir.
Akabe, Mekke'ye 2 mil
uzaklıkta bir tepedir. Burası, Akabe bey'atının yapıldığı yerdir.
1185- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'i
kurban bayramı günü hayvanının üzerinde taş atarken ve;
“Hac ibadetlerini almalısınız. Çünkü bilmiyorum, belki
bu haccimdan sonra bir daha haccedemem”
buyururken işittim.
[377]
Açıklama:
“Hac ibadetlerini almalısınız” sözünden maksat; hac ibadetlerini, söz ve fiil olarak
nasıl yapmışsam sizin de bunları aynı şekilde yapmanız meşru olmuştur. Bunları
benden gördüğünüz gibi belleyin ve başkalarına da öğretin demektir.
1186-
Ümmü'I-Husayn'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Veda haccında
Resulllah (s.a.v.)'Ie birlikte hac yaptım. Onu, Akabe Cemre'sinde taş atarken ve
oradan ayrılırken hep devesinin üzerinde gördüm. Beraberinde Bilâl ile Üsâme
de vardı. Biri devesini(n yularını tutmuş götürüyor, diğeri de Resulullah
(s.a.v.)'i güneşten korumak için elbisesini onun başına kaldırıyordu.
Resulullah (s.a.v.) (orada) birçok sözler söyledi. Sonra da onu:
“Eğer size organı kesilmiş bir köle emir tayin edilir
de sizi Allah'ın kitabı ile yönetirse mutlaka onu dinleyin ve ona itaat edin!” buyururken işittim.
[378]
1187-
Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Peygamber
(s.a.v.)'i, cemrede fiske taşı kadar taşlar atarken gördüm.”
[379]
Açıklama:
Cemre kelimesi,
sözlükte; ateş koru, közü, küçük çakıl taşı gibi anlamlara gelir. Burada ise
haccın şartlarından olan cemre ve cemrelerin atıldığı yer anlamındadır.
Akabe, ilk ve orta
diye üç cemre vardır. Cemrelerin üçü de, Mina'dadır. Akabe büyük cemre, kurban
kesme günü taşlanır. Bu, Müzdelife'den Mina'ya gelindiğinde yapılır.
ilk ve orta cemreler,
Hayf mescidinin yukarısındadır.
Cemrelere taş
atılırken, Allah'a hamd ve sena edilir, tekbir ve tahlil getirilir. Hz. Peygamber
(s.a.v.)'e Salât ve selam okunur. Ayrıca arzu edilen başka dualarda okunur. Duâ
edilirken, eller havaya kaldırılır.
1188. Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
kurban bayramının birinci günü kuşluk vaktinde cemreye taş attı. Bundan sonraki
(günler) de ise güneşin tam tepe noktasından batı tarafına doğru kaymasından
sonra yaptı.”
[380]
1189- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Büyük abdest sırasında taşla temizlenmek tek, cemre
taşları tek, Safa ile Merve arasında yapılan sa'y tek ve tavaf tektir. Sizden
birisi büyük abdest sırasında taşla temizlenmek istediği zaman tek adet
taşlarla temizlensin.”[381]
Açıklama:
Cemrelerdeki tek, yedişer yedişer; tavaftaki tek, yedi; sa'ydeki tek yine yedi,
taşla silinmekteki tek ise üçtür.
1190-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.);
“Allahım! Saçlarını tamamen kestirenlere merhamet
eyle!” buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Saçlarını kısaltanlara da” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Allahım! Saçlarını tamamen kestirenlere merhamet eyle!”
buyurdu. Sahabiler yine:
“Ey Allah'ın resulü!
Saçlarını kısaltanlara da” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Saçlarını kısaltanlara da merhamet eyle!”
buyurdu.
[382]
1191-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Veda haccında başını tamamen traş ettirmiştir.”
[383]
1192- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
cemrede taşlarını attığı, kurbanını keserek traş olduğu zaman önce başının sağ
tarafını berbere uzattı. O da, onu traş etti. Sonra Ensar'dan Ebu Talha'yı
çağırıp bu saçları ona verdi. Sonra başının sol tarafını berbere uzatıp:
“Traş et!”
buyurdu. Bunun üzerine berber, başının o tarafını da traş etti. Resulullah
(s.a.v.), bu saçları Ebu Talha'ya verip:
“Bunları, halk arasında paylaştır!” buyurdu.
[384]
1193-
Abdullah İbn Amr İbnu'1-As (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'i
kendisine sorulan sorular ile ilgili şöyle buyurduğunu işittim:
“O, Nahr Kurban bayramı
günü cemrede dururken yanına bir adam gelip:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben, cemreye taş atmadan önce traş oldum” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Taşlarını at, zararı yok” buyurdu. Bir başkası daha gelip:
“Ben, cemreye taş
atmadan önce Beytullah'a gidip ifaza ziyaret tavafı” yaptım” dedi. Resulullah
(s.a.v.):
“Taşlarını at, zararı yok” buyurdu. O gün kendisine bir şey sorulup da:
“Yapın, zararı yok”
demekten başka bir şey söylediğini görmedim.
[385]
Açıklama:
Konu ile ilgili bu
rivayetler, göz önünde bulundurulduğunda konumuzu teşkil eden bu hadiste dört
meselenin söz konusu ediidiği,anlaşilmaktadir:
1- Bayramın
birinci günü yanlişlıklâ'kurbanı kesmeden traş olmak.
2- Akabe
cemresine taşlan atmadan kurban kesmek.
3- Taşları
atmadan önce traş olmak.
4- Taşlan atmadan
öncelfaza tavafını yapmak.
Bilindiği gibi hac ile
ilgili bu fiillerin sırası şöyledir:
a- Bayramın
birinci günü önce Akabe cemresine yedi taş atılır.
b- Sonra
kurban kesilir.
c- Kurban
sonra tarş olunarak ihramdan çıkılmış olunur, daha sonra da Mekke'ye gidilip
ifaza tavafı yapılır.
Görülüyor ki,
Resulullah (s.a.v.)'e yöneltilen bütün sorular bu sıranın bozulmasıyla ilgilidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), bu soruların hepsine olumlu cevap vermiş, hepsine de
“Bu sırayı bozduğundan dolayı bu amellere bir noksanlık gelmediği bu yüzden
herhangi bir ceza da lazım gelmez” anlamında “Zararı yok” buyurmuştur.
Hadiste söz konusu
edilen bütün bu fiiller, bayramın birinci gününe aittir. Bu fiilleri yaparken
aralarındaki sıraya uygun olarak yapmak, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam
Şafiî ile İmam Ahmed'e göre sünnettir. Terkinden dolayı fidye lazım gelmezse de
küçümseyerek terk etmek günahkar olur.
Alimlerin büyük
çoğunluğuna göre ise, bu sırayı terk etmekte herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü
bu sırayı terk eden kimse, günahkar olmadığı gibi kendisine herhangi bir
kefaret de gerekmez.
Ziyaret Tavafı, farz
olup haccın bir rüknüdür. Bu tavaf yapılmadıkça, hac tamam olmaz.
1194-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'e;
kurban kesmek, traş olmak, şeytan taşlama ve bu hususları önce yada sonra yapma
hususunda sorular soruldu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Zararı yok”
buyurdu.
[386]
1195-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Kurban bayramının birinci günü ziyaret tavafı yaptı, sonra dönüp öğle namazını
Mina'da kıldı.”
[387]
1196-
Abdulaziz b. Rufey'den rivayet edilmiştir:
“Enes b. Mâlik'e soru
sorup:
“Bana, Resulullah
(s.a.v.)'den aklında tuttuğun bir şeyi haber ver: Resulullah (s.a.v.), Terviye
Zilhicce ayının S. günü öğle namazını nerede kıldı?” dedim. Enes:
“Mina'da 7 diye cevap
verdi. Sonra:
“Resulullah {s.a.v.),
Mina'dan dönüş Zilhicce ayının on üçüncü günü ikindi namazını nerede kıldı?”
dedim. Enes:
İbtan da deyip sonra
da:
“Amirlerin ne
yapıyorsa sen de onu yap!” dedi.
[388]
1197-
Nâfi'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Ömer,
Muhassab'a inmeyi sünnet kabul eder, Mina'dan dönüş Zilhicce ayının on üçüncü
günü öğle namazını Muhassab'de kılardı.
Nâfi' der ki:
“Resulullah (s.a.v.)
ve ondan sonra Raşid halifeler de Muhassab'e inmişlerdir.”
[389]
Hicun ile Nur dağı
arasında bulunan ve Mekke mezarlığına kadar uzanan geniş bir deredir. Bu saha,
Mina ile Mekke arasında yer alır. Buraya Ebtah, Bahta, Hasba ve Hayfi Beni
Kinane gibi isimler de verilmiştir.
1198- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ebtah'a inmek sünnet değildir. Resulullah (s.a.v.)'in
oraya inmesi Medine'den dönerken yola çıkmak için daha kolayına
geldiğindendir.”
[390]
1199-
Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Muhassab'ta kalmak,
hac ibadetinden değildir. Burası sadece Resulullah (s.a.v.)'in konakladığı bir
yerdir.”
[391]
1200- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Mekke'ye girmeden
önce Mina'da bulunduğumuz sırada Resulullah (s.a.v.), bize:
“Yarın konaklayacağımız yer, inşallah Kinâne
oğullarının, küfür üzere Kureyş'le sözleştikleri yurtları olacaktır” buyurdu.
Hadisin ravisi Zührî
der ki:
“Söz konusu Kinâne ile
Kureyş arasındaki sözleşme, Haşim oğulları ile Muttalib oğullan'na karşı
Resulullah (s.a.v.)'i kendilerine teslim edene kadar onlarla evlenmemek ve alış
veriş yapmamak üzere yazılı anlaşma yapmalarıdır.
Kinâne oğullarının
yurtlarıyla kast edilen, Mekke'nin yukarısındaki Mina yolu üzerinde bulunan,
Muhassab'tır.”[392]
1201- Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Abbâs b.
Abdulmuttalib, hacılara su dağıtmak maksadıyla Mina gecelerinde Mekke'de
kalmak üzere Resulullah (s.a.v.)'den izin istedi. O da, ona izin verdi.”
[393]
1202- Hz.
Ali (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Ali'ye; kurbanlık develerine bakmasını, bütün develerinin etlerini, derilerini
ve çullarına fakirlere dağıtmasını, bunlardan kasaplık hakkı olarak bir şey
vermemesini emretti.”
[394]
1203- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hudeybiye yılında
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte yedi kişi için bir deve ve yine yedi kişi için
bir sığır kurban ettik.”
[395]
1204- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah
(s.a.v.)'le umreyle birlikte temettü haccı yaptık. Bir sığırı yedi namına
kesip onda ortak olurduk.”
[396]
1205- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
hanımları namına kurban kesti.”
1206- Ziyâd
b. Cübeyr'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Ömer,
Mina'da kurbanlık devesini yere yatırıp kurban kesen bir adamın yanma varıp
ona:
“Deveyi kaldırıp onu
ayakta ve ayağı bağlı olarak kes. Devenin bu şekilde boğazlanması,
Peygamberimiz (s.a.v.)'in sünnetidir” dedi.
[397]
Açıklama:
Devenin ayakta bağlı
olarak kesilmesinden maksat, sol ön ayağının iple bağlandıktan sonra
boğazlanmasıdir. Sığır ile koyunu yatırarak kesmek ve üç ayağını bağlayarak sağ
arka ayağını serbest bırakmak müstehabtır.
1207- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Biz, Beytullah'a gönderilecek kurbanlık koyunların
boyunlarına gerdanlık takardık. Sonra da onları Beytullah'a gönderirdik.
Resulullah (s.a.v.) ise, gönderdiği bu kurbanlıklardan dolayı kendisine hiçbir
şey haram olmayarak ihramsız halde aramızda bulunurdu.”
[398]
Açıklama:
Beytullah'a gönderilen
hayvanın boynuna kurbanlık olduğunu gösteren bir nişan takmaya “Taklîd” denir.
Hayvanın boynuna alamet olmak üzere; bükülmüş ip, deri parçası gibi bir tasma
takmak, alimlerin büyük çoğunluğuna göre sünnettir. Yalnız nişanın, nalın gibi
küçük baş hayvanlara zor gelecek ve onları zayıflatacak derecede ağır bir tasma
olmamasına dikkat etmek gerekir.
Hanefilere göre;
koyun, hedy kurbanı olur. Fakat boynuna tasma takılamaz Çünkü müslüman toplumu
arasında böyle bir uygulama görülmemiştir. Eğer Peygamber (s.a.v.)'in böyle bir
uygulaması olsaydı, müslümanlar onu terk etmezlerdi.
Ayrıca Beytuüah'a
gönderilen kurbanlık koyun, hac ve umre ile ilgili bir koyun değildir.
Resulullah (s.a.v.)'in, bu kurbanlığı gönderdikten sonra orada ihrama girmeden
kalmış olması, bu kurbanlık koyunların hac veya umre ile ilgili olarak
Beytullah'a gönderilen bir kurbanlık olmadığını gösterir. Bunun aksini ifade
eden hiçbir rivayete rastlamak mümkün değildir.
Resulullah (s.a.v.),
bu kurbanlıklarını, hicretin 9. yılında Hz. Ebu Bekr ile birlikte Beytullah'a
göndermiştir.
Sahabenin büyük
çoğunluğu, İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ahmed ve Hanefilere göre; Hac yapmak
niyetinde olmayan bir kimsenin, Beytullah'a kurbanlık gönderip te memleketinde
kalan bir kimseye, elbiselerinden soyunması ve ihrama giren bir kimseye yasak
olan hareketlerden kaçınması gerekmez, ancak hac ve umre için ihrama girdiği
zaman bu yasaklara uyması lazım gelir. Hatta Hanefi alimlerinden Tahâvî (ö.
321/933), bu görüşteki ilim adamlarının dayandıkları delilleri göstermek için
bu hadisi 18 senedle rivayet etmiştir.
Hanefilere göre; Beytullah'a
kurbanlık gönderen bir kimsenin ihrama girmiş sayılabil-mesi için şu üç şartın
bulunması gerekir:
1- Hac veya
umre ibadeti için niyet etmiş olmak.
2-
Kurbanlıkla birlikte hac için yola çıkmış olmak,
3-
Kurbanlığın boynuna gerdanlık takmak.
Kısacası, bir kimse,
sadece Beytullah'a kurbanlık göndermekle ihrama girmiş sayılmaz.
Yine bir kimsenin,
kurbanlığını kendi memleketinde iken işaretlemesi ve boynuna gerdanlık takması
müstehabtır. Ancak hac veya umre yapmak isteyen kimsenin, kurbanlığı İşaretlemeyi
ve boynuna gerdanlık takmayı, mikat'e kadar ertelemesi müstehabtır.
1208- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Kabe'ye doğru kurbanlık devesini önüne katmış sürüp götüren bir adam görüp ona:
“Deveye bin!”
dedi. Adam:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu deve, kurbanlıktır” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), ikinci yada
üçüncü defa da:
“Yazıklar olsun sana! Bin şu deveye” buyurdu.
[399]
Açıklama:
Kurbanlık deve veya
sığıra zarar vermiyorsa onlara binmek caizdir. Binmeye İhtiyaç du-yuisa da
duyulmasa da fark etmez. Yalnız Hanefilere göre zaruret yoksa kurbanlık hayvana
binilmez.
1209- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Câbir b. Abdullah'a,
kurbanlık hayvana binilip binilemeyeceği soruldu. Oda:
“Ben, Peygamber
(s.a.v.)'i:
“Zorda kaldığın zaman
sırtına bineceğin başka bir hayvan buluncaya kadar kurbanlık hayvana ma'ruf bir
şekilde bin' buyururken işittim.”
[400]
Açıklama:
Ma'ruf bir şekilde
binmekten maksat, hayvana eziyet vermeyerek onu hoş tutmaktır.
1210- Züeyb
Ebİ Kabîsa (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), kurbanlık
develeri, Züeyb'le birlikte gönderir, sonra da ona:
“Bu kurbanlık develerden yolda yürümekten aciz kalıp
öleceğinden endişe edersen, hemen onu boğazla. Sonra boynundaki nişan nalımm
kanına bulaştır. Sonra da bu kanlı na'l ile hörgücünün yan tarafını damgala.
Onun etinden sen ve yol arkadaşlarından hiçbirisi yemesin' emrini verirdi.”
[401]
Açıklama:
Mekke'ye götürülen
kurbanlık yürüyemeyip yolda kalırsa onu keserek etini fakirlere dağıtmak
gerekir. Sahibi ile yol arkadaşian onu keserek yiyemezler. Bu yasaklamanın
sebebi de, bazı kimselerin bu tür hayvanları zamanından önce yorup onları
kesmeleri ve yolculuk anında onları yemeleri olasılığını önlemektir.
1211-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Halka, veda tavafı
yapılması için son varacakları yerin Kabe olduğu emredildi. Sadece hayızlı
kadına veda tavafını yapmaması konusunda izin verildi.[402]
1212- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Safiyye bint. Huyey,
ziyaret tavafı yaptıktan sonra hayz gördü. Ben onun hayız olduğunu Resulullah
(s.a.v.)'e bildirdim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.);
“O, bizi yolumuzdan alıkoyacak mı?” dîye sordu. Ben de:
“Ey Allah'ın resulü!
O, ziyaret tavafını yapmış ve Kabe'yi tavaf etmiştir. Ziyaret tavafının ardından
hayız olmuş” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse yola çıksın” buyurdu.
[403]
Açıklama:
Bu olay, Mekke'den
Medine'ye dönüleceği sırada meydana gelmişti.
İfaza ziyaret tavafı,
haccın rükunlanndandır. Bu tavafın sahih olabilmesi için, temiz ofma hali
şarttır. İfaza tavafını yapmadan hayız gören bir kadın, temizlenip de ifaza
tavafını yapmadıkça memleketine dönemez. Vasıta sahiplerinin, bu durumda kalan
kadınlar için yolculuğu ertelemeleri üzerlerine vacip değilse de böyle bir
iyiliği esirgemeleri uygun bir davranış değildir.
1213-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
beraberinde Üsâme, Bilal ve Kabe'nin hizmetçisi Osman b. Talha olduğu halde
Kabe'ye girip Kabe'nin kapısını kapadı. Sonra orada bir müddet kaldı.
Abdullah İbn Ömer der
ki: Bilal çıktığı zaman ona:
“Resulullah (s.a.v.)
içerde ne yaptı?” diye sordum. O da.
“İki direk soluna, bir
direk sağına ve üç direk de arkasına aldı. O zaman Kabe altı direk üzerinde
idi- Sonra da namaz kıldı” diye cevap verdi.
[404]
Açıklama:
Kabe, mavi taşlardan
yapılmış 15 metre yüksekliğinde, Mescid-i Haramın'ın ortasında, kuzey cephesi
10 metre, batı cephesi 12 metre, güney cephesi 16 metre, doğu cephesi 11 metre
uzunluğunda küp seklinde bir binadır.
Kur'an'ın İfadesine
göre; yeryüzünde insanlar için yapılmış ilk bina Kabe'dir. Kabe'nin inşa tarihi
ile İlgili pek çok rivayetler vardır. Kur'an-ı Kerim'de, Kabe'yi inşa
edenlerin; Hz. İbrahim ile oğlu İsmail olduğu belirtilmektedir.
[405]
Resulllah (s.a.v.)
Kabe'ye girerken yanına çok sevdiği Zeyd'in oğlu olduğu için Üsame'yİ, müezzini
olduğu için Bilal'ı, Kabe'nin hizmetçisi olduğu için Osman b. Talha'yı almıştır.
Kabe'nin içine
girdikten sonra kapıyı üzerlerine kapatmalarının hikmeti; izdihamı önlemek
yada kalblerinin sükunet bulup tam bir huşuya ermesini sağlamaktır.
İki direkle kast
edilen; Rükn-ü Esved ile Rükn-ü Yemânî'dir. Rükn-ü Esved'in iki fazileti vardır.
Biri, Hz. İbrahim'in attığı temel üzerinde bulunmuş olması, diğeri de
Hacerü'l-Esved'in bulunmasıdır.
Rükn-ü Yemânî'nin ise
bir fazileti vardır. O da, Hz. İbrahim'in temeli vardır. O da, Hz. İbrahim'in
temeli üzerinde bulunmasıdır. Hacerü'l-Esved, sözü edilen iki faziletinden
dolayı istilam edilmek ve öpülmek suretiyle temayüz etmiştir. Rükn-ü Yemânî
ise; istilam edilir, fakat öpülmez.
Bu hadis; Resululİah
(s.a.v.)'in Kabe'deki namazı, Yemânî rükunlar arasında bulunan iki direk
arasında kıldığı ifadesi; Resulllah (s.a.v.)'in sağında ve solunda birer direk
bulunduğu bildirilmişse de aslında burada direğin biri, ya diğer iki direkle
aynı hizada bulunmadığından yada Resulullah (s.a.v.), namazı ona karşı
kıldığından zikredilmemiştir.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in, beraberinde Üsame, Osman b. Ebi Talha, Fadl b. Abbas ve Bilal
olduğu halde Ka'be'nin içerisinde namaz kıldığına dair bir çok hadis gelmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Ka'be'nİn içerisine girip orada namaz kıldığını
söyleyenlerin yanı sıra kılmadığını söyleyenler de vardır. Bu görüş ayrılığın
sebebi, bu konuda Üsame b. Zeyd'den iki farklı rivayetin gelmiş olmasıdır.
Bütün bunlara rağmen,
Resulullah (s.a.v.)'in Ka'be'nİn içerisinde namaz kıldığı umumiyetle kabul
edilmiş, hatta yeri ve şekli üzerinde bazı detaylara bile yer verilmiştir.
Abdullah İbn Ömer,
Kabe'ye girince, yüzü istikâmetinde ileri doğru yürüyüp kapıyı arkasında
bırakarak karşısındaki duvara üç arşın kalıncaya kadar ve Bilal'ın haber
verdiği yeri bulur, orada namazını kilarmış
Resulullah (s.a.v.)
zamanında Kabe'nin içinde o zaman altı direk vardı. Kabe'nin, hadisin ravisi
Mâİik döneminde Kabe içinbdeki direklerden biri alınmış ve beş direk kalmıştı.
Metindeki bu ifade, Kabe içindeki direklerin sayısının sonradan değiştiğini
göstermektedir.
Bazı alimler de,
rivayetlerdeki bu farklılıklara bakarak olayın ayrı ayrı zamanlarda iki defa
meydana geldiğini ileri sürmüşlerdir.
1214-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Mekke'nin fethi yılında Üsame b. Zeyd'e ait dişi bir deve üzerinde gelip onu
Kabe'nin Harîm'ine çöktürdü. Sonra Osman b. Talha'yı çağırıp ona:
“Bana Kabe'nin anahtarını getir” buyurdu. Osman hemen Kabe'nin anahtarını getirmek
için annesine gitti. Fakat annesi Kabe'nin anahtarını ona vermek istemedi.
Osman:
“Vallahi, ya o
anahtarı bana verirsin yada şu kılıç belimden çıkar” dedi.
Bunun üzerine annesi,
anahtarı ona verdi. O da, Peygamber (s.a.v.) gelip anahtarı ona teslim etti.
Resulullah (s.a.v.), Kabe'nin kapısını açtı.
[406]
1215-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
Kabe'ye girdi. Kabe'nin içerisinde altı direk vardı. Bir direğin yanında durup
dua etti, fakat Kabe'nin içinde namaz kılmadı.”
[407]
1216- İsmail
b. Ebi Hâlid'den rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'in sahabisi olan
Abdullah İbn Ebi Evfâ'ya:
“Peygamber (s.a.v.),
Kaza umresi esnasında Kabe'ye girdi mi?” diye sordum. O da:
“Hayır!” diye cevap
verdi.
[408]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
bu umresinden maksat, hicretin 7. senesinde yapılan “Kaza Umresi”dir.
Resulullah (s.a.v.)'in
Kabe'ye girmemesinin sebebi, içerisinde bulunan putlardan dolayıdır.
Kurtubî'ye göre
Kabe'nin içerisinde 360'dan fazla put vardı. Resulullah (s.a.v.) Mekke'yi feth
edince Kabe'yi putlardan temizlemiştir.
Resulullah (s.a.v.)'in
Kabe'nin içerisine ne zaman girdiği de ihtilaflıdır.
1-
Bazılarına göre, Mekke'nin fethi günü girmiştir.
2-
Bazılarına göre, Umretu'l-Kaza'da girmiştir.
3-
Bazılarına göre ise Veda haccı sırasında girmiştir.
4-
Rivayetlerdekİ ihtilafı birleştirmeye çalışan bir grup alim ise, Fetih günü ve
Veda haccı sırasında girdiğini ileri sürmüştür.
1217- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir; “Resulullah (s.a.v.), bana;
“Eğer kavmim küfürden yeni kurtulmuş olmasaydı ben
Kabe'yi yıkıp İbrahim (a.s)'ın
temelleri üzerine yemden kurardım. Çünkü
Kureyş, Kabe'yi yaparken İbrahim (a.s)'ın yaptığı temellerden noksan yaptı.
Doğrusu ben bir de Kabe'ye arka bîr kapı yapardım” buyurdu.[409]
1218-
Atâ'dan rivayet edilmiştir:
“Yezid b. Muaviye
zamanında Şamlılar Mekke'ye saldırıp Beytullah yandığı ve olan olduğu zaman
Abdullah İbn Zübeyr, Kabe'yi, hacc mevsiminde insanlar gelinceye kadar harap
hâli üzere bıraktı. Bununla, halkı, Şamlılar üzerine harbe cüretlendirmek yada
sevketmek istiyordu. Halk, haçtan dağılınca Abdullah İbn Zübeyr;
“Ey cemaat! Kabe
hakkındaki görüşünüzü bana söyleyin. Onu yıkıp yeniden mi yapayım, yoksa harâb
olan yerlerini onarayım mı?” diye sordu. Abdullah İbn Abbâs:
“Bana bu konuda bir
fikir belirdi. Harap olan yerlerini tamir etmeni ve halkın müslüman oldukları
zaman buldukları bu beyti, müslüman oldukları zaman buldukları taşları,
Peygamber (s.a.v.)'in de Peygamber olarak gönderildiği zaman bulduğu bu şeyleri
hâli üzere bırakmanı uygun görüyorum” dedi. Bunun üzerine Abdullah İbn Zübeyr:
“Sizden birinizin evi
yansa onu yenilemedikçe gönlü razı olmaz. Şu halde Rabbinizin Beytine nasıl
razı olabiliyorsunuz? Ben, Rabbime üç defa istiharede bulunacağım. Sonra
yapacağım işe niyet edeceğim” dedi.
Üç gece geçtikten
sonra Kabe'yi yıkmaya karar verdi. Halk Kabe'nin üzerine çıkan ilk insanın
başına gökten bir belâ ineceği korkusuyla onu bu işten vazgeçirmeye çalıştı.
Nihayet Beytullah'm üzerine bir adam çıkarak ondan bir taş attı. Halk onun
başına bir şey gelmediğini görünce hep birden Abdullah İbn Zübeyr'e tabî' olup
Beytullah'ı yıkarak yer seviyesine kadar indirdiler. Abdullah İbn Zübeyr,
Kâ'be'nin binası yükselinceye kadar kıble vazifesi görmek üzere bir takım
direkler diktirdi ve üzerlerine perdeler çektirdi.
Abdullah İbn Zübeyr
der ki: Ben, Âişe'yi şöyle derken işittim: Peygamber (s.a.v.):
“Halk, küfürden yeni kurtulmuş olmasaydı ben mutlaka
Hicr'dan beş arşın miktarı bir yeri Kabe'ye ilave ederdim ve ona insanların
birinden girecekleri bir kapı ile diğerinden çıkacakları bir kapı yapardım.
Fakat bende Kabe'nin bina masrafına yetişecek para yoktur” buyurdu.
Abdullah İbn Zübeyr:
“İşte ben bugün
Kabe'nin binası için sarfedecek parayı sağlıyorum, insanlardan da korkacak
değilim” dedi.
Hadisin ravisi Ata
sözüne devamla der ki:
“Abdullah İbn Zübeyr,
Kabe'ye Hicr'dan beş arşın yer ilave etti. Hattâ bir temel açarak halka
gösterdi. Halk ona baktılar. Sonra da binayı onun üzerine kurdu.
Kâ'be'nin uzunluğu,
onsekiz arşındı. Abdullah İbn Zübeyr, ilâveyi yapınca bunu kısa görerek
uzunluğuna on arşın ilave etti. Beytullah'a iki kapı yaptı. Bunların birinden
girilir, diğerinden çıkılırdı. Abdullah İbn Zübeyr şehit edilince, Haccâc,
Mervân'a mektup yazarak bunu ve Abdullah İbn Zübeyr'in Kabe'yi Mekkelilerden
âdil bir takım kimselerin gördükleri bir temel üzerine bina ettiğini haber verdi.
Abdülmelik'de, ona:
“Biz, Abdullah İbn
Zübeyr'in berbat ettiği bir şeyde yokuz. Uzunluğuna yaptığı ilaveyi olduğu gibi
bırak, fakat Hicr'dan yaptığı ilaveyi eskiden yapıldığı şekle çevir, açtığı
kapıyı da kapa!” diye yazdı.
Bunun üzerine Haccâc,
Kabe'nin binasını yıkarak eski şekline iade etti.
[410]
Açıklama:
Ka'be, Allah'a ibadet etmek üzere ve orada Allah'ı birlemek için Allah adına
yeryüzünde yapılmış ilk binadır.
“Peygamberlerin
babası” diye bilinen Hz. İbrahim (a.s), putlarla savaştıktan sonra ve içinde
dikili bulunan putları yıktıktan sonra Allah'tan kendisine gelen emir üzerine
Ka'be'yi inşa etmiştir.
Ka'be, Allah katında
büyük bir şeref ve kutsiliğe mazhar olmasına rağmen zarar yada faydası
dokunmayan taş bir binadır.
Ka'be'nin önemi;
yeryüzünde Allah'ın birliğini ve kulluğun yalnızca O'na yapılacağının
temsilini ve şirk ile puta tapıcılığın batıllığını belirtmede ortaya
çıkmaktadır. Çünkü İnsanlığın putlara, taşlara ve tağutlara ibadet ve kulluk
etmeyi din kabul ettiği dönemde onların batıl ve tümünün değersiz olduklarının
anlaşılması için bu mabetlerin yerine Tevhid inancını temsil ederi bir simge
olarak Ka'be yapılmıştır.
Rivayetlere göre Kabe
11 defa yapılmıştır:
1- Yüce
Allah, gök halkının Beyt-i Ma'muru tavaf ettikleri gibi yeryüzü halkının da tavaf
ve ziyaret etmeleri için Beyt-i Ma'mur'un yeryüzündeki bir örneği olması üzere
melekleri gönderip ilk Kabe'yi yaptırmıştır.
2- Kabe'nin
ikinci yapılışı, Hz. Adem (a.s) tarafındandır.
3- Hz. Adem
(a.s)'ın vefatından Hz. Adem'in oğulları Kabe'yi taş ve çamurla tekrar
yapmışlardır.
4- Tufan ile
Kabe'nin binası yok olduğundan dolayı Hz. İbrahim (a.s) ve oğlu İsmâîl (a.s)
tarafından inşa edilmiştir.
5- Üzerinden
zaman geçip yıkılınca Kabe'yi bu seferde Amalikalilar yapmıştır.
6-
Cürhümlüler tarafından yapılmıştır.
7- Kusayy b.
Kilâb tarafindan yapılmıştır.
8-
Kureyşüler tarafından yapılmıştır.
9- Abdullah
b. Zübeyr tarafından yapılmıştır.
10- Haccâc-ı
zalim rarafından yapılmıştır.
11- Osmanlı
padişahlarından Ahmed ve oğlu Murad tarafından yapılmıştır. Ayrıca günümüzde
Kabe'nin etrafında yeni düzenlemeler de yapılmıştır.
[411]
1219- Hz.
Âîşe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Hicr Kabe'nin
önündeki duvar, Kabe'den midir?” diye
sordum. Resulullah (s.a.v.)'de:
“Evet, Kabe'dendir” diye cevap verdi. Bu defa da ona:
“Öyleyse onu niçin
Kabe'ye ilave etmemişler?” dedim. O da:
“Çünkü senin kavminin o dönem yıkılan Kabe'yi yeniden
yaparken bütçesi buna yetmedi”
buyurdu. Ona:
“Kabe'nin kapısı neden
yüksek?” diye sordum. O da:
“Kavmin, istediklerini içeriye almak ve istediklerini
de ondan uzaklaştırmak için bunu yapmıştır. Eğer kavmin cahiliyetten yeni
kurtulmuş olmasaydı ve ben de onların kalplerinin inkarından endişe etmeseydim
Hıcr'ın duvarını Kabe'ye ilave etmeye ve kapısını da zemin seviyesine getirmeye mutlak surette
düşünürdüm” buyurdu.[412]
Açıklama:
Hicr-i İsmail, Kabe'nin kuzey cephesinde bulunan bir sahanın ismidir. Hîcr
kelimesi sözlükte; menetme, akıl ve himaye gibi mânâlara gelir. İbrahim
(a.s)'ın oğlu İsmail (a.s) bu sahada yetiştirilip himaye edildiği için bu isim
verilmiştir.
Hicr ı İsmail, 131 cm.
yüksekliğinde ve yanm dâire biçiminde bir duvarla çevrilidir. Bu duvar ile
Kabearasmda kalan sahaya, “Hicr-i İsmail” denilir. Duvarın bir köşesi, Kabe'
nin Rükn-i irâkî denilen köşesinin hizâsmdadır ve iki köşe arasında 230 cm.
genişliğinde bir boşluk var. Bu boşluktan Hicr'e girilip çıkılır. Duvarın
diğer köşesi İse Kabe'nin Rükn-i Şâmî denilen köşesinin hizâsmdadır. Bu iki
köşe arasında da 223 cm.lik bir boşluk bulunur. Buradan da Hicr'e girilip
çıkılır. Yarım dâire biçimindeki duvarın iki köşesi arasındaki mesafe ise 800
cm.dir. Kabe'nin kuzeyindeki duvarının ortası ile Hicr'in yarım dâire
biçimindeki duvann ortası arasında kalan mesafe de 844 cm.dir.
Hicr-i ismail denilen
sahanın tamamı, Kabe'den sayılır. Fakat bâzı rivayetlere göre bu sahanın bir
kısmı Kabe'dendir. Bir kısım rivayetlerde Kabe'den olan kısmın 6 zira olduğu
belirtilmiştir. 6 zira yaklaşık olarak 3 metreye tekabül eder.
Hicr-i İsmail'in bir
kısmının Ka'be’den bir parça olduğu kesin olduğundan Kabe tavaf edilirken
Hicr-i İsmail'in etrafındaki mevcut duvann arkasından dolaşmak gerekir. Bîr
kimse tavaf ederken Hicr-İ İsmail'in Kabe duvarı arasındaki bir girişten girip
diğer bir girişten çıkmak suretiyle dolaşırsa tavaf sahih değildir. Çünkü
Kabe'nin içinden geçmiş olur. İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed bu
görüştedir.
Hanefilere göre ise
tavafın anılan duvann arkasından yapılması vaciptir. Hicr içerisinden geçmek
suretiyle tavaf eden kimse, tavafını yenilemekle mükelleftir.
1220-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Fadl b. Abbâs, Veda
haccı yılında Müzdelife'den Mina'ya giderken Resulullah (s.a.v.)'in terkisinde
bulunuyordu. Derken Yemen'deki Has'am kabilesinden genç bir kadın gelip
Resulullah (s.a.v.)'e fetva sordu. Bu sırada Fadl kadına, kadın da Fadl'a
bakmaya başladı. Resulullah (s.a.v.) derhal Fadl'in yüzünü eliyle kadından
başka tarafa çevirmeye başladı. Kadın:
“Ey Allah'ın resulü!
Allah'ın kulları üzerinde bulunan hac hususundaki farizası babama çok
ihtiyarlığında erişti. Deve üzerinde durmaya güç yetiremiyor. Ben vekaleten
onun yerine hac edebilir miyim?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet, vekaleten onun yerine hac edebilirsin” buyurdu. Bu olay, Veda haccı sırasında meydana geldi.
[413]
Açıklama:
İmam Malik'e göre
hayatta olan bir kimse namına başkasının hac etmesi caiz değildir. Yalnız hac
etmeden ölen kimse namına başkası hac edebilir.
Hanefiler, İmam Şafii
ile İmam Ahmed'e göre bizzat haccetmekten aciz olan kimse namına başkasının
hac etmesi caizdir.
1221-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Medine'ye 36 mil mesafede olan Ravha'da bir deve kervanına rastlayıp onlara:
“Hangi kavimdensiniz?” diye sordu. Onlar da:
“Müslümanlarız” diye
cevap verdiler. Onlar, Resulullah'a:
“Siz kimsiniz?” dîye
sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Allah'ın resulüyüm!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine bir
kadın, Resulullah (s.a.v.)'a bir çocuk uzatıp:
“Bunun yaptığı hac
geçerli midir?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet, geçerli! Sana da sevab var!” buyurdu.
[414]
Açıklama:
İmam Malik, İmam Şafii
ile İmam Ahmed'e göre küçük çocuğun haccı sahihtir. Yalnız nafile yerine
geçtiği için ergenlik çağına girdikten sonra imkan bulduğu takdirde hac etmesi
gerekir.
Ebu Hanife'ye göre ise
çocuğun haccı sahih değildir.
1222- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) bize hutbe okuyup:
“Ey insanlar! Allah size haccı farz kılmıştır.
Dolayısıyla hac edin!”
buyurdu.
Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Her sene mi hac yapalım?” diye sordu.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) sustu, öyle ki o adam, bu sözünü üç defa tekrarladı.
Derken Resulullah (s.a.v.):
“Soruya “Evet” diye cevap verseydim, o zaman hac size
her sene vacip olurdu. Siz de buna güç yetîremezdiniz” buyurdu. Daha sonra da:
“Ben sizi serbest bıraktığım sürece gereksiz yere soru
sormamak üzere beni bırakın. Sizden öncekiler, ancak çok soru sormaları ve
peygamberlerine ters düşmeleri sebebiyle helak olmuşlardır. Dolayısıyla ben
size bir şey emrettiğimde onu gücünüz yettiğince yerine getirin. Bir şeyi
yasakladığımda ise ondan kaçının”
buyurdu.
[415]
Açıklama:
Haccın ömürde bir defa
farz olması hususunda ümmet ittifak etmiştir.
1223- Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kadın, yanında nikah düşmeyen bir kimse olmadığı
müddetçe üç gecelik yola gitmesin.”
[416]
1224-
Kazaa'dan rivayet edilmiştir:
Ebu Saîd el-Hudrî'den
bir hadis dinledim ve çok hoşuma gitti. Ona:
“Bu hadisi sen bizzat
Resulullah (s.a.v.)'den dinledin mi?” diye sordum. O da:
“Resulullah (s.a.v.)'den duymadığımı onun üzerinden mi
söyleyeceğim?” dedi.
Kaza der ki: Ebu Saîd
el-Hudrî'yi şöyle derken işittim: Resulullah (s.a.v.):
“Binekler ancak üç Mescid için koşulur:
1- Benim şu Mescidim.
2- Mescid-i Haram.
3- Mescid-i Aksa”
buyurdu.
Ebu Saîd el-Hudrî der
ki: Resulullah (s.a.v.)'i:
“Yanında, eşi veya nikah düşmeyen bir yakını olmayan
bir kadın iki günlük yolculuğa çıkmasın”
diye buyururken işittim.
[417]
1225- Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine
göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bir müslüman kadına, yanında kendisine nikah düşmeyen
bir kimse olmaksızın bir gecelik vere yolculuk etmesi helal değildir.”
[418]
1226-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)'i hutbe
okuyup:
“Hiçbir erkek, yanında nikah düşmeyen bir kimse
olmaksızın bir kadınla baş başa kalmasın. Bir kadın da, yanında nikah düşmeyen
bir kimse olmaksızın yolculuğa çıkmasın” buyururken işittim. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Benim eşim, hac için yola çıktı. Ben de şu, şu gazaya yazıldım” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Git, eşinle birlikte hac et!” buyurdu.
[419]
Açıklama:
Bu hadislerde ortak
nokta, kadınların mahremsiz yolculuk yapmalarının yasaklanmasıdır. Ancak bu
hadislerde belirtilen süreler, birbirinden farklıdır. En uzunu, üç günlük bir
süre, en kısası ise bir “Berid”lik yaklaşık 22 km. süredir. Sürelerin değişik
olması ölçünün bir noktada değil de yüzeysel olduğunu gösterir.
Yusuf el-Karadavi bu
konuda şöyle der:
“Bu yasağın
arkasındaki illet; yolculuğun deve, katır ve,eşek üzerinde yapılıp genellikle
de neredeyse yerleşim merkezleri ve yaşayanlann pek bulunmadığı sahra ve
çöllerin aşıldığı bir zamanda kocasız ve mahremsiz yolculuğundan dolayı kadın
hakkındaki korkudur. Böylesi bir yolculukta kadının kendisine bir kötülük yapılmasa
dahi en azından hakkında kötü şeyler şüyu bulabilirdi. Fakat -asrımızda olduğu
gibi- durum değişip yolculuğun en az yüz veya daha fazla yolcunun bindiği bir
uçak yahut yüzlerce yolcu taşıya1; bir trende yapılması halinde ise, yalnız
başına yolculuk yapan kadın hakkında korkmaya gerek yoktur. Dolayısıyla bu
hususta şer'an kadın hakkında bir günah güçlük yoktur ve bu, hadise muhalefet
de sayılmaz.
Bilakis bunu, Adiy İbn
Hâtim'in merfu olarak rivayet ettiği şu hadis destekleyebilir: “Bir kadının
Hira denilen yerden çıkıp yanında kocası olmaksızın ta Beytullah'a/Kabe'ye
kadar gelmesi yakındır”
[420]
Hadis, İslamın
zuhurunu, âlemlerde onun nurunun yükselmesini ve yeryüzünde güvenliğin
yayılmasını medhetmek üzere söylenmiştir ki böylesi yolculuğun caiz olduğuna
delalet etmektedir. Nitekim bu hususta İbn Hazm da bu hadisi delil
göstermiştir.
Yine bu konuda bazı
imamlann, güvenilir kadınlarla birlikte veya kendilerine güvenilen bir cemaat
ile bir kadının mahremi ve kocası olmaksızın hacc yapmasını caiz gördüklerini
bulmamızda şaşılacak birşey yoktur. Nitekim Hz. Ömer döneminde Hz. Aişe ve
mü'minlerin annelerinden bir grub, yanlannda mahremleri olmaksızın
haccetmişlerdir. Hatta Buhârî'nin “Sahih”inde olduğu gibi Osman İbn Affân ve
Abdurrahmân İbn Avf onlara arkadaşlık etmişlerdir.
[421]
1227- Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Ömer
onlara şunu öğretmiştir: Resulullah (s.a.v.) bir yolculuğa çıkarken devesine
bindiği zaman üç defa Allahu Ekber diye tekbir getirir, sonra da:
“Subhânellezî sahhara lenâ hazâ ve mâ kunnâ lehu mukrinîn
ve innâ ilâ rabbinâ le-munkalibûn. AUahümme! İnnâ nes'eluke fî seferinâ hazâ
el-bir-ra ve't-takvâ ve mine'l-ameli mâ tarda. Allahümme! Hevvin aleynâ
seferenâ hazâ ve atvi annâ bu'dehu. Allahümme! Ente's-sâhibu fi's-seferi
vc'1-halîfctu fii-ehli. Allahümme! İnnî cûzu bike min va'sâi's-seferi ve
keâbeti'I-manzari ve sûi'l-munkalebi fi'1-mâli ve'1-ehli”Bize, bunları,
müsahhar kılan Allah'ın şanını tenzih ederim. Yoksa biz buna güç yetiremezdik.
Şüphesiz ki biz Rabbimize dönücüleriz.”
[422]
“Allahım! Senden bu yolculuğumuzda hayr ve takva,
amellerden de senin razı olacaklarını dileriz. Allahım! Bu yolculuğumuzu bize
kolaylık ver. Bize onun uzaklığını kısalt. Allahım! Seferde arkadaş, ailede
vekîl sensin. Allahım! Yolculuğun meşakkatinden, manzaranın kötüye değişmesinden,
mal ve aile hususunda kötü dönüşden Sana sığınırım!” derdi.
Yolculuktan döndüğü
zaman da bu duayı okurdu. Ayrıca bana şunları da ilave etti:
“Ayibûne, Tâibûne, Sâcidûne, bi-Rabbİnâ Hâmîdûn”
Yolculuktan selametle dönenleriz, Allah'a tevbe edenleriz, ibadette ihlas
sahipleriyiz, secde edenleriz, ancak Rabbimize hamd edenleriz”.
[423]
1228-
Abdullah b. Sereis (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
yolculuğa çıkarken; yolculuğun zorluklarından, fena dönüşlerden, iyi halden
kötüye dönmekten, mazlumun bedduasından, aile ve mal hususunda kötü halden
Allah'a sığınırdı.”
[424]
1229-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
gazalardan yada seriyelerden veya hac yada umreden döndüğü zaman bir dağ
eteğine veya bir bayıra çıktığında üç defa tekbir getirir, sonra da:
“Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike lehu,
lehu'l-Mulku ve lehu'l-Hamdu ve huve alâ külli şey'in kadir. Abiyûne, Tâibûne,
Abidûne, Sâcidûne lî-Rabbinâ Hâmidûne. Sadaka'llahu va'dehu ve nasara abdehu ve
hezeme'l-ahzâbe vahdehu” Bir olan Allah'tan başka ilah yoktur. O'nun ortağı
yoktur. Mülk, O'nundur. Hamd'de, O'nadır. O, her şeye hakkıyla güç yetirendir.
Dönenleriz, tevbe edenleriz, kulluk edenleriz, secdeye kapananlarız, ancak
Rabbimize hamd edenleriz. Allah, vaadinde sadıktır. Kuluna yardım etmiş ve O,
tek basma biraraya gelen orduları perişan etmiştir” buyururdu.
[425]
1230-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Zulhuleyfe'deki Batha vadisinde devesini çökertip orada namaz kıldı. Hadisi
nakleden ravinin anlattığına göre, Abdullah İbn Ömer'de böyle yapardı.”
[426]
1231-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Zulhuleyfe'deki konaklama yerindeyken ona Allah tarafından bir melek
gönderildi. Sonra da ona:
“Doğrusu sen, mübarek Bathâ vadisindesin denildi.”
[427]
Buhârî, Menakıb 25.Hac
yada umreden sonra Mekke'den Medine'ye dönüşte veya hac ile umre dışında
yapılan herhangi bir yolculukta uğrandığı zaman Zulhuleyfe'deki Batha'ya inip
orada namaz kılmak müstehabtır.
1232- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah
(s.a.v.)'in hac emiri olarak görevlendirdiği Veda haccından önceki hacda Ebu
Bekr es-Sıddîk, Kurban bayramı günü:
“Bu yıldan sonra
hiçbir müşrik haccedemeyecek ve hiçbir çıplak kimse de Kabe'yi tavaf
edemeyecektir” diye halka bildirmesi için gönderdiği topluluk içerisinde Ebu
Hureyre'yi ele göndermiştir.
[428]
Açıklama:
Resulullah
(s.a.v.)'in, Ebu bekr'i hac emiri tayin etmesi olayı, hicretin 9, yılında
meydana gelmiştir.
Haccı Ekber: Büyük Hac
demektir. Haccı Asğar: Küçük hac demektir. Küçük haçtan maksat, umredir.
1233- Hz.
Âişe (r.anhâj'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Arefe gününde olduğu kadar Allah'ın kendisinden
ateşten çok kul kurtardığı hiçbir gün yoktur. Doğrusu o gün Allah, Arafat'ta
vakfe yapanlara mutlaka yakınlaşır, sonra onlarla meleklere karşı övünüp:
“Bunlar, ne istediler ki her işlerini bırakıp burada
toplanıyorlar?” buyurur.
[429]
Açıklama:
Allah'ın arefe günü
kullarını cehennem ateşinden kurtarmasından maksat; Allah'ın, onlara rahmeti,
mağfireti ve ikramıdır.
1234-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resuluüah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Umre, diğer umreye kadar olan süre arasındaki
günahlara keffarettir. Kabul olunmuş haccın ise cennetten başka bir karşılığı
yoktur.”
[430]
Umrenin kefaret olduğu bildirilen günahlardan
maksat, küçük günahlardır. Buna göre mü'min bir kimse umre yapar, bir süre
sonra tekrar umre yaparsa ikinci umre, bu süre zarfında işlenen küçük
günahlara keffâret olur.
Mebrûr Hac'dan maksat,
makbul hac'tır. Bâzılarına göre Mebrûr Hac ile kasdedilen mânâ; hac ibadetiyle
meşgul olunduğu sürece bütün günahlardan uzak kalınarak ifâ edilen hac'dır.
Nevevi bu yorumu tercih etmiştir. Kurtubî'ye göre ise Mebrûr Hac'tan maksat; mükemmel
bir şekilde, bütün hükümlerine riâyet edilerek istenilen biçimde tamamlanan
haçtır.
1235-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim şu Beytullah'a gelir de bu arada kötü söz
söylemez ve günah işlemez ise hacdan, annesinden doğduğu günkü gibi günahsız
olarak evine döner.”
[431]
Açıklama:
Cinsel ilişki, kadınla
oynaşmaya yönelik sözler ve çirkin laflar etmeden ve günah işlemeden hac
ibadetini sırf Allah rızası için yerine getiren bir mümin, annesinden doğduğu
gün gibi bütün günahlarından arınmış olur.
1236- Üsâme
b. Zcyd b. Harise (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Mekke'deki evine mi ineceksin?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.)'de:
“Akîl, bize, evler ve
haneler bıraktı mı ki?” diye cevap verdi.
“Akîl ile Tâlib, Ebu
Tâlib'fin evlerine mirasçı olmuştu. Cafer ile Ali'de hiçbir şeye mirasçı
olamamıştı. Çünkü bu ikisi o sırada müslüman idi. Akîl ile Tâlib ise o sırada
kafir idi.”
[432]
1237- Alâ'
İbnu'I-Hadramî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Muhacir olan bir kimse, Veda tavafından sonra
Mekke'de üç gün kalabilir” diye
buyururken işittim.
[433]
Açıklama:
Veda Tavafı, cumhura
göre vaciptir. Terk edilmesi, diğer vaciplerin terki gibi kurban kesmeyi
gerektirir. Bu tavaf, hacının Kabe'den aynlacağı en son anı olsun diye çıkış
vaktinde yapılır.
Mekke feth edilmeden
önce Mekke'li muhacirlerin Mekke'de ikâmet etmeleri haram kılınmıştı. Sonralan
hac ve umre sebebiyle Mekke'ye girenlere hac ibadetlerini bitirdikten sonra
Mekke'de sadece üç gün kalmalarına izin verilmiştir.
Şafiî alimlerinden
Nevevî (ö. 676/1277)'ye göre, bu hadisin manası; Mekke'den Medine'ye hicret
edenlere bîr daha Mekke'ye yerleşmelerinin haram kılınmasıdır. Kadı İyâz (ö.
544/1149)'a göre, alimlerin çoğunluğu bu görüştedir. Ancak Resulullah
(s.a.v.)'in Medine dışında istedikleri yerde oturmalarına izin verdiği kimseler
bu hükmün dışındadırlar.
Bazı alimler de,
Mekke'nin fethinden sonra muhacirlerin Mekke'ye yerleşmelerini caiz görmüş, bu
hadisin hicretin vacip olduğu zamanlara özgü olduğunu söylemiştir.
Mekke'nin fethinden
önce hicretin vacip olduğunda bütün alimler görüş birliğine varmıştır. Muhacir
olmayanların, istedikleri yerde yaşayabileceklerinde irtifak vardır.
Muhacirlere Mekke'de
kalmak için verilen üç günlük izin, ikâmet hükmüne girmez. Onlar yine misafir
sayılırlar.
İnancından dolayı bir
yerden baişka bir yere hicret eden kimsenin, kendisi için mevcut tehlike
ortadan kalktıktan sonra oraya dönüp dönemeyeceği meselesi, alimler arasında
ihtilaflıdır.
Bazılarına göre; bu
kimse, Alİah ve Resulüne hizmet için memleketini terk etmişse, muhacirler
hükmündedir. Bir daha oraya dönemez. Fakat hicret ederken maksadı memleketini
terk değil de sadece inancını korumak idiyse fitne bittikten sonra memleketine
geri dönebilir. bu görüştedir.
1238-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.),
Mekke'nin feth edildiği gün:
“Artık Mekke'den Medine'ye hicret yoktur. Fakat cihad
ve niyet var. Savaşa çağrıldığınız zaman hemen gidin” buyurdu.
Yine Resulullah
(s.a.v.), fetih günü, Mekke'nin fethi günü:
“Doğrusu Allah gökleri ve yeri yarattığı gün bu şehri
haram kılmıştır. Benden önce bu beldede hiç kimseye savaş helal olmamıştır.
Bana da anacak gündüzün bir saatinda/vaktinde savaş helal olmuştur. Burası,
Allah'ın haram kılmasıyla kıyamet gününe kadar haramdır. Buranın dikeni
koparılmaz, avı ürkütülmez, ilan edenden başkası orada bulduğu eşyayı alamaz ve
yaş otu da koparılmaz” buyurdu. Bunun
üzerine Abbâs:
“Ey Allah'ın resulü!
İzhir hariç olsun. Çünkü o, Mekkelilerin demircileri/dökümcüleri ve evleri
için zaruri bir ihtiyaç maddesidir” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“O zaman izhir hariç olsun!” buyurdu.
[434]
Açıklama:
Mekke'nin yaş otlarını
kesmek haramdır, imam Malik ve Ebu hanfıe bu görüştedir. İmam Şafii ile İmam
Ahmed'in diğer bir görüşüne göre hayvanların maslahatı için yaş otların
hayvanlara otlatılmasında bir sakınca yoktur. Halkın tatbikatı da bu
şekildedir. Kuru otlara
gelince, bunların
kesilmesinde yada koparılmasında bir sakınca yoktur.
Abbas'ın Izhır otunu
istisna yapması için Resulullah (s.a.v.)'e telkinde bulunması üzerine
Resulullah (s.a.v.)'in bu otu istisna yapmasının; vahiy suretiyle mi, yoksa
kendi içtihadıyla mı yapıldığı meselesi ihtilaflıdır.
Mekke ayrığı denilen
kokulu bir ottur.
1239- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hiçbirinize ihtiyacı
olmadığı halde Mekke'de silah taşımak helal değildir.”
[435]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)
mescit, çarşı ve benzeri halka açık yerlerde diğer insanlara zarar verebilecek
silah ve benzeri şeylerin taşınması yasaklamaktadır. Bununla birlikte umretu
kaza sırasında Peygamber (s.a.v.), kılıçların kınlarına sokulmasını şart
kılarak Mekke'ye girmesi ve fetih yılında savaşa hazır bir şekilde Mekke'ye
girmesi gibi durumlar göz önünde bulundurulduğunda belirli kayıtlar dahilinde
Mekke'de silah taşınmasının caiz olduğu belirtilmiştir.
1240- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
Mekke'nin fethi yılında Mekke'ye başında bir miğfer olduğu halde girdi. Onu
çıkardığı zaman yanma bir adam gelip:
“İbn Hatal, Kabe'nin
örtüsüne bürünüp saklanmış” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Onu öldürün!”
buyurdu.
[436]
Açıklama:
Hattabî (ö.
388/998)'nin açıklamasına göre, bu hadis; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Mekke'nin
fethinde, Mekke'ye, başında miğferle girmesi; saldırıya uğrayacağından, bir
kimsenin ihramı terk ederek zırh ve miğfer gibi kendisin koruyacak elbiseler
giymesinin caiz olduğuna delalet ettiği gibi, hac veya umre niyeti olmaksızın
herhangi bir ihtiyacını görmek isteyen bir kimsenin de ihrama girmesi
gerekmediğine delalet etmektedir.
Hanefilere göre; bir
kimse, hac veya umre niyetiyle yada bir ihtiyaç dolayısıyla Mekke'ye girmek
isterse, o kimsenin, ihramsız girmesi caiz olmaz. Hicaz'da mikat dahilinde
oturmayan bir kimsenin, Mekke'ye ihramsiz girebilmenin yolu; Mekke'ye değil de,
mikat dahilinde bulunan bir köye yada şehre gitmeyi kast etmesidir. Bu
takdirde o kimsenin, ihramsız bir şekilde mikati geçmesi caiz olur. Çünkü bu
niyetiyle kişi, bir mikati geçmeyi kast etmiştir.
[437]
İmam Ahmed, İmam Mâlik
ile İmam Ebu Hanîfe'ye göre; Mekke, harp yoluyla feth edilmiştir.
İbn Hatal, Benu Teymu'l-Edrem
b. Galiplerden idi. Asıl adı, Abduluzza b. Hatal idi. Bazı kaynaklara göre ise
ismi, Hilal b. Abdullah b. Abdu Menafu'i-Edremî'dir.
İbn Hatal, müslüman
olup Medine'ye hicret etmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.), onu, Zekât ve sadaka
memuru görevine tayin etmişti. İbn Hatai'm hizmetini gören azadlı müslüman bir
kölesi vardı. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu köleyi de onun yanına vererek İbn
Hatal'ı Zekât tahsilatına gönderdi. Bir yerde konakladıklarında, köle, İbn
Hatalın istediğini, uyuya kalması sebebiyle yerine getiremeyince, İbn Hatal,
köleyi, döve döve öidürdü. Köleyi öldürdüğü zaman; “Vallahi, Muhammed'in yanına
varırsam, bu suçumdan dolayı, muhakkak beni öldürür” deyip irtidat etti ve
İslam'dan müşrikliğe döndü. Topladığı zekâtları da yanına alarak Mekke'ye
kaçmıştı.
Hz. Peygamber
(s.a.v.), Mekke'yi feth edince, Kabe'nin örütüsü altına sığınmış olarak
bulunsalar bile, öldürülmeleri emr ve kanlan heder kabul edilen kişiler
arasında İbn Hatal'da yer almaktaydı.
İbn Hatal'ı, Ebu
Berzeme el-Eslemî ile Said b. Hureys el-Mahzûmî'nin elbirliğiyle öldürüdükleri
bildirildiği gibi, Şerîk b. Abdetu'l-Acianî yada Ammar b. Yasir'in öldürdüğü de
rivayet edilmiştir. Fakat onu, Ebu Berze'nin öldürdüğü rivayeti daha
sağlamdır.
1241- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber {s.a.v.),
Mekke'nin fethi günü oraya başında siyah bir sarık olduğu halde girdi.”[438]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)
Mekke'ye ilk girişi sırasında başında miğfer vardı. Sonra bunun ardından
miğferi çıkarıp sank giymiştir. Başında siyah bir sarık olduğu halde halka
hitap etmiştir.
1242-
Abdullah b. Zeyd b. Âsim (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu İbrahim Mekke'yi dokunulmaz kılmış ve
bereketli olması için orada yaşayanlara dua etmiştir. İbrahim Mekke'yi nasıl
dokunulmaz kıldıysa ben de Medine'yi dokunulmaz kıldım. Onun sâ' ile müddü
hakkında ise İbrahim'in Mekkeliler için yaptığı duanın iki katı dua ettim.”
[439]
Açıklama:
İslamiyetten önce
“Medine”, “Yesrib” diye anılırdı. İslamiyetten sonra ise “Dâr”, “Medîne”,
“Taybe” ve “Tâbe” isimleriyle anılmaya başlamıştır.
Hicretten önce Medine,
veba gibi salgın hastalıklann en çok bulunduğu bir beldeydi.
Sâ: Şer'i dirheme göre
2.917 kg, örfi dirheme göre İse 3.333 kg miktarı zahire alan bir ölçektir.
Müdd: Sa'dan daha
küçük yani 832 gr.Iık bir ölçektir.
1243. Râfi'
b. Hadîc (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu İbrahim Mekke'yi dokunulmaz kılmıştır. Ben de
Medine'yi kastederek bunun iki taşlığı arasını dokunulmaz kılıyorum.”
[440]
1244- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu İbrahim Mekke'yi dokunulmaz kılmıştır. Ben de
Medine'nin iki taşlığı arasını dokunulmaz kıldım.”
[441]
Açıklama:
Mekke, Hz. İbrahim
(a.s)'dan bu yana haram İlan edilmişti. Resulullah (s.a.v.)'de Medine'yi haram
ilan etmişti. Bir yerin haram İlan edilmesi; öncelikle ot, ağaç her çeşit
bitkinin koparılıp kesilmesinin yasak edilmesi, yabanî hayvanlarının öldürülüp
avlanmasının yasaklanması demektir. Kutsal beldeler için düşünülmüş olan bu
tarihi uygulama, günümüzde, “Millî Park”, “Yeşil Kuşak”, “Yeşil Saha”, “Sit
Alanı” gibi farklı düşüncelerle yaygın bir şekilde gündeme gelmiştir.
Haram yerlerin
sınırları hususunda farklı ifadeler vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu yasağın
ciddiyetini ve önemini belirtmek için, onu ihlal edenlere karşı vicdani ve
ameli olmak üzere gayet sert müeyyideler koymuştur. Haram bölgenin
korunmasında, sadece kasti ihlallere ceza ve müeyyide konmakla kalmamış,
hataen meydana gelebilecek ihlallere karşı da müeyyide getirilmiştir.
Mekke ve Medine'nin
bitki örtüsünün kesilmekten ve hayvanlarının öldürülmekten yasaklanmasının
sebebi; bu iki şehirde ve çevresinde bulunan canlı örtünün koruma altına
alınmasıdır.
1245- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Ben Medine'nin iki
taşlığı arasının ağacı kesilmesini ve avı
Öldürülmesini dokunulmaz kılıyorum” buyurdu. Sonra da:
“Medineliler bilmiş olsalar, Medine onlar için daha
hayrlıdır. Bir kimse ondan yüz çevirerek ayrılıp giderse Allah o kimsenin
yerine oraya ondan daha hayrlisını getirir. Eğer bir kimse Medine'nin çile ve
zorluğuna katlanırsa kıyamet gününde ben ona şefaatçi ve şahid olurum” buyurdu.
[442]
1246-
Âsım'dan rivayet edilmiştir: “Enes b. Mâlik'e:
“Resulullah (s.a.v.),
Medine'yi dokunulmaz kıldı mı?” diye sordum. O da:
“Evet. Medine'nin şura ve şura arasını dokunulmaz
kıldı” dedi. Daha sonra Resulullah
(s.a.v.), bana:
“Bu pek şiddetlidir. Kim orada Kur'an ve Sünnet'e
aykırı bir iş yaparsa Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun
üzerine olsun. Allah, kıyamet gününde o kimsenin sarf/farz ve adi/nafile ibadet
adına hiçbir şeyini kabul etmez”
buyurdu.
[443]
1247- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allahım! Medinelilerin ölçeklerinde bereket ihsan
eyle. Sa'larında bereket ihsan eyle. Müdlerinde bereket ihsan eyle!”
[444]
1248- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allahım! Medine'ye de, Mekke'ye verdiğin bereketin
iki katını ver!”
[445]
1249- İbrahim
et-Teymî yoluyla babası Yezîd b. Şerîk'ten rivayet edilmiştir:
“Ali b. EbîTâlib, bize
hutbe okuyup:
“Kim yanımızda
Allah'ın kitabı ile şu sahîfeden hadisin ravisi: Kılıcının kınında asılı
bulunan bir sahife vardı” dedi. başka bir şey okuduğumuzu iddia ederse muhakkak
yalan söylemiştir. Bu
sahîfenin içerisinde; diyet olarak verilecek develerin yaşları ile
yaralanmalara ait bazı şeyler vardır. Bir de bu sahîfenin içerisinde Peygamber
(s.a.v.)'in:
“Medine, Ayr ile Sevr arası olmak üzere dokunulmaz bölgedir.
Dolayısıyla orada kim bir günah işler veya günah işleyeni barındırırsa
Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Kıyamet
gününde Allah onun farz veya nafile hiç bir ibâdetini kabul etmez.
müslümanların kafirlere verdiği zimmeti birdir/muteberdir. müslümanların
mertebece en aşağıda olanı bile, bu zimmeti yerine getirmeye çalışır. Bîr kimse
babasından başkasının oğlu olduğunu iddia eder yada âzâd edilen bir köle
sahiplerinden başkasına nispet ederse ona da Allah'ın, meleklerin ve bütün
insanların laneti vardır. Kıyamet gününde Alİah onun farz veya nafile hiç bir
ibâdetini kabul etmez” buyurdu.
[446]
Medine'nin dağlarından
birisi olup büyük ve yüksektir. Medine'nin güneyinde takriben iki saat kadar
mesafede bulunmaktadır.
Sevr: Medine'nin
dağlarından birisi olup küçük ve kırmızıdır. Uhud dağının kuzeyinde bulunur. Bu
iki dağ, güneyden ve kuzeyden Medinen'nin dokunulmaz bölgesinin sınırını
oluşturmaktadır.
1250- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Medine'nin iki taşlığı arasım dokunulmaz kıldı.
Yine Ebu Hureyre:
“Ben Medine'nin bu iki
taşlığı arasında ceylan bulsam onu ürkütmem. Çünkü Resulullah (s.a.v.),
Medine'nin on iki mil çevresini dokunulmaz kıldı” dedi.
[447]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.)
Medine'yi dokunulmaz bölge ilan ettiği için ağaçlan kesilmez, hayvanları
avlanmaz.
İmam Malik, İmam Şafii
ile İmam Ahmed bu konuda görüş birliği içerisindedir. Ebu Hanife'ye göre ise
Medine'nin dokunulmaz kılınmasından maksat, onun değerini yükseltmektir.
1251-
Mehrî'nin azadlıs: Ebu Saîd'den rivayet edilmiştir:
“Bunlara, Medine'de
geçim darlığı ve hayat zorluğu isabet edince, bu kimse, Ebû Saîd el-Hudrî'ye
gelip:
“Ben, ailesi kalabalık
bir kimseyim. Sıkıntıya maruz kaldık. Dolayısıyla ailemi ekilip biçilen bir
köye/araziye taşımak istiyorum” dedi. Ebû Saîd el-Hudrî:
“Böyle yapma!
Medine'de kal! Çünkü biz, Allah'ın peygamberi (s.a.v.)'le yoia çıktık.
Zannederim şöyle dedi; Usfân'a geldik. Orada birkaç gece kaldı. Cemâat:
“Vallahi, bizim burada
bîr işimiz yok. Ailemizin yanında onları koruyacak hiç kimse yoktur. Onların
başına gelecek bir kötülükten de emin olamıyoruz” dediler. Bu tür sözler
Peygamber (s.a.v.)' ulaştı. Peygamber
(s.a.v.):
“Konuştuklarınızdan bana ulaşmış bu sözler de nedir?”
Ravi:
“Nasıl dediğini bilemiyorum” dedi. Kendisine yemin
ettiğim Alİah hakkı için yada nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki,
gönlümden geçti yahut dilerseniz bunların hangisini dediğini bilemiyorum deveme
semerinin bağlanmasını emredeyim, sonra da Medine'ye varıncaya kadar onun bir
düğümünü çözmeksizin hızlıca yola devam edelim” buyurdu. Daha sonra Resulullah (s.a.v.):
“Allahım! Doğrusu İbrahim Mekke'yi haram kılarak onu
dokunulmaz yaptı. Ben de, Medine'yi, onun iki dağı arasındaki alanı iyiden
iyiye haram kıldım.
Bu sınırlar arasındaki Medine'nin hareminde kan
dökülmemeli, savaş için silâh taşınmamalı, ağacından yaprak düşürülmemeli.
Sadece hayvanı yemlemek için dal kırmama müstesna olmak üzere hiçbir ağacın
kesilmemesini esas kıldım.
Allahım! Bize Medine'miz hakkında bereket ihsan eyle!
Allahım! Bize sâ'ımız hakkında bereket ihsan eyle!
Allahım! Bize müddümüz hakkında bereket ihsan eyle!
Allahım! Bize sâ'ımız hakkında bereket ihsan eyle!
Allahım! Bize müddümüz hakkında bereket ihsan eyle!
Allahım! Bize Medine'miz hakkında bereket ihsan eyle!
Allahım! Bir bereketin yanısıra iki bereket ihsan
eyle!
Nefsim elinde olan Allah'a yemîn ederim kî, Medine'nin
her dağ yolu ve geçidinde iki melek vardır. Siz varıncaya kadar onu korurlar” buyurdu. Daha sonra da cemaata:
“Haydi yola koyulun!” buyurdu.
Bunun üzerine biz de
yola koyulup Medine'ye geldik. Kendisine yemin ettiğimiz yahut kendisine yemin
olunan -buradaki şüphe hadisin râvîsi Hammâd'dan kaynaklanmaktadır- Allah
hakkı için Medine'ye girdiğimiz zaman henüz hayvanlarımızın semerlerini
indirmemiştik. Derken üzerimize Abdullah b. Gatafân oğullan kabilesi baskın
yaptı. Halbuki bundan önce onları harekete geçirecek bir sebep yoktu.
[448]
Açıklama:
“Halbuki bundan önce onları harekete geçirecek bir
sebep yoktu” sözünden maksat; biz
yokken Medine'yi melekler korumuştu, Medine'ye döner dönmez üzerimize Abdillâh
b. Gatafân oğulları kabilesi baskın yaptı. Halbuki daha önceden bu baskına
engel olacak zahirî bir kuvvet bulunmadığı gibi, bu kabileyi meşgul edecek bir
düşmanları da yoktu. Bizim gelmemizden önce baskından onları alıkoyan şey,
Peygamber (s.a.v.)'in haber verdiği şekilde meleklerin korunması olmuştu.
Hadis, Medine'nin
faziletine ve melekler tarafından korunduğuna delildir.
1252- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir;
“Mekke'den hicret
ederek Medine'ye gelmiştik. Orası vebalı bir yerdi. Ebu Bekr ile Bilal,
rahatsızlandı. Resulullah (s.a.v.), sahabilerinin rahatsızlandığını görünce:
“Allahım! Bize, Medine'yi Mekke gibi yada ondan daha
fazla sevdir. Orayı sağlıklı kıl. Sa'yı ile müddü hususunda bize bereket ihsan
eyle! Sıtmasını, Cuhfe'ye gönder”
buyurdu.
[449]
Açıklama:
Hicretin ilk
yıllarında Medine'nin Bathan sahasından akan acı ve pis bir suyun oluşturduğu
bataklık, Medine'nin havasını bozuyor, sıtmalı ve ağır bir hal alıyordu.
Resulullah (s.a.v.) sağlık tedbirleri almasının yanı sıra böyle dua da
ediyordu.
Cuhfe: Mısır ve Şam
hacılannın İhrama girdikleri bir kasabanın adıdır. Medine'ye sekiz konak mesafededir.
1253- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Medine'nin geçitlerinin üzerinde melekler bulunur.
Taun hastalığı ile Deccal, Medine'ye giremez.”
[450]
Açıklama:
Hadis, Resulullah
(s.a.v.)'in Medine'ye yaptığı duanın bereketiyle Medine'nin Taun ve Deccal'in
şerrinden korunacağını göstermektedir.
1254-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ben öyle bir şehre hicretle emrolundum ki, bu şehir,
diğer şehirlere üstün gelir. Münafıklar bu şehre “Yesrib” derler. Bu şehir,
“Medine”dir. İnsanların kötülerini demirci körüğünün demirin kirini giderdiği
gibi giderir.”
[451]
1255- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Çöl halkından bir
kimse, Resulullah (s.a.v.)'e biat etmişti. Medine'de kaldığı süre içerisinde o
kimseyi şiddetli sıtma yakaladı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)'e gelip ona:
“Ey Muhammed! Biatimi
fesh et!” dedi. Resulullah (s.a.v.) o kimsenin bu isteğini kabul etmedi. Sonra
o adam yine gelip:
“Biatimi fesh et” dedi. Resulullah (s.a.v.) o kimsenin bu isteğini yine kabul etmedi.
Sonra o adam yine gelip:
“Biatimi fesh et!” dedi. Resulullah (s.a.v.) o kimsenin bu isteğini yine kabul etmedi.
Çöl halkından olan bu kimse Medine'den çıktı. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.):
“Medine, demirci körüğü gibidir. Kirlisini atar, temiz
olanı ise tertemiz olarak orada kalı”
buyurdu.
[452]
1256- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.)'i;
“Doğrusu Yüce Allah, Medine'ye “Tâbe” hoş ismini
vermiştir.”
Açıklama:
Medine'ye “Yesrib”
diyenler, bazı münafıklardı. Resulullah (s.a.v.), ona layık olan ismin “Medine”
olduğunu bildirmiştir. Kur'an-ı Kerim'de
[453]
Medine içim “Yesrib” denilmişse de bu müslüman olmayanların sözünü nakilden
ibarettir.
Çünkü Yesrib, kelime
olarak; bir kimseyi günah işlemesinden dolayı kınamak mana-sındadır. Bu kelime,
fesat ve günah manalarını taşıdığı için hicretten sonra Yesrib'in adı
Resulullah tarafından çirkin görülüp “Taybe” ve “Tabe” olarak değiştirilmiştir.
“Medinetu'r-Resul” terkibinin hafifletilmiş şekli olarak “Medine” diye karar
taşmıştır. Kur'an'da da “Medine” şeklinde geçmektedir. Tevbe: 9/101, 120,
Ahzab: 33/60, Munafıkun: 63/8. Bunun yanı sıra Medine; “Haremu'r-Resul”,
“Beytu'r-Resul”, “Daru'1-İman” “Daru's-Sünne”, “Daru's-Selam”,
“Daru's-Selamet”, “Daru'1-Feth”, “Daru'l-Hicret” gibi isimlerle de anışmıştır.
Ali Bulaç'da “Medine”
ile ilgili olarak şunları söyler: “Medine” kelimesi, Arapça'ya Aramice'den
geçmiş olup bu dilde bir mahkemenin yetkisi dahilinde kazayı ve daha sonra
gelişmiş büyük bir şehri ifade etmektedir. Kaynakların verdiği bilgilere
bakılırsa, şehir anlamındaki “Medine” kelimesi, İslâm'dan ve Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in Medine'ye hicretinden önce de bilinmekteydi. Çünkü müslüman
olduktan sonra Peygamber Efendimizin övgüsüne mazhar olan ünlü şair Hassan b.
Sabit'in İslâm öncesi yazdığı şiirlerinde hem “Medine” ve hem de “Yesrib”
kelimesine rastlanmaktadır. Ancak “Yesrib”in terkedilmesi ve bunun yerine
“Medine”nin kullanılması ile bu kelimenin ün kazanması Hz. Peygamber'in
Mekke'den hicretinden sonra görülür. Dolayısıyla bu kelimeyi “Şehir veya
yerleşik topluluk” anlamında özellikle Hz. Peygamber'in canlandırdığı
söylenebilir. Bu da şunu gösteriyor ki, muhtemelen Hz. Peygamber, Yesrib ismini
beğenmediği ya da başka isimlerde olduğu gibi bundada şirk unsurları bulduğu
için değil, fakat İslâm'ın hicretle birlikte yerleşik hale gelişini simgelemek
ve örnek bir yerleşik yaşama modelini vurgulamak için Medine ismini seçmiş va
bundan sonra da Yesrib, Medine olmuştur. Kur'an'da çok sayıda ayette isimleri
tarihte bilinen şehirlere “Medine, müdün” denilmesi de, kelimenin olumlu ya da
olumsuz salt “Şehir, şehirler” manasında kullanıldığını gösterir. Ancak
Peygamber'in bu ismi seçmesinin özel bir anlamı vardır ve İslâm'ın somut ve
sosyal bir mekan üzerinde tezahürünü ifade etmektedir.
Netice itibariyle
“Din”, “Medine”, “Medeni” ve “Medeniyet” kelimelerinin aynı kökten geldiklerine
bakılırsa, Peygamber Efendimiz'in bu kelimenin semantiğine yüklemeye çalıştığı
anlam, insanlara tebliğ edilen dinin, yani İslâmiyet'in eski Yesrib denen mekan
parçası üzerinde tezahür etmesi, yaşanabilir hale gelmesi, somutlaşması ve
insan hayatının mükemmelleşme yönünde değişmesi olmaktadır. Bu Önemli
dinî/beşerî teşebbüsün öncüsü Hz. Peygamber'dir ve bundan dolayı bazı hadis
kaynaklarında eski Yesrib “Medinetu'n-Nebî/Peygamber Şehri” ya da
“Medinetü't-Tayyibe/Güzel şehir” sıfatını kazanmıştır.
Medine, Hz.
Peygamber'in içinde yaşadığı ve İslâm'ın ilk uygulamasını gerçekleştirdiği
şehir veya yerleşik topluluk olması bakımından müslümanlar için büyük bir önem
taşır. Çünkü Hz. Peygamber ilk İslâmî uygulamanın tarihsel ve evrensel
örneklerini bu şehirde vermiştir. Bundan dolayı Buhârî'de Medine'ye, “Hicretin
ve sünnetin yurdu”
[454]
denilmiştir. Medine, Nebevi örf Peygamber örfü'ün gelişip hayat bulduğu
yerdir. İnsan ilişkileri, toplumsal hayat, hukuk, ekonomi, siyaset, ahlâk ve
her türlü insanı ve sosyal davranış, Medine'de yeni dinin mesajı ve temel
ilkeleri doğrultusunda biçim kazanmış, hayata geçirilmiştir. Medine örfünün,
Hadisçiler ve Fıkihçılar gözünde bunca önemli görülmesinin nedeni budur. Bugün
de milyonlarca müslüman bu Peygamber şehrine “Medinetü'l
Münewere/Nurlandırılmış, Nurlanmış Şehir” demektedir; tabiî tarihte Emevîler
gibi bu kutsal şehre “Kirli şehir” diyen fasıklar da görülmüştür.
Kelime daha sonraki
dönemlerde gerek etimolojik, gerekse terim anlamıyla İslâm bilginleri tarafından
ele alınmış ve kendisine çeşitli anlamlar verilmiştir. Söz gelimi Râgıb
el-İsfahânî, yaklaşık bundan bin sene önce yazdığı (ölm. 502 h.) ünlü ıstılah
kitabı “Müfredat” ta bu kelimeye yer vermiştir. Demek oluyor ki, kelimenin
bizim irfan hayatımıza girişi, batıda önem kazanmasından sonraki bir döneme
rastlamıyor. Belki yapılabilecek itirazlar arasında, kelimenin İslâm
kaynaklarında yalnızca etimolojik anlamında ele alındığı noktası öne
sürülebilir.
[455]
1257- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim Medine halkına bir kötülük etmek isterse Allah o
kimseyi tuzun suda eridiği gibi eritir.”[456]
1258-
Süfyân
b. Ebi Züheyr (r.a)'tan rivayet edilmiştir; “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Yemen diyarı feth olunur. Bunun özerine bir kısım
topluluk gelir. Bineklerini koşturup ailelerini ve kendilerine uyan kimseleri
yüklenip oraya götürürler. Fakat bilselerdi, Medine, kendileri için daha
hayrlıdır. Şam diyarı da feth olunur. Bunun üzerine bir kısım topluluk gelir.
Bineklerini koşturup ailelerini ve kendilerine uyan kimseleri yüklenip oraya
götürürler. Fakat bilselerdi, Medine, kendileri için daha hayrlıdır. Irak
diyarı da feth olunur. Bunun üzerine bir kısım topluluk gelir. Bineklerini
koşturup ailelerini ve kendilerine uyan kimseleri yüklenip oraya götürürler.
Fakat bilselerdi, Medine, kendileri için daha hayrlıdır” buyururken işittim.
[457]
1259- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah
(s.a.v.)’i;
“Öyle bir zaman gelecek ki, Medine'de yaşayan
kimseler, Medine'yi olanca güzelliğiyle bırakıp gidecekler. Rızkım arayan yırtıcı
hayvan ve kuşlardan başka hiçkimse orada kalmayacak. Sonra Müzeyne
kabilesinden iki çoban Medine'ye gitmek isteyip koyunlarına seslenecekler.
Fakat Medine'yi bomboş bulacaklar. Öyle ki “Seniyyetu'1-Vedâ” Veda Tepe'sine
vardıkları zaman bu ikikimse de yüzleri üstü düşerek ölecekler” buyururken işittim.[458]
1260-
Abdullah b. Zeyd el-Mâzinî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah
(s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Evim ile minberimin arası, cennet bahçelerinden bir
bahçedir.”
[459]
1261-
Ebü
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Evim ile minberimin arası, cennet bahçelerinden bir
bahçedir. Minberim de, (cennetteki Kevser) havzımm üzerindedir.”
[460]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Ravda” bahçe, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Âişe'nin odası ile Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in minberi arasındadır. 10 metre eninde, 20 metre uzunluğunda
olup yüzölçümü 200 metre kareye ulaşır
Hattâbî'ye göre bu
mübarek sahada ibadet, sahibini cennete ulaştırır. Minber yakınında ibadet de,
cennette Peygamber (s.a.v.)'in havzından içmeye vesile olur.
1262- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Uhud dağına bakıp:
“Doğrusu Uhud, bizi seven bir dağdır. Biz de onu
severiz” buyurdu.
[461]
Bazı alimlere göre;
Resulullah (s.a.v.), bu hadisle, Medine'ye ve Medinelilere olan sevgisini veya
Medine'nin bir parçası sayılan Uhud dağına olan sevgisini ifade etmektedir.
Dolayısıyla sevgi ve nefret gibi kavramların Uhud dağına hakikat olarak değil,
ancak onun yakınında yaşayan Hz. Peygamber (s.a.v.) ile sahabeye kinaye olmak
üzere onları övdüğü ifade etmektedir.
Ayrıca dağı sevme
olayı, gerçek olup Allah ona temyiz ve idrak vermiş, o da bu sayede bizi
sevmektedir. Çünkü Kur'an'ın bir çok yerinde canlı-cansız varlıkların Allah'ı
teşbih ettiği ve Sünnette ise Resulullah (s.a.v.)'in avucunda taşların teşbih
etmesi, Mescitteki kuru hurma kütüğünün inlemesi gibi bir çok haller
geçmektedir. Fiziki çevre ile insan arasında bir ilişki olduğu zaten bilinen
bir gerçektir. Şu halde Uhud dağının, Resulullah (s.a.v.)'e karşı sevgi
beslemesi, yadırganmaması gereken bir husustur.
1263- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram
dışında diğer mescidlerde kılınan bir namazdan bin kat daha hayrlıdir.”
[462]
Açıklama:
Hadis, Medine'deki
“Mescid-i Nebevi”de kılınan bir namazın, Mescid-i Haram hariç diğer
mescitlerde kılınan bir namazdan fazilet bakımından daha hayrlı olduğunu
belirtmek suretiyle “Mescid-i Nebevi'nin faziletine işaret etmektedir. Çünkü bu
mescit, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile muhacirler, Medine'ye hicret ettikten sonra
tüm müslümanların katkılarıyla yapılmıştır. Bu mescit, müslümanların hem
ibadet yeri, hem savaş kararlarının verildiği yer, hem eğitim-öğretim verilen
bir yer olma özelliğini taşımaktadır.
1264- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Binekler ancak üç Mescid için yolculuğa çıkarılır:
1- Benim şu mescidim,
2-
Mescid-i
Haram,
3- Mescid-i Aksa.”
[463]
Mescid-i Haram'dan
maksat, Harem-i Şerifin tamamıdır.
Mescid-i Aksa:
Kudüs'teki mescittir. Bu mescit, Kabe'den ya mesafe yada zaman itibariyle uzak
olduğu için ona “En uzak” manasına gelen “Aksa” sıfatı verilmiştir. Hz. Peygamber
(s.a.v.), Kabe'ye döndürülünceye kadar namazlarını buraya doğru yönelerek
kılmıştır.
Bu hadis, bu üç
mescidin faziletine işaret etmektedir.
1265- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
hanımlarından birinin evinde bulunduğu bir sırada onun yanına girdim. Ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Takva üzerine üzerine kurulan Mescid, iki mescidden hangisidir?” diye sordum.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), bir avuç çakıl taşı alıp onlara yere attı.
Sonra Medine Mescidini kast ederek:
“O, sizin şu mescidinizdir” buyurdu.
[464]
Açıklama:
Bu hadiste açıklanması
istenen mescit, Tevbe: 9/108. ayetinde zikredilen mescittir. Bu ayette
bahsedilen mescidin; “Küba mescidi” mi, yoksa “Mescid-i Nebevi” mi olduğu
hakkında farklı görüşler bulunmaktadır. Bu hadis, ayette sözkonusu edilen
mescidin; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Medine'deki mescidi olduğunu
belirtmektedir.
1266-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Küba Mescidi'ne bazen binekli olarak ve bazen de yaya olarak gelir, içerisinde
iki rekat namaz kılardı.”
[465]
1267-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Abdullah İbn Ömer, her Cumartesi günü
Küba Mescidine'gelip:
“Ben, Peygamber
(s.a.v.)'i, her Cumartesi günü buraya gelirken gördüm” demiştir.
[466]
Açıklama:
Küba, Medine'nin
güneyinde bulunan bir banliyödür. Küba mescidi, Hz, Peygamber (s.a.v.)'in
hicreti esnasında Küba'ya vardığında yaptığı mescidin adıdır. Resulullah
(s.a.v.), Küba'da, Külsüm b. Hedm'in evinde misafir olarak kalmıştır. Külsüm b.
Hedm'in hurmalarını kuruttuğu yerde işte bu Küba mescidini inşa etmiştir.
Urve'den gelen bir rivayete
göre Küba mescidi'nin eski yüzölçümü, uzunluğu ve eni eşit olmak kaydıyla 66
zira' idi. Hz. Osman döneminde orası genişletilmiştir.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in cumartesi günleri Küba'ya gitmesinin sebebi; Küba halkı Cuma
günleri Cuma namazı için Medine'ye gelirdi. Bu nedenle de Cuma günieri orası
ıssız kalırdı. Hz. Peygamber (s.a.v.) cumartesi günü orayı ziyaret etmekle bu
garipliği gidermiş oluyor ve oradaki halkın gönlünü kazanmış oluyordu.
Nikâh evlenme
kelimesi, sözlükte; birleştirmek, katmak, evlenmek akdi ve cinsel ilişki gibi
çeşitli manalara gelmektedir.
Terim olarak ise,
şer'an nikahianmalarında bir engel bulunmayan bir erkek ile bir kadının
birbirlerinden istifade etmek arzusuyla yaptıkları sözleşmeye denir.
Nikah, karı-koca arasında
birlikte yaşamaya ve karşılıklı yardımlaşmaya imkan veren ve taraflara
karşılıklı hak ve ödevler yükleyen bir sözleşmedir. Bu sözleşme, her şeyden
önce birbirleriyle evlenmeleri dinen ve hukuken mümkün olan iki kişi arasında
ve iki şahit huzurunda yapılır.
Şahitlerin
mevcudiyeti, bu sözleşmeye açıklık kazandırmak ve evlilik ilişkisini etrafa
duyurma hedefine yöneliktir.
1268- Alkame
b. Kays'tan rivayet edilmiştir:
“Mina'da, Abdullah İbn
Mes'ud ile birlikte yürüyordum. Derken ona Osman b. Affân rastladı ve onunla
konuşmaya başladı. Osman, ona:
“Ey Ebu Abdurrahman!
Seni genç bakire bir kadınla evlendirsek! Olur ki, sana geçmiş zamanından
kaybettiğin bazı şeyleri, sana seri hatırlatır” dedi. Bunun üzerine Abdullah
İbn Mes'ud:
“Sen böyle dedinse de,
Resulullah (s.a.v.)'in, bize:
“Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlenmeye gücü
yetiyorsa, hemen evlensin. Çünkü evlilik, gözü harama daha çok kapattırıcı,
namusu daha çok koruyucudur. Sizden kimin evlenmeye qücü yetmiyorsa, o da, oruca devam etsin. Çünkü oruç, o kimse
için, hayalarım kesmek gibidir” buyurdu.
[467]
Açıklama:
Hadisin ifadesine göre;
Alkame, Mina'da Abdullah İbn Mes'ud ile birlikte gezinirken Hz. Osman'a
rastlamışlar. Hz. Osman, Abdullah İbn Mes'ud'un, bakımsız ve perişan halini
görünce, bekar olması hasebiyle bu duruma düştüğüne hükmetmiş olsa gerektir
ki, ona evlenmesini teklif etmek maksadıyla kendisiyle baş başa konuşmak
istediğini söylemiş, Abdullah İbn Mes'ud'da onun bu teklifini kabul etmişti.
Abdullah İbn Mes'ud,
Hz. Osman ile biraz konuştuktan sonra onun, kendisiyle özel olarak daha fazla
konuşma ihtiyacı duymadığını anlayınca, biraz ileride beklemekte olan Alkame'yi
yanlarına çağırmıştı. Alkame, yanlarına vardığı sırada Hz. Osman, konuşmasına
devam ederek Abdullah İbn Mes'ud'a bakire genç bir kızla evlenmesinin çok uygun
olacağını söylemekteydi. Sözlerini bitirince, Abdullah İbn Mes'ud, Alkame'ye,
Resululah (s.a.v.)'in bu konudaki sözlerini aktarmıştır.
Ebu Abdurrahman,
Abdullah İbn Mes'ud'un künyesidir.
Hadisin metninde geçen
“Bâe” kelimesiyle, ne kast edildiği, alimler arasında tartışma konusu olmuştur.
Bazılarına göre, bununla;
nikâh masraflan ve bazılanna göre ise, cinsel arzu ile kudrettir. Yalnız sonuç
itibariyle iki görüş arasında köklü bir ayrılık yoktur. Neticeleri aynıdır.
Hadisin metninde geçen
“Vicâ” kelimesi; bazılarına göre, hayalann çıkarılması ve bazılarına göre ise
hayaları burmak anlamındadır. Resulullah (s.a.v.), bu kelimeyi, oruca teşvik
etmek için söylemiştir.
Alimlerin büyük
çoğunluğuna göre; evlenmenin şer'i hükmü içinde bulunan şartlar, duruma göre
değişir. Şöyle ki:
1- Şehevi
arzularının galebe çalması sebebiyle, evlenmediği takdirde zinaya düşeceğine
^sinlikle inanan bir kimsenin evlenmesi farzdır.
2-
Evlenmediği takdirde zinaya düşeceğinden korkan, kendini harama bakmaktan yada
başka bir şekilde kendi tatmin etmekten kendini alıkoyamayan kimsenin evlenmesi
vaciptir.
3- Zinadan,
farz veya sünnetleri terk etme gibi tehlikelere den emin olduğu halde aynı
zamanda evlenme masraflarını temin edebilen ve cinsel kudrete saghip olan bir
kimsenin evlenmesi ise sünnet-i müekkededir.
4- Aşın bir
cinsel arzuya sahip olmadığı için zinaya düşme tehlikesi bulunmayan, nikâh
sünnetini işlemek gibi bir niyeti de olmayan, fakat sadece cinsel arzusunun
tatmin etmek isteyen bir kimsenin evlenmesi ise mubahtır. Bu maksatla yaptığı
evlilikten dolayı sevaba da erişir. Çünkü şehevi arzusunu meşru yoldan tatmin
etmiş olur.
5- Evlendiği
takdirde aile hukukuna riayet edemeyeceğini kesinlikle bilen bir kimsenin
evlenmesi haramdır.
6- Aile
hukukuna riayet edemeyeceğinden korkan bir kimsenin evlenmesi ise mekruhtur.
Bu hadisten şu
sonuçlar çıkarılabilir:
1-
Bir
kimsenin evlenmesinde fayda gördüğü bir arkadaşını evlenmeye teşvik etmesi
müstehabtır.
2- Kişinin
evlenme için bakire bir hanımı tercih etmesi müstehabtır.
3- Cinsel
kudrete sahip olduğu halde evlenme masraflarını teminden aciz olan kimsenin
evlenmeyi bırakıp oruca devam etmesi gerekir.
4- Nefsi
kendisini evlenmeye zorlayan ve evlenme masraflarına da gücü yeten kimsenin,
hemen evlenmesi müstehabtır.
5- Hattâbî,
bu hadisi delil getirerek; şehveti dindirmek için geçici olarak ilaç kullanmanın
caiz olduğunu belirtmiştir.
6- Oruç,
şehveti kırar.
7- Gözü
haramdan koruyacak, iffet ve namusun muhafazasına yarayacak yollara başvurmak
teşvik edilmiştir.
1- Sen doğru
söylüyorsun, zaten Resulullah (s.a.v.)'de bizleri evlenmeye teşvik etmişti.
2-
Sen böyle
diyorsun, ama evlenme teklifi gençlere yapılmalıdır. Çünkü Resulullah (s.a.v.),
gençleri evlenmeye teşvik ederdi. Fakat benim evlenmeye ihtyacım yoktur.
1269- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
sahabilerinden birkaç kişi, Peygamber (s.a.v.)'in hanımlarına onun evde
gizlice yaptığı nafile ibadetini sormuşlar.
Aldıkları cevap
karşılığında kendilerinin az ibadette bulunduğunu düşünerek bunlardan birisi:
“Kadınlarla
evlenmeyeceğim!” dedi. Birisi:
“Et yemeyeceğim!”
dedi. Birisi de:
“Döşekte
uyumayacağım!” dedi.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) Allah'a hamd etti, O'na övgüde bulunup:
“Bazı kimselere ne oluyor ki, şöyle şöyle diyorlar.
Fakat buna rağmen hem oruç tutarım, hem iftar ederim, hem namaz kılarım, hem
uyurum ve hem kadınlarla da evlenirim. İşte bu, benim sünnetîmdir. Buna göre
her kim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir” buyurdu.
[468]
Açıklama:
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in Feth: 48/2'de geçmiş ve gelecek bütün günahlarının affedilmesi
üzerine, Hz. Ali, Abdullah b. Amr ve Osman b. Ma'zun oluşan bir grup müslüman,
Peygamber (s.a.v.)'in hanımlarının odalarına gelerek Resulullah (s.a.v.)'in
ibadetinin ne şekilde olduğunu sorarlar. Bunlar, Peygamber (s.a.v.)'in az
ibadet ettiğini öğrenince kendilerinin çokça ibadet etmekle bu garantiye sahip
olabileceklerini düşünerek her biri “Gündüzleri hep oruç tutmak”, “Her gece
namaz kılmak” ve “Hiç kadınlarla evlenmemek” üzere karara vanrlar. Bunu duyan
Peygamber (s.a.v.) onlara, amelde orta yolu takip etmelerini belirtir. Çünkü
İbadet, sadece mağfiret olmak için yapılmayıp kulluğun gereği olarak yapılır.
Bunu da, “Allah'tan en çok korkanınız ve yasaklarından en fazla kaçınanınız
benim” ifadesiyle söylemiştir.
“Benden değildir” ifadesi; Peygamber (s.a.v.)'in ortaya koyduğu amelin üstünde bir
dindarlığın ve farklı bir ibadet hayatının olamayacağını belirtmektedir.
Fazlasını yapmak isteyen kimse ancak Peygamber (s.a.v.)'in sünnetinde gelen
adab çerçevesinde yapmalıdır. Yoksa bu hitapla karşı karşıya kalır. Dolayısıyla
oruç tutmaya güç kazanmak için yemek yemeye, gece kalkmaya takat getirmek için
uyumaya, şehveti kırıp nefsin isteklerini sağlama almak ve nesli çoğaltmak için
evlenmeye gerek vardır.
“Benden değildir” ifadesinden maksadın; fan, nafile gibi bütün ameli ve itikadı kapsadığı
gibi, Peygamber (s.a.v.)'e muhalefet etmekle, kendi yaptığı ibadetin, onun
yaptığından daha üstün ve daha İyi olduğunu göstermek isteyen kimsenin dinden
çıkacağı belirtilmiştir.
1270- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Osman b. Maz'un'un, kadınlardan uzak durup evlenmeme isteğini geri çevirdi.
Eğer ona izin verseydi, biz de hadım olurduk.”
[469]
Açıklama:
Erkeğin kadınla ve
kadının da erkekle tamamen ilişkilerini kesip ayn bir hayat yaşaması İslam'da
yoktur. Böyle bir davranış şekli Hıristiyanlarda olup buna da ruhbanlık
denilmektedir. Dolayısıyla İslam dini, insanlığa en adil bir hayat tarzı ve
yaşama biçimi getirmiştir.
1271- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu kadın, (bazen) şeytan suretinde gelir, şeytan
suretinde gider. Sizden birisi bîr kadın gördüğünde hemen ailesine gelsin.
Çünkü bu, o kimsenin nefsinde olan şeyi giderir.”
[470]
Açıklama:
Hadiste, fettan
kadınlarla karşılaşıp da fitneye düşme tehlikesine maruz kalan kimselerin
hemen o anda oradan uzaklaşarak evine gitmesi ve nefsinin arzusunu helal
yollarla tatmin etmesi emredilme ktedir.
Kur'an bu konuda
erkeğin kadına olan durumunu belirleme hususunda şu ifadelere yer vermektedir:
“Mümin erkeklere,
gözlerini harama dikmemelerini, ırzlarını da koru Muhammed Accac el-Hatîblarını
söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah,
onların yapmakta olduklarından haberdardır.[471]
Kadınların erkeklere
karşı olması gereken tutumu ise şöyle belirtilmektedir:
“Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini harama bakmaktan
korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna
olmak üzere, zinet-lerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının
üzerine kadar örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi
oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları,
kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları mümin kadınlar, ellerinin altında
bulunanlar köleleri, erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb.
tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında
olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları
zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar Dikkatleri üzerine
çekecek tarzda yürümesinler. Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki
kurtuluşa eresiniz.”
[472]
1272-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte gazaya çıkmıştık. Yanımızda kadınlarımız yoktu.
Şehvetimize hakim zorlanınca, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Hayalarımızı çıkarfıp
hadım olsak mı?” diye sorduk.
Resulullah (s.a.v.),
bize bunu yasakladı. Bundan sonra bir elbise karşılığında bir kadınla belirli
bir süreye kadar evlenmemize izin verdi.
Daha sonra Abdullah
İbn Mes'ud,
“Ey İman edenler! Allah size helal kıldığı temiz
şeyleri haram kılmayınız ve haddi aşmayınız. Doğrusu Allah, haddi aşan
kimseleri sevmez”
[473]
ayetini okudu.
[474]
Açıklama:
Mut'a nikâhı, muvakkat
bir zaman için iki tarafın razı olduğu bir ücret karşılığında kadın
kiralamaktır. Bu, bir nikâh değildir. Çünkü nikâh, çiftlerin bütün hayatı
beraber yaşamak üzere bir aile yuvası kurmalarıdır. Mut'a da, nikâh da, İki
tarafın rızâsına uygun birer akid olmakla beraber mut'a muvakkatlik, nikâh
devamlılık vasıflarıyla biribirinden ayrılır. Mut'a da ta'yîn olunan bedel, âdi
bir karşılık mahiyetinde olduğu halde nikâhdaki mehr, gayet şerefli ve hiçbir
akidde bulunmayan bir asalet ifâde eder.
Mut'a câhiliyet
devrinde muteber ve yaygın olan hatta kendisine birtakım aile haklan terettüb
eden bir nikâh nev'i idi. İslâm'ın zuhurundan sonra bazı gazalarda gazilerin
zina yapmalarını önlemek için geçici olarak, muvakkaten müsâde edilmiştir.
Mut'a nikâhının mubah kılındığı hakkındaki bu hadis, daha başka sahâbîler
tarafından da rivayet edilmiştir. Bütün bu rivayetlerde bunun yerleşik hayat
vaktine ait bir ruhsat olduğuna dâir bir kayıt ve işaret yoktur. Hepsi gaza
seferlerine ve zaruret zamanlarına âit olmak üzere rivayet olunmuştur. Bu
ruhsat, İslâm'da sadece harp ve cihâd zaruretine tahsis olunmuştu. Mut'a
nikâhının İslâm'da, ölü eti ve diğer haramlann zaruretten dolayı yenmesine
cevaz verilmesi gibi cevaz verildiği, sonra nesh olunup kaldırıldığı,
haramlığının ebedî olduğu hususlarında ittifak edilmiştir.
Mut'a nikâhının
harâmlığı hakkında yalnız Şia mezhebi muhalefet etmiştir. Onlar bunu hazarda da
meşru görür, tatbik ederler.
[475]
1273- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah
(s.a.v.) ile Ebu Bekr döneminde bir avuç kuru hurma ve un karşılığında birkaç
günlüğüne mut'a yapardık. Öyle ki Ömer, Amr b. Hureys olayında mut'a nikahını
yasakladı.”
[476]
Açıklama:
Hz. Ömer, Amr b.
Hureys'in hiçbir zaruret yokken mut'a nikahı talebini red etmişti. Hz. Ömer'in
mut'a nikahını yasaklaması hususundaki dayanağı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in de
bunu yasaklamış olmasıdır.
1274-
Rebî'
b. Sebre yoluyla babası Sebre'den rivayet etmiştir:
“Babası Sebre,
Mekke'nin fethinde Resulullah (s.a.v.) ile birlikte gaza edip demiş ki: Orada
onbeş gece -yani geceleri de sayılırsa otuz gün- kaldık. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) bize kadınlarla mut'a yapmak için izin verdi. Derken
kavmimden bir kimseyle birlikte dışarı çıktım. Ben ondan daha güzeldim.
Arkadaşım çirkin suratlı ve küçük cüsseliye yakın bir kimseydi. Her birimizin
yanında bir kaftan vardı. Fakat benim kaftanım eski, amcaoğlunun kaftanı ise
yeni ve güzeldi. Mekke'nin alt tarafına yada üst tarafına vardığımız zaman bize
dişi deve gibi uzun boyunlu genç bir dilber kadın rastladı. Ona:
“Bizden birisinin
seninle mût'a nikahı yapmasını arzu eder misin?” diye sorduk.
Kadın:
“Ne verirsiniz?” dedi.
Derhal ikimiz de kaftanını yere açtı. Genç kadın her iki erkeğe bakmaya
başladı. Arkadaşım kadının yanıbaşına baktığını görünce:
“Bunun kaftanı
eskidir. Benim kaftanım ise yeni ve güzel” dedi. Genç kadın ise iki veya üç
defa bana işaret ederek:
“Onun kaftanının
zararı yok” dedi.
Sonra o genç kadınla
mût'a nikahı yaptım. Resulullah (s.a.v.), mût'a nikahını haram kılıncaya kadar
genç kadının yanından dışarı çıkmadım.
[477]
İbn Atiyye'ye göre;
Mut'a, bir kimsenin iki şâhid huzurunda kadının velisinin izni ile belirli bir
süre için ve veraset hakkı olmamak üzere aralarında kararlaştırdıkları bir
mehir karşılığında bir kadınla evlenmesidir. Tayin edilen süre bitince kadın
gider adam onu yanında tutamaz. Sadece ondan iddetini beklemesini isteyebilir.
Çünkü bu nikâhdan doğacak çocuk kendisinindir. Artık iddet sonunda kadının
hâmile olmadığı ortaya çıkarca, kadın istediği kimseyle evlenebilir.
[478]
Konuyla ilgili
hadislerden anlaşıldığı üzere; hicretin 7. yılı Hayber savaşında, 8. yılı Mekke'nin
fethi seferinde ve 10. yılı Veda haccı sırasında Peygamber (s.a.v.) gazilerin
zina yapmalarını önlemek için geçici olarak önce Mut'a nikahına ruhsat vermiş
ve hemen sonra da bunu yasaklamıştır. Böylece haramlığı devam edegelmiştir.
1275-
Urve
İbnu'z-Zübeyr'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah b. Zübeyr,
Mekke'de ayağa kalkıp bir kimseye yani Abdullah İbn Abbâs'm mut'a nikahını caiz
görmesinden doiayı ona dolaylı olarak laf dokundurarak:
Bir takım insanlar var
ki, Allah onların gözlerini kör ettiği gibi kalplerini de kör etmiştir. Bunlar,
mut'a nikahına fetva vermektedirler' dedi. Bunun üzerine kendisine dolaylı
olarak laf dokundurulan Abdullah İbn Abbâs, halife olan Abdullah İbn Zübeyr'e
seslenerek:
“Sen gerçekten
kaba-saba bir adamsın. Ömrüme yemin ederim ki, mût'a nikahı, muttakilerin
imamı zamanında yapılıyordu” dedi.
Abdullah İbn Abbâs,
bununla, Resulullah (s.a.v.)'i kasdediyordu. Bunun üzerine Abdullah b. Zübeyr,
ona:
“Öyleyse sen kendi
nefsinle bir dene. Vallahi, eğer sen bu mut'a nikahını yaparsan seni
taşlarınla recm ederim” diye karşılık verdi.
İbn Şihâb der ki:
Bana, Halid b. Muhacir b. Seyfullah haber verdi ki:
“Kendisi bir
kimsenin/Abdullah İbn Abbâs'ın yanında oturuyordu. Derken o kimseye bir adam
gelip mût'a nikahı hususunda fetva istedi. O da mût'a yapmasını emretti. Bunun
üzerine İbn Ebî Amra el-Ensârî, ona:
“Ağır ol!” dedi. Fetva
veren kimse:
“Ne o? Vallahi, mut'a
nikahı, muttakilerin imamı olan Resulullah zamanında yapılmıştır” diye cevap
verdi, İbn Ebî Amra:
“Mût'a nikahı,
İslâm'ın ilk zamanlarında zor durumda kalan kimseler için: ölmüş hayvan, kan ve
domuz etinde olduğu gibi bir ruhsat olmak üzere meşru kılınmıştı. Sonra Allah,
dînini sağlamlaştırdı ve mut'a nikahını yasakladı” dedi.
İbn Şihâb der ki:
Bana, Rebî' b. Sebre el-Cühenî haber verdi ki:
“Babası Sebre şunu
söyledi: Ben, Resulullah (s.a.v.) zamanında iki kırmızı kaftan karşılığında Amir
oğulları kabilesinden bir kadınla mût'a nikahı yapmıştım. Sonra Resululîah
(s.a.v.) bize mût'a nikahını yasakladı.
İbn İhâb:
“Ben, Rebî b.
Sebre'yi, bunu, Ömer b. Abdulazîz'e anlatırken oturduğum yerden dinledim”
dedi.
[479]
Mut'a nikahının mubah
olup olmadığı konusundaki ihtilâf ancak Hz. Ömer'in hilafetinin son yıllarına
kadar devam etmiştir. Hz. Ömer halifeliğinin son yıllarında bu nikâhın
Resulullah (s.a.v.) tarafından yasak edildiğini kesin bir dille ifâde etmiş,
ondan sonra da Abdullah İbn Abbâs'ın dışında o devirde yaşayan alimler mut'a
nikâhının haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Abdullah İbn Abbâs'ın bu
görüşünden döndüğüne dâir de Tirmizî'nin “Sünen”inde şöyle bir rivayet vardır:
“Abdullah İbn Abbas
der ki:
“Mut'a nikahı,
İslâmiyetin başlangıcında vardı ve bir erkek, yabancısı olduğu bir beldeye
varınca orada bir kadınla evlenir, kadın onun eşyasını korur ve elbisesini
onarırdı. Neticede bu,
“Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu cariyeleri
hariç. Bunlarla ilişkilerden dolayı kınanmış değillerdir”
[480]
âyeti inince kaldırıldı.
Abdullah İbn Abbas:
“Artık o iki cinsel
organdan karısı ile cariyesinin cinsel organlarından başka her cinsel organ
haramdır” dedi.
[481]
Yalnız bu hadis, senedinde Musa b. Lubeyde olduğu için zayıf kabul edilmiştir.
İmam Tirmizî, bu
konuda şöyle der:
“Peygamber (s.a.v.)'in
sahabilerinin ve sonraki ilim adamlarının uygulaması bu hadis üzeredir.
Abdullah İbn Abbas'tan bir ruhsat rivayet edilmişse de Resulullah (s.a.v.)'den
naklen mut'a nikahın hükmü kendisine bildirilince bu konudaki görüşünden
dönmüştür. İlim adamlarımızın çoğu, mut'a nikahının haram olduğu üzerinde
mutabıktır. Süfyân es-Sevrî, İbnu'l-Mübârek, Şafiî, Ahmed ve İshak'ın görüşü
budur.
[482]
Her ne kadar Abdullah
İbn Abbas'ın mut'a nikâhının mubah olduğu görüşünden döndüğüne dâir
Tirmizî'nin rivayet ettiği hadis zayıf ise de, Hattabî'nin Said b. Cübeyr'den
naklen rivayet ettiği şu hadis, bunu takviye etmektedir:
“Ben, Abdullah İbn
Abbâs'a:
“Senin fetvan aldı
yürüdü ve onunla ilgili olarak şâirler şiir söylemeye başladı” dedim. Bunun
üzerine Abdullah İbn Abbas:
“Vallahi, ben, böyle
bir fetva vermedim. Mut'a nikahı, leş gibidir, Sadece zaruret hâlinde kalanlar
için helâldir” dedi.”
Nitekim Hattabî'nin
naklettiği bu hadis, Beyhakî tarafından da rivayet edilmiştir. Beyhakî'nin
rivayetinin sonunda: “O ancak leş, kan ve domuz eti gibidir” şeklinde bir cümle
bulunmaktadır.
Baı kimseler “Mut'a
nikahının Peygamber (s.a.v.) tarafından haram kılındığına dair rivayetler
zannîdır, kesin bir hüküm zannî delillerle neshedilemez” diyorlarsa da bu söz
bir iddiadan öte gidemez. Çünkü iddia edildiği gibi mut'anın Kur'an-ı Kerimle
helâl kılındığı kabul edilse bile onu helâl kılan âyetin sübûtu kat'i olmakla
birlikte iki cihetten delâleti zannîdir:
1- Çünkü
âyet-i kerimedeki “İstimta”
[483]
kelimesi, mut'a nikâhı anlamına gelebileceği gibi, sahih nikâhla kadından
faydalanma anlamına da gelebilir.
Onların delil diye
gösterdikleri âyetin lâfzı umûm genellik ifâde etmektedir, dolayısıyla
delâleti zannîdir. Tirmizî'nin rivayet ettiği hadiste Abdullah İbn Abbas'ın:
“Mut'a, İslâm’ın başlangıcında vardı. Neticede bu, “Ancak eşleri ve ellerinin sahip oîduğu cariyeleri hariç”
[484]
âyet-i kerimesi inince kaldırıldığı, artık bu ik kadının cinsel organından
başka her cinsel organ haramdır” demesi ise, mut'anın mubah olmadığını
kesinlikle ifâde etmektedir. Rivayete göre İmam Ali de:
“Peygamberimiz kadınları mut'a usûlü nikâhlamayı
nehyetti. Bu önceleri kadın bulamayanlar içindi, sonradan kadın ve erkek
arasındaki miras iddet, talak, nikâh hükümleri inince mut'a adeti neshediîdi” buyurmuştur.
[485]
1276- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kadınla halası ve yine bir kadınla teyzesi bir
nikah altında toplanmaz.”
[486]
Açıklama:
İslam hukukunda,
kendileriyle evlenmenin yasak olduğu kimseler, Nisa: 4/22, 24 ayetleri ile
sünnette şu şekilde sınıflandırılmıştır:
a- Nesep kan
akrabalığı sebebiyle nikâhları haram olanlar. Bunlar; anneler, kızlar, kız
kardeşler, erkek ve kız kardeşlerin kızları, hala, teyze.
b- Sıhriyet
damat olma sebebiyle nikahlan haram olanlar. Bunlar; kayı valide, üvey kız,
gelin, üvey anneler, c. Süt Emmek suretiyle Nikâhları haram olanlar. Bunlar
ise; süt anne, süt kızkardeş.
a- Bir
kişinin, dörtten fazla kadını bir nikâh altında toplaması. Buna göre dört
kadınla evli olan kimse, beşinciyle evlenemez.
b-
Baş-kalannın hakkı sebebiyle nikâhı haram olan kadınlar. Bu nedenle bir
kimsenin, başka birisinin nikâhı altında bulunan kadını nikâhlayamaz.
c- Üç Talâk
sebebiyle nikâhlanmaları haram olan kadınlar.
d- Şirk yada
din farkı sebebiyle nikâhlanmaları haram olan kadınlar.
e- İddeti
bitmesi sebebiyle nikâhlanmalan haram olan kadınlar.
f-
Birbirinin mahremi olması sebebiyle nikâhlanmaları haram olan kadınlar. Buna
göre iki kız kardeşi yada bir kadını nesep ve süt emme yönünden halası veya
teyzesini aynı nikâh altında birleştiremez.
İki kızkardeşin, aynı
nikâh altında birleştirilemeyeceği, ayetle sabittir. Fakat bir kadının, hala ve
teyzesiyle aynı nikâh altında bir araya gelemeyeceği ise sünnetle sabittir.
1277-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
bir kadının, halası yada teyzesinin üzerine nikahlanmasını veya bir kadının,
kız kardeşinin kabında olanı boşaltmak için onun boşanmasını istemesini
yasaklamıştır. Çünkü şanı yüce olan Allah, onun rızkını verir.
[487]
“Bir kadın, kız kardeşinin kabını boşaltmak için onun
boşanmasını isteyemez” ifadesinden
maksat; yabancı bir kadının, bir erkeğe hanımını boşattırarak onunla kendisinin
evlenmek istemesi ve o kadının nafaka gibi şeylerinden kendisinin faydalanmak
istemesidir. Dolayısıyla bu mana mecazen; “Kabını boşaltmak” şeklinde ifade
edilmiştir.
1278- Nubeyh
b. Vehb'den rivayet edilmiştir:
“Ömer b. Ubeyduliah,
Talha b. Ömer'e, Şeybe b. Cübeyr'in kızıyla evlendirmek istedi. O sırada hac emiri
olan Ebân b. Osman'ın nikahta bulunması için ona haber yolladı. Bunun üzerine
Ebân şöyle dedi:
“Ben, Osman b.
Affân'ı: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“İhramh olan kimse, evlenemez ve dünürcü de
gönderemez” buyururken işittim” dedi.
[488]
1279-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)
ihramlıyken Meymûne'yle evlendi.
[489]
1280-
Meymûne binti'I-Hâris (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.),
Meymûne'y'e ihramsızken evlendi.”
[490]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
evlendiği son eşi, Meymûne'dir. Resulullah (s.a.vj, Umretu'l-Kaza'yı yaptıktan
sonra Mekke'de yaptığı evlenmedir. Fakat kesin olarak ne zaman evlendiği
hususunda görüş ayrılığı vardır.
Meymûne'nin asıl adı,
Berre İdi. Resulullah (s.a.v.), onunla evlendikten sonra onun ismini “Meymûne”
diye değiştirdi.
Resulullah
(s.a.v.)'in, Meymûne ile ihramlı mı, yoksa ihramsız mı olarak evlendiği hususunda
görüş ayrılığı vardır.
Abdullah İbn Abbâs
hadisi, Hz. Osman'dan “İhramlı kimse; evlenemez, evlendiremez ve dünürlük yapamaz”
[491]
şeklinde gelen hadisle çelişmektedir.
Hafız İbn Hacer
el-Askalânî (ö. 852/1447), Teth’de der ki:
“Abdullah İbn Abbâs
hadisi ile Hz. Osman hadisinin arası birleştirilebilinir. Fakat Abdullah İbn
Abbâs hadisi, mücmeldir. Bununla birlikte ihramlı iken evlenme durumu, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in özelliklerindendir.”
İbn Abdilberr (ö.
463/1071)'de şöyle der:
“Bu konudaki
rivayetler birbirinden farklıdır. Fakat (doğru olan) rivayet; Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in, Meymûne ile, ihramsız iken evlenmesi şeklindedir. İhramsız iken
evlenmesi ile ilgili rivayetler, çeşitli yollardan gelmiştir. Yalnız Abdullah
İbn Abbâs hadisinin İsnadı da, sahihtir. Fakat bir kişinin yanılma ihtimali,
çoğunluğun yanılma ihtimaline göre daha fazla olur. İhramlı kimsenin nikâhını
geçersiz kılma ile İlgili Hz. Osman hadisi ise, sahih olup güvenilirdir.
Resulullah
(s.a.v.)'in, ihramlıyken Meymûne ile evlendiğine dair rivayet, Abdullah İbn
Abbâs'a dayanmaktadır.
“İçlerinde İmam Mâlik,
İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in de bulunduğu cumhur-u ulemaya göre; ihramlı bir
kimsenin nikâhlanması veya başkalarını nikahlaması helal değildir. Bunlar bu
konuda;
“İhramlı kimse; evlenemez, evlendiremez ve dünürlük
yapamaz” hadisini esas almışlardır.
Hanefiler, ihramlının
nikâh akdi yapmasının caiz olduğunu belirtmişlerdir, Hanefiler, bu konuda
ihramlının nikâh akdini değil de cinsel ilişkiyi söz konusu etmişlerdir.
Bazı alimler de, bu
ihtilafı çözüme şöyle ulaştırmaktadır: Resulullah (s.a.v.), hicri 7. yılın
Zilkade ayında Umretu'1-Kaza için Mekke'ye giderken “Şerif” denilen yerde
Meymûne'yle ihramlı olarak nikâh akdi yapmış, dönüşte ihramdan çıkmış oîarak
yine “Şerif”te gerdeğe girmişti.
1281-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir kimse din
kardeşinin satışı üzerine satış yapmasın. Dîn kardeşinin dünürlüğü üzerine
dünür de göndermesin. Ancak din kardeşinin, kendisine izin verirse o başka.”
[492]
Açıklama:
Hadis; bîr kimsenin,
bir kadın ile olan dünürlüğünü bitirmediği müddetçe, diğer bir kimsenin o
kadına dünürlükte bulunmasını yasaklamaktadır.
Satış üzerine satıştan
maksat; alıcı ile saha arasında anlaşma yapılıp tam alışveriş biterken bir
başkasının araya girerek fiyatı artırmasıdir. Anlaşmayı bozduğu için bu
hareket, yasaklanmıştır. Yalnız satıcı malını müşteriye arz ettikten sonra
henüz anlaşmaya yapılmadan önce bir müşterinin araya girerek o mala fazla fiyat
vermesinde bir sakınca yoktur.
1282-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Şiğâr'ı yasaklamıştır. Şiğâr; aralarında mehir olmamak üzere bir kimsenin,
kızını başkasına, o da kızını kendisine vermek şartıyla evlendirmesidir.”
[493]
1283-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“İslam'da şiğâr
yoktur.”
[494]
Açıklama:
Şiğâr kelimesi,
sözlükte; “Kaldırmak” ve “Boşalmak” gibi manalara gelmektedir. Terim olarak
ise; karşılıklı değiş tokuş yapmak suretiyle mehirsiz evlenmek demektir. Bir
başka İfadeyle; İki erkeğin, kızlannı yada velisi olduğu kadınları her biri
diğerinin mehri olmak üzere biribirlerine vererek evlenmelerine “Şiğâr” denir.
Bu tür evlenmelerde
mehir hakkı kaldırıldığı için böyle evlenmeye “Kaldırma” anlamında “Şiğâr”
isimi verilmiştir. Yine bu tür nikâhlarda kadın mehirden boşaltıldığı için
böyle bir nikâha “Şiğar” ismi verilmiştir.
Yalnız şiğâr yoluyla
yapılan evlenmenin sahih olup olmadığı meselesi, alimler arasında tartışma
konusu olmuştur. Cumhura göre, bu tür bir evlenme batıldır.
Hanefiler; mehri,
nikâhın şartı veya rüknü kabul etmedikleri için, bu nikâhın Nisa: 4/3 ayetinin
genel hükmü içerisine girdiği için ve nikâhdan sonra erkeğin kadına mehr-i
misil Ödemesi hâlinde bu nikâhın geçerli olduğunu ileri sürmüşlerse de, Hanefi
alimlerinden Ebu'l-Hasan es-Sindî bu konuda “İslam'da şiğâr yoktur”
[495]
hadisini delil getirerek bu tür bir nikâhın batıl olduğunu belirtmiştir. Çünkü
böyle bir nikâh, hiç akd edilmemiş olur. Batıllığı buradan gelmektedir. Bu
nedenle de bu nikâhı, akd edilmiş özel bir nikâh çeşidi olarak kabul etmek de
mümkün değildir. Dolayısıyla cumhurun görüşü daha isabetlidir.
1284- Ukbe
b. Âmir (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizin yerine getireceğiniz şartların en başta geleni,
kendisiyle kadınları helal kıldığınız şey mehirdir.”
[496]
Açıklama:
Bu hadis; nikâhtan
önce kız yada kızın temsilcileri tarafından ileri sürülen şartların en önce
yerine getirilmesi gerektiğine delalet etmektedir.
Nikâh ile ilgili
şartlar üç kısımdır:
1- Yerine
getirilmesinin farz olduğunda ittifak edilen şartlar: Bu, Allah'ın emrettiği;
iyi davranmak suretiyle evliliği sürdürme yada iyilikle boşamak şartıdır.
Konumuzu teşkil eden hadiste, öncelik hakkı tanınan şartlar bunlardır.
2-
Yerine
getirilmeyeceğinde alimlerin ittifak ettikleri şartlar: Nikâhın mehirsiz,
olması, kadına nafaka verilmesi, verilen mehrin kocaya iade edilmesi, kocanın
hanımıyîa cinsel ilişkide bulunmaması, evin ihtiyaçlarını temin etmemesi gibi.
Bu tür şartların nikâhın gayesine aykın olduğu için yerine getirilmesi
gerekmediği hususunda alimlerin ittifakı var. Dolayısıyla bu şartlar
geçersizidir. Fakat bu şartlarla akd edilen nikâh sahihtir.
3- Yerine
getirilip getirilmeyeceği hususunda alimlerin ihtilaf ettiği şartlar: Kocanın,
hanımı üzerine bir daha evlenmemesi, kocasıyla yolculuğa çıkarılmaması gibi.
imam Evzaî ile İmam
Ahmed'e göre; bu tür şartlarla akd edilen nikâh sahihtir. Koca, bu şartlan
yerine getirmekle mükelleftir.
İmam Mâlik, İmam
Şafiî, Sevrî, Hanefî alimlerine göre; bu tür şartlar batıldır. Fakat bu
şartlarla akd edilen nikâh sahihtir. Erkeğin, bu şartlarla evlenmiş olduğu
kadına sadece mehr-i misil ödemesi gerekir.
1285- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Dul kadın, kendisine danışılmadığı müddetçe
evlendirilmez. Kız da, kendisinden izin alınmadıkça evlendirilmez”
buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Kızın izni nasıl olur?” diye sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Susmasıdır”
diye cevap verdi.
[497]
1286- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.)’e:
“Ailesinin evlendir(mek iste)dîği genç kızdan izin
alınacak mı, alınmayacak mı?” diye
sordum. O da, Aişe'ye:
“Evet, ondan izin alınacak” diye cevap verdi. Aişe dedi ki: Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) e:
“Fakat kız utanır” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Sustuğu zaman, bu onun iznidir” buyurdu.
[498]
1287-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Dul kadın, kendisiyle ilgili nikah hususunda
velisinden daha hak sahiBidir. Genç kız da, nikah hususunda kendisinden izin
istenir. Onun izin vermesi, susmasıdır.”
[499]
Açıklama:
Bu hadisler, babanın
yada velinin, ergenlik çağına girmiş gerek bakire ve gerekse de dul olsun
hiçbir kadını izni alınmaksızın nikahlamaya hakkı olmadığını ortaya
koymaktadır.
Ergenlik çağına varmış
olan bakire kızlardan izin alınmadan babalan tarafından nikahları kıyıldığı
takdirde kıyılan nikahın sahih olup olmadığı hususunda alimler ihtilaf
etmişlerdir.
İlim ehlinin
çoğunluğunun görüşüne göre, kız, yapılan nikaha rıza göstermediği takdirde o
nikah hükümsüzdür.
Ergenlik çağına girmiş
olan dul kadından izin alınmadan yapılan nikah da, tüm alimlerce hükümsüzdür.
Burada “Dul” ile
kastedilen; sıhhatli veya fasit bir evlenmeyle bakireliği giderilmiş olan
kadındır.
“Bakire” ile
kastedilen ise bakirelik zarı herhangi bir temasla giderilmemiş veya atlama, aşırı
kan akma gibi hastalıkla bakireliği zail olmuş kadındır.
Gayri meşru cinsel
temasla kızlığı bozulmuş olan kadın, bakire hükmünde mi, yoksa dul hükmünde mi
olduğu meselesi ihtilaflıdır. İmam Ahmed ile İmam Şafii'ye göre bu kadın, dul
kadın hükmündedir. Ebu Hanife ile İmam Malik'e göre ise bu kadın, bakire
hükmündedir.
1288- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) beni altı yaşımda iken nikâh
etti, dokuz yaşımda iken de benimle gerdeğe girdi. Daha sonra Medine'ye
geldik. Ben bir ay sıtmaya tutuldum. Bu sebeble de saçlarım döküldü. Nihayet
saçlarım tekrar büyüyerek omuzlanma indi. Derken bana annem Ümmü Rumân geldi.
Ben kız arkadaşlarımla birlikte bîr salıncak üzerinde oynuyordum. Bana seslendi.
Derhal yanına vardım. Benden ne isteyeceğini bilmiyordum. Elimden tutarak beni
kapıda durdurdu. Nefesim kesilmiş, “Heh”, “Heh” diye soluyordum. Nihayet hızlı
solumam geçti. Ümmü Ruman, beni, bir eve/odaya aldı. Bir de ne göreyim, evde,
Ensar'dan bir takım kadınlar var. Kadınlar, bana:
“Hayırlı, uğurlu ve mübarek olsun” dediler. Annem Ümmü
Rumân, beni, onlara teslim etti. Kadınlar başımı yıkadılar. Üstümü başımı
düzelttiler. Resulullah (s.a.v.), kuşîuk zamanı ansızın çıka geldi. Kadınlar
beni ona teslim ettiler.”
[500]
Ebu Hanife'ye Sore
baba, küçük yaştaki kızını evlendirebilir. Fakat bu kız, ergenlik çağma
girdiği zaman nikahını feshedip etmeme hususunda serbesttir. Dilerse nikahını
devam ettirir, dilerse de devam ettirmez.
1289- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), benimle Şevval ayında nikahlandı
ve yine Şevval ayında benimle gerdeğe girdi. Dolayısıyla Resulullah (s.a.v.)'in
hanımlarından hangisi onun yanında benden daha nasiplidir?”
Hadisin ravisi Urve:
“Aişe, evlendirdiği
kadınları Şevval ayında gerdeğe sokmayı severdi” dedi.
[501]
Açıklama:
Bu hadis; evlenme,
evlendirme, nikâh kıyma ve gerdeğe girme İşlerinin Şevval ayında yapılmasının
müstehablığına delâlet, eder. Bazı alimler, işlerin, Şevval ayında yapılmasının
müstehablığını açıkça hükme bağlayarak bu hadisi delil göstermişlerdir.
Câhiliyyet devri
insanları ve bu günün câhil tabakası, Şevval ayında nikâh kıymaktan ve gerdeğe
girmekten hoşlanmazlar ve bunu uğursuz olarak anlayagelmişlerdi. Bu görüş tamamen
asılsız ve bâtıl bir itikaddır. Câhiliyyet devrinin bâtıl kahntıiarındandır.
Aişe (r.anhâ) bu bâtıl İtikadı reddetmek üzere bu hadisi söylemiştir.
Aişe (r.anhâ),
Peygamber (s.a.v.)'e uymak ve sünnete riâyet etmek için kendi yakını olan
kadmların nikâh ve gerdeğe girme işlerinin Şevval ayında yapılmasını arzu ve
tercih ederdi. Tercih sebebi anlatılan şeydi, Şevval ayının kendisinde bir
mutluluğun varlığı inanışı değildi.
Hz. Âişe der ki:
“Bana başka kadınlara verilmeyen dokuz nimet verildi.
Bunu övünmek için söylemiyorum.
1- Melek benim kılığıma girerek yere indi.
2-
Yedi yaşımda
İken Rasûlullah (s.a.v.) benimle evlendi. Ve dokuz yaşında iken ona teslim
edildim.
3- Benimle kız iken evlendi.
4-
İkimiz bir
yorgan altında iken vahy gelirdi.
5- Hz. Peygamber (s.a.v.)'in İnsanlar
içerisinde en sevdiği bendim.
6-
En sevdiği
kimsenin kızıyım.
7- Ümmet benim hakkımda helake sürüklenmek
üzere iken benim için âyet-i kerime nazil oldu. Ve ben Cebrâİli gördüm benden
başka hiçbir kadın cebrâili görmedi.
8- Rasûl-i Ekrem ruhunu benim evimde teslim
etti.
9-
Kabri benim
evimdedir. Melekler orayı kuşatmıştır.”
1290- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
yanındaydım. Derken bir adam geiip Resulullah (s.a.v.)'e, Ensar'cfen bir
kadınla evlenmek istediğini haber verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), o
adama:
“Kadına baktın mı?” diye sordu. Adam:
“Hayır, bakmadım” diye
cevap verdi. Adam:
“Öyleyse git, ona bak. Çünkü Ensar kadınlarının
gözünde bir şey vardır” buyurdu.
[502]
Açıklama:
Hadis, evlenmek
isteyen bir kimsenin, evlenmek istediği kadının yüzüne bakmasının müstehab
olduğunu göstermektedir.
Cumhura göre, kadına
bakmak için onun rızasını almak şart değildir. Kadının haberi yokken onu görmek
caizdir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), evlenilmek istenilen kadına bakmaya mutlak
surette izin vermiş ve bu hususta kadından izin almayı şart koşmamışür.
Kadının iznine
başvuruİmamasının nedeni; kadının utanabileceği ve beğenilmeme duygususunun
oluşabileceği olashğıdır.
1291- Sehl
b. Sa'd es-Sâidî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir kadın, Resulullah
(s.a.v.)'e gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Nefsimi, sana hibe etmek için geldim” dedi.
Resulullah (s.a.v.),
kadına baktı. Bakışını, yukarıya kaldırıp doğrulttu. Sonra da başını aşağıya
indirdi. Kadın, Peygamber (s.a.v.)'in, kendisi hakkında herhangi bir hüküm
vermediğini görünce oturdu. Bunun üzerine sahabilerden birisi, ayağa kalkıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Senin bu kadına ihtiyacın yoksa, bu kadını, benimle evlendir” dedi. Resulullah
(s.a.v.), bu sahabiye:
“Mehir olarak yanında neyin var?” diye sordu. Sahabi:
“Hayır, vallahi, ey
Allah'ın resulü! Yanımda hiçbir şey yoktur” diye cevap verdi. Resulullah
(s.a.v.):
“Haydi ailenin yanına git, kadına mehir olarak bir şey
vermen için bir şeylere bak. Bir şey bulacak mısın?” buyurdu.
Bunun üzerine sahabi,
gitti. Sonra dönüp geldi:
“Hayır, vallahi!
Hiçbir şey bulamadım” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Bak, demirden bir yüzük bile olsun bul getir” buyurdu. Bunun üzerine sahabi, yine gitti. Sonra
dönüp geldi:
“Hayır, vallahi, ey
Allah'ın resulü! Demirden bir yüzük bile bulamadım. Sadece belimden aşağısını
örten şu izanın var.”
Sehl b. Sa'd der ki:
“Bu fakir sahabinin
ridası bile yoktu. Bunun yarısını, kadına mehir olarak verebilirim” dedi. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Bu izarınla ne yapabilirsin? Onu sen giyersen,
kadının üstünde ondan bir şey bulunmaz, açıkta kalır. Kadın giyerse, senin
üzerinde ondan bir şey kalmaz, budefa da sen çıplak kalırsın” buyurdu.
Bunun üzerine o
sahabi, bulunduğu yere oturdu. Bu oturuşu uzayınca ümitsiz bir halde kalkıp
gitti. Peygamber (s.a.v.), bu sahabinin ümitsiz bir şekilde arkasını çevirip
gittiğini görünce, onun geri getirilmesini emretti. Bunun üzerine o sahabi, çağırıldı.
Geldiği zaman, ona;
“Kur'an'dan senin ezberinde ne var?” diye sordu.
Sahabi:
“Ezberimde; şu sure,
şu sure var” diye bazı sureleri saydı. Peygamber (s.a.v.), ona:
“Sen bu sureleri, ezberinden okuyabiliyor musun?” diye sordu. Sahabi:
“Evet, okuyabiliyorum”
diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse git! Kur'an'dan ezberindeki sureleri kadına
öğretmen karşılığında seni bu kadınla evlendirdim” buyurdu.
[503]
Açıklama:
Bir kadının, mehirsiz
olarak evlenmek üzere kendisini Hz. Peygamber (s.a.v.)'e arzetmesi caizdir.
Nitekim Ahzab: 33/50 ayeti de bunu ifade etmektedir.
Müslim ise, bu hadisi
bakarak bir kadının kendisini salih bir kimseye arzetmesinin caiz olduğuna
hükmetmiş ve bunun sadece Resulullah (s.a.v.)'e özgü bir durum olmadığını, bab
başlığında dile getirmiştir.
Kadın, kendi mehrini,
Resulullah (s.a.v.)'e hibe etmek suretiyle onunla evlenmek istemektedir.
Resulullah (s.a.v.) ise kadını, reddedilmiş duruma düşürmemek için susup cevap
vermemiş.
Yine kadının,
kendisini, birinci ve ikinci arz edişinde, Resulullah (s.a.v.)'in susmak suretiyle
cevap vermesini, kadına red cevabı vermekten utanmasıyla açıklamak mümkün
olduğu gibi, bu mesele ile ilgili bir vahyin gelmesini beklemiş olmasıyla yada
o kadına uygun bir cevap vermek için düşünmüş olmasıyla da açıklamak mümkündür.
Evlenilmek istenen bir
kadına, yeteri kadar mehir vermek gerekir. Ancak mehir, Nikâh akdinin
sıhhatinin şartı olmayıp lüzumunun şartıdır. Evla olan, nikâh akdedilirken
mehri sözkonusu edip mikdarıni tespit etmektir. ileride bu konuda çıkması
mümkün olan bazı anlaşmazlıkları Önlemek için en uygun tedbir budur. Ayrıca
mehri acele olarak vermek, müstehabtır.
Manası genel olan bir
lafzın, karineyle tahsis edilmesi caizdir. Çünkü metinde geçen “Yanında mehir
olarak verecek herhangi bir şey var mı?” cümlesindeki “Şey” lafzı, azı da çoğu
da, kıymetliye de kıymetsizi de kapsayan genel bir lafızdır.
Mal denebilecek her
şey ve mal ile değiştirilmesi mümkün olan her menfaat, az da olsa mehir
olabilir. Nitekim alimlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir.
İmam Şafiî'ye göre;
mehir karşılığında kadına Kur'an öğretmek caizdir.
ilk dönem Hanefi
alimlerine göre ise, Kur'an öğretme karşılığında mehir kabul etmek caiz
değildir. Çünkü mehrin, kendisinden istifade edilen bir mal olması gerekir. Bu
konudaki delil;
“Onları, mallarınızla istemeniz size helal kılındı”
[504]
ayeti ile
“Bir mehir belirlediğiniz takdirde henüz dokunmadan
onları boşamışsanız belirlediğinizin yarısını onlara verin”
[505]
ayetidir. Ayetin birinde mehirden, “Mal olarak” bahsedilmekte, diğerinde ise
“Yarısından” söz edilmektedir. Bir şeyi ikiye bölebilmek için o şeyin maddi bir
mal olması gerekir.
Ayrıca Resulullah
(s.a.v.)'in, Kur'an'dan bazı sureler karşılığında bir kadını evlendirdiğini
ifade eden hadis, ahad yoluyla geldiği için bu konuda Kur'an'ın hükmü terk
edilemez.
İbn ABidin'in
ifadesine göre; son devir Hanefi alimleri, Kur'an öğretmenin mehir sayılabileceğini
söylemişlerdir. Hanefi alimlerini son devri ile ilk devri arasındaki bu görüş
ayrılığı; Kur'an'ı, ücret karşılığında öğretmenin caiz olup olmadığı
meselesinden kaynaklanmaktadır.
Bu tür meseleİerdeki
ihtilafların kaynağı; hüccet ve delillerin farklı oluşu değil, asrın getirdiği
ihtiyaç ve şartların farklı oluşudur. Çünkü son devir alimlerinin içinde
bulunduğu şartlar, ilk dönem alimlerin zamanında bulunsaydı, onlar da ücret
karşılığında Kur'an'ı okutmanın caiz olduğuna ve dolayısıyla Kur'an'dan bazı
sureleri öğretmenin mehir sayılabileceğine hükmedebilirlerdi.
Hanefilere göre;
mehrin en az miktarı, ilk asırda 10 dirhem gümüş, yani iki koyun bedelidir. En
üst sının yoktur.
1292- Ebu
Seleme b. Abdurrahman'dan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)'in hanımı
Aişe'ye:
“Resulullah
(s.a.v.)'in, hanımlarına verdiği mehir ne kadardı” diye sordum. Aişe'de:
“Onun, hanımlarına verdiği mehri on iki ukiyye ile bir
neşş idi. Neşş'in ne olduğunu bilir misin?” dedi. Ben de:
“Hayır, bilmiyorum”
diye cevap verdim. Aişe:
“Yarım ukiyye'dir. Bunların toplamı, beş yüz dirhem
eder. İşte Resulullah (s.a.v.)'în, hanımlarına verdiği mehir, bundan ibarettir” dedi.
[506]
Evlenme sırasında
kadına bu isimle ödenen meblağdır. İslâm, Hristiyanlıkta olduğu gibi kadının
erkeğe verilmek üzere para biriktirilmesini drahoma değil de; aksine,
erkeklerin kadınlara rağbetinin bir sembolü olsun diye hediye kabilinden bir
meblağın ona verilmesini emretmiştir.
Mehir kadına değil,
erkeğin üzerine vaciptir. Dolayısıyla mehir, kadının bedeli veya ondan
faydalanma İmkanının karşılığı değil, bir ömür boyu beraber yaşama arzusunun
sembolik alametidir ve hediye kabilindendir.[507]
Hadis, Peygamber
(s.a.v.)'in eşlerinin mehirierinin 500’er dirhem olduğuna delâlet etmektedir.
Mü'minlerin anneleri olan eşlerinin çoğunun mehrînin bu kadar olduğu,
bâzılarının böyle olmadığı sabit olduğu için bu hadis, eşlerinin çoğunun
mehirlerinin 500 dirhem gümüş olduğu yolunda yorumlanmıştır. Çünkü Peygamber
(s.a.v.)'in eşlerinden Ümmü Habîbe bint. Ebi Süfyân (r.anhâ)'nın mehirinin dört
bin dirhem olarak Habeşistan kralı Necâşî tarafından teberru mâhiyetinde
ödendiği, Ümmü Habîbe (r.anhâ)'nın hadisiyle sabittir.
Yine Safiyye bint.
Huyey b. Ahtab (r.anhâ) adlı mü'minlerin annesinin mehiri, onu cariyelikten
azâd buyurmak olmuştur.
Yine
annelerimizdenCüveyriyebint. el-Hâris (r.anhâ),Sabitb.Kays(r.anha)'nın cariyesi
idi. Hürriyetine kavuşmak için efendisiyle belirli bir meblâğ para veya mal
vermek karşılığında özgürlüğüne kavuşma akdini yapmış idi. Peygamber
(s.a.v.)'e vâki müracaatı üzerine Peygamber (s.a.v.) onun yerine gerekli
ödemeyi yaptı ve ödenen meblâğ üzerine nikâh akdi yapılmakla Cüveyriye(r.anhâ),
Resulullah (s.a.v.)'in ev halkından olma şerefine kavuşmuş oldu.
Ebu Hanife ile İmam
Malik'e göre mehrin en aşağı miktarı, on dirhemdir. Yirmi, kırk ve elli dirhemi
asgari miktar olarak görenler de vardır. Bu İhtilafın sebebi; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
sahabe ve tabiun döneminde bu konudaki uygulamalar ve sözlerin çeşitli
şekillerde yorumlanmasıdır.
1293- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Abdurrahman İbn Avf in üzerinde yeni evlenen damatların kullandığı kokunun
sanlığını görüp ona:
“Bu da ne?”
diye sordu. Abdurrahman İbn Avf:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben, yaklaşık 15 gr. ağırlığında bir nevat altın miktarı mehir vererek bir
kadınla evlendim” diye cevap verdi.
Peygamber (s.a.v.):
“Öyleyse Allah seni mübarek eylesin. Bir koyunla da
olsa düğün ziyafeti ver!” buyurdu.
[508]
Düğün yemeği demektir.
Araplar, hazırlanış sebebine göre her ziyafete ayrı bir ısım verirler, örneğin,
çocuk doğduğu zaman verilen ziyafete “Akika”, bir çocuğun Kur'an-ı hatmetmesi
sebebiyle verilen ziyafete “Hazâk”, sünnet münasabetiyle verilen ziyafete
“İ'zâr” doğum münasebetiyle verilen ziyafete “Hurs”, bina yapmak suretiyle
verilen ziyafete “Vekîre”, misafir için verilen ziyafete “Nakia”, bir musibetle
karşılaşıldığında musibet sahibi tarafından veriekln yemeğe “Vadıyma”,
sebepsiz olarak verilen yemeğe “Me'dûbe” ve “Me'debe” ismi verilir. Yalnız
vadıyma yemeği vermek, haramdır.
Hadisin zahirine göre;
düğün yemeği vermek, vaciptir. Hanefıîere göre ise düğün yemeği, vacip olmayıp
vacip kuvvetinde müekked bir sünnettir.
Gücü yeten kimselerin,
düğün yemeğini bolca vermeleri gerekir. Alimlerin büyük çoğunluğuna göre;
düğün yemeğinin, en az ve en çok olan miktarları için bir sınırlama yoktur. Bunu,
imkanların elverdiği miktarda hazırlamak yeterlidir. Müstehab olan da budur.
Önemli olan, bu ziyafette Allah'ın rızasını kazanmaya çalışmak ve riyadan
sakınmaktır.
Yalnız düğün yemeğinin
misafirlere ne zaman verileceği hususunda ihtilaf bulunmaktadır.
Davet yerinde içki
gibi dinen yasak olan bir fiil veya durumun bulunduğunu bilen bir kimse davete
icabet etmez.
1294- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Hayber gazasına çıkmıştı. Sabah namazını ortalık karanlık iken Hayber
yakınlarında kıldık. Sonra Peygamber (s.a.v.) ile Ebû Talha, bineklerine
bindiler. Ben de, Ebû Talha'nın terkisinde idim. Peygamber (s.a.v.) Hayber
sokağı içerisinde ilerledi.
Dizim Peygamber
(s.a.v.)'in uyiuğuna dokunuyordu. Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.)'in uyluğunun
beyazlığını göreceğim dereceye kadar kalabalık ve sürtünme uyluğundan izarmı
sıyırdı. Şehre girdiğinde: “Allahü Ekber, Hayber şehri harap oldu! Biz bir
kavmin yurduna indiğimizde;
“Uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur”
[509]
buyurdu. Bu sözü, üç defa tekrarladı.
Halk işlerinin başına
çıktığında:
“Vallahi, Muhammed’i”
dediler. Hayber şehrini kuvvet kullanarak ele geçirdik, Esirler toplandı. Bu
sırada Dıhye gelip:
“Ey Allah'ın
Peygamberi! Esirlerden bana bir cariye ver” dedi. O da:
“Git, bir cariye al” buyurdu. Dıhye de, Safiyye bint. Huyey'i aldı.
Ardından bir adam Peygamber (s.a.v.)'e gelip:
“Ey Allah'ın
Peygamberi! Dihyeye Kurayza ve Nadir kabilelerinin hanımefendisi Safiyye bint.
Huyey'i verdin, ama bu ancak sana uygun düşer” dedi. O da:
“Onu, Safiyye'yle birlikte çağırın” buyurdu. Dıhye hemen Safiyye'yi getirdi. Peygamber
(s.a.v.), Safiyye'yi görünce, Dıhye'ye:
“Esirlerden bunun dışında bir cariye al” buyurdu. Sonra Peygamber (s.a.v.) Safiye'yi azad edip
onunla evlendi.
Hadisin ravisi Sabit
el-Bünânî, Enes'e:
“Ey Ebû Hamza!
Safiyye'nin mehri ne idi?” dedi. O da:
“Onun kendisi idi. Onu
hürriyetine kavuşturdu, sonra da onunla evlendi” dedi.
Nihayet yoldayken Ummü
Süleym, Safiyye'yi süsledi, gecenin bir kısmında Peygamber'e teslim etti.
Peygamber (s.a.v.), güveyi olarak sabaha çıkıp:
“Kimin yanında bir şeyler varsa onu getirsin” buyurup bir yaygı serdi. Kimi hurma, kimi de yağ
getirmişti. Sonra hurma, tereyağı, un ve çökelek ile yapılan bir tür yemek olan
hays yemeği yaptılar. İşte Rasûlüllah (s.a.v.)'in düğün yemeği bu şekilde olmuş
oldu.
[510]
Açıklama:
Kölenin, Allah'ın
hakkını yerine getirmesi; namaz, oruç gibi ibadetlerini yapmakla ve efendisinin
hakkını yerine getirmesi ise; efendisinin hizmetinde bulunmakla olur.
Safiyye, Kureyza
oğullan ve Nadir oğulları kabilesi içerisinde sosyal statüsü yüksek bir
kadındı. Peygamber (s.a.v.) onunla evlenerek bu iki kabile üzerindeki etkisini
artırmış oldu.
1295- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Zeyneb bint. Cahş'la evlendiği zaman düğün ziyafetine bir cemaatı davet etti.
Onlar da yemek yediler. Sonra oturup sohbet ettiler. Resulullah (s.a.v.)
onların kalkıp gitmelerini işaret ederek sanki kalkmaya hazırlanır gibi yaptı,
fakat onlar kalkmadılar. Bunu görünce Resulullah (s.a.v.) kalktı. O kalkınca,
cemaattan bazıları da kalktı.
Hadisin ravileri Asım
ile Abdula'la der ki:
“Üç kişi oturup kaldı.
Peygamber (s.a.v.) içeriye girmek için geldi. Bir de baktı ki, cemaattan
bazıları halen oturuyorlar. Sonra onlar da kalkıp gitti. Ben, Peygamber
(s.a.v.)'e gelip cemaatın gittiğini haber verdim. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.v.) eve gelip içeri girdi. Ben de içeriye girmeye hazırlandım, fakat
Resulullah (s.a.v.) kendisi ile benim arama perdeyi çekti. Bunun üzerine Yüce
Allah:
“Ey iman edenler! Siz zamanını gözetlemeksizîn, bir
yemeğe davet edilmedikçe, Peyganıber'in evlerine girmeyin. Ancak davet
edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılırı, sohbete dalmayın.
Çünkü bu hareketiniz Peygamberi üzmekte, fakat o size bunu söylemekten
utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamber'in hanımlarından
bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz,
hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin Allah'ın
Resulünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikahlamanız asla caiz
olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır”
[511]
ayetini indirdi.[512]
1296- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Zeyneb'Ie evlendiği zaman Ümmü Süleym ona taştan yapılmış bir çanak içerisinde
hays yemeği hediye etti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), bana:
“Git de müslümanlardan rastladıklarını bana çağır” dedi.
Ben de rastladığım
kimseleri onun için davet ettim. Davetliler, grup grup içeri girmeye ve yemek
yiyip çıkmaya başladılar. Peygamber (s.a.v.), elini yemeğin üzerine koyarak
onun hakkında, Allah'ın dilediği sözleri söyleyerek dua etti. Ben rastladığım
hiç bir kimseyi bırakmayıp mutlaka düğün yemeğine davet etmiştim. Davetliler
doyuncaya kadar düğün yemeğinden yediler, sonra da çıkıp gittiler. Fakat davetlilerin
içlerinden bir grup kalarak Peygamber (s.a.v.)'in yanında sözü uzattılar. Peygamber
(s.a.v.) onlara bir şey demekten sıkılıyordu. Bu sebeple onları evde bırakarak
kendisi dışarı çıktı. Bunun üzerine Yüce Allah,
“Ey iman edenler! Siz zamanını gözetlemeksîzin, bir
yemeğe davet edilmedikçe, Peygamberin evlerine girmeyin. Ancak davet
edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağıtın, sohbete dalmayın.
Çünkü bu hareketiniz Peygamberi üzmekte, fakat o size bunu söylemekten
utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamberin hanımlarından
bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz,
hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır”
[513]
ayetini indirdi.
[514]
Açıklama:
Zeyneb, Resulullah
(s.a.v.)'in halası Ümeyme bint. Abdulmuttalib'in kızıdır. ilk müslümanlardan ve
muhacirlerdendir.
Resulullah (s.a.v.),
Zeyneb'Ie, bir rivayete göre hicretin üçüncü yılı ve diğer bir rivayete göre
ise hicretin beşinci yılında evlenmiştir. Zeyneb, daha önce, Resulullah
(s.a.v.)'in azadlısı Zeyd b. Harise'yle evliydi. Zeyneb, ondan ayrılınca Resulullah
(s.a.v.)'le evlendi.
Resulullah (s.a.v.) bu
münasebetle tertip ettiği davette misafirlerine ekmek ile et ikram etmiş,
sofraya oturanlar doyduktan sonra bir hayli yemek artmıştır.
Yemekten sonra cemaat
dağılmış, yalnız iki-üç kişi muhabbete dalarak oturdukları yerde kalmışlardır.
Resulullah (s.a.v.)'in buna canı sıkılmışsa da bir şey diyememiş, ancak onlara
hatırlatmak için yanlarından çıkarak hanımlarının odalan önünden geçmiş, onlara
selâm vermiştir. Nihayet oturanlar da kalkıp gitmiş ve Resulul'ah (s.a.v.)
zifafa girmiştir. Bu arada tesettür âyeti nazil olmuştur.
Anlaşılıyor ki,
Peygamber (s.a.v.), Hz. Zeyneb için, diğer kadınları için yapmadığı bir düğün
daveti düzenlemiş, bu davete üçyüz kadar sahabe katılmıştır.
Nevevî der ki: İhtimal
ki, bunun sebebi; Hz. Zeyneb'i kendisine velisiz ve şahitsiz Yüce Allah
tarafından nikâh ettiğinden dolayı bu düğün yemeğiyle şükranda bulunmaktır.
[515]
1297-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi düğün yemeğine çağrıldığında yemeğe
gitsin.”
[516]
1298- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi yemeğe çağrıldığında icabet etsin.
İsterse yer, isterse yemez.”
[517]
1299- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi yemeğe çağrıldığında icabet etsin. Eğer
oruçlu olursa davet eden kimseye dua etsin. Eğer oruçlu değilse yemeği yesin.”
[518]
1300- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kendisine zenginler
çağrılıp da fakirler çağrılmayan düğün yemeği ne kötü yemektir. Davete
katılmayan kimse, Allah'a ve Resulüne isyan etmiştir.”
[519]
Açıklama:
Hadis, zenginlerin
çağırılması ve fakirlerin çağınlmaması âdet hâline getirilen düğün yemeğinin
fena olduğunu hükme bağlamıştır.
Nevevi der ki:
“Bu hadisten
kastedilen mânâ şudur: Halkın, Peygamber (s.a.v.)'den sonra düğün ziyafetleri
gibi davetlerde zenginleri çağırıp fakirleri çağırmamaları, zenginlere yemeğin
güzelliğini seçmeleri, onlara öncelik tanımaları, davet yerinde iyi yerleri
onlara ayırmalarının ve benzeri şeylerin âdet hâline getirmelerinden haber
vermektir.
[520] Fakat saadet devrinde
böyle bir durum meydana gelmemiştir.
1301- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yemeğin en kötüsü; davete gelen kimseye ikramda
bulunulmayan ve gelmeyecek kimsenin çağrıldığı düğün yemeğidir. Kim böyle bir
davete katılmazsa, Allah'a ve Resulüne isyan etmiştir.”
[521]
Açıklama:
Düğün yemeği ile
ilgili bilgi için 1384 nolu hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
1302- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Rifâa el-Kurazî'nin hanımı, Peygamber
(s.a.v.)'e gelip:
“Ben, Rifâa'nın nikahı
altında idim. Beni üç talakla boşadı. Boşamayı da, geri dönülmeyecek şekilde
kesin yaptı. Ben de, Abdurrahman İbnü'z-Zebîr'Ie evlendim. Fakat onun erkeklik
aleti, elbisenin saçağı gibi gevşek idi” dedi.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) gülümseyerek:
“Rifâa'ya geri dönmek mi istiyorsun? Hayır, sen ikinci
kocanın balçığını ve o da senin balçığını tatmadıkça, ilk kocana geri
dönemezsin” buyurdu.”
Ebu Bekr, (o sırada)
Resulullah (s.a.v.)'in yanında oturuyordu. Hâlid b. Saîd İbnü'1-As ise, içeriye
girmek için kapıda kendisine izin verilmesini bekliyordu. Hâlid, kadının,
kocasını küçük düşürücü açık ifadelerini işitince, Ebu Bekr'e:
“Ey Ebu Bekr! Bu
kadının, Resulullah (s.a.v.) in yanında apaçık bir şekilde neler konuştuğunu
işitmiyor musun?” diye seslendi.
[522]
Açıklama:
Hanımını üç talakla
boşayan kişinin adı, Rifâa b. Semûel el-Kurazîdir. Hanımının ismi ise, Temime
el-Kurazî'dİr. Kadının evlendiği ikinci erkeğin adı ise, Abdurrahman
İbnü'z-Zebîr'dir.
Bu hadise göre;
kocasından üç talakla boşanan bir kadının, sahih bir nikâhla başka bir kocayla
evlenip onunla cinsel ilişkide bulunmadan ilk kocasına dönemeyeceğini bildirmektedir.
Hanbeli alimlerinin
önde gelenlerinden birisi olan İbn Teymiyye (ö. 728/1327), bu konuda
Seddü'z-Zerai ilkesini öne çıkartarak ve konu ile ilgili bazı hadisleri
yorumlayarak üç talakla boşanan kadının, tekrar eski kocasına bir talakla geri
dönebileceğini ileri sürmüştür.
Hâlid, içerdeki
kadının, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanında erkeklik aletini dile getirerek
açık-saçık konuşmalarını kapının dışında işitmiş ve Ebu Bekr'e hitap etmekle
kadının sözlerini çirkin olduğunu ifade etmektedir. Peygamber (s.a.v.) ise,
Halid'in bu sözlerini işittiğine itimad ederek hiçbir şey demeyip sadece
gülümsemiştir.
1303-
Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Sizden birisi, hanımıyla cinsel ilişkide bulunmak
istediği zaman: “Bismillah, Allahümme cennİbnâ'ş-şeytân ve cennibiş-şeytân”
Allah'ın ismiyle! Allahım! Bizi şeytandan uzak eyle! Bize vereceğin (çocuk)tan
da şeytanı uzak eyle! demiş olsa, aralarındaki (bu birleşmeden dolayı onlara)
bir çocuk verilecek olursa, şeytan o çocuğa hiçbir zaman zarar vermez.”
[523]
Açıklama:
Hadis, hanımıyla
cinsel ilişkide bulunmak isteyen bir kimsenin, bu birleşmeden önce bu duayı
okuması tavsiye edilmekte ve bu tavsiyeye uyan kimselerin doğacak çocuklarının
şeytanın zararından uzak kalacağı haber verilmektedir.
Bu birleşmeden doğan
çocuğun, şeytanın hangi zararlarından kurtulup, hangi zararlarından
kurtulamayacağı konusunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır.
Ayrıca bu hadis;
kişinin, Allah'ı zikir, duâ, besmele ve istiaze ile şeytandan ve bütün serlerden
korunmaya çalışmalıdır. Her ne kadar şeytan Adem oğlunu devamlı surette takip
etse de, insan, Allah'ı gönülden zikrettiği sürece şeytan ona yaklaşamaz.
1304- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yahudiler:
“Bir adam, hanımının
cinsel organına arkasından öne doğru ilişkiye girerse doğacak çocuk şaşı gözlü
olur” derlerdi. Bunun üzerine;
“Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Artık tarlanıza
önden yada arkadan öne doğru olmak kaydıyla nereden isterseniz oradan gelin”
[524]
ayeti indi.
[525]
Açıklama:
Yahudiler, erkeğin,
karısıyla arkadan kadının rahim yolu olan tenasül organıyla normal cinsel
ilişkide bulunduğu takdirde bu ilişkiden doğacak çocuğun gözünün şaşı olacağına
inanıyorlardı. Böyle de söylüyorlardı. Onların iddiasına göre, bu şekilde
yapılan cinsel ilişki doğacak bebeğin gözlerine zararlı ve dolayısıyla
yasaktır. Yüce Allah, hadiste anılan âyet-i kerîme'yi indirmekle onların İnanç
ve iddialarının yanlış olduğunu, kadınla yapılan normal ilişkide, kadının sırt
üstü veya yüzü koyun yahut yanı üzerinde yatması, oturması veya başka şekilde
durması doğacak çocuğa zararlı olmadığını ve bunda dîni bir sakınca
bulunmadığını bildirmiştir
Ayet-i Celile'de,
kadınlar çocuk yetiştirme bakımından tarlaya benzetilmiştir. Evlenmenin asıl
amacı, insan neslinin devamı ve çoğalmasıdır. Amaç bu olunca, erkek karısıyla
ancak çocuk yetiştirme yolu olan kadının tenasül organıyla ilişki kurmaya
yetkilidir. Ayeti Kerime, “Çocuk
yetiştiren tarlanıza varabilirsiniz” hükmünü belirtmek suretiyle kadınların
direkt makat kısmına varılamayacağına delâlet eder. Çünkü makadın çocuk
yetiştirme tarlası olmadığı bilinmektedir.
1305- Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine
göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bir kimse hanımını yatağa çağırıp da hanımı yatağa
gelmezse, kocası hanımına kızgın olarak geceyi geçirirse melekler sabaha kadar
o kadına lanet eder.”
[526]
Açıklama:
Yatağa çağırmaktan
maksat, cinsel ilişkidir. Lanetin sabaha kadar devam etmesi, şafağın doğmasıyla
yada kadının yaptığına pişman olarak yatağına dönmesiyle son bulur.
1306- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu kıyamet günü Allah katında insanların derece
bakımından en kötü olanı, kocanın hanımına ve hanımın da kocasına cinsel
ilişkide bulunup sonra hanımının sırrını yayan erkektir.”
[527]
Açıklama:
Burada erkek ile kadın
arasında meydana gelen cinsel ilişkiyi, erkeğin; cinsel ilişki hususunu tavsif
etmesi, bu konuda detay vererek kadının neler konuştuğunu ve neler yaptığını
bir zaruret olmaksızın keyfi olarak insanlara anlatmasının haram olduğu
belirtilmektedir. Çünkü bu tür şeyler; toplumun yapısına, evlilik hayatına ve
ahlaka aykırı durumlardır. Emanet olarak kalması gereken sırlardır. Başkalanna
anlatılması, emanete hıyanet demektir.
Gerçek müslüman, sır
saklamayı bilir ve birinin kendisine emanet etti ği sırrı ifşa etmez. Sır
saklamak, kişinin mertliğinin, dinî salâbetinin, imanî şahsiyet ve ahlâkisinin
bir göstergesidir. müslümanların seçkin erkek ve kadınlarının bu dini
kaynağından yudumlamış olanlarının ahlâkî yapılannın gereğidir.
Esasen sır saklamak,
selefin sadece erkeklerine mahsus bir meziyet değil, İslam nurunu almış, kalıp
ve kafaları bu nur ile aydınlanmış çocuklar dahi bu güzel ahlâkın gözle görülür
örnekleridir.
Sır ifşa etmek ise,
insanların mübtela olduğu âdetlerin en kötüsüdür. Hayatta bilinen her şey
söylenmez. Bazı şeyler vardır ki mürüvveti zedeler. Şeref ve şana halel getirir.
Bu gibi şeylerin gizli kalması gerekir. Bu sırlar evlilik hayatiyle ilgiliyse
daha da çok önem kazanırlar. Böylesi sırları aklından zoru olan şahsiyet ve
ahlâk düşkünü kimselerden başkası ifşa etmez.
Ancak, haksız yere kan
döküldüğünü, ırza, mala ve cana tecavüz edildiğini gören kimselerin bu
gördüklerini saklaması gerekmez. Bilakis ilgili mercilere ulaştırması
üzerlerine düşen bir görev olur. Bu görevi yerine getirmedikçe sorumluluktan
kurtulamaz.
Aynı durum, kadın için
de geçerlidir.
1307- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte Mustahk oğulları gazasında bulunduk. Arapların güzel
kızlarını esir aidık. Derken bekarlığımız uzun sürdü. Dolayısıyla bu kadınlar
üzerinden fazlaca fidye almaya rağbet ettik. Bunun için de bu kadınlardan
faydalanmayı ve çocuk tutturmamak için azl yapmayı istedik. Bunun üzerine birbirimize:
“Resulullah (s.a.v.)
aramızdayken bu meseleyi ona sormadan mı yapacağız?” dedik. Dolayısıyla biz de
bu meseleyi Resulullah (s.a.v.)'e sorduk. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bunu yapmamanızda bir sakınca yok. Allah, kıyamet
gününe kadar kaç can yaratmayı takdir ettiyse o canlı mutlaka meydana
gelecektir” buyurdu.
[528]
Açıklama:
Benû Mustalik,
mustalik oğulları, Mekkenin güneyine yerleşmiş bir arap kabilesidir.
Islamiyetin ortaya çıkışından beri müslümanlar ile Mustalik oğuilan arasındaki
ilişkiler iyi değildi.
Hicretin beşinci
yılında da Hendek harbinden önce müşriklerin ittifak kurma çalışmaları
sırasında Mustalik oğulları kabilesi başkanı Medine'ye hücuma karar verdi. Bu
haberin doğruluğunu tespit ettiren Hz. Peygamber (s.a.v.) daha çabuk
davranarak onların üzerine yürüdü. On kadar Mustalikli öldürüldü, yüzden
fazlası kadın olmak üzere altıyüz'ün üzerinde esir alındı. İkibin deve ve
beşbin koyun ele geçirildi. Bu savaş esnasında münafıklar bazı fesat hareketlerine
giriştiler. Bunların en başta geleni islam tarihinde ifk iftira hadisesi diye
bilinen, Hz. Aişe'ye yaptıkları iftiradır.
1308- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
yanında azldan bahsedildi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Bu sizin için ne anlama geliyor?” diye sordu. Sahabiler:
“Bir adamın emzikli
hanımı olur, onunla cinsel ilişki de bulunur ve hanımının bu cinsel ilişkiden
dolayı hamile kalmasını arzu etmez. Yine bir adamın cariyesi olur, onunla
cinsel İlişkide bulunur ve bu cariyenin bu cinsel ilişkiden dolayı hamile
kalmasını istemaz. Dolayısıyla meniyi dışarı akıtarak azl yapar” dediler.
Peygamber (s.a.v.):
“Bunu yapmamanızda bir sakınca yok. Çünkü çocuğun olup
olmaması meselesi, ancak kadere bağlı bir durumdur” buyurdu.
[529]
1309- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a'.v)'e, azlin hükmü
soruldu. O da:
“Her meniden çocuk olmaz. Allah bîr şeyi yaratmak
istediğinde onu azl ve başka bir tedbir türünde hiçbir şey engelleyemez” buyurdu.
[530]
1310- Câbir b. Abdullah (r.a)'tan rivayet
edilmiştir: “Bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e gelip ona;
“Benim bir cariyem
var. O, hem hizmetçiliğimizi yapmakta ve hem de suyumuzu taşımaktadır. Ben, bu
cariyeyle cinsel ilişkiye girmekteyim. Fakat hamile kalmasını istemiyorum”
dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“İstersen o cariyeden azl yap. Fakat şunda hiç şüphe
yok ki, o cariyeyle ilgili takdir edilmiş olan şey mutlaka onun başına
gelecektir” buyurdu.
Adam bir müddet
bekledi. Sonra tekrar Peygamber (s.a.v.)'e gelip ona:
“Cariye hamile kaldı”
dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ben o cariyeye, takdir edilmiş olan şeyin onun başına
geleceğini sana haber yermiştim”
buyurdu.
[531]
1311- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Kuran indiği
sırada azl yapardık.”
Hadisin ravisi Süfyan:
“Eğer azl yapmak
yasaklanmış olsaydı Kur'an bunu yasaklardı” dedi.
[532]
Arap dilinde bir şeyi
yerinden ayırmaktır. Terim olarak ise cinse! İlişki zamanında kadının gebe
kalmaması amacıyla erkeğin geri çekilerek suyunu dışanya akıtmasidır.
Bireysel ve ailevî
boyutuyla doğum kontrolünün fıkhı hükmü, kontrol usul ve işleminin mahiyetiyle
yakından ilgilidir. Kadının yumurtası ile erkeğin spermi birleşip döllenme
olduktan sonra gebeliğe son verilmesi, yani ana rahminde oluşmuş ceninin
düşürülmesi, halk arasındaki tabiriyle çocuk düşürme ve aldırma, doğum kontrolü
kavramının dışında olup ayn dinî hükümlere tâBidir ve bundan sonra ayrıca ele
alınacaktır. Burada ise hamileliği önleyici tedbirler anlamındaki doğum
kontrolünden söz edilecektir.
İslâm dininde toplumun
temeli olarak kabul edilen aile kurumuna büyük önem verilmiş, bu kurumun
korunmasını ve sağlıklı bir bünyeye kavuşturulmasını temin gayesiyle dinî ve
hukukî mahiyette bir dizi tedbir alınmıştır. Hz. Peygamber imkânı olan
kimselerin evlenmesini ve evliliğin kolaylaştırılmasını tavsiye etmiş, kıyamet
gününde ümmetinin çokluğu ile övüneceğini bildirmiştir.
[533]
Bunlar Resûlullah'in neslin devamına ve nüfus artışına önem verdiği, doğum
kontrolüne gidilmesini tasvip etmediği şeklinde yorumlanabilir. Buna ilâveten
kader, rızik ve tevekkülle İlgili inanışlar, nüfusun öteden beri toplulukların
en Önemli güç kaynağı olması, ayrıca içinde yaşanılan toplumun geleneksel
kültürü de eşlerin gebeliği önleyici tedbirler almasında, hatta fakihlerin
doğum kontrolünün dînî hükmü konusunda çekimser veya karşı bir tavır
izlenmesinde etkili olmuştur.
Doğum kontrolünün,
daha açık ifadeyle eşlerin gebeliği Önlemesinin eski ve yeni birçok yöntemi
vardır. Tıbbî ve teknik gelişmeler neticesinde, her gün yeni metot ve İlâçlar
ortaya çıkmaktadır. Azil, yani erkeğin cinsel ilişki sırasında spermini dışarı
akıtması yöntemi çok eskilerden beri bilinen bir usul olup ilk dönem
müsfümanlan tarafından da biliniyor ve uygulanıyordu. Hz. Peygamber'in azli
yasaklamamış olması
[534]
İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğunun da azli caiz ve mubah görüp bunu eşlerin
irade ve tercihlerine bırakmış olmalan, fert ve aile planında doğum kontrolünün
kural olarak caiz olduğunun ilk delili sayılabilir.
Eşlerin hangi
durumlarda azil ve diğer gebeliği önleyici metotlara başvuracağı ise genelde
onların aile içi meselesi olarak görülmekle birlikte örnek olarak, fazla çocuk
yüzünden ailenip ve çocukların sıkıntıya düşmesi, anne sağlığının bozulması,
çocukları gereği şekilde yeüstirememe tehlikesi gibi gerekçeler sayılmıştır.
Zahirî hukukçu İbn Hazm hariç tutulursa, bu konuda Sünnî hukuk ekolleri ve Şiî
mezhepleri arasında ciddi bir görüş farklılığı yoktur. Ancak İslâm bilginleri,
eşlerin karşılıklı haklannı koruma, aile içi huzur ve mutluluğu sağlama
amacıyla gebeliği Önleme metotlarının iki tarafın karşılıklı rızâsı dahilinde
uygulanmasını telkin ve tavsiye ederler.
Azil dışında ilâç
almak, vaginaya gebeliği önleyici bir madde koymak, prezervatif kullanmak gibi
yollarla da gebeliğin önlenmesi mümkündür. Ancak gebeliği önleyici metotlar ile
başlamış bulunan gebeliği sona erdirme ve döllenmiş yumurtayı dışarı atma
işlemlerinin birbirinden iyice ayrılması gerekir. Çünkü farklı bu iki işlem
farklı dinî hükümlere tâBidir. Bu itibarla bir kısım yeni metot ve ilâçların
gebeliği önlemediği, aksine döllenmiş yumurtayı imha ve izâie ettiği ve bu
şekilde gebeliğin devamını önlediği belirlendiğinde, artık bunların çocuk
düşürme kapsamında ele alınması gerekir. Meselâ bugün tıbbın getirdiği
imkânlardan biri olan spiralin, gebeliği önleyici bir işlev gördüğü bilinmekle
birlikte zaman zaman döllenmeyi engellemeyip rahimde teşekkül eden cenini dışarı
atıcı bir fonksiyon icra ettiği de anlaşılmaktadır. İslâm hukukçulan azil ve
diğer gebeliği önleme yöntemlerine karşı oldukça müsamahalı baktıkları halde,
çocuk düşürmeyi hiçbir aşamada tasvip etmemiş, tıbbî ve dinî zaruret bulunması
durumu hariç böyle bir İşlemi cinayet, büyük günah saymışlardır. Bu itibarla çocuk
düşürme ve bağlamış bulunan gebeliği sona erdirme işlemlerinin doğum kontrolü
olarak değerlendirilmesi, gebeliği önleme hakkında fıkıh kültüründeki mevcut
hoşgörü ve müsaadenin bu işlemlere de taşırılması mümkün değildir.
Rahime yumurta
ulaştıran kanalların bağlanması veya erkeğin kısırlaştırılması da çağdaş doğum
kontrolü metotlarından biridir. Kadın veya erkeğin çocuk yapma kabiliyetinin
yok edilmesi demek olan kısırlaştırma ilâçla veya cerrahî müdahale ile
olmaktadır. Ayet ve hadislerde konuyla doğrudan ilgili bir hüküm olmamakla
birlikte, İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu tıbbî veya dinî bir zaruret
yokken bu yönteme başvurulmasını caiz görmemektedir. Gerekçe olarak da bunun
fıtrat değiştirme, Allah'ın doğuştan verdiği kabiliyet ve nimetleri inkâr,
insanın temel hak ve hürriyetine müdahale olduğu görüşündedirler. Bu sebeple de
eşlerin artık hiç çocukları olmayacak ve geri dönülmesi imkânsız şekilde
kısırlaştırılmasmm dinen sakıncalı ve günah olduğunu ifade eder, bunun ancak
eşlerden birinde aklî veya zührevî bulaşıcı bir hastalığın bulunması ve
çocuklara geçeceğinin sabit olması halinde caiz olabileceğini belirtirler.
Bir toplum politikası
olarak aile veya nüfus planlaması ise doğum kontrolünün bir başka yönünü teşkil
eder. Dünyada iktisadî kaynakların sınırlı olduğu, hızlı nüfus artışının
iktisadî gelişmeyi durduracağı ve maddî kaynaklardan yararlanmada sıkıntıya yo!
açacağı teziyle başlatılan “Toplumsal nüfus ve aile planlaması” ise siyasal bir
karakter arzettiğinden aile İçi doğum kontrolünü konu alan ferdî çerçevenin
dışında kalmakta, ayn bir zeminde ele alınması gerekmektedir.
Batı'da başlayan ve
iki yüzyıllık bir geçmişi bulunan bu toplumsal nüfus planlaması kampanyası,
diğer âmillerin de etkisiyle gelişmiş Batı ülkelerinde nüfus artışını
yavaşlatmış hatta durdurmuştur. Bu durum karşısında nüfusun giderek azalmasının
yaratacağı tehlikeleri gördüklerinden, artık Batı ülkeleri nüfuslarını
arttırıcı, aile ve çocuklan koruyucu, hatta teşvik edici birtakım tedbirleri
almaya yönelmişlerdir. Bu tutum ve uygulamaları halen devam etmektedir. Ülkede
nüfusun azalması o ülkede kaynaklardan fertlere daha fazla pay düşmesine, fert
basma düşen millî gelirin artmasına yol açıyorsa da, eskiden olduğu gibi
çağımızda da nüfus başlı başına bir güç kaynağı ve iktisadî zenginlik aracı da
olabildiğinden nüfus azalması uzun vadede toplumun aleyhine olmaktadır.
Gelişmiş Batı ülkelerinin günümüzde nüfusu arttırıcı tedbirlere başvurması ve
teşvik etmesi bundan kaynaklanmaktadır.
Öte yandan zengin Batı
ülkeleri, gelişmekte olan ülkelerdeki nüfus artışım da ileriye matuf ciddi bir
tehlike veya sıkıntı kaynağı olarak gördüklerinden, bunu önleyici tedbirler üzerinde
titizlikle durmakta, gelişmekte olan ülkelerdeki, bu arada İslâm ülkelerindeki
toplumsal nüfus planlamasını organize veya finanse etmektedirler. Bütün bu
gelişmeler, esasen ferdî çerçevede doğum kontrolüne hoşgörü ile bakan İslâm
bilginlerini, çağımızdaki toplumsal nüfus planlaması hakkında olumsuz bir tavır
almaya sevketmiştir.
XX. yüzyılın özellikle
ikinci yarısında İslâm dünyasında bu konuda birçok eser kaleme alınmış, konuyla
ilgili çok sayıda ilmî toplantı yapılmış, konunun dinî, sosyal ve siyasî boyutu
tartışılmıştır. Değişik İslâm ülkelerindeki fetva heyetlerinin ve ülkemizde
Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki kurulların yanı sıra, İslâm Konferansı
Teşkilâtı'na bağlı olup bütün İslâm ülkelerinin temsil edildiği İslâm Fıkıh
Akademisi de 10-15 Ocak 1988 tarihleri arasında Kuveyt'te gerçekleştirdiği V.
Dönem Toplantısında bu konuyu geniş biçimde ele alıp karara bağlamıştır. Özetle
İfade etmek gerekirse, bu kararlarda, gebeliği önleyici metotların kullanılması
eşlerin ortak karanna bağlı aile içi bir mesele olarak değerlendirilmiş ve caiz
görülmüş, buna karşılık başta tıbbî zaruretler olmak üzere dinen meşru bir
gerekçeye dayanmadıkça çocuk düşürme, başlamış gebeliği sona erdirme, eşleri
kısırlaştırma caiz görülmemiştir. Toplum politikası olarak nüfus ve aile
planlamasının ise uzun vadede İslâm âleminin aleyhine sonuç vereceği, bu yönde
yürütülen kampanyaların farklı amaçlan taşıdığı ve siyaseten doğru olmadığı
kanaatine varılmıştır.
[535]
1312-
Ebu'd-Derda' (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
seferlerinin birinde bir çadırın kapısı önünde gebeliği ilerlemiş olan esir
bir kadının yanına uğramıştı. Orada bulunanlara:
“Galiba sahibi, bu kadınla cinsel ilişkiye girmek
istiyor?” diye sordu. Onlar da:
“Evet, istiyor” diye
cevap verdiler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu o şahsa, kendisiyle birlikte kabrine girecek
bir lanet etmek içimden geçti. Bu şahıs, kendisine helal olmadığı doğacak olan
bu çocuğu nasıl mirasçı yapar? Yine kendisine helal olmadığı o çocuğu nasıl
köle edinip hizmet ettirecektir?”
buyurdu.
[536]
Açıklama:
Esir edilen bir kadın
rahmini temizlemedikçe payına düştüğü erkeğin onunla cinsel münâsebette
bulunması caiz değildir. Bu bakımdan esir edilen hâmile bir kadınla efendisinin
cinsel münâsebette bulunabilmesi için o kadının çocuğunu doğurması gerektiği
gibi, hâmile olmayan esir bir kadınla efendisinin cinsî münâsebette
bulunabilmesi için de en az bir defa hayız görmesi gerekir. Bu mevzuda kadının
eski kocasının hayatta olup olmaması önemli değildir.. Seief ve halef
ulemâsının büyük çoğunluğu bu görüştedir.
İmâm Ebû Hanîfe
(rh.a)'e göre ise, kan-koca birlikte esir edilecek olurlarsa, eski nikahları
geçerlidir. Binâenaleyh kocasıyla birlikte esir edilen bir kadının câriye
edinilerek kendisiyle cinsi münâsebette bulunulması caiz değildir.
1313- Cudâme
bint. Vehb el-Esedî (r.anhâ)'dan rivayet ediİmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Doğrusu emzikli kadınla cinsel ilişkiyi yasaklamak içimden
geçti. Yalnız Romalılar ile İranlıların bunu yaptıklarını, fakat çocuklarına
bir zarar vermediğini hatırlayınca bunu yasaklamaktan vazgeçtim” buyururken işittim.
[537]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.),
zamanındaki doktorların kanaatine dayanarak emzikli kadınla cinsi temasta
bulunmanın onun sütünü bozup çocuğun beslenmesini olumsuz yönde etkileyerek
zihinsel sağlığının bozulmasına sebep olacağından bu fiili yasaklamak
istemiştir. Bu fiilin çocuk üzerinde mutlaka olumsuz bir tesir yapacağı kabul
edildiği takdirde kuşkusuz bunun sorumlusu çocuk süt emerken cinsi münasebette
bulunan annesi ile babasıdır.
Bu fiilin, her zaman
çocuk üzerinde olumsuz bir tesir yapmadığını anlayınca yasaklama düşüncesinden
vazgeçmiş ve emzikli bir kadınla cinsi münasebette bulunmaya izin vermiştir.
Radâ kelimesi,
sözlükte; mutlak surette meme emme demektir. Bu kelime; Ridâ', Radâa ve Ridâa
şekillerinde okunmaktadır.
Terim olarak ise
memede olan bir çocuğun belirli bir vakitte bir kadından süt emmesidir.
Emmekten maksat; sütün, ağız veya burundan mideye inmesidir.
1314-
Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Aişe'nin yanında bulunuyordu. Aişe, Hafsanın evine girmek için izin isteyen
bir adamın sesini işitti.
Aişe der ki: Bunun
üzerine ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu, senin evine girmek isteyen bir adam” dedim. Resulullah (s.a.v.), Hafsanın
süt amcasını kast ederek:
“Zannederim ki, o, filanca kimse olacak!” buyurdu. Bunun üzerine Âişe:
“Ey Allah'ın resulü! Filanca kimse sağ olsaydı benim
yanıma girebilir miydi?” diye sordu.
Resulullah (s.a.v.):
“Evet! Çünkü süt, doğumun haram kıldığı her şeyi
haranı kılar” buyurdu.
[538]
Açıklama:
Yüce Allah, nesep kan
bağı sebebiyle nikâhlanması haram olan kimseleri, Nisa: 4/23'de 7 grup olarak
şöyle sıralamıştır:
1- Anneler.
2- Kızlar.
3- Kız
kardeş.
4- Halalar.
5- Teyzeler.
6- Erkek
kardeşin kızları yeğenleri.
7- Kız
kardeşin kızları yeğenleri.
Kan bağı sebebiyle akraba
olan kimselerle evlenmek nasıl haramsa, bu kimseler, süt yoluyla akraba
oldukları zaman da yine kendileriyle evlenmek haram olur.
Bir kadınm sütünü emen
çocuk, nikâhının haramlıuğı bakımından kadının ve süt sahibi olan kocasının öz
çocuğu hükmündedir. Bu çocuk erkek ise; kendisine süt annesi, süt kız kardeşi,
süt halası, süt teyzesi, süt kardeşlerinin kızları ve yukarıda 7 maddede
zikredilen kadınların süt yönünden benzerlerinin hepsi haram olduğu gibi, kız
ise: süt annesi yada süt babası yönünden akraba olan erkeklerle evlenmesi
haramdır.
Emzirme süresi, 2
yıldır. Süt yoluyla kurulan hısımlık, çocuğun ilk iki yaş içinde süt emmesi
durumunda meydana gelir.
1315- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ebu'l-Kuays'ın erkek
kardeşi Eflah, örtü emrinin inmesinden sonra benim yanıma girmek için izin
istedi. Ebu'l-Kuays, Aişe'nin süt babası idi.
Âişe der ki: Ben de,
ona:
“Vallahi, bu konuda
Resulullah (s.a.v.)'den izin isteyinceye kadar, Eflah'a izin veremem. Çünkü
beni, Eflah'ın kardeşi Ebu'l-Kuays emzirmedi. Fakat beni, Ebu'l-Kuays'ın hanımı
emzirdi.” dedim.
Bu sırada Resulullah
(s.a.v.), yanıma girdi. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Ebu'l-Kuays'ın erkek kardeşi Eflah, gelip yanıma girmek için izin istedi. Ben
de bu konuda senden izin almadıkça onun yanıma girmesini doğru bulmadım”
dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Onun senin yanına girmesinee izin ver. Çünkü o, senin
süt amcandır.” buyurdu.
Hadisin ravisi Urve
İbnu'z-Zübeyr der ki:
“Bu hadiste zikredilen
şey sebebiyle Aişe:
“Nesepden dolayı haram olanı, sütten dolayı da haram
kılın” derdi.
[539]
Açıklama:
“Eflah” ve
“Ebu'l-Kuays"ın asıl İsminin ne olduğu, alimler arasında tartışma konusu
olmuştur. Bazılarına göre; Ebu'l-Kuays'ın ismi, Ca'd olup dolayısıyla da
Eflah'ın “Ebu'I-Cuayd” künyesini taşıdığını ileri sürmüşlerdir. Bazılarına göre
ise, Vâlib. Eflah'tır.
Ebu'l-Hasen
el-Kâbisî'ye göre; Hz. Aişe'nin iki tane süt amcası vardır: Birisi, babası Hz.
Ebu Bekr'in süt kardeşi Ebu'l-Kuays olup bu zat, Hz. Aişe'nin süt babası olup
kardeşi Eflah ise, süt amcası olmaktadır.
[540]
Dolayısıyla süt amca
hakkında mahremiyet sabit olmaktadır.
1316- Hz.
Ali (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Evlenme hususunda neden biz Haşim oğullarını bırakıp da Kureyş'i tercih
ediyorsun?” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Sizin içinizde evleneceğim uygun bir kimse var mı?” dîye sordu. Ben de:
“Evet, Hamza'nın kızı
var!” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“O, bana helal olmaz. Çünkü o, benim süt kardeşim
Hamza'nın kızıdır” buyurdu.
[541]
Açıklama:
Hamza, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in hem amcası ve hem de süt kardeşi idi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'den
iki yaş büyüktür. Ebu Leheb'in azadlısı Süveybe, ilk önce Hamza'yı, sonra da
Resulullah (s.a.v.)'i emzirmişti.
Hz. Ali, herhalde Hz.
Peygamber (s.a.v.) ile Hz. Hamza arasında böyle bir süt kardeşliği olduğunu
bilmediği için Resulullah (s.a.v.)'in Hamza'nın kızıyla evlenmesini istemiştir.
1317- Ümmü
Habîbe bint. Ebi Süfyân (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)
yanıma girmişti. Ona:
“Kız kardeşim Ebu
Süfyân'ın kızı olan Azze'yle evlenme hususunda bir arzun yok mu?” diye sordum.
Resulullah (s.a.v.):
“Ne yapacağım!”
buyurdu. Ben de:
“Onunla evlenirsin!”
dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Sen bunu ister misin?” buyurdu. Ben de:
“Ben senin bir tanen
değilim. Dolayısıyla bana hayrda kız kardeşimin ortak olmasını isterim!” dedim.
Resulullah (s.a.v.):
“O, bana helal olmaz!” buyurdu. Ben de:
“Fakat ben, senin,
Dürre bint. Ebi Seleme'yle evlenmek istediğini haber aldım!” dedim. Resulullah
(s.a.v.):
“Ümmü Seleme'nin kızı mı?” diye sordu. Ben de:
“Evet!” dedim.
Resuluİlah (s.a.v.):
“O, benim terbiyem altında bulunan üvey kızım olmasa
bile o bana yine de Itdet değildir. Çünkü o, benim süt kardeşimin kızıdır.
Onun babası ile beni, Süveybe emzirmiştir. Artık kızlarınızı ve kız
kardeşlerinizi evlenmem için bana teklif etmeyin!” buyurdu.
[542]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.)'in
eşlerinden Ümmü Habîbe (r.anhâ), Habeşistan'a hicret eden müslümanlardan olup
Medine'ye sonradan geldiği için bir adamın hanımı hayatta ve onun nikâhı
altında iken baldızıyla evlenmesinin haram olduğunu bilmediği için kız kardeşi
Azze (r.anhâ)'yla evlenmeyi Peygamber (s.a.v.)'e teklif etmiştir. Bu kadının
ismi, Taberânî'nin rivayetinde Hamne olarak geçmiştir. İbn Hacer'in ifadesine
göre kadının ismi hakkındaki en meşhur olan, Azze' dir. Münzirî ise onuri
isminin Hamne olduğunu söylemiştir.
Ümmü Seleme, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in hanımıdır. Ümmü Seleme, daha önce Ebu Seleme Abdullah'la
evliydi. Ondan Berre adında bir kızı olmuştu. Ebu Seleme Abdullah'ın ölümü
üzerine Ümmü Seleme, Resulullah (s.a.v.)'le evlendi. Böylece kızı Berre'de,
Resulullah (s.a.v.)'in üvey kızı oldu. Resulullah (s.a.v.), Berre'nin adını,
Zeyneb diye değiştirdi. Zeyneb, annesine nispetle “Zeyneb bint. Ümmü Seleme”
diye anişmıştır.
Görüldüğü üzere
Zeyneb'in, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e harmalığını gerektiren iki sebep vardır:
Birincisi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in üvey kızı olması ve diğeri de babası Ebu
Seleme Abdullah'ın Resulullah (s.a.v.)'le süt kardeşi olmasıdır. Her ikisini de
Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe emzirmiştir.
1318-
Ümmü'1-Fadl (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
benim evimde bulunduğu sırada çöl halkından bir adam ona gelip:
“Ey Allah'ın
peygamberi! Benim bir hanımım var. Üzerine bir daha evlendim. Derken birinci
hanımım, yeni hanımımı bir yada iki defa emzirmiş olduğunu söyledi” dedi. Bunun
üzerine Nebiyyullah:
“Bîr veya iki defa emzirmek, süt haramhğı oluşturmaz” buyurdu.”[543]
Şafii’lere göre, nikahı haram kılan süt
emzirme, beş defa emildiği kesinlikle bilinen süttür. Bundan az olan veya beş
defa emildiği kesinlikle belli olmayan süt, nikâhı haram kılmaz.
Cumhuru ulemaya göre
ise bir defa emmekle haramlık hükmü sabit olur. Hz. Ali, Abdullah İbn Mes'ud,
Abdullah İbn Ömer, Abdullah İbn Abbas, Ebu Hanife gibi bir çok kimse bu
görüştedir.
Hanefilere göre
müddeti içerisinde emzirilmek şartıyla sütün azı da çoğu da haramlık ifade
eder. Delilleri, Nisa: 4/23 ayeti ile 1405 ve 1406 nolu hadistir. Çünkü
sözkonusu ayette ve hadislerde sütün miktarı hakkında tafsilat verilmemiştir.
Dolayısıyla bu konuda sütün azı da çoğu da birbirine eşittir.
Süt akrabalığının
meydana gelebilmesi için sütün mutlaka ağız veya burun yoluyla alınması ve
sütün karın boşluğuna ulaşması şarttır. Binaenaleyh şırınga ile vücuda zerk
edilen, kulak ya da gözden alınan veya yara üstüne sürülen sütle süt akrabalığı
meydana gelmez, Çünkü bu yollarla alınan süt çocuğun vücudunu beslemez, ona bir
gıda veremez. Eğer çocuk meme ucunu ağzına alır da ondan emdiği sütün karın
boşluğuna ulaşıp ulaşmadığı kesinlikle anlaşılamazsa, süt akrabalığının meydana
geldiğine hüküm verilemez. Çünkü hüküm ancak kesin bilgiye dayanılarak verilir.
Şüphe üzere hüküm verilemez.
1319- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Kur'an'dan indirilenler içerisinde, nikahı haram
kılan malum/doyurucu on defa emzirme”
de vardı. Sonra bu, malum/doyurucu beş defa emzirmeyle nesh edildi. Kendilerine
nesh haberi ulaşmayan bazı çevrelerde bunlar, henüz Kur'an'dan olmak üzere
okunurken Resulullah (s.a.v.) vefat etti.
[544]
Açıklama:
Hz. Aişe'nin konu ile
ilgili rivayetlerinden anlaşıldığı üzere; süt hakkında indirilen ilk âyette süt
hükmünün on defa emmekle sabit olacağı bildirilmiştir. Sonra bu âyet süt hükmünün
beş defa emmekle sübut bulacağını bildiren âyetle neshedilmiştir. Daha sonra
beş defa âyetinin tilâveti de neshedilmiş, fakat hükmü kalmıştır. Ancak son
nesih o kadar gecikmiş ki, Resulullah (s.a.v.)'in vefatında sahabeden bazıları
bunu duymadıkları için âyeti hâlâ Kur'ân diye okurlarmış. Tilâvetin neshedildiğini
duyunca artık onu okumaz olmuşlar.
İşte Şâfiî’ler bu
hadisi delil getirerek “Süt emme hükmü çocuğu ayrı ayrı zamanlarda doyuncaya
kadar beş defa emzirmekle sabit olur” demişlerdir. Yâni onlara göre beş defa emmenin
süt emme hükmünü ispat ettiğini bildiren âyetin tilâveti neshedilmişse de hükmü
bakîdir.
Hanefilerden İbn
Hümâm, Şafii’lerin bu deliline; ayetin sadece tilaveti değil, hükmünün de nesh
edildiği şeklinde cevap vermiştir.
1320- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ebu Huzeyfe'nin
azadlısı Salim, Ebu Huzeyfe ve ailesiyle birlikte onların evinde bulunuyordu.
Derken Ebu Huzeyfe'nin hanımı Sehle bint. Süheyl, Peygamber (s.a.v.)'e gelip
ona:
“Sâlim artık
erkeklerin baliğ olduğu erkekliğe ulaştı ve onların düşündüklerini de
düşünmeye başladı. Fakat halen yanımıza girip çıkıyor. Ben ise Ebu Huzeyfe'nin
gönlünde onun yanımıza girip çıkmasından dolayı ona karşı bir isteksizlik
olduğunu zannediyorum” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), ona:
“Salim'i emzir. Böylece sen, hem Sâlim'e evlilik
açısından haram olursun ve hem de Ebu Huzeyfe'nin gönlündeki isteksizlik gider” buyurdu.
Bunun üzerine kadın
dönüp gitti. Daha sonra Sehle bint. Süheyl:
“Sâlim'i emzirdim.
Böylece Ebu Huzeyfe'nin gönlündeki düşünce yok oldu” dedi.
[545]
Açıklama:
Bazı rivayetlerde
belirtildiği üzere; Ebu Huzeyfe, Salim'i evlat edinerek kardeşi Velid b.
Utbe'nirı kızı Fatıma'y'a evlendirmişti. Dolayısıyla Salim, Ebu Huzeyfe ile eşi
Sehle'nin öz evladı gibi onların odasında geceler, orada yatıp kalkardı.
Cahiliye döneminden beri devam edegelen Arap adetine göre, evlat edinilen kişi,
evlat edinen şahısların evladı gibi falanın oğlu yada falanın km diye isimlenir
ve mirasçı olurdu. Evlat edinmeyi iptal eden,
“Evlât edindiklerinizi babalarına nisbet ederek
çağırın. Allah yanında en doğrusu budur. Eğer babalarının kim olduğunu
bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz
kimseler olarak kabul edin”
[546]
ayeti inince, evlatlığın iptali nedeniyle namahrem durumunda oîan Salim,
Sehle'nin odasına girmesini dini kurallara aykırı gören Ebu Huzeyfe odasına
Salim eskisi gibi girmesinden hoşlanmamıştır. Sehle'de, bu hali Ebu Huzeyfe'nin
yüzünden sezince Hz. Peygamber (s.a.v.)'e müracaat ederek durumu ona anlatmış.
Peygamber (s.a.v.)'de, Sehle'nin Salim'i emzirmesini emretmiştir. Salim,
Sehle'nin sütünü emmeden önce Bedir savaşına katılmıştı. Dolayısıyla Salim'in
süt emdiği sırada ergenlik çağına girdiği ortaya çıkmış olmaktadır.
İbn Abdilberr'e göre
kadının, yetişkin bir erkeği emzirmesinin metodu şu şekildedir: Kadının sütü
bir kaba sağılır. Sonra erkek onu içer. Kadının, memesini erkeğin ağzına
vermesi suretiyle olan mezirmeyi hiçbir ilim adamı uygun görmez.
1320-
Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet ediimiştir:
“Ebu Huzeyfe'nin
azadhsı Sâlİm, Ebu Huzeyfe ve ailesiyle birlikte onların evinde bulunuyordu.
Derken Ebu Huzeyfe'nin hanımı Sehle bint. Süheyl, Peygamber (s.a.v.)'e gelip
ona:
“Salim artık
erkeklerin baliğ olduğu erkekliğe ulaştı ve onların düşündüklerini de
düşünmeye başladı. Fakat halen yanımıza girip çıkıyor. Ben ise Ebu Huzeyfe'nin
gönlünde onun yanımıza girip çıkmasından dolayı ona karşı bir isteksizlik
olduğunu zannediyorum” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), ona:
“Salim'i emzir. Böylece sen, hem Sâlim'e evlilik açısından
haram olursun ve hem de Ebu Huzeyfe'nin gönlündeki İsteksizlik gider” buyurdu.
Bunun üzerine kadın
dönüp gitti. Daha sonra Sehle bint. Süheyl:
“Salim'i emzirdim.
Böylece Ebu Huzeyfe'nin gönlündeki düşünce yok oldu” dedi.
[547]
Açıklama:
Bazı rivayetlerde
belirtildiği üzere; Ebu Huzeyfe, Salim'i evlat edinerek kardeşi Velid b.
Utbe'nin kızı Fatıma'yla evlendirmişti. Dolayısıyla Salim, Ebu Huzeyfe ile eşi
Sehle'nin öz evladı gibi onların odasında geceler, orada yatıp kalkardı.
Cahiliye döneminden beri devam edegelen Arap adetine göre, evlat edinilen kişi,
evlat edinen şahısların evladı gibi falanın oğlu yada falanın kızı diye
isimlenir ve mirasçı olurdu. Evlat edinmeyi İptal eden,
“Evlât edindiklerinizi babalarına nisbet ederek
çağırın. Allah yanında en doğrusu budur. Eğer babalarının kim olduğunu
bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz
kimseler olarak kabul edin”
[548]
ayeti inince, evlatlığın iptali nedeniyle namahrem durumunda olan Salim,
Sehle'nin odasına girmesini dini kurallara aykırı gören Ebu Huzeyfe odasına
Salim eskisi gibi girmesinden hoşlanmamıştır. Sehle'de, bu hali Ebu Huzeyfe'nin
yüzünden sezince Hz. Peygamber (s.a.v.)'e müracaat ederek durumu ona anlatmış.
Peygamber (s.a.v.)'de, Sehle'nin Salim'i emzirmesini emretmiştir. Salim,
Sehle'nin sütünü emmeden önce Bedir savaşına katılmıştı. Dolayısıyla Salim'in
süt emdiği sırada ergenlik çağına girdiği ortaya çıkmış olmaktadır.
îbn Abdilberr'e göre
kadının, yetişkin bir erkeği emzirmesinin metodu şu şekildedir: Kadının sütü
bir kaba sağılır. Sonra erkek onu içer. Kadının, memesini erkeğin ağzına
vermesi suretiyle olan mezirmeyİ hiçbir ilim adamı uygun görmez.
Kadı İyaz'a göre ise
Sehle, sütünü bir kaba sağmiştır. Sonra Salim, o sütü içmiştir. Salim,
Sehle'nin memesini emmemiş ve onların tenleri birbirine değmemiştir. Çünkü
namahrem erkeğin, kadının memesini görmesi ve herhangi bir organının ona
dokunması caiz değildir.
Nikahın haramlığına ve
mahremliğine sebep olan süt emmeye ait yaş sınırı hususunda alimler ihtilaf
etmişlerdir.
İmam Şafii, İmam
Ahmed'e göre bu süre iki yaştır. İki yaşını doldurmuş olan bir çocuğun emeceği
süt, muteber değildir. Yani bununla nikah haramlığı ve mahremlik gerçekleşmez.
Delilleri;
“Anneler çocuklarını, emzirmeyi tamamlatmak isteyen baba
için, tam iki sene emzirirler”
[549]
ayeti,
“Ve çocuğun ana rahminde yüklenilmesi ve sütten
kesilmesi süresi otuz aydır”
[550]
ayeti ve konu ile ilgili hadislerdir. Buna göre hamileliğin en az süresi altı
aydır. Bu itibarla sütten kesilmek için iki yıl kalır.
Ebu Hanîfe'ye göre ise
bu süre, otuz aydır. Delili ise Ahkaf: 46/15 ayetidir. Ona göre bu ayet,
çocuğun ana rahminde) yüklenilmesi ve sütten kesilmesi süresinin otuz ay
olduğunu ifade eder.
1321-
Peygamber
(s.a.v.)'in hanımı Ümmü Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
diğer hanımları, bu şekilde süt emmek suretiyle bir kimsenin yanlarına
girmesine razı olmamışlar. Aişe'ye:
“Vallahi, biz, bu
uygulamayı, Resulullah (s.a.v.)'in sadece Sâlim'e özgü olmak üzere Sehle'ye
verdiği bir izin olarak kabul etmekteyiz. Dolayısıyla bu şekilde süt emmek
suretiyle, hiçkimse yanımıza giremez ve bizi göremez” dediler.
[551]
1322- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) yanıma girmişti. O sırada yanımda
bir adam oturuyordu. Bu adamın yanımda oturması ona ağır geldi. Yüzündeki
kızgınlığı gördüm. Ona:
“Ey Allah'ın resulü! Bu adam, benim süt kardeşimdir”
dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Süt kardeşlerinizi iyi düşünün! Çünkü süt emmeyle
oluşan haramlık ancak açlığı doyuracak şekilde süt emme çağındaki çocuğun
emmesiyle olur” buyurdu.”
[552]
Açıklama:
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in “Süt kardeşlerinizi iyi
düşünün” sözünden maksat; her emmenin süt haramlığı meydana getirmediğini,
bunun süt çocukluğu zamanına özgü olduğunu ve diğer şartları iyi düşünün
demektir.
“Süt emmeyle oluşan
haramlık ancak açlığı doyuracak şekilde süt emme çağındaki çocuğun emmesiyle
olur” sözünden maksat; nikahlamanın haramlığına ve bir kadın ile bir erkeğin
yalnızca bir odada durmalarının câizliğine sebep olan süt emme işi, süt
emicinin, açlığını sütle giderecek, küçük yasta bir çocuk olduğu zamana
mahsustur. Çünkü çocuğun midesi zayıftır, süt onu doyurup besler. Bu nedenle
çocuk, emrizen kadının bir parçası ve öz çocuklan gibi olur. Hallâbi böyle
yorumlamıştır. Bu yoruma göre süt emenin çocuk olması şarttır Yetişkin kişinin
emdiği süt muteber değildir.
1323-
Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Huneyn günü Evtâs'a bir grup asker gönderdi. Bunlar, düşmanla karşılaştılar.
Onlarla çarpıştılar. Sonunda onlara üstün gelip bir çok esir almışlardı.
Resulullah (s.a.v.)'in sahabilerinden bazı kimseler, esir alman kadınların
müşrik kocaları bulunduğundan dolayı onlarla cinsel ilişkiye girmekten
kaçındılar. Bunun üzerine yüce Allah, bu konuda;
“Kadınların evli olanları da size haramdır. Yalnız
savaş esiri olarak sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar hariç”
[553]
ayetini indirdi. Yani savaş esiri kadınlar, iddetlerini bitirdiklerinde onlarla
cinsel ilişkiye girmeniz size helaldir.
[554]
Açıklama:
Huneyn gazası,
Mekke'nin fethinden sonra hicretin 8. yılında Şevval ayında meydana gelmiştir.
Düşman ordusu, İslam ordusu karşısında yenilmiş, savaş müslümanların zaferiyle
sonuçlamıştır.
Evtas, Hevazin
yurdunda bir vadidir. Evtas olayı ise Huneyn savaşından meydana gelmiştir.
Huneyn gazası sırasında müslümanlardan kaçan düşman askerleri Taife sığınmıştı.
İslam ordusu Taifi 18 gün kuşatmasına rağmen bir sonuç alınamadığında kuşatma
kaldırılmıştır.
Hadisten anlaşılıyor
ki, Evtas savaşında müslümanlar müşriklerden pek çok kimseleri esir almışlar,
fakat esir edilen kadınların kocalan olduğunu düşünen bazı ashab günah olur
korkusuyla onlarla cinsî münasebette bulunmaktan çekinmişlerdir. Bunun üzerine
ayeti kerime inerek iddetlerinden çıkmış olmaları şartıyla esir alınan
kadınlarla cinsi münasebette bulunmakta herhangi bir sakınca yoktur. Bu kadının
müşrik kocasının hayatta olmasının da önemi yoktur. Önemli olan iddetten çıkmış
olması gebe olmaması ve cinsi münasebette bulunmak isteyen kimsenin hissesine
düşmüş olmasıdır. Çünkü bir kimsenin başka bir kimsenin cariyesiyle birleşmesi
de zina olur.
müslümanlar, Hayber'de
aldıkları esir kadınlarla birleşmek isteyince Hz. Peygamber, birinin şöyle
bağırmasını emretmişti:
“Kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa rahminde
çocuk bulunan esir kadınla yatmasın.”
[555]
Konuyla ilgili olarak
1403 nolu hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
1324- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Sad” İbn Ebi Vakkâs ile Abd b. Zem'a, bir oğlan
çocuğunun nesebi konusunda tartıştılar. Bunun üzerine Resulullah'a geldiler.
Sa'd:
“Ey Allah'ın resulü! Bu çocuk, kardeşim Utbe İbn Ebi
Vakkâs'm oğludur. Bunun, kendi oğlu olduğunu bana vasiyet etti. Ona
benzeyişine bak!” dedi. Abd b. Zem'a'da:
“Ey Allah'ın resulü! Bu, benim kardeşimdir. Babamın
yatağı üzerinde onun cariyesinden doğmuştur” dedi.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) çocuğun benzerliğine
bakıp Utbe'ye apaçık bir benzerlik gördü. Daha sonra:
“Ey Abd! Bu, sana aittir. Çünkü çocuk, yatak sahibine
aittir. Zaniye demahrumiyet vardır. Ey Şevde bint. Zem'a! Sen de bu
çocuğun yanında örtülü ol” buyurdu.”
[556]
Açıklama:
Sa'd ile Abd b. Zem'a
arasındaki bu tartışma, Mekke' nin fethedildiği yıl meydana gelmiştir.
Abd b. Zem'a ise
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Şevde (r.anhâ)'nın kardeşi ve sahâbilerin ileri
gelenlerin dendir.
Bunlar arasında
ihtilâf konusu olan çocuğun ismi Abdurrahman'dir. Fakat çocuğun anasının ismi
hakkında bir bilgiye rastlanılmamıştır.
Zem'a' nin cariyesi
ile zina eden ve çocuğun kendisine ait olduğunu Sa'd (r.a)'a vasiyet edip
çocuğun alınmasını isteyen Utbe b. Ebi Vakkas ise Uhud savaşında Peygamber
(s.a.v.)'in mübarek dişini kıran ve mübarek yanağını yaralıyan kişidir.
Mekke'nin fethediidiği
gün Sa'd (r.a), Mekke'de çocuğu görünce kardeşi Utbe’ye benzetmekle hemen
tanımış ve çocuğu yakalamıştır. Sa'd câhiiiyyet devri usulünce çocuğa sahip
çıkarak yeğeni olduğunu iddia etmiştir. Abd b. Zem'a ise çocuğun kendisinin
kardeşi olduğunu, zira babasının cariyesinden olduğunu iddia etmiştir. Dâva
Peygamber (s.a.v.)'e intikal edince O, câhiliyyet devrinin kötü âdetini yıkıyor
ve çocuğun Abd'ın kardeşi olduğuna hükmediyor. Ve kadın kocalı ise, doğan
çocuğun kocaya ait olduğunu, kadın kocalı olmayıp câriye ise, doğan çocuğun
cariyenin efendisine ait olduğunu, kadınla zina eden erkeğin çocukla ilgili
hiç bir hak iddia edemeyeceğini hükme bağlıyor.
Peygamber (s.a.v.)
burada İslâmî hükmü belirtmekle beraber çocuğun zâni Utbe'ye benzediğini
görüyor. Bunun için Sevde'nin bundan sonra o çocuğa gözükmemesini yani namahrem
olduğunu bildiriyor.
Cahiliyye döneminde
cariyeler, efendilerine belli bir miktarda ödeme yaparlardı. Bunu kazanabilmek
için zina bile yaparlardı. Bu sebeple Kur'an, cariyelerin zinaya zorlanmasını
yasaklamıştır.
[557]
Ayrıca başkalarıyla zinaya giden cariyelerin sahipleri de, onlarla cinsel
ilişkide bulunurlardı. Cariye doğum yapınca, efendisi veya zina yaptığı kimse,
çocuk bendendir diye İddia da bulunabilirdi. Efendi, çocuk hakkında “Bendendir”
yada “Benden değildir” diye bir açıklamada bulunmadan ölecek olsa,
mirasçılarının isteğiyle çocuk cariye sahibine verilirdi. Yalnız çocuk mirasçı
olamazdı. Mirasçı olabilmesi için miras taksiminden önce nesebinin açığa
kavuşması gerekliydi. Efendi, cariyesinden olan çocuğun nesebini kabul
etmeyebilirde. Bu durumda çocuğun nesebi, efendiye katılmazdı. Hz. Peygamber
(s.a.v.), çocuk, kimin yatağında doğdu ise, yatak sahibine ait olacağı kuralını
koyarak benzerlik veya kuru iddia gibi sebeplerle çocuğa sahip olunamayacağını
belirtmiştir. Nesep meselesinde hüküm zahire göre verilir. Benzerlik ve iddia
gibi şeylerle nesep sabit olmaz. Fakat zahire göre verilen hüküm, batinen de o
meseleyi helal kılmaz. Bu sebeple evdeki kadın-erkek ilişkileri de farklı olur.
Zina edenin, nesep yönünden doğacak çocuk üzerinde bir hakkı yoktur. Bu nedenle
de zina eden kimse, çocuk üzerinde nesep, sorumluluk ve hak iddia edemez.
Kısacası, zina eden kimse, bu tür haklardan mahrum kalmaktadır.
Hadisin metninde geçen
“Hacer” kelimesi, “Taş” anlamına geldiği için, bazı fıkihçılar, hadisi; “Zina
edene de taşla öldürülme vardır” şeklinde anlamışlardır. Yalnız bu anlam, hadis
açısından uygun bulunmamaktadır. Çünkü her zina eden taşlanmaz. Recm cezası,
bir çok şartların oluşmasından sonra verilmektedir. Hadis nesebin Hadisin
nesebin tesbiti ile ilgili olması hasebi zina edenin çocuk üzerinde bir takım
haklardan mahrum kaldığı için hadisin metninde geçen “Hacer” kelimesini
“Mahrumiyet” şeklinde tercüme edildi.
1325- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) sevinçli ve yüz çizgileri parlar
bir halde yanıma girdi. Sonra:
“Görmedin mi, biraz önce insanların vücutlarından
neseplerini iz süren Mücezziz adındaki kimse, Zeyd İbn Hâris'e ile Üsâme'ye
bakıp:
“Doğrusu bu ayaklar, birbirinden meydana gelmiştir”
dedi” buyurdu.
[558]
Açıklama:
Bu hadise göre; iki
kişi arasında benzer yanlan tespit konusunda uzman olan kimselerin tespitlerine
itibar etmek caizdir.
Hanefilere göre
çocuğun kılığına bakarak hüküm veren kimselerin sözleriyle amel etmek caiz
değildir. Çünkü bu, zan ve tahmine dayanan bir hükümdür. İlmî gerçeklere
dayanmayan ve sadce tahmins dayanan hükümlerle nesep tespiti gibi son derece
önemli ve toplumsal bir meselede amel etmek oldukça sakıncalıdır.
Kısacası, bugün ilmî
verilerle nesep tespiti mümkün olduğundan bu konuda ihtilaf kalmamıştır.
1326- Ümmü
Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Ümmü Seleme'yle evlendiğinde onun yanında üç gece kalmıştı. Sonra da:
“Doğrusu seninle kalmamı üç geceyle sınırlamam sana
olan rağbetimin az olmasından değildir. İstersen bundan sonraki nöbetimde
senin yanında yedi gece kalırım. Eğer senin yanında yedi gün kaldığım takdirde
(senden sonra diğer kadınlarımın yanlarında da yedi gün kalmam gerekir” buyurdu.
[559]
1327- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bi kimse, bakire
kızı, dul kadının üzerine alırsa onun yanında yedi gece kalır. Dul kadını,
bakire kızın üzerine alırsa onun yanında üç gece kalır.”
[560]
Açıklama:
Bakire bir kızla
evlenen kimsenin başka hanımları da varsa, ilk yedi geceyi yeni hanımına
tahsis etmesi müstehabdır. Eğer yeni hanım dulsa, kendisine sadece ilk üç
gecenin tahsisi gerekir. Bu zifaf, evliliğin başında yeni hanımın en tabii
hakkıdır. Bu süre bittikten sonra normal olarak sıra ile her gece birinin
yanında kalmak gerekir. İmam Malik ile Şafiî, Ahmed, İshak, Ebû Sever ve
Cumhur-u ulema bu görüştedirler.
Hanefi ulemâsına göre
ise, bakire olsun, dul olsun yeni hanımın ilk sırayı almakdan başka bir hakkı
yoktur. Binaenaleyh eski hanımı veya hanımları üzerine evlenen bir erkek ilk nöbeti
yeni hanımına tahsis eder. Yeni hanımın yanında kaç gece kaldıysa, sırayla o
kadar da diğer hanımlarının yanında kalır. Çünkü deliller birden fazla hanımı
olan kimselerin, gecelerini hanımları arasında taksim etmekte adalete
uymalarının farz olduğunu ifâde etmektedirler.
1328- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
9 hanımı vardı. Bunlar arasında gün taksimi yaptığı zaman nöbetini ilk önce
aldığt kadına ancak dokuz gün sonra varırdı. Eşleri her gece Peygamber (s.a.v.)'in
kendisine gideceği kadının evinde toplanırlardı.
Peygamber (s.a.v.) bir
gece Aişe'nin yanında bulunuyordu. Derken Zeyneb geldi. Resulullah (s.a.v.),
nöbet sahibi zannıyla elini ona uzattı. Aişe:
“O, Zeyneb'tîr”
dedi. Peygamber (s.a.v.)'de elini geri çekti. Bunun üzerine Aişe ile Zeyneb,
kıskançlık sebebiyle birbirleriyle atışmaya başladılar. Öyle ki seslerini
hayli yükselttiler. Bu sırada farz namaz için kamet getirildi. Ebu Bekr gürültünün
olduğu bu yerden geçiyordu. Onların seslerini işitip:
“Ey Allah'ın resulü! Namaza çık. Onların ağızlarına da
toprak saç” dedi. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.) namaza çıktı. Bunun üzerine Aişe:
“Şimdi Peygamber (s.a.v.) namazını bitirir. Ebu
Bekr'de gelip bana yapacağını yapar”
dedi.
Peygamber (s.a.v.)
namazını bitirdiği zaman Ebu Bekr Aişe'nin yanına gelip ona ağır sözler
söyleyip sonra da:
“Sen Resulullah'ın yanında böyle mi yapıyorsun?”
diye serzenişte bulundu.
[561]
Bu olayın olduğu sırada Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in mevcut olan ve kendisi vefat ettiğinde geride kalan dokuz hanımı
şunlardır:
1- Aişe.
2-
Hafsa.
3-
Ümmü
Habibe.
4-
Şevde.
5-
Ümmü
Seleme.
6- Safiyye.
7- Meymûne.
8-
Zeyneb
bint Cahş.
9-
Cüveyriye.
Bunların beşi
Kureyş'ten ve diğerleri ise çeşitli kabilelerdendi. Burada Zeyneb bint. Huzeyme
ile Hz. Hatice'nin ismi yoktur.
1329- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Şevde bint. Zem'a'nın huyuna sahip olmak istemem
açısından bana ondan daha sevimli başka bir kadın daha görmedim., kendisinde
zeka keskinliği olan bir kadındı. Şevde yaşlandığı zaman, Resulullah
(s.a.v.)'den hakkın olan nöbet gününü Aişe'ye hibe etmiştir. Bizzat Şevde:
“Ey Allah'ın resulü! Ben senden olan nöbet günümü
Aişe'ye hibe ettim” dedi.
Açıklama:
Bundan sonra
Resulullah (s.a.v.), biri kendi günü ve biri de Sevde'nin günü olmak üzere
Aişe için iki gün ayırır oldu.”
[562]
1330- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, kendilerini Resulullah (s.a.v.)'e mehirsiz
olarak bağışlayan kadınları ayıplayıp:
“Bir kadın hiç kendini hibe eder mi?” derdim.
Bunun üzerine yüce Allah,
“Onlardan kimi dilersen nöbetinden geri bırakır, kimi
de dilersen yanına alabilirsin. Nöbetinden geri bıraktıklarından kimi istersen
yanına almak da sana güçlük yoktur”
[563] ayetini indirince :
“Vallahi, Rabbinin senin arzunu hemen yerine
getirdiğini görüyorum” dedim.”
[564]
1331-
Atâ'dan rivayet edilmiştir:
“Biz, Abdullah İbn
Abbas'la birlikte Şerifte Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Meymune'nin cenazesinde
bulunduk. Abdullah İbn Abbas:
Bu kadın, Peygamber
(s.a.v.)'in hanımıdır. Dolayısıyla tabutunu kaldırdığımız zaman sarsmayın,
sallamayın, yavaş yavaş götürün. Resulullah (s.a.v.)'in nikahında 9 kadın
vardı. Resulullah (s.a.v.) bunların arasında gün taksimi yapardı. Sadece
birisine yapmazdı” dedi. Ata:
“Kendisine gün taksimi
yapmadığı hanımı Safiye bint. Huyey b. Ahtab idi” dedi.
[565]
1332- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kadın dört özelliği için evlenilir:
1- Malı için.
2- Soyu için.
3- Güzelliği için.
4- Dini için. Sen bunlardan dinine bağlı olanını elde et
ki, rahat edesin.”
[566]
1333- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
zamanında bir kadınla evlendim. Sonra Resulullah (s.a.v.)'e rastladım. Bana:
“Ey Câbir! Evlendin mi?” diye sordu. Ben de:
“Evet, evlendim”
dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Evlendiğin kadın; bakire mi, yoksa dul mu?” diye sordu. Ben de:
“Dul” dedim.
Resulullah (s.a.v.):
“Kendisiyle oynaşacağın genç bir kız alsaydın ya!” buyurdu. Ben de:
“Ey Allah'ın resulü!
Babam öldüğü için bakımları üzerimde olan benim bekar kız kardeşimlerim var.
Bakire genç bir kız alırsam benim ile onlar arasına girmesinden korktum” dedim.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“O halde öyle olsun. Doğrusu bir kadınla; dini, malı
ve güzelliğinden dolayı evlenilir. Dolayısıyla bunlardan dinine bağlı olanını
almaya bak ki, rahat edesin” buyurdu.
[567]
1334- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir gaza sırasında
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte idik. Gazadan Medine'ye doğru döndüğümüz zaman
yavaş giden bir deveme binerek herkesten acele davrandım. Derken arkamdan bana
bir süvari yetişerek elindeki sopayla deveme dürttü. Bunun üzerine devem,
görmüş olduğun en iyi develer gibi koşmaya başladı. Döndüğümde, bir de baktım
ki, Resulullah (s.a.v.)'le karşı karşıyayim! Bana:
“Ey Câbir! Niye acele ediyorsun?” buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben, yeni evliyim” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Bakire ile mi evlendin, dul ile mi?” diye sordu. Ben de:
“Dul ile evlendim”
dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Bakire alsaydın ya! Sen onunla, o da seninle
oynaşırdı!” buyurdu. Medine'ye
geldiğimizde şehre girmeye hazırlandık. Resulullah (s.a.v.):
“Ağır olun! Tâ ki dağınık saçlı kadının taranması;
kocası evde olmayanın kasıklarını tıraş edebilmesi için şehre geceleyin yâni
yatsı zamanı girelim!” buyurdu.
Sonra da bana:
“Medine'ye vardığın zaman cima etmeye bak, cima
etmeye!” buyurdu.
[568]
Açıklama:
Bu hadiste; güzel
ahlak, müslümanlara şefkat, gizlilikleri araştırmamak, sohbetin devamını
sağlayıcı diğer sebeplerin tedariki gibi medeniyet örnekleri gösterilmektedir.
1335-
Abdullah İbn Amr (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Dünya bir meta'dır. Dünya meta'nın en hayrlısı ise
saliha kadındır.”
[569]
1336- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa bir şey
gördüğünde ya hayr söylesin yada sussun! Kadınlar hakkındaki vasiyeti mi tutun.
Çünkü kadın, kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburganın en eğri yeri, üst
kısmıdır. Eğer bunu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Olduğu gibi bırakırsan eğri
kalmakta devam eder. Kadınlar hakkında birbirinize iyiliği tavsiye edin!”
[570]
1337- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Mümin bir erkek, mümin bir kadına buğzetmesin. Çünkü
onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.”
1338- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Eğer İsrail oğulları olmasaydı yemek bozulmayacak, et
de kokmayacaktı. Havva olmasaydı hiçbir kadın kocasına ebediyen
haksızlık/hıyanetlik etmezdi.”
[571]
Açıklama:
“İsrail oğulları olmasaydı yemek bozulmayacak, et de
kokmayacaktı” ifadesine göre; onlara
her gün sabahtan akşama kadar gökten bıldırcın kuşu ve kudret helvası yağardı.
Kendilerine verilen emir gereğince bunlardan yalnız günlük ihtiyaçlarını alır,
cuma ile cumartesi günlerinin nafakasını da biriktirirlerdi; fazla bir şey
biriktirirlerse bozulur, kokardı. İşte yiyeceklerin bozulup kokması bundan kalmıştır.
ilk dönem alimleri, “Havva olmasaydı hiçbir kadın kocasına
ebediyen haksızlık/hıyanetlik etmezdi” ifadesi çerçevesinde; cennette Adem
(a.s)'ı yasak olan ağaçtan yemeye davet edenin Hz. Havva olduğu şeklinde
yorumlarda bulunmuşlar ve bu konuda bazı rivayetlere yer vermişlerdir.
Bazı alimler de, bunu,
doğru kabul etmenin gerçekten güç olduğunu, çünkü bu düşüncenin, İsrailiyat
olduğunu, İslami olmadığını söylemişlerdir. Bunlara göre; Hz. Adem ile Havva'nın
yasak ağaçtan yemesi ile ilgili tüm ayetler, ağaçtan yemeyi telkin edenin Havva
değil de İblis olduğunu belirten konu ile ilgili ayetleri görüşlerine delil
olarak getirmişlerdir.
[572]
Yine bu görüşte
kimseler, görüşlerine, Tevrat'ta konuyla ilgili olarak geçen şu ifadelere de
yer vermişlerdir; “Rab Tanrı'nın yarattığı yabanıl hayvanların en kurnazı
yılandı. Yılan kadına, “Tanrı gerçeklen, “Bahçedeki ağaçların hiçbirinin
meyvesini yemeyin” dedi mi?” diye sordu.
Kadın, “Bahçedeki
ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz” diye yanıtladı, “Ama Tarın, “Bahçenin
ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz” dedi,”
Yılan, “Kesinlikle,
ölmezsiniz” dedi, “Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde
gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.”
“Kadın ağacın güzel,
meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü.
Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri
açıldı. Çıplak oldukîanni anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip
kendilerine önlük yaptılar.”
[573]
Bunun yanı sıra bu
konuda susmak da sözkonusu olabilir.
Talâk kelimesi
sözlükte; çözmek, serbest bırkmak anlamına gelmektedir. Terim olarak ise; belli
sözlerle evlilik bağını çözmek ve kaldırmak demektir.
İslâm'a göre evlilikten
maksat, huzurlu bir aile hayatı kurmak ve böyle bir yuvada iyi bir nesil
yetiştirmektir. Ama böyle yüce gayelerle kurulan evliliklerin hepsinin başarıya
ulaşması mümkün değildir. Bazan ölüm ve hastalık gibi tabii engeller, bazan da
geçimsizlik, münaferet, eşlerin birbirini sevmemesi, anlaşamama gibi eşlerden
kaynaklanan engeller evliliğin başarı ve devamına mani olur.
İslâm, evliliğin asıl
gayesinden uzaklaştığı, eşlerin bir arada huzurla yaşamalanna imkan kalmadığı,
ihtiyaç ve zaruretlerin gerektirdiği hallerde evliliğin sona erdirilmesine izin
vermiştir. Bu izin doğrultusunda evliliğe, erkek tarafından doğrudan ya da
kadından aldığı bir bedel karşılığında son verilebileceği gibi, talâk hakkını
elinde tutan kadın tarafından, hakim veya hakem kararıyla da son verilebilir.
İslam Hukuku'nda
“Talâk” (=Boşanma) kelimesi; hem tek taraflı irade beyanıyla yapşılan, boşamayı
ve hem de tarafların anlaşarak evlilik birliliğine son vermelerini, hem de
mahkeme karanyla meydana gelen boşamayı içerir.
İslam Hukuku'nda
boşama; dönülebilir olup olmamasına göre; Ric'i ve Bâin olmak üzere ayrı ayrı
hukuki değerlendirmelere konu olur.
Kocaya yeni bir nikâha
ihtiyaç olmadan boşadığı hanımına dönme imkanı veren boşama türüne, dönülebilir
boşama “Ric'i Talâk” denir.
Bir Ric'i talaktan
bahsedebilmek için; evliliğin zifafla fiilen başlamış bulunması, Hanefilere
göre boşamanın sarih sözlerle ve şiddet ve mübalağa ifade etmeyen bir tarzda
yapılmış olması, bu boşamanın üçüncü boşama olmaması şarttır.
Bu durumda koca, iddet
süre içerisinde dilerse eşine geri dönebilir. Bunun için yeni bir nikâh
yapmaya, yeni bir mehir ödemeye gerek yoktur. Dönme, kocanın açık bir beyanla
hanımına geri döndüğünü söylemesiyle olabileceği gibi, evlilik yaşamına fiilen
geri dönmesiyle de olabilir. Bu özelliği dolayısıyla Ric'i talakta eşler,
derhal birbirlerinden ayrılmak zorunda değildirler. Çünkü Ric'i talakta
evlilik, iddet süresince de devam ediyor kabul edilir. Dolayısıyla dönüş
hakkının bu süre içinde kullanılması gerekir. Bu süre, dönüş yapışmadan
geçilirse iddetinin bitimiyle Ric'i talâk, bain'e dönüşür. Dolayısıyla geri
dönmek için artık bain talakta arana şartlar geçerli olur.
Kocaya, boşadığı eşine
ancak yeni bir nikâhla dönme imkanı veren boşanma şeklidir. Nikâh yapılıp
zifaf yapılmadan meydana gelen boşanmalar, tarafların anlaşarak boşanmaları
(=muhâiea) veya kocanın üçüncü boşama hakkını kullanarak yaptığı boşama, bain
talaktır. Bunların dışında Hanefifere göre; kocanın kinayeli sözlerle ve şiddet
ile aşırılığı ifade eden kelimelerle yaptığı boşamalar da bain Talâk olarak
kabul edilir.
Bain talâk, evliliğe
derhal son verir. Eşler derhal birbirinden ayrılmak zorundadırlar.
1339-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Ömer,
hanımlarından birini, hayız halinde iken bir talakla boşamıştı. Resulullah
(s.a.v.), bu durumu haber alınca, ona, hanımına geri dönmesini, sonra hanımı
temizlenip kendi yanında ikinci bir kez hayız görünceye kadar alıkoymasını ve
kadına o hayızdan temizleninceye kadar mühlet vermesini emretmiş. Eğer kadını
boşamak isterse, kadın temizlendiği zaman onunla cinsel ilişkide bulunmadan
boşamasını, işte kadınların içinde boşanmasını Allah'ın emrettiği iddet
döneminin bu olduğunu bildirmiştir.”
[574]
İslam Hukuku'nda
boşama, Kur'an'daki genel ilkelere ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu yöndeki
açıklama ve tavsiyelerine uygun olarak yapılıp yapılmadığına göre iki grupta
tasnif edilmektedir. Bu ayırım, hukuki olmaktan çok dinî-ahlakî boyutlu bir
ayırımdır. Esas itibariyle, kocanın objektif hukukî kriterlere bağlanamamış
boşama yetkisini onun dindarlığına havale ederek kısıtlama ve sınırlama amacı
gütmektedir.
Bu boşama şekli; Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in bu konuda getirdiği ölçü ve sınırlamalara riayet edilerek
yapılan boşama şeklidir. Her şeyden önce Sünnî boşanmanın, Ric'î talâk olması
gerekmektedir. Ayrıca kadının temizlik süresi başladıktan sonra ancak onunla
cinsel ilişkide bulunulmadan boşanması ve bu boşamanın bir Talâk olması
gerekmektedir. Bu da, yine ayne hedefe, evlilik birliğini koruma hedefine
yöneliktir.
Sünnet'e aykırı
biçimde gerçekleştirilen boşamayı ifade etmektedir. Kişinin temizlik süresi
dışında veya temizlik süresi içinde olmakla birlikte hanımıyla cinsel ilişkide
bulunduktan sonra ve aynı temizlik süresi içinde birden fazla boşama durumunda
ortada Sünnete'e uygun olmayan, yani Bid'î bir boşanma vardır.
Hanımını, hay izli
iken boşayan kimsenin ona dönmesi ve boşamakta kararlı ise, ikinci bir hayızı
takip eden temizlik döneminin beklenmesi farzdır. İmam Mâlik, Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed bu görüştedir. İmam Ahmed , İmam Şafiî ve İmam A'zam Ebu Hanîfe'ye
göre ise hayız halinde verilen talakın caiz, fakat talakı temizlik halinde
vermenin mendup olduğu görüşündedirler.
Kısacası; bu tür
boşamalar, dinen hoş görülmemekle birlikte hukuken geçerlidir.
1340-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
ile Ebu Bekr döneminde ve Ömer'in hilafetinin ilk iki yılında üç talak, bir
talak sayılırdı. Daha sonra Ömer İbnu'-Hattâb:
“İnsanlar, kendilerine
mühlet verilmiş olan bir iş hususunda acele ettiler. Keşke şunu onlara
uygulasaydık!” deyip onu onlara uyguladı.”
[575]
Açıklama:
Bir defada verilen üç
talakın üç talak sayıldığını iddia edenler içerisinde Zübeyr b. Avam,
Abdurrahman b. Avf, Hz. Ali, Abdullah İbn Abbâs gibi sahabeden bazı kimseler
ile Tabiundan İkrime, Tavus, İmam Malik ile İmam Ahmed'in arkadaşlanndan
bazılan yer almaktadır.
Hz. Ömer, bir sözle üç
talak veren kimsenin verdiği bu talakın üç talak sayılacağını ve eski
uygulamanın yürürlükten kalmış olduğunu ilan etmiştir. Bu görüşte olanlara göre
hanımim üç talakla boşayan bir kimse bu üç talakı bir defada bile vermiş olsa
bir daha o kadına dönemez. Bir defada verilen üç talakın birtaîak sayılması
yürürlükten kaldırılmıştır.
1341-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir kimse, hanımının,
kendisine haram olduğunu söylemesi, bir tür yemindir. Kefaret vermesi gerekir.
Daha sonra Abdullah
İbn Abbâs,
“Sizin için Allah'ın resulünde güzel örnekler vardır”
[576]
ayetini okumuştur.
[577]
Açıklama:
Bir kimse, kendisine
helal olan bir şeyi haram kılarsa bu sözle o şey haram olmaz. Adam, yemin
kefaretini öder ve o şey kendisine helal olur.
1342- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), balı ve helvayı tatlı türü şeyi
severdi. İkindi namazını kıldığında hanımlarını dolaşır, onlara yakınlık
gösterirdi.”
Bir defasında Ömer'in
kızı Hafsanın yanına girmişti. Orada normal kalışından daha fazla kaldı. Ben
de onun orada bu çok kalışının sebebini sordum. Bana:
“Hafsaya, kavminden
bir kadın küçük bir çömlek bal hediye etti. O da, bu baldan Peygamber
(s.a.v.)'e şerbet içirdi” denildi. Ben de kendi kendime:
“Vallahi, biz bunun
için muhakkak bir hile yaparız” dedim. Daha sonra Şevde bint. Zem'a'ya gidip
ona:
Biraz sonra Resulullah
(s.a.v.), muhakkak sana yaklaşacaktır. Sana yaklaştığında, ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Sen, “Meğafir” mi yedin?” dersin. O da, sana Meğafir!” diyecektir. Bunun
üzerine sen de, ona:
“Senden hissetmekte
olduğumu bu koku nedir?” diye sorarsın.
Hadisin ravisi Urve
der ki:
“Resulullah, kendi
üzerinde, hoş olmayan bir kokunun kokmasından hoşlanmazdı.
Muhakkak o da, sana:
“Hafsa, bana, bal
şerbeti içirmişti!” diyecektir. Sen de, ona:
“O balın arısı, galiba
Urfut ağacından yemiş!” dersin. Çünkü Resulullah (s.a.v.), bana geldiğinde ben
de bunu ona söyleyeceğim. Ey Safiyye! Resulullah, sana geldiğinde sen de bunu
ona söyle!” dedim.
Resulullah (s.a.v.),
Sevde'nin yanına girdi. Şevde:
“Kendinden başka ilah
olmayan Allah'a yemin ederim ki, Ey
Aişe!;
“Senden korktuğum için, bana emrettiğin sözü
Resulullah (s.a.v.) daha kapının önünde iken nerdeyse söyleyecektim” dedi.
Resulullah (s.a.v.),
Sevde'ye yaklaşınca, Şevde, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Allah'ın resulü! Sen,
“Meğafir” mi yedin?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.);
“Hayır!”
dîye cevap verdi. Şevde:
“O halde senden
hissetmekte olduğum bu koku nedir?” diye tekrar sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Hafsa, bana bal şerbeti içirmişti!” diye cevap verdi. Şevde;
“O balın arısı,
“Urfut” ağacından yemiş!” dedi.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.), benim yanıma geldiğinde, ben de bu sözlerin benzerini ona söyledim.
Sonra Safıyye'nin yanma girdiğinde, o da, bu sözlerin benzerini ona söyledi.
Sonra Resulullah (s.a.v.), dönüp Hafsanın yanma vardığında, Hafsa, ona:
“Ey Allah'ın
resulü! Sana bal
şerbetinden içireyim mi?”
diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır! Benim, o bal şerbetine ihtiyacım yoktur!” dîye cevap verdi. Aişe, rivayetine son vererek dedi
ki; Şevde, bana:
“Vallahi! Biz, Resulullah
(s.a.v.)'i, bal şerbetinden mahrum ettik” diyordu. Ben de, Sevde'ye:
“Sus!” dedim,
böyleceve Hafsa hakkındaki hile ve oyunumuzun duyulmasını istemedim.”
[578]
Açıklama:
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in, bal şerbetini içme olayı; bir önceki hadiste Hafsanın evinde
içtiği belirtilirken, bu hadiste Zeyneb bint. Cahş'ın evinde içtiği ifade
edilmektedir.
“Bezlü'I-Mechûd” yazan
Sehârenfûrî (ö. 1346/1927)'nin açıklamasına göre; doğru olan, Zeyneb bint.
Cahş'ın evinde içtiği bal şerbetidir. Hafsanın evinde içtiğine dair rivayet,
ravinin yanılmasından kaynaklanmaktadır.
Bazılarına göre ise;
bu olay, birkaç defa meydana gelmiştir. Buna delilleri ise, Abd b. Humeyd'in,
“Tefsir”inde; bu olayın, Sevde'nin evinde geçtiği belirtilmektedir.
Bazıları da, bu tür
olayın; Peygamber (s.a.v.)'in hanımları arasındaki gruplaşmadan
kaynaklandığınıu ileri sürmüşlerdir. Buna göre birinci grupta; Aişe, Hafsa,
Şevde ile Safiyye, ikinci grupta ise Zeyneb bint. Cahş, Ümmü Seleme ile diğer
hanımları yer almaktadır.
Bu hadis; Peygamber
(s.a.v.)'in hanımı bile olsa, kıskançlığın fıtrî bir olay olduğunu
göstermektedir. Ayrıca burada kasıtiı olarak Hz. Peygamber (s.a.v.)'e eziyet
etmeyi düşünmemişlerdir. Sadece kadınlar arası görülen kıskançlığın bir
sonucudur.
Meğâfîr: Amman
taraflarında çokça biten “Urfut” denilen bir ağaçtan çıkan çirkin kokulu,
yapışkan ve tatlı bir zamktır.
Resulullah (s.a.v.),
sabah namazından sonra hanımlarını ziyareti sadece onlara selam vermek ve duada
bulunmak içindi. ikindiden sonraki hanımlarını ziyareti ise; konuşup muhabbette
bulunmak maksadıyla olurdu.
Resulullah
(s.a.v.)'in, burada, hanımlarına yaklaşmasından maksat, cinsel ilişki değildir.
1343-
Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), ayrılma konusunda hanımlarını
serbest bırakmayla emrolunduğunda bu iş hususunda görüş almaya ilk önce benden
başlayıp:
“Sana bir durumu anlatacağım, fakat anne-babaııın bu
konudaki görüşünü almadan karar vermekte acele etmemende senin için bir sakınca
yok!” buyurdu.
Aişe der ki:
“Halbuki Resulullah (s.a.v.), anne-babamın bana ondan
ayrılmamı emretmeyeceklerini doğrusu iyi biliyordu. Daha sonra bana:
Yüce Allah,
“Ey Peygamber! Eşlerine: “Eğer dünya hayatını ve
süsünü istiyorsanız gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzelce
bir şekilde boşayayım. Yok eğer Allah'ı, Resulünü ve ahiret yurdunu
istiyorsanız doğrı su Allah
içinizden iyi davranan
hanımlara büyük mükafat hazırlamıştı.”
[579] buyurdu”
dedi. Ben de:
“Ne konuda anne-babamın görüşünü alacakmışım. Ben,
Allah'ı, Resi lünü ve ahiret yurdunu istiyorum” dedim.
Resulullah (s.a.v.)'in diğer hanımları da bu konuda
benim gibi yaptılar.”
[580]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.)'in
hanımları, ondan dünyalık ve bol nafaka istemişlerdi. Bu sebepi onları bir ay
terk etip ila yapmıştı. Bu müddet zarfında sahabilerinin yanlarına da
çıkmamıştı
ilâ ile ilgili olarak
1438 nolu hadisin açıklmasına bakabilirsiniz.
1344- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), Yüce Allah'ın;
“O, kadınlardan dilediğini geriye bırakır, dilediğini
de yanına alırsın”
[581] ayeti indikten sonra yine de yanında
kalacağı kadının nöbet gününde bizden izin alırdı.”
Hadisin ravisi Muâze,
Aişe'ye:
“Resulullah (s.a.v.),
senden izin istediğinde ona ne derdin?” diye sordu. Aişe:
“İzin verme işi bana kaldıysa ben hiç kimseyi kendime
tercih edemem” derdim” dedi.
[582]
1345. Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), bizi ayrılma konusunda serbest
bıraktı. Fakat biz bunu tafak saymadık.”[583]
1346- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ebû Bekr, Resulullah
(s.a.v.)'in yanına girmek için izin istiyordu. İnsanlara kapıda otururken
buldu. Bunların hiç birine izin verilmemişti. Derken Eb izin verildi, o da
içeri girdi. Sonra Ömer geldi. O da içeri girmek için iz ona da izin verildi.
Ömer, Peygamber (s.a.v.)'i, etrafında kadınları olduc kederli kederli susmuş
otururken buldu. Bunun üzerine kendi kendine: bir şey söyleyip Peygamber
(s.a.v.)'i güldürmeliyim” diyerek:
“Ey Allah'ın resulü!
HâRice'nin kızını bir görseydin! Benden nafaka is de kalktım onun boğazını
sıktım” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Etrafımda gördüğün gibi, bunlar da, benden nafaka
istiyorlar” buyurdı Derken Ebû Bekr
kızı Aişe'nin boğazını, Ömer de kızı Hafsanın boğmağa kalktı. İkisi de:
“Siz Resulullah (s.a.v.)'den onda olmayan bir şeyi
istiyorsunuz öl” diyorlardı. Aişe ile
Hafsa;
“Vallahi, Resulullah
(s.a.v.)'de olmayan bir şeyi ebediyyen istemeyeceğ ler. Daha sonra Peygamber
(s.a.v.), hanımlarından bir ay yada yirmi do uzaklaştı. Daha sonra da ona,
“Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dirliğini ve
süsünü refahını istiyorsanız, gelin size boşanma bedelleri reyim de, sizi
güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, Peygamberini ve ahiı dunu diliyorsanız,
bilin ki, Allah, içinizden güzel davrananlar için bü mükâfat hazırlamıştır”
[584] ayetine kadar indirdi.
Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.), Aişe'den başlayarak:
“Ey Aişe! Ben sana bir şey arzetmek isterim; fakat
ebeveyninle etmeden cevap hususunda acele etmemeni dilerim” buyurdu. Aişe:
“Ey Allah'ın resulü! Nedir o?” diye sordu. Peygamber (s.a.v.)'de, ona okudu. Aişe:
“Ey Allah'ın resulü! Ebeveynimle senin hakkında mı
istişare ede Elbette Allah'ı, Resulünü
ve ahiret yurdunu/gününü tercih ederim, benim bu söylediğimi kadınlarından hiç
birine haber vermemeli” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Onlardan herhangi biri bana bunu sorarsa, muhakkak
bunu om veririm. Çünkü Allah beni; zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil, öğretici ve
kotırıcı olarak gönderdi” buyurdu.
[585]
1347-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir âyetin mânâsını
Ömer b. Hattab'a sormak niyetiyle bir sene bekledi Heybetinden dolayı bunu ona
bir türlü soramıyordum. Nihayet hacc için yol çıktı. Onunla beraber ben de yola
çıktım. Dönüşte biraz yol alınca Mekke yakın, rında bulunan Merru'z-Zahrân'da
bir haceti için Erak-Misvak ağaçlarına doğru saptı. Büyük abdestini bitirinceye
kadar onu bekledim. Sonra onunla birlikte yola bulyuldum. Ona:
“Ey müminlerin emiri!
Resulullah (s.a.v.) aleyhine hanımlarından anlaşan diğer iki kadmkimlerdir?”
diye sordum. Ömer (r.a):
“Onlar, Hafsa ile
Aişe'dir” diye cevap verdi. Bunun üzerine ben:
“Vallahi bu meseleyi
bir seneden beri sana sormak istiyordum. Fakat he betinden dolayı (sana bu
meseleyi soramıyordum” dedim. Ömer:
“Bunu yapma! Benim
bildiğimi zannettiğin bir şeyi hemen bana sor, eğer bu onu bilirsem sana haber
veririm” dedi. Sonra da sözüne şöyle devam etti:
“Vallahi cahiliyyet
devrinde biz kadınları insan yerine saymazdık. Nihayet Yüce Allah onlar
hakkında indirdiklerini indirdi ve kendilerine yaptığı taksimi yapü. Bir defa
ben kendi kendime bir şeyi istişare ederken eşim bana:
“Şöyle şöyle yapsan
olmaz mı?” deyiverdi. Ben de, ona:
“Sana ne oluyor da bu
işe karışıyorsun, benim yapmak istediğim bir şeye neden burnunu sokuyorsun?”
dedim. Kadın:
“Ey Hattâb oğlu!
Şaşarım sana. Sen kendine kafa tutulmasını istemiyorsun. Halbuki kızın,
Resulullah (s.a.v.)'e kafa tutupduruyor. O derecede ki, Resulullah (s.a.v.)
bütün gün düşünceli duruyor” dedi. Bunun üzerine kaftanımı alıp evimden çıktım
ve Hafsanın yanına girdim. Ona;
Kızcağızım! Sen,
Resulullah (s.a.v.)'e kafa tutarmışsın, hattâ bundan dolayı Resulullah
(s.a.v.) bütün gün düşünceli duruyormuş!” dedim. Hafsa:
“Vallahi, biz, ona çok
müracaatta bulunuyoruz” dedi.
Bilirsin ki, ben, seni
Allah'ın azabından ve Resulünün gazabındansakmdmnm kızcağızım! “Aişe'yi
kastederek sakın arkadaşının güzelliği ve Resulullah (s.a.v.)'in ona olan
sevgisi seni aldatmasın!” dedim.
Sonra oradan çıkarak
akrabalığım olduğu için Ümmü Seleme'nin yanına girdim ve onunla konuştum. Ümmü
Seleme, bana:
“Ey Hattâb'ın oğlu!
Şaşarım sana! Her şeye karışırsın, hattâ Resulullah(s.a.v.) ile hanımlarının
arasına bile girmek “stiyorsun!” dedi.
Ümmü Selemenin bu sözü
beni öyle etkiledi ki, içimde hissettiğim sıkıntıyı kısmen yatıştırdı. Sonra
onun yanından çıktım. Ensâr'dan bir dostum vardı. Mecliste bulunamazsam bana
haber getirir, o bulunamazsa ben ona haber getirirdim. O sırada biz Gassân
hükümadarlarından bir hükümdardan korkuyorduk. Üzerimize hücum etmek istediğini
haber almıştık. Ondandan gözümüz korkmuştu. Derken dostum Ensârî, gelip kapıyı
çaldı ye:
“Aç, aç!” dedi. Ben
de:
“Gassamlı hükümdar mı
geldi?” diye sordum. O da:
“Ondan daha kötü!
Resulullah (s.a.v.), hanımlarından ayrılıp uzlete çekilmiş” diye cevap verdi.
Ben de:
“Hafsa ile Âişe'nin
burnu sürtülsün!” dedim. Sonra elbisemi alıp çıktım, nihayete Resulullah'm
bulunduğu yere vardım. Bir de baktım ki, Resulullah (s.a.v.) birkaç basamakla
çıkılabilen bir meşrubde/şerbetlik denilen
sekili bir yerde. Resulullah (s.a.v.)'in siyah bir
kölesi de merdiven başında. Ona:
“Ben Ömer’im”
dedim. Daha sonra Resulullah'ın yanına girme hususunda bana izin verildi. Ben
de Resulullah (s.a.v.)'e bu olayı anlattım.
Ümmü Seleme kıssasına
gelince; Resulullah (s.a.v.) gülümsedi. O sırada Resulullah (s.a.v.) kuru bir
hasır üzerindeydi. Vücûdu ile hasır arasında hiç bir şey yoktu.
Başının altında içi
lif dolu deriden bir yastık vardı. Ayaklarının yanında Arap samkı denilen bir
karaz/selem ağaçlan yaprağı yığını; vardı. Baş ucunda da, asılı birkaç deri
bulunuyordu. Resulullah (s.a.v.)'in yan tarafında hasırın izini görünce
ağladım. Bana:
“Niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Ben de:
“Ey Allah'ın resulü!
Kisrâ ile Kayser, bulundukları müreffeh bir hal içinde yaşıyorlar. Halbuki
sen, Allah'ın Resulüsün!” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Dünya onların ve âhiret de senin olmasına razı değil
misin?” buyurdu.
[586]
Açıklama:
İlâ kelimesi sözlükte;
“Yemin etmek” anlamına gelmektedir. Terim olarak ise kocanın yemin, adak veya
bir şarta bağlamak suretiyle eşiyle cinsel ilişkide bulunmayı kendisine
yasaklamasıdır. Kur'an'ı Kerimde Bakara: 2/226'da terim anlamında bir defa
geçen iiâ, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in eşlerine ilâ yapmasına dair rivayet başta
olmak üzere bazı hadislerde de yer almaktadır.
İsİam'dan önce
cahiliye döneminde Araplar ilâyı zihâr gibi bir boşama yöntemi olarak
uyguluyorlardı. Yalnız bu yöntem, geniş bir zamana yayıldığı için daha çok
kadını baskı altına almak, ona zarar vermek için kulıyordu, İsiam dini, eşler
arasında meydana gelen anlaşmazlıktan cinsel açıdan diğerini terk boyutuna
varması halinde bu davranışın özellikle kadını mağdur etmemesi için belirli bir
sınır getirmiştir. Eşlerin birlikte yaşayıp yaşamayacaklarına karar
verebilmeleri amacıyla yeterli bir deneme süresi olan dört aylık bir zaman
içinde dönüş olmaması aynhk konusunda bir kararlılığa işaret ettiğinden sürenin
bitiminde evliliğe son verilerek eşin serbest bırakılması sağlanmıştır. Bu
bakımdan ilânın, günümüzdeki beşeri hukukta boşanma sebebi sayılan terkle yakın
benzerliği vardır.
İlâ üç çeşittir:
1- İlâyı muvakkat: Bu; dört ay, beş ay gibi bir müddetle kayıtlanan yemindir.
2- İlâyı mûebbed:
Ebediyen kadına yaklaşmamak üzere yapılan yemindir.
3- İlâyı meçhul: Hanımına yaklaşmama
hususunda belli bir müddet belirtilmeden yapılan yemindir.
Heybet: Saygıyla
kanşık korku.
Gassan: Şam
taraflarında bir suyun ismidir. Bu suyun civarında yaşayıp ondan içenlere
Gassaniler denilmiştir.
1348- Fâtıma
b. Kays (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ebu Amr b. Hafs,
Fatıma'yı kesin bir şekilde üç talakla boşamıştı. Ebu Amr'ın bulunmadığı bir
sırada Ebu Amr'm vekili, Fâtıma'ya nafaka olarak bir miktar arpa göndermişti.
Fatıma'da nafaka olarak az bir şey gönderdiği için vekile kızmıştı. Vekil de:
“Vallahi, senin bizim
üzerimizde hiçbir hakkın yoktur” dedi.
Bunun üzerine Fâtıma,
Resulullah (s.a.v.)'e gidip bu durumu ona anlattı. Peygamber (s.a.v.):
“Senin Ebu Amr üzerinde bir nafaka hakkın yoktur” buyurup sonra da Fâtıma'ya, Ümmü Şerîk'in evinde
iddet beklemesini emretti. Sonra da:
Bu Ümmü Şerik,
sahabilerimin, yanına çokça uğradıkları bir kadındır. Sen, İbn Ümmü Mektum'un
yanında iddet bekle. Çünkü o, gözleri görmeyen bir adamdır. Dolayısıyla
yanında dış elbiseni
çıkarabilirsin. İddetini tamamladığın zaman bana haber ver' buyurdu.
Fâtıma der ki:
İddetimi tamamlayınca, Muâviye İbn Ebi Süfyân ile Ebu Cehm'in benimle evlenmek
istediklerini Peygamber (s.a.v.)'e ilettim. Resulullah (s.a.v.):
“Ebu Cehm'e gelince, o, sopasını omuzundan indirmeyen
bir adamdır. Muâviye ise son derece fakirdir. Hiçbir malı yoktur. Sen, Üsâme
İbn Zeyd'le evlen” buyurdu.
Fakat buna razı
olmadım. Sonra yine:
“Üsâme İbn Zeyd'le evlen” buyurdu.
Bunun üzerine Üsâme
İbn Zeyd'le evlendim. Allah, bu nikahta bir hayr yarattı, ben de bundan çok
memnun kaldım.
[587]
Rivayetlerin bazısında
Fatıma'nın üç talakla ve bazısında ise bain talakla boşandığı bildirildiği
gibi, bir rivayette ise üç talakın sonuncusu, başka bir rivayette kalan bir
talakla boşandığı ifade edilmektedir. Hatta mutlak olarak “Boşadı” ifadesi de yer almaktadır. Bu rivayetlerin arası şöyle
bağlanmıştır: Kocası, Fatıma'yı ilk önce iki defa boşamiştır. Son defa
boşamakla talak sayısı üç olmuştur.
Kocası, Fatıma'ya,
vekili aracılığıya bir miktar nafaka göndermişse de Fatıma bunu ya arpa olduğu
için yada az bulduğundan kabul etmeyerek durumunu Resulullah (s.a.v.)'e bildirmiş,
o da nafaka hakkı olmadığını söylemiş ve iddetini, Ümmü Şerîk'in evinde
geçirmesini emretmiştir.
Ummü Şerîk, bir
rivayette Kureyşdence diğer rivayete göre ise Ensâr'dan olup takvasıy-la meşhur
bir kadındı. İsmi, Guzeyye yada Güzeyle bint. Dâvûd'dur. Resulullah (s.a.v.),
sahabilerinin bu kadını anneleri gibi hürmet göstererek “Sık sık ziyaret ettiklerini, bunun ise gel-git işlerinde porblemler
doğuracağını düşünerek sonradan bu tavsiyeden vaz geçmişti. Fatıma'ya, Abdullah
b. Ümmü Mektum'un evinde iddet beklemesini emir” buyurmuştur. Çünkü
Abdullah (r.a), âmâ idi. Kendisini göremeyeceği gibi, evine de fazla gelen
giden yoktu.
Üç talakla boşanan bir
kadına nafaka ve mesken verilip verilemeyeceği meselesi hususunda alimler
ihtilaf etmişlerdir. İmam Ahmed'e göre üç talakla boşanan kadın hamile değilse
ona nafaka ve mesken vermek vacip değildir.
İmam Malik, İmam
Şafii'ye göre ise üç talakla boşanan kadın hamile olduğu takdirde ona nafaka ve
mesken verilir. Delilleri ise Talak suresi 6. ayettir.
Ebu Hanife, İmam
Muhammed ile Ebu Yusuf'a göre ise bir kadına hamile olsun yada olmasın nafaka
ve mesken verilir. Delilleri, Talak süresi 1. ayettir. Hz. Ömer, Aişe ve Üsame
b. Zeyd, Fatıma b. Kays hadisine itiraz etmiştir.
Ric'i talakla boşanan
kadına ittifakla nafaka ve mesken verilir. Kocası Ölen kadına ise ittifakla
nafaka yoktur.
Bain talakla boşanan
kadın, Hz. Aişe ile Abdullah İbn Mes'ud'a göre iddeti İçerisinde evinde dışarı
çıkamaz. Kadın, iddetini, boşandığı evde bekler.
1349-
Urve'den rivayet edilmiştir:
“Yahya b. Saîd b. As,
Abdurrahman İbnu'I-Hakem'in kızıyla evlenmişti. Derken Yahya bu kadını boşadı.
(Boşanan kadının o yerde iddet müddetini beklemeden kadının babası
Abdurrahman,) kadını onun yanından/evinden çıkardı. Bunun üzerine Urve,
onların, kadının iddet müddetini beklemeden boşandığı evden hemen
çıkarmalarından dolayı onları ayıpladı. Onlar da, bu yaptıklarına mazeret
olarak:
“Fatıma b. Kays'da
kocasının yanında iddet müddetini bitirmeden çıkmıştı” dediler.
Urve der ki:
“Bunun üzerine
Aişe'nin yanına gelip ona bu meseleyi anlattım. Bu hadisi anmada Fatıma b. Kays
için bir hayr yoktur” dedi.
[588]
1350- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Teyzem boşanmıştı. Derken
hurmalarının meyvelerini kesmek istedi. Fakat bir kimse, onu dışarı çıkmasına
engel oldu. Bunun üzerine teyzem gelip bu durumu Peygamber (s.a.v.)'e anlattı.
O da:
“Evet, sen kendi hurmalarının meyvelerini kes. Çünkü
senin bu vesileyle sadaka vermen veya bir iyilik yapman umulur” buyurdu.
[589]
Açıklama:
Bu hadis, üç talakla
boşanmış kadının iddet müddeti sırasında ihtiyacını gidermek için gündüzleri
evden çıkmasının caiz olduğunu belirtmektedir. İmam Malik ile İmam Şafii ile
imam Ahmed'in görüşü bu şekildedir. Bunlara göre kocasının ölümü dolayısıyla
iddette bulunan kadının da gündüzleri işini görmek üzere evden çıkabilir.
Hanefilere göre ise
ölümle ilgili iddet meselesinde bu alimlerin görüşlerine katılırlar, Fakat üç
talakla boşanma ile ilgili iddet meselesine gelince, onlarla aynı görüşte
değillerdir. Bunlara göre, boşanma iddetinde bulunan kadın, ancak mal, can veya
namus tehlikesi gibi çok zaruri bir mazeret halinde evinden çıkabilir. Başka
işler ve mazeretler dolayısıyla evden dışarı çıkmazlar. Bunların delili ise
Talak suresi 1. ayettir.
1351-
Abdullah İbn Utbe b. Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Utbe b.
Mes'ud, Ömer b. Abdillâh b. Erkanı ez-Zührî'ye mektup yazarak Sübey'a bînt.
Haris el-Eslemî'nin yanma girmesini, ona kendi hadisini ve Resulullah
(s.a.v.)'e fetva sorduğu zaman kendisine ne söylediğini sormasını emretti.
Ömer b. Abdullah da,
Abdullah b. Utbe'ye mektup yazarak Sübey'a'nın kendisine şunları haber
verdiğini bildirdi:
“Sübey'a, Âmir b. Lüey
oğulları kabilesinden Sa'd b. Havle ile evliydi. Bu kimse, Bedir gazasına
katılanlardandı. Daha sonra hanımı hâmileyken Veda haccında Sa'd vefat etmişti.
Onun vefatından sonra çok geçmeden karısı doğup yaptı. Lohusalığmdan
temizlendiği zaman kendisini isteyecekler için giyinip kuşanmıştı. Derken yanma
Abduddâr oğulları kabilesinden Ebû's-Senâbil b. Ba'kek isminde bir adam
girerek:
“Acep seni neden
giyinmiş kuşanmış görüyorum! Galiba evlenmek istiyorsun. Vallahi üzerinden dört
ay on gün geçmedikçe sen evlenemezsin!” dedi.
Sübey'a der ki:
“Bu kimse, bana, bunu
söyleyince geceleyin üzerimdeki elbiseyi çıkardım. Sonra Resulullah (s.a.v.)'e
gelerek bu meseleyi ona sordum. Bana doğurduğum anda helâl olduğum fetvasını
verdi ve istersen evlenmemi emir buyurdu işihâb:
“Doğurduğu zaman
evlenmesinde bir sakınca görmüyorum. Velevki lohusalık içinde olsun. Ancak
temizlenmedikçe kocası ona yakınlık edemez” dedi.
[590]
Boşanma, evliliğin
feshi ve ölüm gibi bir sebeple evliliğin sona ermesi durumunda kadının yeni bir
evlilik yapmadan önce beklemesi gereken süreye denir.
İddet, kadının, önceki
kocasından hamile olup olmadığının anlaşılması, ölüm iddetinde ölen kocasına
hürmet ve Ric'î talakta kocaya yeniden düşünme imkanı vermesi düşünceleriyle
emredilmiştir.
Diğer bir anlatımla
iddet; esas olarak kadının hamile olup olmadığının ortaya çıkması amacına
yönelik olmakla birlikte onun sadece bu amaçla sınırlandırılması doğru
değildir.
Ölüm iddetinde, bunun
yaratılış açısından erkeklere göre daha duyarlı ve yuvaya daha bağlı olan
kadının ölmüş kocasının hatırasına saygı ve yuvaya bağlılık simgesi olarak
değerlendirilmelidir.
Boşanma iddetinde ise;
toplumun kötü zanda bulunmasını engellemeye, dolayısıyla kadının saygınlığının
devamını sağlamaya yönelik bir önlem olarak değerlendirilmesi mümkündür.
Bu itibarla, kadının
hamile olup olmadığının tıbben anlaşılabildiğini öne sürerek iddet beklemeye
artık gerek bulunmadığı ileri sürülemez.
İddet, ikiye ayrılır:
Kocası ölen kadının
beklediği iddettir. Eğer hamile iseler, iddetleri, doğumla biter. Eğer hamile
değilse, dört ay on gün iddet bekler. Geçersiz bir nikâhla evli olanlar ölüm
iddeti beklemez.
Hamile olmayan eş,
Ric'î talâk iddeti beklerken koca ölürse, boşanma iddetini terk ederek ölüm
iddeti beklemeye başlar. Bain talâk iddeti bekleyen kadın ise, ölüm iddeti
beklemez. Başlamış olduğu boşanma iddetini tamamlar.
Bu grupta yer alan
kadınların bekleyecekleri iddet süresi, hamile olup olmamalarına göre
değişmektedir. Hamile iseler, iddetleri doğumla biter. Hamile değilseler ve
normal olarak hayız görüyorlarsa, iddet süreleri, üç hayız süresidir.
Kadın hayız halinde
iken boşanırsa, bu hayız hesaba katılmaz. Bu, Hanefiler ile Hanbeliler'in kabul
ettiği görüştür. Mâliki ve Şâfiîlere göre ise bu durumdaki kadınların beklemeleri
gereken süre, üç temizlik müddetidir. Bu farklılığın sebebi, Bakara: 2/228'de
geçen “Kuru” sözcüğünün; hem hayız ve hem de temizlik anlamında farklı iki
anlama gelmesinden dolayıdır. Mâliki ile Şâfiîler, bu sözcüğü, “Temizlik”
anlamında ve Hanefiler ile Hanbeliler ise “Hayız” anlamında almışlardır.
Küçük yada yaşlı
olmasından dolayı hayız göremeyen kadınların iddeti ise, üç aydır.
1352-
Süleyman b. Yesâr'dan rivayet edilmiştir:
“Ebu Seleme b.
Abdurrahman ile Abdullah İbn Abbâs, Ebu Hureyre'nin yanında bir araya gelip
kocasının ölümünden birkaç gün sonra doğum yapan kadının hükmü hakkında
konuşuyorlardı. Abdullah İbn Abbâs:
“Bu kadının iddet
süresi, iki sürenin en uzun olanıdır” dedi. Ebu Seleme ise:
“Kadın doğum yapmakla
iddet yasakları helal olur” deyip her ikisi de bu konuda tartışmaya başladılar.
Ebu Hureyre, Ebu Seleme'yi kast ederek:
“Ben de, yeğenimin
görüşündeyim” dedi.
Bunun üzerine bu
meseleyi sormak için Abdullah İbn Abbâs'm azadlısı Kureyb'i, Ümmü Seleme'ye
gönderdiler. Kureyb, bu meseleyi sorup geri geldi. Kureyb, onlara, Ümmü
Seleme'nin:
“Sübey'a
el-Eslemî'nin, eşinin ölümünden birkaç gün sonra doğum yapmıştı. Kendisi
durumunu Resulullah (s.a.v.)'e bildirdi. O da evlenebileceğini söyledi”
dediğini bildirdi.
[591]
Açıklama:
Hamile iken kocası
ölen bir kadının iddeti, çocuğunu doğurunca sona erer. îmam Mâlik, İmam Şafiî,
İmam Ahmed, Hanefıler, Abdullah İbn Ömer ile Abdullah İbn Mes'ud, bu görüştedirler.
Delilleri,
“Hamile kadınların iddet bekleme süresi, yüklerini
bırakmaları doğum yapmalarıdır”
[592]
ayeti ile konumuzla ilgiîi hadistir. Dolayısıyla hamile iken kocası ölen
kadının İddet beklemesi, bu ayetin içerisine girmektedir.
Kocası ölüp fakat
hamile olmayan kadınların iddetlerini ne kadar bekleyecekleri meselesi; “Sizlerden vefat edip de geride hanımlarını
bırakanlar yok mu? O kadınlar, bizzat dört av on gün iddet bekler”
[593]
ayetinin içerisine girmektedir.
Hamile iken kocası
ölen bir kadın, çocuğunu doğurduğu andan itibaren nifas kanı henüz kesilmemiş
bile olsa evlenebilir. Fakat nifas kanından temizlenmedikçe kocasıyla cinsel
ilişkide bulunamaz. Halef ve seleften cumhuru ulema bu görüştedir.
“İki sürenin en uzun olanı” ifadesiyle kast edilen husus; iki iddetten biri,
kocası ölen kadının iddetidir ki, bu süre, dört ay on gündür, ikincisi, gebe
kadının iddetîdir ki, bu süre ise çocuğu doğuruncaya kadardır. Dolayısıyla bu
iki iddeün hangisi uzunsa o muteberdir demektedir.
Sübey'a'nın, Hudeybiye
anlaşmasından sonra müslümanlığı kabul eden ilk kadın olduğu söylenir.
Sübey'a'nm kocası,
Sa'd b. Havle'dir. Sahih olan görüşe göre, Veda Haccında vefat etmiştir.
1353- Zeyneb
bint. Ebi Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Zeyneb bint. Ebi Seleme, şu
üç hadisi haber verdi:
“Ben, babası Ebu
Süfyân öldüğü zaman Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Ümmü Habîbe'nin yanına
girmiştim. Ümmü Habîbe, içerisinde sarı renk bulunan “Sürre” ile karışık
maddelerden yapılan san renkli “Halûk” adında bir koku yada başka bir şey
istedi. Ondan önce bir cariyeye/genç bir kıza sürdü. Sonra da kendi yanaklarına
sürdü, sonra da:
“Vallahi, kokuya
hiçbir ihtiyacım yok. Fakat Resulullah (s.a.v.)'i minber üzerinde:
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadına,
kocasının ölümü üzerine dört ay gün yas tutmasından başka, hiçbir ölü için üç
günden fazla yas tutmak helal değildir!”
buyururken işittim” dedi.
[594]
1354- Zeyneb
bint. Ebi Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“2. Zeyneb bint. Ebi Seleme der ki: Kardeşi vefat ettiği sırada
Zeyneb bint.
“Cahş'ın yanına
girmiştim. Bir koku istedi. Kokuyu süründü. Sonra da:
“Vallahi, kokuya
hiçbir ihtiyacım yok. Fakat Resulullah (s.a.v.)'i minber üzerinde:
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadına,
kocasının ölümü üzerine dört ay gün yas tutmasından başka, hiçbir ölü için üç
günden fazla yas tutmak helal değildir!”
buyururken işittim” dedi.
[595]
1355- Zeyneb
bint. Ebi Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“3. Zeyneb der ki:
Annem Ümmü Seleme'yi şöyle derken işittim: Bir kadın, Resulullah (s.a.v.)'e
gelip:
“Ey Allah'ın resulü! Kızımın kocası öldü. Kendisinin
de gözü ağrıyor. Bu durumda kızımın
gözlerine sürme çekebilir miyim?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır!”
buyurdu.
Kadın, iki yada üç
defa bu isteğini tekrarladı. Resulullah (s.a.v.), bunların hepsinde de: “Hayır!” diyordu. Sonra Resulullah (s.a.v):
“Kocası ölen kadının iddeti, dört ay on gündür.
Halbuki sizden birisi cahiliye döneminde bir yıl beklerdi de deve tezeğini
yılın sonunda atardı ve böylece yastan çıkardı” buyurdu.
Açıklama:
Bu hadisi, Zeyneb'den
nakleden Humeyd der ki: Zeyneb'e:
“Bu, “Deve) tezeğini
yılın sonunda atardı” sözünden maksat nedir?” diye sordum. Zeyneb:
“Cahiliyye döneminde
kadın, kocası öldüğü zaman, küçük bir eve girer, en kötü elbiselerini giyer,
bir yıl geçinceye kadar, koku ve hiçbir şey sürünmezdi. Böyle ağır bir hapis
hayatını tamamladıktan sonra kadının yanma eşek yada koyun yada kuş türünden
bir hayvan getirilirdi. Kadın efsunlamr gibi kendisine getirilen o hayvanı,
vücuduna sürterdi. Kadının böyle vücudunu sürte sürte ezdiği hayvan genellikle
ölürdü.
Sonra kadın, o çirkin
yerden dışarıya çıkardı. Bu defa kadının eline, bir deve tezeği verilirdi.
Kadın, onu (fırlatıp atardı. Bu törenden)sonra artık kadın, istediği kokuyu
sürünür ve diğer şeyleri yapardı” diye cevap verdi.
[596]
Ümmü Habîbe ile Zeyneb
bint. Cahş, bu kokuyu sevdiği için değil, matemli görünmemek için yapmıştır.
Çünkü bir kadının, kocası dışında annesi, babası yada çocuğu için yas tutacağı
müddet, sadece üç gündür. Bu üç günden fazla yas tutamaz. Kocası için ise, dört
ay on gün yas tutar.
İhdad: Nikâh nimeti
elden gitmekle kadının başına gelen musibete üzüldüğünü ifade için iddeti
süresince zineti, kokuyu terk etmesidir. Yas halinde iken kadın; koku
sürünemez. Sürme çekinemez. Kına yakmamaz, Usfur ve safran gibi kokulu şeylerle
boyanmış elbise giyemez. Bunlara ancak özür halinde ruhsat verilir.
Yas tutma; bir ibadet
olduğu için akıl-baliğ ve müslüman olmayan kadınlara vacip de-ğiİdir.)
1356- Ümmü
Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bir kadının kocası
ölmüştü. Kadının yakınları, kadının gözüne bir şey olmasından endişe
etmişlerdi. Peygamber (s.a.v.)'e gelip kadının gözüne sürme çekmesi hususunda
ondan izin istediler. Resulullah (s.a.v.):
“Sizden birisi cahiliye döneminde kocası öldüğünde
evinin en kötü yerinde yada en kötü elbiseler içerisinde bir sene beklerdi.
Nihayet bir yıl dolup da oradan bir köpek geçtiğinde bir tezek atar da öylece
yas tutmaktan çıkardı. Şimdi ise dört ay gün beklemek size çok mu geliyor?” buyurdu.[597]
1357- Ümmü
Seleme (r.anhâ) ile Ümmü Habîbe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“İkisi, bir kadının,
Resulullah (s.a.v.)'e gelip kızının kocasının öldüğünü, bunun üzerine kızının
gözlerinin hastalandığını, kendisi kızının sürme çekmek istediğini anlattığını,
Resulullah (s.a.v.)'in:
“Vaktiyle sizden birisi tezeği yılın sonunda atardı,
böylece yas tutmaya son verirdi. Bu iddet ise ancak ve ancak dört ay gündür!” buyurduğunu konuşuyorlardı.
[598]
1358- Ümmü
Atiyye (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kocası için dört ay on gün yas tutmak hariç, hiçbir
kadın, ölüye, üç günden fazla yas tutamaz. Yemen kumaşı hariç olmak üzere
boyalı elbise giyemez, sürme çekemez, koku sürünemez. Yalnız temizlendiği
zaman bir parçacık Bedevilerin kullandığı buhur olan “Kust”yada
siyah bir buhur çeşidi olan “Ezfâr” sürünebilir.”
[599]
Liân: Kovmak ve
uzaklaştırmak anlamındadır. Liân yapan karı-koca Allah'ın rahmetinden yada
birbirlerinden uzaklaştıkları ve üan yaparı erkek beşinci defada kendine lanet
ettiği için ona bu isim verilmiştir.
Kocanın karısını zina
ile suçlaması ve bunu dört şahitle ispat edememesi halinde, hâkim önünde özel
şekilde ve karşılıklı olarak yeminîeşme anlamında bir İslâm hukuku terimi. Hanefî
ve Hanbelilerin ortak tarifine göre, liân; koca tarafından yalan söylüyorsa
Allah'ın laneti kendi üzerine çekilerek, yeminlerle güçlendirilmiş
şehadetlerdir. Kadın da, eğer yalan söylüyorsa, Allah'ın gazabını üzerine
çeker. Bu yeminîeşme koca için “Kazf” cezası ve kadın için zina cezası yerine
geçer, Liân, evliliği sona erdiren bir boşanma yoludur.
Liânı doğuran sebep
şudur. Bir erkek yabancı bir kadına zina ithamında bulunursa, bunu dört
şahitle ispat etmesi gerekir. Aksi halde zina iftirası yapmış sayılır ve
kendisine seksen değnek dayak vurulur.
[600]
Kazif cezası, önceleri, eşine zina isnadında bulunan ve bunu dört şahitle ispat
edemeyen koca için de uygulanıyordu.
1359- Sehl
b. Sa'd es-Sâidî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Uveymir el-Aclânî,
Aciân oğullarının iîeri geleni olan Âsim b. Adiyy'e gelip:
“Ey Asım! Hanımıyla
birlikte bir adamı gören bir kimse hakkında ne dersin? Onu öldürebilir mi? Bu
yüzden siz de kimseyi öldürür müsünüz, yoksa
bu kimse ne
yapabilir? Ey Asım!
“Benim için bu
konuyu Resulullah (s.a.v.)'e
soruver” dedi.
Âsim, bu konuyu
Resulullah (s.a.v.)'e sordu. O da, böyle sorulardan hoşlanmadı ve böyle
soruları kınadı. Hatta Resulullah (s.a.v.)'den işittiği sözler Âsım'a ağır
geldi. Âsim, evine döndüğünde Uveymir onun yanına gelip:
“Ey Âsım! Resulullah
(s.a.v.) sana benim sorumla ilgili olarak ne buyurdu?” dedi. Âsim:
“Sen bana hayr
getirmedin. Resulullah (s.a.v), sorduğun sorudan hoşlanmadı” dedi. Uveymir:
“Vallahi, kendisine
bunu sorana kadar soru sormaya son vermeyeceğim” dedi.
Resulullah (s.a.v.)
insanlar arasında bulunduğu bir sırada Uveymir çıkagelip:
“Ey Allah'ın resulü!
Hanımıyla birlikte bir adamı gören bir kimse hakkında ne buyurursun? Onu
öldürebilir mi? Bu yüzden siz de bu kimseyi öldürür müsünüz, yoksa bu kimse ne
yapabilir?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Allah, senin ve hanımının hakkında hüküm indirmiştir.
Git onu buraya getir” buyurdu.
Sehl b. Sa'd es-Sâidî
der ki:
“Daha sonra ikisi de
lanetlettiler. Ben, insanlarla birlikte Resulullah (s.a.v.)'in yanında
bulunuyordum. Lanetleşme bittiğinde Uveymir;
“Ey Allah'ın resulü!
Eğer ben onu halen nikahım altında tutarsam o zaman ben ona karşı yalancı
duruma düşerim” deyip Resulullah (s.a.v.), boşama emri vermeden önce üç talakla
onu boşadı.
Hadisin ravisi İbn
Şihâb der ki:
“Bu hareketi artık
lanetleşenlerin bir uygulaması/sünneti olmuştur.”
[601]
Vâcib, mekruh ve haram
olmak üzere üç kısma ayrılır:
a- Adam
karısını zînâ halinde yakalar veya kadın zînâ ettiğini itiraf ederse ve zînâ
olayı adamın karısına hiç yaklaşmadığı bir temizlik döneminde vukua gelmişse ve
adam bu iddiasından sonra da karısına hiç yaklaşmadığı halde kadın hâmile
çıkarsa, adamın bu çocuğun kendisine ait olmadığını isbât etmek için Hân yoluna
başvurması üzerine vâcib olur.
b-
Bir
kimse, kendi hanımının yanına, yabana bir kimsenin girdiğini görür ve zann-ı
galibi ile onunla zînâ ettiğine inanırsa, o zaman lîan yolu na başvurması
kerahetle caizdir. Hân yoluna başvurmaması daha iyi olur. Çünkü iiân yoluna
başvurmadığı takdirde sırrını ifşa etmemiş olur. Binâenaleyh bu durumda Hân
yolunu değil, talâk yolunu tercîh ekmesi daha iyi olur.
c-
Bu iki
durum dışında Hân yoluna başvurmaksa haramdır. Karısının zina ettiği dedikodusu
yaygınlaşan bir kimsenin Hân yapmasının caiz olup olmadığı meselesinde Şafiî
ulemâsıyle Ahmed'den iki görüş rivayet edilmiştir.
Hân devlet başkanının
veya hakimin huzurunda ve onlann emriyle yapılır. Karı-koca kendi arzu
ettikleri bir kimsenin huzurunda Hân yaparlarsa bu Hân geçerli olamaz. Çünkü
Hân Şiddetli bir cezadır. Bu şiddetin gerçekleşmesi, hakimin bulunmasıyla olur.
1360- Saîd
b. Cübeyr'den rivayet edilmiştir:
“Mus'ab İbn Zübeyr'in
emirliği zamanında, bana, “Lanetleşene iki kişini aralan ayrılır mı?” diye
soruldu. Ben ne diyeceğimi bilemedim. Bunun üzerine Abdullah İbn Ömer'in
Mekke'deki evine gidip hizmetçiye:
“Benim için içeriye
girmek için izin iste!” dedim. Hizmetçi:
“O, öğlen uykusu
uyumaktadır” diye cevap verdi. Derken Abdullah İbn Ömer, sesimi işitti ve:
“İbn Cübeyr mi geldi?”
diye sordu. Ben de:
“Evet” dedim. Abdullah
İbn Ömer:
“Gir! Vallahi, seni bu
saatte buraya ancak bir ihtiyaç getirmiştir” dedi. Ben de içeri girdim. Onu,
altına bir hayvan keçesi sermiş, içi lifle dol olan bir yastığa dayanmış
vaziyette buldum. Ona:
“Ey Ebu Abdirrahmân!
Lanetleşme yapanların araları ayrılır mı?” diye sordum. Oda:
“Subhânallah! Evet! Bu
meseleyi ilk soran, filan oğlu filandır” diye cevap verdi. Bu kimse,
Resulullah'a gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Ne buyurursun, birimiz karısını kötülük yaparken bulsa ne yapmalıdır? Konuşmuş
olsa pek büyük bir şey hakkında konuşacak, sussa yine böyle bir şey hakkında
susacak!” dedi.
Peygamber (s.a.v.),
sustu, ona cevâp vermedi. Bu sorunun ardından biraz vakit geçince o adam tekrar
gelip:
“Ey Allah'ın resulü!
Sana sorduğum başıma geldi” dedi. Bunun üzerine Yüce Allah Nûr Suresi'ndeki:
“Hanımlarına iftira atanlar.”
[602]
âyetlerini indirdi. Peygamber (s.a.v), bunları, o kimseye okudu, ona vaaz etti
ve nasihatte bulundu. Dünya azabının âhiret azabından daha hafif olduğunu ona
haber verdi. Adam:
“Hayır! Seni hak din
ile gönderen Allah'a yemin olsun ki, eşime iftira etmedim” dedi. Sonra kadını
çağırdı. Ona da vaaz ve nasihatte bulundu. Dünyâ azabının âhiret azabından daha
hafif olduğunu haber verdi. Kadın:
“Hayır! Seni hak dîn
ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bu adam gerçekten yalancıdır” dedi. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.) lanetleşmeye önce erkekten başladı. Adam,
kendisinin gerçekten doğru söyleyenlerden olduğuna dört defa Allah'a şehâdet
etti. Beşinci şehâdet:
“Eğer yalancılardansa
Allah'ın laneti kendi üzerine olması'
idi. Sonra Peygamber (s.a.v.) bunları kadına tekrarlattı. O da, adamın
gerçekten yalancılardan olduğuna dört defa Allah'a şehâdet etti. Beşincisi de:
“Eğer kocası doğru s
öyleye nlerdense Allah'ın gazabı kendi üzerine olması” idi. Daha sonra
Resulullah (s.a.v.) onları birbirinden ayırdı.
[603]
1361-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), lanetleşen iki
tarafa:
“Artık hesabınız Allah'a kalmıştır. Sizden birisi,
yalancıdır. Erkeği kast ederek senin, kadın için lian yapma hususunda bir
delilin yoktur” buyurdu. Erkek:
“Ey Allah'ın resulü!
Ona verdiğim mal ne olacak?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Senin için bir mal yoktur. Eğer sen kadın hakkındaki
iddianda doğru sözlü isen bu malın onun namusunu/tercini helal kılmana karşılık
sayılmıştır. Yok eğer sen bu kadınla ilgili iddianda yalancı isen bu mal
talebi senin için ondan daha uzaktır”
buyurdu.
[604]
Lian yapılırken kadın
eğer liandan önce kocasıyla bir yatakta yatmışsa mehrinin tümünü almaya hak
kazanır. Kocası ondan hiçbir hak iddia edemez. Bu konuda aiimier arasında ittifak
vardır. Eğer liandan önce kocası o kadınla bir yatakta yatmamışsa o zaman Ebu
Hanife, İmam Malik, İmam Şafii'ye göre kadın mehrinin yarsını hak eder.
1362-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Ensar'dan bir erkek ile hanımının arasında lanetleşme yaptı. Çocuğu anneye
vermek suretiyle ikisini arasını ayırdı.”
[605]
Açıklama:
Hadis, lanetleşme
sonucunda doğacak çocuğun nesebinin annesine ait olduğunu göstermektedir.
Çünkü erkek, çocuğun kendisine ait olmadığını ileri sürdüğü için çocuğun nesebi
babadan sabit olmaz. Anneye nispet edilir.
1363-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir Cuma gecesi
mescidde idik. Ansızın Ensârdan bir adam çıkagelip:
Eğer bir adam,
hanımının yanında/yatağında birini bulur da ona lâf söylerse, dayak vurup
öldürürse siz de o adamı kısâsen öldürür müsünüz? Yoksa susarsa gazap edilmesi
gereken bir şeye sükut etmiş olacaktır? Vallahi, ben, bunu mutlaka Resulullah
(s.a.v.)'e soracağım!” dedi. Ertesi gün Resulullah (s.a.v.)'e gelip sordu ve:
“Eğer bir adam,
haınımının yanında/yatağında birini bulur da lâf söylerse ona dayak vurup
öldürürse siz de o adamı kısâsen öldürür müsünüz? Yoksa susarsa gazap edilmesi
gereken bir şeye sükut etmiş olacaktır?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Allahümme'ftah” Allahım! Bize bu konudaki hükmünü
açıkla” buyurup dua etmeye başladı.
Nihayet liân âyeti, “Hanımlarına iftira atıp da kendilerinden başka şâhidleri
olmayanlar.”
[606] indi. Daha sonra bu iş,
halk arasında o adamın başına geldi, böylece hem o adama ve hem hanımı
Resulullah (s.a.v.)'e gelip lânetleştiler. Önce erkek:
“Kendinin hakikaten
doğru söyleyenlerden olduğuna Allah'a dört defa şehâdette bulundu. Sonra
beşincide: Eğer yalancılardansa Allah'ın laneti kendi üzerine olması lanetini
yaptı. Arkasından kadın liân yapmaya kalktı. Resulullah (s.a.v.), ona:
“Lanetleşmekten vaz geç!” buyurdu. Fakat kadın razı olmadı ve liân yaptı. Onlar
dönüp gittikten sonra Peygamber (s.a.v.):
“Umulur ki bu kadın kara, cılız bir çocuk doğurur” buyurdu. Daha sonra kadın kara, cılız bir çocuk
doğurdu.
[607]
1364- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hilâl b. Ümeyye,
hanımının, Şerîk İbn Sehmâ' ile zina ettiğini ileri söyledi. Bu kimse, Berâ' b.
Mâlik'in anne bir kardeşi olup İslam'da ilk lanetleşme yapan kimsedir. Hilâl,
hanımıyla lanetleşti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Kadını gözetleyin! Eğer beyaz tenli, düz saçlı, bozuk
gözlü bir çocuk doğurursa çocuk, Hilâl b. Ümeyye'ye; eğer sürme gözlü, cılız,
ince baldırlı bir çocuk doğurursa Şerîk b. Schmâ'ya aittir” buyurdu.
Daha sonra kadının
sürme gözlü, cılız ve ince baldırlı bir çocuk doğurduğunu haber aldım.[608]
Açıklama:
Hilal b. Ümeyye,
tarlasından yatsı zamanı evine dönmüştü, hanımını Şerîk ile zina ederken
gözüyle görmüş ve kulağıyla da her şeyi işitmişti. Fakat ses çıkarmayarak sabah
olduğunda Resulullah (s.a.v.)'e gidip durumu ona anlatmış, Peygamber
(s.a.v.)'de şahit getirmesini, yoksa kazl/iftira cezasına maruz kalacağını
bildirmiş. Bunun üzerine de lian ayeti inmiştir.
Lian olayı hicretin 9.
yılı Şaban aymda oldu. Han ayetinin sebeb4 nüzulü hususunda alimlerin ihtilafı
vardır. Uveymir hakkında mı, yoksa Hilal b. Ümeyye hakkında mı olduğu ile
ilgili olarak görüşler ileri sürülmüştür. Ayetin Uveymir hakkında indiğini
ileri sürenler, 1449 nolu hadisi delil getirmişlerdir. Alimlerin çoğu ise
îanetleşme ile ügili ayetin Hilal b. Ümeyye hakkında indiğini belirtmişlerdir.
Davudi ise bu iki
görüşü birleştirerek “Bu iki hadiste haber verilen iki olayın birbirine yakın
tarihlerde vuku bulmuş olması ve ayetin, bu iki kimse hakkında inmiş olma
ihtimali”nden bahseder.
1365-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edümiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
yanında lanetleşmeden söz edildi. Âsim b. Adiyy bu konuda bir söz söyledi,
sonra oradan ayrıldı. Derken hanımının yanında bir adamı gördüğünü şikayet
eden, kabilesinden bir kimse ona geldi. Asım:
“Ne bulduysam,
dilimden buldum” deyip o kimseyi Resulullah (s.a.v.)'e götürdü. O kimse,
hanımının üzerinde gördüğü kişiyi Resulullah (s.a.v.)'e de anlattı. İddiayı
yapan kimse, sarımtırak, kilosuz ve düz saçlı idi. Hanımının yanında gördüğünü
iâdia ettiği adam ise dolgun bacaklı, esmer tenli ve kilolu birisiydi. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allahım! Gerçeği sen açıkla!” buyurdu.
Sonunda kadın,
kocasının yanında gördüğünü iddia ettiği adama benzeyen bir çocuk doğurdu.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) ikisini lanetleştirdi.
Orada bulunan bir
kimse, Abdullah İbn Abbâs'a:
Resulullah
(s.a.v.)'in, “Delilsiz/şahitsiz bir
kimseyi recm etseydim o kadını recm ederdim" buyurduğu kadın, bu kadın
mıydı?” diye sordu. Abdullah İbn Abbâs:
“Hayır! Bu kadın
değildi. O kadın, müslüman olduğu halde kötülüğü açıkça işlerdi” diye cevap
verdi.
[609]
Âsim b. Adiyy'e gelen
kişi, Uveymir'dir. Çünkü Âsim b. Adiyy, Uveymir'in kabilesindendir.
1366- Muğîre
b. Şu'be (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Sa'd b. Ubâde:
“Eğer hanımımın
yanında bir kimseyi görürsem, kılıcın geniş yüzüyle değil keskin tarafıyla onu
vururum” demişti.
Onun bu sözü,
Resulullah (s.a.v.)'e ulaştı. Resulullah (s.a.v.):
“Sa'd'ın bu kıskançlığına şaşıyor musunuz? Allah'a
yemin olsun ki, ben ondan daha kıskancım. Allah'da benden daha kıskançtır.
Allah, bu kıskançlığı nedeniyle kötülüklerin gizlisini de açığını
da yasaklamıştır. Allah'tan daha kıskanç olan hiçbirkimse yoktur. Bu
nedenle Allah, kullarını hesaba çekmeye gerekçe
olması için uyarıcı ve müjdeleyici
olarak peygamberler göndermiştir. Allah'dan daha fazla övülmeyi seven
hiç kimse yoktur. Bu nedenle de kullarına cenneti vaat etmiştir” buyurdu.
[610]
Nur: 24/6, 9.
Kıskançlık kelimesinin anlamıjAllah'ın için başka ve insanlar için başkadır.
İnsanlar arasındaki kıskanma; kadının, kocası üzerindeki, kocanın kadın
üzerinde duyduğu şiddetli heyecandır.
Allah'ın kıskanması
ise kullarına olan merhameti, onlara hayr ve mutluluk dilemesidir.
1367- Ebu
Hureyri (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Fezâre oğullarından
bîr adam, Peygamber (s.a.v.)'e gelip ona:
“Hanımım, siyah bîr
oğlan çocuğu doğurdu” dedi. Peygamber (s.a.v.):
“Senin develerin var mı?” diye sordu. Adam:
“Evet, var” dedi.
Peygamber (s.a.v.):
“Onların renkleri nelerdir?” diye sordu. Adam:
“Kızıl” dedi.
Peygamber (s.a.v.):
“İçlerinde boz olanı var mı?” diye sordu. Adam:
“Evet, var” dedi.
Peygamber (s.a.v.):
“O halde bu onlara nereden geldi?” diye sordu. Adam:
“Herhalde bir damar
çekmiştir” dedi. Peygamber (s.a.v):
“Herhalde bu senin oğlun da böyle bir damara
çekmiştir” buyurdu.
[611]
Nur: 24/6, 9.
Hanımının dünyaya getirdiği çocuğun kendisinden olup olmadığı hususunda şüpheye
düşerek Resulullah (s.a.v.)'e gelip ona bu soruları yönelterek bu konuya ışık
tutmasına vesile olan sahâbî, Damdâm b. Katâde'dir.
Resulullah (s.a.v.)'e
bu soruları yönelten sahâbî, bu sorularıyla karısının dünyaya getirdiği
Çocuğun kendisinden olup olmadığından şüpheye düştüğünü ta'riz yoluyla ifâde
etmek ve Resulullah (s.a.v.)'in bu çocuğun kendisinin olmadığına hükmetmesini
sağlamak istemiştir. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.), çocuğun annesinin nikâhı
altında bulunduğu kimseye âit olduğuna hükmetmiş, renk farkının hüküm vermek
için yeterli bir delîl olamayacağını ifâde etmek istemiş, buna “Tohumları bir
olan develerde görülen çeşitli renkleri” örnek göstermiştir. Bu hadiste kıyası
ispat için geçerli bir delîl olduğuna ve biribirlerine benzeyen iki şeyin aynı
hükümde olacaklarına, kinayeli sözlerden hadd lâzım gelmediğine, kazfın/iftira
cezasının ancak sarih sözlerle sabit olabileceğine delîl vardır.
Dolayısıyla Bir kimse
çocuğunun renginin kendi kendine benzemediğinden şüpheye düşerek, bu çocuğun
kendisinden olmadığına hükmedemez. Dolayısıyla bu çocuğu reddetmek için davacı
olamaz.
Kölelik: Bilindiği
kadarıyla, eski Mısır, Babil, Mezopotamya, eski Yunanistan ve Roma
medeniyetlerinden itibaren binlerce yıllık geçmişi olan eski inanç, felsefe ve
uygarlıklarda kökleşmiş bir kurumdur.
İslam dini, kölelik
kurumunu, kademeli olarak kaldırmayı hedeflemiştir. İlk önce kölelerin
durumlarını iyileştirme yönünde çok önemli yenilikler getirdi. Öncelikle
İslam'ın getirdiği eşitlik ilkesine göre, hür-köle ayırımı yapılmaksızın bütün
insanlar bir erkek ile bir kadından yaratılmıştır.
[612]
Hz. Peygamber
(s.a.v.), savaş durumu dışında, hür bir insanı yakalayarak kölelştirmeyi
yasaklamıştır.
Gönüllü olarak köle
azad etme, en değerli ibadetlerden sayılmıştır.
[613]
Bazı suçların ve
hatalı davranışların günahlarından temizlenmek için köle azad edilmesi şart
koşulmuştur.
Köleliğin devam ettiği
dönemlerde müslümanlar, Kur'an ve Sünnetteki öğretiye uygun olarak; çoğunlukla
köle ve cariyelerine birer aile üyesi olarak bakmışlar, aynca köle satın alıp
azad ederek Allah'ın rızasını kazanmayı ahlakî bir şuur olarak sürekli canlı
tutmuşlardır.
[614]
1368-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kimse, bir köledeki hissesini azad edip kölenin
geri kalan kıymetini ödeyecek kadar mala sahip bulunursa, köleye, o maldan
adil bir kıymet biçilir. Ortaklarına hisselerini verir ve köle onun namına
azad olur. Eğer hissesini azad eden ilk kimsenin, diğer ortakların hisselerini ödeyecek bir
malı bulunmazsa, işte o zaman köleden azad ettiği hissesi azad olur.”
[615]
Açıklama: Ortaklardan
biri tarafından yarısı azad edilen bir kölenin diğer yansı, diğer ortak taraflarından
azad edilmeyince, kölenin kalan kısmının değerini sahiplerine ödeyerek azad
etme görevi, yine ilk yansını azad eden kimseye düşer. Fakat bu parayı ödemeye
gücü yetmezse, o zaman nasıl hareket edileceği meselesi alimler arasında
ihtilaflıdır.
Ebu Hanîfe'ye göre;
kölenin ilk yansını azad eden kimse fakirse, ikinci yansını da azad etmek için
köleyi çalıştırabilir.
1369- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmi§tir:
“Peygamber (s.a.v.),
iki kişi arasında ortaklaşa sahip olunmuş bir köle bulunur da, o iki kişiden
biri kendi hissesini azad ederse/bağışlarsa, böyle bir köle hakkında:
“Diğeri de azad etmeye mükellef olur” buyurdu.
[616]
1370- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim kölesi üzerindeki hissesini azad ederse, malı
bulunduğu takdirde kölenin değeri onun malındandır. Malı yoksa ağır işler
yüklememek şartıyla köle çalıştırılır.”
[617]
Açıklama: Bir
kimse bir köledeki hissesini âzadladığı zaman durumuna bakılır. Eğer
ortaklarının hisselerini normal bir fiatla satın alabilecek kadar maiı var ise
onların hisselerini de satın almaya ve satın aldıktan sonra köleyi kurtarmaya,
yâni hürriyetine kavuşturmaya mecburdur. Şayet onun bu kadar malı yok ise köle
yapabileceği işte çalıştırılmak suretiyle kalan hisselerin bedeli temin edilir
ve ortaklara böylece haklan verilmekle kölenin kalan kısmı da âzadlanmış olur.
1371- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bir gün Berîre,
efendisiyle imzalamış olduğu ve henüz borcundan bir şey ödemediği yazışma
anlaşmasında kendisine yardım etmesi için Aişe'ye gelmişti. Aişe, ona:
“Efendilerine dön! Eğer senin, velayet hakkın, bana
ait olmak üzere senin bu borcunu senin yerine ödememe razı olurlarsa, bunu
yaparım” dedi.
Bunun üzerine Berîre
gidip efendilerine bu durumu anlattı. Fakat onlar bunu kabul etmeyip:
“Sana yapacağı bu işin
sevabını Allah'tan umarak velayet hakkı da bizim olmak üzere yapacaksa yapsın”
dediler.
Bunun üzerine Aişe, bu
durumu, Resulullah (s.a.v.)'e arz etti. Resulullah (s.a.v.), Aişe'ye:
“Sen bu cariyeyi satın al ve hürriyetine kavuştur.
Onların ileri sürdüğü şartların hiçbir önemi ve geçerliliği yoktur. Çünkü
velayet hakkı, ancak köleyi hürriyete kavuşturan kimseye aittir” buyurdu.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.), mescide gidip orada ayağa kalkarak:
“Bazı insanlara ne oluyor da, Allah'ın Kitabında
olmayan bir takım şartlar ileri sürüyorlar. Allah'ın Kitabında bulunmayan bir
şartı ileri sürmek suretiyle bir sözleşme yapmış olan kimse için bu şarta
uyulmasını isteme hakkı yoktur. İsterse bu şartı yüz defa kabul ettirmiş olsun. Çünkü
Kur'an'da bulunan Allah'ın şartlar en doğru ve en sağlam olanıdır”
buyurdu.
[618]
Efendi ile köle
arasındaki bir mal üzerine yapılan sözleşmedir. Buna göre köle, kendisini,
efendisinden satın alır, borcunu ödeyince hürriyetine kavuşur. Bu sözleşmeden
sonra köle, kendisi için çalışır ve kazandığı mal kendisinin olur.
Mükatebe bir kölenin,
borcunun tümünü efendisine ödemedikçe kölelikten kurtulmuş olunmaz.
Ahmed b. Hanbel, İmam
Mâlik'e göre, mükateb köleyi satmak caizdir. Ebu Hanîfe i!e İmam Şafiî'ye göre
ise, mükatebe köleyi satmak caiz değildir.
Velayet hakkı, köleyi
hürriyetine kavuşturan kimseye aittir.
Berîre'nin,
efendisiyle, bazı rivayetlerde; dokuz ukiyyeye pazarlık yaptığı ifade
edilirken, diğer bazı rivayetlerde beş ukiyyeye pazarlık yaptığı ifade
edilmektedir. Her iki rivayette doğrudur. Çünkü dokuz ukiyyeden bahsedilen
rivayetlerde, üzerinde anlaşılan miktarın tümünden bahsedilmekte iken; beş
ukiyyeden bahsedilen rivayetlerde ise dört yıl içerisinde dört ukiyye ödendikten
sonra kalan beş ukiyyeden bahsedilmektedir. Bu bakımdan söz konusu rivayetler
arasında bir çelişki olduğu zannedilmemelidir.
“Vela” kelimesi,
sözlükte; tasarruf, muavenet ve muhabbet anlamında olup yakınlık manasına olan
“Veli” kelimesinden alınmadır.
Hukuki bir terim
olarak ise; mirasçılıga sebep olan hükmi bir akrabalıktır.
Bu akrabalık, azat
etme sonucu, efendi ile azatlı arasında meydana gelir ki, buna, “Velâ-i itâk”
denir.
Bu sebeple kölesini
azat eden kimse, kan bağıyla olan daha yakın asabesi bulunmadığına,
azatlısının mirasçısı olur.
Velayet ise; bir şeyi,
kudret cihetiyle tasarruf etme, bir kişinin işine kefil olma ve işini üzerine
alma demektir. Buna göre burada velâ; efendinin, azat ettiği köle veya cariyeye
mirasçı demektir. Çünkü miras hakkını kazandıran vela, ancak köle yada
cariyeyi azat etmek suretiyle olur.
Yalnız İslam'da
kölelik yoktur. Kölelik, İslam'ın geldiği ve hüküm sürdüğü ve bazı çağlarda
mevcuttu. Herhalde İslam buna kayıtsız kalamazdı. Bu nedenle de gerek Kur'an'da
ve gerekse de Sünnette yer yer köle ve cariye ile ilgili hukuktan bahsedilir.
Bu, İslam'ın, insana verdiği önemi göstermektedir.
Genel olarak,
kefaretlerde köle azat edilmesi yer almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'de, köle
ve cariyelerinin, özgürlüklerine kavuşmalannı ya teşvik etmiş yada bunu bizzat
uygulamıştır.
1372-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulııllah (s.a.v.),
azad edilen kimsenin velilik hakkının satılmasını ve hibe edilmesini
yasaklamıştır.”
[619]
Açıklama:
Burada yasaklanan
veladan maksat, vela-i ıtakadır. Vela-i ıtakanın sebebi ise azat etmek değii,
kölenin azad olmasıdır. Çünkü bir kimse yakın akrabasından bir köleye miras
yolu ile sahib olursa köle azad olur, velâ hakkı da sahibine verilir. Eğer
velânın sebebi azad etmek olsaydı sahibine verilmemesi icab ederdi. Çünkü
sahibi onu azad etmemişti, Azad olan köle Ölürse onu azad eden kimse yahut
vârisleri köleye mirasçı olurlar. Arablar bu hakkı kimi satar, kimi birine hibe
ederlerdi. Rasûlullah (s.a.v.) bunu men etti zira velâ hakkı neseb gibidir.
Hibe edilemeyeceği hususunda ittifak vardır.
1373- Ebu
Hııreyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Bîr kimse, kendisini azad eden kimselerin izni
olmaksızın bîr kavmi kendisine veli edinirse Allah'ın, meleklerin ve bütün
insanların laneti onun üzerine olsun! Kıyamet gününde onun farz ve nafile
hiçbir ibadeti kabul edilmeyecektir.”
[620]
Gazap ve reddetmek,
hayrdan uzaklaştırmak demektir. Fakat burada lanet ile kast edilen; Medine'de
günah işleyen bir müslümanın ebediyen cennet yüzü görememesi değil, cennete
doğrudan doğruya giremeyip bir müddet azab görmesidir. Yani bu lanet, kafirler
hakkında olan lanetle aynı manada değildir. Çünkü kafirler, ilahi rahmetten
tamamen mahrum kalacak ve ebediyen cennet yüzü göremeyeceklerdir.
[621]
Hadisin metninde geçen
“Sarf” kelimesi, farz olan ibadet anlamındadır. “Adi”, ise, nafile ibadettir.
Bunun aksini iddia edenler de olmuş, yine bu ikisine başka anlamlar yükleyenler
de olmuştur.
Yani o kimsenin
ibadetini rızasıyla kabul etmez. Yoksa o kimsenin ibadetiyle hak ettiği
mükafatı verir.
Konumuzu teşkil eden
bu hadis; hürriyetine kavuşturulmuş bir kölenin kendisini azad eden eski
efendisinin izni olmadan, kendisini, başka birine nispet etmesi; Allah'ın,
meleklerin ve bütün kısanların lanetine sebep olacak çirkin bir iş olarak
gösterilmiştir. Çünkü hürriyetine kavuşmuş bir kölenin mirası, kendisini nispet
ettiği kişiye kalacağından, kölenin yaptığı bu işte başkalarının hukukuna
saldın, nankörlük ve akrabadan ilgiyi kesmek gibi İsyanlar vardır.
1374- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim, mümin bir köleyi hürriyetine kavuşturursa,
Allah, o kölenin her organı karşılığında köleyi hürriyete kavuşturan kimsenin
organını cehennemden kurtarır.”
[622]
Açıklama:
Bu hadis, köle ve
cariye azad etmenin en faziletli amellerden biri olduğuna delildir. Köle azadı
sayesinde insan cehennemden kurtulup cennette girer. Bundan dolayıdır ki, azad
edilecek köle ve cariyenin sakat ve organının noksan olmaması müstehab
görülmüştür. Gerçi sakat ve organının noksan olmasıyla da sevab kazanılır.
Fakat ne de olsa, vücudu noksansız olan derecesinde değildir. Çünkü organa
bedel organ azad edeceği açıklanmaktadır.
Geçmişte olan kölelik
bugün tam anlamıyla olmadığına göre, köle azad etmek; “Fakir bir insanı, normal
bir yaşama döndürmeye çalışacak kadar yardımda bulunma” şeklinde de olabilir.
1375-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Babasını köle olarak bulur ve onu satın alıp
hürriyetine kavuşturması durumu hariç hiçbir evlat, babasının hakkını
ödeyemez.”
[623]
Açıklama:
Cumhura göre; bir
kimse köle olan babasını satın aldığı zaman, baba âzadlanmış olur. Yâni o kimsenin
babasını âzadlaması akdine ihtiyaç yoktur.
Köle olan babayı
azadlamanın, babanın evlâdına yaptığ: İyiliğe denk sayılması sebebi şudur: Bir
kimseyi kölelikten kurtarıp hürriyete kavuşturmak en büyük nimettir. Çünkü köle
olan kişi, helak olan kimse gibidir. Onu kölelikten kurtarmak onu hayata
kavuşturmak gibidir. Baba, .çocuğun hayata kavuşmasına vesile olduğu gibi çocuk
da köle olan babasını satın almak suretiyle hürriyete kavuşturmakla onu hayata
kavuşturmuş gibidir.
Bey1, Alışveriş
demektir. Sözlük olarak anlamı; malı mala veya malı semene değişmektir. Satmak
veya satın almak manasında da kullanılmıştır.
Alışveriş: Değeri olan
bir mah yine değeri olan başka bir mal veya para karşılığında değiştirme.
Aîış-veriş tarafların karşılıklı onayı ile yani İcab ve kabul ile gerçekleşir.
İki taraftan biri malı, diğeri karşılığı olan para veya kıymet taşıyan başka
bir malı ele geçirmeleri neticesinde satışın gerçekleştiği söylenebilir.
İslam dini, tabiî ve
fıtrî bir din olduğundan bu dinde, insanların imkan ve kabiliyetlerine göre
çalışıp kazanmaları, gerekli iş birliğini ve iş bölümünü sağlamalan ve
ihtiyaçları doğrultusunda harcama yapmaları tabiî kaşıianmış, ancak bu konuda
bazı temel ölçü ve ilkeler getirilerek iş ve ticaret hayatının düzen ve güven
içinde, haksıziık ve suistimalden uzak olarak işlemesine yardımcı olamk
istenmiştir.
İslam'ın, ticarî
hayatla ilgili getirdiği ilkeler, esasen hukukî alanda koyduğu kuralların bir
parçasını teşkil eder ve hepsi birden fıkhın muamelât ahkâmını oluşturur.
1376- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Mülâmese ile münâbeze
suretiyle yapılan iki alışveriş şekli yasaklandı. Mülâmese; alıcı veya
satıcıdan birisi, ne olduğunu incelemeden diğerinin elbisesine dokunmasıyia
gerçekleşen alışveriştir. Münâbeze ise iki taraftan birisinin elbisesini
diğerine atması ve bunlardan birisinin diğerinin elbisesine bakmaksızın
gerçekleşen alışveriştir.”
[624]
Açıklama:
Mülâmese ile münâbeze
türü alışveriş şekli, cahiliye dönemi alışveriş usullerindendi. İslam gelince
bu tür bir alışveriş yasaklandı.
1377- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
taş atımı satışını ve içerisinde aldatma bulunan alışverişi yasakladı.”
[625]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Garar”; bir kimsenin sahip olmadığı ve ileride sahip olabileceği yada ne
kadanna sahip olabileceği beili olmayan bir şeyi satmasıdır. Sudaki balığı, havadaki
kuşu, denizdeki inciyi, sahibinden kaçan hayvanı, bir hayvanın henüz doğmamış
yavrusunu satmak gibi.
Bu satışın sonunda;
malın hiç elde edilememesi yada umulandan daha az olması sözkonusu olduğu için
müşterinin, umulandan daha fazla olması mümkün olduğu için de alıcının aldanma
ihtimali vardır. Bu sebeple bu satışlara “Aldanma” ve “Aldatma” manasını
taşıyan “Bey'u'l-garar” denilmiştir.
Hattâbî'ye göre
“Bey'u'l-hasat” (=taş aümı satışı) iki şekilde tasavvur edilmektedir:
1- Satıcının
elindeki taşı atması ve taş yere düştüğü zaman alım-satım akdinin gerçekleşmiş
sayılması. Bundan sonra alıcının akdi kabul etmeme muhayyerleği kalmamış
oluyor.
2- Bir
kimsenin bir sürü koyunu satışa çıkanp attığı çakıl taşı hangi koyuna değerse o
koyunun önceden belirlenen fiata satılmasıdır. Hanefi fıkıh kitaplarında bu tür
satışa, “İlkâu'l-hacer” {=taş atma) denilmektedir. İbnü'l-Hümam bu satış
seklini bu şekilde tasavvur etmiş ve örneğinde koyun yerine elbiseyi koymuştur.
1378-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Cahiliyye halkı, deve
etlerini, birbirlerine gebe devenin yavrusu gebe kalıncaya kadar vadeyle
satarlardı. Gebe devenin yavrusunun gebeliğinden maksat; devenin doğurması,
sonra da doğurduğu yavrusunun gebe kalmasıdır. Resulullah (s.a.v.), bunu,
müslümanlara yasaklamıştır.”
[626]
Açıklama:
Habelu'l-Habele;
cahiliye halkının uyguladığı bir alışveriş şekli idi. Kişinin, deve etini, deve
doğuruncaya kadar, sonra da karnındaki doğuruncaya kadar bir vadeyle
satmasıdır.
Habelu'l-habelenin,
bizzat ravi tarafından yapılan tefsiri, Buhârî'deki ve Müslim ile Ebuı
Dâvud'daki rivayetler arasında biraz farklılıklar göstermiştir. Buna göre
birisinde, “Hayvanın karnındaki yavrusunun hamile olması”, ötekisinde ise “O
yavrunun da doğurması” denilmiştir.
Habelu'l-habelenin
satışından maksadın ne olduğunda da alimler ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda
alimler iki gruba ayrılmışlardır:
1-
Satıcının, “Bu malı sana şu deve kamındakini doğurup sonra da o yavru doğuruncaya
kadar bir vadeyle sattım” demesidir. İmam Şâfıî ile İmam Mâlik, bu görüştedir.
2- Bir
kimsenin, devesinin karnındaki yavrunun doğuracağı yavruyu satmasıdır. Yani “Şu
devenin karnındaki yavrudan doğacak olan yavruyu sana sattım” demesidir. İmam
Ahmed, İshak b. Rahuyeh ve İbnü'l-Hümam'ın ifadesine göre, Hanefıler bu
görüştedir.
Her iki açıklamaya
göre de bu satış caiz değildir. Çünkü birinci izaha göre vade belirsizdir.
İkinci izaha göre ise olmayan bir şeyin satışı söz konusudur. Ayrıca işin
içerisinde garar da girmektedir.
1379-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Bir kimse, din
kardeşinin satışı üzerine satış yapmasın. Onun dünürlüğü üzerine dünür
göndermesin. Din kardeşi kendisine izin verirse o başka!”
[627]
Açıklama:
Konuyla ilgili olarak
olarak 1372 nolu hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
1380- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Binekli gelenler pazar yeri dışında satış için
karşılanmaz. Birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Şehirli, ihtikar
sebebiyle köylü adına satış yapmasın. Satışa çıkarılacak develer ile koyunların
sütlerini sağmamak suretiyle memelerinde biriktirmeyin. Kim sütü sağılmayıp
göğsünde biriktirilmiş hayvan satın alırsa, alan şahıs bu alıveriş
sözleşmesinin arkasından kendisi o hayvanı sağdıktan sonra iki tercihten
birinde serbesttir. Eğer bu hayvandan razı olursa hayvanı alıkoyar, razı
olmazsa hem o hayvanı geri verir ve hem de sütünü sağması karşılığında
bir sa hurma verir.”
[628]
Açıklama:
Şehre getirilmekte
olan mallan daha şehir dışında iken karşılayıp saün almak, onların şehre
girmesini engel olmak. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bunu yasaklamasının iki önemli
hikmeti vardır:
Genellikle yollara
çıkıp ticari kafileleri karşılayanların maksadı üreticinin elindeki malı ucuza almaktır.
Çünkü köyden üretici şehirdeki fiatı bilemez. Özellikle kendilerini karşılayan
tacirler, pazardaki fiatlan gizler yada olduklarından daha az gösterirler-se,
üreticinin aldanması daha fazla olur.
Şehre gelen malı yolda
karşılayan kimsenin maksadı, fazla kazanç elde etmektir. Dolayısıyla bu
durumda oİan kişi, üreticiden aldığı malı elinden geldiği kadar pahalıya satmak
İsteyecektir. Bu durum, tekelciliğe de yol açabilir. Serbest rekabete engel
olur. Fiyatların düşmesinde önemli payı olan rekabet imkanı ortadan kalkınca
fiyatlar artar, bundan da tüketici zarar görür.
İmam Mâlik, İmam
Şafiî, İmam Ahmed'e göre; tacirlerin, üreticileri şehir dışında karşılamayı
mekruh kabul etmişlerdir.
Hanefilerin bu
konudaki görüşleri ise İmam Merginânî'nin “el-Hidaye” adlı eserinde şöyle
anlatılır: “Şehre gelen malı yolda karşılamak yasaklanmıştır. Bu, şehir halkına
zarar geldiği zamandır. Ama zarar gelmezse, bir sakınca yoktur. Ayrıca tacir,
mal getirenlerden çarşıdaki fiyatları gizlerse, yine mekruhtur. Çünkü bunda,
hem aldatma ve hem de zarar verme söz konusudur.”
Hadis; şehirlinin,
bedevinin malını satıyermesinin caiz olmadığına delalet etmektedir. Bu
yasaktaki hikmet; hem şehir halkının ve hem de bedevinin zaranna engel
olmaktır. Bugün köyden şehre mal getiren köylü veya taşradan büyük şehirlere
mai getirip simsarlann eline düşen taşralı da bedevi hükmündedir. Şevkânî (ö.
1250/1834)'ye göre ise; hadiste, bedevinin tahsis edilişi, o zamanki çoğunluğa
binaendir. Piyasa fiyatlannı biimeyen herkes bedevi hükmündedir.
Hanefilere göre bu
şekildeki satış mekruhtur. Fakat hukuken bu satış geçerlidir. Buradaki yasak;
şehirli kıtlık ve ihtiyaç içerisinde olduğu zaman söz konusudur. Çünkü bu
satışta, şehirlilere zarar vereceği için yasaklanmıştır. Ama ortalıkta kıtlık
veya ihtiyaç olmazsa, herhangi bir zarar söz konusu olmadığı için bir sakınca
yoktur. Çünkü günümüzde alim satım sahalarının fevkalade genişlediği
zamanımızda bu yolla yapılan satışlar, eğer hem şehirliye ve hem de köylüye
zarar verecek durumda değilse, bu tür satışların caiz kabul edilmesinin uygun
olduğu kanaatindeyiz.
Sütlü görünsün de
fiyatı artsın diye hayvanı sağmayıp sütünü memesinde bekletmeye “Tasriye”, bu
durumdaki hayvana da “Musarrât” denir.
Ebu Hanîfe'ye göre;
müşteri, hayvanı sağdıktan sonra artık o hayvanı satın aldığı kişiye geri
veremez. Fakat satıcıdan hayvanın değerinin farkını talep edebilir.
1381-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
müşteri kızıştırmayı yasaklamıştır.”
[629]
Kişinin bir malı satın
almak istemediği halde müşteriler arasına girip fiyat yükseltmesine denir.
1382-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
satmak için pazara getirilen satılık malları yolda karşılamayı yasaklamıştır.”
[630]
1383-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Satmak için pazara getirilen satılık malları yolda
karşılamayın. Kim karşılarda ondan bir şey satın alırsa sahibi pazara
geldiğinde serbesttir.”
[631]
Açıklama:
1470 nolu hadisin
açıklamasına bakabilirsiniz.
1384-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
binekli gelenler pazar yeri dışında satış için karşılanmasının ve şehirlinin
köylü adına satış yapmasını yasakladı.”
Hadisin ravisi Tâvûs
der ki: Abdullah İbn Abbâs'a:
“Şehirlinin köylü
adına” sözünün anlamı nedir?” diye sordum. O da:
“Ona simsar olmasın demektir!” buyurdu.
[632]
1385- Câbir
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Şehirli, köylü adına satış yapmasın. İnsanları
bırakın da, Allah onları birbirleriyle rızıkİandirsın.”
[633]
1386- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kardeşi veya babası
da olsa şehirli kimsenin, köylü adına satış yapması bize yasaklandı.”
[634]
1387- Ebu
Hureyrc (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim sütlü görünsün diye memesindeki süt sağılmamış
bir koyunu satın alırsa, hemen onu götürüp sağsın. Eğer sütünden memnun
kalırsa onu mülkiyetinde bırakır, aksi taktirde hayvanı beraberinde sağdığı
sütün karşılığı olarak bir sa kuru hurmayla sahibine geri iade eder.”
[635]
1388- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim sütlü görünsün diye memesindeki süt sağılmamış
bir koyunu aldanarak satın alırsa, üç gün muhayyerdir. İsterse bu koyunu elinde
tutar, isterse sağdığı sütün akrşıhğı olarak bir sa hurmayla hayvanı sahibine
geri iade eder.”
[636]
Açıklama:
Müşteriyi aldatmak
için hayvanın sütünü memesinde biriktirmek caiz değildir. İmam Mâlik, İmam
Şafii, İmam Ahmed; bu hadisi delil getirerek:
“Bir kimse sütü memesinde
biriktirilmiş bir hayvan satın alır da sağdıktan sonra onu beğenmezse,
dilediği takdirde hayvanı sahibine verir, onunla birlikte bir sa da kuru hurma
verir” demişlerdir.
İmam A'zam Ebu Hanîfe
ile İmam Muhammed'e göre ise:
“Müşteri sütü
biriktirilmiş hayvanı, “Hıyâr-ı ayb” denilen “Kusur muhayyerliği” ile sahibine
iade edemez. Ancak noksanlığı ödetir. Çünkü burada iadeye engel olan ayn bir
fazlalık vardır” demişlerdir.
Noksanlığı ödetme
hususunda Ebu Hanîfe'den iki görüş nakledilmiştir. Birinci görüşe göre,
satıcıya hayvanın parasını noksan eder. İkinci görüşe göre ise satıcıdan bir
şey isteyemez. Çünkü sütün memede toplanması bir kusur değildir.
Hanefilere göre, bu
hadis, İslam'ın ilk yıllarında geçerli olup daha sonra bu hüküm nesh
edilmiştir.
1389-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim bir yiyecek maddesi satın alırsa onu tamamen
teslim almadıkça satmasın.”
Abdullah İbn Abbâs:
“Diğer şeylerin de
böyle olduğunu zannediyorum” dedi.
[637]
1390-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah
(s.a.v.) zamanında yiyecek maddesini satın alır ve onu teslim almadan önce
satmak ister idik. Resulullah (s.a.v.) ise bize birini gönderip o malı satmadan
önce satın aldığımız yerden başka bir yere götürülmesini emrederdi.”
[638]
1391-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, yiyecek maddesini, binekti gelenlerden göz
kararıyla alırdık. Sonra Resulullah (s.a.v.), bizi, yiyecek maddesini aldığımız
yerden götürmeden satmayı yasakladı.”
[639]
Açıklama:
Bir kimse, 10 milyon
iiraya gıda maddesi alır, fakat daha sonra onu teslim almadan 20 milyon liraya
bir başkasına satar, böylece müşteriye yiyecek maddesini teslim etmeden 10
milyon karşılığında 20 milyon lira kazanmış olur. İşte konumuzla ilgili
hadisler, yiyecek maddesi satın alan bir kimsenin o malı teslim almadan bir
başkasına satamayacağını göstermektedir. Bu hüküm, sadece yiyecek maddelerine
mi, yoksa başka maddeleri kapsayıp kapsamadığı meselesi tartışma konusu
olmuştur. Bu konuda dört görüş ileri sürülmüştür:
1- Cinsi ne
olursa olsun her çeşit malın teslim alınmadan bir başkasına satılması caiz değildir.
Bu görüş; Şafiiler ile Hanefilerden İmam Muhammed'e aittir.
2- Ölçü ve
tartıyla alınıp satılan malların teslim alınmadan satılmaları caiz değil,
diğerlerinin satılmaları caizdir. Bu görüş ise İmam Ahmed'e aittir.
3-
Akar/taşınmaz malların teslim alınmadan başka birisine satışı caiz, diğer
malların satışı caiz değildir. Bu görüş ise Ebu Hanife ile Ebu Yusuf'a aittir.
4- Yenilen
ve içilen maddelerin teslim alınmadan sattlmalan caiz değil, bunların dışındakilerin
satışı ise caizdir. Bu görüş ise İmam Malik'e aittir.
Gıda maddelerinin
teslim alınmadan satılmaları bütün âlimlere göre caiz değildir. Diğer
maddelerde ise alimler ihtilaf etmişlerdir. Hz. Peygamber'den konuyla ilgili
olarak gelen hadisler genelde gıda maddelerini konu edinmiş, bir genelleme
yapmamıştır. Zamanımızda bu yolla yapılan alışverişlerin yaygınlığı ve bundan
kurtuluşun mümkün olmadığı gözönüne alınınca en yumuşak görüş olan Mâlikîlerin
görüşünü taklidde zaruret görünmektedir. Tabiî bu gıda maddelerinde
uygulanamaz.
Bu meselede farklı
görüşlere sahip bu kimselerin her birinin dayandığı ayrı ayrı delilleri vardır.
1392-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, insanları,
Resulullah (s.a.v.) döneminde gördüm; yiyecek maddesini göz kararıyla satın
alırlarsa, aldıkları şeyi hemen orada satmalarından dolayı dayak yerlerdi. Bu
yasaklılık hali, aldıkları şeyî evlerine götürünceye kadar devanı ederdi.”
[640]
Açıklama:
Suyûtî'ye göre; bu
dövme, zabıtalar/mu htesipler tarafından gerçekleştirilmekte, alışveriş ve
muamelelerde şer'i hükümlerin aksine hareket edildiği için bu yola başvurulmaktadır.
Nevevî'ye göre; bu
hadis, fasid yolla alışveriş yapanların, yetkili makamlar tarafından
cezalandırılacağını ifade etmektedir. Verilecek cezanın tayini, yetkili
makamlara aittir. Hatta bedenî cezada verebilir.
[641]
1393- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
ölçü miktarı bilinmeyen kuru hurma yığınını, ölçeği belli kuru hurma
karşılığında satmayı yasakladı.”
[642]
Açıklama:
Hadis, miktarı belli
olmayan hurmanın, miktarı malûm hurma ile satılmasını sarahaten haram
kılmaktadır. Ulemâ buradaki mumâseletin bilinmemesi hakîkaten fazlalık
mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Zîrâ hurma da ribeviyyât denilen şeylerden
biridir, Bunlar cinsi cinsine satıldıkları vakit birinin diğerinden fazla
olması caiz değildir. Birbirlerine müsâvî olmaları nass-ı hadîsle beyan
buyurulmuştur. Nitekim yeri gelince görülecektir. İki hurmadan birinin miktarı
bilinmeyince müsavat da tahakkuk edemez. Buğdayla buğdayın, arpa ile arpanın ve
diğer ribevî eşyanın cinsi cinsine satışları dahî hurma ile hurmayı satmanın
hükmü gibidir.
[643]
1394-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Alışveriş yapan kimselerden her biri, birbirlerinden
ayrılmadıkları müddetçe, arkadaşına karşı muhayyerdir/pazarlıktan vazgeçme
hakkına sahiptir. Ancak taraflardan birine alışverişi iptal etme yetkisi veren
satış türü bunun dışındadır.”
[644]
1395-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İki kişi, alışveriş yaparlarsa, beraber bulunup
birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe, onlardan her biri pazarlıktan vazgeçme
hakkına sahiptir. Meğer ki, biri diğerini muhayyer bıraka! Eğer biri diğerini
muhayyer bırakır da, bu şartla alışveriş yaparlarsa, bu alışveriş vacip
olmuştur. Eğer alış verişi yaptıktan sonra ayrılırlar da ikisinden biri satıştan
vazgeçmezse, yine o zaman bu alışveriş işlemi geçerli olmuştur.”
[645]
Açıklama:
Hadis, alıcı ve
satıcının birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe, yaptıkları akdi fesh
edebileceklerine delalet etmektedir. Bazı alimler, bu muhayyerliğe, meclis
muhayyerliğe, bazıları da kabul muhayyerliği demektedir. Bu ayrı isimlendirmeye
sebep, konunun hükmündeki farklı görüşlerdir.
a- Alıcı ve
satıcı akdi yaptıkları meclisten bedenen ayrılmadıkça taraflardan birisi akdi
bozmak yetkisine sahiptir. Buna göre taraflar arasında icab (=alim veya satım
teklifi) ve kabul (=yapılan teklifi kabul) tamamlanmış, yani alışveriş
yapılmışsa, taraflar o mecliste bulundukları
müddetçe, birisi:
“Ben bu
akdi bozuyorum, almaktan
tada satmaktan vazgeçtim”
diyebilir. Buna meclis muhayyerliği denilir.
b- Alıcı
veya satıcı, fiyatta anlaşıp: “Aldım ve sattım” diyerek akdi kesinleştirdikten
sonra artık tarafların hiçbirisinin akdi bozma yetkisi yoktur. Bu konudaki
hadislerde söz konusu sdilen muhayyerlikten maksat; kabul muhayyerliğidir.
Meclisten maksat; söz meclisidir.
Bu görüşe göre,
alışverişte bulunacak olan taraflardan birisi icabda bulunsa, alışverişle lgili
söz devam ettiği müddetçe bu icabı kabul edip etmemekte serbesttir.
1396- Hakîm
b. Hizam (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Alıcı ve satıcı birbirlerinden ayrılmadıkları
müddetçe pazarlıktan vaz-eçme hakkına sahiptir. Eğer iki taraf dürüst olup
birbirlerine açık davranır-ırsa alışverişleri iki tarafa da bereketli olur.
Eğer iki taraf birbirlerine karşı iklı davranıp yalan söylerlerse
alışverişlerinin bereketi gider.”
[646]
Açıklama:
Burada alışveriş yapan
müslümaniar dürüstlüğe teşvik edilmekte; dürüstlüğün, akde beket, hile ve
yalancılığın ise zarar vereceği belirtilmektedir. Bu arada; malın varsa aybmin
ıkça söylenmesinin berekete, gizlenmesinin ise zarara sebep olduğu ifade
edilmektedir.
Burada akla şöyle bir
soru gelebilir: Peki, bu satışın hukukî sonucu nedir? Herkes başına lene razı
mı olacaktır, yoksa malı verip parasını geri almak hakkına sahip midir? Kısaca
bu konuya temas edelim;
Önce ayıp kusur ne
demektir? Bunun tarifini verelim. Hanefî âlimlerine göre; tacirler arasında
fiata menfi yönden tesir eden yani fiatı düşüren her kusur ayıptır. Aybi
tayinde başvurulacak merci bu işin ehli olan tacirlerdir.
Ayıplı olan bir mal
satın alan kişi, eğer malı alırken maldaki kusuru görür ve buna razı'oiursa
artık itiraz hakkı kalmaz. Ama alıcı, malı aldığı zaman maldaki aybı farketmez
de daha sonra anlarsa isterse fiatta değişiklik yapmadan malı kabul eder,
isterse satıcıya geri verip parasını alır. İşte müşterideki bu muhayyeriiğe;
ayıp muhayyerliği manasına “Hıyâru'l-ayb” denilir. Müşterinin, malı geri
vermeyip de, fiatını düşürtmeye hakkı yoktur. Ancak müşteri, satın aldığı mal
üzerinde onun özelliğini değiştirecek biçimde bir tasarrufda bulunur veya mal
müşterinin elinde de ayıplanır ve daha sonra eski aybını farkederse; eski aybın
malda meydana getireceği değer farkını geri alır. Fakat sonraki durumda satıcı
malını yeni aybı ile birlikte geri almaya razı olursa alır. Bu durumda müşteri,
malı vermeyip ayıpdan dolayı paranın bir kısmını geri isteme hakkına sahip
değildir. Ya eski ayba razı olup, malı elinde tutacak veya geri verip parasını
alacaktır.
Maldaki ayıptan dolayı
müşterinin muhayyerliği olan “Hıyâru'1-ayb”; fıkıh kitaplarının bey1
(=alım-satım akdi) bahsinde müstakil bir başlık altında incelenmiştir.
[647]
1397-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Resulullah
(s.a.v.)'e alışverişte aldandığını anlattı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Kiminle alışveriş yaparsan: “Aldatmaca yok!” de” buyurdu. Artık o kimse, alışveriş yaparken:
“Aldatmaca yok!” derdi.[648]
Açıklama:
Bu kimsenin, Habbân b.
Munkiz olduğu rivayet edilmiştir. Bu kimse, alışveriş yaparken aldandığı
gerekçesiyle Hz. Peygamber (s.a.v.)'e başvurunca Resulullah (s.a.v), ona; bir
alışveriş yapacağı zaman “Dinde aldatma yok” demesini söyledi. O zat da,
bundan sonra Resûlullah (s.a.v.)'in dediğini yaptı. Böylece onunla alışveriş
yapan müslüman, onun ticaretten anlamadığını, fiatlara vâkıf olmadığını anhyor
ve onu kandırma cihetine gitmiyordu.
1398-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
olgunlaştığı meydana çıkıncaya kadar meyveyi satmayı yasakladı. Bunu, hem
satıcıya ve hem de alıcıya yasakladı.”
[649]
1399-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Meyveyi, olgunlaştığı ortaya çıkıp afetten
kurtuluncaya kadar satmayın.”
Abdullah İbn Ömer:
“Meyvenin
olgunlaştığının ortaya çıkması; meyvenin kızarması ve sararmasıdır” dedi.
[650]
1400-
Ebu'l-Bahterî'den rivayet edilmiştir: “Abdullah İbn Abbâs'a, hurma satışını
sordum. O da:
“Resulullah (s.a.v.)
sahibi yiyinceue yada yenilinceyc ve tartılmcaya kadar hurmayı satmayı
yasakladı” dedi. Abdullah İbn Abbâs'a tekrar:
“Tartılacak ne demek?”
diye sordum. Abdullah İbn Abbâs'm yanında bulunan bir kimse:
“Göz kararıyla
ölçülünceye kadar” diye cevap verdi.
[651]
1401-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
olgun olduğu anlaşılıncaya kadar meyve satışını ve yaş hurmayı kuru hurma
karşılığında satmayı yasakladı.”
[652]
Açıklama:
Meyvenin
olgunlaşmasından maksadın ne olduğu hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür:
1- Meyvenin
kızarmaya veya sararmaya başlaması, yani olgunlaşmaya başlamasıdır. Bu
Şâfiîlerin görüşüdür.
2- Afetten
ve bozulmaktan zarar görmez duruma gelmesidir. Bundan maksat; çürüme, dökülme
ve hastalanma vaktini geçirmesidir. Bu, Hanefilerin görüşüdür.
3-
Meyvelerin
işe yarar hale gelmesi. Bundan maksat; meyvenin, örneğin hayvan yemi olacak
duruma gelmesi değil, istenilen kıvama gelmesidir. Bu da, Kastallanî'nin
görüşüdür.
Bu hadiste konu edilen
satış, şüphesiz ağacın dalındaki meyveyle ilgilidir.
Diğer üç mezhebin
görüşünün aksine Hanefilere göre; henüz olgunlaşmanın meydana çıkmadığı meyveyi
satmak caizdir. Çünkü Hanefilere göre mutlak olan akid, meyvenin hemen
toplanmasını gerektirir. Bu da, henüz olgunlaşmanın meydana çıkmadığı meyveyi
hemen toplamak şartıyla satmak gibidir.
1402- Zeyd
b. Sabit (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
bu yasaklamasından sonra ariyyenin taze veya kuru hurma karşılığında
satılmasına ruhsat verdi, bundan başkasına izin vermedi.”
[653]
1403- Zeyd
b. Sabit (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
ariyye sahibine, ariyyenin, göz kararıyla kuru hurma karşılığında satmaya izin
verdi.”
[654]
Satışı haram
kılınanların dışında kalan meyve demektir. Buna göre ariye; meyve ağacı veya
parası olmayan ihtiyaç sahibi bir kimsenin, çoluk, çocuğuna taze meyve tattırmak
kastıyla elindeki kuru meyveyi verip göz kararıyla ağaçtaki taze meyveden o
miktarda meyve satın almasına denir.
Ariye satışı, elinde
kuru meyve olduğu halde, parasızlık yüzünden yeni çıkan yaş meyveyi
yiyemeyenlerin başvurusu üzerine tanınan bir ruhsattır.
Esas itibariyle, kuru
meyve vererek yaş meyve satın almak şeklindeki müzabene satışı yasaklanmıştır.
Bu durum, kuru meyvesi olanlara! da turfanda meyve yetiştirenlere bazı
zorluklar getirmekteydi. Resulullah (s.a.v.) kayıtlı olarak bu değiş-tokuşa
izin vermiştir. Yalnız ariye suretiyle yapılacak alım-satım, 5 vesk yani 1 deve
yükü miktannı geçmemelidir.
Hanefilerden, ariyenin
caiz olacağı miktar konusunda bir görüş nakledilmiş değildir. Bu, Hanefilerin
ariyeyi, bir satış değil hibe telakki etmelerinden dolayı olsa gerektir. Çünkü
hibenin bir ölçüyle sınırlandırılması şartı yoktur.
1404- Sehl
b. Ebi Hasme (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
taze hurmayı kuru hurma karşılığında satmayı yasaklayıp:
“Bu ribadır, bu nıüzâbenedir” buyurdu.
Yalnız ariyyenin ve
bir-iki ağaç hurmanın yemişini satmaya izin verdi. Onu, bir ev halkı, kuru
hurmayla tahmin ederek alıp taze taze yerlerdi.
[655]
1405- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
beş veskten daha az yada beş vesklik ariyyelerin göz kararıyla satışına izin
verdi.”
[656]
Deve, katır ve
merkebin yükü demektir. Bir vesk, 60 sadır. Bir sa ise, 1040 dirhem olup örfi
dirhem esas alındığında, 3,334 kg'dır. Buna göre 60 X 3,334 = 200 kg. etmektedir.
1406-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
muzâbeneyle yoluyla yapılan satışı yasakladı. Müzâbene; taze hurmayı kuru hurma
karşılığında ölçekle satmak ve taze üzümü kuru üzüm karşılığında ölçekle
satmaktır.”
[657]
1407-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
muzâbenefyle yoluyla yapılan satışı yasakladı.
Müzâbene; hurmanın
yemişini kuru hurma karşılığında ölçekle satmak ve kuru üzümü de taze üzüm
karşılığında ölçekle satmaktır. Bir de, göz kararıyla yapılan her meyve
satışını yasakladı.”
[658]
Olgunlaşmamış yada
yeni meyvenin daha ağacında iken satın alınmasına denir.
Bu konuda gelen
hadisler; meyveyi, olgunlaşmadan satmanın yasak olduğunu göstermektedir.
Olgunlaşmaktan kasıt; san renkli meyvelerin sararması, kırmızı olanların
kızarması, hububat ve sebzelerin ise faydalanır hale gelmesidir.
İmamı A'zam'a göre;
ağaçta meyve göründükten sonra olgunlaşmaktan satmak caizdir. Ağaç üzerindeki
meyveler, şu şartlara göre satılabilir:
a- Meyvenin
olgunlaşacağı ortaya çıkmalıdır. Soğuk vurması, dolu vurması gibi afetler
atlatılmış, normal şartlarda ağaçtaki meyvelerin olgunlaşacağı kanaati hasıl
olmuşsa artık meyve hasat edilmeden, miktan tahmin yoluyla tespit edilerek
satılabilir.
b- Satış
muamelesi, faize giren şartlarla olmamalıdır. Yani yaş hurma karşılığında kuru
hurma değiştirmek gibi.
Bu çeşit bir
alım-satımda aldatma ve aldanma durumları, açık ve nettir. Resulullah
(s.a.v.)'de, kişinin, alım-satımda aldatan yada aldanan kişi olmaması için bu
tür bir alışverişi yasaklamıştır.
Kişi de, alım gücünün
oluşabilmesi, temel hakkı olan adaletin uygulanmasıyla daha rahat bir
alışveriş yapabilme imkanına sahip olacaktır. Burada kişi, koruma altına
alınmaktadır. Böylece aldatılmaktan kurtulmuş olacaktır. Çünkü İslam dini,
kişilerin; hem dünyalanni ve hem de ahiretlerini ilgilendirmektedir. müslüman
bir kişi, bu tür bir halde insanı aldattığı takdirde, dünyada bunun hesabını
vermediğinde ahirette mutlaka bunun hesabının vereceğini bilmektedir. Bu şuur
ve bilinçle hareket eden kişi, hem dünyasını ve hem de ahiretini koruyabilmek
için iyi dürüst davranmak zorundadır.
1408-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Kim hurmalığı aşılama yaptıktan sonra satarsa, alıcı
da herhangi bir şart koşmamişsa ağaçtaki ürün satıcınındır” buyururken işittim.
[659]
Açıklama:
Hadîs, hüküm
itibariyle iki konuyu kapsamaktadır:
1- Elinde
malı olan bir köle satıldığı takdirde, mal satıcıya aittir. Ama müşteri pazarlık
ederken malı da birlikte satın almayı şart koşmuşsa o zaman mal müşterinin
olur.
Bu, alimlerin ihtilaf
ettiği konulardandır.
2- Dalında
meyve olan aşılanmış bir hurma ağacı satılırsa, ağaçtaki hurma satıcıya aittir.
Ama müşteri hurmanın kendisi için oîmasinı şart koşmuşsa hurma müşterinin olmuş
o!ur.
Hanefilere göre; ağaç
ister aşılı olsun, ister aşısız olsun, meyve ağacın satışına girmez. Satıcıya
aittir. Müşteri meyvenin kendisine ait olmasını şart koşmuşsa müşterinin olur.
Hanefiler, bu konuda “Kim içerisinde hurma ağacı olan bir araziyi satın alırsa,
meyve satıcıya aittir. Müşteri meyveyi kendisi için şart koşarsa başka” Zeylaî,
Nasburâye” hadisine ve ekine kıyas ederler.
1409- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
münâkaleyi, muzâbeneyi, muhabereyi ve meyveyi olgunlaşmadan satmayı yasakladı.
Olgunlaşmamış meyve, ariye türü satış hariç sadece dinar ve dirhem parayla
satılabilir.”
[660]
Başağından ayrılmamış
buğdayın tahminî olarak o kadar miktardaki buğday karşılığında satılmasına
denir.
Mahsulün üçte yada
dörtte biri karşılığında toprağı kiralamaya denir.
Bir ağacın meyvesini,
daha meyveler çıkmadan önce, iki-üç yada daha çok seneliğine satmaktır. Bu
satış batıldır.
1410- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
muhâlekayi, muzâbeneyi, muhabereyi ve işkâh haline gelinceye kadar hurma satın
almayı yasakladı.
İşkâh; hurmanın
kızarması yada sararması veya bazı tanelerinin yenilmeye başlanmasıdır.
Muhâkale ise;
ekinliğin bilinen bir zahire karşılığında ölçekle satılmasıdır.
Muzâbene ise;
hurmalığın meyvesi birkaç yük kuru hurma karşılığında satılmasıdır.
Muhabere ise; üçte
bir, dörtte bir ve buna benzer şeylerdir.
Zeyd b. Uneyse der ki:
Atâ'ya:
“Sen, Câbir b.
Abdullah'ı, bu hadisi Resulullah (s.a.v.)'den naklederken işittin mi?” diye
sordum. Atâ':
“Evet” cevabını verdi.
[661]
1411- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
muhâkaleyi, muzâbeneyi, muâvemeyi ve muhabereyi yasakladı.”
Hadisin ravilerinden
birisi der ki:
“Muâveme, bir yeri
yada bir şeyi birkaç yıllığına satış yapmak demektir.”
İstisnalı satışı da
yasakladı. Sadece ariyyelerin satışına izin verdi.
[662]
Akid esnasında satılık
malın meçhul bir miktarını pazarlıktan hariç bırakıp satmamaya denir. Örneğin,
“Şua ağaçları sattım, fakat bazısı müstesna” sözü gibi. İstisna edilen miktar
belli olmadığı için bu satış sahih değildir.
Bahçe sahibinin,
bahçesindeki bir yada daha fazla ağacın yada ağaçların tümünün bir-iki yada
daha fazla sene zarfında vereceği meyveyi önceden satmasıdır. Bu satış şekline,
“Bey'u'l-Muâveme” denilir. Bu satışta, henüz meyve ortada olmadığı gibi,
ileride olacağı yada ne kadar olacağı da belli değildir.Bu nedenle de bu satış,
olmayan bir şeyin satışıdır. Dolayısıyla da bu satış türü, batıldır.
1412- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
bir yeri kiraya vermeyi yasakladı.”
[663]
1413- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resululİah
(s.a.v.)'in sahabilerinden bazı kimselerin fazla yerleri vardı. Resulullah
(s.a.v.):
“Kimin fazla yeri varsa onu, ya eksin yasa din
kardeşine karşılıksız olarak emanet
versin. Karşılıksız emanet vermeyecekse
yerine sahip olsun” buyurdu.
[664]
1414- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah
(s.a.v.) zamanında su kenarlarını sahibine vermek koşuluyla araziyi üçte birine
yada dörtte birine alırdık. Derken Resulullah (s.a.v.) bu mesele için ayağa
kalkıp:
“Kimin bir yeri varsa onu eksin. Ekmeyecekse din
kardeşine karşılıksız olarak emanet versin. Dina kardeşine de karşılıksız olarak
vermeyecekse ona sahip olsun”
buyurdu.
[665]
1415-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet ediimistir:
“Abdullah İbn Ömer,
tarlalarını, Resulullah (s.a.v.) zamanında, Ebu Bekr, Ömer, Osman'ın devlet
başkanlığı ile Muaviye'nin emirliğinin ilk dönemlerinde kiraya verirdi.
Muaviye'nin emirliğinin sonunda, Râfi' b. Hadîc'in; Peygamber (s.a.v.)'in,
tarlaları kiraya vermeyi yasaklaması ile ilgili bir hadis rivayet ettiğini
duydu. Ben de, Abdullah İbn Ömer'in yanında olduğum halde, hemen Râfi' b.
Hadîc'in yanma girip bu meseleyi sordu. Râfi b. Hadîc:
“Resulullah (s.a.v.),
ekinliklerin kiraya verilmesini yasak ediyordu” dedi.
Bunun üzerine Abdullah
İbn Ömer, bu işten vaz geçti. Bir daha kendisine bu mesele sorulursa, Râfi' b.
Hadîc:
“Resulullah
(s.a.v.)'in bunu yasak ettiğini söyledi” derdi.
[666]
Açıklama:
Tarlanın kiraya
verilmesi konusunda genel olarak üç görüş vardır:
1- Bazı
alimlere göre, ne karşılığında olursa olsun tarlayı kiraya vermek caiz
değildir, İbn Hazm bu görüştedir.
2- Ebu
Hanîfe, Şafiî ve bir çok alime göre; karşılığı ne olursa olsun araziyi kiraya
vermek caizdir. Fakat araziden çıkacak mahsulün bir kısmı karşılığında araziyi
kiralamayı caiz görmezler.
Ebu Hanîfe, arazinin
vereceği ürünün miktarı ve hatta meyvenin çıkıp çıkmayacağı belli olmadığı için
bu muameleyi meçhul bir ücret karşılığında yapılan kiralama olarak görmektedir.
İmam Muhammed ile İmam
Ebu Yusuf, bu tür uygulamanın caiz olduğunu belirtmişlerdir. Bunlara göre, bu
tür bir uygulama, mudarabeye benzer. Çünkü her ikisi de elde edilecek kazançta
ortak olmak üzere, sermaye bir taraftan ve emek karşı taraftan olarak kurulan
bir ortaklıktır. Mudarabede, elde edilecek kazanç belli olmadığı halde caizdir.
İmam Mâlik'e göre ise;
arazinin, yiyecek maddesi karşılığında kiralanması caiz değil, yiyecek maddesi
dışında bir şey karşılığında kiralanması caizdir.
3- Tarlanın
belirli bir yerinden çıkacak olan mahsul, tarla sahibinin ve geri katan ise
emek sahibinin olmak üzere yapılan bir ziraî ortaklık caizdir. Bunlarla ilgili
geniş hükümler için fıkıh kitaplarına bakılabilir.
1416- Râfi
b. Hadîc (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
bizim için faydalı olan bir şeyi bize yasakladı. Fakat Allah ve resulüne itaat,
bizim için daha faydalıdır. Çünkü Resulullah (s.a.v.), araziyi münâkale yaparak
üçte birle, dörtte birle ve belirli bir miktar mahsulle kiraya vermeyi bize
yasakladı. Yine arazi sahibine yerini, ya ekmesini yada ektirmesini emretti.
Kiraya vermeyi ve bundan başkasını hoş görmedi.”
[667]
Açıklama:
Arazi kiracılığının
caiz olup olmadığı yada ne ölçüde caiz olduğu meselesi, öteden beri İslam
hukukçuîan arasında tartışma konusu olmuştur. Arazinin parayla yada gıda
maddesi karşılığında kiralanmasını caiz görmeyenler olduğu gibi, kalkacak mahsulün
belli bir oranı karşılığında kiralanmasını ziraî ortakçılık caiz görmeyip
birinci usulü tavsiye edenler de vardır.
Bu tartışmalarını
temelinde; arazi sahibini veya kiracıyı mağdur etmeme, beklenmedik bir zararla
karşı karşıya bırakmama düşüncesi yatar. Bu konudaki yasağı da, o devirde yaygın
olan; “Tarlanın bir kısmını kiracıya, daha verimli diğer kısmını da arazi
sahibine ayırarak veya mahsulden belirli bir miktarı şart koşarak araziyi
kiralama”nın yasaklandığı şeklinde yorumlamak gerekir.
Bu sebeple, arazi
kiralanırken veya ortakçılık anlaşması yapılırken tarafların hak ve borçlarının
işleride bir çekişmeye yol açmayacak tarzda önceden ayrıntılı şekilde
belirlenmesi bu konudaki dinî ilkelerin, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in emirlerinin
gereği olduğu gibi, helal kazancın, kul hakkı ihlal etmemenin de tabii bir
yoludur.
[668]
1417-
Hanzala
b. Kays el-Ensârî'den rivayet edilmiştir:
“Rafı1 b. Hadîc'e;
araziyi, altın ve gümüş karşılığında kiraya verme meselesini sordum. O da:
Bunda sakınca bir
yoktur. Çünkü insanlar, Peygamber (s.a.v.) zamanında su boyları ile ark
başları, tarla sahiplerine tahsis edilmek üzere yada ekinden bir şeyler vermek
şartıyla kiraya verirlerdi. Buna göre bazen birine ait olan yer telef olur,
ötekinin hissesi kurtulurdu. Bazen de ötekinin hissesi kurtulur, diğerinin
hissesi telef olurdu. O dönemde insanlar için bundan başka kiraya verme şekli
yoktu. İşte bu sebepten dolayı bundan sakındırıldılar. Fakat bilinen ve
garantili bir şey olursa, böyle bir durumda araziyi kiraya vermede bir sakınca
yoktur” dedi.
[669]
Açıklama:
Bu hadis; arazinin
belirli kısımlarından çıkacak mahsul tarla sahibinin, geri kalandan çıkacak
mahsul de kiracının olmak şartıyla tarla kiralamanın caiz olmadığına delalet etmektedir.
Böyle bir anlaşmanın caiz olmayış sebebi şudur:
Tarla sahibi için şart
koşulan kısmın mahsul verip geri kalan kısımdan hiçbir şeyin çıkmaması mümkün
olduğu gibi, aksi de mümkündür. Bu ise zarardır. Dolayısıyla bu şekildeki bir
ziraî ortaklık yada kiralama, Resulullah (s.a.v.) tarafından yasaklanmıştır.
Alimler arasında bu tür uygulamanın caiz olmayışı konusunda görüş ayrılığı
yoktur.
Bilindiği gibi,
alimlerin hükmünde ihtilaf ettiği muzaraa şekli; çıkan mahsul, aralarında
belirtilen oranda paylaşılmak üzere kurulan ortaklıktır.
Yine bu hadis;
araziden çıkacak mahsulün belirli bir miktarı mal sahibine, kalanın da kiracıya
ait olmak üzere tarla kiralamanın caiz olmadığını da ifade etmektedir. Çünkü
araziden sadece mal sahibi için şart koşulan miktann çıkıp başka bir şeyin
çıkmaması mümkündür. Hanefilere göre bir anlaşma, caiz değildir.
Görüldüğü üzere
yasaklanmış olan muzâraa; hisse ma'lum olan değil de, meçhul olandır. Arapların
muzâraada bazı fasid şartlar koşmak, ark ve kanal kenarlarındakini mal sahibi
için ayırmak gibi bir takım adetieri vardı. Oysa muzâraa, bir ortaklıktır.
Ortaklıkta da, tarafların hisselerinin belli olması gerekir.
Hattabî (ö.
388/998)'de, meşhur manasıyla bilenen muzâraamn caiz olduğunu, yasaklanan
muzâraamn ise fasid şartlar koşulan muzâraa olduğunu belirtmektedir.
1418- Sabit
İbnu'd-Dahhâk (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
muzâraayı yasakladı. Muacereyi bir yeri ücretle kiralamayı ise emredip:
“Bunda bir sakınca yok” buyurdu.
[670]
1419-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisinin, arazisini, din kardeşine
karşılıksız olarak emaneten vermesi, o yere karşılık bilinen bir şeye işaret
ederek şunu ve şunu almasından kendisi için daha hayrlıdır.”
[671]
Bir müddet sütünden ve
yününden istifade ederek sonra tekrar sahibine iade şartıyla bir kimseye
verilen koyun veya devedir.
Ebû Ubeyd, Araplar
arasında menîhanın iki şekilde yapıldığını belirtir. Birinci şekle göre menîha:
Bir malı birine bağışlamaktır. İkinci şekle göre ise bir deve veya koyunu bir
müddet istifade için birine verip sonra tekrar geri almaktır.
Bu kelimenin asıl
mânâsı bağıştır. Burada da yeri başkasına muvakkaten bağışlamak; ücretsiz
vermek mânâsına kullanılmıştır.
Bağ veya bahçe bir
taraftan, bakım ve işçiliği diğer taraftan ve çıkacak meyve aralarında
anlaştıkları orana göre bölüşülmek üzere kurulan bir ortaklıktır. Buna “Muamele”
de denilir. İmam Mâlik, Sevrî, İmam Şafiî, İmam Ahmed, Hanefilerden İmam
Muhammed ile Ebu Yusuf, Zahiriler ve cumhuru ulemaya göre müsakat caizdir. Ebu
Hanîfe'ye süre ise, hem müzaraa ve hem de müsakat caiz değildir. Hanefilerde tercih
edilen görüş, imameynin görüşüdür.
1420-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Resulullah (s.a.v.),
Hayber'de çıkan meyve yada ekinin yarısını Hayber halkına verdi. Hanımlarına
ise; her yıl, kuru hurmadan seksen, arpadan yirmi vesk olmak üzere yüz vesk
veriyordu.
Ömer, hilafete
geçince, Peygamber (s.a.v.)'in hanımlarını, ya kendilerine arazi ve su bölmek
yada her yıl onlara veskleri ödemek şartıyla serbest bıraktı. Onlar, kendi
aralarında farklı davranışlarda bulundular. Bazısı, arazi ile suyu ve bazısı da
her yıl vesklerin verilmesini tercih ettiler. Aişe ile Hafsa ise, arazi ile
suyu tercih edenlerdendi.”
[672]
Açıklama:
Hadis; Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in, Hayber arazisi, ganimet malı olarak, emekleri karşılığında
yarısını Hayberlilere ve yansı kendisine ait olmak üzere, bu anlaşmanın, kendi
hayatında ve kendisinden sonra devam etmesi şeklinde, bu icare akdinin iki
taraftan birinin ölümü üzerine fesh olunmayacağına delildir.
Hayber: Medine ile Şam
arasında Medine'ye 9 konak mesafede bulunan yeşillikli bir yerdir. Burası,
hicretin 7. yılında feth edilmiştir.
1421- Câbir
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bir müslüman bir ağaç dikerse, o ağaçtan yenilen
yemiş mutlaka o kimse için bir sadakadır. O ağaçtan çalınan yemiş o kimse için
sadaka, yabani hayvanların yediği sadaka, kuşların yediği bile o kimse için bir sadakadır. Özetle; bir
kimse, o ağacın yemişini yiyip azaltırsa, bu o kimse için mutlaka bir sadaka
olur.
[673]
1422- Câbir
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır
“Din kardeşine yemiş satar da o yemişi doğal afet
vurursa, ondan bir şey alman sana helal olmaz. Kardeşinin malını haksız yere
neyle alacaksın?”
[674]
Açıklama:
Hadisin zahiri
anlamına göre; bir kimse, meyvesini daha ağacindayken satsa ve meyve doğal bir
afetle telef olsa satıcının müşteriden herhangi bir bedel alması caiz olmaz.
Alırsa haksız yere almış olur. Bu, İmam Malik'in görüşüdür.
İslam alimlerinin
çoğu, bu hadisteki yasağın haramhğa delalet etmediğini, fakat satıcının afete
uğrayan mal karşılığında para istemesinin müstehab olduğunu söylerler.
Ebu Hanife, en sahih
olan görüşüne göre İmam Şafii ve bazı alimler, zarar ve ziyanın tamamı,
müşteriye aittir. Zararın satıcının alacağından düşülmesi sözkonusu değildir.
Yani vacip değildir. Fakat satıcının bunu hesaptan düşmesi müstehabtır.
1423- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
zamanında bir adam, satın aldığı meyvelere doğal afet değdiği için zarara
uğradı. Bu sebeple borcu çoğaldı. Resulullah (s.a.v.):
“Buna sadaka verin” buyurdu. Bunun üzerine insanlar, o adama sadaka verdiler. Fakat bu
verilen şeyler borcuna yetecek miktara ulaşmadı. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.), alacaklılarına:
“Bulduğunuz kadar şeyi alın. Sizlere bundan daha
fazlası yoktur” buyurdu.
[675]
1424- Ka'b
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ka'b b. Mâlik,
mescitte, İbn Ebi Hedred'den alacağını istemişti. Bu arada sesleri o kadar yükselmiş
ki, Resulullah (s.a.v.) evindeyken bunu duymuştu. Onlara doğru çıkıp odasının
perdesini açarak:
“Ey Ka'b!”
diye seslendi. Ka'b:
“Buyur, ey Allah'ın
resulü!” dedi. Resulullah (s.a.v.) eliyle işaret ederek:
“Alacağından şu kadarını/yarısını bağışla” buyurdu. Ka'b:
“Bağışladım, ey
Allah'ın resulü!” dedi. Resulullah (s.a.v.), İbn Ebi Hedred'e:
“Kalk, borcunu öde!” buyurdu.
[676]
1425- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kimse, iflas eden bir adamın yanında alacağı olan
malın aynısını bulursa, o kimse, o mala başkasından daha hak sahibidir.”
[677]
Açıklama:
Hadisten anlaşıldığına
göre; bir kimse, birisine bir mal satsa ve alıcı malın bedelini ödemeden iflas
etse, satıcı da malını, fazlasız yada eksiksiz verdiği şekilde alıcının yanında
bulsa, o malı almaya başka alacaklılardan daha fazla hak sahibidir.
Ebu Hanîfe'ye Söre;
iflas eden kimsenin yanında bulunan malda hak sahibi olma açısından bütün
alacaklılar eşittirler. Çünkü malı satın alan kimse, artık o mala sahip
olmuştur. Mal, alan kimsenin mülkiyetine girmiş olup o mülkiyeti bozmak mümkün
değildir. Konu ile ilgili hadisin, emanet ve fasid alışverişler ile ilgili
olduğunu belirtmiştir.
Yalnız satıcı,
bedelden bir miktarını tahsil etmişse artık üstünlük hakkı kalmaz. Diğer alacaklılarla
aynı ölçüde hak sahibi olur.
[678]
Hanefilere göre de;
satıcı, her halükarda diğer alacaklılarla aynı ölçüde hak sahiBidir.
Alacağından bir miktar tahsil edip etmemiş olması fark etmez.
1426-
Huzeyfe (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Melekler, sizden önceki ümmetlerden bir adamın ruhunu
alıp ona:
“Hayr namına bir şey işledin mi?” diye sordular. O da:
“Hayır, işlemedim” dedi. Melekler:
“Öyleyse düşün!” dediler. Adam:
“Ben, insanlara veresiye mal verir; işçilerime de:
“Eli darda olana müddet tanımalarını ve eli
genişlikte olana da ödemede kolaylık göstermelerini emrederdim” dedi. Bunun
üzerine Yüce Allah:
“Öyleyse ona kolaylık gösterin!” buyurdu.
[679]
1427- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Vaktiyle bir adam, insanlara veresiye mal verir,
işçisine: “Eli dar olana vardığında ona kolaylık göster, umulur ki bu vesileyle
Allah'da bize kolaylık gösterir” derdi. Nihayet bu kimse, Allah'a kavuştu.
Allah'da ona kolaylık gösterdi.”
[680]
1428- Ebu
Katâde (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ebu Katâde, bir
borçlusunu aramıştı. Borçlu kimse, ondan saklanmıştı. Sonra da onu bulmuştu.
Borçlu:
“Doğrusu şu an elim
darda” dedi. Bunun üzerine Ebu Katâde:
“Allah adına yemin
eder misin?” diye sordu. Borçlu:
“Evet, Allah adına
yemin ederim!” dedi. Ebu Katâde;
Çünkü ben, Resulullah
(s.a.v.)'i:
“Her kim, Allah'ın, kıyamet gününün dehşetinden
kendisini kurtarmasındam memnun kalırsa eli darda olan borçluya nefes aldırsın
yada alacağı borcu indirip yapsın”
buyururken işittim” dedi.[681]
Açıklama:
Hiçbir maddi çıkar
düşüncesi gözetmeksizin sırf Allah'ın rızasını kazanmak ve din kardeşinin
sıkıntısını gidermek amacıyla karşılıksız borç vermeye karz-ı hasen denir.
Ödünç alınan bir malın
ödenmesi misliyle olur. Kıyemîyat adı verilen ve piyasada benzeri bulunmayan veya
bulunsa da ölçü ve değerce farklı olan mallar arasında karz muamelesi yapılmaz.
Karzın rüknü İcâb ve
kabul ile bu esnada malın tesliminden ibarettir. Karz akdinin sıhhatli
olabilmesi için, tarafların akıllı ve mümeyyiz olması; piyasada misli olan malın
bulunması, karz muamelesi esnasında herhangi bir menfaatin şart koşulmaması
gereklidir. Ödünç veren kişinin, verdiği bu ödünç sebebiyle müstakrizden bir
menfaat talebi haramdır. Çünkü karzın karşılığında fazla bir şey istemek
faizdir. Ancak mustakriz dilerse muknza herhangi bir şarta dayalı olmaksızın
hediye verebilir, ikramda bulunabilir.
1429- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Zengin kimsenin, borcunu geciktirmesi zulümdür.
Sizden birisinin alacağı zengin bir kimseye havale edilirse onu kabul etsin.”
[682]
Açıklama:
Konu ile ilgili hadis,
iki konuya temas etmektedir:
1- Zenginin
borcunu geciktirmesi: Borcunu ödeme imkanına sahip olduğu halde, borcu ödemeyip
geciktirmenin zulüm olduğu belirtilmektedir. Buradaki “Zengin”den maksat, borcu
ödemeye kadir olan kişidir. Cumhura göre, borcunu kasten ödemeyen kimse fasık
olur. Yalnız borcunu ödemekten aciz olduğu için ödemeyi geciktiren kişi bu
hükme girmez.
2-
Alacaklının zengin birisine havale edilmesi hali: Burada zengin bir kimseye
yapılan havaleyi kabul etmenin vacip yada müstehab olduğuna delalet vardır.
Havalenin sahih
olabilmesi için; borcun belli olması, borcunu başkasının zimmetine aktaran
kişinin ve alacaklının akıllı, kendisine havale edilen borcu kabul eden
kimsenin hem akıllı ve hem de ergenlik çağına girmiş olması gibi şartlar yer almaktadır.
1430- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), devenin
çiftleşmesini satmayı, suyu ve ziraat yapmak için araziyi ücretli kiraya
vermeyi yasakladı. İşte Peygamber (s.a.v.) bunları yasakladı.
[683]
1431- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kendiliğinden biten ota engel olur diye ihtiyaç dışı
su fazlalığından başkasının kullanımını yasaklamayın.”
[684]
Açıklama:
Hadisler, ihtiyaç
fazlası suyu satmanın haramlıgına delâlet eder. Hadisin zahirine göre kişinin
kendi mülkünde ve arazisi içinde bulunan su ile sahipsiz arazide kişi
tarafından çıkarılan su arasında bir fark yoktur. Yine içmek ve benzeri işler
için olsun, hayvanları suvarmak veya ekinleri sulamak için olsun fark etmez.
Çölde olsun başka yerde olsun hüküm aynıdır. İhtiyaçtan artanı satılmaz.
İnsanların ortak malı
olduğu için deniz, nehir, çay, pınar ve kuyu suları parayla satılmaz. Herkes
bundan içebilir, hayvanlarına içirebilir.
O çevrede başka su
bulunmaması hâlinde hayvanları suvarmak meselesine gelince; bir çölde bir
adamın kazıp meydana getirdiği ve mülkiyeti altına giren bir kuyusu bulunur. Kuyudaki
su onun ihtiyacından fazladır. Kuyunun yanında da umûma ait bir otlak bulunur.
O semtte bu kuyudan başka su bulunmaz. Bu itibarla anılan kuyudan hayvanlara su
verildiği takdirde o meradan yararlanmak ve hayvanları orada otlatmak mümkün
olur. Aksi takdirde o meradan istifâde edilemez. Çünkü otlatılan hayvanlar
suvarılmadığı takdirde susuzluktan ölebilir. İşte böyle bir durumda kuyu sahibi
kendi ihtiyacından artan suyu ücretsiz olarak hayvanlara serbest etmekle
mükelleftir. Hayvanlann suvarmasına engel olması haramdır. Çünkü fazla suyu
esirgediği takdirde hayvan sahipleri hayvanlarını o , merada otlatmaktan
çekinirler ve hayvanlarının susuzluktan helak olmasından korkarlar. Kuyu sahibi
suyu esirgemekle merada otlatmaya engel olmuş sayılır.
Böyle bir arazide,
başka su bulunmaması hâlinde su sahibinin ihtiyacından artan fazla suyu
hayvanları suvarmada kullanmaya müsaade etmesi ve bir ücret almaması vâcibtir.
Su sahibinin bu durumda suyu satması haramdır. Çünkü adam suyu sattığı zaman o
çevredeki merayı satmış gibi olur. Oysa kendisi umûmun malı olan bir merayı
satma hakkına sahip değildir. Bunun sebebi de şudur: Hayvan sahipleri
verecekleri parayı sırf su için değil, o su çevresinde bulunan meradan
yararlanmak gayesiyle de vermiş olurlar. Dolayısıyla merayı para ile satın
almış duruma girerler.
Kısacası: Hadisler,
kişinin sâhibsiz arazide kazıp imar ettiği kuyu suyu hakkındadır. Kuyu sahibi
öncelikle kendi su ihtiyacını giderme hakkına sahihtir. İçme, kullanma,
hayvanları suvarma ve ekinleri sulama diye açıklanan ihtiyaçtan artan su
fazlası diğer insanlardan esirgenemez. Yâni o çevrede başka su bulunmadığı
takdirde yakınındaki meradan hayvan sahiplerinin yararlanmasına imkân vermek
üzere kuyu sahibi ihtiyacından artan suyu bunlara vermemezlik edemez. Bedava
vermek durumundadır. Başkasının ekininin sulanması için vermemezlik edip
edemeyeceği hususunda ihtilaf vardır.
Yalnız kişinin kendi
arazisi içinde kazdığı kuyunun veya yaptığı havuzun suyu kesilir durumda ise,
o zaman bu su, fıçı ve küp içerisine alınan su hükmündedir. Yâni sahibinin
mülkiyetine girmiş kabul edilir ve bunda kimsenin ortaklık hakkı kalmamış
olur. Kuyu sahibi kendi mülkünde kazdığı kuyu suyundan başkasının bahçe veya
tarlasına su vermek mecburiyetinde değildir.
1432- Ebu
Mes'ud eI-Ensârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.);
köpeğin satışı karşılığında alman parayı, fahişenin zina karşılığı aldığı
kazancını ve kahinin ücretini yasaklamıştır.”
[685]
1433-
Ebu'z-Zübeyr'den rivayet edilmiştir:
“Câbir'e, köpek ve
kedi bedelinin hükmünü sordum. O da:
“Peygamber (s.a.v.)
bunu yasakladı” diye cevap verdi.
[686]
Açıklama:
Hadis üç türlü kazancı
yasaklamıştır:
1- Köpeğin
satışı karşılığında alınan para: Bu konuda üç Söru§ vardır:
a- Ulemanın
cumhuruna göre; ister av köpeği olsun, ister başka bir köpek olsun, ister
eğitilmiş olsun, ister olmasın her türlüsünün satışı karşılığında alınan bedel
haramdır. Bunlar bu konuda geien hadislerin mutlak oluşunu göz önüne
almışlardır.
b- Ata' ve
Nehaî'ye göre; sadece av köpeğinin satışı caizdir. Diğerlerinin satışı caiz değildir.
c-
Hanefilere göre ise; ister eğitimli olsun, ister eğitimli olmasın her türlü
köpeğin satışı caizdir. Karşılığında alman para helaldir. Yalnız Ebu Yusuftan
eğitilmemiş olan ısıran köpeklerin satışının caiz olmadığı rivayet edilmiştir.
Bunların delilleri,
“Resulullah (s.a.v.), av köpeği veya çoban köpeği dışındaki köpeklerin satışını
men etti” anlamındaki hadistir. Ayrıca köpek, avcılıkta ve bekçilikte
kullanılan bir hayvandır. Satışını yasaklayan hadisler, İslam'ın ilk yılları
içindir.
2- Fahişenin
zina karşılığında aldığı ücret: Fahişenin aldığı ücret, hadiste, “Mehir” olarak
ifade edilmiştir. Çünkü kadının, kendisini, bir erkeğe teslim etmesi
karşılığında aldığı ücret “Şeklen” mehre benzemektedir. Zira kadın, kendisini,
kocasına teslim karşılığı mehir alır. Fahişenin aldığı bu ücret, haramdır.
Bunda bütün alimler, icma etmişlerdir. Çünkü haram bir işin karşılığında alına
ücret de haramdır.
3- Kahinin
aldığı ücret; Olayların sebeplerine ve ön bilgilerine dayanarak gizli şeyleri
bildiklerini iddia eden, ileride olacak olan olayları bildiğini iddia eden ve
kendilerine verilen bir kabiliyetle gizli şeyleri bildiklerini iddia eden
kimselerin tüm hareketleri caiz değildir, aldıkları ücret de haramdır.
Günümüzde çeşitli
yollarla tatbik edilen falcılık için de hüküm de aynıdır. İster yıldız, ister kahve
falı olsun yada başka bir usule dayansın, falcılık yapmak ve fala inanmak
kesinlikle caiz değildir. Çünkü gaybı Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Fala
inanmak, kişiyi, imanın dan edebilir.
1434-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
köpeklerin öldürülmesini emrederdi. Biz de Medine ile çevresine gidip öldürmedik
köpek bırakmazdık. Hatta çöl halkından bir kadıncağızın ardından giden köpeğini
bile öldürdük.”
[687]
1435-
Abdullah İbn Muğaffel (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
koyun, av ve ziraat köpeği hakkında izin verdi.”
[688]
1436-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Çoban köpeği ile av köpeği hariç, her kim köpek
edinirse amelinden her gün iki kırat eksilir.”
[689]
Açıklama:
Köpek cinsi, kuduz
mikrobu gibi bazı zararlı mikroplan bünyesinde taşıdığı için insanlar arasında
bir takım tehlikeli hastalıkların yayılmasına ve bazı köpeklerin sahibinin
haberi yokken kapları yalamaları ve sahibinin de haberi olmadan o kaplardan
yiyip içmesi, abdest alması, evin içerisine pislemeleri gibi hususlara bazen
sebep olabilmektedir.
Lüzumlu köpek
beslemek; hadiste, davar yada sığır sürüsü gibi kırda otlatılan hayvanlar ile
ziraat ürünlerini bekletmek ve kendisiyle av avlamak gayeleri esas alınmıştır.
Lüzumsuz köpek beslemenin mahiyeti ile ilgili açıklamalara yer verilmemiştir.
Lüzumlu yada lüzumsuz
köpek beslemek olayı; zamana, şartlara, kişilere ve toplumlara göre değişen bir
kavramdır. Her toplumun konuyla ilgili şartları vu lüzum duydukları hususlar
farklı olabilir.
Hz. Peygamber
(s.a.v.), kuduz mikrobu gibi bazı zararlı mikropları bünyesinde taşıdığı için
ve bazı köpeklerin sahibinin haberi yokken kaplan yalamaları ve sahibinin
sahibinin de haberi olmadan o kaplardan yiyip içmeleri, abdest almalanndandan
ötürü insanlann, fazlaca köpekle meşgul olmamaları, sadece bazı özel hususlarda
köpek beslemelerine izin vermiştir. Bu nedenle de köpeğin zararlanndan insanlan
uzaklaştırmak için, her gün kişinin amelinden yada sevabından bir yada iki
kıratın eksildiğini belirtmiştir.
Günümüzde kişilerin
konumlan, şartları farklı farklı olduğu için müslümanların, kendi şart ve
konumlarına göre köpek beslemeleri daha doğru olacaktır.
Ayrıca Ehl-i Sünnete
göre; seyyie kötülük karşılığında hasene iyiliklerin eksilmesi söz konusu
olamaz. Dolayısıyla bu hadisi, lüzumsuz yere köpek besleyenin sevabının
eksileceği manasında değil de, lüzumsuz yere köpek beslemenin yasaklıgı
manasında algılamak daha uygun olur.
Aslında hadis, hüküm
bildirmekten çok köpeğin zararlarından İnsanları uzaklaştirma mahiyetinde
terhib ve terğib içeren bir hadis konumundadır.
Sözlükte; beş arpa
ağırlığı, yarım danik ve bir şeyin yirmi dörtte biri gibi manalara
gelmektedir. Burada Kırat, Allah'ın bildiği bir miktar manasındadır.
1437-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir
“Resulullah (s.a.v.)
kan aldırdı, kan alan kimseye de kan alma ücretini verdi. Burnuna da ilaç
çekti.”
[690]
1438-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Beyaza oğulları
kabilesinden bir köle, Peygamber (s.a.v.)'den kan aldı. Peygamber (s.a.v.) ona
kan alma ücretini verdi. Sahibiyle de konuştu. Bunun üzerine sahibi, onun
vergisini hafifletti. Eğer kan alma ücreti haram olsaydı, Peygamber (s.a.v.) o
kimseye kan alma ücreti vermezdi.”
[691]
Açıklama:
Hacamat, sözlükte;
“Emmek” anlamına gelen “Hacm” kökünden gelir. Tıbbî tabir olarak “Kan aldırma”
diye ifade edilir. Bu işi yapan kimseye, “Hacim” yada “Haccâm” denir. İhticam,
kan aldırma talebidir. Kan alma işinde kullanılan alete, “Mihcem” yada
“Mihceme” denir. Genellikle sığır boynuzundan yapılır. İçi boş ve iki ağızlı
bir alettir. Mihcem, bazem Haccâm'ın emdiği kanı toplayan alete ve hatta kan
almada deriyi yarmak üzere kullanılan ucu sivri alete de denir. Aslında bu
yarma aletinin ismi, “Mişraf”tır.
O dönemde kan, iki
şekilde alınmaktaydı:
Mihcem denilen alet
alınır; geniş ağzı, kan alınmak üzere belirlenen yere tatbik edilir. Haccâm'da,
aletin diğer ağzından aletin içindeki havayı ağzıyla emer. Alet içerisinde hava
azaldıkça kanın dahili tazyikinin de tesiriyle kan ince damarlardan aletin
içine, deri mesamatından akmaya başlar. Böylece hacamat yapılan yerdeki kan
tıkanıklığı izale olur. Önceden duyulan ağrı ve sızı hafifler veya tamamen yok
olur.
Mişrat yada mihcem
denilen ucu sivri bir aletle derinin üzeri yarılır. Bu durumda, mihcem'in
havası emildikçe kan, bu yarılan yerden daha kolay ve daha çabuk akmaya
başlar. Taberânî (ö. 360/970)'nin, Semure'den naklettiği rivayette; Peygamber
(s.a.v.) bu tarzda kan aldırmıştır.
Kan aldırma ile; kanı
alınan kişinin kan yapıcı merkezleri uyarılarak, genç ve dinamik kan
hücrelerinin oluşması sağlanır. Bu hücreler, solunum hücreleri
alyuvarlar/kırmızı kan hücreleri yada savunma akyuvarlar/beyaz kan hücreleridir.
Bu yeni oluşan genç ve
dinamik hücreler, hastalıklara karşı daha amansız bir mücadele vererek
hastalıkların uzaklaşmasına sebep olduğu gibi, çevre şartlarına karşı daha
sağlam olmamızı sağlar ve vücuttaki işe yaramayan temel taşı niteliğindeki
ihtiyar hücrelerin uzaklaşmasına ve bunların yerine genç hücrelerin
yerleşmesine yardımcı olurlar. Yapılan gözlemlerde, kan aldıran kişi de,
hastalıklara karşı mukavemetin geliştiği, baş ağrısının ortadan kalktığı, grip
gibi hastalıklara yakalnamadığı görülmüştür. Dolayısıyla kansere akrşı
mukavemetin ve AİDS'e karşı müdafaanın elde edebileceği de düşünülmektedir.
1439- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i, Medine'de
hutbe verip şöyle buyururken işittim:
“Ey insanlar! Allah, içkinin haram olduğunu ta'riz
etmiştir. Umulur ki Allah, yakın gelecekte içkiler hususunda bir emr
indirecektir. Dolayısıyla her kimin yanında bu içkilerden bir şey bulunursa,
onu hemen satsın ve onunla bir menfaat sağlasın.”
Ebu Saîd der ki:
“Ancak bir zaman
eylenmiştik. Nihayet Peygamber (s.a.v.):
“Doğrusu yüce Allah, içkiyi haram kıldı. Artık her
kimin yanında bu içkilerden bîr şey bulunduğu halde kendisine şu
[692] ayeti erişirse onu içmez ve satmaz”
buyurdu.
Açıklama:
Bunun üzerine
İnsanlar, hemen evlerine dönüp evlerinde bulunan içkileri Medine sokaklarında
döktüler.”
içkinin yasaklanmasında dört aşama vardır:
1-
ilk önce
“Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem içki ve hem de
güzel gıdalar edinirsiniz. İşte bunlarda da aklını kullanan kimseler için
büyük bir ibret vardır”
[693]
inmiş,
2- Daha
sonra
“Ey iman edenler! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene
kadar namaza yaklaşmayın”
[694]
3- Daha sonra içkinin zararının faydasından daha
çok olduğu iie ilgili Bakara: 2/219 ayeti inmiş,
4- Son
olarak ise;
“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar putlar,
fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir”
[695]
ayeti inmiştir.
1440- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bakara suresinin
sonundaki
[696] ayetler inince,
Resulullah (s.a.v.) mescide çıkıp bu ayetleri insanlara okudu. Sonra da içki
ticaretini insanlara yasak etti.”
[697]
Açıklama:
Bu hadiste sözü edilen
Bakara: 2/275-279 ayetleri, faiz ile ilgili ayetlerdir. Bu ayetlerin meali
şöyledir:
“Faiz yiyen kimseler,
şeytan çarpmış kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların: “Ticaret, tıpkı
faiz gibidir.” demeleri yüzündendir. Oysa, Allah, ticareti helal, faizi haram
etti. Bundan böyle her kim Rabbı tarafından kendisine bir öğüt gelir de faizden
vazgeçerse, artık geçmişte aldığı onundur ve hakkındaki kararı Allah
verecektir. Her kim de döner, yeniden faiz alırsa, işte onlar cehennemin
sakinleridirler, hep orada kalacaklardır. Allah faizi eksiltir, sadakalari
bereketlendirir. Allah pek nankör olan hiçbir günahkarı sevmez. İman edip iyi
işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri
katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler. Ey iman edenler!
Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı
terkedin. Şayet faiz hakkında söylenenleri yapmazsanız, Allah ve Resulü
tarafından faizcilere karşı açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip
vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir; ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa
uğramış olursunuz.”
Nevevî'nin dediğine
göre, Kadı İyaz ile başkaları konuyla ilgili olaral şöyle der:
“için haramlığı, Mâide
süresindeki âyetlerle bildirilmiştir. O âyetler, faizin haramlığı hakkındaki
âyetlerden uzun bir süre önce inmiştir. Çünkü faiz âyetleri, son inen
âyetlerdir veya son inen âyetlerdendir. Durum böyle olunca, içki ticâretinin
yasaklanmasının içki içme yasaklısından sonra olması muhtemeldir. Şöyle de
olabilir: İçki içmek yasaklandığı zaman bunun ticâreti de yasaklanmış, sonra
faiz yasaklandığı zaman içki ticâretinin yasaklığı tekrar bildirilmiştir. Belki
de faizin yasaklığı âyetleri tebliğ edildiği zaman, içki ticâretinin yasak
kılındığını haber almamış olan bâzı kimseler o mecliste hazır bulunduğu için
Resulullah (s.a.v.) içki ticâreti yasaklığını da dile getirmiştir.”
[698]
1441- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)i,
Fatih yılında Mekke'de iken şöyle buyururken işittim:
“Şüphesiz Allah; şarap içki, leş, domuz ve putların
satışım haram kıldı”. Resulullah
(s.a.v.)e:
“Ey Allah'ın resulü!
Leşin iç yağları konusunda ne buyurursun? Onlarla gemiler boyanıyor, deriler
yağlanıyor ve insanlar aydınlanıyor” diye soruldu. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır, haramdır” buyurdu.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.) sözüne şöyle devam etti:
“Allah, Yahudileri
kahretsin! Şüphesiz Allah, onlara, leşin iç yağlarını yasakladığı zaman, onlar,
onu erittiler, sonra da satıp parasını yediler.”
[699]
Açıklama:
Hadis, söz konusu dört
şeyin, hem kendilerinin ve hem de satılmaları karşılığında alınan paranın haram
olduğunu çok açık bir şekilde bildirmektedir. Domuz ve leşin haram oluşu,
Bakara: 2/173'de; içki ve putlar ise Maide: 2/90'da geçmektedir. .
Hadiste geçen ölü
hayvan etinin satışı batıldır, Domuz ve şarabın, para karşılığı değil de başka
bir mal karşılığında satışı fasiddir. Para karşılığında satılması ise batıldır.
Şarap veya domuz, herhangi bir mal karşılığında satıldığında, mal karşılık
konuşulan şarap veya domuz verilemez. O malın kıymeti para olarak verilir.
Çünkü Hanefilere göre; bir müslüman, bir zimminin şarabını yada domuzunu telef
etse bunların kıymetini öder. Zira bunlar, her ne kadar bizim için mal değilse
de zimmilere göre maldır. Dolayısıyla bu telef etme, kıymeti olan bir malı
telef etmek olur.
Domuzun kendisini
olduğu gibi, kılını da satmak caiz değildir. Kılının kullanılıp
kullanılmayacağı konusunda alimler arasında ihtilaf vardır. Yalnız Hanefiler,
bazı iş dallarında domuzun kılının kullanılabileceğini söylemişlerdir.
Hanefilere göre,
hayvan gübresinin satışı caizdir. İnsan pisliğinin satışı, ise caiz değildir.
Ancak insan pisliği, başka bir şeyle karışık olursa satılabilir.
En'am: 6/146'da
geçtiğine göre, yüce Allah, Yahudilere; sığır ve koyunun sırtlarında,
bağırsakjarinda yada kemiklerindeki yağlar hariç bu tür hayvanların iç
yağınıyemeyi haram etmişti. Onlar ise ölmüş hayvanın iç yağını yeme yerine o
yağı eritip satmak suretiyle parasını yediler. Böylece iç yağını yeme yerine
parasını yemeyi tercih etmişlerdi.
İslam hukukuna göre;
müslümanlar, yenilmesi helal olan hayvanları kesmek suretiyle yemeleri
helaldir. Yalnız yüksek yerden düşme, boğulma, başı koparılma, başka bir
hayvanın boynuzu yada tekmesiyle, yırtıcı hayvan tarafından parçalanma şeklinde
yada kendi kendine ölmüş herhangi bir hayvan veya gayri meşru bir şekilde öldürülen
bir hayvan “Meyte” leş hükmündedir. Böyle bir hayvan temiz değildir. Eti de
yenilmez. Çünkü ölmüş hayvandan faydalanma yasağı, genel olduğu için, hiçbir
şekilde bu tür hayvanalradan yararlanılamayacağına hükmedilmiştir. Sadece ölmüş
hayvanın tabaklanmış derisi kullanılabilinir. Leşin haram olması ile ilgili
olarak.[700]
Riba kelimesi,
sözlükte; artmak, çoğalmak, fazlalaşmak gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise;
akidlerde “Şart koşulmuş” bulunan “Karşılıksız fazlalık” veya ribevi malların
aynı sınıfına dahil aynı yahut ayrı malların birbirleri mukabilinde “Veresiye”
olarak satılmasıdır.
Sözlük anlamı
itibariyle Riba ile Faiz kelimeleri arasında fark varsa da, muamelelerde eş
anlamlı iki kelimedir. Yapılan muamelenin tamamı ribayı, fazlalık ise faizi
oluşturur. Dolayısıyla da faiz muamelesi ile riba muamelesi arasında bir fark
yoktur. Türkçe'de daha çok “Faiz” kelimesi kulanılır.
Ribanın çeşitleri:
Veresiye muamelelerden
ve borçlardan doğan riba çeşididir. Ribanm illetinden en az birisini
kendisinde ortakça bulunduran iki malı “Veresiye” olarak değiştirmek yada borç
verirken fazla almak suretiyle meydana gelen faizdir.
Bu riba türü,
Kur'an'la sabittir.
[701]
Örnek, 1 gr. altını
“Veresiye” olarak 1 gr. altınla değiştirmek gibi. Nesîe ribası, aynı cins iki
malın yada aynı sınıfa dahil ik ayrı cins malın birbirleriyle “Veresiye” olarak
değiştirilmesinde ortaya çıkar.
Peşin
alışverişteki”Fazlalıktan” ibaret olan riba çeşididir. Ribevi mallardan aynı
cins iki malı peşin olarak biri diğerinden fazla olması şartıyla değistimek,
fazlalık ribasıdır.
Örnek, 1 gr. altını
“Peşin” olarak 1,5 gr. yada 2 gr. altınla değiştirmek gibi. Fazlalık ribası,
daima aynı cins malların birbirleriyie değiştirilmesinde olur.
Hanefıler,
hadisîerdeki cinsin aynı cinsle değiştirilmesine ve tartı ile ölçeğe bakarak
ribanın illetinin, “Cins” ve “Ölçü birliği” olduğunu söylemişlerdir. Buna göre
bütün tartılabilen ve Ölçülebilen mallar, ribevi mallar içeisine girmektedir.
Fazlalık Ribası için,
cins ve ölçü birliği tartı ve ölçü illetlerinin her iki madde de berabece
bulunması gerekir. Ama Nesîe Ribasında ise, yalnız cins veya yalnız ölçü
birliği yeterlidir. Aynı zamanda mezruat ve ma'dudat olan şeylerdede Nesîe ribası
meydana gelir. Bu, ribanın, hadislerde geçen 6 maddeyle sınırlandırılmayacağım
gösterir.
1442- Ebu
Saîd el-Hudri (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Altınla altını, eşit
olmazsa satmayın, bîrini diğerinden fazla yapmayın. Gümüşle gümüşü, eşit
olmazsa satmayın, birini diğerine fazla yapmayın. Bunlardan halen mevcut
olmayanı mevcut olanla satmayın.”
[702]
“Mevcut olmayanı mevcut olanla satmayın” ifadesinden maksat; satış meclisinde her iki tarafın
kabzı yani teslim ve tesellümüdür.
1443- Hz.
Osman (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bir dinarı iki dinara, bir dirhemi de iki dirheme
satmayın.”
[703]
Açıklama:
Dinar, altın paradır.
Dirhem ise gümüş paradır.
1444- Mâlik
b. Evs (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Ben:
“Altını, dirhem gümüş
ile değiştirecek var mı?” diye seslenerek geldim. Ömer tbnü'l-Hattab'ın
yanında bulunan Talha b. Ubeydullah:
“Bize altınını göster!
Sonra hizmetçimiz geldiği zaman gel de sana gümüşünü verelim!” dedi.
Bunun üzerine Ömer,
Talha b. Ubeydullah'a hitaben şöyle dedi:
“Vallahi, olamaz! Ya
bunun gümüşünü peşin verirsin yada altınını geri verirsin! Çünkü Resulullah
(s.a.v.):
“Gümüşü altın, buğdayı buğday, arpayı arpa ve hurmayı
hurma karşılığında satmak yada satın almak ribadır. Ama ikisi de
peşin olursa müstesna” buyurdu.
[704]
1445- Ubâde
İbnu's-Sâmit (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Altın karşılığında altın, gümüş karşılığında gümüş,
buğday karşılığında buğday, arpa karşılığında arpa, hurma karşılığında hurma ve
tuz karşılığında tuz misli misline birbirine eşit olarak peşin satılırlar.
Fakat bu sınıflar değişirse peşin olmak kaydıyla istediğiniz gibi satın.”
[705]
1446- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya
karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık
tuz misli misli peşin satılır. Kim fazla verir veya alırsa doğrusu riba
yapmıştır. Alan ile veren bu hususta eşittir.”
[706]
1447- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Dinar dinar karşılığında satılır. Aralarında fazlalık
olmaz. Dirhem de dirhem karşılığında satılır. Aralarında fazlalık olmaz.”
[707]
1448-
Ebu
Minhâl'dan rivayet edilmiştir:
“Benim bir ortağım,
bir gümüşü hac mevsimine yada hacca kadar veresiye sattı. Derken bana gelip
durumu haber verdi. Ben:
“Bu, caiz olmayan bir
iştir” dedim. O da:
“Fakat ben bunu
pazarda sattım, bana hiçkimse bunun caiz olmadığım söylemedi” dedi.
Bunun üzerine ben
hemen Berâ' b. Âzib'e gidip bu meseleyi ona sordum. O da şöyle dedi:
Peygamber (s.a.v.)
Medine'ye geldiğinde biz bu alışverişi yapıyorduk. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.v.):
“Hangi mal peşin olarak satılıyorsa onda bir sakınca
yok, fakat veresiye satılan şey ribadır”
buyurdu. Berâ:
“İstersen Zeyd b.
Erkam'a git bu mesleyi ona da sor. Çünkü o, benden daha büyük ticaret yapmaktadır”
dedi.
Sonra Zeyd b. Erkam'a
gidip bu meseleyi ona sordum, O da, Berâ'nın söylediği gibi söyledi.
[708]
1449- Fadâle
b. Ubeyd el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Hayber'de bulunduğu bir sırada içerisinde boncuk ve altın bulunan bir gerdanlık
getirildi. Bu gerdanlık, satılık ganimet mallarmdandi. Resulullah (s.a.v.),
gerdanlıktaki altının ayrılmasını emretti. Bunun üzerine altın tek olarak
çıkarıldı. Daha sonra Resulullah (s.a.v.), onlara:
“Altına karşılık altın, tartısı tartısına satılır” buyurdu.
[709]
1450- Fadâle
b. Ubeyd el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Hayber gazası
günü Resulullah (s.a.v.)'le birlikte bulunuyorduk. Yahudilerden, bir ukiyye
altını, iki-üç dinara satın alıyorduk. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Altın karşılığında altını ancak tartısı tartısına
satın!” buyurdu.
[710]
Açıklama:
Bir ukiyye, yedi
miskal yada 40 veya 12 dirheme tekabül eden ağırlıktır. Bu durumda sahabilerin,
iki-üç dinar verip yedi miskal ağırlığında altın almış olmalan gerekir. Hz. Peygamber
(s.a.v.) bu sözkonusu akdi yasaklamıştır. Çünkü altın, taş ve cevherden
müteşekkil bir ukiye, altının karşılığında verilen üç iki-üç miskal altından
daha fazla olmasından dolayıdır. Ukiyenin saf altından olduğunu dikkate
alınırsa altın, altın karşılığında bir taraf fazla olarak satıldığı için
“Ribe'1-fadl” olur. Dolayısıyla da Resulullah (s.a.v.) bunu yasaklamıştır.
1451-
Haneş'ten rivayet edilmiştir:
“Biz, bir gazada
Fadâle b. Ubeyd'le birlikte bulunuyorduk. Derken bana ve arkadaşlarıma;
ganimet payı olarak içerisinde altın, gümüş ve cevher/boncuk bulunan bir
gerdanlık düştü. Bunu satın almak istedim. Bunu Fadâle b. Ubeyd'e sordum. O
da:
“Gerdanlığın altının
çıkar, sonra o çıkardığın altını terazinin bir kefesine ve bedel olarak
hazırladığın altını da terazinin diğer kefesine koy. Sonra da ancak misli
misline olmak üzere alırsın. Çünkü ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse, sakın
misli mislinden fazla bîr şey almasın!”
buyurdu.”
1452- Ma'mer
b. Abdullah'tan rivayet edilmiştir:
“Ma'mer, hizmetçisini,
bir sa/ölçek buğdayla pazara gönderip: Bunu sat, sonra bunun karşılığında arpa
al” demişti. Hizmetçi gidip bir sa/ölçek ve biraz daha fazla arpa satın aldı.
Ma'mer'e gelip bunu ona bildirdi. Ma'mer, ona:
“Neden böyle yaptın?
Git, bu arpayı geri İade et! Sakın mislinden fazla bir şey alma! Çünkü ben,
Resulullah (s.a.v.)'i:
“Yiyecek maddesi aynı cins yiyecek maddesine karşılık
misli misline eşit şekilde satılır”
buyururken işitirdim. O gün bizim yiyecek maddemiz arpa idi” dedi. Ma'mer'e:
“Fakat bu arpa, buğday
cinsinden değildir ki riba olsun” dediler. Ma'mer:
“Ben, bu iki yiyecek
maddesinin birbirine benzer olup haram kılman riba hükmünde olmasından
korkarım” dedi.[711]
1453- Ebu
Hureyre (r.a) ile Ebu Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Ensar'dan Adiyy oğullarının bir kardeşini Hayber'e vali olarak göndermişti.
Daha sonra bu kimse, Medine'ye “Cenîb” denilen en iyi cins hurma çeşidiyle
gelmişti. Resulullah (s.a.v.), ona:
“Hayber'in bütün hurmaları böyle midir?” diye sordu. O da:
“Hayır, vallahi ey
Allah'ın resulü! Hepsi böyle değil. Biz bu iyi hurmanın bir sa ölçeğini, düşük
kaliteli hurmanın iki sa ölçeği karşılığında satın almaktayız” dedi. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Böyle yapmayın! Fakat birbirine eşit bir şekilde
misli misline satın alın yada bunu para karşılığında satıp da parasıyla bu iyi
hurmadan satın alın. Tartılabilen riba maddeleri hep böyle olup fazlalık
haramidir” buyurdu.[712]
Açıklama:
Yani iyi kaliteli
hurmayı ilk önce satıp onu paraya dönüştürerek o parayla düşük kaliteli hurma
almak yada düşük kaliteli hurmayı satıp onun parasıyla kaliteli hurma almak.
Böyle olduğu takdirde faizden kaçınılrruş olunur. Yoksa kaliteli hurma ile
kalitesiz hurma değiştirildiğinde faiz meydana gelir. Diğer maddeleri de böyle
düşünmek gerekir.
1454- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bilâl, Resulullah
(s.a.v.)'e “Bern” adı verilen iyi bir cins hurma getirmişti. Resulullah
(s.a.v.), ona:
“Bu, nereden geldi?” diye sordu. Bilâl:
“Yanımızda düşük
kaliteli hurma vardı. Onları, Peygamber (s.a.v.)'e yemek yedirmek için iki sa
düşük kaliteliyi, bir sa' iyi cins hurma karşılığında sattım” dedi. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Eyvah! Ribanın ta kendisi! Böyle yapma! Eğer sen iyi
cins hurma satın almak istiyorsan elindeki hurmayı ayrı bir satış işlemi üzere
sat, sonra da parasına iyi cins hurma satın al”' buyurdu.
[713]
1455- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah
(s.a.v.) zamanında muhtelif kuru hurmaların karıştırılmasından meydana gelen
düşük kaliteli hurmayı bir ölçek karşılığında iki ölçek vererek satardık.
Resulullah (s.a.v.) bunu duyup:
“iki ölçek hurmaya bir ölçek hurma, iki ölçek buğdaya
bir ölçek buğday ve iki dirheme bir dirhem olmaz” buyurdu.
[714]
1456- Ebu
Nadre'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Abbâs'a
sarraflığı/para bozdurmayı sordum. O da:
“Peşin mi?” dedi. Ben
de:
“Evet” dedim. O zaman
Abdullah İbn Abbâs:
“O halde bunda bir
sakınca yoktur” diye cevap verdi. Daha sonra Ebû Saîd el-Hudrî'ye haber verdim:
“Ben, Abdullah İbn
Abbâs'a sarraflığı/para bozdurmanın hükmünü sordum. O da:
“Peşin mi?” dedi. Ben
de:
“Evet” dedim. Abdullah
İbn Abbâs:
“O halde bunda bir
sakınca yoktur” diye cevap verdi” dedim. Bunun üzerine Ebû Saîd el-Hudrî:
“O, bunu size söyledi
mi? Ona mektup yazacağız, size bu fetvayı vermesin. Vallahi, Resulullah (s.a.v.)'in hizmetkârlarından biri
kuru hurma getirmişti, fakat Resulullah (s.a.v.) onu kabul etmeyip:
“Galiba bu, bizim toprağın hurmasından değil!”
buyurdu. Hizmetçi:
“Bu sene bizim
toprağın hurmasına yada bizim hurmamıza bir şeyler oldu. Ben de bizim hurmalardan fazla vererek bu iyi hurmayı
aldım” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Katladın, ribâ yaptın! Sakın bir daha bu işe
yaklaşma! Hurmandan sana bir şey fazlalık olursa ilk önce onu sat, sonra o
parayla istediğin hurmayı satın al!”
buyurdu.”
1457- Ebu
Sâlih'den rivayet edilmiştir: “Ebu Saîd el-Hudrî'yi:
“Dinar dinarla ve
dirhem de dirhemle misli misline satılır. Kim fazla verir yada alırsa muhakkak
riba yapmıştır” derken işittim. Ona:
“Abdullah İbn Abbâs
böyle söylemiyor” dedim. Bunun üzerine Ebu Saîd el-Hudrî:
“Ben, Abdullah İbn
Abbâs'la görüştüm. Ona:
“Söylediğin bu sözü
gördün mü? Sen bu söylediğini Resulullah (s.a.v.)'den işittin mi yada Yüce Allah'ın Kitab'ında böyle bir şey buldun
mu?” diye sordum. Abdullah İbn Abbâs'da: “Bunu, Resulullah (s.a.v.)'den
işitmedim ve Allah'ın Kitab'ında da bulmadım. Fakat Üsâme b. Zeyd, bana,
Peygamber (s.a.v.)'in:
“Riba sadece Nesîe
veresiyede olur” dediğini haber verdi” dedi.
[715]
Açıklama:
Altını altınla ve
gümüşü de gümüşle değiştirmede bir sakınca yok. Dikkat edilmesi gereken husus
şudur:
1- Her
ikisinin de tartı olarak aynı ve birisinin diğerinden tartı olarak fazla
olmaması gerekir.
2- Altının
gümüşle ve gümüşün altınla değişimi sırasında fazlalık olabilir. Bu fazlalık haram
olmaz. Haram oİan husus, bunlardan birinin vadeye bırakılmış olmasıdır.
1458- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
ribayı yiyene, yedirene, riba muamelesini yazana ve iki şahidine lanet etti.
Sonra da bunların günah bakımından eşit olduğunu buyurdu.”
[716]
1459-
Nu'mân
İbn Beşîr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Nu'mân, iki
parmağıyla kulaklarına uzanıp. Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu işittim:
Doğrusu helal belli,
haram da bellidir. Fakat bunların arasında helal mi, haram mı olduğu belli
olmayan bazı şüpheli şeyler vardır ki, insanlardan bir çoğu, onları bilmez.
Buna göre kim bu şüpheli şeylerden sakınırsa, dinini ve ırzını kurtarmış demektir.
Kim de bu şüpheli şeylere dalarsa, harama dalmış olur. Korunan bir yerin
etrafında hayvan otlatan çobanın hayvanlarını oraya kaçırması çok yakın olması
gibi.
Dikkat edin ki! Her
hükümdarın bir korusu vardır. Dikkat edin ki! Allah'ın korusu ise haram kıldığı
şeylerdir.
Dikkat edin ki!
Bedende bir et parçası vardır ki, bu parça işe yarayışlı olursa, bütün beden
yarayışlı olur. Eğer bu parça bozuk olursa, bütün beden bozuk olur.
Dikkat edin kî! Bu
parça, kalptir.”
[717]
Açıklama:
Hattâbî (ö.
388/998)'ye bu şüpheli şeyler, bazı insanlar için karışıktır. Yoksa bunlar,
haddizatında karışık ve şüpheli, şeriatın aslında beyanı olmayan şeyler
değildirler. Çünkü yüce Allah, hakkında hüküm bulunması gereken hiçbir şeyi
delilsiz ve beyansız bırakmamıştır. Şu da var ki, beyan; herkesin bilebileceği
açık beyan ve usul ilmine Önem veren, naslann manalarını iyice anlayan, kıyas
ve istinbat yollarını bilen ilim adamlarının dışında kimsenin anlayamayacağı
gizli beyan olmak üzere iki çeşittir. Hadisteki, “Onları, insanların çoğu bilmezler” ifadesi, bu söylenilenlerin
doğruluğuna delildir.
Daha sonra Hattâbî,
bir şeyin hükmünde şüphe eden kişinin durması ve şüpheden korunması
gerektiğini, aksi takdirde harama düşebileceğini ifade eder.
İşte tespiti zor olan
ve hükmü ancak alimler tarafından çıkartılabilenler bunlardır. Alimler, ya
nalsa yada başka bir delille bu tür şeylerin hükümlerini istinbat ederler. Onu,
ya haram yada helal sınıfına dahil ederler. Fakat bazen olur ki, müctehidin,
bir şeyin hükmünü delillerden ictihad ederek ortaya çıkarması da mümkün olmaz.
O zaman o şey şüpheli olarak kalır. Peki bu durumda olan şeylere ne hüküm
verilecektir?
Kadı îyâz (ö.
544/1149) bu konuda;
1- Bu tür
şeyler helaldir,
2- Bu tür
şeyler haramdır,
3- Bunlarla
ilgili hiçbir hüküm verilmez1 şeklinde üç görüşün olduğunu bildirir.
Şüpheli şeylere tam
olarak haram yada helal denilmemekte birlikte, bunlardan kaçınmanın daha uygun
olduğunda şüphe yoktur. Çünkü Peygamber (s.a.v.), bir hadisinde;
“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe etmediğini yap” buyurmaktadır.
Demek oluyor ki, haram
yada helal olduğu konusunda kesin bir hüküm bulunmayan şeylerin haram olduğuna
fetva verilmese de, onları işlemekten kaçınmak daha uygundur. Yalnız daha iyi
olanla amel edeceğim diye vesveseye düşmemek, vesvese ile daha iyi olanı
birbirine karıştırmak gerekir.
Hz. Peygamber
(s.a.v.), haram olduğu apaçık olan şeyleri koruya, haram mı, yoksa heial mi
olduğu şüpheli olan şeyleri de, korunun etrafına benzetmiştir.
Yine Resulullah
(s.a.v.), günah olup olmadığı şüpheli olan şeyleri yapan kişiyi, korunun
etrafında hayvan otlatan çobana benzetmiş ve bu çobanm hayvanlarının her an
koruya girmesi muhtemel olduğu gibi, şüpheli şeyleri yapanların da her an
günaha dalabileceklerini bildirmiştir.
Şüpheli şeylerden
sakınan kişi, dini açısından noksanlıktan, ırz açısından da ayıplanma ve
dedikodudan korunmuş olur. Buradaki “Din” sözü, Allah'a; “Irz” de, insanlara
taalluk eden şeylerle ilgilidir.
“Şüpheli şeylere dalarsa, harama dalmış olur” sözünün iki anlamı var:
1- Şüpheli
şeyleri adet haline getirip onları devamlı yapan kişi nihayet haramları
işlemeye cesaret edip haram işler.
2- Böyle bir
kimse, dikkatsizliği adet edinip yavaş yavaş haramlara dalar.
1460- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
ile birlikte bir gazvede bulundum. Peygamber (s.a.v.), arkamdan bana ulaştı.
Ben, bize ait olan yürüyemez hale gelmiş bir su taşıma devesi üzerinde idi.
Resulullah (s.a.v.), bana:
“Devenin neyi var?” diye sordu. Ben de:
“Hastadır” dedim.
Câbir der ki:
“Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) arka tarafa geçti. Deveyi azarlayıp ona dua etti. Bundan
sonra devem, diğer develerin önüne doğru geçmeye başladı. Sonra da onların
önünde yürüyordu.
Peygamber (s.a.v.),
bana:
“Deveni nasıl görüyorsun?” buyurdu. Ben:
“Devem hayrla
beraberdir. Ona, senin bereketin dokundu” dedim. Peygamber (s.a.v.):
“Bu deveyi bana satar mısın?” buyurdu.
Ben, Resulullah'tan
utandım. Bizim, ondan başka su taşıma devemiz yoktu. Ben:
“Evet” dedim.
Bunun üzerine o
deveyi, Resulullah (s.a.v.)'e, Medine'ye varıncaya kadar sırt kemikleri binme
hakkı bana ait olmak şartıyla sattım. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben yeni evliyim” deyip ondan, önden gitmek hususunda izin istedim. O da, bana
izin verdi.
Bunun üzerine ben,
Medine'ye ulaşma yolunda insanların önüne geçtim. Sonunda Medine'ye geldim.
Beni, dayım karşıladı. Bana, devemi sordu. Ona, deve hakkında yaptığım işi
anlattım. O da, başka devemiz olmadığı için devenin satışı hususunda beni
azarladı.
Resulullah
(s.a.v.)'den izin istediğim sırada bana:
“Kızla mı, yoksa dul ile mi evlendin?” diye sormuştu. Ben de:
“Dul kadın ile
evlendim” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Senin onunla
oynaşacağın ve onun da seninle oynaşacağı bir kız ile evlenseydin ya!” buyurdu.
Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Babam vefat etti yada şehit edildi. Benim küçük kız kardeşlerim var. Onları
terbiye edemeyecek ve onların işlerini göremeyecek durumda onlara akran bir
kızla evlenmemi hoş görmedim. Bu sebeple
onların işlerini görmesi ve onları terbiye edip yetiştirmesi için dul bir
kadınla evlendim” dedim.
Resulullah (s.a.v.)
Medine'ye geldiği zaman, ben, deveyi onun yanına götürdüm. O da, bana, hem
devenin bedelini verdi ve hem de deveyi bana geri verdi.
[718]
İmam Ahmed, bu hadisi
delil getirerek istediği zaman satıcı binebilmek şartıyla hayvan satmanın caiz
olduğunu söylemiştir. Yine İbn Ebi Leyla ve İmam Ahmed'in ikinci bir görüşüne
göre; böyle bir akid caiz, fakat şart batıldır.
Hanefiler ile İmam
Şafiî'ye göre ise; böyle bir akid, fasiddir. Bu konuda mesafenin hiçbir önemi
yoktur. Resulullah (s.a.v.), Cabir'e, devenin kıymetini vermek istemiş, fakat
gerçek satışı kast etmemiştir. Bir de, buradaki şartın akide dahil olmayıp önce
yapılması İhtimali vardır. Bu ise akde zarar vermez. Şart, akide dahil olursa o
zaman akid fasid olur.
Hz. Peygamber
(s.a.v.), satın aldığı deveyi Medine'ye kadar Câbir'e işareten vermiştir. Bu,
devenin satışı esnasında şartın bulunmadığını gösterir.
Hadisin, satışta şart
varmış gibi rivayet edilmesine sebep; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, deveyi iade
olarak vermeyi vaat etmesidir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, vaadine muhalefeti
düşünülemeyeceği için, sanki o şart yerine geçmiştir. Üstelik Câbir'in, bu deve
satma olayı düşünüldüğünde, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in alışverişte gözetilecek
şartlara riayet etmediği görülür. Örneğin, malın teslim ve tesellümü
gerçekleştirilmemiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, bu muameleden maksadı;
Câbir'in devesini satın almak değil, ona yardımcı olmak, ona menfaat
sağlamaktır. Çünkü Câbir'in babası Abdullah, Uhud savaşında şehid olmuştu.
Geriye ise küçük çocuklar bırakmıştı. Bunun için de, deve alışverişini, bu
maksada kalkan etmişti. Bu sebeple de işi pek sıkı tutmamıştır. Medine'ye
varınca, hem deveyi ve hem de parayı verince:
“Sen, deveni alıp götürmek için mi alışveriş yaptığımı
zannediyorsun?” buyurması bunu
gösterir.
Câbir'in devesinin
bedeli hakkındaki çeşitli ihtilaflar mevcuttur. Kadı İyâz (ö.544/1149)'a göre,
bu ihtilafların sebebi; hadisin mana itibariyle rivayet edilmiş olmasıdır.
Bu rivayetler arasında
Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında yürürlükte olan iktisadî vaziyete göre, en
ma'kul olan rivayet, Buhârî'nin; “Bir ukiyye” olduğu ile ilgili rivayetidir.
Çünkü devenin zekat nisabı, 5 deve idi. Gümüşün nisabı ise, 200 dirhem olduğuna
göre, bir devenin, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde ortalama kıymetinin 40
dirhem olduğu anlaşılır. Buhârî'nİn de rivayet ettiği gibi, bu rivayet, daha
sahihtir.
İsmailî de der ki:
“Ravilerin fiyat
miktarı hususundaki ihtilafları hadise zarar vermez. Çünkü hadisin siyakından
maksat; Hz. Peygamber {s.a.v)',n kerem ve tevazu'unu, sahabilerine karşı
gösterdiği, şefaki ve duasının bereketini açıklamaktır. Bununla birlikte bazı
ravilerin, fiyat hakkındaki vehminden hadisin aslını çürütmek lazım gelmez”
Aynî (ö. 855/1451)'de
konu ile ilgili çeşitli rivayetlerin arasını şöyle bulamaktadır: “Hadiste
ukiyye, mutlak olarak zikredilmiş, fakat bir rivayette: “Bir ukiyye altın”
denilerek bundan maksadın ne olduğu bildirilmiştir. Başka bir rivayette ise,
“Beş ukiyye gümüşe sattım” denilmiştir. Şu halde satış altınla olmuş, ödeme
gümüşle yapılmış demektir.
Ravi de, hadisi, bir
defa satış anındaki fiyatla, başka defa ödeme zamanındaki fiyatla rivayet
etmiştir. iki yüz dirhem rivayeti, beş ukiyyeye uygundur. Çünkü bir ukiyye,
kırk dirhem gümüştür. Dört dinar da, ukiyyeye uygundur. O zamanın dirhem ve
dinarları muhtelif idî. İhtimal bir ukiyye alhn, dört dinar ederdi. iki ukiyye
rivayetine gelince: Bunlann biri hayvanın kıymeti, diğeri de Resuîullah
(s.a.v.)'in sonradan ihsan ettiği ukiyye olabilir. Nitekim bazı rivayetlerde:
“Bana bir ukiyye de fazla verdi” denilmiştir.”
Hadis, bakire ile
evlenmeye teşvik etmek ve onun faziletini bildirmekle birlikte evlenecek
kişilerde denkliğin önemini vurgulamaktadır.
Bu hadis, ilim
adamları arasında “Hadisu'1-Baîr” Deve Hadisi olarak bilinmektedir.
1461- Ebu
Râfi' (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir adamdan ödünç olarak gsnç bir deve almıştı. Derken Resulullah (s.a.v.)'e
zekat malı bazı develer gelmişti. Ebu Râfi'ye, o kimsenin alacağı genç deveyi o
adama ödemesini emretmişti. Derken Ebu Râfi' gidip tekrar dönüp geri gelerek:
“Develerin içerisinden
ancak altı yaşını bitirip yedi yaşına girmiş onun devesinden daha değerli bir
deve buldum” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Onu o kimseye ver. Çünkü insanların en hayrlısı,
borcunu en iyi şekilde ödeyendir”
buyurdu.
[719]
1462- Ebu
Hureyre (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Bir adamın,
Resulullah (s.a.v.)'ten alacağı vardı. Bu sebeple ona ağır sözler söyledi.
Derken Peygamber (s.a.v.)'in sahabileri ona sert davranmak istediier. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Hak sahibinin gerçekten konuşmaya hakkı var” buyurarak sahabilere:
“Bu adama, yaşça devesine denk bir deve satın alın da
onu ona verin” buyurdu. Sahabiler:
“Biz onun devesine
yaşça denk bir deve bulamıyoruz. Ancak yaşça onunkinden daha değerli bir deve
buluyoruz” dediler. Peygamber (s.a.v.):
“O halde daha iyi olanı satın alın da onu ona verin.
Çünkü sizin borç verişi en güzel olanlarınız, en hayrlı olanlarınızdandır yada
sizin en hayırlınız borcunu en güzel bir biçimde ödeyeninizdir” buyurdu.
[720]
Açıklama:
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in bu adama gösterdiği bu ağırbaşlı tavrı, İnsanlık tarihinde benzeri
az bulunur örneklerden biridir. O, bir peygamber olması hasebiyle hem ümmetine
ve hem de insanlığa en iyi, en güzel ve en doğru davranış şeklini ortaya
koymuştur.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in bu tavn, o kaba şahsı son derece etkileyerek onda büyük bir
değişiklik yapmış ve Resulullah (s.a.v.)'e dua ermiştir.
1463- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir köle gelip
Peygamber (s.a.v.)'e hicret etmek üzere biat etti. Peygamber (s.a.v.), onun bir
köle olduğunu fark etmedi. Derken sahibi gelip onun Peygamber (s.a.v.)'den
istedi. Peygamber (s.a.v.), sahibine:
“Onu bana sat”
buyurup iki tane siyah köle vermek suretiyle o köleyi o adamdan satın aldı.
Bundan sonra bir daha Bu köle midir?” diye sormadıkça hiç kimseden biat almadı.
[721]
Açıklama:
Mallar; mislî, adedî
ve kıyemî olamak üzere üçe ayrılırlar. Buğday, tuz gibi ölçek veya tartı ile
alınıp satılanlar mislî, yumurta ve karpuz gibi tane ile alınıp satılanlar
adedî, hayvan gibi her biri diğerinden çeşitli yönlerden ayrı olan mallar da
kıyemîdir. Bu son gruptaki malların her birisinin kendisine ait bir değeri
vardır. Bir hayvan, her yönden diğer bir hayvanın aynı değildir.
Bu hadis, kıyemî
malların birbirleri karşılığında satışı sözkonusunu etmektedir. Dolayısıyla da
peşin olmak üzere bir köleyi iki köle karşılığında satın almanın caiz oluduğuna
delâlet etmektedir.
1464- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), bir Yahudiden veresiye yiyecek
satın aldı ve buna karşılık zırhını ona rehin olarak verdi.”[722]
Sabit ve devamlı oİma,
habs ve men etme; mutlak surette alıkoyma, mutekav-vim bir malı, kıymete sahip
olan bir şeyi, bir borç veya hakkın temin edilmesini sağlayacak şekilde hak
yerine getirilinceye kadar habs etme, elde tutma.
Mecelle'nin tarifi şöyledir:
“Rehin, bir malı ondan mümkün olan bir hak karşılığında hapsetmek ve
alıkoymaktır”.
İslâm'dan önce Arap
toplumunda rehin uygulaması vardı. Ancak vadesi gelen borç ödenmezse rehin alan
rehnedilen şeyi mülk edinebiliyordu. İslâm, rehin akdi müessesesini islâh
ederek her iki tarafın da haklarını sağlam esaslara bağladı. Bu arada, borç
vadesinde ödenmediği takdirde, rehnin kendiliğinden rehin alanın mülkiyetine
geçeceği âdeti yasaklandı.
Rehin akdi,
delillerini Kitap ve Sünnette bulur. Kur'ân-i Kerim'de şöyle buyurulur:
“Eğer bir yolculuk yapıyorsanız, bir yazıcı da
bulamadıysanız, o zaman borçludan aldığınız rehinler de yeter.”[723]
Rehin, özellikle
alacağı yazı ve şahitle belgelendirme mümkün olmadığı takdirde teminat vazifesi
görür. Borcun, vadesinde ödenmemesi halinde, rehinden karşılanması mümkün olur.
[724]
Âyette yalnız yolculuk sırasında rehinden söz edilmesi, genellikle
yolculuklarda senet tanziminin ve şahit bulmanın mümkün olmaması yüzündendir.
Diğer yandan, rehnin yolculuk halinde olduğu gibi, hazarda da alınıp
verilebileceği hükmü sünnetle sabittir,
1- Rehin
akdi, bir süreye bağlanamaz. iki veya üç ay süre ile rehin vermek gibi bir süre
şartı, borcun ifa edilmemesi halinde rehni etkisiz kılar. Diğer yandan rehin
akdini bir süre ile sınırlamak, asıl borcun ödeme tarihinden veya henüz ifa
edilmesinden Önce rehnin geri verilmesine yol açabilir.
2- Rehin
akdi bir şarta bağlanamaz. Rehnin mâhiyeti ile bağdaşamayacak bir şartın bu
akitte ileri sürülmemesi gerekir.
Rehin akdinin
rükünleri, icab ve kabulden ibarettir. Akid, rehin verenle alanın icab ve kabul
İradelerini açıklamaları sonunda meydana geiir. Rehnin teslim alınmasıyla da
işlem tamamlanmış olur.
Bir nakdin yahut
menkul veya gayri menkul bir malın rehin olabilmesi için aşağıdaki özelliklere
sahip olması gerekir.
1-
Rehnedilenin alım-satıma elverişli bir mal olması gerekir. İslâm'a göre alınıp
satılması caiz olan bir şeyin rehnedilmesî de caizdir.
2-
Rehnedilenin mütekavvim bir mal olması gerekir. İslâm'a göre ölü hayvan eti ve
kan gibi mal sayılmayan şeylerden rehin de olmaz.
3-
Rehnedilecek
malın hâlen borçlunun mülkiyetinde olması şart değildir. Bir kimse başkasının
malını, sahibinin rızasıyla veya şer'î velayet yetkisine dayanarak
rehnedebilir.
4-
Rehnedilecek şeyin ortak bir mülk olmaması gerekir. Hanefılere göre taksimi
kabil olsun veya olmasın ortak bir mülkün rehni caiz değildir.
5-
Rehnedilen şeyin kabzdan sonra, rehin hakkı sahibinin eli altında bulunması
gerekir. Meselâ, ağaçlar istisna edilerek yalnız bu ağaçların üzerindeki
meyveleri rehnetmek muteber olmadığı gibi, topraği rehnetmeden üzerindeki
ekinleri rehin de caiz olmaz. Çünkü ağaçlar ve arazi rehne dâhil edilmeyince,
ürün kabzedilmiş ve rehin alanın kontrolüne girmiş olmaz.
6- Vakıf
mallarla, mirî arazilerin rehnediimesi prensip olarak caiz değildir. Çünkü
bunlar şahsî mal sayılmaz.
Rehin akdi meydana
gelip, rehnedilen şey karşı tarafa teslim edildikten sonra taraftarın aşağıdaki
hükümlere göre hak ve sorumlulukları doğar:
1- Rehin
hakkı sahibi, alacağı ödeninceye kadar rehni hapsetmek ve elinde alıkoymak
hakkına sahiptir. Rehneden, rehin mal kurtanlmadan önce ölürse, rehin alan
diğer alacaklılardan daha üstün hak sahibi olarak öncelikle rehinden alacağını
alır. Rehnedilen, borca yeterli olmazsa, bu kimse miras malından da hakkını
talep edebilir
2- Rehin,
teminata bağladığı borcun istenmesine engel olmaz. Rehni kabzettikten sonra da
rehin alanın alacağını isteme hakkı devam eder.
3- Borcun
bir bölümü ödenince, bu borç karşılığında verilen rehnin de bir kısmını geri
almak gerekmez. Rehin alan, borcun tümü ödeninceye kadar rehni elinde
tutabilir. Ancak ödenen borca, rehinden belli bir kısım karşılık oluyorsa, o
kısım geri verilebilir.
4-
Rehin
akdinde taraflardan birinin veya her ikisinin ölümü ile akid batıl olmaz.
5- Rehin
veren ölürse, mirasçıları büyükse, onun yerine geçerek terekeden borcu ödemek
suretiyle rehni kurtarmaları gerekir.
6- Rehin
alan ölürse, rehin onun mirasçılarının nezdinde de rehin olarak devam eder,
7-
Rehnedilen şey, menkul bir mal olabileceği gibi gayri menkul de olabilir. Bir
malın satımı halinde, satışa dahil olan müştemilat rehin akdine de dahildir.
8-
Rehnedilen şeyden doğan ilaveler, asıl rehin ile birlikte rehnedilmiş sayılır.
Rehin akdi, rehnin
belli bir süre rehin alanın elinin altında kalmasını gerektirir. Bu süre içinde
rehnin kullanılması, gelir ve semerelerinden yararlanılması hakkı kime aittir?
Meselâ rehin hayvan ise sütü, yünü; bir gayri menkul ise kira geliri; arazi
ise, meyve ve ürünler söz konusu olur. Rehin akdi, bir borcu teminata bağlamak
için yapılır. Yâni ortada bir borç vardır ve rehin buna karşılık olarak
verilmiştir. Durum böyle olunca, İslâm hukukunda borç karşılığı herhangi bir
menfaatin sağlanması faiz sayıldığına göre, rehin hakkı sahibinin bu
gelirlerden yararlanması faiz hükmüne girer mi? Konuyu rehin alan ve veren
bakımından incelemekle karar vermek mümkündür.
Rehin alan rehni
rehnedenin rızası ile kullanabilir ve rehnin meyve ve süt gibi gelirlerinden
yararlanabilir Rehin kullanma veya yararlanma sırasında emânet hükümlerine
tabi olur. Telef olursa, karşılığında borç düşmez. Bu konuda Hz. Peygamber'in düzenleyici
bazı hadisleri vardır.
Hanefilere göre, rehin
alanın izni olmadıkça rehnedenin rehinden yararlanması caiz değildir. Rehin
bir hayvan ise süt, yün ve gücünden yararlanması; ev ise oturması veya bunu
kiraya verip kira gelirini alması; elbise ise, giymesi rehin alanın izni
olmadıkça caiz bulunmaz. Gerçi rehnin geliri varsa bu, rehnedenin
haklarındandır. Bunlar, borcun ödeme tarihine kadar mevcut kalırsa rehne ilave
edilerek borçtan hisseleri oranında hesaba dahil edilir. Vade tarihinden önce
helak olursa, borçtan birşey düşülmez ve bunlann rehin alana tazmini de
gerekmez. Çünkü rehnin süt, yün ve meyve gibi semereleri, rehin hakkı sahibi
nezdinde emânet hükümlerine tabi olarak bulunur.
[725]
1465-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Medine'ye geldiğinde, Medineliler meyvelerde bir veya iki seneliğine selem
yapıyorlardı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), onlara:
“Kim hurmada selem yapacaksa, belli ölçüde yada belli
tartıda, belli bir müddete kadar yapsın”
buyurdu.
[726]
Açıklama:
Selem kelimesi
sözlükte; vermek ve teslim etmek anlamına gelmektedir. Terim olarak ise; para
peşin malı veresiye olmak şartıyla yapılan akiddir. Yani peşin parayla mal
satın almaktır.
Selemin sahih olarak
meydana gelmesi için riayet edilmesi gerekli bazı şartlar vardır. Bu şartlar
şunlardır:
1- Para
peşin olarak hemen akid meclisinde ödenmelidir,
2- Para,
belli olmalıdır.
3- Mal,
belli olmalıdır.
4- Malın
teslim zamanı belli olmalıdır.
5- Malın,
eğer teslimi bir masraf ve zorluk gerektiriyorsa, teslim yeri de tespit
edilmelidir.
6- Mal,
mislî bir mal olmalıdır.
7- Malın,
teslim edilebilir olması şarttır.
8- Mal,
ta'yin ile taayyün eden şeylerden olmalıdır.
9- Mal, deyn
zimmette bulunan olmalıdır.
[727]
1466-
Ma'mer'den rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim ihtikar/stokçuluk yaparsa asi/günahkar olmuştur.”
[728]
Açıklama:
İhtikâr, sözlükte;
biriktirmek, hapsetmek, toplamak demektir. Terim olarak ise çoğunluğun
görüşüne göre; yiyecek cinsinden olan bir şeyi satın alıp depolamak,
pahalanmasını bekleyerek piyasaya sürmemektir.
Bir malı toplayıp
bekletmenin ihtikâr sayılması için bazı şartların bulunması gerekir:
l- Kişi,
beklettiği malı kendi arazisinden kaldırmış olmamalıdır. Buna göre; bir kimse
kendi arazisinden kaldırdığı mahsulü piyasaya sürmese ve bundan halk zarar da
görse muhtekir stokçu sayılmaz. Çünkü kişi, tarlasını ekmek zorunda olmadığı
gibi kaldırdığı mahsulü satmak mecburiyetinde de değildir. Ancak, diğer
müslümanlar ihtiyaç içinde yüzerken, onun sırf dahafazla para kazanmak maksadı
ile malını satmaması bir müslümana yakışmaz.
2- Stoklanan
mal, bizzat o şehirden veya o şehrin banliyösünden satın alınmış olmalıdır.
Başka şehirlerden mal getirip deposunda bekleten kişi stokçu muhtekir sayılmaz.
Dolayısıyla bu hareketi haram olmaz.
İmam Ebû Yusuf a göre
ise, bu da ihtikârdır ve caiz değildir.
3-
İhtikâr,
satılacak malı bir müddet satmayıp bekletmekle gerçekleşir. Bu müddet bir görüşe
göre kırk gün, diğer bir görüşe göre de bir aydır.
Kişinin mal
stokiaması, kıtlık zamanında ve daha fazla kazanç sağlamak maksadıyla yapılmış
olmalıdır. İmam Nevevî, bolluk zamanındaki stoklama ve kıtlık zamanında kendi
ihtiyacı için mal bekletmenin ihtikâr sayılmayacağını söyler. Ancak, insanlara
zarar vermese bile gıda maddelerini toplayıp bekletmek mekruhtur.
İnsanların ihtiyacı
olduğu halde, Hatların artmasını bekleyerek, satın aldığı malı satmayıp
bekletmek ihtikâr caiz değildir. Bunu yapan günahkârdır, âhirette cezayı
haketmiştir. Bu, meselenin uhrevî yönüdür.
Yetkili merci,
kendisine halkın ihtiyacı olduğu halde bazı kişilerin ihtikâr yaptıkları, mallarını
satmadıkları haber verilince; önce onlara nasihat eder, iyilikle mallarını
piyasaya sürmelerini ister ve bir müddet bekler. Yine satmazlarsa, ihtikârı
terkedinceye kadar hapseder ve onlara uygun göreceği bir ceza verir.
İmam A'zam’a göre
mallarını ellerinden alıp zorla satamaz. Çünkü İmam A'zam, kişiliğe çok değer
verir. Akil ve baliğ olan bir kimsenin, tasarrufuna hacr konulamayacağını
söyler. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed's göre ise yetkili kişi, ihtikârcımn
malını onun namına satabilir.
İhtikânn hangi tür
mallarda cari olduğu, şartlan, caiz olmayan stoklama müddeti gibi konular
âlimler arasında ihtilaflıdır. Bu konudaki görüşler özet olarak şöyledir:
1- İhtikâr,
her türlü rnalda cereyan eder. Buna göre; piyasaya çıkarılmaması halka zarar
verdiği takdirde; insan ve hayvan yiyeceği olan maddelerde, bezde, yağda vs.
ihtikâr caridir. Bunları stoklamak caiz değildir. İmam Mâlik, Süfyan es-Sevrî
ile Ebû Yusuf, bu görüştedir.
2- İhtikâr,
insanların ve hayvanların gıda maddelerinde gerçekleşir. Bu görüş, İmam
Muhammed'e aittir.
3- İhtikâr,
sadece insanlar için olan gıda maddelerinde olur. İmam Ahmed ile İmam Şafiî'nin
görüşleri de, bu yöndedir.
[729]
1467- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Alışveriş sırasında yalan yere yapılan yemin, malın
harcanmasına ve kazancının da elden gitmesine sebeptir” buyururken işittim.
[730]
1468- Ebu
Katâde (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, o, Resulullah (s.a.v.)'in şöyle
buyurduğunu işitmiştir:
“Alışverişte çokça yemin etmekten sakının! Çünkü
alışveriş sırasında yafan yere yapılan yemin, malı harcattım, sonra da yok
eder.”
[731]
Açıklama:
Hadis, kişinin malını
satmak için yemin etmesinin caiz olmadığını ifade etmektedir. Yemin iki şekilde
olur:
1-Yalan
yere, yani maida olmayan bir özelliğin olduğunu iddia ederek bir kusurunu gizleyerek
veya kendisine pahalıya mal olduğunu söyleyerek yemin etmek. Şüphesiz yalan
yere edilen yemin, ticaretin dışında olduğu gibi ticarette de haramdır, son
derece günahtır.
2- Yalan
yere olmamakla birlikte, malın revaç bulmasını, satışını sağlamak için edilen
yemin. Hadiste, men edilen yeminin, yalanla kayıtlı olmayışı; bu şıkkın da
hadisin hükmüne girdiğini gösterir. Dolayısıyla, yalan olmasa bile satış
esnasında yemin etmek doğru değildir.
Hadiste; malını satan
kişi yemin edince belki bunun; malın satımına fayda sağlayacağı fakat sonuç
itibarıyla bereketi alıp götüreceği belirtilmektedir.
Yine hadiste, yeminle
artan ticaretin, görünüşte bir artış sağladığı ama aslında bunun bere 2
kazancın mahvına sebep olduğu belirtilmektedir. İbn Mâce'nin rivayetinde; Allah
(c.c)'ın kıyamet gününde üç grup ile konuşmayacağı, onlara rahmet nazarıyla
bakmayacağı, onları temize çıkarmayacağı belirtilmiş ve “Yalan yeminle malına
revaç sağlamak isteyenler” bunlar arasında sayılmıştır.
1469-
Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
taksim edilmemiş bulunan her ortaklıkta ev olsun, bahçe olsun şuf'a hakkı
olduğunu bildirdi. Ortağına haber vermeden diğer ortağın satış yapması,
kendisine helal olmaz. Ortağı isterse ahr, isterse terk eder. Eğer satar da ortağına
haber vermezse, ortağı o mala en layık kimsedir.”
[732]
Şufa kelimesi; çift
yapmak, ilave etmek anlamına gelmektedir. Terim olarak ise; satılmış olan bir
akan belli şartlar dahilinde müşteri veya bayiin rızasına bakılmaksızın satış
fiyatı üzerinden üçüncü bir şahsın cebren temellük etmesine denir.
Üçüncü şahsın şufa
hakkına sahip olabilmek için satılmış bulunan akarı cebren temellük etmesi içi
bazı sebepler vardır. Bu sebepler olmadığı zaman, şufa hakkı da söz konusu
değildir. Şuf anın sebeplerini sayarken kuvvetli sebepten zayıf sebebe doğru
bir sıra izlenecektir:
1- Satılmış
olan akarın kendisinde ortak olmak.
2- Satılmış
olan akarın haklarında ortak olmak.
3- Bitişik
komşuluk.
Şufe hakkının
kullanılması için, sebeplerin yanı sıra bazı şartlar daha aranır. Bu şartlardan
birisinin eksikliği, şufa hakkının kullanılmasına engel teşkil eder. Söz konusu
şartla şunlardır:
1- Satılan
akarın mülk olması.
2- Satılanın
akar olması.
3- Üçüncü
şahsa şufa hakkını tanıyan kimsenin kendi mülkünün de akar olması.
4- Satılan
akarın, başkasına mali bir bedel karşılığında intikal etmesi.
5- Üçüncü
şahsın, şufa hakkını tanıyan kimse üzerindeki mülkiyet hakkının satılan akarın
satış anından onun cebren temellük edilmesi anına kadar devam etmesi.
6- Satılan
akann, eski sahibinin mülkiyetinden hiçbir hakkı tanımayacak şekilde çıkmış
olması.
7- Satılmış
olan akar, şufa hakkına sahip olan kimseye ait olmaması.
8- Üçüncü
şahsın, satılan akarın başkasına intikaline razı olmaması.
[733]
1470- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Sizden birisi, komşusunun hatılını evinin duvarına
koymasına engel olmasın” buyurdu.
Daha sonra Ebu Hureyre:
“Sizi neden buna yanaşmaz görüyorum. Vallahi, bunu,
sizin omuzlarınız arasına atacağım”
dedi.
[734]
Açıklama:
Bir müslümanın diğer
bir müslümandan duvarına ağaç ucu sokmak yada hatıl koymak üzere izin istemesi,
komşular arasında olabilecek bir durumdur. Komşulardan biri ev yaptmr-ken
yaptıracağı evin ağaçlarının bir ucunu ekonomik sebeplerle komşusunun duvarı
üzerine koymak siıretiyle komşu duvanndan yararlanmak ve bu suretle masrafın
ağırlığından kurtulmak ister. Resulullah (s.a.v.), bu hadiste ümmetine, kendi
duvarlarından yararlanmak isteyen din kardeşlerinin bu isteklerini
reddetmemelerini tavsiye etmektedir.
Hattâbî'ye göre İmam
Ahmed'in dışındaki tüm alimlere göre bu hadiste geçen “Engel olmasın” emrinin
hükmü, farz değildir. İyi komşuluk münasebetleri türünden bir tavsiye
niteliğindedir.
Ayrıca komşunun
komşuya iyilik etmesi ve yardımcı olması hususunda bir çok tavsiyelerin
bulunduğu bilinmektedir. Komşunun hatıl başlannın, duvarın üzerine konulmasına
izin verilmesinin farz olması veya mendub olması, duvar sahibinin evine veya
duvarına bir zarar ve tehlike vermemesi şartına bağlıdır. Çünkü başkasına zarar
vermemek de İslâm'ın bir emridir. Zarar vermeme gereği dîkkattan uzak
tutulmamalıdır.
Hatıl: Duvarlan sağlam
tutmak, yukarıdan gelecek ağırlığı her tarafa bölmek için ara sıra konulan
kereste yada tuğla tabakası
1471- Saîd
b. Zeyd b. Amr b. Nufeyl (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Kim zulüm yoluyla başkasının arazisinden bir karış
yer alırsa, Allah o kimseyi kıyamet gününde yedi kata yer(in dibîn)den itibaren
boynuna dolar.”
[735]
Başkasının malını
zulmen ve zorla almaktır. Gasp, sadece arazi ile ilgili olarak kullanılmayıp
her çeşit malın zulmen alınmasıdır. Konu ile ilgili hadis de, arazi ile ilgili
gasbı anlatmaktadır.
Hadisin metninde geçen
“Şibr” bir karış kelimesiyle; zulmen alınan şeye terettüp ettirecek cezaya
maruz kalmada alınan şeyin, az yada çok olmasının fark etmediğine işaret edilmiştir.
“Boynuna
dolandırılır”dan kasıt; gasbedilen şeyin, gasbedenin boynuna bir halka olarak
konmasıdır. Tabii ki bunu taşımaya gücü yetmeyecek ve dolayısıyla da o gasbı
sebebiyle ona azap edilecektir.
“Yedi kat yer”, gökler
gibi tabakalar halindedir.
Görüldüğü üzere İslam
dini; kişilerin, mal ve mülk edinebileceklerini, bu mal ve mülküne kimsenin
zarar veremeyeceğini, velev ki zarar verilmiş olsa yada gasbedilmiş olsa
dünyevi bir ceza verilmesi bile kıyamet günü o kimsenin mutlaka
cezalandırılacağını belirtmektedir.
1472- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yol hakkında görüş ayrılığına düştüğünüz zaman o
günün koşullarına göre yolun genişliği yedi arşın yapılır.”[736]
Açıklama:
Bir yerleşim merkezi
kurulurken yollarının rahatça gelip geçmeye elverişli olması lazımdır. Bu
yolların ne genişlikte olacağını en iyi olarak zamanın ve yerin ihtiyaçları ile
devrin örfleri tayin eder. Çünkü teknolojik gelişmeler ve insanların
ihtiyaçları, bu tür hususlarda dikkate alınacak en etkili faktörlerdir.
Resulullah (s.a.v.)'de bu hususta bir örnek olmak üzere yol genişliğini en
azından yedi arşın tayin ve tespit etmiştir.
Ferâiz; farzlar,
belirli hisseler demektir. Fıkıhta; ölünün geriye bıraktığı mallann belli ölçülerle
varisleri arasında paylaştın İmasından bahseden iîme denir. İslam Miras
Hukuku'nu ifade eder. Bu ilmin gayesi, hak sahiplerine haklarını ulaştırmaktır.
Mirasın sözlük anlamı;
geçmek, intikal etmek, halef olmak, devam ettirmektir. Terim olarak ise ölünün
geride bıraktığı malda hak ve hissesi olan kimselerle her birinin hissesinin
miktannı bildiren fıkıh ve hesap kurallarıdır.
Miras ile ilgili
hükümler, Nisa: 4/11, 12, 176 ile Enfal: 8/75. ayetlerde geçmektedir. Bu
ayetlerde geçen hisseler; 1/2, 1/3, 2/3, 1/2, 1/6, 1/8 oranındaki paylardır.
Bu ayetlerin özeti şu
şekildedir; Bir ölünün evvelâ borcu ödenir, vasiyyeti varsa yerine getirilir.
Sonra erkek veya kadına hisseleri verilir. Ölenin çocukları yoksa,
ana-babasının hissesi artırılır ve erkek kardeşler ile kız kardeşlere hisseler
ayrılır. Çocukları da ana-babası da olmayan bir ölünün erkek kardeşleri ve kız
kardeşleri bütün mirasını alırlar.
1473- Üsâme
b. Zeyd (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Müslüman, kafire, kafir de müslümana mirasçı olamaz.”
[737]
Kafirin müslümana
mirasçı olamayacağı konusunda bütün İslam alimleri İttifak halindedir. Muaz b.
Cebel, Muâviye, Saîd İbnü'l-Müseyyeb, Mesrûk ve bazılarına göre, müslüman da
kafire mirasçı olamaz. Buna göre müslümanlığı bırakıp başka bir dine yada
ideolojiye dönen kimse de müslümana mirasçı olmaz.
1474-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Kur'an'da bildirilen miras paylarını sahiplerine
verin. Bu paylardan geri kalan herhangi bir şey ise baba tarafından en yakın
erkek kişiye aittir.”
[738]
Asabe: Bir kişinin erkek
vasıtasıyla kendine bağlanan erkek hısımlar ile böyle telakki edilenlerdir.
Ashab-i feraiz hisselerini aldıktan sonra kaîanı asabe alır. Ashab-i feraizden
bir kimse yoksa terikenin tümü asabenindir.
Asabe önce ikiye
ayrılır:
1- Kan
hısımlığı sebebiyle asabe.
2- Köle ve
cariyeyi hürriyetine kavuşturmaktan doğan asabe.
Kan hısımlığı
sebebiyle asabe üçe ayrılır:
A- Kendi
başına asabe olanlar Binefsihi asabe: Bunlar ölenle murisle aralarına kadın
girmeyen erkek hısımlardır. Bunlar dört sınıf olup şunlardır:
1- Ölenin
araya kadın girmeyen erkek usulu. Oğlu, oğlunun... oğlu gibi. Ayette:
“Ölenin çocuğu oğul veya kız varsa ana ve babadan
herbirine terikenin altıda biri vardır”
[739]
buyurulur. Burada, babaya belli hisse verilerek, oğul asabelikte artanı almada
ondan öne alınmıştır .
2-
Ölenin
araya kadın girmeyen erkek usûlü. Babası, babasının... babası gibi. Ayette:
“Ölenin çocuğu olmayıp da, O'na ana ve babası mirasçı
olduysa, üçte biri anasınındır”
[740]
buyurulur. Burada annenin hissesi belirlenmiş, artanın da babaya ait olacağına
işaret edilmiştir.
3- Ölenin
babasının araya kadın girmeyen erkek fürûu. Ölenin ana-baba bir veya baba bir
erkek kardeşleri ile bunların ilânihaye oğulları gibi. Bununla İlgili olan
Kur'anî hüküm şudur: “Eğer mirasçı erkek
kardeş ise çocuksuz ve babasız ölen kız kardeşinin ölümüyle bıraktığı mirasın
tamamını alır”
[741]
Cenâb-ı Allah'ın hükmüne göre çocuğu ve babası olmayan kimse ölür ve geride
ana-baba bir veya baba bir erkek kardeşi kalırsa, mirasın tamamı,
ashabü'l-ferâiz'den kimse varsa, bunlardan artanı bu erkek kardeşindir.
4- Ölenin
dedesinin erkek fürûu. Ana-baba bir veya baba bir amcalarla, bunların üâni-haye
erkek çocukları. Hadiste şöyle buyurulur:
“Nebî (s.a.s.) mirası ana-baba bir erkek kardeşe,
sonra baba bir erkek kardeşe, sonra ana-baba bir erkek kardeşin oğluna, sonra
baba bir erkek kardeşin oğluna verdi. Amcaların durumunu da aynen bunlar gibi
zikretti”
[742]
Birden çok asabe
birlikte bulunursa en yakın ve en kuvvetli olan tercih edilir. Diğerleri
mirastan düşer. Resulullah (s.a.v.):
“Ashabü'l-Ferâize hisseierini veriniz. Onlardan artan
miras, en yakın erkek hısımındır”
[743]
buyurmaktadır.
Buna göre asabeye
miras verilirken şu prensiplere uyulur:
1- Yakın
olan uzak olanı düşürür. Bu da ikiye ayrılır:
Bir önceki sınıftan
asabe varken sonraki sınıfta bulunanlar miras alamaz. Meselâ, oğul varken baba
veya erkek kardeş miras alamaz. Ancak baba aynı zamanda ashabü'l-ferâiz'den
olduğu için bu durumda altıda bir alır.
b- Derecede
yakın olan uzak olanı düşürür. Bu durum aynı sınıfta, birden çok asabe bulunması
hâlinde sözkonusu olur ve ölene en yakın olan tercih edilir. Meselâ; birinci
sınıftan oğul ile oğlun oğlu birlikte mirasçı olsalar, derecede batında yakın
olan oğul, torunu düşürür.
2- Kuvvetli
olan zayıfı düşürür. Bu durum, sınıf ve derecesi aynı olan birden çok asabe
birlikte bulunursa sözkonusu olur. Meselâ; ana-baba bir erkek kardeş ile baba
bir erkek kardeş birlikte bulunsalar, hısımlığı kuvvetli olan öz kardeş, baba
bir kardeşi düşürür.
Asabe'ye miras
verilirken bu, sınıf, derece, yakınlık ve kuvvet durumlarının daima gözönünde
tutulması gerekir. Ana-bir erkek kardeşlerle, ana bir amcalar zevi'l-erham
grubu içinde yer alırlar.
Bunlar kadınlardan olmak
üzere dört çeşit hısımlardır. Erkek kardeşleri ile birlikte müşterek asabe
olurlar.
1- Ölenin
kızları. Bunlar ölenin oğullan ile müşterek asabe olurlar. Cenâb-ı Allah;
“Allah size miras hükümlerini şöylece emir ve tavsiye
eder. Çocuklarınız hakkında, erkeğin hissesi iki kızın hissesi kadar”
[744]
buyurur.
2- Ölenin
oğlunun kizlan. Bunlarda ölenin aynı derecede batındaki oğlun oğlu ile asabe
olurlar. Yukarıdaki ayette evlad kelimesi oğul ve kız anlamı yanında bunlar
olmayınca oğlunun oğlu veya kızı anlamına da gelir.
[745]
3- Ana-baba
bir kız kardeşler. Bunlar öz erkek kardeşlerle birlikte olunca asabe olurlar.
[746]
4-
Baba bir
kız kardeşler. Bunlar da baba bir erkek kardeşlerle birlikte asabe olurlar.
[747]
Bunlar ölenin kızları
veya oğul kızları ile birlikte bulununca asabe olan kız kardeşlerdir. Bunlar
iki kısımdır:
1- Ana-baba
bir kız kardeşler. Ölenin kızı veya oğlunun kızı ile asabe olurlar. Hz. Peygamber
(s.a.s.):
“Kız kardeşleri, kızlarla birlikte bulununca, asabe
yapınız”
[748]
buyurmaktadır.
2- Baba bir
kız kardeşler, yine ölenin kızı veya oğlunun kızı ile asabe olurlar. Bu konudaki
delil, yukarıda zikrettiğimiz hadistir. Ana-baba bir kız kardeş bulunmayıp da,
kız veya oğul kızı ile beraber baba bir kız kardeş bulunursa asabe olur.
Burada asabe olan kız
kardeşler, ölenin kızı veya oğul kızı ashabü'l-ferâiz sıfatıyla belirli
hissesini aldıktan sonra, artanı alırlar. Aynı kuvvette sayıları birden fazla
olunca, artanı kendi aralarında eşit olarak paylaşırlar. Üç tane ana-baba bir
kız kardeşin asabe olması gibi.
[749]
1475- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hasta olmuştum.
Resulullah (s.a.v.), Ebu Bekr'le birlikte yaya olarak beni ziyarete geldi.
Derken bayıldım. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), abdest alıp sonra abdest
suyundan üzerime serpti. Bunun üzerine ayı İdim. Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Çocuğum olmadığı için geride kalacak kız kardeşlerim olması hasebiyle malım
hakkında nasıl bir işlem yapayım?” diye sordum.
Resulullah {s.a.v),
bana hiçbir cevap vermedi. Nihayet;
“Senden fetva isterler. De ki: Allah, kelâle babası ve
çocuğu olmayan kimse)nin mirası hakkındaki hükmünü şöyle açıklıyor”
[750]
mealindeki miras ayetini indirdi.
[751]
Açıklama:
Kelâle'nin manası
üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:
1- Geride
çocuk ve baba bırakmadan ölen kimsedir. Lügat alimlerinin cumhuru, Hz. Ali ile
Abdullah İbn Mes'ud bu görüştedir.
2- Geride
baba bırakmadan ölen kimsedir. Hz. Ömer bu görüştedir.
3- Erkek
çocuk bırakmadan ölen kimsedir.
4- Anne ve
baba bırakmadan ölen kimsedir.
5- Anne ve
baba dışında kalan mirasçılar demektir. Hz. Ebu Bekr, Kurtubî, Hanefi
alimlerinden Aynî bu görüştedir.
Her ne kadar Câbir'in
mirası hakkında inen ayetin,
“Senden fetva isterler. De ki: Allah, kelâle babasız
ve çocuksuz kimse)nin mirası hakkındaki hükmünü şöyle açıklıyor”
[752]
mealindeki ayet olduğu ifade ediliyorsa da, İbn Cerîr; Câbir'in mirası
hakkında inen ayetin, Allah, size, çocuklarınız hakkında; erkeğe, kadının payının
iki misli miras
vermenizi emreder
[753]
mealindeki ayet olduğunu rivayet etmiştir.
[754]
Tirmizînin rivayeti
de, İbn Cerîr (ö. 310/922)'in bu rivayetini desteklemektedir.
[755]
Mâlikî alimlerinden
olan Îbnü'l-Arabî (ö. 543/1148), İbn Cerîr'in rivayeti ile Tirmizî'nin.
rivayetini, konumuzu teşkil eden hadise tercih ederek bu rivayetlerin arasını
te'lif etme yoluna gitmiştir.
Sehârenfûrî (ö.
1346/1927), “Bezlu'l-Mechûd” adlı eserinde bu müşkili şu şekilde çözmeye
çalışmıştır:
Aslında Nisa: 4/176
ayeti, Câbir'in mirası hakkında inmiştir. Fakat bu ayeti kerime de, kelalenin
mirası açıklanırken söz konusu edilen erkek ve kız kardeşten maksat; anne-baba
bir yada baba bir erkek ve kız kardeş değil, anne bir erkek ve kız kardeştir.
Nitekim Sa'd b. Ebi Vakkas'ın rivayeti ile Abdullah İbn Mes'ud'un kıraatleri de
buna delalet etmektedir.
Durum böyle olunca,
anne bir kardeşlerin dışında kalan anne-baba bir kardeşlerle baba bir
kardeşlerin mirası bu ayeti kerimede açıklanmamıştır. Bunun üzerine sahabiler,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'den onların mirasları hakkındaki hükmü sormaya
başlamışlardır. Nihayet Allah, Nisa suresinin 11. ayetini indirerek onlar
hakkındaki hükmünü de açıklamıştır.
Sonuç itibariyle; her
iki ayetin inmesine de sebep, Câbir'in mirasıdır. Her iki ayetin de, Câbir hakkında
indiğini söylemek mümkündür. Bir başka ifadeyle, yukarıda geçen rivayetler
arasında bir çelişki yoktur.
1476- Ma'dân
b. Ebi Talha'dan rivayet edilmiştir:
“Ömer İbnu'l-Hattâb,
bir Cuma günü hutbe okuyup Peygamber (s.a.v.)'i ve Ebu Bekr'i anıp sonra da:
“Ben arkamdan kendimce
daha önemli bir şey bırakmıyorum. Resulüllah (s.a.v.)'e kelâle hakkında
başvurduğum kadar hiçbir şey hakkında başvurmamışımda. O da bana kelâle
hakkında yaptığı kadar hiçbir şey hakkında ağır söz söylememiştir. Hatta
parmağıyla göğsüme dokunup:
“Ey Ömer! Sana Nisa' suresinin sonunda yazın inen ayet
sana yetmiyor mu?” buyurdu.
“Ben eğer yaşarsam o
hususta öyle bir hükmedeceğim ki, hem Kur'an okuyan kimseler ve hem de Kur'an'ı
okumayan kimseler benim hükmümle hükmedeceklerdir” dedi.
[756]
Açıklama:
Yazın inen ayeften
maksat; bazılarına göre ilk mirası ayeti
[757]
kışın ve ikinci miras ayeti yazın indiği için bu adı almıştır. Çünkü o yaz,
Veda haccına gidilirken Medine'den çıkılmadan yada bazılarına göre yolda bu
ayet inmiştir. Bu ayet ise Nisa suresinin sonuncu ayetidir.
Mirsföta ilgili ilk
ayette kelâle hakkında yeterli açıklama bulunmadığından yüce Allah kelâle
hakkında yeterli açıklama getiren Nisa suresinin son ayetini indirmiştir.
Bu ayette kelâle
hakkında yeterli açıklama ve müctehidierin ictihad etmeleri için yeterli
İşaretler ve deliller bulunmaktadır.
Kelâle ilgili ilk ayet
şu şekildedir:
“Eğer ölen bir erkek veya kadının, ana-babası ve
çocukları bulunmadığı halde kelâle şeklinde malı mirasçılara kalırsa ve bîr
erkek yahut bir kızkardeşî varsa”
[758]
Kelâle ilgili Nisa
suresinin sonundaki ayet ise şu şekildedir:
“Senden fetva isterler. De ki: Allah, kelâle babasız
ve çocuksuz kimsenin mirası hakkındaki hükmünü şöyle açıklıyor.”
[759]
1477- Berâ'
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Tam olarak en son
indirilen sure, Tevbe süresidir. Son inen ayet ise kelâle ayetidir.”
[760]
Açıklama:
Hadis, Kur'an'ın son ayetini ve tam olarak indirilen son süresini
bildirmektedir. Bu hadise göre indirilen son ayet, Nisa suresinin sonundaki
kelale ayetidir.
Abdullah İbn Abbâs'tan
en son İnen ayetin, riba ayeti olduğu ile ilgili bir rivayet nakledilmiştir.
Fakat bu rivayet; “Riba ayeti, riba konusunda inen ayetlerin en sonuncusudur”
şeklinde yorumlanmıştır.
1478- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah
(s.a.v.)'e, üzerinde borç ödemesi bulunan bir kimsenin cenazesi getirildiğinde:
“Geride borcunu
ödeyecek bir şey bıraktı mı?” diye sorardı. Eğer borcuna yetecek bir şey
bıraktığı söylenirse o kimsenin cenaze namazını kılardı, aksi takdirde:
“Cenazenin namazını kılın!” buyururdu. Ne zaman ki Allah, ona, fetihler ihsan
edince:
“Ben müminlere kendi nefislerinden daha yakınım.
Dolayısıyla kim borçlu olarak ölürse o borcun ödenmesi bana aittir, fakat kim
de geriye mal bırakırsa o mal mirasçılarınındır” buyurdu.
[761]
Açıklama:
Hadis, bir kimsenin
sağlığında borçlarını ödemesi gerektiğine delalaet etmektedir.
Resulullah
(s.a.v.)'in, bu borcu, kendi malından ödediğini söyleyenler olduğu gibi,
müslümanların yararına gelen mallardan ödediğini söyleyenler de vardır. Bu
ödemenin, ona vacip olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, teberru suretiyle
verdiğini ileri sürenler de olmuştur.
Asıl önemli olan;
Resulullah (s.a.v.)'in, ölen bir kimsenin borcunu üzerine alması, onun
ahlakının ne kadar yüce olduğunu ortaya koymaktadır.
Hibe: Kelime olarak
“Bağışlamak, lütfetmek, vermek” anlamına gelmektedir. Terim olarak ise; bir
malın bedelsiz olarak bîr başkasına temük edilmesini konu alan anlaşmadır.
Kur'an'da hukukî
anlamda hibeden söz eden bir ayet bulunmamakla birlikte geniş kapsamlı bir
terim olan “Sadaka” kelimesi, teberru ve hibeyi de içine almaktadır.
Hibe akdinin hukukî
hükümleri; kısmen Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu konuyla ilgili hadislerine ve
geniş çapta İse İslam hukukçularının yorum ve görüşlerine dayanır.
İslam Hukukunda hibe
akdi, genelde, “Bir malın bedel şart koşmaksızın temliki” olarak tanımlanır.
Hukuk ekollerinin bu tanıma yaptıkları bazı ilaveler ve ifade değişiklikleri
hibeyi; vasiyet, vakıf, ibra gibi benzeri hukukî işlemlerden ayırmaya
yöneliktir.
[762]
1479- Hz.
Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“İyi cins bir atını
Allah yolunda kullanması için bir kimseye sadaka olarak vermiştim. Sahibi bu
ata iyi bakamadı. Bu sebeple o kişinin bu atı ucuz bir fiyatla satacağını
düşündüm. Resululiah (s.a.v.)e bu atı satın alıp alamayacağımı sordum. O da:
“Onu satın alma! Sadakandan dönme! Çünkü sadakasından
donen kimse, kusmuğuna donüp onu yiyen köpek gibidir” buyurdu.
[763]
Açıklama:
Kastallânî (ö.
311/923) ve İbn Sa'd (ö. 230/844)'ın “Tabakât” adlı eserinden naklen ifadesine
göre; Hz. Ömer'in sadaka olarak verdiği bu atın adı, “Verd” olup Temîm ed-Dârî,
bu atı Hz. Peygamber (s.a.v.)'e hediye etmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.)'de, bu
atı, Hz. Ömer'e vermişti.
İbn Hacer (Ö.
852/1447); Hz. Ömer'in, kendisine o atı sadaka olarak verdiği gazinin adının
bilinemediği söyler.
Her ne kadar Hz.
Ömer'in, bu atı vakfettiğini söyleyenler varsa da, hadiste geçen “Sadakana dönme” ifadesi, Hz. Ömer'in,
atı vakfetmediğine delil gösterilmiştir.
Bir kimsenin vermiş
olduğu sadakayı aynı şahıstan satın almasının hükmüne gelince, cumhur, bunun
mekruh olduğunu söylemiştir. Bu hadisteki yasaklama, tenzihen mekruh içindir.
Nevevî (ö.
676/1277)'ye göre; bir malı sadaka, zekat, kefaret ve adak gibi ibadet niyetiyle
veren bir kimsenin aynı malı aynı şahıstan satın alması mekruhtur. Hibe yada
başka bir yolla onu kabul edip kendi iradesiyle mülkiyetine geçirmesi de
böyledir.
Ayrıca sadaka olarak
verilen o malı alan şahıs, onu, bir başkasına satsa yada devretse, sonra
sadakayı veren kimse onu , üçüncü şahıstan satın alsa, bu, mekruh olmayıp
caizdir.
1480-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yaptığı sadakayı satın alma geri dönen kimse, kusup
da sonra kusmuğuna geri dönüp onu yiyen köpek gibidir.”
[764]
Açıklama:
Hadis; mutlak olarak ve herhangi bir ayırım yapmadan, hibe eden kişinin
hibesinden dönemeyeceğine delalet etmektedir.
Hanefi fıkıhçılarından
Tahâvî (ö. 321/933), hibeden dönmenin, kusmuğu yutmaya benzetilmesinin, bunun
haram olmasını gerektirdiği, fakat başka bir hadisteki hibeden dönmeyi köpeğin
kusmuğunu geri yutmasına benzeten ifadenin bu hükmü ters çevirdiğini söyler.
Çünkü köpek mükellef değildir. Dolayısıyka köpeğin kusmuğunu yutması caiz
olmaz. Öyleyse buna benzetilen şey hibeden dönmek haram olmaz. Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in, hibeden dönmeyi men etmesi, tenzihen mekruh olduğuna delalet eder.
1481- Nu'mân
b. Beşîr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Nu'mân'ın babası
Beşîr, Nu'mân'ı, Resulullah (s.a.v.)'in yanma getirip: bu oğlum Numân'a bir
köle verdim” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Çocuklarının hepsine bunun benzerini verdin mi?” diye sordu. Beşîr:
“Hayır vermedim” diye
cevap verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse Numân'a verdiğin köleyi ondan geri al” buyurdu.
[765]
Açıklama:
İslam alimleri,
babanın, sağlığında çocuklarından bir kısmına mal bağışlayıp bir kısmını mahrum
etmenin caiz olup olmadığı konusunda İhtilaf etmişlerdir.
1- Babanın,
çocuklarından bir kısmını ayırıp bir kısmına mal bağışlaması batıi olup
geçerliliği yoktur. İmam Ahmed ile bazı alimler, bu görüştedir.
2- Babanın,
bazı çocuklarına, bu şekilde hibe bulunması caizdir. Yalnız mekruhtur. Babanın
mal bağışlaması hususunda çocuklarına eşit davranması mendubtur.
3- İmam Ebu
Yusuf, İmam Muhammed, Ebu Hanîfe ile bazı alimler de bu görüştedirler. Bu
alimler, konumuzla İlgili hadisi, mendub olmakla yorumlamışlardır.
Ayrıca bu hadis, bize,
bir konuda hakimi şahit tutmanın vacip değil, caiz olduğunu, hibeye sadaka
denilebileceğini ve çocuğun yaranna annenin söz hakkı olduğuna göstermektedir.
1482- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Herhangi bir kimseye ve çocuklarına, ömür boyu
kullanılması için bir mülk verilirse o mülk, verilen kimsenindir. Verene geri
dönmez. Çünkü o kimse, öyle bir şey vermiştir ki, onda miraslar meydana
gelmiştir.”[766]
“Kâmus”ta tarif
edildiğine göre; bir adamın, malını, bir kimseye, kendisinin veya onun
hayatına bağlayarak vermesi demektir.
Örneğin, birisi;
“Ömrüm oldukça veya ömrün oldukça bu ev senindir, ölümden sonra benimdir”
derse, bu muamele, umrâ olmuş olur.
Bu ifadelerden
anlaşıldığına göre, umrâ; mal sahibinin ömrüyle kayıtlanabileceği gibi,
kendisine mal verilen kişinin ömrüyle de kayıtlanabilir.
Umrâ muamelesi,
cahiliye döneminden kalma bir âdettir. Araplar, bir araziyi yada evi, ömür
boyunca birisine verir, o adam öldükten sonra da geri alırlardı.
İslam dini, bunu iptal
etmiş, hibelerdeki umrâ şartını hükümsüz sayarak malın hibe edilen kimseye ait
olduğunu ifade etmiştir.
Alimlerin büyük
çoğunluğu, genel manasıyla, ümranın caiz olduğu görüşündedirler. Mal,
sağlığında, kendisine ait olduğu gibi, öldükten sonra da mirasçılarına aittir.
Umrâ, malın aynını
mülk olarak bir başkasına vermektir. Dolayısıyla kendisime mal verilen kimse,
o malda; satmak, hibe etmek, tasadduk etmek gibi her türlü tasarrufta bulunabilir.
Kaynaklarda genellikle
umrâ anlatılırken genellikle gayri menkul olan ev ve arazi örnek verilir.
Menkul mallarda umrâ, tasavvur ve hüküm olarak söz konusu edilmemiştir. Yalnız
Şafiî alimlerinden Râfî, umrâyı anlatırken köleyi de örnek vermiştir. Bundan,
menkul mallarda da ümranın caiz olduğu sonucuna varılmaktadır.
Rukbâ: Özel bir mal
bağışlama türüne verilen isimdir. Örneğin, mal sahibinin, başka birine: “Şu
evi sana rukbâ yoluyla verdim. Sen benden önce Ölürsen, mal bana geri dönecek.
Fakat ben daha önce ölürsem, mal senin olacak” demesi suretiyle yapılır.
Rukbâ'nın, konulduğu
fıkhı mana ile ilgisi şu yöndedir: Rukbâ, gözetmek anlamındaki murakabe
masdanndan alınmadır. Bu muamaele de, tarflardan her biri, mala sahip olabilmek
için, diğerinin ölümünü gözetmektedir.
Rukbâ'nın hükmü,
ihtilaflıdır.
Bazı alimler, umrâ ile
rukbâyı aynı hüküm içerisinde mütalaa ederek “Umrâ gibi rukbâ da caizdir”
demişlerdir. Resulullah (s.a.v.)'in sahabilerinden bazıları ile sonra ki
alimlerden İmam Ahmed, İmam ŞâfİÎ, Ebu Yusuf gibi alimler bu görüştedir.
Hanefilerden İmam Ebu
Hanîfe ile İmam Muhammed ile İmam Mâlik'e göre , rukbâ caiz değildir. Bunlara
göre; rukbâ yoluyla verilen mal, verildiği şahsın elinde ariyet hükmündedir.
Dolayısıyla veren şahıs, dilediği zaman alabilir. Bunlar bu konuda, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in, umrâya izin verip rukbâyı yasak ettiğini bildiren
hadisine dayanmaktadırlar.
Kelime olarak;
“Emretmek, bir işi birisine ısmarlamak, bir malı ölümden sonra bağışlama” anlamında
kullanılmaktadır. Terim olarak ise; dinî ilimlerden fıkıhta ve hadis usûlünde
ayrı ayrı manalara gelmektedir.
Fıkıh ıstılahında
vasiyet, iki ayrı manada kullanılmaktadır.
1- Bir malı
veya menfaati ölümden sonraya bağlayarak bir şahsa veya hayır kurumuna
karşılıksız olarak bağışlamak.
[767]
2- Bir
kimsenin ölmeden önce, küçük çocuklannın mâlî işlerini yürütmekte veya
terikesinde tasarrufta bulunmakta birisini yetkili kılmasıdır.
[768]
Malını veya bir
malının menfaatına ölümüne bağlayarak bir şahsa veya hayır cihetine hibe eden
kişiye vasî, kendisine mal veya menfaat bırakılan vasiyet edilen kişiye veya
hayır cihetine mûsâ leh, vasiyet edilen mala ya da menfaate mûsâ bih, vasiyette
bulunma olayında İsa denir.
Vasiyet, İslâm'ın
meşru kabul ettiği akitlerdendir. Tarihî açıdan bakıldığında vasiyetin
İslâm'dan önce de var olduğu görülmektedir.
Vasiyet bir olay veya
zamanla kayıtlı olmazsa, mutlak vasiyet, belirli bir olayla veya zamanla “Şu
işim olursa”, “Şu zamana kadar ölürsem.” gibi kayıtlı olursa mukayyet vasiyet;
mûsâ bihin miktarı, malın üçte bîri, dörtte biri gibi bir oranla değil, belirli
bir miktarla belli olursa mürsei vasiyet; miktar belli edilmeden terikenin üçte
biri dörtte biri gibi bir oran vasiyet edilirse bu vasiyete de gayri mürsei
vasiyet denilir. Vasiyet edilen şeyin mal veya menfaat olması bakımından da
vasiyetler, vasiyye bi'l-mal ve vasiyye bil'l-menfaat kısımlarına ayrılırlar.
[769]
1483-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Vasiyet etmek istediği bir şey olup da üzerinden iki
geçen bir müslümanın hakkı ancak vasiyetinin yanında yazılı bulunmasıdır.”
[770]
Açıklama:
Vasiyet, ölüme bağlı
olan bir tasarruftur. Bırakılan mal yada menfaat, sadaka hükmündedir.
İslam Hukukunda,
vasiyet, mirasla ilgili hükümler gelmeden önce farz olan bir tasarruftu.
Hanefilere göre;
vasiyet etmek vacip değil, müstehabtır.
Mirasçılar kabul etse
de, etmese de vasiyet; malın üçte birini aşmamak şartıyla caizdir. Dolayısıyla
vasiyet edilen kimsenin mirasçı olup olmamasına ölüm vaktinde itibar edilir.
Vasiyet vaktinde itibar olunmaz.
Mirasçılardan
bazısının payını azaltmak, bazısının payını yükseltmek için varislerden birine
vasiyet yapmak caiz değildir. Bu hususta icma meydana gelmiştir. Yalnız bir
kimsenin hiçbir mirasçısı yoksa, malının tamamını vasiyet etmesinde bir sakınca
yoktur. Vasiyet edebilir. Çünkü vasiyete engel olan husus; yüce Allah'ın
tanıdığı, mirasçılara haktır. Engel ortadan kalkınca, malın tamamını vasiyet
etmek sahih olur.
[771]
1484-
Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Veda haccı yılı
hastalığımın artması üzerine, Resulullah (s.a.v.) beni ziyarete gelmişti. Ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Gördüğün gibi, hastalığım çok şiddetlendi. Ben mal sahibiyim. Bir kızımdan
başka da mirasçım yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak verebilir miyim?”
dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır, veremezsin” buyurdu. Sa'd:
“Ey Allah'ın resulü!
Malımın yarısını sadaka olarak verebilir miyim?” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır veremezsin” buyurdu. Sa'd:
“Üçte birini verebilir
miyim?” dedim. Daha sonra Resulullah (s.a.v.):
“Üçte biri olur, aslında üçte biri de sadaka olarak
vermeye çok yada büyüktür. Mirasçılarım zengin bırakman, onları, insanlara el
açar bir halde bırakmandan daha harlıdır. Allah'ın rızasını kazanmak için
vereceğin her nafaka, hatta hanımının ağzına koyduğun her lokma bile sevap
kazanmana vesile olur” buyurdu. Sa'd:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben arkadaşlarımın hicretinden geri mi kalacağım?” dedim. Resulullah (s.a.v):
“Doğrusu sen hayatta kalıp Allah rızası için salih
ameller işlersen, bununla ancak yüksekliğin ve derecen artmış olur. Hatta
hicretten geri kalmakla bazı insanlar müslümanlar senden yararlanır, diğer bir
kısmı müşrikler de senden zarar görür.”
Daha sonra da:
“Allah’ım! Sahabilerimîn hicretini tamamla, onları
ökçeleri üzerinde şirke ve küfre geri döndürme!” buyurdu.
Fakat hali üzüntülü
olan Sa'd b. Havledir. Mekke'de ölmesinden dolayı, Resulullah (s.a.v.), Sa'd b.
Havle hakkında mersiye söyledi.
[772]
Açıklama:
Sa'd b. Havle, Sa'd b.
Ebi Vakkas'ın babasıdır. Mekke'ye Medine'ye hicret edip Bedir ve diğer bazı
gazvelere katılmıştır. Veda haccında ölmüştür.
Sa'd b. Ebi Vakkas,
Mekke'deki hastalık günlerinde babasının vefatı üzerine, kendi hayatından da
ümit keserek vasiyet etmeye kalkışmıştır. Sa'd b. Ebi Vakkas, veda haccından
sonra 45 yada 48 sene daha yaşamıştır.
Sa'd b. Ebi Vakkas,
Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirlerdendi. Veda haccı sırasında Mekke'ye
gelmişti. Burada hastalanmıştı. Hastalığı sebebiyle Mekke'de kalmak zorunda
olduğundan, hicretinin bozulup bozulmayacağı endişesini taşıyordu.
Sa'd b. Ebi Vakkas'ın
tek varis olarak bırakacağından bahsettiği bu kızının, Aişe isminde bir kız
olduğu ifade edilirken, bazı rivayetlerde de Ümmü Hakem el-Kübrâ isimli bir kız
olduğu ifade edilmektedir.
Resulullah
(s.a.v.)'in, “Mirasçılarını zengin
bırakman daha hayrlıdır” derken, Sa'd b. Ebi Vakkas'ın, bu hastalıktan
kurtulacağını ve daha uzun yıllar yaşayıp mevcut kızından başka çocukları dünyaya
geleceğini mucize olarak haber vermiş olabilir.
Sa'd b. Ebi Vakkas, bu
hastalıktan iyileşip kalkmış uzun müddet yaşamış ve 9 oğlu ile 12 kızı dünyaya
gelmiştir.
“Mirasçıların”
sözüyle; Sa'd b. Ebi Vakkas'ın kızı ile yeğenlerini kast etmiş olması da mümkündür.
Hadis, malın üçte
birini, vasiyet etmenin caiz olduğunu, fakat bundan daha azını vasiyet etmenin
ise evla olduğunu bildirmektedir.
1485-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“İnsanlar vasiyet
edecekleri şeyin sınırını üçte birden dörtte bire inmelidirler. Çünkü
Resulullah (s.a.v.):
“Üçte bir olur, üçte bir bile çok olur”
buyurdu.
[773]
1486- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Peygamber (s.a.v.)'e:
“Babam öldü, mal da bıraktı,
fakat vasiyet etmedi. Acaba onun namına sadaka versem günahlarına kefaret olur
mu?” diye sordu. Peygamber (s.a.v):
“Evet, olur”
diye cevap verdi.
[774]
1487- Hz.
Aışe (r.anha) dan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Peygamber (s.a.v.)'e:
“Annem ansızın öldü.
Konuşmuş olsaydı, sanırım ki
sadaka verirdi. Onun namına sadaka versem bana ecir var mıdır?” diye
sordu. Peygamber (s.a.v.): vet, var” diye cevap verdi.”
[775]
Açıklama:
Konuyla ilgili olarak 1016 noluh hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
1488- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İnsan öldüğünde üç şey hariç bütün amelleri kesilir.
Bunlar;
1- Sadaka-i cariye devamlı suretteki sadaka.
2-
Faydalanılan
ilim.
3- Kendisine dua
eden salih/iyi bir çocuk.
[776]
Açıklama:
Bu hadiste, insanın
dünyada işlemekte olduğu amellerinin sevabı, ölümüyle birlikte sona erdiği ve
artık bu amellerin sevabı, o kimsenin amel defterine bir daha yazılmadığı,
fakat şu üç amelin sevabının insanın ölümünden sonra da yazılmaya devam ettiği
ifade edilmektedir.
Bir kimsenin ölümünden
sonra da devam eden ve Allah rızası için insanların istifadesine sunulmuş olan
hayır müesseseleri, mektepler, camiler, çeşmeler ve vakıflardır. Sözü geçen bu
hayırların sevapları kesilmediği için onlara “Sürekli hayır” anlamına gelen
“Sadakay-ı cariye” ismi verilir.
Kişinin sağlığında
öğrenip neşretmiş olduğu ilimdir. Kitap yazıp yayımlama şeklinde olabileceği
gibi, öğrenilen bilgileri başkalanna öğretme yoluyla da olabilir.
İbn Hacer el-Mekki'ye
göre, burada “Salih evlat” sözüyle
kasdedilen, mümin evlattır.
Münavi ise konuyla
ilgili olarak şöyle der:
“Aslında ölen bir
kimsenin arkasından dua eden her müslümanın duası ölüye ulaştığı halde, burada
sadece salih evladın duasından bahsedilmesinin hikmeti; çocukları, anne ve
babalarının ardından dua etmeye teşviktir.”
1489-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ömer, Hayber'de bir
arazi elde etmişti. Günün birinde bu arazi hakkında görüşünü almak için
Peygamber (s.a.v.)'e gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben, Hayber'de öyle bir mülk elde ettim ki, şu ana kadar böyle güzel bir mülk
benim elime asla geçmemişti. Bu mülk hususunda bana ne buyurursunuz?” dedi.
Peygamber (s.a.v.):
“Dilersen aslını vakıf yap onu sadaka vermiş olursun” buyurdu.
“Bunun üzerine Ömer
oranın; “Aslı satılmaz, satın alınmaz, miras olmaz, bağış yapılmaz” diye vakıf
yaptı.
Ömer, burayı;
fakirlere, akrabalara, kölelere, Allah yolunda bulunanlara, yolda kalmışlara,
darda kalmışlara sadaka olarak harcandı. Bu malın işini üstelenen kimsenin,
-mal sahibi olmaya kalkışmamak suretiyle- yemesi veya arkadaşına yedirmesinde
bir sakınca yoktu.
[777]
Açıklama:
Vakıf kelimesi,
sözlükte; hapsetmek anlamındadır. Bundan dolayı mahşerde insanların hesap
vermeleri için hapsedildikleri yere “Mevkif” denilmiştir. Çoğulu, “Evkaf”tır.
Terim olara ise; bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip aslını Allah'ın
mülkü hükmünde olmak üzere, mülk edinme yada edindirmeden alıkoymaktır.
Vakfedilen malın;
alışverişe, hibeye ve mirasa konu olamayacağı hususunda itifak vardır. Çünkü
vakıfta asıl olan, belli bir süreyle sınırlandmlmanın olmamasıdır.
Mülkünün bir kısmını
yada tamamını vakfetmek isteyen kişi; vakfedeceği şeyin mahiyetini, ne için
vakfettiğini ve nasıl kullanılması gerektiğini kesinlikle beyan etmelidir.
Esasen vakıf olayı;
yüce Allah'a iman ve hesap gününe hazırlanma şuuruyla yakından alakalıdır.
Çünkü Kur'an'da;
“Siz sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcaymeaya
kadar asla iyiliğe ermiş olamazsınız. Her ne înfak ederseniz, şüphesiz Allah
onu bilir”
[778]
buyurulmaktadır. Bu ayetinden inmesinden sonra sahabüer, sevdiği mallan infak
etme hususunda yarışa girmişlerdir. Yine Resulullah (s.a.v.)'in, Medine'de bulunan
ve kendi özel mülkü olan “Fedek Arazİsi”ni, fakir müminlerin ihtiyaçlarının
karşılanması için vakfettiği bilinmektedir.
[779]
1490- Talha
b. Musarrıf tan rivayet edilmiştir: “Abdullah b. Ebi Evfâ'ya:
“Resulullah (s.a.v.)
bir şey vasiyet etti mi?” diye sordum. O da:
“Hayır, bir şey
vasiyet etmedi” diye cevap verdi. Ona:
“O halde müslümanlara vasiyet etmek niçin farz oldu
yada neden vasiyet etmekle emrolundular?” diye sordu. O da:
“Resulullah (s.a.v.),
Yüce Allah'ın Kitab'ın sarılmayı vasiyet etti” diye cevap verdi.
[780]
Açıklama:
Abdullah b. Ebi Evfâ
burada Resulullah (s.a.v.)'in, bir sonraki hadiste de belirtileceği üzere, para
ve hayvan namına bir vasiyet etmediğini kastetmektedir. Yoksa 1582 nolu hadiste
de geleceği üzere, müşrikleri Arap yarımadasından çıkarılmasını, gelen
heyetlere ikramda bulunulmasını ve Müslim, Cihâd 21 (1767); Ebu Dâvud, Haraç
27-28 (3029)'de de geçtiği üzere Arap yarımadasında iki dinîn bir arada
kalmayacağı ve Yahudilerin Arap yarımadasından çıkarılmasını vasiyet etmiştir.
1491- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) dinar, dirhem, koyun ve deve
namına hiçbir şey bırakmadı ve hiçbir şeyi de vasiyet etmedi.”[781]
Açıklama:
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in vefatı sırasındandaki vasiyeti malum olup Hz. Âişe bu vasiyetleri
o sırada duymamış olabilir.
1492-
Esved'den rivayet edilmiştir:
“Günün birinde
Aişe'nin yanında, Ali'nin, Peygamber (s.a.v.)'in vasisi olduğunu söylediler.
Bunun üzerine Aişe:
“Peygamber (s.a.v.) ona ne zaman vasiyet etmiş ki?
Çünkü Peygamber (s.a.v.) benim göğsüme veya kucağıma dayanmıştı. Bir tas
istedi, derken kucağıma düşüverdi. Onun öldüğünü bile anlayamadım. Bu
haldeyken ona nasıl vasiyette bulunmuş olabilir?” dedi.
[782]
Açıklama:
Bu hadiste, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in vefat ederken geride hiç bir deve ve koyun bırakmadığı
ifade edilirken, bazı kaynaklarda geride yirmi sağmal deve, yedi sağmal koyun,
dokuz da sağmal keçi bıraktığı açıklanmakta ise de, bu rivayetler ile konumuzu
teşkil eden hadis arasında bir çelişki bulunduğu iddia edilmez. Çünkü bu
hayvanlar, Resulullah (s.a.v.)'in özel malı olmayıp zekat malı idiler. Bu
sebeple bunlar, Ashabı sufffa gibi fakir sahabilere aitti ve onları bu
sahabiler otlatıp sütünü içerlerdi.
Resulullah
(s.a.v.)'in, Hayber ve Fedek'teki arazilerine gelince, onlan daha hayatta iken
müslümanlar için sadaka olarak bağışlamıştı.
1493- Saîd
b. Cübeyr'den rivayet edilmiştir: “Abdullah İbn Abbâs:
“Ah o Perşembe günü
var ya, Perşembe günü” deyip sonra da ağladı. Öyle ki gözyaşları yerdeki çakıl
taşlarını ıslattı. Bunun üzerine ben ona:
“Ey Abdullah İbn
Abbâs! Nedir o bu Perşembe günü?” diye sordum. O da:
“Resulullah
(s.a.v.)'in hastalığı Perşembe günü şiddetlenmişti. Derken:
“Benden sonra sapmamanız için bana bir yazı malzemesi
getirin de size bir yazı yazdırayım”
buyurdu.
Bunun üzerine orada
bulunanlar yazı malzemesi getirip getirmeme hususunda birbirleriyle
tartıştılar. Derken Resulullah:
“Bir Peygamberin yanında tartışma uygun düşmez” buyurdu. Tartışanların bazısı:
“Resulullah (s.a.v.)'e
ne oluyor? Rahatsızlığından dolayı kendinden geçip sayıklıyor mu? “Kendisine
sorun?” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Beni rahat bırakın. Benim içinde bulunduğum durum
daha hayrlıdır. Size üç sev vasiyet ediyorum:
1- Müşrikleri Arap yarımadasından çıkarın!
2- Gelen heyetlere benim yaptığım gibi ikramda bulunun!”
Hadisin ravisi Saîd b.
Cübeyr:
“Abdullah İbn Abbâs
üçüncüsünde sustu yada söyledi de ben unuttum” dedi.
[783]
Açıklama:
İmam Malik ile İmam
Şafiî, bu hadisi delil getirerek kafirlerin Arap yarımadasından çıkarılmasının
vacip olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre akafirlerin Hicaz'a yerleşip yaşamalarına
İzin verilmez. Hicaz ile kastedilen; Mekke, Medine ve Yemame'dir.
İmam Azam'a göre,
zimmi olan gayri müslimlerin Mescid-i Harâm'a girmelerinde bir sakınca yoktur.
Çünkü Peygamber (s.a.v.), Sakif heyetini kendi mescidinde misafir etmişti;
halbuki bunlar kâfir idiler. Tevbe: 9/29. ayeti;
“Müşriklerin, müslümanları kendi hükümleri altına
alarak istilâ suretiyle Mescid-İ Harâm'a giremeyecekleri” şeklinde yorumlanmıştır. Çünkü daha önce Mescid-i
Harama onlar bakarlardı. Mekke'nin fethinden sonra böyle bir şey kalmadı yada
âyet, müşriklerin cahiliyyet devrinde olduğu gibi Kabe'yi çml çıplak tavaf etmelerine
müsaade edilmemesi gerektiği şeklinde yorumlanır.
1494-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“İçlerinde Ömer
İbnu'l-Hattâb'ın da olduğu bazı kimseler, Resulullah (s.a.v.)'in ölüm hali
geldiğinde onun evinde bulunuyorlardı. Resulullah (s.a.v.):
“Gelin size bir şey yazı yazdır ayımda ondan sonra
sapmaya siiniz!” buyurdu. Bunun
üzerine Ömer:
“Gerçekten Resulullah
(s.a.v.)'in hastalığı arttı. Yanımızda Kur'an var. Bize Allah'ın Kitab'ı yeter”
dedi.
Derken evde bulunan
kimseler görüş ayrılığına düşüp birbirleriyle tartıştılar. Bunlardan bazısı:
“Getirin, Resulullah
(s.a.v.) size kendisinden sonra sapmayacağınız bir yazı yazdırsın!” diyordu.
Bazısı da, Ömer'in dediğini söylüyordu.
Netice de, Resulullah
(s.a.v.)'in yanında gürültü ve anlaşmazlığı artırınca, Resulullah (s.a.v.),
onlara:
“Yanımdan) kalkın” buyurdu.
[784]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
ölüm döşeğinde iken ne yazdırmak istediği alimler arasında ihtilaflıdır. Bazıları,
belirli bir şahsa hilafeti vasiyet etmek ve bu suretle meydana gelecek fitne ve
fesatların önünü almak istediğini söylemiş; bir takımlan önemli hükümleri
kısaca yazdırıp açıklamak istediğini, çünkü nass vârid olmuş bir delil
hususunda ancak böylelikle birleşip tartışma ortadan kalkacağını ifâde
etmişlerdir. Demek oluyor ki, Peygamber (s.a.v.) önce bu düşündüklerini
yazdırmak istemiş yada bu cihet kendisine vahyolunmuş, sonra yazdırmamanın
daha uygun olduğu kanaatine varmış veya yine vahiy gelerek ilk emir yürürlükten
kaldırılmıştır.
Hz. Ömer'in bu mesele
hakkındaki sözü kelâm alimler tarafından ittifakla onun faziletine ve derin
anlayışına delil sayılmıştır. Çünkü Ömer (r.a), Peygamber (s.a.v.)'in
müslümanlar için katlanılması güç, terk edildiği takdirde cezayı gerektiren
bazı şeyler yazdıracağından, nass sabit olan bu deliller karşısında içtihada da
gerek kalmayacağından endişe ederek:
“Bize, Allah'ın
Kitab'ı yeter” demişti. Çünkü Yüce Allah,
“Biz bu kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık”
[785]
ayeti ile
“Bugün dininizi kemale erdirdim”
[786]
buyurmuştu. Hz. Ömer, bunlardan, İlahî dinin tamam olduğunu, bu ümmetin
sapıklıktan uzak olduğunu anlamıştı.
[787]
Adak kelimesi,
Arapça'da, nezir nezr olarak ifade edilmektedir. Terim olarak ise; bir kimsenin
dinen yükümlü olmadığı ibadet cininden bir şeyi kendisi için vacip kılmasıdır.
Diğer bir ifadeyle; kişinin farz yada vacip cinsinden bir ibadeti yapacağına
dair Allah adına söz vererek o ibadeti kendisine borç kılmasıdır.
Yapılan bir adağın geçerli
olabilmesi için, hem adakta bulunan kimseyle ve hem de adağın konusu ile ilgili
bazı şartlar vardır:
1- Adağın
geçerli olabilmesi için adakta bulunan kimsenin; müslüman, akıllı ve ergenlik
çağına girmiş bir kimse olması gerekir.
2- Adağın
geçerliliği için adak konusunda aranan şartlar ise şu şekilde sıralanabilir:
a- Adana
şeyin cinsinden bir farz veya vacip ibadetin bulunması gerekir. Namaz kılma,
sadaka verme kurban kesme, oruç tutma gibi. Buna göre hasta ziyareti yada
mevlit okutma yada türbelerde buna benzer yapılan adetler adak konusu olamaz.
b- Adanan
şey, bizzat hedeflenen ibadet cinsinden olmalı, başka bir ibadete vesile olduğu
için farz yada vacip sayılan bir ibadet olmamalıdır. Abdest alma, ezan ve kamet
okumayı, mescide girmeyi konu alan adak geçerli olmaz.
c- Adanan
husus, adayan şahsın o anda veya daha sonra yapması gereken farz veya vacip bir
ibadet olmamalıdır. Kılmakla mükellef olduğu namaz, tutmakla mükellef olduğu
namaz, tutmakla mükellef olduğu Ramazan orucu; adak konusu olamaz.
d- Adanan
şeyin meydana gelmesi ve yapılması maddeten ve dinen mümkün ve meşru olması,
mal ise adayan şahsın mülkiyetinde bulunması gerekir. Bir kimsenin sahip
olmadığı malı adaması geçersiz, sahip olduğundan fazlasını adaması halinde ise
sadece sahip olduğu kadarı hakkında geçerlidir.
e- Adanan
fiil; Allah isyanı, bidat günah ve masiyeti içermemektedir. Bu takdirde adak
geçersizdir.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in, başı açık olarak hacca gitmeyi adayan kadına başını örtmesini
emretmesi, günah olan bir şeyi yapmak için bulunulan adağın geçersiz olduğuna
delalet etmektedir.
Hattâbî'ye göre; yalın
ayak hacca gitme konusundaki adak geçerlidir. Böyle bir adakta bulunan, gücü
yetti kadar yürür. Yürüyemez hale gelince, bir şeye biner ve Mekke'de bir
kurban keser.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in, “Üç gün oruç tutsun”
sözü; orucun, hedy kurban edilmek üzere Mekke'ye götürülen hayvandan bedel
olmasından dolayıdır. Kadın, oruç ile hedy arasında muhayyer bırakılmıştır. Bu,
av öldüren ihramlınm; bu avın varsa benzeri yada kıymetini fakirlere vermek
yada her müd buğdaya karşılığında bir gün oruç tutmak arasında muhayyer
olmasına benzer.
1495-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sa'd b. Ubâde
el-Ensârî, Resulullah (s.a.v.)'den; annesinin borcu olan bir adak hakkında
fetva istedi. Çünkü annesi, bunu ödeyemeden ölmüştü. Resulullah (s.a.v.):
“Onun adına o borcu sen öde!” buyurdu.
[788]
Açıklama:
Sa'd'iri annesinin
adı, Amra idi. Sa'd b. Ubâde'nin annesinin adağının ne olduğu konusunda kesin
bir görüş mevcut değildir. Bu meseleye ışık tutan haberler, birbirleriyle
çelişki arz etmektedir. Bu rivayetlerde kadının adağının; oruç, köle azad etmek
ve sadaka olduğuna dair kayıtlar yer almaktadır.
Ölen kişinin adak
borcunun çeşidi ve cinsine göre alimler arasında farklı görüşler vardır.
Hanefilere göre; ölen
kimsenin adak borcu, malî ise, o zaman bu borcunun ödenmesini, ölmeden vasiyet
etmişse, o takdirde mirasçılar bunu ödemek zorundadırlar. Aksi takdirde böyle
bir mecburiyetleri yoktur. Vasiyette belirtilen borç, geride bıraktığı malın
üçte birini geçmesi halinde de mirasçılar, bu borcun fazlasını ödemek zorunda
değildirler.
Adak bedenî
ibadetlerle ilgili ise, genelde prensip olarak bu adak başkası tarafından eda
edilmez. Çünkü bedenî ibadetlerde niyabet caiz değildir, İmam Ebu Hanîfe, İmam
Mâlik ve İmam Şafiî'nin bir görüşü, bu doğrultudadır. İmam Ahmed ile İmam
Şafii'nin diğer bir görüşüne göre ise; oruçta niyabet caizdir. Yani bir kimse
oruç tutmayı adaşa ve orucu tutmadan ölse, onun yerine bir başkası oruç
tutabilir. Hanefiler, Mâlikiler ile Şafiî'nin bir görüşüne göre ise oruçta
niyabet olmaz. Ancak orucun yerine fakir doyurulur.
Hacda ise niyabet
kesinlikle caizdir. Bir kimse, başkasının yerine hac edebilir.
1496-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir gün bize adak adamayı yasaklamaya başlayıp:
“Adak, hiçbir şeyi geri çevirmez. Onunla sadece
cimrinin elinden mal çıkarılır”
buyurdu.
[789]
1497- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Adak adamayın! Çünkü adak adamak, kaderden hiçbir
şeye yarar sağlamaz. Onunla sadece cimrinin elinden mal çıkarılır.”
[790]
Açıklama:
Hadiste; arzuladığı
bir sonuca ulaşmak için adakta bulunmanın sonucu o arzuladığı şeyin
değişmeyeceği, çünkü olan her şeyin Allah'ın takdirinin eseri olduğu ifade
edilmektedir. Ama adak sayesinde normal hallerde bir şey vermeyen cimrilerden
mal çıkmış olur. Çünkü cimri, bir şeyin olması halinde sadaka vermeyi yada
kurban kesmeyi adar ve istediği olursa, adadığını vermek zorunda kalacak ve
kendisinden mal çıkacaktır.
Adağın, malın
çıkmasına sebep olmasında sadece cimrilerin anılması, cimri olmayanla-nn adak
sebebiyle mal vermeyecekleri manasına gelmez. Yalnız cömertler bir şey adamadan
da sadaka verip hayr ve hasenatta bulundukları için, hadiste, cimriler
anılmıştır.
Bu sebeple İmam Şâfıî
ile İmam Ahmed başta olmak üzere, İslam Hukukçularının önemli bir kısmı, adak
adamanın mekruh olduğu görüşündedir.
Hanefifer ise Allah'a
ibadet ve taat yönünden adakta bulunmayı mubah görmüşlerdir.
Sonuçta, bir ibadetin
işlenmesine vesile olduğu için bunu müstehab görenler de olmuştur.
[791]
Konuyla ilgili
hadisler ve İslam alimlerinin görüşleri İncelendiğinde, kişinin hiçbir dünyevî
menfaat ummadan sırf Allah'ın rızasını kazanmak, ona şükretmek için adak
adamasında bir sakınca bulunmadığı görülür. Kişinin, Allah'ın takdirinin
değişmesine vesile olması dileğiyle ve ihlastan uzak, belli şartlara bağlı
olarak adakta bulunması ise doğru karşılanmamıştır.
Adaklar, Allah'ın
takdirini değiştirmez. müslüman kişi, bunu bilerek, ileride olacak bir şeyin en
hayrlı şekilde meydana gelmesi dileğiyle yüce Allah'a yalvarması, bunu
gerçekleştirmeye vesile olması için sadaka ve ibadet mahiyetinde bir adakta
bulunması itikadı bakımdan sakıncalı görülmemiştir.
İslam Hukukçularının,
şartsız adağı daha hoş karşılaması, onda ibadet niyetinin daha belirgin olması
sebebiyledir. Dünyevî bir menfaati konu edinen şartlı adak ise, ibadet niyetinden
ziyade nerdeyse Allah ile bir pazarlık mahiyetini taşıyabileceği için, sonuçta
bir ibadetin yerine gelmesi söz konusu edilse bile İhtiyatla karşılanmış,
hatta doğru bulunmamıştır. Bununla birlikte Allah'a isyan ve masiyeti
içermediği sürece, hangi grupta yer alırsa alsın, adakta bulunulduğundan yerine
getirilmesi dinen vacip görülmüştür.
[792]
1498- İmrân
b. Husayn (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sakîf kabilesi, Ukayl
oğullarının anlaşmalı müttefiki idi. Derken Sakîf, Resulullah (s.a.v.)'in
sahabiîerinden iki kişiyi esîr etti. Resulullah (s.a.v.)'in sahabileri de,
Ukayl oğullarından bir kişiyi esîr ettiler ve bu kimsenin beraberinde bulunan
Adbâl ismindeki değerli deveyi de aldılar. Adam bağlı olduğu halde Resulullah
(s.a.v.) onun yanından geçiyordu. Adam:
“Ey Muhammed’i” diye
seslendi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) onun yanına gelip:
“Ne istiyorsun?” diye sordu. Adam:
“Beni niçin esir
aldın? Bütün yolcuları geçen Adbâ'yı ne karşılığında aldın?1 dedi. Resulullah
(s.a.v.):
“Seni, anlaşmalı müttefiklerin olan Sakîf'in cürmüne
karşılık esir aldım” diye cevap
verdi. Sonra onun yanından ayrılıp gitti. Adam tekrar ona seslenerek:
“Ey Muhammedi Ey
Muhammedi” dedi. Resulullah (s.a.v.) merhametli ve nezaketli idi. Bu sebeple
ona dönüp:
“Ne istiyorsun?” diye sordu. Adam:
“Ben müslümanım” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Eğer bu sözü hürriyetin eündeyken söylemiş olsaydın
tamamıyla kurtulurdun!” diye cevap
verdi. Sonra çekilip gitti. Adam tekrar Resulullah (s.a.v.)'e seslenerek:
“Ey Muhammedi Ey
Muhammedi” dedi. Peygamber (s.a.v.) yine o adamın yanma gelip:
“Ne istiyorsun?” diye sordu. Adam:
“Ben açım, beni doyur.
Susuzum, beni su ver!” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Senin hacetin bu mu?” buyurdu. Sonra bu adam, Sakif kabilesinin elinde esir
olarak tutuklu bulunan o iki müslüman kişiye karşılık fidye olarak salıverildi.
İmrân b. Husayn der
ki:
“Ensâr'dan da bir
kadın, esîr edildi. Böylece Adbâ da, düşmanlar tarafından alınıp götürüldü. Bu
kadın, bağlı vaziyetteydi. Onu götüren insanlar da, develerini evlerinin önünde
dinlendiriyorlardı. Derken bir akşam bu kadın bağdan kurtularak develerin
yanına geldi. Kadın, bir deveye yaklaştığında hayvan böğürüp bağırmaya başladı.
Nihayet Adbâ'ntn yanına vardı. Fakat o böğürmedi ve hem de pişkin bir deve idi.
Kadın, hemen Adbâ'nın arka tarafına oturdu. Sonra hayvanı sürerek yola koyuldu.
Kadını esir alan
kimseler, kadının kaçtığını hissedip onu aradılar, fakat kadın onları yakalama
hususunda âciz kalmıştı. Bir de eğer Allah kendisini kurtarırsa bu deveyi
boğazlamayı Allah için adadı.
Kadın bu vaziyette
Medine'ye gelince, insanlar, kadını görerek:
“İşte bu, Resulullah
(s.a.v.)'in devesi Adba'dırl' dediler. Kadın ise eğer Allah, kendisini bu deve
den dolayı kurtarırsa onu mutlaka boğazlamayı adadığını söyledi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.)'e gelerek meseleyi kendisine anlattıklarında, Peygamber
(s.a.v.):
“Subhanallah! Bu kadın, Adba'yı ne kötü cezalandırmış!
Eğer Allah kendisine bu deve üzerinde kurtuluş ihsan ederse, o kimse, bu deveyi
mutlaka boğazlayacağını Allah için adamıştı.
Günaha girmek için yapılan adak ile kulun elinde
olmayan bir şeye yapılan adağın ifâsı yoktur” buyurdu.
[793]
Açıklama:
Bir günah işlemeyi
adamak, muteber ve oluşmuş bir adak sayılmaz. Yine kişi sahip olmadığı bir
malt nezretse bu da oluşmuş ve sahih bir adak sayılmaz.
1499- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
iki oğlunun arasında götürülen yaşlı bir adam görüp:
“Bu adama ne olmuş?” diye sordu. Onlar da:
“Yürümeyi adamış” diye
cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):
“Doğrusu Allah, bu adamın kendi nefsine azab ettirmek
suretiyle yaptığı ibadetten müstağnidir” buyurup o adama hayvana binmesini emretmiş.
[794]
Açıklama:
Bu hadis, yaya olarak
hacca gitmeyi adayıp da yürümekten aciz olan kişinin bir bineğe binebileceğini
göstermektedir. Gerçei burada bu durumda olan kişiye herhangi bir kefaret
sözkonusu edilmemiştir. Fakat Ebu Dâvud, Eyman 19 (3295, 3296)'da bu durumda
olanların ya bir kurban keseceği anlaşılmaktadır.
1500- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
iki oğlunun arasında onlara dayanarak giden yaşlı bir adam görüp oğullarına:
“Buna ne olmuş?” buyurdu. Oğulları:
“Ey Allah'ın resulü!
Adağı var” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Ey ihtiyar! Hayvana bin! Çünkü Allah, senden ve
adağından müstağnidir” buyurdu.
[795]
1501- Ukbe
b. Âmir (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kız kardeşim yalın
ayak olarak Beytullah'a Kabe'ye yürümeyi adadı. Bana da, bu meseleyi, onun
namına Resulullah (s.a.v.)'e danışmamı emretti. Ben de bu meseleyi, ona
danıştım. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Hem yürüsün ve hem de yorulduğunda hayvana binsin!” buyurdu.
[796]
1502- Ukbe
b. Âmir (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Adağın kefareti, yemin kefaretidir.”
[797]
Açıklama:
Hadis, adağın ne
olduğunun belirtilmemesi ne bir yemin kefaretin gerektiğini belirtmektedir.
Örneğin, bir kimse:
“Ben bir adak adadım”
yada “Bir adak benim üzerimde olsun” gibi. Görüldüğü üzere bu adağın; oruç mu,
yoksa başka bir şey mi olduğu belirtilmektedir. İşte böyle bir adağın kefareti,
bir yemin kefaretidir. Dolayısıyla bu hadis, kefaretin belirsiz adağa ait
olduğunun delilidir.
Yemîn kelimesi,
sözlükte; sağ el, kuvvet anlamında kullanılmaktadır. Terim olarak ise; yüce
Allah'ın adını zikrederek haberin takviyesidir.
Yemin eden kişi, bir
şeyi yapmaya yada yapmamaya yüce Allah'ı şahit tutarak karar verir.
Yemin, yapılış şekline
göre iki kısma ayrılmaktadır:
1- Yüce
Allah'ın isim veya sıfatıyla yapılan yemin.
2- Yüce
Allah'tan başkasıyla yapılan yemin. Bu yemin türü, caiz değildir. Yemin, 3
kısma ayrılmaktadır:
Yanlışlıkla veya doğru
olduğu zannıyla yalan yere yapılan yemindir..
Mümkün veya gelecek
ile ilgili bir şey hakkında yapılan yemindir.
Yalan yere kasten
yapılan yemindir
Kişinin yalan
kastederek yalan yere Allah adına yemin etmeye denir.
Üzerine yemin edilen
şeyin, içinde bulunulan zamandan önce işlenmiş bir fiil olması şart değildir.
Ama bazen öyle de olabilir. Örneğin, bir kimsenin, bir başka kimseyi dövdüğü
halde “Vallahi, onu dövmedim” diyerek ettiği yemin, Gamus yeminidir.
Gamus yemini, Allah
adına yemin etmekten başka durumlarda düşünülemez. Çünkü bu yeminin, kefareti
yoktur. Yemin eden kişi, günahkar olduğu için tevbe etmesi gerekir. Zira burada
hem Allah'ın adı hiçe sayılmakla ve hem de bir kimsenin malı haksız yere
gasbedilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle de yemin sahibi, Allah'ın gazabjyla
karşı karşıya kalmaktadır. Bundan kurtulmak için ilk önce tevbe etmeli, sonra
da kimin malını gasbettiyse o malı geri sahibine vermelidir.
1503-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Babam Ömer
İbnu'l-Hattâb'ı şöyle derken işittim: Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu Yüce Allah, sizi, atalarınız/babalarınız
adına yemin etmeyi yasaklıyor”
buyurdu.”
Ömer:
“Vallahi, Resulullah
(s.a.v.)'in bunu yasak ettiğini işittiğimden beri kendim için ve başkası
namına bu yemini hiç etmedim” dedi.
[798]
1504- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim yemin edip, yemininde: “Lâfa yemin olsun ki diyen
kimse, hemen Lâ ilahe illallah” desin. Arkadaşına:
“Gel seninle kumar oynayalım” diyen kişi, sadaka
versin.”
[799]
1505-
Abdurrahman b. Semure (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Putlar/Tağutlar ve babalarınıza/atalarınız adına
yemin etmeyin.”
[800]
Taifde Sakîf
kabilesine ait bir putun ismidir. Bazıları da, bunun, Kureyş'e ait oİup
Nahle'de bulunduğunu söylemişlerdir. Mekke'de olduğunu söyleyenler de vardır.
Bu put, cahiliye devrinde Arapların taptıkları üç büyük puttan birisinin
adıdır.
Mücâhid'e göre;
Gatafân kabilesinin taptığı bir ağaçtır. Dahhâk'a göre ise; Gatafân kabilesinin
taptığı bir puttur.
Açıklama:
Bu hadiste, Lât ve
Uzzâ gibi putları anarak yemin eden kişinin yemininin sonunda “Lâ ilahe
illallah” demesi emredilmektedir. Aliyyu'1-Kârî (ö. 1014/1605), bu meseleye,
iki açıdan bakılabileceğinî söyler:
1- Kişinin
sehven cahiliye devrinden kalma bir adet olarak “Lât” üzerine yemin etmesi. Bu
durumda “Lâ ilahe illallah” demesinden maksat; tevbe etmesi, tevhid kelimesini,
günahına kefaret kılmasıdır. Çünkü iyilikler, kötülükleri siler. Bu, gafletten
dolayı tevbedir.
2- Bu
yeminiyle Lâfı ta'zim etmesi. Böyle olursa, anılan yeminden sonra tevhid kelimesi
söylenmesinden maksat; İman tazelemektir. Çünkü bu yemin, kişiyi dinden
çıkarır. Bu durumda tevbe, masiyetten tevbedir.
Aliyyu'1-Kârî, sözüne
devamla der ki:
“Bu hadiste; İslam'dan
başka bir şeyle yemin edene kefaret gerekmeyip günahkar olduğuna ve tevbe
etmesi gerektiğine delil vardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), bu yeminin
cezasını, kişinin dininde kılmıştır. Malında değil, sadece keli-me-i tevhidi
emretmiştir. Çünkü yemin, ma'kud ile olur. Lât ve Uzzâ'ya yemin edince, bu
konuda kafirlere benzemiş olur. Onun için Resulullah (s.a.v.), bunu, kelime-i
tevhitle gidermeyi emretmiştir.”
[801]
İmam Şafiî (ö.
204/819), İmam Mâlik (ö. 179/795), Nevevî (ö. 676/1277) ve alimlerin cumhuru
ise; “Şöyle yaparsam ben Yahudi ve Hıristiyan olayım, İslam'dan veya
Peygamber'den beri olayım” ve benzeri sözlerle yemin eden kişiyi de putlar
adına yemin etmeye benzetmiş ve bunlarla yemin olmayacağını, dolayısıyla da bu
sözlerin kefareti gerektirmeyeceğini söylemişlerdir.
Hanefilere göre ise;
bir şeyi yapıp veya yapmamak için, “Yahudi olacağına veya Hıristiyan
olacağına” dair yemin eden kişiye sözünü yerine getirmediği takdirde kefaret
gerekir.
1506- Ebu
Musa eİ-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Eş'arilerden bir
topluluk içinde, binmek ve yüklerimizi taşıyacak deve istemek için Peygamber
(s.a.v.)'e gelip ondan deve istedim. O da:
“Allah'ın adına yemin ederim ki, size deve veremem.
Çünkü ben de size verecek deve yok”
buyurdu.
Bunun üzerine Allah'ın
dilediği kadar durduk. Sonra Resulullah (s.a.v.)'e bir takım develer
getirildi. Yanındakilere, bize yaşları üç ile on arasında olan üç tane beyaz
hörgüçlü deve verilmesini emretti. Nihayet yola koyulduğumuz zaman:
“Allah bize bereket
ihsan etmez. Biz kendisinden binecek ve yüklerimizi taşıyacak deve istemek
için Resulullah (s.a.v.)'e gitmiştik, o da bize deve veremeyeceğine yemin
etti. Sonra da verdi” dedik yada birbirimizle böyle konuştuk.
Sonra Peygamber
(s.a.v.)'e gelip ona bu konuştuklarını anlattılar. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.v.):
“Size yük hayvanlarım ben vermedim. Fakat onları size
Allah verdi. Doğrusu vallahi, Allah diler de ben bir şeye yemin eder, sonra
ondan daha hayrlısım görürsem hemen yeminime kefaret verip o hayrlı şeyi
yaparım” buyurdu.
[802]
1507- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Peygamber
(s.a.v.)'in yanında kalıp evine gitmeyi biraz geciktirmişti. Sonra adam
ailesinin yanına döndü, fakat küçük çocukları uyur vaziyette buldu. Derken
hanımı ona yemeğini getirdi. Adam ise çocuklarının uyumasından dolayı yemek
yememeye yemin etti. Sonra fikrini değiştirip yemeği yedi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.)'e gelip ona durumu anlattı. Resulullah (s.a.v.):
“Bir kimseye bir şeye yemin eder de başka bir şeyi
ondan daha hayrlı görürse, o diğer hayrlı gördüğü şeyi yapsın. Yemininden
dolayı da kefaret versin!” buyurdu.[803]
1508- Temîm
b. Tarefe'den rivayet edilmiştir:
“Bir dilenci, Adiyy
İbn Hâtim'e gelip ondan bir hizmetçinin değeri yada değerinin bir kısmı
oranında bir nafaka istedi. Adiyy:
“Yanımda sana verecek
bir şey yok. Ancak zırhlı gömleğim ile miğferim var. Dolayısıyla aileme yazayım
da onlar sana bu nafakayı versinler” dedi.
Fakat o kimse buna
razı olmadı. Adiyy, adamın bu tavrına kızıp:
“Şunu iyi bil ki,
Allah'ın adına yemin ederim ki, sana hiçbir şey vermeyeceğim” diye uemin etti.
Sonra o kimse, Adiyy'in teklifine razı oldu. Bunun üzerine Adiyy:
“Yine şunu da iyi bil
ki, Allah'a yemin ederim ki, ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Kim bir şeye yemin edip sonra o yemin ettiği şeyin
dışında olan bir şeyi Allah için daha takvalı bîr iş görürse o takvalı olan
şeyi yapsın” buyururken işitmiş
olmasaydım, yeminimden asla dönmez, onun gerektirdiğini muhakkak yerine
getirirdim” dedi.
[804]
1509-
Abdurrahman b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), bana:
“Ey Abdurrahman b. Semure! İdareci olmayı isteme!
Çünkü bunu istemen halinde sana verilirse onunla tek başına bırakılırsın. Eğer
istemeden sana verilirse bu konuda yardım görürsün. Bir şeye yemin edip sonra
da bunun dışında olanı ondan daha hayrlı görürsen derhal yemininden dolayı
kefaret ver ve o hayrlı olan şeyi yap!”
buyurdu.”
Açıklama:
Bu hadisler, iki hükmü
ihtiva etmektedirler:
A- Her hangi
bir konuda yemin eden kişinin sözünde durup yemine devam etmesi mi, yoksa
yemini bozup keffaret ödemesi mî daha iyidir? Bu mesele, yemins konu olan şeye
göre değişir:
1- Farz veya
vacip bir şeyi yapmak ya da bir haramı yapmamak için edilen yemin, tâat-tır.
Dolayısıyla yemine sadakat gerekir. Yeminin bozulması günahtır. Ramazan orucunu
tutmak veya içki içmemek için edilen yemin bu kabildendir.
2-
Yukarıdaki maddenin aksi; yani, farz veya vacib bir ibadeti yapmamak ya da
haram bir şeyi yapmak için edilen yemin. Bu şekildeki bir yemin bozulur, yani
sözde durulmaz, keffaret ödenir. Çünkü yemine sadakatin icabı ya bir borcu
terketmek ya da bir haramı işlemektir.
3- Müstehap
olan bir işi yapmak için edüen yemin bir tâattır. Bu yemine devam yani sözünde
durmak müstehap, yemini bozmak ise mekruhtur.
4- Müstehap
bir ameli meselâ bir hastayı ziyareti yapmamak için edilen yenlini bozup
keffaretini ödemek müstehap, yemine sadakat ile mekruhtur. Üzerinde durduğumuz
hadis bu şıkla ilgili olsa gerektir.
5- Mubah bir
işi yapmak ya da yapmamak; meselâ, bir elbiseyi giymemek için yemin edilirse,
yemin sahibi yeminine sadakat gösterip göstermemekte muhayyer olmakla beraber
sözde durup yemine sadakat göstermek daha evlâdır.
B- Yemin
edip de yeminini bozmayı daha hayırlı gören kişi; keffareti, yemini bozmadan mı
yoksa bozduktan sonra mı öder? Bu konu âlimler arasında ihtilaflıdır.
Keffaretin üç hali vardır:
1-Yemin
etmeden önce keffaret ödemek. Bu, hiçbir âlim tarafından caiz görülmemiştir.
Yani önce yemin keffareti ödemek, sonra yemin edip daha sonra da yemini bozmak
meşru değildir.
2-Yemin edip
bozduktan sonra keffareti ödemek. Bu da bütün âlimlerin ittifakı ile caizdir.
Yani kişi bir şey için yemin eder, yemininin gereğini
yerine getirmemeyi
uygun bulur ve yeminini bozar daha sonra da keffaretini öderse, bu keffaret
ihtilafsız geçerlidir.
3-Yemin edip
yemini bozmadan önce keffareti ödeyip daha sonra yemini bozmak. İşte bu konu
İhtilaflıdır. Alimler bu konuda üç ayrı görüşe sahiptirler:
a.Yemini
bozmadan önce, ne şekilde olursa olsun köle azadı, fakir doyurma, oruç tutma
keffaret ödemek caizdir. Bu keffareti daha sonra gerçekleştirecek olan yemine
riayet etmemek için yeterlidir. İbnü'l-Münzir'in ifadesine göre; Rabîa, Evzaî,
Mâlik, Leys ve Hanefîlerin dışındaki şehirler alimler bu görüştedir. Bunlar, bu
hadislere dayanırlar. Çünkü Hz.Peygamber bu hadislerin çoğunda önce kefareti,
sonra da yemini bozmayı anmışhr. Hatta, bazılarında, “Keffareti öde, sonra
yemini boz” ifadesini kullanmıştır.
Kadı İyaz bu görüşün
ondört tane sahâbîden nakledildiğini söyler. Hattâbî de; İbn Ömer, İbn Abbas,
Âişe (r.anhüma), Hasen el-Basrî, İbn Şîrîn, Mâlik, Evzaî, Şafiî, Ahmed b.
Hanbel ve İshak'ın bu görüşte olduklarını; ancak Şafiî'nin, keffaretin oruçla
ödenmesi halini istisna ettiğini kaydeder.
b- Keffaret
malî bir yolla, yani köle azad etmek, fakir doyurmak veya fakir giydirmek şeklinde
ödenecekse, yemini bozmadan önce keffaret ödenebilir. Ama, oruç tutmak
suretiyle ödenecekle, yemin bozulmadan keffaret ödenmez.
Bu görüş, Şâfiîlere
aittir.
c-
Yemin
bozulmadan önce keffaret ödenemez. Ödenirse bu yeterli değildir. Yemin bozulduktan
sonra tekrarlanması gerekir. Bu görüş, Hanefîlere aittir.
Hanefîlerin,
görüşlerini destekledikleri delilleri de şunlardır:
1- Keffaret,
günah olan bir işin telafisi için meşru kılınmıştır. Yemin konusunda günah olan
bizatihi yemin değil, yemini bozmaktır. Çünkü yemin etmek meşrudur. Bu konuda
hiçbir tereddüd ve ihtilâf yoktur. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde
birçok yemin mevcuttur. O halde yemin meşrudur, mübahdır. Öyleyse, yemin
bozulmadan keffaret olmaz.
2- Bozulan
yeminin keffareti farzdır. Yemin bozulmadan önc'e ödenen keffaret ise nafiledir.
Nafilenin ise farzın yerini tutması mümkün değildir.
3-
Hadislerin bazılarında, önce keffarelin sonra hinsin yemini bozmanın anılması
da deli! olamaz. Çünkü Ebû Davud'un da işaret ettiği gibi bazı rivayetlerde
durum tam tersinedir. Yani keffaret, yemini bozmadan sonra zikredilmiştir.
[805]
1510- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Senin yeminin, konuşmakta olduğunu arkadaşının seni
tasdik edeceği şeye göre olur.”
[806]
Açıklama:
Yemin, bütün
durumlarda, yemin eden kimsenin niyetine bağlıdır. Bundan sadece kişinin
kendisine yönelik bir davada hakim ile onun vekilinin yemin istemeleri
müstesnadır. Bu yemin, edenin değil istenenin niyetine bağlı olur. Bu hadisten
murâd budur.
Ama hâkim huzurunda
onun teklifi olmaksızın bir dâvada biri yemîn ederse burada ye-mîn sahibinin
niyeti mu'teber olur. Bu hususta Allah'a yemîn etmekle kadın boşamaya veya köle
azadına yapılan yemîn arasında fark yoktur. Şu kadar var ki, kadın boşamaya
veya köle azadına yemîn vermeyi hâkim teklif ederse niyetini gizlemesi
kendisine fayda verir; ve yemîn edsnin niyetine itibâr olunur; çünkü hâkimin bu
gibi şeylere yemîn ettirmeye hakkı yoktur. O yalnız Allah'a yemîn teklif
edebilir.
Niyet gizlemekle
yeminden dönülmüş olmazsa da bunu bir kimsenin hakkını iptal edecek yerde
yapmak caiz değildir. Bu mesele de ulemâ arasında ittifâkîdir. Bu açıklama,
İmam Şafiî ve arkadaşlarına aittir”
[807]
Hanefilere göre ise
yemini teklif eden kimsenin buna hakkı varsa onun niyeti, yoksa yemin edenin
kendi niyeti geçerlidir. Onun, niyetini gizlemeye hakkı vardır.
Yeminde niyetin hukuki
yönden hükmü budur. Ancak başka şeye niyet edilen yemin, dinî açıdan doğru
değildir.
Kısacası, davalarda,
yemin edenin değil, yemin ettiren hakimin niyeti önemlidir. Yemin edenin,
değişik bir şeye niyet etmesine itibar edilmez.
1511- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet ediidiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Dâvud (a.s)'ın oğlu
Süleyman (a.s):
“Bu gece mutlaka
yetmiş kadını dolaşacağım, bunların hepsi Allah yolunda savaşacak bir süvari
doğuracak” dedi. Arkadaşı, ona:
“İnşallah Allah
dilerse” de!” diye uyardı ise de o inşallah demedi. Kadınların hepsini dolaştı,
fakat içlerinden hiçbir kadın gebe kalmadı. Sadece bir kadın, bir erkek yarısı
doğurdu. Resulullah:
“Muhammed'in nefsini elinde bulunduran Allah'a yemin
ederim ki, “İnşallah” deseydi çocukları doğup Allah yolunda süvari olarak
toptan cihad ederlerdi” buyurdu.[808]
Açıklama:
Bu hadis,
“Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının
üstüne bir ceset bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü”
[809]
ayeti arasında bir bağ görülmüştür.
Ayette kapalı olarak
haber verilen fitne ile imtihanın ve taht üstüne bırakılan cesedin neden ibaret
olduğu hakkında müfessirler çok çeşitli yorumlar ileri sürmüşlerdir. Bunlann
çoğu Kur'an'a uymayan, peygamberlik görevine asla yakışmayan şeylerdir. Bunlar,
gerçekten değiştirme ve tahrif eden Ehl-i kitabın uydurmalarıdır. Fahreddîn
er-Râzî, bu hurafeleri birçok sağlam delillerle ret ettikden sonra o imtihan
için şu bilgiyi ileri sürmektedir:
Süleyman peygamber bir
gecede kadınların hepsini ziyaret edeceğini, onlardan herbirinin süvari birer
oğlan dünyâya getirib bunlann Allah yolunda savaşacaklarını söylemiş, İnşallah
Allah dilerse dememiş ve dolayısıyla o kadınları dolaşmış, Fakat içlerinden
yalnız biri eksik doğumlu bir oğlan dünyâya getirmiş, bunu babasının kürsüsü
üzerine bırakıvermişler. İşte onun istiğfar etmesi, bu inşallah sözünü unutmuş
olmasındandır.
[810]
Bu hadisle ilgili
olarak üç görüş ileri sürülmüştür:
1- Bir
gecede bu kadar kadınla birlikte olmanın aklen mümkün olmadığından dolayı kabul
etmeyenler.
[811]
2- Hadiste
herhangi bir problemin olmadığı, çok kuvvetli ihtimale göre Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in bu olayı yahudilere istinaden ve başka birine örnek olarak
anlatıldığı, dinleyenlerin de bunu yanlış anlayarak Hz. Peygamber (s.a.v.)'den
gerçek bir olay gibi anlatıldığı görüşü.[812]
3- Bu olayın mucize olduğu, dolayısıyla bu
hadisi olduğu gibi kabul edenler.
Gelecekte yapılacak
bir işi, “İnşallah” diyerek anlatmak müstehabtır. “Yarın filanca işi yapacağım
inşallah” demek gibi.
“İnşallah” yani
istisna sözü, yeminin, mün'akid olmasına engeldir. Bir kimse, yemin etse,
sonra da bu sözüne ek olarak “İnşallah” dese üzerine yemin verdiği şeyi
yapmakla yemininden dönmüş olmaz. Yalnız bunu için iki şart vardır:
1- İnşallah
sözünü, yemine bitişik olarak söylemek.
2- Yemin
etmezden önce istisnayı niyet etmek.
1512- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah'ın adına yemin ederim ki, ailesi ile ilgili
yemin edip de yemininde ısrar etmesi, Allah katında kendisi için yeminini
bozup da Allah'ın farz kıldığı kefaretini vermesinden daha günahtır.”
[813]
Açıklama:
Yani yeminini bozmakta bir günah olsa bile, yeminde inat ve ısrar etmek daha
çok günahtır.
1513-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Ömer, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben, cahiliye döneminde Mescid-i Haram'da bir gün itikafta kalmayı adamıştım”
dedi. Peygamber (s.a.v.), ona:
“Adağını yerine getir!” buyurdu.
[814]
Açıklama:
Hadis; müslüman
olmayan bir kimse, bir adakta bulunur, sonra da müslüman olursa, adağının
gereğini yapmakta mükellef olduğuna delildir. Buhârî, İbn Cerîr (ö. 310/922)
ile bazı Şâfiîler bu görüştedir.
Bazı Şâfiîler, İmam
Mâlik ile Hanefilere göre; bu tür adaklar, hükümsüzdür. Bu alimler, bu hadisi,
müstehab olma şeklinde yorumlamışlardır.
Bu konuşma; Buhârî,
Meğâzî 54'de geçtiğine göre; Huneyn seferinden Mekke'ye dönüş ırasında
geçmiştir.
1514- Zâdân
Ebi Ömer'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Ömer'in
yanma gelmiştim. Bir köle azad etmişti. Yerden bir çöp/ağaç dalı yada bir şey
alıp:
“Bu azad edişte,
teberruan azad etmedeki sevaba eşit olacak bir ecir yoktur. Yalnız Resulullah
(s.a.v.)'i:
“Kim kölesine tokat atar veya döverse kefareti o
köleyi azad etmesidir”
buyururken
işittim.[815]
1515- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Ebu'l-Kâsım (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim kölesine zina isnadında bulunursa kıyamet günü o
kimseye had vurulur. Eğer söylediği sözü doğru ise o zaman had vurulmaz.”
[816]
1516- Ma'rûr
b. Süveyd'den rivayet edilmiştir:
“Rebeze'de Ebû Zerr'in
yanma uğradık. Üzerinde çizgili bir kaftan vardı. Kölesinin üzerinde de aynı
kaftanın bir benzeri vardı. Ebû Zerr'e:
“Ey Ebu Zerr! Bu iki
kaftanı birleştirsen ikisi, bir takım elbise olurdu!” dedik. Bunun üzerine Ebû
Zerr şunları söyledi:
“Benim ile dîn
kardeşlerimden bir kimse arasında münakaşa geçmişti. Onun annesi Arap olmayıp
yabancı idi. Ben de onu annesi sebebiyle ayıpladım. Bunun üzerine beni,
Peygamber (s.a.v.)'e şikâyet etti. Derken Peygamber (s.a.v.)'e rastladım”.
Bana:
“Ey Ebu Zerr! Gerçekten sen kendinde câhiüyyet izleri
bulunan bir kimsesin!” buyurdu. Ben
de:
“Ey Allah'ın resulü!
Eğer bir kimse insanlara söverse, insanlar da onun anasına-babasına söverler!”
dedim. Peygamber (s.a.v.) tekrar:
“Ey Ebu Zerr! Gerçekten sen kendinde câhiliyet izleri
bulunan bir kimsesin! Onlar, sizin dîn kardeşi erinizdir. Allah onları sizin
elleriniz altına vermiştir. O halde onlara kendi yediğinizden yedirin! Kendi
giydiğinizden giydirin! Onlara yapamayacakları şeyleri yüklemeyin! Eğer
kaldıramayacakları şeyleri onlara yüklerseniz o zaman onlara yardım edin!” buyurdu.
[817]
1517- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Yiyeceği ve giyeceği, kölenin hakkıdır. Ona, iş
namına da ancak gücü yeteceği şey yüklenir.”[818]
1518-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birinize, hizmetçisi, yemeğin sıcağına ve
dumanına katlanmış olduğu halde önünüze yemeğinizi hazırlayıp getirdiği zaman o
hizmetçiyi kendisiyle birlikte sofraya oturtsun. O da sizinle birlikte yesin.
Eğer yemek az ise o zaman o yemekten hizmetçinin eline bir yada iki çiğnem koysun.”
[819]
1519-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır;
“Doğrusu köle, sahibine karşı dürüst olup Allah'a
ibadetini güzel bir biçimde yerine getirirse o kölenin iki kat sevabı olur.”
[820]
1520-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyie
buyurmaktadır:
“Köle, Allah'ın hakkını ve sahiplerinin hakkını yerine
getirdiği zaman onun iki kat sevabı olur.”
[821]
1521-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kimse, bir köledeki hissesini bağışlar ve kölenin
geri kalan kıymetine yetecek kadar malı bulunursa o pay için köleye adaletli
bir şekilde kıymet konulur, diğer ortaklarına da hisselerini verir ve köle o
kimsenin namına tamamen azad olur. Eğer azad edenin, ortaklarının hisselerini
ödeyecek malı bulunmazsa köleden azadladığı hissesi azad olur.”
[822]
1522- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ebu Mezkûr adında
Ensar'dan bir kimse, kendisine ait olan köleyi, müdebber olarak azad etmişti.
Bu kimsenin, bu köleden başka bir malı da yoktu. Dolayısıyla zor duruma düştü.
Bu durum, Peygamber (s.a.v.)'e ulaştı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Bunu benden kim satın almak ister?” buyurdu.
Açıklama:
Müzayede sonunda Nuaym
b. Abdullah, bu köleyi, 800 dirheme satın aldı. Daha sonra Peygamber (s.a.v.),
kölenin bu bedelini, o kimseye gönderdi.
[823]
Müdebber: Hürriyete
kavuşması, efendisinin ölümüne bağlı olan köleye denir. Bu şekilde köle azad
etmeye de, “Tedbir” denir.
Tedbir dört çeşittir:
Efendisinin ölümüne
bağlanarak yapılan tedbirdir. Efendinin, kölesine:
“Ben öldüğü zaman “Sen
hürsün” demesi gibi.
Bir şarta bağlanmış
olan tedbirdir. Efendisinin, kölesine:
“Sen şu işi yaparsan
ölümümden sonra hürsün” demesi gibi. Bu durumda köle efendisinin sağlığında bu
şartyı yerine getirirse efendisinin ölümünden sonra hürriyete kavuşmuş olur.
Bir vaktin geçmesine
yada çıkmasına izafe edilen tedbirdir. “Sen yarından itibaren müdebbersin”
yada “Sen falan ayın bitiminde müdebbersin” denilmesi gibi
Efendinin, bir vasıf
ile mukayyet olan ölümüne bağladığı tedbirdir. Efendinin, kölesine:
“Ben bu hastalığımdan
ölürsem” yada “Ben bu yolculuğum esnasında ölürsem sen hürsün” demesi gibi.
[824]
İmam Şafiî, bu hadise
dayanarak müdebber olarak köleyi satmanın caiz olduğu hükmüne varmıştır. Ebu
Hanîfe ise, kölenin ancak efendisinin ölümünden sonra hürriyetine
kavuşacağından dolayı bu tür satışın caiz olmadığını ileri sürmüştür.
Hafız Zeylaî'nin
ifadesine göre; konu ile ilgili hadislerde, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
satılmasına izin verdiği köleden maksat; tedbir-i mukayyetle müdebber kılınmış
köle olabileceği gibi, bu kölenin satılmasından maksat; gerçek anlamda
satılması olmayıp kiraya verilmiş olması da mümkündür.
[825]
Resulullah (s.a.v)'in,
müdebber olarak azad edilen bir köleyi satması, sahibinin başka malı olmadığı
içindir. Halbuki Ebu Mezkûr, borçlu idi. Bu nedenle de Resulullah (s.a.v.), son
olarak elinde kalan kölesini de azad ettiğini ve bu suretle kendini borçlu
ölmek tehlikesine karşı maruz bıraktığını görünce, onun bu filini nakzetmeyi
maslahata daha uygun bulmuş ve kölenin kıymetini kendisine göndermiştir.
[826]
Kasâme kelimesi
sözlükte; güzel yüzlülük ve yemin gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak ise
mezheplere göre farklılık gösterir.
Hanefilere göre;
katili bilinmeyen ve üzerinde öldürme izleri bulunan bir maktulün bulunduğu
yer halkından elli kişinin usulüne göre yemin etmeleridir.
Buna göre bir köyde,
kasabada yada mahallede yada mahallelere ses ulaşacak bir mesafede yada
birisinin mülkünde bir ölü bulunsa ve bu ölünün üzerinde darb izi, bıçak ve
kurşun yarası gibi öldürme alameti olsa ve katili bilinmese, o yerin halkından
elli kişiye:
“Bu adamı ben
öldürmedim ve öldüreni de bilmiyorum” diye yemin ettirilir. İşte buna, Kasâme
denilir. Yemin ettikleri zaman diyeti verirler, kısastam kurtulurlar. Yemin
etmeyen çıkarsa, yemin edinceye kadar hapsedilir.
Allah'a ve Resulüne
karşı savaş açan kimselerdir. Bunlar, Maide: 5/33-34'de geçtiği üzere, bunlara
uygulanacak ceza; ya öldürülmeleri, ya asılmaları, ya elleri ile ayaklarının
çaprazvari kesilmesi yada sürülmeleridir. Bu, onların dünyadaki rüsvaylığıdır.
Ahirette de onlar için büyük bir azab vardır.
Bir İslâm hukuku
terimi olarak kısas; ferdin hakkı olarak yerine getirilmesi gereken, âyet ve
hadislerde miktarı belirlenen ve suçlunun bedenine yönelik bulunan cezayı ifade
eder. Kısas cezasını gerektiren suçlar.
Kasten adam öldürme
ile bazı kasten yaralama ve sakat bırakma eylemlerini kapsamına alır.
İnsan veya insan
uzvunun telef edilmesi karşılığı olarak verilmesi gereken tazminat, kan bedeli.
Diyetin meşruiyeti,
Kitap, Sünnet ve Sahâbe-i Kiram'ın İcmâ-ı ile sabittir. Bilindiği gibi kasten
öldürme hadisesinde “Kısas” gündeme girer. Kısas cezasında, hem Allah'ü
Teâlâ'nın hukuku, hem kul hukuku bir aradadır. Kısasın icra edilebilmesi için,
öldürülen kimsenin velisinin cezasının tatbikini istemesi esastır. Zira
Kur'ân-ı Kerim'de:
“Kim, mazlum olarak öldürülürse, biz onun öldürülenin
velisine bir salâhiyet vermişizdir. O da öldürülenin velisi, öldürmekte aşırı
gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar olmuştur”
[827]
hükmü beyan buyurulmuştur. Öldürülen kimsenin velîsi, kısası talep etmek veya
diyete razı olmak noktasında serbesttir.
Kısasın tatbiki,
affetme veya sulh yapma noktasında tek yetkili, maktulün velîsidir. Esasen,
zarara uğrayanların başında da, maktulün velileri gelir.
İnsan veya insanın bir
uzvunun telef edilmesi, kasten veya hataen olabilir. Mümin bir erkek, hataen
bir kardeşini öldürürse, maktulün velîsine diyet vermek mecburiyetindedir. Bu
husus Kat'i nassla sabittir.
Öldürülen mümin bir
erkeğin diyetinin bin dinar altın olduğu Sünnet'le sabittir. İmam Azam Ebu
Hanîfe (rh.a) diyetin yüz deve
[828]
veya bin dinar altın veya on bin dirhem gümüş olarak verilmesinin esas olduğunu
söylemiştir.
Öldürülen kimsenin
müslüman olup olmamasının diyetin miktarına etki edip etmemesi hususunda iki
ayn görüş vardır. Hanefî fukahası, Resûlullah'ın:
“Her ahid sahibinin diyeti bin dinar altındır”
[829]
hadisini esas alarak, Darü'İslâm tebaasından olan gayrimüslimin zimmînin
diyeti, tıpkı müslümanın diyeti gibidir, hükmünde ittifak etmiştir.
İkinci görüş gelince,
İmam Şafiî Amr b. Şuâyb (r.a)'dan rivayet edilen:
“Zimmînin gayrimüslimin diyeti; müslümanların
diyetinin yansıdır”
[830]
hadisini esas alarak, eşitlik sözkonusu olmayacağını beyan etmiştir.
İslâm uleması, “Diyetin
kim tarafından ve nasıl ödeneceğini” izah ederken, “Akile” üzerinde durmuştur.
Bilindiği gibi, akıl kelimesi, men etmek, tutmak ve korumak gibi mânâlara
gelmektedir.
[831] Hataen bir cürüm işleyen
kimseden diyet borcunu kaldırmak ve onun suç işlemesini önlemek, baba
tarafından en yakın akrabalann görevidir. Rasûlullah (s.a.v.)'ın, Huzeyl
kabilesinden iki kadının kavgası sonucu ortaya çıkan cenin cinayetini hükme
bağlarken, hamile kadının karnına vuranın âkılesine hitaben:
“Kalkınız ceninin diyetini gurreyi veriniz”
[832]
emri, bu hususta katî bir delildir. Kasden işienen cinayetlerde akile herhangi
bir ödemede bulunmaz.
Hanefi fukahası:
“Beş yüz dirheme kadar
olan cezalarda, akile, hiçbir şey ödemekle mükellef değildir. Bunu cinayeti
işleyen kimse bizzat kendisi öder. Beşyüz dirhem gümüşü yaklaşık 100 koyun
fiyatını aştığı zaman, suçlunun âkılesine dahil olan kadın ve çocukların
dışındaki her ferd üç veya dört dirhem ödemek durumundadır. Hz. Ömer (r.a),
Rasûlullah'tan bu ödemenin üç yıl içerisinde olacağını rivayet etmiştir”
[833]
hükmünü esas almıştır.
Hataen bir cinayet
işleyen kimsenin, yakın veya uzak hiçbir akrabası veya bağlı bulunduğu bir
divan yoksa, Beytü't-Mâl, âkile görevini üstlenir ve İslâm devleti diyeti öder.
[834]
1523- Sehl
b. Ebi Hasmc (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Abdullah İbn Sehl ile
Muhayyisa, başlarına gelen bir sıkıntıdan dolayı Hayber'e çıkmışlardı. Az sonra
Muhayyisa gelip Abdullah İbn Sehl'in öldürüldüğünü ve bir kuyuya yada bir
çukura atıldığını haber verdi. Ardından Yahudilere gidip:
“Vallahi, onu siz
öldürdünüz” dedi. Yahudiler:
“Vallahi, onu biz
öldürmedik” dediler.
Daha sonra dönüp
kavminin yanına geldi. Bunu, onlara anlattı. Daha sonra kendinden büyük olan
kardeşi Huveyyisa ve Abdurrahman b. Sehl ile birükte geldiler. Muhayyisa
konuşmaya davrandı. Hayber'de bulunan da o idi. Fakat Resulullah (s.a.v.), yaşı
kast ederek, Muhayyisa'ya:
“Büyük konuşsun, büyük” buyurdu.
Bunun üzerine
Huveyyisa konuştu. Sonra Huveyyisa konuştu. Resulullah (s.a.v.):
“Ya arkadaşınızın diyetini verirler yada savaşa hazır
olduklarını bize bildirirler”
buyurdu.
Resulullah (s.a.v.),
bu hususta onlara mektup yazdı. Yahudiler:
“Vallahi, onu biz
öldürmedik” diye cevap yazdılar. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.); “Huveyyisa, Muhayyisa ve Abdurrahman b.
Sehl'e:
“Sizden elli kişi yemin verebilirseniz, arkadaşınızın
kanını hak edersiniz?” buyurdu. Onlar:
“Hayır” dediler.
Resulullah (s.a.v.):
“O zaman Yahudiler(den elli kişi, arkadaşınızın
kendileri tarafından Öldürülmediğine dair) sîze yemin etsinler!” buyurdu. Onlar:
“Onlar, müslüman
değildirler” dediler.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.), ölen kimsenin diyetini kendi yanından verdi. Onlara, yüz
dişi deve gönderip bu devler onların ta evlerine/yurtlarına kadar götürüldü.
Hadisin ravisi) Sehl:
“Gerçekten beni
onlardan kızıl bir dişi deve tepti” dedi.
[835]
Açıklama:
Hadis, Kasâmenin meşru
olduğuna delildir. Bütün İslam alimleri, Kasâmenin meşru oluşunda ittifak
etmekle birlikte uygulaması yönünden bazı farklı görüşlere sahiptirler.
Huveyyisa ile Muhayyisa,
iki kardeştirler. Öldürülen Abdullah'ın amcasının oğullarıdırlar. Abdurrahman
ise, öldürülen Abdullah'ın kardeşidir. Bunlar, öldürülenin kardeşi olan
Abdurrahman’dan daha büyüktürler. Dolayısıyla konuşmaya ilk önce başlamak
istemişti.
Bu hadisten anlaşıldığına
göre; seviyelerinin eşit olduğu yerlerde söz hakkı büyüklere verilir. Fakat
küçük, büyüklerden daha bilgili ve daha faziletli ise küçüğün söz almasında bir
sakınca yoktur, hatta küçük tercih edilir.
Bu hususta şöyle bir
olay meydana gelmiştir:
“Ömer b. Abdulaziz,
halife olunca, huzuruna Irak'tan bir heyet gelir. Aralarında bir genç söze
başlamak isteyince, Ömer b. Abdulaziz:
“Büyüğün konuşsun”
der. Bunun üzerine genç:
“Ey Müminlerin emİri!
Mesele büyüklük başla değil, eğer Öyle olsaydı müslümanların arasında senden
daha çok yaşlıları vardı. Onların halife olması gerekirdi” deyince, Ömer b.
Abdulaziz:
“Doğru söyledin.
Konuş. Allah senden merhametini esirgemesin” dedi.
1524-
Ebu
Seleme b. Abdurrahman ile Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Meymûne'nin azadlısı
Süleyman b. Yesâr yoluyla Resulullah (s.a.v.)'in ashabı Ensar'dan bir kimseden
rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
kasameyi, cahilîye döneminde olduğu şekliyle uyguladı.”
[836]
1525. Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ureyne kabilesinden
bazı insanlar, Medine'ye Resulullah (s.a.v.)'in yanına gelmişlerdi. Fakat
şehrin havası onlara iyi bulmayıp karın hastalığına yakalanjdılar. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.)'e gelip durumlarını ona anlattılar. Resulullah
(s.a.v.), onlara;
“İsterseniz zekat develerinin bulunduğu yere gidin de
onların sütlerinden ve idrarlarından için” buyurdu.
Onlar da bunu
yaptılar, sonra da iyileştiler. Sonra da çobanlara saldırıp onları öldürdüler
ve İslam'dan döndüler. Üstelik giderlerken de yanlarında Resulullah (s.a.v.)'in
develerini de sürüp götürdüler. Bu durum, Peygamber (s.a.v.)'e ulaştı.
Peygamber (s.a.v.), onların peşlerinden bazı kimseler gönderdi. Bunun üzerine
Ureyneliler, Peygamber (s.a.v.)'e getirildi. Peygamber (s.a.v.), müslümanlara
savaş açmalarından dolayı onların ellerini ve ayaklarını kesti, çobanlan
öldürmelerine kısas olarak gözlerine mil çekildi ve onları ölünceye kadar Harre
denilen yerde bıraktı.”
[837]
Açıklama:
Ureyne kabilesinden
yedi sekiz kişilik bir grup Medine'ye gelerek müslüman oldular. Ancak
Medine'deki ikametleri esnasında, Medine'nin havası kendilerine ağır geldi ve
hastalandılar. Renkleri soldu, zayıf ve bitap bir hale düştüler. Hz. Peygamber
(s.a.v.)'e müracaat ederek, şehri terkedip develerin yanına gitmek istediler.
Resulullah (s.a.v.), onlara, develerin yanına gitmelerine izin verdi ve tedavi
olmalan için, develerin idrar ve sütlerini içmelerini tavsiye etti. Develer,
Küba civarında, Zü'1-Hader denilen yerde idi. Sayıları 15 kadar olan bu develer
sağılıyordu. Bir kısmı zekat devesi, bir kısmı da Resulullah (s.a.v.)'in şahsi
malı idi.
Adamlar develerin
yanma gittiler, efendimizin tavsiyesi istikametinde süt ve idrarlarından
içtiler. Allah'ın izni ile tedavi oldular. İyileşip kendilerine gelince,
irtidat ettiler ve develerden birisini kestiler. Çobanlardan birisi olana
Yesâr'ın ellerini ve ayaklarını kestiler, gözlerine diken batırarak oydular ve
güneşin ortasında ölüme terk ettiler. Geri kalan develeri de alıp götürdüler.
Sağ kalan çoban, Medine'ye gelerek hadiseyi Resulullah (s.a.v.)'e haber verdi.
Resulullah hemen peşlerinden yirmi kişilik bir süvari müfrezesi gönderdi.
İçlerinde iz sürücüler de vardı. Başlannda Kürz b. Cabir el-Cihrî bulunan bir
müfreze kısa zamanda suçlulan yakalayıp Resulullah (s.a.v.)'e getirdi. Hz.
Peygamber (s.a.v.)'de onları kendi yaptıklarına uygun bir şekilde cezalandırdı.
Ellerini ve ayaklannı kestirdi, gözlerine mil çektirdi ve Harre denilen yer-e
güneşin altına attırdı. Sıcağın altında: “Su su!” diye bağırdıkları halde hiç
kimse bunlara su vermedi. Böylece geberip gittiler.
İslam'dan dönen,
develeri çalan ve çobanı işkence ederek öldüren Ureynelilere verilen bu ceza,
bir çok alime göre hadislerin tercümesi esnasında meali verilen, Maide
suresinin 33. ayetinin inişine sebep olmuştur. İşaret edilen ayette, yüce
Allah, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açanlara verilecek cezayı beyan
buyurmuştur. Ayet-i kerimede Resulullah (s.a.v.)'in uygulamasından gözleri oyma
dışındakiler bırakılmıştır.
Konu ile ilgili fıkhı
hükümlere geçmeden önce akla gelmesi muhtemel bir iki noktaya işaret etmek
istiyoruz.
1-
Rivayetlerden birisinde Resululİah (s.a.v.)'in, adamların el ve ayaklannı
kestirdikten sonra damarlarını dağlamayıp, kanın akmasına göz yumduğuna işaret
edilmektedir. Hırsızlık ve yol kesme gibi suçlara uygulanan el ve ayak kesme
cezalarında, kanın durması için kesilen yer ateşle dağlanıp damar büzdüriildüğü
halde acaba burada niçin yapılmamıştır?
Bu soruya şöyle cevap
verilmiştir: Bu adamlar dinden çıktıkları için zaten Ölümü hak etmişlerdir.
Dolayısıyla ölümlerini engelleyecek bir muamelede bulunmaya gerek yoktur.
2-
Resûlullah (s.a.v.), bunlara; e! ve ayaklarının kesmenin yanı sıra, gözlerini
oymak, çöle terkedip su vermemek, çarmıha germek gibi çok katı cezalar vermiştir.
Oysa müsle, İslam'da haramdır. Resûlullah, bu cezaları niçin vermiş olabilir?
Bu muhtemel soruyu da
şöyle cevaplamak mümkündür:
Kadı İyâz (ö.
544/1149)'ın bildirdiğine göre; bu ceza, had cezalan ve muharebe ile ilgili
ayet inmeden önce verilmiştir. Dolayısıyla efendimiz bu cezayı, had olarak
değil, kısas olarak vermiştir. müslüman çobanın gözünü oydukları için kısas
olarak Resûlullah'da onların gözlerini uydurmuştur. Ama ayet indikten sonra bu
ceza neshedilmiştir. Bazı alimlere göre ise, muharebe ayeti, hadiste anılanlar
hakkında inmiş, ama Resuluüah onların çobana yaptıklarına karşılık kısas
olarak bu cezayı vermiştir.
Çöle atıldıktan sonra
bunlara su verilmemesi meselesine gelince, Hz. Peygamber'in su veriimemesi
yolunda bir emri yoktur. Suyu sahabeler vermemişlerdir.
Kadı İyâz'a göre,
ölüme mahkum edilen birisinin bir de su verilmemek suretiyle ceza-landmiması
caiz değildir.
Nevevî (ö.
676/1277)'ye göre ise, bu adamlar dinden dönüp çobanı öldürdükleri için, ne su
istemeye ve ne de başka bir iyi muameleyi beklemeye haklan yoktur. Hatta
yanında abdest alacak kadar su bulunan kişinin o suyu ölümden ya da şiddetli
susuzluktan korkan bir mürtede verip de teyemmüm etmesi caiz değildir. Fakat
suyu isteyen bir zımmi veya hayvan olursa vermek gerekir.
Hadis-i şeriflerde
temas edilen Maide suresinin 33. ayetinde
“Şüphesiz Allah ve Resulü ile savaşanların ve
yeryüzünde fesad çıkaranların cezası..... öldürülmeleri veya asılmaları yada
ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yada yerlerinden sürülmeleridir.
Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette de büyük bir azab vardır” şeklinde anılan cezaların Allah Rasûlüne karşı
muharebe edenlere mahsus olduğunu görüyoruz. Hadiste anlatılan hadisede İse
Ureynelüer, dinden çıkmışlar, çoban öldürmüşler ve deve çalmışlardır.
Bunların yaptıkları,
“Muharebe” kelimesinden ilk aklımıza gelen anlam içine girmemektedir. O halde
ayet-i kerimedeki muharebe sözcüğünden neyi anlayacağız? Bunu açıklığa
kavuşturmamız gerekir.
Aşağı yukarı görüşü
nakledilen alimlerin tümüne göre ayetteki muharebe edenden maksat, silahla
İnsanlara saldıran, onların mallarına ve canlarına musallat olan kişi ya da
kişilerdir. Ulemâ bu anlayışta hem fikir oldukları halde saldırının şehir içi
ve şehir dışında olması halinde muharebe hükümlerinin uygulanıp
uygulanmayacağında ihtilaf etmişlerdir.
Ayet-i kerimede,
Allah'a ve Rasûlüne karşı savaş edenlere birtakım cezalar öngörülmektedir. Bu
cezalann hepsi mi verilecektir? Hakim bu cezalardan istediğini vermekte muhayyer
midir? Yoksa ayetteki belirli cezalar belirli suçlara mı hastır? Bu konu
alimler arasında tartışmalıdır. Şimdi bu konudaki görüşleri Kurtubi'nin
tefsirinden naklen vermek istiyoruz:
1- Suçluya
suçu nispetinde ceza verilir; yolda korku yaratıp mal alanın eli ve ayağı çaprazlama
sağ eli sol ayağı kesilir. Eğer hem mal alıp hem de adam öldürürse önce eli ve
ayağı kesilir sonra asılır. Adam öldürüp mal almazsa öldürülür. Şayet adam
öldürmez mal da almazsa memleketinden sürülür. Bu görüş; Abdullah İbn Abbas,
Nehaî, Ata el-Horasanî ve tbn Miclez'e aittir.
2- İmam-ı
Azam Ebu Hanîfe'ye göre; adam öldürürse öldürülür. Mal alıp da adam öldürmezse,
eli ve ayağı çaprazlama kesilir. Hem adam öldürür ve hem de mal alırsa, otorite
sahibi muhayyerdir; isterse elini ve ayağını kesip öldürür ve asar, isterse
elini ayağını kesmeden öldürür ve asar.
3- İmam
Şafiî'ye göre; mal alırsa sağ eli kesilir ve dağlanır. Kanın durması için
bileğin damarı ateşle veya kızgın yağla büzdürülür, sonra sol ayağı kesilir,
dağlanır ve serbest bırakılır. Adam öldürürse öldürülür. Hem mal alır hem de
adam öldürürse öldürülür ve asılır. İmam Şafiî'den, asmanın üç gün süreceği
rivayet edilmiştir.
4- Ahmed b.
Hanbel'e göre; adam öldürürse öldürülür, mal alırsa Şafiî'nin dediği gibi sağ
eli ve sol ayağı kesilir.
5- Bazı alimlere
göre; devlet başkam, Allah ve Rasulü ile savaşana ayette anılan cezalardan
birisini vermekte muhayyerdir. Hem öldürmek hem asmak veya hem el ve ayak kesip
hem de Öldürmek gibi birden fazla cezayı aynı anda vermek caizdir. Bir
rivayette Abdullah İbn Abbas, İmam Mâlik, Said b. el-Müseyyeb, Ömer b.
Abdulaziz, Mücahid, Dahhak ve Nehâî bu görüştedirler.
[838]
Hanefi mezhebine göre,
yolculara baskın veren, fakat mala ve cana dokunmadan sadece onları
korkutanlara verilecek ceza nefy yani sürgündür. Alimler, ayette geçen
sürgünden maksadın ne olduğunda da ihtilaf etmiştir. Kimine göre maksat, İslam
ülkesinden çıkarmak, kimine göre doğup büyüdüğü memleketinden başka bir yere
sürmek, kimine göre hapsetmek, kimine göre yakalanıp cezalandınlıncaya kadar
devamlı olarak takip edilmesi, kimine göre de suçu işlediği memleketten başka
bir yere sürülmeyidir. Hanefîlerin muteber görüşüne göre maksat hapistir.[839]
Yenilmesi ve İçilmesi
haram olan maddelerle tedavi konusunda İslam alimlerince ortaya konan görüşler
üç eğilim halinde özetlemek mümkündür.
1- İslam
alimlerinin bir kısmı, haram maddelerle tedaviyi caiz görmezler. Hanbeliler bu
görüştedir. Bu görüş sahiplerinin, hastalık halini, haramları mubah kılan bir
zaruret olarak kabul etmediği ve dolayısıyla açlık yüzünden darda kalıp murdar
hayvan yiyen kişiyle ilgili hükmü bu duruma uygulamayı isabetli görmedikleri
anlaşılmaktadır. Bu gruptaki bazı alimler, bu iki durumu ayırt etmek üzere
şöyle derler:
Açlık yüzünden dara
düşmüş kimse, zarureti giderecek -haram kılınmış yiyeceklerden başka- bir şey
bulunmamaktadır. Halbuki hastalık böyle değildir. Çünkü hastalığı tedavi için
tek çare bu yiyecek ve içecekleri kullanmak değildir. Bir çok ilaç vardır.
2- İslam
alimlerinin bir kısmı ise, yenilip içilmesi haram maddelerle tedaviyi kural
olarak caiz görür. Bu grubu, Zahirî alimleri teşkil eder.
3- İslam
alimlerinin çoğunluğu ise, haramla tedaviyi belli şartlarla caiz görmektedir.
Ancak her bir grup, helal oluş için farklı ön şart ve kayıt ileri sürmektedir.
Bu grupta ağırlıklı olarak, Hanefıler ile Şâfiîler yer alır.
Onlara göre, haram ile
tedavi olmanın cevazı, kesin olarak şifa vereceğinin bilinmesine hiç değilse
iyileşmenin kuvvetle muhtemel olmasına bağlıdır. Şifa vereceği kesin olarak
bilinmiyorsa, tedavi amaçlı haram yiyecek ve içecekler kullanılamaz. İlaç da
gıda maddeleri gibi hayatın zaruri ihtiyacıdır. Darda kalan kimse, haram ile
tedavi görebilir. Resulullah (s.a.v.), erkeklere ipek giymeyi yasakladığı halde
cilt hastalığı dolayısıyla bazı sahabilere izin vermiştir.[840]
Haram oluşun delil
olarak gösterilen hadis, helal ilacın bulunduğu normal duruma göredir. Helal
maddeyle tedavi imkanı olmadığında, tedaviyi sağlayacak ilaç, mubah ilaç haline
gelir ve hadisin kapsamına girmez.
Fıkıhçılann
tartıştıkları konu; şarap, idrar gibi nesnelerin tedavi için doğrudan alınması
ve kullanılmasıdır. Bu maddelerin ilaç yapımında kullanılması durumunda
“Karışma ve değişme yoluyla pis ve haram olan nesnelerin hükümlerinin
değişeceği” kuralı da devreye girecektir.[841]
Buna göre tedavi
maksadı ile eti yenen hayvanlann idrarını içmek caizdir. Çünkü Ureyneer
hadisesindeki hüküm, zarurete mebnidir. Zaruretin bulunduğu yerde birçok haram
mubah olur. Ama zaruret kalkınca haram hükmü devam eder.
Burada söz konusu olan
diğer bir mesele de; bir kişiye karşı birden fazla kişi bir cinayet işlerse,
kısas canilerin hepsine karşı uygulanır.
1526- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir yahudi gümüş
zinetleri için bir cariyeyi öldürmüştü. Onu taşla öldürmüştü. Cariye, can
vermeye az bir zaman kala Peygamber (s.a.v.)'e getirildi. Peygamber (s.a.v.),
cariyeye:
“Seni filanca kimse mi öldürmek istedi?” diye sordu. Cariye başıyla:
“Hayır!” diye işaret
etti. Sonra ikinci defa yine onu öldürmek isteyenin filanca kimse mi olduğunu
sordu. Cariye başıyla:
“Hayır!” diye işaret
etti. Sonra üçüncü defa yine onu öldürmek isteyenir filanca kimse mî olduğunu
sordu. Cariye başıyla:
“Evet!” diye işaret
etti.
Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.), o yahudiyi, iki taşla öldürdü.
[842]
Açıklama:
Bazı alimler, bu
olayın, İslam'ın ilk yıllarında meydana geldiğini, o zamanlar öldürülen kişinin
ölmeden önceki verdiği habere itibar edilirken, daha sonra bu hükmün nesh
edildiğini söylerler.
Alimlerin çoğunluğu
ise; Katâde yoluyla gelen rivayeti esas alarak, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
yahudiyi öldürülenin iddiasıyla değil de, kendisinin itirafıyla öldürdüğünü
söylerler.
Kısas yapılırken,
öldürene, öldürülene yaptığının aynısı uygulanır. Yani öldüren, öldürüleni,
neyle ve ne şekilde öldürdüyse kendisi de o şekilde ölüdürülür. İmam Mâlik,
İmam Şafiî ile İmam Ahmed, bu görüştedir.
İmam Azam Ebu Hanîfe
ve talebeleri ise, katii, ancak keskin bir aletle öldürülür. Başka bir yolla
kısas uygulanmaz. Hanefiler bu konuda “Kısas
ancak kılıçla olur” hadisiyle amel etmişlerdir.
Yine bu hadis, kadına
karşı erkeğin kısas olarak öldürülmesinin caiz olduğunu göstermektedir.
Hadiste geçen “Radh”,
“Raz” iki taş arasında ezmek ve “Recm” taşlamak kelimeleri, aynı anlamdadır.
Çünkü her ikisi de, taşla öldürmek demektir.
1527- İmrân
b. Husayn (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ya'lâ b. Münye yada
Ya'lâ İbn Ümeyye, bir adamla kavga etmişti. Biri, diğerini ısırmıştı. O da,
elini ısıranın ağzından çekerek onun ön dişini çıkardı.
Hadisin ravisi
İbnu'l-Müsennâ:
“İki ön dişini” dedi.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna çıkıp şikayetlerini arz ettiler.
Peygamber (s.a.v.):
“Sizden birisi erkek hayvanın/devenin ısırıp kopardığı
gibi hiç ısırır mı? Onun, çıkan dişi için diyet yoktur” buyurdu.
[843]
Açıklama:
Hadis, kişinin
kendisini savunmasının meşru olduğuna delalet etmektedir. Ayrıca kendisini
savunurken karşıdakinin bir organının telefine sebep olan kişiye cezanın
olmadığını göstermektedir.
1528- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Rubeyyi'in kız
kardeşi Ümmü Harise, bir adamı yaralamıştı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)'in
huzuruna çıkıp şikayetlerini arz ettiler. Resulullah (s.a.v):
“Kısası yapın, kısası yapın!” buyurdu. Bunun üzerine Ümmü'r-Rebî':
“Ey Allah'ın resulü!
Filanca kadından hiç kısas istenilir mi? Allah'ın adına yemin ederim ki, ondan
kısas alınamaz” dedi. Peygamber (s.a.v.):
“Subhanallah! Ey Ümmü'r-Rebî'! Kısas, Allah'ın yazılı
kanunudur” buyurdu. Ümmü'r-Rebî':
“Hayır, Allah'ın adına
yemin ederim ki, ondan kesinlikle kısas alınamaz” dedi. Kadın bu sözü
tekrarlaya tekrarlaya sonunda yaralının velileri diyeti kabul ettiler de bu
suretle kısas düştü. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allah'ın kullarından öyle kimseler vardır ki, bir
meselede Allah üzerine yemin etse Allah muhakkak onu yemininde doğru çıkarır” buyurdu.
[844]
Açıklama:
Konuyla ilgili kısas
ayetleri şunlardır;
“Orada onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa
kulak, dişe dişle ve yaralara karşılık kısası yazdık”
[845] ile
“Eğer ceza vermek isterseniz size yapılanın aynıyla
mukabele edin. Sabrederseniz and olsun ki bu, sabredenler için daha iyidir.”
[846]
Birinci ayette “Diş”
kelimesi özellikle zikredilmiştir. Dolayısıyla ayet ve hadis, dişte kısasın
uygulanacağına delalet etmektedir.
Bir kimse başka
birisinin dişine kasden vurur da kırarsa veya sökerse, kendisinin dişi de
kırılır. Dişler arasındaki büyüklük küçüklük farkına bakılmaz. Çünkü dişlerinin
sağladığı fayda büyüklük ve küçüklüğe göre değişmez. Ancak, cinayete maruz
kalan diş hangisi ise, caninin de o dişinde kısas uygulanır.
Eğer diş kökünden
sökülmüşse caninin dişi de kökünden sökülür. Kırılmış ise o kırılan kadar
kısım, caninin dişinden törpülenir. Ebû Davud'un, Ahmed b. Hanbel'den
naklettiği kayıt da bunu göstermektedir. Şüphesiz cinayet kasdî değilse yada
cinayete maruz kalan kişi razı olursa kısas yerine diyet uygulanır.
Kısas zulüm değil,
adalettir. Çünkü herkesin hayatı ve organları eşittir. Kimsenin hayatı
ötekinden daha üstün değildir. İslâm hukuku eşitliği ve adaleti sağlamak için,
kısası emretmiş, katilin üç beş sene hapiste yattıktan sonra çıkıp, maktulün,
mağdur yakınlarının karşısına geçip gülmelerine izin vermemiştir.
1529-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Allah'tan başka ilah olmadığına, benim Allah'ın
Resulü olduğuma şahadet eden müslüman bir kişinin kanı ancak üç şeyden
birisiyle helal olur:
1- Zina eden evli kimse,
2-
Haksız yere
adam öldüren kimse,
3- Dinini terk
edip İslam topluluğundan inanç yönünden irtidat etmek suretiyle ayrılan kimse”
[847]
Açıklama:
Hadiste, belirtilen üç
gruptan birisine giren bir müslümanın öldürülebileceği, bunların dışındakilerin
kanlarının helal olmadığı bildirilmektedir.
1530-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Zulmen öldürülen her canlı(nın günahı)ndan, Adem'in
ilk oğlu Kabil'in hesabına muhakkak bir pay ayrılmıştır. Çünkü Adem'in o oğlu,
öldürme cinayetini adet edinenlerin ilki olmuştur.”[848]
Açıklama:
Bir kimse bir kötülük
icat ederse o kötülüğü işleyen her insanın kazandığı günahın bir katı, kıyamete
kadar, icat eden kimseye de verilir. Hayr icat eden kimsenin hali de böyledir. Ona
da, yolundan gidenlerin sevabı verilir.
1531-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kıyamet günü insanlar arasında görülecek ilk davanın,
kan dökme davası olması.”
[849]
Açıklama:
Bu hadis, adam
öldürmenin ağır günah olduğunu ifâde eder. Çünkü kıyamet günü ilk hükme
bağlanacak suçun adam öldürme suçu olduğu ifade edilmektedir.
Ebû Hureyre (r.a)'dan
gelen bir hadiste ise kıyamet günü kulun ilk görülecek hesabının namaza ait
olacağı bildirilmektedir. Bu iki hadis arasında çelişki yoktur. Çünkü adam
öldürme suçu, kul hakkına aittir. Namaz kılmama suçu ise Allah hakkıdır. Şu
halde kul haklan arasında en büyük günah insanın canına kıymaktır. Allah
haklarının en önemlisi de, beş vakit namazdır.
1532- Ebu
Bekre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
Veda haccında devesinin üzerine oturup:
“Doğrusu zaman, Allah'ın gökler ile yeri yarattığı
günkü ilk durumuna dönmüştür. Bir yıl, on iki aydır. Bunlardan dördü haram
aylardır ki, üçü arka arkaya gelir: Zu'lka'de, Zu'1-hicce ve Muharrem.
Dörüdüncüsü de, Mudar'ın ayı olan Receb'tir. Receb ayı da, Cumâde'1-Ahir ile
Şa'bân arasındadır” buyurdu. Sonra
da:
“Bu içinde bulunduğunuz ay, hangi aydır?” buyurdu. Biz:
“Allah ve Resulü daha
iyi bilir” dedik. Bunun üzerine sustu, hattâ ona adından başka bir isim verecek
sandık. Peygamber (s.a.v.):
“Bu, Zu'1-hicce ayı değil mi?” buyurdu. Biz de:
“Evet, Zu'1-hicce ayı”
dedik. Peygamber (s.a.v.):
“İçerisinde bulunduğunuz hangi beldedir?” diye sordu. Biz:
“Allah ve Resulü daha
iyi bilir” dedik. Bunun üzerine yine sustu, hattâ ona adından başka bir isim
verecek sandık. Peygamber (s.a.v.):
“Burası, Mekke beldesi değil mi?” diye sordu. Biz de:
“Evet, Mekke bekdesi”
dîye cevap verdik. Peygamber (s.a.v.):
“İçerisinde bulunduğunuz hangi gündür?” diye sordu. Biz:
“Allah ve Resulü daha
iyi bilir” dedik. Bunun üzerine yine sustu, hattâ ona adından başka bir isim
verecek sandık. Peygamber (s.a.v.):
“Kurban kesim günü değil mi?” diye sordu. Biz de:
“Evet, kurban kesim
günü ey Allah'ın resulü!” dedik. Peygamber (s.a.v.):
“İşte sizin kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız, şu
ayınızda, şu beldenizde, şu gününüzün hürmeti gibi birbirinize haramdır.
Yakında Rabbinize kavuşacaksınız. O'da, size amellerinizden suâl edecek. Sakın
benden sonra birbirinizin boyunlarım vuran küffâr veya sapıklar olarak dönmeyin!
Dikkat edin ki! Burada bulunan, bu anlattıklarımı, bulunmayana tebliğ etsin!
Olur ki, bazı tebliğ olunan, bunu bazı işitenden daha belleyişli olur” buyurdu. Sonra da:
“Dikkat edin ki! Tebliğ ettim mi?” buyurdu.
[850]
1533- Vâil
b. Hucr (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Peygamber
(s.a.v.)'le birlikte otururken ansızın bir adam deriden yapılmış kayışın
ucuyla birini çekerek getirdi ve:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu adam, benim kardeşimi öldürdü!” dedi. Resulullah (s.a.v.), o adama:
“Bunun kardeşini öldürdün mü?” diye sordu. Öldürülenin velisi:
“Eğer işlediği
cinayeti itiraf etmezse onun aleyhine delil getireceğim” dedi. Getirilen kimse:
“Evet, öldürdüm” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Onu nasıl öldürdün?” diye sordu. Adam:
“İkimiz bir ağaçtan
yaprak silkiyorduk. Derken bana söverek beni kızdırdı. Ben de baltayla onun
başına vurdum ve öldürdüm” dedi. Peygamber (s.a.v.), ona:
“Kendin namına ona verecek herhangi bir şeyin var mı?” diye sordu. Adam:
“Benim elbisem ile
baltamdan başka benim hiç malım yoktur” diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Kavminin, senin adına diyeti vermek suretiyle seni
kısastan kurtarabileceklerini düşünür müsün?” diye sordu. Adam:
“Ben kavmimin yanında
diyetten daha kıymetsizim” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), adamın
bağlı bulunduğu kayışın ucunu öldürülen kimsenin velisine doğru atarak:
“Katili sana teslim ve havale ediyorum, arkadaşını al
götür!” buyurdu. Adam da, onu alıp
gitti. Adam çekip gittikten sonra, Resulullah (s.a.v.):
“Eğer öldürülen velisi, onu öldürürse, o da onun gibi
katil olur” buyurdu. Birisi gidip
söyleneni o adama haber verdi. Derken adam geri dönüp geldi ve:
“Ey Allah'ın resulü!
Senin:
“Eğer onu öldürürse o da onun gibi katil)olur” buyurduğun bana ulaştı. Halbuki ben bu katili, senin
emrinle alıp götürdüm” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Onu öldürüp de hem daha önceki şahsî günahlarının ve
hem de öldürülen) kardeşinin şahsî günahlarıyla Allah'ın huzuruna dönmek mi
istiyorsun?” buyurdu. Adam:
“Ey Allah'ın
peygamberi! Galiba evet” dedi. Peygamber (s.a.v.):
“İşte bu, onun gibidir” buyurdu.
Bunun üzerine adam,
elindeki kayışı attı ve kısasın uygulanması için o kimseye yol verdi.”
[851]
Açıklama:
Nevevî konuyla ilgili
olarak şöyle der:
“Öldüren kimse, canını
telef ettiği için öldürülenin ve kardeşinin acısını tattırdığı için de
velisinin günahını yüklenir.”
[852]
1534- Ebu
Hureyre (r.a)'tan-rivayet edilmiştir:
“Huzeyl kabilesinden
iki kadın birbirleriyle döğüştü. Bu kadınların biri, diğerine taş attı. Taş
atan kadın, diğer kadını ve karnındaki cenini öldürdü.
Daha sonra ölen
kadının ailesi ile öldüren kadının ailesi, diyet meselesini, Peygamber
(s.a.v.)'e getirdiler. Peygamber (s.a.v.), ceninin diyetinin; tam bir diyet
bedelinin ondan birinin yarısına ulaşacak erkek bir köle yada bir cariye
olduğuna hükmetti. Ölen kadının diyetini de, öldüren kadının asa-besi erkek
akrabaları üzerine hükmetti.
“Öldürülen kadının
çocuklarını ve onlarla beraber bulunanları da öldüren kadına mirasçı yaptı.
Derken öldüren kadının asabesinden olan Hamel b. Nâbiğa el-Huzelî:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben yememiş, içmemiş, konuşmamış; doğarken bağırmamış bir kimsenin diyetini
nasıl ödeyebilirim. Böylesi hükümsüz sayılır” dedi. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.):
“Bu adam, yaptığı seçili kafiyeli konuşmadan dolayı
ancak kahinlerin kardeşlerindendir”
buyurdu.
[853]
Cenin: Anne rahminde
bulunan yavruya denir. Ceninler, ana rahminde canlanmış olup olmamaları
itibariyle iki çeşittir;
1- Canlı
cenin,
2- Olu
cenin.
Gurreyi, âkilenin
vermesi lazımdır. Cinayeti işleyen kimse, gurre vermez.
Kadın, diğer kadını,
çoğunlukla öldürmek için kullanılmayan küçük taş yada çadır dire-ğiyle
öldürmüştür. Bu takdirde ise Ölüm, şibh-i amd kasten olmayan öldürme şekli ile
meydana geldiğinden dolayı öldüren kimseye, kısas ve diyet lazım gelmez.
Diyetini, âkilesi öder. Ölen cenin için ise, öldüren kadının velisine gurre,
yani bir köle yada bir cariye azad etmesi lazım gelir.
Gurre miktarının o
asırdaki değerine göre yaklaşık 212,5 gr. altın yada 1785 gr. Hanefilere göre
1487,5 gr. gümüş olduğu görülmektedir.
Gurre ceninin mirası
kabul edilir ve düşmesine sebep olan kimse hariç varisleri arasında
paylaştırılır. Gurrenin ödenmesi için çocuk düşürmenin kasten yada hata ile
olması, anne yada baba tarafından işlenmesi fark etmez.
Bununla birlikte
ceninin canlılığının, mahiyetini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz ruhun
üfîenmesiyle aynı şey olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Böyle bir iddia
içermeksizin belirtmek gerekirse, günümüzde ulaşılan ayrıntılı tıbbî bilgiler,
ceninin, döllenmeden itibaren ayrı bir canlılık ve bütünlük kazandığını, safha
safha oluşum ve yaratılışın tamamlandığını, ilk birkaç haftadan itibaren
organlarının oluştuğunu, hatta kalp atışlarının hissedildiğini ortaya
koymaktadır. Böyle olunca, ilk 120 gün içindeki çocuk düşürmeleri, cinayet ve
günah olan çocuk düşürme fiilinin kapsamı dışında tutmak mümkün
görünmemektedir. Nitekim İslam Hukukçularının çoğu, hangi safhada olursa olsun
çocuk düşürmeyi caiz görmezler.
İslam Hukuku'nda,
tıbbî ve dinî bir zaruret bulunmadıkça anne karnındaki çocuğun düşürülmesi ve
aldırılması -anne ve baba tarafından yapılmış veya yaptırılmış olsa bile-
cinayet (=suç) olarak adlandırılıp haram sayılmıştır.
İslam dini, gebeliği
önleyici tedbirler almayı hoşgörmüş ve eşlerin diledikleri zaman ve sayıda
çocuk sahibi olmalanna imkan vermiş, fakat başlamış bulunan gebeliği sona
erdirmeyi ve anne kamında oluşmuş cenini imha etmeyi ise cinayet ve günah
saymıştır.
[854]
1535- Muğîre
b. Şube (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir kadın, kumasını, gebe
olduğu halde çadır direğiyle döverek öldürmüştü. Bunlardan biri, Lihyân
(kabilesin)den idi. Resulullah (s.a.v.); öldürülenin diyetini, karnındaki cenin
için de bir gurreyi, öldüren kadının asabesinin vermesine hükmetti. Bunun
üzerine öldüren kadının asabesinden bir adam:
“Biz yememiş, içmemiş,
doğarken bağırmamış bir kimsenin diyetini nasıl ödeyebiliriz. Böylesi hükümsüz
sayılır” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bu adam, Bedevilerin seci gibi seci konuşuyor!” buyurdu.
Ravi der ki:
Resulullah (s.a.v.), diyeti, onlara yükledi.
[855]
Açıklama:
Konu ile ilgili bazı
rivayetlerde, Resulullah (s.a.v.)'in kafiyeli konuşmayı eci'li yasakladığını
bildiren ifadeler genel olmayıp kahinlerin yaptıkları gibi, batıl fikirleri
doğru göstermek için yapılan seci'ler yasaklatır. Normal seci' caizdir. Çünkü
bizzat Resulullah (s.a.v.)'in kendisinin de seci'li konuşmaları vardır.
Konu ile ilgili bazı
rivayetlerde kavga edip birbirini öldüren kadınların aynı şahsın Nikâhı altında
bulunan iki kuma olduğu bildirilirken, bazılarında bu yön hiç belirtilmemiş,
birisinde ise başka başka adamlarını hanımları olduklarına dikkat çekilmiştir.
Rivayetler arasındaki
küçük farklılıklar, olayın bir çok defa meydana geldiğine göstermektedir.
Kelime olarak; “Sınır
çekmek, bilemek dikkatle bakmak, ayırmak ve ceza tatbik etmek” anlamlarına
gelmektedir. Bir isim olarak; sınır, son, bıçak gibi ağzı, tarif ve şer'î ceza.
Çoğulu “Hudûd” gelir. Bir hukuk terimi olarak hadler; İslâmî ölçüler, İslâm
Dininin ortaya koyduğu helâl-haram sınırlan, miktarı ve niteliği nasslarda
belirlenmiş olan şer'î cezalar demektir.
Mükellef, yani akıllı
ve ergin kişilerin yaptığı işlerin Allah ve Resulünün rızasına uygun olup
olmadığını gösteren ölçüler vardır. Bu ölçüler Kur'ân ve Sünnetle
bildirilmiştir.
İslâm'da mükelleflerin
yaptığı işlerin (efal-i mükellefin) değer hükmünü gösteren ölçüler şunlardır:
Farz, vacip, Sünnet, Müstehap, Helâl, Mubah, Mekruh, Haram, Sahih, Fasit,
Batıl. Mükellefin yaptığı her iş, şer'î sınırlan gösteren bu ölçülere göre
değerlendirilir. Sonuçta ona göre ceza veya mükâfaat alır; yapılan iş ya
geçerli sahih veya geçersiz (fâsid, bâtıl) olur.
Şer'î hadlerin genel
anlamı Allah'ın koyduğu helâl-haram ölçüleridir. Bu mana aşağıdaki âyet ve hadislerden
anlaşılmaktadır: Nisa suresi 12. âyette mirasla ilgili hükümler açıklandıktan
sonra şöyle buyurulmaktadir:
“Bunlar Allah'ın sınırlarıdır, Kim Allah'a ve elçisine
itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedî
kalırlar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah'a ve O'nun Elçisine karşı
gelir, O'nun sınırlarını aşarsa. Allah onu eb'edi kalacağı ateşe sokar. Onun
için alçaltıcı bir azab vardır.”
[856]
Burada Allah'ın emirleri, “O'nun sınırları” olarak ifade edilmiş, bu sınırları
aşanların ceza ile karşılaşacakları haber verilmiştir.
Ukûbat terimi olarak
hadler; “Belirli bazı suçlara İslâm'ın tayin ettiği cezalar”dır. Bu cezayı
gerektiren suçlar beş tanedir: zina, hırsızlık, içki içmek, kazf namuslu kadına
zina iftirası ve yol kesme hırâbe.
İslâm Ceza Hukuku'nda
“Had”ler “Allah hakkı” olarak kabul edilmiştir. Yani haddi İslâm'ın tesbit
ettiği cezayı gerektiren suçlar amme hukukuna tecavüz anlamı taşımaktadır.
Kısas kul hakkı olduğu için buna had denilmemiştir. Haddin dışında kalan yani
Kur'an ve Sünnetle tayin edilmeyip hâkimin takdirine bırakılmış cezalara ta'zir
cezaları denir. Hapis, teşhir, sürgün gibi.
[857]
1536- Hz. Âişe
(r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), hırsızın elini, çeyrek dinar
altında ve daha fazlasında keserdi.”
[858]
Açıklama:
Hadis; hırsızlık
cezasının nisabı, yani bir hırsızın kolunun kesilebilmesi için çaldığı malın
olması gereken asgari değeri ile ilgilidir.
Konu ile ilgili
değişik rivayetlerde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in; çeyrek dinar altın, fiyatı üç
dirhem gümüş olan kalkan ve kıymeti on dirhem gümüş yada bir dinar altın olan
kalkan çalan hırsızın elini kestiği görülmektedir.
İslam Hukukunda
hırsıza verilecek ceza hususunda Maide: 5/38'deki ayet mutlaktır. Hırsızlık
yapan erkek ve kadının elinin kesilmesi emredilmiş, ama çaldığı mahn miktarı
konusuna değin ilmemiştir. Gerek bu ayetin mutlak oluşu ve gerekse de
hadislerdeki farklı rivayetler, el kesme nisabında alimlerin ihtilafına sebep
olmuştur.
Hanefilere göre; el
kesmek için hırsızlıktaki nisap miktarı, on dirhem gümüş yada onun kıymetidir.
Çalınan mal altın bile olsa gümüşle değerlendirilir. Yalnız muteber olan; külçe
halindeki gümüş değil, basılmış haldeki gümüştür.
[859]
1537- Hz.
Âişg (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
döneminde hırsızın eli, ancak “Hacete” denilen yada “Turs” denilen bir kalkan
kıymetinin daha azında kes ilmemiştir. Bu iki kalkan da, kıymet sahibidir.[860]
Hadisin çeşitli
varyantlarında geçen; “Micenn”, “Hacefe” ile “Turs” kelimelerinin delalet
ettiği manalar, birdir. Yani kalkan demektir. Ancak yapılış tarzlarına göre
aralarında fark bulunmaktadır. Bunların kıymetlerinin; üç dirhem gümüş yada on
dirhem gümüş olma olasılığı vardır.
1538-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir hırsızın elini, kıymeti üç dirhem gümüş olan bir kalkandan dolayı
kesmiştir.”
[861]
Açıklama:
Hadis, hırsızlık
cezasının haddinin nisabı, yani bir hırsızın elinin kesilebilmesi için çaldığı
malın olaması gereken asgari değeri ile ilgilidir.
1539-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Allah, hırsıza lanet
eylesin. Bir yumurtayı çalar da bu hırsızlığının başlangıcı olup sonunda eli
kesilir. İpi halatı çalar da bu hırsızlığının başlangıcı olup sonunda eli
kesilir.
[862]
Açıklama: Bu
hadisin yorumu hakkında üç görüş ileri sürülmüştür:
1-
Bazılarına göre hadiste geçen “Beyda” ifadesiyle kastedilen; yumurta değil
miğfer ve “Habl” kelimesiyle de ip değil vapur halatı kastedilmiştir.
2-
Bazılarına göre ise elini tehlikeye düşüren hırsız, lanetlenip yerilirken basit
ve kolay bir mal uğruna bu harekette bulunduğunu ifade etmek daha uygundur.
Buna göre hırsızlığa başlayan kimse yumurta çaldığında eli kesilmeyince
cesaretlenir ve daha kıymetli mallan çalmaya başlar. Sonra da değerli mal
çaldığı için eli kesilir. O halde yumurta hırsızlığı, onun hırsızlığı
ilerletmesine ve elinin kestirilmesine sebebiyet vermiş olur.
3-
Bazılarına göre ise bu hadis, hırsızın elinin kesilmesine ait Maide: 5/38.
ayeti indiğinde miktar belirtilmeksizin icmalen söylenmiştir.
1540- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Mahzûm kabilesine mensup, hırsızlık yapan bir kadının
durumu Kureyş'i üzmüştü. Bunun üzerine;
“Onun hakkında Resulullah (s.a.v.) ile kim konuşur”
dediler. Bazıları:
“Buna, Resulullah (s.a.v.)'in çok sevdiği Usâme b.
Zeyd'den başka kim cesaret edebilir?” dediler.
Bunun üzerine Usâme, Resulullah (s.a.v.) ile o kadının
affedilmesi meselesini konuştu. Resulullah (s.a.v.), ona:
“Allah'ın cezalarından bir cezaya şefaat mi
ediyorsun?” buyurdu. Daha sonra Resulullah (s.a.v.) kalkıp halka hitaben:
“Şüphesiz sizden öncekiler, içlerinde itibarlı birisi
hırsızlık yaptığı zaman bırakı ver diki eri ve zayıf birisi hırsızlık
yaptığında ise kendisine ceza uyguladıkları için helak oldular. Allah'a yemin
ederim ki, eğer Muhammed'in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsa onun da elini
keserim” buyurdu.
[863]
Açıklama:
Hadiste; hırsızlık
yapan bir kadının elinin kesilmemesi için yapılan müracaatta, Resulullah
(s.a.v.)'in öfkelendiği ve bunun eski ümmetlerin helak sebeplerinden biri
olduğu anlatılmaktadır.
Hadiste anılan kadın,
Muhzûm kabilesinden Fatıma bintü'l-Esved b. Abdi'l-Esed'dir. Ebu Seleme'nin de
yeğenidir.
Bazı rivayetlerde
kadının ödünç olarak bazı eşyalar alıp sonradan bunlan geri vermediği ve
bunları inkar etmediği bildirilmektedir. Bunları esas alan bazı İslam
Hukukçuları, kadının elinin kesiliş sebebinin, ödünç malları inkar edişi
olduğunu söylerler.
Ama çoğunluk, bu
görüşü kabul etmez ve bundan maksadın kadının tarif etmek olup el kesme
sebebinin hırsızlık olduğunu söylerler. Nitekim rivayetlerin çoğunda, kadının
hırsızlık ettiği, mal çaldığı açıkça görülmektedir.
Hadisten anlaşıldığına
göre; had cezasına taalluk eden bir cezanın affedilmesi yada hafifletilmesi
için yetkililer nezdinde şefaatçi olmak caiz değildir.
Had cezası
gerektirmeyen suçlarda ise, suçlunun affı için yetkililer nezdinde şefaatçi
olmak ve şefaati kabul etmek caizdir.
Yine hadisten
anlaşıldığına göre; yetkili kimsenin, had cezası gerektiren bir suç işleyen
kişiyi bağışlaması yada fidye karşılığında salıvermesi caiz değildir.
1541- Ubâde
İbnu's-Sâmit (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) Şöyle
buyurmaktadır:
“Benden öğrenin! Benden öğrenin! Doğrusu Allah, zina
eden o kadınlar için bir yol tayin etmiştir. Evlenmemiş olan evlenmemiş olanla
zina ederse bunların her birine yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası vardır.
Evli veya dul olan da evli yada dul olanla zina ederse bunların her birine de
yüz değnek ile recm/taşlama cezası vardır.”
[864]
Açıklama:
Yeryüzünde canlı varlıklann
soylarının devamı üzerine faaliyetine, bu da, genel olarak, erkek ve dişi olmak
üzere iki farklı cinsin ortak faaliyetine bağlıdır. Kur'an'da varlıklann erkek
ve kadın olarak çiftler halinde yaratılmış olduğu
[865]
İnsanların da kadın ve erkek olmak üzere iki ayrı cinste bir çift olarak yaratıldığı
bildirilir.
[866]
İslam'a göre, insan
olmaları bakımından kadın ve erkek arasında herhangi bir ayırım söz konusu
değildir. Her ikisi de insan cinsine dahil olmaları bakımından eşittirler.
Cinsiyet, insan davranışlannı
etkileyen önemli bir güdüdür ve her cins diğerine karşı tabiî olarak ilgi
duymaktadır.
İnsan tabiatı, cinsî
hayatla ilgili üç farklı istek ve ihtiyacın tatminine İmkan veren faaliyet ve
davranışlara kaynaklık eder:
1- Ruhsal
tatmin ve huzur.
2- Bedensel
lezzet ve zevk.
3- Neslin
devamı.
İslam, kadın ve
erkeğin Nikâh akdine dayalı beraberliği dışında, serbest ilişki ve birleşmelere
izin vermez. Cinsî ahlakta esas olan, iffet ve namusun korunmasıdır ve bunun en
yaygın yolu da, evlenmedir. Gençleri evlenmeye teşvik eden Resulullah (s.a.v.),
bunun, insanı günah işlemekten koruyacağını bildirmiş, evlenme!, için imkan
bulamayanlara da oruç tutmayı ve iffetlerini bu şekilde korumaya çalışmalarını
tavsiye etmiştir.
[867]
Evlilik dışı cinsel
ilişki demek olan “Zina”, öteden beri insan aklının, ahlak ve hukuk
düzenlerinin, diğer semavi dinlerin yanlış, ayıp ve kötü gördüğü bir fiil olup
İslam dininde de kesin olarak yasaklanmıştır.
Böylesi zararlı ve
kötü davranışın sadece ahlakî müeyyidelerle yasaklanması yeterli olmayacağından
Kur'an'da zina eden erkek ve kadına bedenî ceza (celde) uygulanması da
emredilmiştir.
[868] Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in tatbikatında ise bu konuda bir ayırıma gidilerek,
Kur'an'da zikredilen bedenî ceza, evli olmayan kimselerin zinasına uygulanmış
ve ayrıca bu kimseler bulundukları bölge dışına bir yıllığına sürgün edilmiş,
zina eden evli erkek veya kadının ise taşlanarak öldürülmesi (=recm) yönünde
uygulamalar yapılmıştır.
Bekar iken zina eden
kimsenin bir yıl sürgün cezası alması, Hanefiler hariç diğer mezheplere göre
vaciptir.
1542-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ömer İbnu'I-Hattâb,
Resulullah (s.a.v.)'in minberi üzerine oturmuş vaziyette:
“Yüce Allah, Muhammed
(s.a.v.)'i hakla gönderdi, kendisine kitap indirdi. Allah'ın indirdikleri
arasında recm âyeti de vardı. Biz onu okuduk, anladık ve ezberledik.
Resulullah (s.a.v.)
recm cezası verdi. Ondan sonra da bizler de (recm cezası) verdik. Şahsen aradan
fazla zaman geçince, bazılarının çıkıp:
“Allah'ın kitabında
biz recm âyeti bulamıyoruz” diyerek Allah'ın indirmiş olduğu bir farzı terkedip
sapıtmalarından korkuyorum.
“Recm, Allah'ın
kitabında muhsan ergenlik çağına girmiş, akıllı, sahih bir evlilikle evlenmiş
ve gerdek yapmış olduğu halde zina eden kadın ve erkeklere ispatlayıcı bir
delil veya hamilelik veya itiraf olduğu takdirde uygulanması gereken bir haktır”
dedi.
[869]
Kur'an; Resulullah
(s.a.v.) zamanında düzenlenmiş, ayet ve sureleri, onun emri ve isteği
doğrultusunda tertip edilmiştir. Dolayısıyla bazı sahabiler, bazı ifadeleri
ayet sanmışlar ve bunları ayetlerle karıştırmışlardır. Çünkü bu sahabiler, önde
gelen kurralann ve hafızların zihninde bulunan ayetlerin dışında ellerinde baa
mushaflar, sayfalar ve ezberledikleri metinler vardı. Bu sayfalar ve metinler,
farklı yazım ve imla stiileriyle yazılmıştı.
Kur'an-ı Kerim, Hz.
Ebu Bekr döneminde ve bir grup şahabının, özellikle önde gelenlerin
gözetiminde, sahabenin önde gelenlerinin, kurraiann ve hafızlann zihninde
bulunan ayetlerin esas alınarak büyük bir titizlik ve özen gösterilerek tertip
edilmiştir.
[870]
1543- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah
(s.a.v.)'in mescitte bulunduğu bir sırada müslümanlardan bir adam, gelip
seslenerek:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben zina ettim” dedi.
Resulullah (s.a.v.)
yüzünü ondan çevirdi. Fakat adam, yüzünü çevirdiği tarafa dönüp:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben zina ettim” dedi.
Resulullah (s.a.v.)
yüzünü ondan yine çevirdi. Ta ki bunu dört defa tekrarladı. Adam kendi aleyhine
dört defa şahadette bulununca Resuluİlah (s.a.v.) o adamı yanına çağırıp:
“Sende delilik var
mı?” diye sordu. Adam:
“Hayır, yok” diye
cevap verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Hiç evlendin mi?” diye sordu. Adam:
“Evet” dedi. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bunu götürüp recm edin” buyurdu.
[871]
1544- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Mâiz b. Mâlik,
Peygamber (s.a.v.)'e getirildiğinde onu gördüm. Kısa boylu kaslı bir adamdı.
Üzerinde abası yoktu. Zina ettiğine kendi nefsi aleyhine dört defa şahitlik
getirdi. Resuluİlah (s.a.v.):
“Olabilir ki sen....” buyurdu. Mâiz:
“Hayır, vallahi,
kendisini kast ederek bu alçak gerçekten zina etti” dedi.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) onu recm ettirdi. Sonra hutbe okuyup:
“Dikkat edin ki! Biz Allah yolunda her gazaya
gidişimizde bunlardan biri kalır, onun teke melemesi gibi bir meleyişi vardır.
Bunlardan biri, kadına bir şeyler verir.
Dikkat edin ki! Vallahi, Allah bunlardan biri hakkında
bana imkan verirse bu işten dolayı onu mutlaka ibretlik ederim” buyurdu.
[872]
1545- İmrân
b. Husayn (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Cüheyne kabilesinden
bir kadın, zinadan hamile kalarak Peygamber (s.a.v.)'e gelip ona:
“Ey Allah'ın
peygamberi! Ben had cezasını hak ettim. Onu bana uygulayıver!” dedi. Allah'ın
peygamberi (s.a.v.), onun velisini çağırarak:
“Buna iyi bak, doğurduğu zaman onu bana getir!” buyurdu.
Velisi de öyle yaptı.
Kadın çocuğu doğurunca, Allah'ın peygamberi (s.a.v.), kadınla ilgili emir
vererek kadının elbisesi üzerine bağlanmış, sonra emir buyurarak recm edilmiş
ve cenazesi namazını da bizzat kendisi kıldırmış idi. Ömer, Allah'ın peygamberi
(s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın
peygamberi! Bu kadın zina etmiş olduğu halde sen onun cenaze namazını mı
kılacaksın?” dedi. Allah'ın peygamberi (s.a.v.)'de:
“Gerçekten o kadın öyle bir tevbe etti ki, bu tevbe
Medinelilerden yetmiş kişi arasında paylaştırılsa onlara yeterdi. Sen Allah
için canını vermekten daha faziletli bir tevbe gördün mü?” buyurdu.
[873]
1546- Ebu
Hureyre ile Zeyd b. Hâlid el-Cuhenî (r.anhümâ)dan rivayet edilmiştir:
“Bir bedevi, oturduğu
bir sırada Peygamber (s.a.v.)'e gelip:
“Ey Allah'ın Resulü!
Allah aşkına, hakkımda Allah'ın Kitabıyla hükmet!” dedi. Bundan daha anlayışlı
olan diğeri de:
“Evet, aramızda Allah'ın Kitabıyla hükmet ve bana da
izin ver!” dedi.
Peygamber (s.a.v.):
“Derdini söyle!” dinliyorum” buyurdu. Adam:
“Oğlum, bu adamın
yanında ücretli işçi idi. Hanımıyla zina etti. Oğlumun recm edileceğini haber
aldım. Hemen oğlum namına yüz koyun ile bir cariyeyi fidye verdim. Sonra da bu
yaptığımı bir de ilim adamlarına sordum. Bana:
“Oğluna yüz değnek ve
bir yıl sürgün cezası gerekir, bu adamın karısına da recm cezası gerekir”
dediler”dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki,
ikinizin arasını Allah'ın Kitabına uygun şekilde hükme bağlayacağım:
Carîye ve koyunlar sana geri verilecek. Oğluna yüz sopa ve bir yıl sürgün tatbik
edilecek” buyurdu.
Daha sonra Eşlem
kabilesinden bir adama seslenerek:
“Ey Üneys! Bu adamın hanımına git, eğer zina ettiğini
itiraf ederse, onu recmet!” buyurdu.
Bunun üzerine Üneys,
kadının yanına gitti. Kadın, suçunu itiraf etti. Resulullah (s.a.v.) kadının
recm edilmesini emretti. Kadın da recmedildi.
[874]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v),
adamların isteğine karşılık, Allah'ın Kitabı ile hükmedeceğini söyleyerek,
evli olan kadına recm, evli olmayan gence de sopa ve sürgün cezası vermiştir.
Bu hadis, Resulullah
(s.a.v.)'in hayatında, alim sahabilere soru sormak ve onların fetvasıyla amel
etmenin caiz olduğunu göstermektedir.
1547-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e
zina etmiş bir yahudi erkek ile bir yahudi kadın getirildi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) kalkıp yahudilere geldi
ve onlara:
“Sîz, zina eden bir kimseye Tevrat'ta ne ceza
buluyorsunuz?” diye sordu. Yahudiler:
“Biz, zina eden erkek
ile kadının yüzlerini karaya boyar, onları bir hayvan üzerine bindirir, yüzleri
birbirinin aksine gelecek şekilde oturtur ve böylece onlar teşhir edilmeleri
için sokaklarda dolaştırılırlar” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Eğer doğru söylüyorsanız o halde Tevrat'ı getirin” buyurdu. Yahudiler hemen Tevrat'ı getirip onu okumaya
başladılar. Recim âyetine gelince, okuyan genç elini recim âyetinin üzerine
koydu ve elinin öncesindeki ve sonrasındaki ayetleri okudu. O sırada Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte bulunan Abdullah b. Selâm, Peygamber'e:
“Ona emret de elini
kaldırsın” dedi. Yahudi elini kaldırdı. Bir de baktılar ki, recm ayeti, gencin
elinin altında. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), zina eden erkek ile kadının
reme dilmelerini emretti. Onlar da recrnedildiler.
Abdullah b. Ömer:
“Ben de, onlan
recmedenler arasında bulundum. Doğrusu erkek yahudinin, kadına atılan taşlardan
kendi vücuduyla koruduğunu gördüm” dedi.
[875]
Açıklama:
Resulullah
(s.a.v.)'in, recmin Tevrat'taki hükmünü Yahudilere sorması; onu öğrenmek için
olmayıp kendi kitap ve inançlannda yaptıkları tahrifatı ortaya çıkarmak
içindir.
müslüman olmayanlar,
müslüman hakime müracaat ettikleri zaman, hakimin, hasım-lann şeriatına göre
mi, yoksa İslam'a göre mi hüküm vereceği meselesi ihtilaflıdır. İmam Malik,
İmam Şafii'ye göre hakim serbesttir. Dilerse hasımların şeriatına göre ve
dilerse de İslamî esaslara göre hüküm verir.
Hanefilere göre ise
hakim, Allah'ın hükmüyle hüküm vermek zorundadır. Serbestliği yoktur. Adaletle
hükmektmek zorundadır.
1548- Ebu
Abdurrahman'dan rivayet edilmiştir: “Ali hutbe okuyup:
“Ey insanlar! Evli
olsunlar yada olmasınlar, kölelerinize/cariyelerinize had cezasını uygulayın.
Çünkü Resulullah (s.a.v.)'in cariyesi zina etmişti de, ona celde sopa vurmamı
bana emretti. Bir de baktım ki, kadın daha yeni doğum yapmış. Ben ona dayak
vurursam onu öldürürüm diye endişelendim. Durumu Peygamber (s.a.v.)'e anlattım.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“İyi etmişsin”
buyurdu.
[876]
1549- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'e,
içki içen bir adam getirilmişti. Ona iki hurma dalıyla kırk kadar celde sopa
vurdurdu.
Enes der ki:
“Bunu, Ebu Bekr'de
yaptı. Ömer halife olunca insanlara istişare etti. Abdurrahman b. Avf:
“Had cezasının en
hafifini seksen sopa vur” dedi. Bunun üzerine Ömer'de bunu emretti.”
[877]
Açıklama:
İçki içen kimsenin
cezası, Peygamber (s.a.v.) ve Ebû Bekir devirlerinde kırk sopa idi. Buna, Ömer
(r.a) zamanında da bir müddet daha devam edildi. Fakat fetihler genişleyip Şam
ve Irak gibi zengin beldeler müslümanların eline geçince halk su boylarına,
verimli topraklara yerleşmiş, bağ ve bahçeler çoğalmış, içki içenlerin sayısı
artmıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer onları ellişer sopa vurmak suretiyle
cezalandırmaya başlamış. Bunun etkisi görülmeyince dayak adedini altmışa,
nihayet seksene çıkarmıştı.
Abdurrahmân b, Avf bu
cezanın hudûdi şer'iyyenin en hafifi gibi olmasını teklif etmiştir. Kur'ân-ı
Kerîm'de bildirilen şer'î cezalar: Hırsızın eli kesilmesi
[878]
zina eden bekar bir kimseye yüz değnek vurulması
[879]
zina iftirasında bulunanlara seksen değnek vurulmasıdır.
[880]
Bunların içerisinde en hafifi, seksen değnek olan iftira cezasıdır.
1550-
Hudayn
İbmı'l-Münzir Ebu Sâsân'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Osman b.
Affân'ın yanında hazır bulunmuştum. Ona, o sırada Küfe valisi olan Velîd (b.
Ukbe getirilmişti. Velîd, sabah namazını iki rek'at kıldırmış, sonra cemaata
dönüp:
“Size daha fazla
kıldırayım mı?” demişti. Onun aleyhine iki kişi şahitlik etti. Biri, Humran
olup şarap içtiğine; diğeri de onu kusarken gördüğüne şehadette bulundu. Bunun
üzerine Osman:
“Bu adam, içki içmese
kusmazdı!” dedi. Sonra da:
“Ey Ali! Kalk da şuna
sopa vur!” dedi. Ali'de, oğlu Hasan'a:
“Kalk, ey Hasan! Şuna
sopa vur!” dedi. Hasan, Osman'a öfkelenmişçesine:
“Sen, bu sopa vurma
işini; Osman'ın devlet yönetiminin iyiliklerine nail olan, onun kötülüklerini
de yüklensin!” dedi. Nihayet Ali:
“Ey Abdullah b.
Ca'fer! Kalk da şuna dayak vur!' dedi. O da kalkıp Velİd'e sopa vurdu. Ali de
sayıyordu. Kırka varınca:
“Dur!” dedi. Sonra da:
“Peygamber
(s.a.v.) içki içen kimseye kırk sopa
hadd cezası vurdu. Ebû Bekir de kırk sopa vurdu. Ömer
ise seksen sopa vurdu. Bunların hepsi sünnettir. Ama bu kırk sopa vurma işi,
bana daha makbuldür” dedi.
[881]
1551- Hz.
Ali (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Bir kimseye had
cezası uygulayıp da bu yüzden ölen kimseden dolayı içimde üzüntü ve pişmanlık
duymuş değilim. Ancak içki içen kimse bunun dışındadır. Eğer bu kimse söz
konusu cezadan dolayı ölürse diyetini veririm. Çünkü Resulullah (s.a.v.) bu
cezanın sınırını belirlemedi.”
[882]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.),
içki içene kırk sopadan fazla olan darbe sayısı hakkında belirli bir rakam
koymamıştır. İçki içene uygulanan ceza, daha sonra Ömer tarafından konulmuştur.
1636 nolu hadiste bu konu geçmiştir. Bir önceki hadiste de geçtiği üzere, Hz.
Ali, içki içene kırk sopa vurma taraftarı.
1552- Ebu
Bürde el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah'ın
hadlerinden bir haddin dışında, on değnekten fazla vurulmaz.”
[883]
Açıklama:
Ta'zir kelimesi
sözlükte; te'dib etmek, yola getirmek gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak
ise; dini.yasakladığı, ama karşılığında ceza belirlemeyip devlet yetkilisinin
takdirine bıraktığıu cezadır.
İslam Hukukçulan,
ta'zirin meşru oluşunda görüş birliğine varmakla birlikte şekil ve miktarında
farklı görüşlere sahip olmuşlardır.
İmam Ahmed, bazı Şâfiîler
ile Zahiriler; bu hadisin zahiriyle amel ederek ta'zir için on değnekten fazla
vurulamayacağını belirtmişlerdir.
Hanefiler de dahil
geri kalan alimler; ta'zir için on değnekten fazla vurulabileceğini, fakat
bunun azami haddinin tespitinde ihtilaf etmişlerdir. Örneğin, İmam Ebu Hanîfe
ile İmam Muhammed'e göre; en fazla otuz dokuz, en az üç sopadır. Ebu Yusufa
göre ise, üç ile yetmiş beş yada yetmiş dokuz sopadır. İmam Ebu Hanîfe ile İmam
Muhammed, ta'zir için azami mikdan köleleler için meşru kılman en düşük haddi,
Ebu Yusuf ise hürler için meşru kılınan en düşük haddi esas almıştır. Ancak
birer kamçı aşağısını takdir etmişlerdir.
Cumhurun bu hadisle
amel etmemesinin nedenleri içerisinde; Hadisin çeşitli şekillerde eleştiriye
uğraması, hadisin hilafına sahabenin amelinin olması, hadisin hükümünün genel
değil de özel şahsi bir kişiyle ilgili olması, hadisteki sınırlamanın kamçıyla
ilgili olması, hadisin hükmünün kaldırılması gibi hususlar yer almaktadır.
Hattâbî ise ta'zirin
mikdarı konusundaki farklı görüşlerin suç veya cinayetlerin farklılığından
kaynaklandığını belirtmiştir.
1553-
Ubâde
İbnu's-Sâmit (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir toplulukta
Resulullah (s.a.v.)'le birlikteydik. Derken Resulullah (s.a.v.):
“Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, zina
yapmayacağınıza, hırsızlık etmiyeceğinize, Allah'ın haram kıldığı nefsi haksız
yere öldürmeyeceğinize dair bana biat edeceksiniz. Bundan sonra sizden her kim
sözünde durursa onun ecri Allah'a aittir. Kim de bunlardan birini yapar da o
sebeple cezalanırsa bu da onun için keffârettir. Kim de buniardan bir şey yapar
da Allah onu örtbas ederse onun işi de Allah'a kalmıştır. Dilerse onu bağışlar
ve dilerse ona azâb eder” buyurdu.
[884]
Açıklama:
Biat, sözlükte; kabul
etmek, razı olmak ve tasdik etmek anlamına gelir. Terim olarak ise; bir
mükellefin, ehil olan bir cemaat (Ehlu'1-hall ve'l-akd) tarafından tespit
edilen yöneticiye itaat edeceğine ve sadık kalacağına dair söz vermesidir. Bu
bir anlamda mükellefin İslâmî olan meşru her emirde hoşuna gitse de, gitmese de
itaat edeceğine dair yaptığı bir sadakat yeminidir. Dolayısıyla biat sonucunda
ortaya çıkan itaat, İslâmî hükümlerle sınırlıdır. Yüce Allah'ın indirdiği
hükümlerin hakkı ile edâ edilmesi ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemesi
için, biat zaruridir.
Biat; kitap, sünnet ve
sahabe-i kirâm'ın icmaı ile sabit olan salih bir ameldir. Kur'an-ı Kerîm'de,
Resul-u Ekrem (s.a.v.)'e hitaben:
“Sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmiş olur.
Allah'ın eli onların biat edenlerin elleri üstündedir. Şu halde kim bu biat
bağını, ahdini çözerse, kendi aleyhine çözmüş olur. Kim de Allah ile
sözleştiği Şeye vefa ederse Allah ona büyük bir ecir verecektir”
[885]
hükmü beyan buyurulmuştur. Biat, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ve
siyasî otorite ile olan münasebetlerinde, İslâm'ın hükümlerine razı olduklarını
ihlâsla ortaya koyan bir akiddir.
1354- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır
“Hayvanların yaptığı zararın diyeti hederdir. Kuyuda
uğranılan zarar hederdir. Maden de uğranılan zarar hederdir. Define mallarında
ise beşte bir oranında hak vardır.”
[886]
Açıklama:
Hadiste, dört konunun
hükümleri açıklanılmaktadır:
Yanında hiçbir kimse
olmayan bir hayvanın her ne şekilde otursa olsun birisinin yaralaması veya
öldürmesi halinde sahibine diyet yada başka bir ceza verilmeyeceğine delildir.
Bir kimse kendi
arazisinde yada sahipsiz ve yerleşim bölgelerinin uzağında küçük çapta güvenlik
için bir takım tedbirler gerektirmeyen bir yerde maden çıkarmak için yeri kazar
ve orya birisi düşüp bir zarara uğrarsa, madeni kazan sorumlu tutulmaz. Ama
günümüzde büyük ve güvenlik tedbirleri gerektiren madenlerde işverenin
kusurundan dolayı meydana gelen kazalan farklı değerlendirmek gerekir.
Maden de olduğu gibi,
kendi mülkünde yada kuyu kazma hakkı olduğu başka bir yerde kazdığı yada
kazdırdığı kuyuya düşen bir insanın veya hayvanın zararı kuyu sahibi ödemez.
Fakat umuma ait bir yolda kuyu kazarsa, bu kuyunun vereceği zarar heder
değildir. Eğer birisi oraya düşüp de ölürse, ölenin diyetini kuyu sahibinin
ailesi öder.
Şâfiîlere göre Rıkâz;
cahiliye devrine ait definelerdir.
Hanefilere göre ise,
Rıkâz ile maden aynı anlamdadır.
Akdiye, “Kadiyye”
kelimesinin çoğuludur. Kadiyye ve kadâ: Bir şeyi sağlam yapmak ve bitirmek
demektir. Hükmü uygulama manasına da gelir. Hakim, hükmü sağlam bir şekilde
vererek yürürlüğe koyduğu için ona da “Kâdi” denilmiştir.
İslam'da adaleti
hükmetmekle görevli kişilere kadı yada hakim denir.
1555-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Eğer insanlara mücerred davaları sebebiyle delilsiz
ve şahitsiz istedikleri verilecek olsaydı, bazı insanlar, bazı kimselerin
kanlarını ve mallarını iddia ederlerdi. Fakat davalıya yemin düşer.”
[887]
Açıklama:
Hakim huzuruna gelen
davacıyı dinledikten sonra eğer davalı, aleyhindeki iddiaları ikrar ederse,
hakim onu ikranyla ilzam eder, aleyhine hüküm vererek davayı sonuçlandırır.
Fakat davalı, aleyhindeki iddiayı inkar ve reddederse hakim bu defa davacıdan
delil ister. Davacı, bu delili getirerek davasını ispat ettiği takdirde hakim
davalının aleyhine hüküm verir. Davacı davasını ispat için delil getirmekten ve
dolayısıyla davasını ispattan aciz kaldığı takdirde, hakim davacının isteğiyle
davalıya yemin teklif eder. Eğer davalı yemin ederse, davalıyı davadan men
eder.
Eğer davalı yeminden
kaçınırsa, hakim onun yeminden kaçınmasıyla hüküm verip davayı sonuçlandırır.
Davalı yeminden kaçındığı için davacıya yemin teklif edilmez.
1556-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir yemin vg bir şahidle hüküm verdi.”
[888]
Açıklama:
Alimlerin çoğun, bu
hadisi; “Hz. Peygamber (s.a.v.), davasına şahitlik eden bir şahidi olan ve
davasında haklı olduğuna yemin eden bir kimsenin lehine hüküm verdi” şeklinde
anlamışlardır. Cumhura göre Hz. Peygamber (s.a.v.), bu davacının kendi yeminini
bir şahit yerine koyarak onu iki şahidi olan bir kimse gibi kabul etmiş ve bu
suretle onun lehine hüküm vermiştir.
Davacının bir şahidi
ve bir de yemini ile hüküm verilemeyeceğini söyleyen Hanefî uleması ise bu
hadisi;
“Hz. Peygamber,
davalının bir şahidi ile birlikte birde yemini olması halinde davalı lehine
hüküm verdi. Çünkü bir şahid ile davacı lehine hüccet tamamlanmaz. En az iki
şahid olması gerekir” şeklinde anlaşmışlardır.
1557- Ümmü
Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
kapısının önünde davacı gürültüsü işitip onların yanlarına çıktı. Onlara:
“Ben ancak bir insanım! Bana gerçekten davacılar
geliyor. Ama bazılarınız hakkı savunurken delilinini ifade etme hususunda
bazılarınızdan daha güçlü olabilir. Ben de bu şartlar içerisinde onu daha doğru
zannederek onun lehine hüküm vermiş olabilirim. Şimdi her kime, bir müslüman
kardeşinin hakkı olan bir şeyin verilmesine hükmetmişsem bu ancak o kimse için)
ateşten bir parçadır. Artık bu şartlar içerisinde o hükmü dilerse alsın yada
almasın” buyurdu.
[889]
Açıklama:
Burada kastedilen
husus; eğer zahire göre verdiğim hüküm, olayın iç yüzüne ve gerçeğe uymazsa,
böldüğüm şey ona haramdır, kendisini cehenneme götürür dernektir.
Bu hadisin zahirinden
anlaşıldığına göre; Hz. Peygamber (s.a.v.), bazen zahiri, bâtına muhalif hüküm
verebilir. Halbuki Fıkıh Usûlü alimleri, ittifakla, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
ahkâm hususunda hata üzerine hüküm vermeyeciğini ve hükümlerinin terk
edilemeyeciğini söylemişlerdir.
Buna şöyle cevap
verilir: Bu hadis ile Fıkıh Usûlü kaidesi arasında çelişki yoktur. Çünkü Fıkıh
Usûlü alimlerinin bu konu ile ilgili kast ettikleri şey; Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in kendi içtihadıyla verdiği hükümlerdir. Bu hadiste kast edilen hüküm
ise; ictihadla ilgili olmayıp yemin ve şahid gibi bir delile dayanarak verilen
hükümdür. Böyle bir hükme hata denilmez. Çünkü hüküm, İlahî teklife göre
verilmiş olup sahihtir. Buradaki İlahî teklif, iki şahidin dinlenmesi gibi şeylerdir.
Şahitler, yalancı iseler, vebal de onlara aittir. Hükümde bir kusur yoktur.
Hz. Peygamber
(s.a.v.), “Ben ancak bir insanım” buyurmakla;
insanlık haline tenbihte bulunmuştur. İnsan gaybı ve olayların iç yüzlerini,
yüce Allah bildirmedikçe bilemez. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in de, diğer insanlar
gibi, zahire göre hüküm vermesi caizdir. Hükümlerin sırlarını ancak Allah
bilir. O halde zahire göre şahit ve yemin gibi delillerle hüküm verir. Bu
hüküm, İlahî sırra muhalif olabilir. Fakat o ancak zahire (=eldeki delile) göre
hüküm vermekle mükelleftir. Ta ki bu hususta ümmeti de ona tabi olsun.
1558- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ebu Süfyân hanımı
Hind bint. Utbe, Resulullah (s.a.v.)'in yanına girip:
“Ey Allah'ın resulü! Doğrusu
Ebu Süfyân cimri bir adamdır. O, bana ve oğullanma yetecek kadar nafakayı bana
vermiyor. Ben, ona ait olan maldan onun bilgisi olmaksızın alsam, bu alma işi
hususunda benim üzerime bir günah var mıdır?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Sen onun malından örfe göre sana ve oğullarına
yetecek miktarda al” buyurdu.
[890]
Açıklama:
Ebû Süfyân'ın hanımı
Hind, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelip ona kocasının cimriliğinden söz açarak
onun, kendisinin ve çocuklarının ihtiyacını karşılayacak malı vermediği için şikâyette
bulunmuştu. Ebû Süfyân'ın cimriliğini de “Şahîh” sözü ile ifadeîendirmiştir.
Çünkü Arapça'da cimri için kullanılan esas kelime “Bahil”dir. Ancak “Şahîh”,
“Bahîl”den daha geneldir. “Bahil”, malı vermeyen kişiye deniiir. “Şahîh” ise
her halükârda hiçbir şey vermeyen kişi için kullanılır.
Hind, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'e kocasının, nafakasını vermekte kusur gösterdiğini şikâyet ettikten
sonra, onun haberi olmadan malını alıp alamayacağını sormuş, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'de örf mikdannca kendisine ve çocuklarına yetecek mikdan alabileceğini
söylemiştir.
Aliyyül-Kârî, buradaki
örften maksadın; şer'î örf olduğunu ve bunun da orta halli bir nafaka olduğunu
söylemiştir. İbn Hacer'de hadisteki örften maksadın; halkın örfü olduğunu ifade
etmiştir.
1559- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu Allah, sizin lehinize üç şeyden razı olur ve
sizin lehinize üç şeyi de hoş görmez. Sizin lehinize razı olduğu üç şey şudur:
1- Sadece Ona kulluk etmeniz,
2- O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanız,
3- Hepinizin Allah'ın ipine toptan sarılmanız
ve tefrikaya düşmemeniz. Sizin lehinize hoş görmediği üç şeyde şudur:
1- Boş söz/dedikodu.
2- Çok soru sormak.
3- Malı boşa harcamak.”
[891]
Gerek ferd gerekse
toplum olarak İslâm kimliğinin teşekkül ve tahakkuku, her şeyden önce tevhid
inancına bağlıdır. Bu sebeple Allah teâlanın razı olup emrettiği üç fiilin
ilki, “Hiç bir şeyi ortak tutmaksızın yalnızca Allah'a kulluk etmek” olarak
tesbit ve ilan edilmiştir. Bu demektir ki tevhid inancının olmadığı yerde İslâm
da yoktur. Tevhidin herhangi bir şekil ve sebeple dışlandığı yerde, İslâm
kimliği dışlanmış, terkedilmiştir. O halde öncelikle ve Özellikle yüreklerde
tevhidi bütün hususiyetleri ile birlikte diri tutmak gerekmektedir. Çünkü
tevhid inancı, her şeyin başı ve Allah'ın rızasını kazanabilmenin ilk ve temel
şartıdır. Çünkü tevhid, İslâm kimliğinin alâmet-i farikasıdır. Vazgeçilmezliği
de buradan kaynaklanmaktadır.
“Allah'ın ipine
sımsıkı sarılmak”, İslâm kimliğinin korunmasını sağlayacak temel prensiptir.
Al-i İmran Suresi'nin 103. ayetini hatırlatan bu ifadenin anlamı İçinde,
Kur'an'ın açıklayıcısı Sünnetin de bulunduğu kesindir. Zira bir şeye sarılmak
için önce onu tanımak ve anlamak gerekir. Kur'an-ı Kerim'i, müslümanlara Hz.
Peygamber getirmiş ve tanıtmıştır.
Sünnet, Kur'an'ı
anlamanın ve dolayısıyla yaşamanın yolunu evrensel planda çizmiş ve
örneklendirmiştir. Ümmet-i Muhammed'in dirliği ve İslâm kimliğinin sürekliliği,
sünnetteki yorumuyla Allah'ın ipine yani Kur'an'a sarılmakla sağlanabilir.
Allah Teâlâ habibinden razıdır. Onun yaşadığı ve biçimlendirdiği İslâm'dan da
razıdır. O halde Allah Teâlâ'nm razı olduğu, “Kur'an'a sımsıkı sarılma” işini
de ancak Sünnet-i Resûl'e uymak suretiyle başarmak mümkündür. Nitekim Allah
Teâlâ, Hz. Peygamber'e şu gerçeği ilan etmesini emretmiştir:
“De ki; eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun!”
[892]
Efendimiz de İslâm kimliğim ve çizgisini sürdürebilmenin, Allah'ın kitabı ve
Resulünün sünnetine sıkı sarılmakla sağlanabileceğini açıklamıştır.
“Size, sıkı
sarıldığınız sürece sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve
Nebisinin sünneti..”
[893]
Gerek konuya ilişkin
âyette gerekse hadisimizde yer alan “Cemian/topluca” kaydı, İslâm kimliğinin
ümmet çapında korunabilmesinin yolunu göstermektedir. Yönetici yönetilen, işçi
patron vs. toplumun bütün kesimleri, Allah'ın ipine hep birlikte sanlmakla
yükümlüdürler. Ümmetin dirliği işte bu birlikteliğe bağlıdır. Âyetteki “Sakın parçalanmayın” kaydı, hadisimizin
Müslim'deki rivayetinde de yer almaktadır. O halde İslâm kimliği, ümmet olarak
topyekün Allah'ın kitabına sımsıkı sarılmak ve ayrılık ğaynltk peşine
düşmemekle sağlanabilecektir. Ümmetin fikir ve uygulama birliğini -tabiî
sebeplere bağlı bazı şekil farklılıktan olsa bile- sağlayacak olan yegâne esas,
Sünnet'tir. Ümmet-i Muhammed hem kimliğini hem de dirliğini, sünnetteki
yorumuyla Allah'ın kitabına sarılmakla sürdürebilecek, her türlü kültürel,
ekonomik ve siyasi baskı ve kirlenmelere ve yozlaşmalara karşı kendisini ancak
bu yolla koruyabilecektir.
İslâm kimliğini
korumaya ve ümmet dirliğini sürdürmeye olumsuz etkisi olan üç olayı da
“Allah'ın hoşnud olmadığı, yasakladığı üç fiil” olarak dikkatlerimize
sunmaktadır. Bunların ilki dedikodudur.
Asıllı-asılsız
söylenti, fertler ve toplum kesimleri arasında güvensizliğin ve dağınıklığın
baş sebebidir. Ümmetin bir kesiminin diğer kesim veya kesimleri hakkında
söylentilere göre davranması büyük kargaşa ve açmazlara sebebiyet verir. Bu
sebeple tahkik ve tetkik edilmeden her söylentiyi gerçekmiş gibi ciddiye almak,
her habere inanmak hiç kuşkusuz, müşterek değerlere sahip sosyal bünyeler için
felaketlerin en büyüğünü oluşturur. Bu yolla toplumlar ve toplum kesimleri
yekdiğerine kolayca düşman edilir. Soğuk harbin, propaganda savaşının en
geliştirilmiş metotlarının uygulandığı bir ortamda yaşayan bizler, konuya
yönelik “İlahî hoşnutsuzluğun” ne anlama geldiğini galiba fiilen yaşamaktayız.
Basım-yayın
organlarının güdümlü haberlerine karşı da son derece uyanık davranmak, “Fasığın
haberini tetkik”
[894]
emri gereğidir, Dedikoduya rağbet etmenin gereksizlerle meşguliyet ve vakit
zayii olduğu da unutulmamalıdır.
Gereksiz ve gayr-ı
meşru yerlere harcamak suretiyle ekonomik değerlerin elden çıkaniması da Allah
Teâlâ'nın razı olmadığı bir davranıştır. Bu, fert planında böyle olduğu gibi,
ümmet planında da böyledir. Elindeki imkanları akıllıca kullanmasını bilmeyen
fert ve toplumlar, neticede başkalanna hatta düşmanlarına muhtaç olurlar. Olur
olmaz kişi ve kitlelerden ağır şartlarla kredi almaya, değilse çalıp çırpmaya
mecbur kalırlar. Kredi almaya alışan emir almaya da hazır olacağı için, kimlik
ve kişiliğini korumakta büyük güçlüklerle karşılaşırlar. Kafa ve kalbini
midesinin emrine verenler, siyasal ve kültürel kirlenmeye açık hale gelirler.
Eldeki ekonomik
değerleri iyi değerlendirmek, korumak, geliştirmek, gerekli yerlere gerektiği
kadar harcamamak da “Malın zayi” edilmesi demektir.
Ekonomik değerlerine
sahip çıkmayan milletler, sömürgecilerin iştirasını kabartırlar. Hele de “Mal
zayii” ekonomik sistem haline getirilmişse, felaketin boyutları fevkalade
büyümüş demektir. Günümüzdeki kapitalist ekonomik sistemin acımasızlığının
anlamı budur. İslâm kimliği ve ümmet dirliği, İslâm ülkelerindeki ekonomik
değerlerin akıllıca kullanılmasına, düşmanlarına peşkeş çekilmemesine bağlı
gözükmektedir. Ellerindeki ekonomik imkanları can ve vatan düşmanlarının silah
sanayiine destek olacak şekilde kullandıran ümmet kesimlerinin vebali elbette
çok daha ağırdır.
“Elinizdeki nimetlere şer'i şerif doğrultusunda sahip
çıkın şükrederseniz, elbette onları arttırırım. Yok eğer onların kadrini
bilmeyip küfran-ıl nimette bulunursanız, bilesiniz ki azabım çok şiddetlidir.”
[895]
âyeti bu durumu açıkça ilan ve tesbit etmektedir.
Hadisimiz son olarak,
gereksiz ve henüz gerçekleşmemiş bir takım farazi sualler ile ortalığı
karıştırmayı, faydasız teoriler ve tasarılarla toplumu meşgul etmeyi Allah
Teâlâ'nın gazab ettiği bir tutum olarak bildirmektedir. Zira din pratiktir,
ameldir, arazî ve faydasız sorular İse, dinin bu temel vasfına ters düşer ve
dindarları gerçekçilik ve pratiklikten uzaklaştırır. Çok sual sormak bîr
anlamda da aşırı tecessüs demektir. Bu ise zaten yasaklanmıştır.
Hadis sarihleri
kesret-i sualin, ihtiyacı olmadığı halde dilenmek, insanlardan ısrarla bir
şeyler istemek anlamına geldiğine de işaret etmişlerdir.
[896] Bu
anlayışla da kesretü's-sual Allah Teâlâ'nın asla razı olmadığı bir tutumdur.
İslâm kimliği ve ümmet
dirliği açısından insanlarımızın, günlük ve pratik dert ve problemleri
hakkında bilgi sahibi olmayan ve geleceğin, öz değerlerine zarar vermeyecek
biçimde şekillenmesi için'gayret etmeleri, eğitim-öğretim faaliyetleri içinde
olmayan gerekir. Pratiği ve gerçekçiliği olmayan tartışma konularının peşine
düşmemeleri, daima korumak zorunda oldukları büyük değerlere sahip, kaygılı ve
gayretli uyanık kişi ve toplumlar gibi davranmaları şarttır. Gazaptan kurtulup
rızaya koşmak, ancak böyle gerçekleşebilecektir.[897]
1560-
Muğîre
b. Şu'be (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu Yüce Allah, annelere karşı itaatsiz
davranmayı, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi vermesi gerekeni vermeyip
hak etmediğini istemeyi size haram kılmıştır. Boş sözü/dedikoduyu, çok soru
sormayı ve malı boşa harcamayı da sizin için iyi görmemiştir.”
[898]
1561- Amr
İbnuf-As (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, o, Resulullah (s.a.v.)'in şöyle
buyurduğunu işitmiştir:
“Hakim, hüküm verirken ictihadda bulunupda isabet
ederse, onun için iki sevap vardır. Ama hüküm verîrken ictihad edipde
yanılırsa, ona bir sevap vardır.”
[899]
Açıklama:
İctihad ehliyetine
sahip bir hakim hüküm verirken yaptığı ictihaddan dolayı iki sevap kazanır.
Birisi ictihad sevabı, diğeri de ictihadindaki isabet sevabı. Fakat bu
içtihadında Allah'ın hükmüne isabet edememişse isabet sevabından mahrum olarak
sadece bir sevap
kalır- İctihad
ehliyetine sahip olmadığı halde kendini zorlayarak ictihad eden kimselere gelince;
onların yapacakları yanlışlıklar asla mazur görülemez. Bilakis onlann yaptığı
yanlışlıklar, günahlardan sayılır. Nitekim;
“Hakimler üç sınıftır:
Biri cennette, ikisi de cehennemdedir. Cennette olan, hakkı bilip ona göre
hüküm verendir. Hakkı öğrendiği halde hükmünde zulmeden hakimler ile hakkı
bilmeden insanlar hakkında hüküm veren hakimler de cehennemdedir”
[900]
1562-
Abdurrahman b. Ebi Bekre'den rivayet edilmiştir:
“Babam, Sicistân'da
kadı olan Abdullah İbn Ebi Bekre'ye:
“Öfkeli olduğun halde, îkî kişi arasında hüküm verme! Çünkü ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Hiçbir kimse öfkeli olduğu halde, iki kişi arasında
hüküm vermesin!”
buyururken işittim”
diye mektup yazdı. Mektubu, onun namına ben yazdım.”
[901]
Açıklama:
Öfke aklı giderir,
insanın tabii halini itidal çizgisinden çıkarır, dolayısıyla ölçülü ve dengeli
hareket etmesine engel olur.
Hattâbî (ö.
388/998)'nin ifadesine göre; şiddetli açlık, korku, hastalık, acı, uykusuzluk,
şiddetli sıcak ve soğuk, mide dolgunluğu, aşın yorgunluk gibi hususlar,
sağlıklı düşünmeye engel olacağından öfke hükmündedir.
1563- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, o Resulullah (s.a.v.)'în şöyle
buyurduğunu işitmiştir:
“Kim bizim şu işimizde/dinimizde ondan olmayan bir
şeyi ortaya koyarsa, ortaya koyduğu bu şey kabul edilmez.”
[902]
Açıklama:
Bid'at, sözlükte; daha
önce mevcut olmayan, sonradan ortaya çıkan amel ve inançlar.
Bid'at'm kapsamı
konusunda farklı bakış açılarının olmasından dolayı İslâm bilginleri tarafından
farklı tarifler yapılmıştır.
Kirni âlimlere göre
bid'at, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sonra meydana gelen her şeydir. Bu tarifi
yapan âlimler, bid'ate sözlük anlamından daha geniş bir anlam yüklemişlerdir.
Bu sebeple de sonradan çıkan amel ve inançlan iyi ve kötü olmak üzere ayırmak
mecburiyetinde kalmışlardır. Sonradan ortaya çıkıp Kur'ân ve Sünnet'e muhalif
olmayan ya da emirlerinin bir gereği olan şeylere bid'at-i hasene güzel bid'at;
muhalif olanlara ise, bid'at-i seyyie kötü bid'at ismini vermişlerdir.
Bid'ati bu şekilde
tarif edip taksimata tabi tutanlar, Kur'an ve sünnete muhalif olmayan ya da
emirlerinin bir gereği olan şeylere bid'at isminin verilmesine dayanak olarak,
Hz. Ömer'in şu sözünü ileri sürerler:
Hz. Ömer, Übey b.
Ka'b'in, (r.a) sekiz rekât olan teravih namazını yirmi rekât olarak kıldığını
ve Rasûlüllah (s.a.v.) döneminde münferiden kılınan bu namazın cemaat halinde
kılındığını gördüğünde:
“Bu ne güzel bid âf”
demiştir.
[903]
Diğer âlimlerin bid'at
tarifleri ise şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.s.) den sonra ortaya çıkan, din ile
alâkalı olup bir ilâve veya eksiltme mahiyetinde olan her şeydir.
[904]
Bu âlimlere göre
önceki gruptakilerin “Bid'at-i hasene” kapsamına soktukları şeyler haddi
zatında bid'at değildir. Onlara bid'at ismini vermek yanlıştır. Çünkü bu gibi
şeylerin Kur'ân ve Sünnet'te dayanakları vardır. Bunlara sonradan çıkmış şeyler
nazariyle bakılamaz.
Aslında her iki gruba
göre de dinin asiına olan ilâve ya da aslından yapılan eksiltmeler yasaklanmış
olup, kötü bir bid'attir. Ancak ikinci grup âlimlerin bİd'atin tarifi konusunda
daha tutarlı oldukları görülmektedir. Çünkü ilk grubun bid'at-i hasene
kapsamına soktukları şeyler, aslında sonradan çıkmış şeyler değildir; onların
Kur'an ve Sünnet'te dayanakları vardır.
Şu da bir vakıadır ki,
birinci gruba tâbi olan fakat bu âlimlerin ne demek istediklerini hakkıyla
anlamayan mukallidleri, dinde eksiltme ya da fazlalık durumunda olan şeyleri de
bazen bid'at-i hasene kapsamına sokmuşlar; ikinci gruptakilerin mukallidleri
ise, bid'at sayılmaması gereken bazı hususları bid'at kapsamına sokarak onlara
karşı çıkmış ve hemen hemen her içtihada bid'at demeye başlamışlardır.
Günümüzde pek çok
bid'at, müslümanlann hayatına girmiştir. Bu sebeple dininin emirlerini yerine
getirmek isteyen her kişi, bu hususa dikkat etmeli; dinde eksiltme ya da ilâve
mahiyetinde olan söz, tavır ve davranışların yasaklanmış şeyler olduğunu
bilerek bunları hayatından ayıklayıp atmalıdır. Burada müracaat edilecek yegane
kaynak ise, Kur'ân ve Sünnet'tir.
[905]
1564- Zeyd
b. Hâlid el-Cühenî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Dikkat edin! Size şahidlerin en hayrlısını haber
veriyorum; o, şahidliği-ni, şahitlik kendisinden istenmeden önce yapan
kimsedir.”
[906]
1565. Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Vaktiyle iki kadın, çocuklarıyla birlikte bulunduğu
bir sırada kurt gelip bunlardan birinin çocuğunu alıp götürmüştü. Bunun
üzerine çocuğunu kurt kapan büyük kadın, arkadaşı olan kadına:
“Kurt senin çocuğunu götürdü!” dedi. Diğer kadın da:
“Kurt ancak senin
çocuğunu götürdü!” dedi. Daha sonra
Davud'un huzurunda muhakeme oldular. Davud, sağ kalan çocuğun, büyük kadına
ait olduğuna hükmetti. Derken kadınlar Süleyman b. Dâvûd (a.s)'ın huzuruna
çıkarak meseleyi ona anlattılar. O da:
“Bana bıçağı getirin de sağ kalan çocuğu aranızda
paylaştırayım!” dedi. Bunun üzerine
küçük kadın:
“Hayır! Allah sana
rahmet buyursun! Çocuk, onundur!” dedi. Bunun üzerine Süleyman (a.s), çocuğun,
küçük kadına ait olduğuna hüküm verdi.”
[907]
Açıklama:
Dâvûd (a.s)'ın,
çocuğun büyük kadına ait olduğuna hükmetmesi; ya aralarında bir benzerlik
gördüğü içindir yahut onun şeriatında yaş büyüklüğü tercih sebeplerinden
sayıldığındandır. Çocuğun kadının elinde bulunması da, onun şeriatına göre
tercih sebebi olabilir.
Hz. Davud'un bu hükmü
ictihâd suretiyle mi, yoksa fetva yoluyla mı verdiği ihtilaflıdır. Bazıları:
“Fetva olarak
vermiştir, onun için de Süleyman (a.s)'m onu bozması caiz olmuştur” demişlerse
de Kurtubî buna itiraz etmiş ve:
“Peygamberin fetvası
da hükmü gibidir. Uygulama açısından bunların ikisi de eşittir” demiştir.
Burada şöyle bir soru
akla gelebilir: O halde Hz. Süleyman'a, Dâvûd (a.s)'ın hükmünü bozmak nasıl
caiz olmuştur?
Cevap: Eğer her
ikisinin verdikleri hüküm vahiy yoluyla olmuşsa, Hz. Süleyman'ın hükmü, Dâvûd
(a.s)'ın hükmünü neshetmiştir. İctihadla hükmetmişlerse, Süleyman (a.s)'ın
içtihadı daha kuvvetlidir, çünkü güzel bir hal çâresiyle hakikati meydana
çıkarmıştır.
İbnü'l-Cevzî:
“Her ikisinin
hükümleri, İctihadla olmuştur, çünkü vahiy yoluyla olsa, aksi caiz olmazdı. Bu
gösteriyor ki, zekâ ve anlayış Allah'ın bir ihsanıdır” diyor.
Bazıları, Davud
(a.s)'ın şeriatında yaş büyüklüğünün tercih sebeplerinden sayıldığını kabul
etmemiş; bunun hatâ olduğunu, büyüklük, küçüklük, uzunluk, kısalık gibi
şeylerin sırf tardî birer vasıf olup tercih gerektirmediğini söylemişlerdir.
Süleyman (a.s),
hakikati anlamak için güzel bir çare bulmuş; güya çocuğu ikiye bölerek
kadınlara paylaştırmak için bıçak istemiştir. Dolayısıyla gerçek anne, çocuğunun
kesilmesine razı olmayacaktır. Nitekim bu çare sayesinde hakikat anlaşılmıştır.
Çocuk, büyük kadına ait olmadığı için o kesilmesine rıza göstermiştir. Zira
kendi çocuğunu da kurt kapmıştır. Küçük kadınla dert ortağı olacaktır. Fakat
hakiki anne olan küçük kadın, yavrusunun kesilmesine razı olamamış; ölmektense
yabancı ellerde yaşamasını tercih etmiş ve:
“Hayır! Çocuk onundur”
diye feryâd ederek dâvasından vaz geçmiştir.
Alimler, bu gibi
meselelerde hakikati meydana çıkarmak için hâkimlerin böyle çarelere baş
vurmalarına cevaz vermişlerdir.
[908]
1566- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir adam, başka bir adamın akarını satın almıştı. Akarı
satın alan kimse, onun akarında içi altın dolu bir küp buldu. Bunun üzerine
akarı satın alan adam:
“Altınını benden al!
Çünkü ben, senden sadece arazîyi satın aldım, altını satın almadım!” dedi. Araziyi satan kimse de:
“Ben sana araziyi ve
içinde olanı sattım!” dedi. Daha
sonra bir kimsenin huzurunda muhakeme oldular. Huzurunda muhakeme oldukları
kimse:
“Çocuklarınız var mı?” diye sordu. Biri:
“Benim bir oğlum var”
dedi. Diğeri de:
“Benim bir kızım var”
dedi. Hakim:
“Bu oğlana, bu kızı
nikahlayın! Bundan her ikiniz de harcayın ve sadaka olarak verin” diye
hükmetti.”
[909]
Açıklama:
Bu hadisten, iki
kişinin bir mesele hakkında üçüncü bir kimseyi hakim edinmelerinin caiz olduğu
anlaşılır. Fakat İslâm hukukçularının bu konudaki ictihâdları farklıdır. Ebu Hani-fe'ye
göre hakem tayin etmenin caiz olması, iki tarafın hâkim kabul ettikleri
kimsenin hükmünün muteber olması, memleketlerindeki resmî hâkimin hüküm ve
içtihadına uyguluğu şartına bağlanmışıdır. Muhalif olursa hakem tayin edilen
kimsenin verdiği hükmün hiçbir hukukî kıymeti yoktur. İmâm Mâlik ile İmam Şafiî
yalnız hükme ehliyeti, hükümde adalet ve hakkaniyeti şart kılmışlardır. Her iki
tarafın hukuku düzeltilerek hüküm verilsin de devletin ta'yîn ettiği hâkimin
hükmüne uygun olub olmamasında fark görmemişlerdir.
Bulunan altının veya
kıymeti hâiz olan herhangi gömülü bir malın satıcı ve alıcıdan hangisine âit
olduğu şöyle belirtilmiştir: Bulunan gömü; eğer taş, direk, mermer gibi arz türünden
ise alıcıya âit olur. Eğer altın, gümüş gibi bizatihi kıymetli şeyler ise
bakılır: Eğer bu kıymetli şeyier, cahilîyet devrine âit bir define ise bu
rikazdır, devletin onda hakkı vardır. Eğer İslâm devrine âit definelerden ise
bulunmuş mat, lukatadır. Bu husustaki hükme tâbidir. Definenin, İslâm veya
câhiliyet devirlerinden hangisine ait olduğu bilinmezse kayıp mal sayılarak
beytulmâlde saklanır. Orada beytu'1-mâl yoksa fakirlere, müslümanların umumî
işlerine, din işlerine harcanır.
[910]
Mülkiyetini veya
üzerindeki hakkını terketme niyyeti olmaksızın sahibinin iradesi dışında
kaybolmuş ve başkası tarafından bulunup sahibine verilmek üzere alınmış,
bulanın sahibini bilmediği muhterem üzerinde sahibinden başkasının tasarruf
hakkı olmayan mal.
Lukata ile ilgili
hükümleri İslâm hukukunun iki temel kaynağından ikincisi olan Hz. Peygamber'in
sünneti düzenlemektedir. Kur'an-ı Kerîm lukata ile ilgili hükümleri
açıklamamıştır.
1567- Zeyd
b. Hâlid el-Cühenî (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Peygamber (s.a.v.)'e
alün yada gümüş buluntunun hükmü soruldu. Peygamber (s.a.v.):
“Onun ağız bağını ve kesesini muhafaza et! Sonra onu
bir sene ilan et! Eğer sahibini öğrenemezsen, onu harca yabilirsin. Buluntu
senin elinde bir emanet olsun! Eğer günlerden bir gün arayıcısı gelirse, o
buluntuyu ona ver!” buyurdu.
Soruyu soran zat,
Peygamber (s.a.v.)'e, kaybolan devenin hükmünü de sordu. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.):
“Ondan sana ne? Bırak onu! Çünkü onun çarığı ve su
tulumbası yanındadır. Sahipleri onu buluncaya kadar suya gelir, ağaçları otlar!”
buyurdu. O zat, koyunu da sordu. Peygamber (s.a.v.):
“Onu al! Çünkü o ancak ya senin, ya din kardeşinin
yada kurdundur!” buyurdu.
[911]
1568- Süveyd
b. Gafele (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Zeyd b. Sûhân ve
Selmân b. Rebîa gazaya çıkmıştım. Yolda giderken bir kamçı buldum ve onu yerden
aldım. Her iki arkadaşım, bana:
“Onu aldığın yere
bırak çünkü o başkasına aittir” dediler. Ben de:
“Hayır, onu
atmayacağım. Fakat ben onu ilan ederim. Sahibini bulursam, ona teslim ederim.
Yoksa ondan kendim faydalanırım” dedim.
Gazamızdan dönünce,
haccetmem mukaddermiş. Hac görevini yerine getirip Medine'ye geldim.
Übey b. Ka'b'a
rastladım. Ona, bulmuş olduğum yitik kamçı meselesini ve arkadaşlarımın
bununla ilgili sözünü anlattım. Übey şöyle dedi:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)
zamanında, içinde yüz altın bulunan bir kese bulmuştum. Onu, Resulullah
(s.a.v.)'e getirdim. Resulullah (s.a.v.):
“Onu bir sene ilan et!” buyurdu.
Ben de onu bîr sene
boyunca ilan ettim. Fakat onu bilen bir kimse bulamadım. Sonra Resulullah
(s.a.v.)'e vardım. Yine o:
“Onu bir sene ilan et!” buyurdu.
Tekrar ilan ettim.
Fakat yine onu bilen bir kimse bulamadım. Tekrar Resulullah (s.a.v.)'e vardım.
Yine o:
“Onu bir sene ilan et!” buyurdu.
İlan ettim. Fakat yine
onu bilen bir kimse bulamadım. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“O altınların sayısını, kesesini ve ağız bağını
muhafaza et! Eğer sahibi bir gün gelecek olursa, onları, ona teslim edersin;
gelmezse, ondan kendin yararlanırsın!”
buyurdu.
Hadisin ravisi Seleme
b. Kuheyl:
“Süveyd b. Gafele, “Onu
bir sene ilan et” sözünü üç defa mı, yoksa bir defa mı naklettiğini iyice
bilemiyorum” dedi.[912]
Açıklama:
Para bulan kimsenin,
kendi malına karıştırmayarak kesesiyle aynca muhafaza etmesi gerekir. Çünkü
günün birinde sahibiyim diye birisinin çıkıp gelmesi ve doğru zannedilerek
verilmesi ihtimali bulunduğundan böyle bir yanlışlığa meydan vermemek için bu
tavsiye edilmiştir. Bu nedenle İmam Ebu Hanîfe ile İmam Şafiî'ye göre, malın
kendisine ait olduğunu iddia eden kimsenin delil göstermesi zorunludur, delil
gösteremezse, mal o kimseye verilmez.
Yitik bir para bulan
bir kimsenin, onualırken, sahibini bulduğu zaman vermek üzere almış olması
gerekir. Ona sahip olmak üzere alması ise, gasb hükmündedir. Dolayısıyla bu
şekilde almış olduğu yitik bir parayı telef yada kaybettiği takdirde, herhangi
bir kusuru olmasa bile o parayı ödemesi gerekir.
Bulunan bir paranın
sahibini bulmak için yapılması gereken ilan müddetinin, üç yıl olup olmadığı
şüpheli göründüğünden bu müddet genellikle İslam Hukukçuları tarafından “Bir
sene” olarak kabul edilmiştir.
Bulunan mal, usûlüne
uygun olarak bir sene ilan edildikten sonra sahibi çıkmazsa, o parayı kendisi
çin harcayabilir. Yalnız bu parayı bulan kimsenin sözü geçen esaslar doğrultusunda
ondan yararlabilmesi için fakir olması şartının aranıp aranmaması husus İslam
Hukukçuları arasında ihtilaflıdır.
Ebu Hanîfe'ye göre
buluntu mal; on dirhemden az olursa, onu bir kaç gün ilan etmek yeterlidir.
Eğer on dirhem yada on dirhemden daha fazla olursa, bir yıl ilan etmek gerekir,
imam Muhammed, az ile çok arasında bir ayınm yapmadan bir yıl ilan etmek
gerekir demiştir.
1569-
Abdurrahman
b. Osman et-Teymî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
hacının yitiğini yasaklamıştır.”
[913]
Açıklama:
Hadis, Harem
bölgesinde kaybedilmiş olan yitik bir malı, bulunduğu yerden almanın caiz
olmadığını ifâde etmek için söylenmiş olabileceği gibi, ister Harem dahilinde
olsun, ister Harem sınırları dışında kaybedilmiş olsun, hacı adaylarının yitik
mallannı almanın caiz olmadığını ifâde etmek için söylenmiş de olabilir.
Bazı ilim adamları bu
hadise dayanarak hacılara ait olduğu anlaşıİan yitik mallarla, her kime ait
olursa olsun, Harem sınırları içerisinde bulunan yitik malları almanın caiz
olmadığını söylemişlerdir.
Bu görüşte olan
ulemâya göre sözü geçen yitik mallara el sürülemez, bu mallar olduğu yerde
sahipleri gelip buluncaya kadar beklemeye terk edilirler.
Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre ise sözü geçen yitik mallar, usûlüne göre ve yeterince ilân
ettikten sonra sahibi çıkmadığı takdirde sahiplenmek gayesiyle bulundukları
yerden alınamazlar, sadece sahibine duyurmak üzere ilan etmek gayesiyle
alınabilirler.
1570- Zeyd
b. Hâlid cl-Cühcnî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim yitik bir hayvanı yanında barındırırsa onu ilan
etmediği müddetçe sapık bir kimsedir.”[914]
Açıklama:
Burada yitikten
maksat; deve, koyun, keçi gibi mülk edinmek için alınması caiz olmayan
hayvanlardır. Bunlar ancak sahipleri adına korumak İçin alınırlar.
1571-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sakın bir kimse, başka birisinin hayvanının sütünü
onun izni olmaksızın sağmasın! Sizden birisi yiyecek ve içeceklerinin
saklandığı kilerine gelinmesini, dolabının kırılmasını ve oradaki
yiyeceklerinin götürülmesini ister mi? Hayvanların göğsü de, sahiplerinin
yiyeceğini muhafaza eder. Dolayısıyla izni olmaksızın hiç kimse, başkasının
hayvanını sağmasın!”
[915]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.) burada hayvanın memesindeki sütü, sahibinin izni
olmaksızın alınmasının uygun olmayışını, dolapta muhafaza edilen yiyeceğe
benzetmektedir.
1572- Ebu Şureyh
el-Adevî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
konuşurken kulaklarım duydu ve gözlerim gördü. Peygamber (s.a.v.):
“Kim Allah'a ve ahirct gününe iman ediyorsa,
misafirine, hediyesini ikram etsin”'
buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü! Misafirin
hediyesi nedir?” diye sordular. Peygamber (s.a.v.):
“Misafirin bu ziyaretine karşıhk dünyada hak ettiği
hediyesi, ev sahibinin hediyeleriyle geçen
bir günü ve gecesîdir.
Misafirlik, üç gündür. Bundan fazlası ise misafire bir sadakadır.
Yine kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, ya
hayr söylesin yada sussun!” buyurdu.[916]
Açıklama:
Misafirin ağırlanma
müddetiyle ilgili bu hadis üç şekilde tefsir edilmiştir.
1- Misafire
bir gün bir ece özel olarak hazırlanan yemekler sunmak suretiyle ikramda
bulunulmalı. İşte hadisin metininde geçen caize hediyeden maksat, budur. Eğer
bu caize, misafire sunulmazsa ona ikram etmiş olunmaz.
Fakat misafire
hergünkü yenilen mutad yemeklerden yedirilmeli. O zaman evde üç gün misafir
edilir. Onu bu şekilde üç gün misafir etmekle misafire ikram etme görevini
yerine getirilmiş olunur.
2- Misafire
üç gün üç gece misafir ettikten sonra ona yolculuğunda bîr gün bir gece yetecek
şekilde özel bir yemek hazırlayıp azığına konulmalı. İşte onun caizesi budur.
Bu yapılmadığı takdirde misafire İkram edilmiş olunmaz.
3-
Ev sahibi
olarak bir gün bir gece misafirle çok yakından iigilenilmeli. Ona özel hazırlanmış
yemekler sunmakla ve sohbetinde bulunmakla ağırlanmaya çalışılmalı. İşte onun
caizesi budur.
Bundan sonraki iki gün
içinde ise onun için mükellef sofralar sunulmaya gerek yoktur. Mutad yemekler
sunmakla yetinilebilir. Misafire karşı görev bu şekilde yerine getirilmiş olunur.
Bu, İmam Mâlik'in görüşüdür.
1573- Ukbe
b. Âmir (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Doğrusu sen, bizi (seriyye halinde gazaya) gönderiyorsun. Biz de (bazen) bir
kavme misafir oluyoruz. Fakat onlar bize ikramda bulunmuyorlar. Bu konuda ne
buyurursunuz?” dedik. Resulullah (s.a.v.), bize:
“Siz bir kavme misafir olur da sizin için misafire
yaraşan şeyleri göste-rirlerse kabul
edin! Eğer misafirperverlik yapmazlarsa o zaman
onlardan kendilerine yaraşan misafir hakkını alın!” buyurdu.
[917]
Açıklama:
Bu hadise göre; ev
sahibi, misafirine karşı lâzım gelen vazifesini yerine getirmezse misafir bu
hakkını kerhen ve cebren alır demek olur.
Bunun vacip olduğunu
ileri süren alimler, bu konuda çeşitli hadislere dayanmışlardır.
Bazı alimler de
hadisin ifâde ettiği cebri hakkı, toplumsal düzene uygun bulmayarak bu hakkın
ve misafirin cebren alma salâhiyetinin, son derece açlık hâli olması halinde
geçerli olduğunu söylemişlerdir. Bu suretle misafir hakkını esirgeyen ev
sahibinden bunu almak hakkını yalnız açlık halinde bulunan kimseye tahsis
etmişlerdir. Su içme hakkı da böyle bîr hak kabul edilmiştir.
Bazı âlimler de
misafir hakkının cebren alınması sadaka âmillerine mahsûs idi demişlerdir.
Bazıları da bu
mecburiyet zımmîlere özgüdür. müslüman askerleri bunların köylerine uğradıkça
bu askerleri konuklamaları bu hususta akdedilmiş bir anlaşmaya dayalı idi
demişlerdir.
1574- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, bir defasında,
Peygamber (s.a.v.)'le birlikte bir yolculukta idik. Ansızın bir adam devesinin
üzerinde çıkageldi. Adam, gözünü, sağa ve sola çevirmeye başladı. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.);
“Kimin yanında fazla hayvan varsa onu hayvanı olmayana
versin! Kimin de fazla azığı varsa onu azığı olmayana versin!” buyurdu.
[918]
Açıklama:
Bu hadis, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in sahabilerinin ihtiyaçlarının karşılanmasına gösterdiği
özeni ve kavmin büyüğünün bağlılarını güzel ahlaka ve muhtaçlara yardım etmeye
teşvik etmesinin gerektiğini açıklamaktadır.
1575-
Seleme
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, bir defasında
Resulullah (s.a.v.)'Ie birlikte bir gazaya çıkmıştık da bize kıtlık isabet
etmişti. Hatta bazı binek develerimizi boğazlamayı içimizden geçirdik. Derken
Allah'ın Peygamberi (s.a.v.) emir buyurup yiyecek kaplarımızı topladık.
Bunların toplanması için de yere bir yaygı serdik. Sonra topluluğun yiyecekleri
yaygının üzerinde toplandı. Ben toplanın ne kadar olduğunu tahmin için
uzandım. Toplananın, keçi ağılı kadar olduğunu tahmin ettim. Halbuki biz, yüz
on dört kişiydik. Hepimiz doyuncaya kadar ondan yedik. Sonra dağarcıklarımızı
doldurduk. Sonra Allah'ın Peygamberi (s.a.v.):
“Abdest suyu var mı?” diye sordu. Bunun üzerine bir adam, içerisinde biraz su
bulunan matarasını getirdi. Allah'ın Peygamberi (s.a.v.), onu bir tasa
boşalttı. Derken hepimiz ondan abdest aldık. Yüz on dört kişi onu şarıl şarıl
döküyorduk.
Hadisin ravisi der ki:
Bundan sonra sekiz kişi daha gelip:
“Abdest suyu var mı?”
diye sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Abdest suyu bitti” buyurdu.
[919]
Cihâd kelimesi,
sözlükte; güç ve gayret sarfetmek, amelde mübalağa etmek ve zahmet gibi
anlamlara gelen “Cehd” kökünden türemiştir.
Terim olarak ise; yüce
Allah'ın dini için; can, mal, dil ve diğer vasıtalarla güç ve gayret sarfetmeye
cihad denir.
İslâm'ın yükselmesi,
korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, gayret
sarfetmek ve bu yolda mücadele etmektir. Daha açık bir ifadeyle; Yüce Allah
tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah
yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir. İnsanın maddî-manevî bütün varlığını
Allah yolunda ortaya koyarak Hakk'ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için
savaşması “Cihad”dır.
İslam, insan toplumunun
ıslahını, sulh içinde yaşamalarını gaye edinmiş ve insan hak ve hürriyetlerini
korumayı esas almıştır.
Savaş halini meşru
kılan sebepler şunlardır:
1- Meşru
müdafaa denilen ve müslümanlara doğrudan yada dolaylı yollarla İslam toplumunun
varlık ve bağımsızlığına ve müslümanların dinlerinde fitneye yol açacak şekilde
ülkelerine, mallarına ve kendilerine saldırı ile İslam tebliğ ve davetini
engellemek ve gerçek bir tehlike sayılacak şekilde müslümanlara karşı kötü
niyet beslenmesi.
2- Önceden
mevcut olan bir savaşın kesintiye uğramasından veya yapılmış bir sulhun düşman
tarafından bozulmasından sonra edeblendirme ve sulh halinin sağlanması maksadıyla
savaşa devam edilmesi.
3- Zayıf
durumundaki azınlık müslüman bir topluluğun, onlara zulmeden ve haklarını
çiğneyen kendi gayri müslim devletlerine karşı İslam devletinden yardım
istemeleri halinde, onlara yardım maksadıyla,
Hanefi, Hanbeli ve
Mâliki hukukçulannın oluşturduğu cumhuru fukahaya göre; savaşın illet ve
sebebi, düşmanın İslam'a ve müslümanlara karşı savaş ve saldırışıdır.
Şâfiilere göre ise;
savaşın illet ve sebebi, bizzat küfrün kendisidir.
[920]
Siyer kelimesi Arapça
“Sîre” sözcüğünün çoğulu olup Peygamber (s.a.v.)'in hayatını anlatmak için
kullanılır. Zaman içinde; soy dizini, doğumu, çocukluğu, gençlik yılları,
peygamberliği, Mekke ve Medine'de meydana gelen olaylar ve gerçekleşen
savaşları da içine alacak şekilde, doğumundan ölümüne kadar Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in hayatından sözeden kitaplara “Siyer-i Nebî”,
“es-Siretü'n-Nebeviyye” veya kısaca “Siyer” adı verilmiştir.
Siyer, bir yönüyle
Hadis'e ve bir yönüyle de İslâm Tarihi'nin içine girmiştir. Gerçekten Siyer,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in söz ve davranışlarından bahseden Hadîs ilminin
bilinmesini gerekli kıldığı gibi; Resulullah (s.a.v.)'in hayatının her
safhasından bilgi vermesi itibariyle de İslam Tarihi'nin bir bölümünü
oluşturur.
İslâm âlimlerinin
çoğu, Siyerden itibaren İslâm tarihini bir bütün halinde ele almışlar ve
eserlerinde, Hz. Peygamber (s.a.vj'in hayatından, hattâ öncesinden başlayarak
İslâm Tarihi ile ilgili olayları, yaşadıklan döneme kadar anlatmışlardır.
1576- İbn
Avn'dan rivayet edilmiştir:
“Nâfi'ye mektup yazıp
savaştan önce insanların dine nasıl davet edileceğini sordum. O da, bana şöyle
cevap verdi;
“Savaştan önce davet
etmek, ancak İslam'ın ilk yıllarında geçerli idi. Resulutlah (s.a.v.), Mustalik
oğulları kabilesi üzerine gece baskını yapmıştır. Onlar o sırada gafil bir
durumda bulunuyorlardı. Hayvanları da su başında sulanıyordu. Resulullah
(s.a.v.) onlardan savaşa kalkışanları öldürdü. Savaşa elverişli olmayanlarını
ise esir etti. Cüveyriye'yi de o gün aldı.
Açıklama:
Bu hadisi, bana,
kendisi o ordunun içerisinde bulunmuş olan Abdullah İbn Ömer nakletti..[921]
İslam alimleri,
savaştan önce kafirleri İslam'a davet etmenin hükmü hususunda ihtilaf
etmişlerdir.
1-
Bazılarına göre savaştan önce düşmanı İslam'a davet etmek mutlak surette
vaciptir. Bu, İmam Malik'in görüşüdür.
2- Kafirleri
savaştan önce İslam'a davet etmek mutlak surette vacip değildir.
3- Kafirler
daha önce İslam'a davet olunmamışlarsa onları savaştan önce İslam'a davet etmek
vaciptir. Daha önce İslam'a davet olunmuşlarsa müstehab olur.
Buna göre İslam
ordusu, savaşa gittiği zaman düşmanı önce müslüman olmaya davet eder. Düşman
bunu kabul etmezse cizye ismi verilen vergiyi ödemeye davet eder. Eğer düşman
bunu da kabul etmezse o zaman İslam ordusu düşmanla savaşır.
İmam Nevevî, bu
görüşlerden birincisini zayıf, ikincisinin batıl ve üçüncüsünün de sahih
olduğunu ve cumhurun görüşünün de bu olduğunu belirtmiştir.
[922]
“Müreysi Gazvesi” diye
de anılan Benû Mustalik gazvesi, hicretin 5. yılında meydana gelmiştir.
Peygamber (s.a.v.) bu kabilenin müslümanlar üzerine saldırıya hazırlandığını
öğrenince onlardan önce davranıp üzerlerine yürüdü. On kadar Mustalikli
öldürüldü. Yüzden fazlası kadın olmak üzere altı yüzün üzerinde esir alındı.
İki bin deve ve beşbin koyun ele geçirildi. Esirler arasında buiunan kabile
başkanının kızı Cüveyriye fidye karşılığında azad edilmiş, sonra da Hz.
Peygamber (s.a.v.)'le evlenmişti.
1577-
Büreyde
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
bir orduya yada askeri birliğe bir komutan tayın ettiği za-lan, komutana;
özellikle Allah'tan korkmasını, beraberindeki müslümanlara da ayr tavsiye eder,
daha sonra da:
“Allah yolunda besmele ile gaza edin! Allah'a
küfredenlerle çarpışın! laza edin! Ama ganimete hıyanette bulunmayın! Ahdi
bozmayın! Ölülerin urunlarını ve kulaklarını kesmeyin! Çocuk öldürmeyin!
Müşriklerden olan düşmanınla karşılaştığın zaman ilk
önce onları üç aslete veya güzel şeye davet et! Bu üç şeyden herhangi birisinde
sana icabet derlerse onların bu icabetini kabul et ve onları serbest bırak!
Sonra onları, İslâm'a davet et! Eğer onlar bu hususta
sana icabet eder-îrse onların bu icabetini kabul et ve onları serbest bırak!
Sonra onları, kendi yurtlarından muhacirlerin yurduna
göçmeye davet et! mlara haber ver ki, bunu yaparlarsa muhacirlerin lehine olan
hususlar onla-ın da lehine, aleyhine olan hususlar da onların aleyhine
olacaktır. Yurtların an göçmeyi kabul etmezlerse onlara haber ver ki, müslüman
bedeviler gibi lacaklarlardır. müslümanlar için geçerli olan Allah'ın hükmü,
onlar üzerine e uygulanacaktır. müslümanlarla birlikte cihad etmeleri durumu
hariç, on-ıra ganimetten ve fey'den hiçbir şey ayrılmayacaktır.
Eğer onlar bu müslüman olma teklifini kabul etmezlerse
o zaman onlaran cizye vergisi iste! Eğer onlar bu cizye verme işi hususunda
sana icabet derlerse onların bu icabetini kabul et. Onları serbest bırak!
Eğer anlar, müslüman olma ve cizye vergisini verme
teklifini kabul etmezlerse o zaman Allah'tan yardım dileyerek onlarla savaş!
Bir kale halkını kuşattığın zaman senden Allah'ın
ahdini ve Peygamberinin ahdini kendilerine vermeni İsterlerse onlara, Allah'ın
ahdini ve Peygamberinin ahdini verme! Fakat onlara kendi ahdini ve
arkadaşlarının ahdini ver! Çünkü sizin kendi ahidlerinizi ve arkadaşlarınızın
ahidlerini bozmanız, Allah'ın ve Resulünün ahdini bozmaktan daha hafiftir.
Bir kale halkını kuşattığında senden kendilerine
Allah'ın hükmünü uygulamanı isterlerse o zaman onlara Allah'ın hükmünü uygula!
Fakat onlara kendi hükmünü tatbik et! Çünkü Allah'ın onlar hakkındaki hükmüne
isabet edip etmiyeceğini bilmezsin!”
buyurdu.
[923]
Açıklama:
Hadis, devlet
başkanının, bir gazaya ordu gönderirken, ordu kumandanına Allah'tan korkmasını
ve beraberindeki mü'minlere de hayr murad etmesini tavsiye etmesi gerektiğini
ifade etmektedir. Çünkü müslüman, toprak işgali veya maddi çıkar için cihad
etmez. Cihâdın ana gayesini, İslâm davası ve küfre karşı mücadele teşkil eder.
Dolayısıyla, ordu kumandanına Allah'tan korkmasını tavsiye bu sebepledir.
Hz. Peygamber
(s.a.v.), devlet başkanının, ordu komutanının şahsıyla ilgili olarak Allah'tan
korkmasını tavsiye ederken, yine ona emrindeki rnücahidlerle ilgili olarak hayr
tavsiye etmesi, ordu komutanının, karşılaştığı tüm meselelerde, başkalanna
karşı ise kolaylık göstermesi gerektiğine ve dolayısıyla “Kolaylaştırın,
zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin” anlamındaki hadise bir
işarettir.
Seriyye: Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in bizzat katılmayıp başına komutan tayin etmek suretiyle gönderdiği
asker birliğe denir.
Cizye: müslüman
olmayıp da İslam toprağı üzerinde yaşayan kimselerden fert başına alınan bir,
dergi türüdür.
1578- Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
kendisini Muâz'la birlikte Yemen'e göndereceği zaman ikisine:
“Kolaylaştırın, güçleştirmeyin. Müjdeleyin, nefret
ettirmeyin. Birbiriniz-le uyumlu olun, görüş ayrılığına düşmeyin” buyurdu.
[924]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.) burada dünyaya ait işlerde insanlara kolaylık
gösterilmesini ve ahiret ile ilgili işlerde de hayrlı vaatler, sevindirici
müjdeler verilmesini emretmiştir.
1579-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah kıyamet gününde öncekileri ve sonrakileri
gelmiş geçmiş bütün insanları) biraraya topladığı zaman, her vefasız kimse
için bir sancak çekilip:
“İşte bu, filanca oğlu filancanın vefasızlığıdır”
denilecek” buyurdu.
[925]
1580- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kıyamet gününde her vefasız kimse için bir sancak
olup o kimse bu sancakla bilinecek”
[926]
Açıklama:
Ahde vefasızlık
gösteren yönetici ve halk kesiminden her kimse için kıyamet günü bir sancak
dikilmesinden maksat; o kimseyi, insanlar huzurunda teşhir edecek bir alamet
dikil-mesidir. Eskiden bir kimse verdiği sözü yerine getirmezse, Araplar, Pazar
yerlerinde sancaklar dikerek onun vefasızlığını teşhir ederlerdi.
1581- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Savaş, aldatmadır.”
[927]
Açıklama:
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in askeri yönlerinden biri de, haber almaya Önem vemesi ve haber
sızdırmak için gerekli tedbirleri almasıdır. Bu husus, “Nebevi Siyasef”te
önemli bir yer teşkil eder.
İslam alimleri, savaş
sırasında düşmanı aldatmak ve şaşrtmak için her türlü hilenin caiz olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir.
Savaşın hile
olmasından kasıt; savaşı yapan için en mükemmel, en iyi savaş, hedefine
düşmanla karşılaşarak ulaşılan savaş değil, düşmanı aldatarak yada şaşırtarak
kazanılan savaştır. Çünkü savaşta düşmanla karşılaşma, risklidir. Halbuki
aldatarak sonuca ulaşmada hiçbir risk mevcut değildir.
Dolayısıyla hadis,
savaşta, düşmana her fırsatta hile yapmanın meşru olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır.
1582- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Fakat onlarla
karşılaştığınız zaman sabredin.”
[928]
1583-
Abdullah İbn Ebi Evfâ (r.a)'tarı rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
düşmanla karşılaştığı savaşlarından birisinde güneş tam tepe noktasından batıya
doğru meyledene kadar bekledi, sonra insanların içerisinde ayağa kalkıp:
“Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin!
Allah'tan afiyet dileyin! Onlarla karşılaştığınız zaman sabredin! Bilin ki,
cennet, kılıçların gölgeleri altındadır”
buyurdu. Daha sonra Peygamber (s.a.v.) tekrar ayağa kalkıp:
“Allahümme! Munzile'l-Kitâbi ve mucriye's-sehâbi ve
hâzime'l-ahzâbi ihzimhum ve'nsurnâ aleyhim; Ey Kitabı indiren, bulutlan
yürüten, İslam aleyhine toplanan grupları dağıtan Aliahım! Onları dağıt,
hezimete uğrat, onlara karşı bize yardım et” diye dua etti.
[929]
Açıklama:
I. Lütfü Çakan,
konumuzla ilgili hadisleri, “Hadislerle Gerçekler” adlı kitabında “Şanlı
Direniş” başlığı altında şöyle açıklamaktadır;
“Çıkarcı ve sömürgeci
Batı'nın, müslümanların yaşadığı hemen her yörede ya doğrudan yada uşakları
aracılığıyla müslüman milletler ve toplumlar üzerinde sürdürdüğü amansız ve
acımasız savaşlar ve iki yüzlü politikalar, bu iki dünya arasında kesin ve
topyekün bir hesaplaşmayı hızla gündeme getirmektedir. Mevcut görüntüye
bakılırsa, böyle bir hesaplaşmada müsiümanlann şansı hemen hemen hiç yok gibi.
Eğer teknik ve sınaî üstünlük herşey demekse bu böyledir.
Öte yandan insanlann,
inançlarından yana tavır koyma, fedakârlıkta bulunma, politikalarını güncel
gerçeklere ve temel dünya görüşlerine göre düzenleme ve uygulama, bu konuda
yekdiğerine destek verme açılarından da düşman, müslümanlardan daha ileride
bulunmaktadır.
Ne var ki, son
yıllarda yaşanan Afganistan, Bosna ve nihayet Çeçenistan direnişlerinde,
yukarıda sözünü ettiğimiz görüntüye hiç de uygun düşmeyen gelişmeler müşahede
edilmektedir. Başlangıçta bloklar arası rekabet ve çıkar hesaplan farklılığının
etkisine bağlanan bu gelişmeler, Bosna ve Çeçenistan örneklerinde olduğu gibi,
Batı ve Sovyet bloklarının birleşmesine rağmen, beklenenin aksine
seyretmektedir. Üstelik İslâm dünyasının olayları etkileyecek derecede bir
destek ve ilgisinden de söz edilemezken. Daha garibi, müslümanların
kullandıkları silah ve mühimmatın hemen tamamı da düşman ürünü iken.
Herhalde olan
hadisimizin çizdiği genel harekât stratejisidir. müslümanlar hiç bir olayda,
savaş çığırtkanlığı yapmamışlardır. Düşmanla karşılaşmayı istememişler, bu
milletleri düelloya davet etmemişlerdir. Düşman, onların üzerine gelmiş,
yurtlarını İşgal etmiştir. Düşmanla lika/karşılaşma böylece gerçekleşmiştir.
Şimdi yapılan, herşeye rağmen düşmana karşı dayanınak, harbin bütün şiddet ve
dehşetine karşı sabır ve sebat göstermekten ibarettir. Harbin asıl rüknü
sabırdır. Zafer büyük ölçüde sabır ürünüdür. O yüzdendir ki yüce kitabımız, düşmanla
karşılaşanlann “Ayaklarının sabit kılınması”, “Üzerlerine sabır yağdırılması”
duasında bulunduklarını bildirmektedir.
[930]
Görüyoruz ki bu son
olaylarda düşmanın üstün teknolojisi ve eğitilmiş İnsan gücü, sabreden
müslüman direnişi karşısında bocalamaktadır. Düşman, bîr taraftan kendi cephe
gerisini ve dünya kamu oyunu yaptığı zulme, işlediği cinayete yeterince İkna edemezken
öte yandan İslâm'ın, insanı tanıyan mesajının yayılmasına bütün gayretlerine
rağmen engel olamamaktadır. Afgan cihadının Türk illeri gerçeğinin gün yüzüne
çıkmasında rolü olmadığı söylenebilir mi? Çeçenistan ve Bosna direnişlerinin
nelere sebep olacağını kestirmek bu yüzden öyle pek kolay olmasa gerek. Üç
yıllık zulüm Bosna'da bir müslüman cephe oluşturdu, bir milleti kendine
getirdi. Moskof istilası, tevhid'i milli marş haline getirmiş Çeçen halkını
tarihî Şeyh Şâmil çizgisinde tek yürek halinde birleştirdi, destanlaştırdı.
Yıkılan, yağmalanan, bombalanan Çeçenistan'in maddesidir. Buna mukabil şahlanan
İslâm'ın devletleşme sevdâsıdır.
Öyle görünüyor ki, ne
sırp eşşeği ne de moskof ayısı böylesi bir gelişmeyi önceden tahmin
edememişlerdi. Yoksa böylesi bir gelişmeye sebep olmamak için daha başka yollar
deneyebilirlerdi.
Ölüme razı olmak,
ölümsüzlüğü yakalamak demektir. Başkalarının hayatı sevdiği kadar şehâdete
vurgun olmak, gerçek mutluluğu kılıçların ya da silahların gölgesinde görmek ve
bilmek, asıl güçtür. Sabrın, sebatın, şerefin ve zaferin kaynağı, işte bu
rızâdır, bu bilinçtir, bu inançtır.
Hadisimiz, bir
strateji olarak işte böylesi bir çizgiyi tüm zamanlarda geçerli olmak üzere
dünya müslümanlarmın önüne koymuş bulunmaktadır. Mevziî ve mevkii çatışmalarda
da muhtemel bir topyekün hesaplaşmada da değişmeyen harekât ilkesi budur.
Düşmanla karşılaşmayı İstememek, harbten uzak kalmaya son âna kadar gayret
etmek, karşılaşınca da sonuna dek sabretmek ve cennetin silahların gölgesinde
olduğunu hiç aklından çıkarmamak.
Düşmanla karşılaşmayı
temenni etmenin yasaklanması, nefse ve kuvvete güvenip düşmanı küçümsemek gibi
yanlışlara ve tedbirsizliğe sevkedeceği içindir. Kendini beğenmek ve gücüyle
böbürlenmek, Allah'ın yardımına mâni olur. Bu sebeple nice güçlü ordulann hiç
beklemedikleri zamanlarda perişan oldukları, bozguna uğradıkları görülmüştür.
müslümanların bile Huneyn Savaşı başlanndaki bozgunları aynı sebepten
kaynaklanmıştı. müslüman, tedbirini alacak ama Allah'dan başkasına
güvenmeyecek. Çünkü nefse ve kuvvete güvenmek bir çeşit zulümdür. Allah ise,
zâlime yardım etmez.
Allah'tan afiyet
dilenmesi, gerek ferd, gerekse millet olarak içdış, dünya-âhiret sıkıntılarından
uzak tutulmayı istemektir. Harb ise, bu sıkıntıların en yoğun olduğu yegâne
ortamdır.
Kaçınılmaz olarak
düşmanla karşılaşılacak olursa, bu kez sonuna kadar sabretmek, belâya sabırda
düşmandan daha dayanıklı olduğunu isbat etmek, müslümanların ötedenberi
gösterdikleri kahramanlıkların ve kazandıkları zaferlerin temelinde yatan
yegâne sırdır. Kabul etmek gerekir ki, belâya sabır hele hele harbin
sıkıntılarına sabır öyle herkes için kolay bir şey değildir. Bu yüzden afiyette
olup şükretmeyi, sıkıntıda kalıp sabretmeye tercih eden İslâm büyükleri çok tabiî
olan bir gerçeğe dikkat çekmişler, anlamsız bir kabadayılık gösterisine iltifat
etmemişlerdir.
Hadisimîzdeki
strateji, yüce kitabımızın şu âyetleriyle tam bir uyum arzetmektedir. Yüce
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Bir düşman kıtasıyla karşılaşırsanız,
sebat edin. Allah'ı çok anın ki muzaffer olasınız. Allah'a ve Resulüne itaat
edin! Birbîrinizle çekişmeyin. Yoksa başarısızlığa uğrarsınız, kuvvetiniz
kaybolur. Sabredin! Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir. Sakın,
yurtlarından şımararak, insanlara gösteriş yaparak çıkan ve Allah yolundan
insanları men edenler gibi olmayın!”
[931]
Cennetin kılıçların
gölgesi altında olması ise, düşman karşısında gösterilecek sabır ve
cengâverliğin hangi bilgi ve inanca dayanınası gerektiği konusuna açıklık getirmektedir.
Askerin mânevi gücünün asıl kaynağını, ölüm sonrasına yönelik tereddütlere
düşülmemesi lâzım geldiğini vurgulamakta, harbi ve sabrı cennet yolculuğu
konumuna getirmektedir. Bu, insanların tabiî olarak içlerinde hissedecekleri
ölüm sonrası kaygısına tam bir açıklık ve kesinlik getirmektedir. Bu bilgi ve
tesbittir kî, şâirin ifadesiyle,
“Bir gül bahçesine
girercesine şu kara toprağa girenler”!, cennete uçanlan geçmişte ve günümüzde
dosta düşmana göstermiştir.
Hadisimizin bazı
rivayetlerinde, Hz. Peygamber'in bir duasına da yer verilmektedir.
“Ey kitabı İndiren, bulutu oradan oraya sevkeden,
asker kıtalannı bozguna uğratan Allahıml Bu düşmanları perişan, bizi onlara
karşı muzaffer kıl”
Sevgili
Peygamberimizin Hendek harbi esnasında yaptığı kaydedilen bu dua, zaferin ve
düşman karşısındaki başarının asıl kaynağını göstermekte, Allah'ın yardımım
hakedecek bir tavır ve niyaz içinde olmak gerektiğine dikkat çekmektedir. Bu
husus, tüm İslâmî hareketlerde asla ihmal edilmemesi gerekli, rnüslümanlara
özel bir başarı ilkesidir.
Zor zamanlar gelmeden
zora dayanınanın ve zoru aşmanın yolunu, yöntemini, eğitimini almak gerek.
Çünkü “İşlerin en üstünü, en güç olanlarıdır.” Şartlar agırlaştıkça, yapılan
işin değeri artar. Bu sebeple zoru görünce kaçan değil, zoru başaran
müslümandır. O, inancını zor şartlarda yaşamanın değerini ve zevkini bilen
insandır.
O halde Filistin,
Bosna ve Çeçenistandaki şanlı direnişleri bu çerçevede değerlendirip onlara
Peygamber Efendimizin duasıyla dua edelim. Her alandaki düşman saldırısına ve
hesaplaşmasına bugünden hazır olmak gerektiğini hatırlatan hadisimizi
gönüllerimizde ve evlerimizde levhalaştırmanın zamanındayız.
[932]
1584- Abdullah
İbn Ebi Evfâ (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Hendek savaşı günü gelen düşman gruplarına karşı beddua edip:
Allahümme! Munz ile'I-Kitabi serîa'I-hisâbi
İhzimi'l-ahzâbe. AHahüm-mehzimhum ve zelzilhum; Ey Kitabı indiren, hesabı hızlı
olan Allahım! İslam aleyhine toplanan düşman gruplarını dağıt. Allahım! Onları
hezimete uğrat ve sars!” diye dua
etti.
[933]
1585- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Resulullah (s.a.v.),
Uhud savaşı gününde:
“Allahümme! înneke in teşe' lâ tu'bed fi'l-ard
Allahım! Sen dilersen yeryüzünde sana kulluk edecek kimse kalmaz!” diye dua etti.
[934]
1586-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah
(s.a.v.)'in gazalarından birisinde bir kadın öldürülmüş olarak bulundu. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.), kadınların ve çocukların öldürülmesini uygun
görmeyerek yasakladı.”
[935]
Açıklama:
Cihad, İslam
düşmanlarının kötülüğünü defetmek ve onların mukavemetini kırmak için meşru
kılınmıştır.
İnsan ancak işlemiş
olduğu bir masiyet sebebiyle öldürülebilinir. Bunlardan birisi de, İslama karşı
savaşmak. İslam'a ve müslümanlara karşı silah çekmeyen veya bizzat savaşmayan
erkekler, kadınlar, din adamları, yaşlılar ve çocuklar öldürülmezler. Bunların
öldürülmemelerindeki neden, onların savaşa katılmamalandır. Eğer savaşa bizzat
katılıp müslümanlara karşı savaşacak olurlarsa, öldürülmeleri caiz olur. Çünkü
bunlar, savaş etmekle birlikte müminlere karşı suç işleyen muharip durumuna
geçmiş durumdadırlar.
1587- Sa'b
b. Cessâme (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'e,
gece baskını yapılan saldırılarda öldürülen müşriklerin çocuklarının hükmü
soruldu. Çünkü bu baskınlarda onların kadınlarına ve çocuklarına da isabet
alıyorlardı. Peygamber (s.a.v.):
“Onlar da onlardandır” buyurdu.
[936]
Açıklama:
Cihad, İslam
düşmanlarının kötülüğünü defetmek ve onların mukavemetini kırmak için meşru
kılınmıştır.
İnsan ancak işlemiş
olduğu bir masiyet sebebiyle öldürülebilinir. Bunlardan birisi de, İslama karşi
savaşmak. İslam'a ve müslümanlara karşı silah çekmeyen veya bizzat savaşmayan
erkekler, kadınlar, din adamları, yaşlılar ve çocuklar öldürülmezler. Bunların
öldürülme-melerindeki neden, onların savaşa katılmamalarıdır. Eğer savaşa
bizzat katılıp müslümanlara karşı savaşacak olurlarsa, öldürülmeleri caiz olur.
Çünkü bunlar, savaş etmekle birlikte müminlere karşı suç işleyen muharip
durumuna geçmiş durumdadırlar.
Bununla birlikte bazı
askerî operasyonlarda bunlar doğrudan hedef yapılmadığı halde elde olmayan
nedenlerle kasıtsız olarak söz konusu olup grup zarar görürse, onlar da bulundukları
kimselerin arasında sayılmıştır. Ancak bunları askerî operasyondan ayırma
imkanı varsa ayırmak ve hedef yapmamak genel bir esastır.
Yalnız İmam Mâlik,
Şâfiîler ile İmam Ebu Hanîfe'ye göre; gece baskınında kadın ve çocukları
öldürülmesi caizdir.
Yine İmam Ahmed, sahih
olan görüşüne göre İmam Şafiî, Ebu Hanîfe, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed,
Sevrî ile İshak'a göre; kafirlerin öldürülmesine çocuklar ile kadınların
öldürülmesinden başka bir çare yoksa bunda bir sakınca yoktur. Hatta Hanefiler
ile Sevrî'ye göre; içerisinde müslüman esirleri yada çocuklan yada müşriklerin
çocuklan bulunan kalelere ve gemilere ateş açmakta da bir sakınca yoktur. Böyle
bir savaşta müslümanlardan ölen olursa, diyeti ödenmez. Kefaret de gerekmez.
Sevrî'ye kefaret gerekir.
[937]
1588-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
yahudi olan Nadîr oğulları kabilesinin Buveyre şehrinin hurmalıklarını kestirip
yaktı. Bunun üzerine yüce Allah,
“Hurma ağaçlarından her hangi bir şey kesmeniz veya
kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, yoldan çıkanları
cezalandırması içindir”
[938]
ayetini indirdi.
[939]
Açıklama:
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in, Nadîr oğullan yahudilerinin hurmalıklarının bir kısmını kestirip
yaktırması olayı, Uhud savaşından sonra hicretin 4. yılında müslümanlar ile
Nadîr oğullan arasında olan savaşta gerçekleşmiştir. Bunun üzerine eman dileyip
develerini yükleyip götürebildikleri kadar mal alıp götürmek üzere gitmelerine
izin verildi. Bunlardan bir kısmı Şam'a, bir kısmı Filistin'deki Eriha'ya
gitmişlerdir.
İmam Mâlik, İmam
Şafiî, İmam Ahmed ile İmam Ebu Hanîfe'ye göre, savaşta düşman ordusuna korku
salmak için onların yaş ağaçlarını kesmek ve yakmak caizdir. Yalnız savaşta
düşmanın mallarını yakıp yıkmanın caiz olması için, bu yakıp yıkmanın
müslümanlara bir menfaat sağlaması gerekir.
1589- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Peygamberlerden bir
peygamber gazaya çıkmıştı. Kavmine:
“Nikâhla bir kadına malik olup da onunla gerdeğe
girmeye istediği halde henüz girememiş bir adam, benim arkamdan savaşa
gelmesin! Başka biri ev yapmış, fakat tavanını çekememişse o da benimle
birlikte gelmesin! Bir başkası koyun veya gebe develer satın alıp doğurmalarını
bekliyorsa (o da benimle birlikte gelmesin!” dedi.
Bunun üzerine
peygamber gazaya çıktı. Fethedeceği o yere, ikindi namazı vakti yada ona yakın
bir zamanda yaklaştı. Güneşe:
“Sen bir memursun, ama ben de me'mûrum! Allahım! Bu
güneşi benim için biraz durdur!”
dedi.
Bunun üzerine Allah,
bu peygambere, o yeri fethedinceye kadar güneş onun üzerinde durduruldu. Derken
aldıkları ganimetleri topladılar. Daha sonra toplanan ganimetleri yemek için
gökten ateş geldi. Fakat ateş, toplanan bu ganimeti yemekten kaçındı.
Peygamber, askerlerine:
“Sizin içinizde ganimet malına bir hıyanet var. Buna
göre her kabileden bir adam, bana, biat etsin!” dedi. Bunun üzerine ona biat ettiler. Derken bir
adamın eli, peygamberin eline yapıştı. Peygamber:
Ganimete hıyanet,
sizin içinizdedir. Bana senin kabilen biat etsin!' dedi. Bunun üzerine onun
kabilesi peygambere biat etti. Derken peygamberin eli, iki veya üç kişinin
eline yapıştı. Bunun üzerine peygamber yine:
“Ganimete hıyanet, sizdedir. Sizler, hıyanet ettiniz!” dedi.
Nihayet onlar,
peygambere, sığır başı kadar altın çıkardılar. Onu, yerde duran malın içine
koydular. Daha sonra ateş gelip bu ganimet malını yedi.
Bizden önce hiç
kimseye ganimetler helal kılınmamıştır. Bize helal kılınmasının sebebi şudur:
Yüce Allah, bizim zaafımızı ve acziyetimizi gördü. Dolayısıyla onu bize
tertemiz bir şekilde helal kıldı.
[940]
Açıklama:
413 ve 415 nolu
hadisler de de geçtiği üzere; ganimet, Peygamber (s.a.v.)'e helal kılınmıştı.
Önceki ümmetlere harp ganimetlerini yemek ise haramdı. Onlar, ganimetleri
yakarlardi. Ateşin ganimetleri yakması ganimetlerin Allah tarafından kabulünün
alameti sayılırdı. Hz. Peygamber, İslâm dininin kolaylık dini olduğunu bildiği
için, Allah'ın birgün bu ümmete ganimetlerden faydalanmayı helal kılacağını
ümid ediyordu.
1590- Sa'd
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Benim hakkımda dört
âyet indi. Bunlardan birisi şöyle oldu:
“Savaş sırasında bir
kılıç ele geçirdim. Bu kılıcı, Peygamber (s.a.v.)'e getirip:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu kılıcı ganimet payımdan fazla olmak üzere bana ver!” dedi. Peygamber
(s.a.v.):
“Onu bırak!”
buyurdu. Sonra ayağa kalktı. Peygamber (s.a.v.), ona:
“Onu aldığın yere koy!” buyurdu. Sonra tekrar ayağa kalkıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu kılıcı ganimet payımdan fazla olmak üzere bana ver!” dedi. Peygamber
(s.a.v.):
“Onu bırak!”
buyurdu. Sa'd tekrar ayağa kalkıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu kılıcı ganimet payımdan fazla olmak üzere bana ver! Ben savaşta işe yaramayan
kimseler gibi mî tutulacağım?” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), ona
yine:
“Onu aldığın yere koy!” buyurdu.
Bunun üzerine;
“Sana ganimetin bölüştürül meşinden soruyorlar! De ki:
Ganimetlerin bölüştürülmesi, Allah'a ve Resulüne aittir ”
[941]
ayeti indi.
[942]
Açıklama:
Bu olay, ganimet ile
ilgili Enfal: 8/1 ayeti İnmezden ve henüz ganimet helal kılınmazdan önce
meydana gelmiştir.
Sa'd'ın, hakkımda dört
ayet indirildi demesine rağmen burada sadece birisinden bahsetmiştir. Diğer üç
şey ise şunlardır:
1-
Anne-babaya iyilik.
2- Şarabın
haram kılınması, En'am: 6/152. ayet. Bu mesele, “Fezail” bölümünde gelecektir.
1591-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
içlerinde benim de bulunduğum bir askeri birliği Necd tarafına göndermişti.
Sonunda birçok deve ganimet aldılar. Her birine hisse olarak on iki yada on bir
deve düştü. Fazladan olarak ise beşte bir ayrılan ganimetten birer de deve
aldılar.”
[943]
1592-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
genel ganimet hissemizin dışında Allah ve Resulüne ait olan beşte birlik
hisseden/humustan bize ganimet verdi. Bana bu verdiğinden yaşlı ve büyük olan
bir deve daha düştü.”
[944]
Kâfirlerle yapılan
savaş esnasında veya savaşan iki ordunun karşılaşmaları sırasında gazilerin
kuvveti ile düşmandan alınan maldır.
Humus beşte birden
maksat, düşmandan cihad yoluyla elde edilen malların,
“Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız şeylerin beste
biri; Allah'a, peygamber'e, yakın akrabalara, öksüzlere, muhtaçlara ve
yolculara aittir”
[945]
emrine uyarak ayette belirtilen yerlere vermektir.
Ganimet mallarına,
“Enfal”de denilir. Beşte biri devlet hazinesine ayrıldıktan sonra gazilere
dağıtılan ganimet mallanna, “Taksim edilmiş Ganimetler”; düşmandan alınıp da
henüz gaziler arasında taksim edilmeyen ganimet mallarına, “Taksim Edilmemiş
Ganimetler”; devlet başkanının veya ordu emîrinin, savaşa teşvik için gazilere
fazladan verdiği ganimet mallarına “Neti” çoğulu enfâl denir. Düşmandan
harbetmeksizin alınan ganimete de “Fey” denir.
Kur'an'ın sekizinci
suresine, ganimetlerden bahsettiği için “Enfâl Sûresi”denilmiştir.
Halkına karşı savaş
açılan bir ülke, ya sulh yoluyla, ya da savaşmak suretiyle zorla fethedilir.
müslümanlar, bir yeri sulh yoluyla fethettikleri takdirde hem o zamanki devlet
başkanı, hem de ondan sonra devlet başkanı olacak şahıs, anlaşma şartlarına
uymak mecburiyetindedir. Araziler, anlaşmayı kabul eden karşı tarafın elinde
bırakılır. Böyle bir yerin arazisi üzerine anlaşma şartlarına göre bir vergi
konulmamışsa, o arazi öşr suyu ile yağmur, dere, kuyu, çeşme sulanıyorsa, öşr
üzerine; haraç suyu fetih öncesi sahiplerinin açtığı kanal suyu ile
sulanıyorsa, haraç üzerine anlaşma yapılır, buna göre vergi alınır.
müslümanların gayr-i müslimlerden savaşarak elde ettikleri araziler hakkında şu
hükümler geçerlidir; devlet başkanı bu hükümlerden herhangi birini tatbik
etmekte serbesttir.
1- Araziyi
eski sahipleri elinde bırakır, kendilerine diğer ganimet mallarından barınabilecekleri
miktarda mal verir. Arazilerinden haraç, kendilerinden de cizye alır. Hz. Ömer
Irak'ı fethettiğinde böyle yapmıştır.
2-
Fethettiği bölge ahâlisini oradan çıkarır, yerlerine hariçten getirilen gayr-i
müslimler yerleştirilir. Bu tür arazi, “Haraç arazisi” diye adlandırılır.
3- O belde
ahâlisi kendi istekleriyle müslüman oldukları takdirde, arazileri kendilerine
bırakılır veya o arazi ganimetler ganimeti hak eden muharipler arasında taksim
edilir. Resulullah (s.a.s.)'in feth edilen Hayber arazisi hakkındaki uygulaması
böyledir.
4- Bir kısmı
gaziler arasında taksim edilir, diğer kısmı da hazine masraflarına karşılık
devlet için alıkonulur. Bu şekilde ahâliye verilen veya gaziler arasında taksim
edilen araziye “Öşrî arazi” denilir.
5- Herhangi
bir taksimat yapılmaksızın bütün arazi, müslümanlar adına devlet tarafından
muhafaza edilir. Böyle araziye “Memleket arazisi, mirî veya, emîrî arazi”
denir.
Hanefi mezhebine göre
gaziler arasında taksimatı yapılmasına karar verilen araziler, diğer ganimet
mallan oranına göre taksim edilir. Ganimetlerden menkul taşınabilir malların
taksimi: Ganimet mallarının beşte biri Allah'a ayette geçen bu ifade,
teberrüken zikredilmiştir, Resulüne, onunla akrabalığı bulunanlara, yetimlere,
yoksullara ve yolculara aittir.
[946]
Yolculardan maksat, yolda parası kalmayanlardır. Geriye kalan beşte dördü ise
muhariplere taksim edilir. Muhariplerden piyade olanlar bir, süvari olanlar ise
iki hisse alırlar. Kumandan da bir fert gibi hisse alır.
Bizzat harbe
katılanlar hisse aldığı gibi bunlara yardım için hazır buîunan erler, savaş
sahasında bulundukları halde hastalık ve benzeri özür nedeniyle savaşa
katılmamış olanlarla, ganimet mallan henüz İslâm yurduna getirilmeden evvel
vefat eden muhariplerle cihada yardım eden kadınlara, çocuklara, kölelere, zimmîlere
ganimetten, gazilerin paylarından daha az bir miktar verilir. Buna “Razh”
denilir. Ganimet mallarının taksiminden sonra geriye kalan mal taksimi mümkün
olmayacak kadar az bir miktar ise veliyyü'1-emr tarafından fakirlere
dağıtılır.
Ganifnet mallarını
taksim edene “Sahibi mekasim, emîri kısmet” denir. Bu memur isterse,
taksimdeki güçlük nedeniyle, ganimet mallarını satar, elde ettiği parayı taksim
eder.
Bu taksim,
veliyyü'l-emr'in izni olmadıkça yapılamaz. Düşman ülkesi fethedilmediği halde
elde edilen ganimetin beşte biri ayrıldıktan sonra geriye kalanı komutan
tarafından muhariplere taksim edilir. Ganimet mallarından az da olsa bir şey
çalmak, bu mallardan daha taksim edilmeden hıyanet yoluyla birşey almak büyük
günahtır. Buna “Gulûl” denir. Ganimet toplayanlardan biri ganimet mallarından
birşeyi telef etse ödemez; İmam Şafiî'ye göre ise öder. Muhariplerin, gayr-i
müslimlerin yurdunda, denizlerinden çıkardıkları balık ve benzeri şeyler ile
karada elde ettikleri av hayvanları, madenler, hazineler ganimet malından
sayılır. Muhariplerin, İslâm diyarı ile küfür diyarı arasında bulunan ormanda
veliyyü'l-emr'in izniyle kesip İslâm yurduna götürdükleri ağaç, ganimet
mallarından sayılır; mancınık ve gemi yapımı için kesilenler ise ganimetten
sayılmazlar. Ganimet mallan, İslâm yurduna götürülmeden taksimi yapılmaz. Harp
hâlinde de taksimat caiz değildir. Şafiî, Hanbelî, Maliki ve Zahirî
müctehidlerine göre bu taksim, düşman yurdunda da yapılabilir. Ganimet mallan
İslâm diyarına hükümetçe taşınması mümkün değil ise, mücâhidler arasında
geçici olarak taksim edilir, onlar vasıtasıyla İslâm yurduna taşınır, tekrar
hepsi bir yerde toplanır. Esas taksim bundan sonra ilk taksime göre yapılır.
Muharipler taksimattan önce ganimet malını satamazlar; yenilip içilecek cinsten
olanlardan istifade edebilirler, fakat saklayamazlar. Silah, elbise, at gibi
mallardan da geçici olarak istifade edilebilir, sonra taksimata tabi tutulur.
Taksimattan evvel düşman ülkesinde ölen muharibin vârislerine ganimetten birşey
verilmez. Ancak İslâm yurduna döndükten sonra ve ganimetin taksiminden evvel
ölen muharibin mirasçılarına ganimetten hissesi verilir. İmam Şafiî ve
diğerlerine göre, düşmanın mağlubiyeti kesinlik kazandıktan sonra ölen
muharibin vârislerine ganimetten hissesi verilir.
[947]
1593- Ebu
Katâde (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Huneyn seferi
yılında Resulullah (s.a.v.)'le birlikte sefere çıktık. Düşmanla
karşılaştığımızda müslümanlarda bir gerileme oldu. Derken bir de baküm kî,
müşriklerden birisi, müslümanlardan birisini alt etmiş, hemen dolanıp adamın
arkasına geldim ve boynuna vurdum. O da, bana döndü ve beni tutup öyle bir
sıktı ki, ölümün kokusunu hissettim. Sonra ölümü gelip de beni bırakıverdi.
Derken Ömer İbnu'l-Hattâb'a
ulaştım. Bana:
“Bu insanlara ne oldu?” diye sordu. Ben de:
“Allah'ın emri” diye
cevap verdim.
Daha sonra bizimle
savaşmaya gelen insanlar geri döndüler. Savaş bitiminde Resulullah (s.a.v.)
oturup:
“Kim bir düşmanı öldürür ve öldürdüğüne dair bir
delili olursa, öldürdüğü kimsenin üzerindekiler öldürene aittir” buyurdu. Bunun üzerine ayağa kalkıp:
“Şu müşriği
öldürdüğüme dair kim bana şahitlik eder?” deyip oturdum. Resulullah (s.a.v.)
yine aynı sözünü tekrarladı. Ben de ayağa kalkıp:
“Şu müşriği
öldürdüğüme dair kim bana şahitlik eder?” deyip oturdum.
Resulullah (s.a.v.)
aynı sözünü üçüncü defa tekrarladı. Ben de ayağa kalktım. Resulullah (s.a.v.),
bana:
“Ey Ebu Katâde! Neyin var?” diye sordu.
Ben de başımdan geçen
olayı ona anlattım. Derken ordudan birisi:
“Ey Allah'ın resulü!
Ebu Katâde doğru söylüyor. Onun öldürdüğü kimsenin eşyaları bendedir, fakat bu
hakkından dolayı Ebu Katâde'yi razı ediver!” dedi. Ebu Bekr es-Sıddîk, bu
adama:
“Hayır! Vallahi, bu olamaz! Resulullah (s.a.v.), Allah
ve Resulü yolunda savaşan ve Allah'ın aslanlarından bir aslanın hakkını
çiğneyerek onun eşyalarını sana veremez”
dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), o adama:
“Ebu Bekr doğru söylüyor, elindekileri ona ver!” buyurdu.
Bunun üzerine adam,
ganimeti bana teslim etti. Zırhı sattım, parasıyla Selime oğullan yurdunda bir
bahçe satın aldım. Bu bahçe, İslam'da/müslüman oldum olalı sahip olduğum ilk
mülkürndür.
[948]
Açıklama:
Huneyn Mekke'ye üç mil
uzaklıkta bir vadidir. Burada hicretin sekizinci yılında müşriklerle müslümanlar
ara sında harb olmuş, müslümanlar çokluklarından dolayı gurura kapıldıkları
için harbin başında bozulmuşlar, fakat sonra Allah üzerlerine sekinet ve
yardımcı melekler İndirerek kafirlerin cezasını vermişti.
Cumhura göre;
savaşçının yanında taşıdığı giyecek, silah ve diğer eşyalandır, Şeklinde tarif
etmiştir.
Yani savaşçının
beraberinde bulunan diğer eşya selebe dahil değildir. Bu hadislere göre savaşta
müslüman mücahidin öldürdüğü düşman üzerinde ve beraberinde bulunan eşya selebe
dahil değildir.
Bu hadise göre,
savaşta müsİüman mücahidin öldürdüğü düşman üzerinde ve baraberin.de bulunan
eşya ganimet malına dahil edilmeyip öldüren mücahide verilir.
1594-
Abdurrahman b. Avf (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Bedir savaşı
günü harp safında sağıma ve soluma baktım. Kendimi, Ensâr'dan yaşları genç iki
çocuğun arasında gördüm. Keşke bunlardan daha kuvvetli olan iki kimse arasında
olaydım diye temenni ettim. Derken bu iki gençten biri beni dürtüp:
“Ey amca! Ebû Cehl'i
tanır mısın?” dedi. Ben de:
“Evet, onu tanırım!
Onunla ne işin var? Ey kardeşim oğlu?” dedim. O da:
“Haber aldım ki, Ebu
Cehl, Resulullah (s.a.v.)'e sövermiş! Nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin
ederim ki, onu görürsem ikimizden eceli gelen ölmedikçe şahsım onun şahsından ayrılmayacaktır!”
dedi.
Gencin söylediği bu
keskin tavırlı söze hayret ettim. Az sonra diğeri de beni dürtüp ötekinin
söylediğinin benzerini bana söyledi. Çok geçmeden Ebû Cehl, insanların arasında
hiç durmadan hareket ederken gördüm ve:
“Görüyor musunuz! İşte
telaşla hareket eden şu adam, sizin sorduğunuz kimsedir!” dedim. Hemen
kılıçlarına sarılıp ona koştular ve kılıçlarıyla onu vurarak öldürdüler. Sonra
Resulullah (s.a.v.)'e gidip ona Ebu Cehl'i öldürdüklerini haber verdiler.
Peygamber (s.a.v.):
“Onu hanginiz öldürdü?” diye sordu. İki gençten her biri:
“Ben öldürdüm” dedi.
Peygamber (s.a.v.):
“Kılıçlarınızdaki kanı şildiniz mi?” diye sordu. Onlar:
“Hayır!” dediler.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), kılıçlara bakıp:
“Onu, ikiniz de öldürmüşsünüz” buyurdu.
Peygamber (s.a.v.),
Ebu Cehl'in üzerindeki eşyanın, Muaz b. Amr İbnu'l-Cemûh'a verilmesini
hükmetti. Bu iki kimse, Muaz b. Amr İbnu'l-Cemûh ile Muaz b. Afra'dır.
[949]
Açıklama:
“Seleb” denilen
savaşta öldürülen kimsenin geride bıraktığı elbise, silah ve benzeri şeyleri
hak kazanmayı gerektiren şer'i öldürme, düşmana ağır darbeyi indiren
öldürmedir. Ebu Cehl'e en çok ağır darbeyi indiren, Muaa b. Amr İbn Cemuh idi.
Abdullah İbn Mes'ud'da
da sonra yetişip canı çıkmak üzereyken Ebu Cehl'in kafasını koparmıştı.
1595- Avf b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hımyer kabilesinden
bir adam, düşmandan birisini öldürmüştü. Onun selebini/ geride bıraktığı
şeyleri almak istedi. Başlarında vali olan Halid b. Velid, onu bundan men
etti.. Derken Avf b. Mâlik, Resulullah (s.a.v.)'e gelip bunu ona anlattı. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.) Hâlid'e:
“Ölen kimsenin selebini, bu kimseye vermekten seni
alıkoyan şey nedir?” diye sordu.
Hâlid:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu kimseyi, çok seleb alma kaygısı içerisinde gördüm” dedi. Resulullah
(s.a.v.):
“Ölen kimsenin selebini, bu adama ver” buyurdu.
Daha sonra Hâlid,
Avfın yanına uğradı. Avf, Halid'in kaftanını çekti. Sonra da Halid'e:
“Nasıl? Sana,
Resulullah (s.a.v.)'e seni şikayet edeceğim ile ilgili söylediğimi yerine
getirdim mi?” dedi. Resulullah (s.a.v.), Avfın bu dediğini işitti ve öfkelendi.
Daha sonra da:
“Ey Halid! Ona verme! Ey Halid! Ona verme! Siz,
komutanlarımı bana bırakır mısınız hiç! Onlar ile sizin misâliniz, öyle bir
adama benzer ki, develeri veya koyunları gütmesi istenilip de bunları güden,
sonra da onları suvarmak için tam zamanını gözetleyen, vakti gelince de
hayvanları bir havuz başına getiren kimseye benzer. O sürüler, havuza girip
suyun temizini içer, bulanığını bırakırlar. İşte o suyun temizi, size kalır ve
bulanığı da komutanlara kalır!”
buyurdu.
[950]
Açıklama:
Bu olay, hicretin 8.
yılında meydana gelen Mute harbinde meydana gelmiştir.
1596- Seleme
İbnu'1-Ekva' (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte Hevâzin gazasına gittik. Bir defa onunla beraber kahvaltı
yaparken, ansızın kırmızı bir erkek deve üzerinde bir adam çıkageldi. Devesini
çöktürdü. Sonra heybesinden bir İp çıkararak onunla deveyi bağladı. Sonra
cemaatla birlikte kahvaltı yapmaya geçti. Etrafına bakınmaya başladı. Bu sırada
bizde zayıflık ve hayvanlarda ise bir incelik vardı. Bazılarımız piyade idik.
Adam birden koşarak çıktı. Hemen devesine gelip bağını çözdü. Sonra çöktürdü ve
üzerine oturarak onu ayağa kaldırdı. Deve onu koşa koşa götürdü. Derken boz bir
dişi deve üzerinde bir adam onun peşine düştü.
Seleme der ki: Ben de
koşarak çıktım ve dişi devenin kalçasının hizasına vardım. Sonra ilerleyerek
erkek devenin kalçasının hizasına yetiştim. Sonra ilerledim. Nihayet erkek
devenin yularından tutarak onu çöktürdüm. Dizini yere koyunca kılıcımı çekerek
adamın başını kestim. Adam derhal düştü. Sonra devenin yularından çekip
getirdim. Adamın eşyası ve silâhı onun üzerinde idi. Derken beni, Resulullah
(s.a.v.) ile yanındaki insanlar karşıladı. Resulullah (s.a.v.):
“Bu adamı kim öldürdü?” diye sordu. Orada bulunan kimseler:
“Ekva'nm oğlu!”
dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bu adamın selebi/geride bıraktığı bütün eşyası,
onundur!” buyurdu.
[951]
Açıklama:
Hevazin gazası,
hicretin 8. yılında Mekke'nin fethinden on altı gün sonra Mekke'ye 16 km. kadar
mesafede bulunan Huneyn vadisinde yapılmıştır. Bu savaş, Mekke'nin güney
doğusundaki dağlarda yaşayan “Hevazin” kabilesiyle yapıldığı için bu savaşa
“Hevazin Gazası” denilmiştir. Bu savaş, Huneyn vadisinde yapıldığı için “Huneyn
Gazası” adıyla da anılır.
1597- Seleme
İbnu'1-Ekva' (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Fezâre kabilesiyle
savaştık. Başımızda, Ebû Bekr vardı. Resulullah (s.a.v.), onu, bizim üzerimize
komutan tayin etmişti. Su ile aramızda bir saat kadar mesafe kalınca, Ebû Bekr,
bize emrederek sabaha karşı mola verdik. Sonra süvarileri baskın için ayırdı.
Bunlar hücum ederek suyun başına vardılar. Suyun başında öldüren öldürdü ve
esir alan da esir aldı. Bu arada ben, içlerinde kadınlar ve çocuklar bulunan
bir insan topluluğunu gördüm. Bunların benden önce dağa varacaklarından endîşe
ederek onlarla dağın arasına bir ok attım. Oku görünce durdular. Daha sonra
onları önüme katarak sürüp getirdim. İçlerinde Fezâre oğullan kabilesinden bir
kadın da bulunuyordu. Üzerinde deriden bir kürk vardı. Beraberinde Arapların en
güzellerinden oîan bir kızı vardı. Ben bunları sürerek Ebû Bekr'e getirdim. Ebû
Bekr, o kadının bu kızını bana ganimet olarak verdi. Daha sonra Medine'ye
geldik. Ama kızın elbisesini bile açmadım. Derken bana Resulullah (s.a.v.)
çarşıda rastlayıp:
“Ey Seleme! Bu kadını bana hibe et!” buyurdu. Ben de:
“Ey Allah'ın resulü!
Vallahi, o kızın güzelliği çok hoşuma gitti. Fakat onun elbisesini daha
açmadım” dedim. Sonra ertesi gün çarşıda Resulullah (s.a.v.), bana tekrar
rastladı ve bana:
“Ey Seleme! Senin gibi bir erkek evladı olduğu için
babanın mükafatını Allah versin. Bu kadını bana hibe et!” buyurdu. Ben de:
“Ey Allah'ın resulü!
O, senindir! Vallahi, onun elbisesini daha henüz açmadım!” dedim. Daha sonra
Resulullah (s.a.v.), onu, Mekkelilere gönderdi. Böylece Mekke'de esir edilen
bazı müsiümanlara karşılık onu Mekkelİİere fidye olarak vererek bir grup
müslümanı bu sayede kurtardı.
[952]
1598- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Üzerlerine savaş yapmadan müslüman olmayan
beldelerden herhangi bir beldeye gelip halkıyla bir mal üzerine anlaşma yapıp
orada ikamet ederseniz onlardan aldığınız fey olur ki, bu, müslümanların
tamamına aittir. Allah'a ve Resulüne karşı isyan eden herhangi bir belde ye
gelip halkıyla savaş yapmak suretiyle onlardan aldığınız mallara gelince
onların beşte biri, Allah'a ve Resulüne aittir. Geri kalan beşte dördü ise
sizindir.”
[953]
Açıklama:
Fetihle ele geçirilen
araziler üç kısma ayrılır:
Düşman topraklan zorla
anveten ele geçirilmişse, İslâm devlet başkanı, bu topraklara şu üç statüden birisini
uygulayabilir:
1- Bu
arazileri savaşa katılanlar arasında paylaştırabilir. Hz. Peygamberin Hayber
topraklarını taksim etmesi gibi.
2- Arazileri
eski sahiplerinin ellerinde bırakabilir. Bu taktirde onlara şahısları için
cizye, arazileri içinde haraç vergisi bağlar. Arazi, haraç arazisi, gayri
müslim olan halk da zimmî olur. İhtiyaç olması halinde ganimeti hak sahipleri
arasında taksim etmek daha uygundur. Ancak buna ihtiyaç yoksa, gelecekte
müslümanlar lehine bir güç oluşturmak için, eski sahiplerinin elinde bırakmak
daha uygun olabilir.
Hanefi ve
Hanbelilelere göre, İslâm devlet başkanının fethedilen araziler üzerinde, gazilere
taksim etme veya vakıf hâline getirme yetkisi vardır.
Bunlar da fey adını
alır. müslümanların bu beldeye girmesiyle arazilerin mülkiyeti beytülmale
intikal eder. Bunlar vakfedilmiş devlet mülkü haline gelir. Devlet başkanı bu
arazileri ekip-biçen müslüman veya zimmîlerden haraç vergisi alır. Böyle bir
beldede düşmandan kalan menkul mallar da fey'e dahil olur. İslâm hukukçulannm
çoğunluğuna göre bunlar vakfedilir ve müslümanların maslahatı için harcanır.
Diğer sahipsiz topraklar
gibi bunlar da devlet mülkiyetine geçer. Bu topraklar devlet namına işletilip
geliri toplum yararına harcanabileceği gibi, devletçe gerekli görülen özel
şahıslara da, dağıtılabilir. Nitekim Benî Nadir arazisi Fedek ve çevresi,
servetlerini Mekke'de bırakıp Medine'ye hicret eden yoksul sahabelerle,
Medineli üç yoksul sahabeye taksim edilmiştir. Devletin şahıslara tahsis
edeceği bu topraklar prensip olarak arazinin bulunduğu bölgeye göre öşür veya
haraç vergisine tabi olur
Fey; düşmandan savaşla
veya savaşsız ele geçirilen toprakların mülkiyetinin devlette, yararlanma
hakkının İse haraç vergisi karşılığında eski sahiplerinde bırakılması demektir.
Bu bir bakıma, geliri toplum ihtiyaçlan için harcanmak üzere arazilerin topluca
vakfedilmesidir.[954]
1599- Hz. Ömer
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Nadir oğuüan
kabilesinin mallan; müslümanlar onların üzerine at ve deve koşturmadan/savaş
yapmadan Allah'ın, Resulüne fey olarak verdiği ganimetlerdendi. Bu nedenle
ganimetler, sadece Resulullah (s.a.v.)'e ait olup bunları bir yıllık ailesinin
geçimi için harcar, sonra da geri kalanı Allah yolunda savaş hazırlığı olarak
silah ve atlar için kullanırdı.”
[955]
1600- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
vefat ettiği zaman, hanımları, Osman b. Affân'ı Ebu Bekr'e gönderip ondan
Peygamber (s.a.v.)'den kalan miraslarını isteyecek oldular. Aişe, onlara;
Resulullah (s.a.v.):
“Bize mirasçı olunmaz. Bıraktığımız her mal, mülkiyeti
beytulmalde olmak üzere sadakadır”
buyurmadı
mı?” dedi.[956]
Açıklama:
Hz. Peygamberin özel
mülkü olan topraklar hakkında Kadı İyâz şunları söylüyor:
Kendisine hibe
edilmiştir. Uhud harbinde müslüman olan yahudi
Muhayrik'in vasiyyeti bu kabildendir ki yedi bahçeden müteşekkildi.
Ensar'ın verdikleri sulanmayan arazi de böyledir. Bunlar Peygamber (s.a.)'in öz
mülkü idi.
Beni Nadîr kabilesini
sürgün ettiği vakit, onlardan harpsiz fey olarak aldığı arazidir. Bu da onun
hususi mülkidir. Beni Nadir'in menkui mallanna gelince: Anlaşma mucibince
bunların silahlardan başkasını yahudiler develerine yükleyip götürmüş; kalanı
da gaziler arasında taksim edilmişti. Fedek arazisinin yarısı iie Vadilkura'nın
üçte biri Peygamber (s.a.)'in özel mülkü idi. Çünkü bu yerleri bu şartlarla
sulhan ele geçirmişti. Bu yerlerin gelirini başı sıkılan müslümanlara sarf
ederdi. Bunlardan başka Hayber'den sulh yolu ile alınmış Vatih ve Selalim
namında iki de kaiası vardı.
Hayberin ve diğer
harple alınan yerlerin beşte birinden eline geçen mallardır.
Bu üç kısım malların
hepsi peygamber (s.a.)'in halis mülkü idi. Lakin o bunları benimsemez;
ailesine, müslümanlara ve ümmetin umumi ihtiyaçlanna sarf ederdi. Vefatından
sonra bu sadakaların temellükü haram kılınmıştır. Aslında Hz. Peygamber'in özel
mülkü olan topraklar bunlardan ibaret değildi. Şu topraklar da onun özel
mülkleri arasında idi:
1- Fedek
arazisinin yarısı.
2-
Vâdiyü'l-kuranın üçte biri, yahudiler kendi yerlerinde bırakılmaları için,
azalanyla kendilerine ait arazinin yarısını Vâdiyül-kuranın üçtebirine tekabül
eden yeri Hz. Peygamber'e bağışlamışlardır. Daha sonra bu yerde oturan ve
yahudi olmayanların elindeki araziyi de onlardan satın aldı. Böylece o bölgenin
üçte ikisi Hz. Peygamber'in mülkü haline gelmiştir.
3- Miras
yoluyla annesinden intikal eden Mehrûz isimli pazaryeri ile bir dükkan.
Bütün bu topraklar,
Hz. Peygamber'in özel mülkü olduğu için vefatından sonra sadaka hükmüne
geçmişler. Bu sebeple de Hz. Ebu Bekr, bu topraklardan miras isteyen Hz.
Fatıma'nın ve Peygamber (s.a.v.)'in hanımlarının teklifini kabul etmedi. Ancak
Peygamber (s.a.v.), bunlardan Hayber topraklarının beşte birinden hissenize
düşen kısmı sağlığında yiyecek ve giyecek masrafları için, ailesine bağışlamış
olduğundan bu topraklar kendi mülkiyetinden çıkıp ailelerinin mülkü olmuştur.
Dolayısıyla kendisinin vefatıyla sadakaya dönüşmemişlerdir. İşte “Sadaka
topraklar” diye bilinen topraklar, onun vefatına kadar, elinde kalan
topraklardır. Ailesinin yiyeceklerini karşılamak üzere tahsis ettiği topraklar
da Hayber topraklarından hissesine düşüp te sağlığında ailesine bağışladığı
topraklardır. Sadaka topraklar ise Hz. Peygamber'in vefatından sonra
beytü'l-mal'a devrdildi, idareleri için memur (mütevelli) tayin edildi.
[957]
1601- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in kızı Fatıma, babasının
vefatından sonra Ebû Bekr'e haber gönderip ondan Allah'ın, Resulüne Medine
civarında bulunan Nadir oğulları yurdunda ve Fedek'te savaşsız ganimet/fey
olarak bahşettiği mallardan ve Hayber hurmalıklarının beşte birinden
kalanlardan mirasını istedi. Bunun üzerine Ebû Bekir:
“Doğrusu Resulullah (s.a.v.):
“Bize, mirasçı olunmaz! Bıraktığımız sadakadır. Ancak
Muhammed (s.a.v.)'in ailesi bu maldan yer!” buyurmuştur. Vallahi, ben,
Resulullah (s.a.v.)'in sadakasından hiç bir şeyi, Resulullah (s.a.v.)
zamanındaki hâlinden değiştiremem! Onun hakkında mutlaka Resulullah (s.a.v.)
ne yaptıysa ben de onunla amel ederim!” dedi.
Ebû Bekr, Fâtıma'ya
bir şey vermekten kaçındı. Fâtima da, bu hususta Ebû Bekr'e gücenip ondan
ayrılıp gitti. Ölünceye kadar da onunla konuşmadı. Fâtıma, Resulullah
(s.a.v.)'den sonra altı ay yaşadı..Vefat ettiği zaman, onu, kocası Ali b. Ebi
Tâlib geceleyin defnetti. Onun vefatını Ebû Bekr'e haber vermedi. Cenaze
namazını Ali kıldırdı. Fâtıma'nın hayatı boyunca Ali insanlardan itibar
görmüştü. O vefat edince Ali halkın itibarını kaybetti. Ebû Bekr'le barışarak
ona biat etmek istedi. O, aylarda henüz Ebu Bekr'e biat etmemişti. Ebû Bekr'e:
“Bize gel! Ama seninle
beraber başka bir kimse gelmesin!” diye haber gönderdi. Bunu, Ömer b. Hattâb
gelmesin diye yapıyordu. Bunun üzerine Ömer, Ebû Bekr'e:
“Vallahi onların yanına tek başına girme!” dedi. Ebû Bekr ise:
“Onlar, bana ne tür
bir kötülük yapabilirler ki! Vallahi, ben onların yanına mutlaka giderim!' diye
cevap verdi. Daha sonra Ebû Bekr, onların yanlarına girdi. Âli b. Ebi Talib,
şehâdet getirdi. Sonra da;
“Ey Ebu Bekr! Biz, senin faziletini ve Allah'ın sana
olan ihsanını biliriz! Allah'ın sana verdiği bir hayrı sana çok görmeyiz. Fakat sen, bu hilâfet işinde bize karşı
bağımsız davrandı n/h iç bir şey sormadın. Biz, Resulullah (s.a.v.)'e olan
yakınlığımızdan dolayı bu hilafet işinde kendimiz için bir hak görüyorduk”' dedi.
Ali, Ebû Bekr'le
konuşmasına devam etti. Nihayet Ebû Bekr'in gözlerinden yaşlar boşandı. Sözü,
Ebû Bekr alınca o da:
“Nefsimi elinde
bulunduran Allah'a yemin ederim ki, Resulullah (s.a.v.)'in yakınlarına hizmet
ve yardım etmek, bana kendi yakınlarıma hizmet ve yardım etmemden daha iyidir!
Benîm ile sizin aranızda şu mallar hususunda geçen ihtilâfa gelince; doğrusu
ben o mallar hakkında hiçbir haksızlık etmiş değilim! Resulullah (s.a.v.)'in o
mallar hakkında yapmakta olduğu hiçbir şeyi terk etmedim. Resulullah (s.a.v.)'in
yapmakta olduğu şeyi ben de yaptım!” dedi. Bunun üzerine Ali, Ebû Bekr'e:
“Sana biat etmek için buluşma zamanı, öğleden
sonradır!” dedi. Ebû Bekr, öğle
namazını kıldırınca, Ali minbere çıkıp ilk önce şehâdet getirdi, sonra Ali'nin
durumunu, biat etmede niçin geciktiğini, bu gecikmesine sebep olan özrünü
anlattı. Sonra istiğfar etti. Daha sonra Ali b. Ebi Tâlib şehâdet getirip Ebû
Bekr'in hakkını büyülttü. Kendisinin biati bu kadar geciktirmesine sevk eden
şey; Ebû Bekr'i çekememezlik ve Allah'ın ona vermiş olduğu üstünlükleri
inkârdan dolayı olmadığını söyledi. Sonra da sözüne devamla:
“Biz kendimiz için bu hilafet işinde bir pay
görüyorduk. Fakat bu konuda bize hiçbir şey sorulmadı, biz de buna karşılık
gücendik. Mesele bundan ibarettir!”
dedi.
“Orada hazır bulunan
müslümanlar, Ali'nin bu konuşmasına çok sevindiler ve:
“Ey-Ali! isabet
ettin!” dediler.
Ali, bu maruf/iyi işe
döndüğü zaman müslümanlar Ali'ye yakınlık gösterdiler.
[958]
Açıklama:
Hz. Fatıma, Hz.
Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir'e bir haber göndererek Allah'ın Hz.
Peygamber'e Medine ile Fedekte fey olarak tahsis buyurduğu mallardan ue
Hayberin beşte birinden hissesine düşecek mirası istemişse de Hz. Ebû Bekir “Peygamberlerin miras bırakmadığına,
onların bıraktığı malların sadaka olduğuna” dair hadisi ue Hz. Peygamber'in
Hayber topraklarından aynlan beşte birden ailesine düşen hisseyi işaret ederek
“Benim ailem ancak şu mallardan
yiyebilir” buyurduğunu hatırlatıp onun bu isteğini kabul etmemiştir. Çünkü
bu mailar, kendi vefatıyla sadakaya dönüşmüştür. Sağlığında aile fertlerine
bağışlamış olduğu Hayber arazisinin bir kısmı ise, kendi mülkiyetinden
çıktığından vefatıyle sadakaya dönüşmemiş ve dolayısıyle yine aile fertlerinin
elinde kalmış. Onların geçimlerine tahsis edilmiştir.
Hz. Fatıma (r.a)'ın
miras istemesi hususunda iki İhtimal üzerinde durulmuştur:
1- Babasının
“Bize mirasçı olunmaz!” hadisini yorumlamış, kendisinin kıymetli mallarda
babasına mirasçı olamayacağını, yiyecek, giyecek ve silah gibi şeylerde mirasçı
olacağını sanmıştır. Fakat hadis “Allah'ın fey olarak verdiği..” ifadesi bu
yorumu reddeder.
Bazı alimlere göre,
Hz. Fatıma'nın miras istemesi, bu hadisi duymazdan öncedir. Hz. Fatıma vasiyyet
ayetiyle delil getirmiştir. Sözkonusu âyette, mirasçı bir kızsa kendisine mirasının
yarısı verileceği bildirilmektedir.
[959]
1602- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır: “Kadınlarımın nafakası ile
işçimin ücretinden sonra benim mirasçılarım, bıraktığım bîr tek dinarı bile
paylaşmasınlar. Çünkü bu kalan, mülkiyeti beytülmalde kalmak üzere sadakadır.”[960]
Açıklama:
Alimler bu hadisteki
“Dinar” kaydının başka mallara tenbih için getirildiğini söylemişlerdir.
Bundan maksat, miras istemeyi yasaklamak demek değildir. Çünkü yasak, mümkün
olan şeylere özgüdür. Peygamber (s.a.v.)'e mirasçı olmak ise mümkün değildir.
Dolayısıyla hadiste kastedilen husus, haber vermedir. Yani hiçbir şeyi taksim
edemezler. Çünkü buna mirasçı olunmaz.
Resulullah (s.a.v.)'in
hanımlarının nafakaları, miras değildir. Onlar, iddet bekleyen kadınlar
hükmündedir. Nafakaları bundan dolayı verilmiştir. Çünkü onlara evlenmek,
ebediyen caiz değildir. Bu sebeple de onlara nafaka verilmiş, oturdukları evler
de onlara verilmiştir.
1603-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
ganimet dağıtımında at için iki hisse ve piyade için ise bir hisse vererek
bölüştürmüştür.”
[961]
1604- Hz.
Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bedir harbi olduğu
gün Resulullah (s.a.v.) müşriklere baktı. Onlar bin kadar idi, sahabileri ise
üç yüz ondokuz kişi idi. Bunun üzerine Allah'ın peygamberi (s.a.v.) kıbleye
döndü. Sonra ellerini uzatıp Rabbine:
“Allahım! Bana vaat
ettiğini yerine getir! Allahım! Bana vaat ettiğini ver! Allahım! Eğer
müslümanlardan olan şu topluluk helak edersen bundan sonra yeryüzünde sana
ibâdet olunmaz!' diye dua etmeye başladı. Ellerini uzatarak kıbleye karşı
Rabbine o derece dua da bulundu ki, nihayet omuzlarından kaftanı düştü. Daha
sonra Ebû Bekr, onun yanına gelip kaftanını yerden aldı ve omuzlarına koydu.
Sonra arkasından ona sarılarak:
“Ey Allah'ın
peygamberi! Rabbine yaptığın dileğin O'na yetişir! Şüphesiz ki O, sana vaat
ettiğini yerine getirecektir!' dedi. Bunun üzerine Yüce Allah:
“Hani Rabbinizden yardım istiyordunuz!” O da:
“Ben size birbiri ardınca gelecek bin melekle yardım
göndereceğim!” diye duanızı kabul
buyurmuştu
[962] âyetini indirdi ve Allah
ona meleklerle yardım gönderdi.
Hadisin ravisi Ebû
Zumeyl der ki: Sonra bana Abdullah İbn Abbâs rivayet edip dedi ki:
“O gün müslümanlardan
bir kimse, önünde müşriklerden bir adamın peşinden koşarken ansızın üzerinde
bir kırbaç darbesi işitti. “Gayret et, ey Hayzûm!” diyen bir süvarinin sesini
duydu. Bir de önündeki müşrike bakti ki, boylu boyunca yere serilmiş! Burnu
vurulmuş, yüzü de kırbacın vurduğu şekilde yarılmış olduğunu gördü. Bütün
bunlar, yemyeşil olmuştu. Daha sonra bu Ensâr'lı kimse, Resulullah (s.a.v.)'ın
yanına gelip bu olayı ona anlattı. Resulullah (s.a.v.):
“Doğru söyledin. Bu, gökten gelen üçüncü yardımdır!” buyurdu. müslümanlar o gün yetmiş tane müşrik kişi
öldürdüler, yetmiş tanesini de esir aldılar.
Ebû Zumey! der ki:
“Abdullah İbn Abbâs
şunu da söyledi: müslümanlar, esirleri aldıktan sonra Resulullah (s.a.v.), Ebû
Bekr ile Ömer'e:
“Bu esirler hakkındaki görüşünüz nedir?” diye sordu. Ebû Bekr:
“Ey Allah'ın
peygamberi! Bunlar, senin amca oğulların ve sana akrabadırlar. Ben, onlardan
fidye almanı daha uygun görüyorum! Bu sayede kafirler üzerine kuvvetimiz olur.
Umulur ki “Allah onları İslâm'a hidayet buyurur!” dedi. Daha sonra Resulullah
(s.a.v.):
“Ey Hattâb oğlu! Senin bu konudaki görüşün nedir?” diye sordu. Ömer der ki: Ben:
“Hayır, vallahi, ey
Allah'ın resulü! Ben, Ebû Bekr'in görüşünde değilim. Fakat ben, bize müsaade
buyursan da şunlann boyunlarını vursak fikrindeyim. Ali'ye, kardeşi Akîle karşı
izin ver de Ali de onun boynunu vursun! Bana da filânca bir yakınıma karşı izin
versen de, ben de onun boynunu vurayım! Çünkü bunlar, küfrün imamları ve önde
gelenleridirler!” dedim.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.), Ebû Bekr'in söylediği görüşe meyletti. Benim söylediğime
yanaşmadı. Ertesi gün geldiğim zaman Resulullah (s.a.v.) ile Ebû Bekr'i oturmuş
ağlıyorlar vaziyette buldum. Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Senin ve arkadaşın Ebu Bekr'in neden dolayı ağladığını bana haber ver!
Ağlayacak bir şey bulursam ben de oturup sizinle birlikte ağlarım, ağlayacak
bir şey bulamazsam sırf siz ağladığınız için ben de oturup ağlar görünürüm!”
dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bana senin arkadaşlarının teklif ettiği fidye alma
meselesine ağlıyorum. Gerdekten onlann azabları bana şu ağaçtan daha yakın
arzolundu' buyurdu. Resulullah (s.a.v.) bu sırada yakın bir ağaca işaret
etmişti. Bunun üzerine Yüce Allah, “Yeryüzünde üstünlüğü sağlamadıkça hiç bir
Peygambere esir almak yaraşmaz”
1605- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Necd tarafına bir süvari birliği gönderdi. Bu birlik, Hanîfe oğullan
kabilesinden Sümâme b. Usâi adında bir adamı getirdiler. Bu kimse,
Yemâmenliler'in reisi idî. Onu mescidin direklerinden bir direğe bağladılar.
Derken Resulullah (s.a.v.) onun yanına çıkıp:
“Ey Sümâme! Gönlünde ne var?” buyurdu. Sümâme:
“Ey Muhammedi Gönlümde
hayr vardır. Eğer beni öldürürsen kan davası olan birini öldürmüş olursun.
İyilikte bulunacak olursan şükreden birine iyilik etmiş olursun! Eğer mal
istiyorsan, dilediğin miktarı iste! Sana dilediğin kadar mal verilir!” dedi.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) onu bırakıp gitti. Ertesi günden sonraki gün gelince,
Resulullah (s.a.v.) yine ona:
“Ey Sümâme! Gönlünde ne var?” buyurdu. Sümâme:
“Gönlümde, sana
söylediğim şey var! Eğer iyilikte bulunursan şükreden birine iyilik etmiş
olursun! Eğer beni öldürürsen kan davası olan birini öldürmüş olursun! Eğer
mal istiyorsan dilediğin miktarı iste! Sana dilediğin kadar mal verilir!” dedi.
Resulullah (s.a.v.) onu yine bırakıp gitti. Ertesi gün olunca Resulullah
(s.a.v.) onu bırakıp gitti tekrar ona:
“Ey Sümâme! Gönlünde ne var?” buyurdu. Sümâme:
“Gönlümde sana
söylediğim şey var! Eğer iiyilikte bulunursan, şükreden birine iyilik etmiş
olursun! Eğer beni öldürürsen kan davası olan birini öldürmüş olursun! Eğer
mal istiyorsan dilediğin miktarı dile! Sana dilediğin kadar mal verilecektir!”
dedi.Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Sümâme'yi serbest bırakın!” buyurdu. O da mescide yakın bir hurmahğa gidip orada
boy abdesti aldı. Sonra mescide girip:
“Allah'tan başka ilâh
olmadığına şehâdet ederim! Muhammed'in, O'nun kulu ve resulü olduğuna şehâdet
ederim! Ey Muhammedi Vallahi, yeryüzünde şimdiye kadar bana senin yüzünden daha
sevimsiz bir yüz yoktu! Simdi senin yüzün bana bütün yüzlerden daha sevimli
oldu. Vallahi, benim için senin dininden daha sevimsiz bir din yoktu! Şimdi
dinin, benim için bütün dînlerden daha sevimli oldu! Vallahi, benim için senin
beldenden daha sevimsiz t?ir belde yoktu. Şimdi belden, benim için bütün
beldelerden daha sevimli oldu! Süvarilerin beni yakaladığında ben umre yapmak
istiyordum. Ne buyurursun?” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), onu
müjdeledi. Ona umre yapmasını emretti. Mekke'ye vardığında, birisi ona:
“Sen dininden mi döndün?” diye sordu. Sümâme de:
“Hayır! Fakat ben,
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte müslüman oldum! Hayır! Vallahi, Resulullah
(s.a.v.), size izin vermedikçe Yemame'den bir buğday tanesi bile gelmez!”
dedi.
[963]
Hanife oğulları
kabilesi, Yemame'de yaşayan meşhur bir kabiledir. Sümâme, bu kabilenin reisi
idi. Olay, Mekke'nin fethinden önce gerçekleşmiştir.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in aynı soruyu üç gün tekrar etmesi, Sümame'nin kalbini İslam'a
yatışturmak içindir.
Esiri bağîamayıp
hapsetmek ve onun mescide girmesine izin vermek caizdir.
1606- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Mescitte
bulunuyorduk. Derken yanımıza Resulullah (s.a.v.) çıkageld ve:
“Haydi Yahudilerin yurduna hareket edin!”' buyurdu.
Onunla birlikte sefere
çıktık. Onlara vardığımızda Resulullah (s.a.v.) ayağa kalkıp:
“Ey Yahudi topluluğu! müslüman olun, kurtulun” diye seslendi. Onlarda:
“Ey Ebû'l-Kasım,
tebliği ettin. Sana ihtiyacımız yok”
dediler. Resulullah (s.a.v.)'de:
“Ben de, benim size tebliğ etmiş olduğumu itiraf
etmenizi istiyordum. müslüman olun, kurtulun” buyurdu. Onlar da:
“Ey Ebû'l-Kasım,
tebliği ettin” dediler. Resulullah (s.a.v.)'de:
“Ben de, benîm size tebliğ etmiş olduğumu itiraf
etmenizi istiyordum. müslüman olun, kurtulun” buyurdu. Onlar da:
“Ey Ebû'l-Kasım,
tebliği ettin” dediler.
1607-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Önce Nadîr oğulları
ve sonra da Kureyza oğulları yahudileri, Resulullah (s.a.v.)'e karşı savaş
açmışlardı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), Nadîr oğullarını yerlerinden
çıkarıp sürgün etti. Kureyza'yı ise yerlerinde bırakmış ve onlara bir şey
almamak suretiyle serbest bırakmıştı. Nihayet bundan sonra Kureyza'da ahdi bozarak
Resulullah'a karşı harp etti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), onların
erkeklerini öldürdü, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını da müslümanlar
arasında bölüştürdü. Yalnız bunlardan bazıları İslam'a katılmak üzere
Resulullah (s.a.v.)'le buluştular. O da, onlara güvence verdi ve onlar da
müslüman oldular.
Resulullah (s.a.v.)
bütün Medine yahudîlerini, Kaynuka oğullarını ki bunlar, Abdullah b. Selâm'ın
kavmidir ve Harise oğulları yahudîlerini, Medine'de bulunan Yahudilerin hepsini
sürgün etti.”
[964]
1608- Hz.
Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, o, Resulullah (s.a.v.)'in şöyle
buyurduğunu işitmiştir:
“Yahudiler ile Hır isti yani an, Arap yarımadasından
mutlaka çıkaracağım. Öyle ki Arap yarımadasında müslümandan başka hiç kimseyi
bırakmayacağım.”
[965]
Açıklama:
Arap yarımadasının sınırlan hakkında çeşitli görüşlec vardır. Hanefi âlimierine
göre, bu sınırlar şöyledir:
“Arap yarımadası
Tihame, Necid, Hicaz, Uruz ve Yemen olmak üzere beş bölgeye ayrılır. Tihame;
Hicaz'ın güney bölgesidir.
Hicaz ile Irak
arasında bulunan bölgedir. Hicaz: Yemen dağlarından başlayıp Şam'a kadar devam
eden bölgedir. Bu bölgede Medine ve Amman şehirleri vardır. Uruz: Yemame dahil
oîmak üzere Bahreyn'e kadar uzanan bölgedir. Hicaz'a, Necid ile Yamame arasını
ayırdığı için “Hicaz” adı verilmiştir.
Buralarda bir kilise
yada bir sinogog'un bulundurulmasına izin verilmediği gibi, bu sınırlar
içerisinde köylerde ve şehirlerde şarap ve domuz satılamaz. Müşriklerin burada
mesken sahibi olup yerleşmelerine izin verilemez.
1609- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kureyzalılar,
kalelerinden Sa'd b. Muaz'm hakemliğine indiler. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.), Sa'd'a haber gönderdi. O da, bir merkep üzerinde yanlarına geldi.
Mescide yaklaşınca, Resulullah (s.a.v.), Ensar'a:
“Haydi seyyidinize yada en hayırlınıza ayağa kalkın!” buyurdu. Sonra da Muaz'a:
“Gerçekten bunlar, senin vereceğin hükme razı oldular” buyurdu. Sa'd:
“Bunların harp
edenlerini öldürür, kadınlarını ve çocuklarını ise esir edersin” hükmünü verdi.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Ey Sa'd! Allah'ın hükmüne uygun hükmettin!” buyurdu.
[966]
Açıklama:
Aslından insanlara
ayağa kalkmak caiz olmakla birlikte ayağa kalkan veya kendisi için ayağa
kalkılan açısından arizî bir fesadın bulunması halinde, bu cevaz kerahate
dönüşür.
Kalkan kimse açısından
fesat, riyakar durumuna düşmesidir. Bazı kişilerin bazen hiç de hoşlanmadıkları
bir kimse için cemaat içerisinde ayağa kalkam durumunda kalmaları gibi.
Kalkılan kimse
açısında fesat ise, kendisine gösterilen saygıdan dolayı büyüklük duygusuna
kapılması gibi. Fakat kişi, gelen bir kimseye ayağa kalmadığı takdirde
uğrayacağı zarar ayağa kalktığı takdirde uğrayacağı zarardan daha büyük olmak,
düşmanlık ve kin kazanmak ve saldırıya uğramak gibi zararlara uğraması söz
konusu ise o zaman ayaka kalkar.
Örneğin, Hz. Peygamber
(s.a.v.), Yahudi olan Kureyzahar hakkında hakem olması için Sa'd b. Muaz'a bir
haberci yollamıştı. Sa'd bir eşek üzerinde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanına
gelmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.), Sa'd'ın geldiğini görünce, yanındakilere:
“Haydi efendinize kalkınız” buyurmuştu. Buradaki ayağa kalkma, ihtilaflı olan
ta'zim kalması değil, yardım etmek için ayağa kalkılmasıdır. Çünkü ayağa kalkan
kimseler, onu ta'zim için değil, hayvanından inmesine yardım etmek için ayağa
kalkmışlardır. Çünkü Sa'd, hasta durumda idi.
Hanefi alimlerinden
Tehânevî bu konuda şöyle der:
“Ayağa kalkamnın çeşitli
şekilleri vardır:
1- Kıyam
kelimesi, “Li” harfi cerriyle kullanıldığı zaman, “Ayağa kalkmak” anlamına
gelir.
2-
İla harfi
cerriyle kullanıldıuğı zaman “Ona doğru yürüyüp gitti” anlamına gelir.
3-
Beyne
kelimesiyle kullanıldığı zaman “Önünde görünmek” anlamına gelir.
4-
Ala harfi
cerriyle kullanıldığı zaman “Oturmakta olan bir kimsenin arkasında dikelmek”
anlamına gelir.
Gerek Sa'd b. Muaz
olayında ve gerekse de bu olayda, “Ayağa kalkmak” kelimesi için “İlâ” harfi
cerri kullanıldığı için bu kelime, “Fona doğru yürüyüp gitti” anlamında
kullanılmıştır. Bu çeşit kalkma, ta'zim ve ikram için değildir.
[967]
İbn Abidin'e göre ise;
hatta gelene ihtilaflı olmayan ta'zim (saygı) olsun diye ayağa kalkmak
müstehabtır. Mescitte oturan bir kişinin yanına gelene ta'zimen ayağa kalkması,
Kur'an okuyanın, gelene ta'zim için ayağa kalkması, eğer gelen kişi ta'zime
müstehak ise mekruh değildir.
Esas olan; başkasına
karşı ayağa kalkmak bizzat mekruh değldir. Mekruh ancak kendisi için ayağa
kalkılan kişi kendisi için kalkılmayı severse, işte bu tür ayağa kalmak
mekruhtur. Eğer kendisi için ayağa kalkılmasına kıymet vermeyen bir kimse için
kalkılmasında bir sakınca yoktur.
1610- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Sa'd b. Muâz, Hendek
savaşında yaralanmıştı. İbn Arika denilen Kureyşli bîr adam kendisine bir ok
atmış ve pazusundaki damarını vurmuştu. Bunun üzerine Re-sulullah (s.a.v.)
yakından İlgilenmek için mescitte ona bir çadır kurdurdu. Resulullah (s.a.v.)
Hendek Savaşı'ndan döndüğünde silahını çıkarıp boy abdesti aldı. Bu sırada
başından tozları silkerek Cebrail, ona, gelip:
“Silahı bıraktın mı?
Vallahi, Biz melekler daha silahı bırakmadık. Haydi onlara doğru sefere çık”
dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Ne tarafa?”'
buyurdu. O da, Kureyza oğulları'nı gösterdi. Resulullah (s.a.v.)'de onlarla
savaştı. Neticede onlar, Resulullah (s.a.v.)'in vereceği karara razı oldular.
Resulullah (s.a.v.), onlar hakkında verilecek hükmü Sa'd b. Muâz'a havale etti.
O da:
“Onların savaşanlarını öldürmesine, gerideki çocuk ve
kadınlarının köle yapılmasına, mallarının bölüştürülmesine hüküm veriyorum” dedi.
[968]
Açıklama:
Hendek savaşı,
sırasında Kureyza oğullan yahudileri, müslümanlarla olan dostluk antlaşmasını
bozup İslâm düşmanlarıyla anlaşarak onları devamlı olarak müslümanlar üzerine
kışkırtıp müslümanlara çeşitli zararlar vermeyi başarmışlardı. Savaş
müslümanların lehine ve kâfirlerin aleyhine sonuçlandığından, Kureyza oğullan
da mağlup duruma düşüp kayıtsız şartsız teslime razı olmuştu.
Kureyza oğullan daha
önce Evs kabilesinin dostu olduklarından, harp sırasındaki ihanetlerine,
verilecek hüküm için hakim olarak Evsülerin reisi olan Sa'd b. Muaz'ın görevlendirilmesini
istediler. Sa'd ise erkeklerin öldürülmesine, mallannın taksim edilmesine,
çocuklan ile kadınlarının da esir edilmelerine hüküm ettikten sonra, hicretin
5. yılında ilahi rahmete kavuştu.
1611-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Ahzâb/Hendek savaşından döndüğü
gün Resulullah (s.a.v.) bize:
“Hiç kimse öğle
namazını Kureyza oğulları yurdundan başka bir yerde kılmasın!” diye seslendi.
Fakat bazı insanlar vaktin geçeceğinden korkarak namazı Kureyza oğulları
yurdundan başka yerde kıldılar. Diğerleri ise:
“Vakti geçirsek bile
biz namazımızı ancak Resulullah (s.a.v.)in emrettiği yerde kılarız!” dediler.
Resulullah (s.a.v.), bu iki fırkadan hiç kimseyi azarlamadı.
[969]
Açıklama:
Ahzâb, Hendek
savaşıdır. Bu savaş, hicretin 5. yılı Şevval ayında olmuştu. Ahzâb sûresi burada
indirilmiştir. Bu savaşa, “Ahzab savaşı” denilmesinin sebebi; kafirlerin birçok
Arap kabilelerini buraya topladıkları içindir. Sayıları on bin civarındaydı.
Baş komutanları, Ebû Süfyân idi. müslümanlar, Medine'yi savunmak için şehrin
etrafına hendek kazmışlardı. Bu sebeple de sözkonusu savaşa “Hendek savaşı”
denilmiştir.
1612- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Muhacirler, Mekke'den
Medine'ye geldikleri zaman ellerinde hiçbir şey olmayarak hicret edip
gelmişlerdi. Ensâr ise arazi ve akar sahibi idi. Bu nedenle Ensâr, onlara, her
yıl mallarının yarı gelirini vermek, onlar da çaiışma ve bakım masraflannı
üzerlerde almak kaydıyla mallarını muhacirlere ortaklığa vermişlerdi.
Enes b. Mâlik'in
annesi, -ki ona “Ümmü Süleym” denilirdi- aynı zamanda Abdullah b. Ebî Talha'nm
annesi idi. Abdullah, Enes'in anne bir erkek kardeşi idi. Enes'in annesi,
Resulullah (s.a.v.)'e bir hurmalığını vermişti. Resulullah (s.a.v.)'de bu
hurmalığı, Ümmü Eymen'e yâni âzâdlısına, Üsâme b. Zeyd'in annesine vermişti.
İbn Şihâb der ki:
“Bana Enes b. Mâlik
haber verip dedi ki: Resulullah (s.a.v.) Hayberlilerle savaşı bitirip Medine'ye
çekildikten sonra Muhacirler, Ensâr'm kendilerine meyvelerinden yararlanmaları
için vermiş oldukları hurmalıkları onlara geri iade etmişlerdi.
Enes der ki:
“Resulullah
(s.a.v.)'de, annemin kendisine hediye etmiş olduğu hurma ağaçlarını anneme geri
iade etti. Resulullah (s.a.v.), Ümmü Eymen'e, o hurma ağaçlan yerine kendi
bahçesinden verdi.”
İbn Şihâb der ki:
“Ümmü Eymen'in yâni
Üsâme b. Zeyd'in annesinin durumu şöyle idi: Bu kadın, Peygamber'in babası
Abdullah b. Abdulmuttalib'in hizmetçisi idi. Habeşlilerdendi. Âmine, Resulullah
(s.a.v.)'i, babası öldükten sonra doğurunca ona Ümmü Eymen dadılık ediyordu.
Nihayet Resulullah (s.a.v.) büyüdü ve onu âzâd etti. Sonra da onu Zeyd b.
Hârise'yle evlendirdi. Daha sonra Ümmü Eymen, Resulullah (s.a.v.)'in
vefatından beş ay sonra vefat etti.”
[970]
Açıklama:
Ümmü Süleym'in asıl
adı, Sehle yada Muleyke bİnt. Milhan'dır. Ensâr'm Neccâr oğullan kolundandır.
Medine'de ilk müsliman olan kadınlardandır. Sehie ilk önce Mâlik'le evlenmiş ve
bu evlenmeden Enes dünyâya gelmişti. Sehle kavmi ile beraber müslüman olunca
kocası Mâlik buna kızarak Şam tarafına çekilip gitmiş ve orada küfr üzere
ölmüştür. O sırada Enes sekiz-on yaşlarında idi. Annesi onu getirip
Peygamber'in hizmetine emânet etmişti.
İlk kocası Mâlik
öldükten sonra Ümmü Süleym, Ebû Talha'yla evlenmiş ve bu evlenmeden de
Abdullah doğduğu için 1Ümmü Abdullah1 künyesiyle de anılmıştır. Dolayısıyla
Abdullah İbn Ebî Talha, Enes İbn Mâlik'in ana bir kardeşidir.
Hz. Peygamber'in Medine'ye
hicretinde ilk biat eden kadınlar arasında bulunmak şerefine nail olan Ümmü
Süleym oğlu Enes'i Peygamber'in hizmetine tahsis etmekle kalmayıp bu hadiste de
görüldüğü üzere sahibi olduğu birkaç hurma ağacını da Hz. Peygamber'e hediye
etmişti. Kadınlar arasında dînî selâbeti, zekâsı, metanetiyle temayüz eden Ümmü
Süleym'in kahramanlıkları ve Peygamberle çok yakın münâsebetleri vardı.
1613-
Abdullah b. Muğaffel (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hayber savaşı günü
bir tulum iç yağı ele geçirdim. Ona sıkıca yapışıp:
“Bugün bundan hiç
kimseye vermem” dedim.
Derken etrafıma
bakındım. Bir de ne göreyim, Resulullah (s.a.v.) bana gülüm
[971]
Ganimetler un, buğday, iç yağı gibi yiyecek maddelerinden ibaret olursa bunlar
İslam lusu daha memleketlerine dönmeden mücahitler bunları yiyip
bitirebilirler. Yenmiş olan yiyecek maddeleri, mücahitlere ödettirilmez. Yine
mücahitlerin ganimet mallarından hayılarına yedirdikleri yiyecekler de
böyledir.
1614-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir. Ebu Süfyan, ona şunu haber
vermiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
ile aramızda Hudeybiye barış anlaşması müddeti içinde seyahata çıktım. Ben Şam'da
bulunduğum sırada Resulullah (s.a.v.) Hirakl'e yâni Rum imparatoruna bir mektup
getirildi. Mektubu, Dihyetü'l-Kelbî getirmişti. O mektubu Busrâ emîrine
vermişti. Busrâ emîri de bu mektubu Hirakl'e verdi. Hirakl:
“Kendisinin Peygamber
olduğunu söyleyen bu adamın kavminden burada kimse var mı?” diye sordu.
Adamları:
“Evet!” dediler. Bunun
üzerine Kureyş'ten birkaç kişiyle birlikte beni de çağırdılar. Hirakl'in
yanına girdik. Bizi huzuruna oturtup:
“Kendisinin Peygamber
olduğunu söyleyen bu adama soyca hanginiz daha yakındır?” diye sordu. Ebû
Süfyân der ki:
“Ben!” diye cevap
verdim. Bunun üzerine beni onun önüne, arkadaşlarımı da benim arkama
oturttular. Sonra tercümanını çağırıp ona:
“Bunlara söyle! Ben,
kendisinin Peygamber olduğunu söyleyen bu adamın kim olduğunu soruyorum! Eğer
bana yalan söylerse siz de onu yalanlayın!” dedi.
Hadisin râvîsi der ki;
Bunun üzerine Ebû Süfyân:
“Allah'a yemin olsun
ki, arkadaşlarım tarafından yalanımın şuraya buraya yayılmasından korkmasaydım
mutlaka yalan söylerdim!” dedi. Sonra Hirakl, tere manına:
“Buna sor! Onun sizin
aranızda asaleti nasıl?” dedi. Ebû Süfyân der: Ben:
“O, aramızda asalet
sahibidir” dedim. Hirakl:
“Babalarından hükümdar
olan var mıydı?” dedi. Ben:
“Hayır!” dedim.
Hirakl:
Onu, bu söylediğini
söylemezden önce yalanla itham eder miydiniz?' dedi. Ben:
Hayır!' dedim. Hirakl:
“O halde ona tâbi
olanlar kim? Halkın ileri gelenleri mi, yoksa zayıfları mı?” dedi. Ben:
“Yok, zayıfları!”
dedim. Hirakl:
“Onlar, artıyorlar mı,
eksiliyorlar mı?” dedi. Ben:
“Hayır, bilâkis
artıyorlar!” dedim. Hirakl:
“Onlardan hiç biri,
onun dînine girdikten sonra beğenmeyerek dininden dönüyor mu?” dedi. Ben:
“Hayır!” dedim.
Hirakl:
“Onunla hiç savaştınız
mı?” dedi. Ben:
“Evet!” dedim. Hirakl:
“Onunla olan savaşınız
nasıl olmuştu?” dedi. Ben:
“Onunla bizim
aramızdaki savaş nöbetleşe olur. Bazen o bizi yener, bazen de biz onu yeneriz”
dedim. Hirakl:
“Vefasızlık eder mi?”
dedi. Ben:
“Hayır! Ama biz onunla
bir müddettir anlaşma içindeyiz. Bu müddette ne yapacağını bilmeyiz!” dedim.
Vallahi içerisine
bundan başka birşey sokabileceğim bir söz söylemeye bana imkân vermedi. Hirakl:
“Bu sözü ondan önce
hiç bir kimse söyledi mi?” diye sordu. Ben:
“Hayır!” dedim.
Tercümanına dedi ki:
“Buna söyle! Ben sana
onun asaletini sordum, sen de onun aranızda asalet sahibi olduğunu söyledin.
Peygamberler böyledir. Kavimlerinin asâletlilerinden gönderilirler.
“Babalarının
içerisinde hükümdar olan var mı?” dedim.
“Hayır!” diye cevap
verdin. Şimdi ben de derim ki:
“Babalarından hükümdar
olan bulunsaydı, babalarının saltanatını arayan bir adam!” derdim. Sana onun
tâbi'lerini sordum.
“Kavminin zayıfları
mı, ileri gelenleri mi?” dedim.
“Yok, zayıfları”
dedin. Peygamberlerin tabileri de bunlardır! Sana:
“Onu bu söylediğini
söylemezden önce yalanla itham eder miydiniz?” dîye sordum.
“Hayır!” diye cevap
verdin! Gerçekten anladım ki, bu kimse insanlara yalan söylemeyi bırakıp da
giderek Allah'a karşı yalan uyduracak değildir. Sana:
“Onlardan hiç biri
onun dînine girdikten sonra beğenmeyerek dîninden dönüyor mu?” diye sordum!
“Hayır!” diye cevap
verdin. İşte iç ferahlığı kalplere karışıp kökleştiği zaman iman da böyledir.
Sana:
“Onun tabileri
artıyorlar mı, eksiliyorlar mı?” diye sordum.
“Arttıklarını söyle
din!” İşte imân, tamam oluncaya kadar böyledir. Sana:
“Onunla hiç savaştınız
mı?” diye sordum.
“Onunla
harbettiğinizi, aranızda geçen savaşların nöbetleşe olduğunu, bazen onun sizi
mağlûp ettiğini ve bazen de sîzin onu mağlûp ettiğinizi söyledin!” Peygamberler
de böyledir, önce imtihan edilirler,
sonra sonuç onların olur! Sana:
“Vefasızlık eder
miydi?” diye sordum.
“Vefasızlık
etmediğini söyledin.” Peygamberler de böyledir. Vefasızlık etmezler. Sana:
“Bu sözü ondan önce
hiç bir kimse söyledi mi?” diye sordum.
“Hayır!” diye cevâp
verdin.
Şimdi ben de derim kî:
“Eğer bu sözü ondan
önce biri söylemiş olsaydı, ben:
“Kendinden önce
söylenmiş bir söze uyan bir adam!” derdim.
Ebû Sülyan der ki:
Bundan sonra Hirakl:
“Size neyi emrediyor?”
diye sordu. Ben:
“Bize namazı, zekâtı,
akrabaya yardımı ve iffeti emrediyor” dedim. Hirakl:
“Eğer onun hakkında
söylediklerin doğru ise o gerçekten Peygamberdir. Onun çıkacağını biliyordum,
ama sizden olacağını zannetmezdim. Ona kavuşacağımı bilsem mutlaka onunla
görüşmek isterdim. Yanında olsam ayaklarını yıkardım! Onun mülkü herhalükarda
ayaklarımın altındaki yere erişecektir!” dedi.
Sonra Resulullah
(s.a.v.)'in mektubunu istedi ve onu okudu. Bir de baktı ki mektupta şunlar
var:
“Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla: Allah'ın Resulü Muhammed'den Rumların büyüğü Hirakl'e:
“Doğru yola uyana
selâm olsun!” Bundan sonra: Biline ki:
“Ben seni İslâm
davetiyle davet ediyorum. müslüman ol, selâmet bul! müslüman ol da Allah senin
ecrini iki defa versin! Eğer bu davetten yüz çevirirsen Hıristiyan çiftçilerin
vebali de muhakkak senin üzerine olur! Ey kitap ehli! Sizin ile aramızda
dosdoğru bir kelimeye gelin! Allah'tan başka hiç bir şeye tapmayalım! O'na hiç
bir şeyi ortak koşmayalım! Allah'ı bırakıp da birbirimizi Rabb edinmeyelim!
Eğer yüz çevirirlerse siz de onlara “Şâhid olun ki biz müslümanlarız!”
deyiverin!.
[972]
Ebu Süfyan der ki:
“Mektubu okumayı
bitirince yanında sesler yükseldi ve gürültü çoğaldı. Bizim için de emir verdi
ve dışarı çıkarıldık. Çıktığımız zaman ben arkadaşlarıma: Artık İbn Ebî
Kebşe'nin işi iştir!.. Ondan Benî Asfar'ın kralı bile korkuyor!” dedim.
Artık Resulullah
(s.a.v.)'in yüzde yüz muzaffer olacağına, ta Allah İslam'ı kalbime sokuncaya
kadar inanmakta devam ettim.
[973]
Açıklama:
Bu hadis; Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e vahiy verildiği, dolayısıyla bir peygamber olarak
gönderildiği, Ehl-i kitabı “Sadece Allah'a kulluk etme, O'na bir şeyi ortak
koşmama, Allah'ı bırakıp birbirimizi rab olarak benimsememeye” davet ettiği,
onun peygamber olarak gönderilmesi ile İlgili olarak Rumların bundan haberdar
olduğu, gönderilecek peygamberin sünnetli olduğu, Rumların diyarını ele
geçireceği, ona İman etmedikleri müddetçe mağlup olacakları, iman ettikleri
takdirde ise muzaffer olacaklan hakkında bilgi vermektedir.
Hirakl, Mekke ticaret
kervanı başkanı sıfatıyla Şam'da bulunan Ebu Süfyan'ı Kudüs'e getirtip uzun
uzadıya Hz. Peygamber (s.a.v.)'le ilgili sorulardan sormuş, bununla ilgili
olarak kahinlik sonucunda elde ettiği bilgiyi Roma'daki arkadaşına da teyit
ettirince kendisinde vicdani bîr kanaat hasıl olup iman etmeye yanaşmış, bunun
için Rumlann ileri gelenlerini Humus'ta toplayıp onlara bu meseleyi açtığında
onlann buna yanaşmaması üzerine bundan vazgeçmiştir.
Müşrikler, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'i, “Ebu Kebşe” adında bir kimseye benzetiyorlardı. Bu adam,
putlara ibadet etme hususunda Kureyş'e muhalefet edip Şı'ra'1-Abûr adlı yıldıza
tapmış bir Huzaalı idi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'de putlara ibadet hususunda
Kureyş'e muhalefet edince onu ona benzeterek “Ebu Kebşe'nin oğlu” ismini
vermişlerdi.
Bir rivayete göre de,
Ebu Kebşe, annesi yönünden Peygamber (s.a.v.)'in atalanndandır. Hz. Peygamber
(s.a.v.)'i ona nispet etmekle güya ona çekmiş olduğunu kast etmek istemişlerdi.
1615- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Allah'ın Peygamberi
(s.a.v.) Kisrâ'ya, Kayser'e, Necâşî'ye ve her zorba krala mektup yazdırarak
onları Yüce Allah'a davet etmiştir. Bu Necâşî, cenaze namazını Peygamber
(s.a.v.)'in kıldığı Necâşî değildir.”
[974]
Fars/İran krallarına
verilen bir unvandır.
Rum meliklerine
verilen bir unvandır.
Habeşistan
hükümdarlarına verilen bir unvandır.
1616- Abbâs
b. Abdulmuttalib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte Huneyn savaşında bulundum. Ebû Süfyân b. Haris b. Abdulmuttalib ile
ben, Resulullah (s.a.v.)'in peşine takılıp savaş sırasında ondan hiç
ayrılmadık. Resulullah (s.a.v.) beyaz bir katırının üzerinde idi. Bu katırı,
ona, Ferve b. Nufâse el-Cüzâmî hediye etmişti. müslümanlar ile kafirler
karşılaşınca müslümanlar dönüp gerilediler. Resulullah (s.a.v.) ise katmnı
kâfirlere doğru mahmuzlamaya başladı. Ben, Resulullah (s.a.v.)'in katırının
geminden tutuyor, onu kopmasın diye rnen ediyordum. Ebû Süfyân da, Resulullah
(s.a.v.)'in üzengisinden tutuyordu. Derken Resulullah (s.a.v.):
“Ey Abbâs! Hudeybiye günü Semure ağacının altında
Rıdvan biati yapanlara seslen!” dedi.
Abbâs, sesi kuvvetli bir kimseydi. Der ki:
“Sesim çıkabildiğince,
“Semure ağacı altında dönmemek üzere biat edenler nerede?” diye haykırdım.
Vallahi, sesimi işittikleri zaman onların Peygamber'i korumak için yerlerine
dönüşleri, ineğin yavrularına dönüşü gibiydi. Resulullah'a doğru gelirlerken:
“Yâ lebbeyk! Yâ
lebbeyk!” diyerek kafirlere karşı kıyasıya savaştılar.
Ensârı yardıma
çağırmak için ise:
“Ey Ensâr topluluğu!
Ey Ensâr topluluğu!” diyorlardı.
Sonra bu çağırma işi,
Haris İbnu'l-Hazrec oğullarına İnhisar ettirildi. Ve:
“Ey Haris
İbnu'l-Hazrec oğulları! Ey Haris İbnu'l-Hazrec oğulları!” dediler. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.) katırının üzerinde uzanmış gibi bir vaziyette
onlann çarpışmasına bakıp:
“Bu, tandırın kızıştığı zamandır!” buyurdu. Daha sonra Resulullah (s.a.v.) birkaç çakıl
alarak onları kafirlerin yüzlerine doğru atıp:
“Muhammed'in Rabbine yemîn olsun ki, bozguna
uğradılar!” buyurdu. Daha sonra ben
bakmaya gittim. Ne göreyim, savaş, Resulullah (s.a.v.)'in dediği şekilde!
Vallahi, o kafirlere doğru attığı çakıllarından başka hiçbir şey yapmamıştı.
Artık onların kuvvetinin zayıfladığını, işlerinin gerilediğini gördüm durdum!
[975]
Açıklama:
Huneyn gazvesi ile
İlgili olarak 1683 nolu hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
1617- Ebu
İshâk'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Berâ'ya:
“Ey Ebu Umara! Siz
Huneyn günü savaştan kaçtınız mı?” diye sordu. Berâ:
“Hayır, vallahi
kaçmadık! Resulullah (s.a.v.) dönüp gitmedi. Fakat şu da var kî; sahabilerin
gençleri ve aceleci takımı zırhsız, üzerlerinde silâh olmaksızın yada çok silâh
olmaksızın meydana çıkmışlardı. Atıcı, okları yere düşmeyen bir kavimle Hevâzin
ve Benî Nasr topluluklarıyla karşılaştılar. Bunlar, onları öyle bir ok yağmuruna
tuttular ki, nerede ise okları hiç boşa gitmiyordu. Orada Resululiah
(s.a.v.)'in de üzerine yürüdüler. Resulullah (s.a.v.), beyaz katırının üzerinde
idi. Ebû Süfyân b. Haris b. Abdulmuttalİb de onun üzengisinden tutuyordu. Hemen
yere inerek Allah'tan zafer dileyip:
“Peygamber benim, yalan yok! Abdülmuttalib'in oğlu
benîm!” buyurdu. Sonra askerini
sıraya dizdi.
[976]
Açıklama:
Ebû Umara, Berâ İbn
Azib'in lakabı idi.
1618- Seleme
İbnu'1-Ekva (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)le
birlikte Huneyn'de düşmana karşı savaştık. Düşmanla karşılaşınca, onlara doğru
ilerledim. Bir dağ yoluna çıktım. Derken karşıma düşmandan bir adam çıktı. Ona
bir ok attım. Hemen gözümden kayboldu. Ne yaptığını anlamadım. Bir de baktım
ki, düşman diğer bir yoldan çıkıverdi! Derhal Peygamber (s.a.v.)'in sahabileri
geri çekildiler. Ben de bozguna uğramış olarak geri döndüm. Üzerimde iki elbise
vardı. Birisiyle sarınmış ve diğeriyle de bürünmüştüm. Derken pestemalım
çözüldü. Ben de ikisini birden topladım. Bozguna uğramış olarak Resulullah
(s.a.v.)'in yanına vardım. O, benekli beyaz katırının üzerinde korkusuzca
duruyordu. Bana hitaben:
“Ekva'nın oğlu muhakkak bir korku gördü!” buyurdu. Düşmanlar, Resulullah (s.a.v.)'i kuşatınca
katırdan indi. Sonra yerden bir avuç toprak aldı. Onların yüzlerine doğru
dönerek:
“Bu yüzler kahrolsun!” buyurdu. Artık
onlardan Allah'ın yarattığı
hiç bir insan yoktu ki, bu avuçtan gözlerini toprakla doldurmasın! Bunun
üzerine savuşup gittiler. İşte Yüce Allah, böylece onları bozguna uğrattı.
Resulullah (s.a.v.)'de onların ganimetlerini müslümanlar arasında bölüştürdü.
[977]
1619-
Abdullah İbn Amr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Taif halkını günlerce kuşatmıştı. Fakat onlardan bir şey elde edemedi. Bunun
üzerine sahabilere:
“İnşallah kuşatmayı bırakıp döneceğiz!” buyurdu. Bu durum sahabilere ağır gelip:
“Burayı feth etmeden
mi döneceğiz” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“O zaman sabahleyin savaşa hazır olun!” buyurdu.
Ertesi gün savaşa
çıktılar, düşmanın zorlu savunmasından dolayı sahabilerin çoğunda yaralanmalar
oldu. Bunun üzerine yine Resulullah (s.a.v.), onlara:
“Yarın kuşatmayı bırakıp döneceğiz!” buyurdu. Resulullah (s.a.v.)'in bu sözü bu defa
onları sevindirdi. Resulullah (s.a.v.), onların bu sevincine güldü.
[978]
Bağlık-bahçelik bir
yer olup Mekke'nin doğusunda iki yada üç konak mesafededir.
Bu savaş, hicretin 8.
yılında Mekke'nin fethinden sonra meydana gelmiştir.
1620- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullâh (s.a.v.),
Ebû Süfyân'ın Şam tarafından kervanlarla geldiğini duyduğu zaman istişare
meclisini kurdu. Enes şöyle der ki:
“Önce Ebû Bekr
konuştu. Peygamber (s.a.v.) ona iltifat etmedi. Sonra Ömer konuştu. Ona da
iltifat etmedi. Bunun üzerine Sa'd b. Ubâde kalkıp:
“Ey Allah'In resulü!
Bizi mi kastediyorsun? Nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, sen
bize atlarımızı denize saldırmamızı emretmiş olsaydın bizler muhakkak denize
saldırırırdık! Eğer sen atlarımızı Mekke'nin deniz sahil tarafına düşen ve
Mekke'ye beş günlük mesafede bir yer olan Berkü'l-Geınâd'a sürmemizi emretsen
bunu da yaparız!” dedi.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.) halkı Kureyş ordusu üzerine yürümeye davet etti. Onlar da yola
koyuldular. Nihayet Bedr'e indiler. Derken üzerlerine Kureyş'in su taşıyan
develeri çıkageldi. İçlerinde Haccâc oğullan kabilesinin siyah bir kölesi de
vardı. Sahabiler hemen onu yakaladılar.
Resulullah (s.a.v.)'in
sahabileri, ona, Ebû Süfyân ile arkadaşlarını soruyorlardı. Oda:
“Ebû Süfyân hakkında
bilgim yok. Ama işte Ebû Gehil, Utbe, Şeybe ve Ümeyye b. Halef diyordu. Bunu
söylediği zaman onu dövüyorlardı. Köle çaresiz kalınca:
“Evet! Ben size haber
vereceğim! İşte Ebû Süfyân!” dedi. Onu serbest bırakıp da tekrar ona Ebu
Süfyan'ı sorduklarında:
“Ebû Süfyân hakkında
bilgim yok! Ama işte Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve Ümeyye b. Halef! Onlar, savaş
için gelmekte olan insanların içinde!” diyordu. Bunu söylediğinde sahabiler
onu yine dövüyorlardı. Resulullah (s.a.v.)'de kalkmış namaz kılıyordu. Kölenin
zorla sorguya çekildiğini görünce selam verip namazı bitirdi. Sahabilere:
“Nefsim elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki,
size doğruyu söylediği zaman onu dövüyorsunuz, yalan söylediğinde ise onu
bırakıyorsunuz!”
buyurdu.
Enes der ki; Daha
sonra Resulullah (s.a.v.):
“Şurası filânın düşeceği yerdir!” diyor ve elini yerde oraya buraya koyuyordu.
Müşriklerden hiç biri Resulullah (s.a.v.)'in elinin yerinden öteye geçmedi.
[979]
Açıklama:
Bedr, Mekke ile Medine
arasında bir kuyu suyunun adıdır. Sahibi, Bedr İbn Kelde'nin adıyla veya ay
gibi parlak ve yuvarlak olduğundan dolayı “Bedr” diye isimlendirilmişdir. O
yere veya o vadiye Bedr denildiği de rivayet edilmiştir. Burası câhiliye
devrinde bir ticâret yeri idi. Resulullah'ın müşriklerle ilk muharebesi olan
Bedr gazvesi burada hicretin 2. senesi Raim Han'ın yirmi yedinci Cuma günü
meydana gelmişti.
1621-
Abdullah İbn Rebah'tan rivayet edilmiştir:
“Muâviye'ye bazı
heyetler geldi. Bu, Ramazan ayında idi. Biz birbirimize yemek yapardık. Ebû
Hureyre bizi kendi evine en çok davet edenlerdendi. Ben de bir gün:
“Beri bakın! Ben yemek
yapıyorum, cemaati de benim evime davet ediyorum!” deyip daha sonra yemek
yapılmasını emrettim. Sonra akşam üzeri Ebû Hureyre'ye rastladım ve:
“Bu gece davet
bendedir!” dedim. O da:
“Beni geçtin mi?”
dedi. Ben de:
“Evet!” diye cevâp
verdim. Sonra onu da yemeğe davet ettim. Derken Ebû Hureyre;
“Ey Ensar topluluğu!
Sizlere, sizin hadîsinizden bir hadîs bildireyim mî?” deyip sonra da Mekke'nin
fethini anlattı ve şunları söyledi:
Resulullah (s.a.v.)
gelip Mekke'ye dayandı. Zübeyr'i bir birlikle yolladı, Halid'i de diğer bir
birlikle gönderdi. Ebû Ubeyde'yi de zırhsız olan askerlerin başında komutan
olarak yolladı. Bunlar vadinin ortasını tuttular. Resulullah (s.a.v.)'de bir
bölüğün içinde yer aldı. Bir ara baktı, beni gördü ve:
“Ebû Hureyre!” diye
seslendi. Ben de:
“Buyur, ey Allah'ın
resulü!” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Bana Ensârı çağır!” buyurdu. Bunun üzerine Ensâr derhal Resulullah (s.a.v.)'in etrafını
sardılar. Kureyş, Resulullah'Ia savaşmak için çeşitli kabilelerden ve
tâbi'lerden bir ordu toplayıp:
“Bunları ileri
sürelim. Eğer ellerine bir şey geçerse onlarla beraber oluruz. Musibete
uğrarlarsa bizden istenileni veririz!” dediler. Resulullah (s.a.v.)'de,
yanındakilere:
“Kureyş'in topluluklarını ve tabi'lerini görüyorsunuz
değil mi?” buyurdu. Sonra da iki
elini birbiri üzerine kavuşturup onların toplu haline işaret etti. Sonra da:
“Nihayet Safâ'da benimle buluşursunuz!” buyurdu. Sonra da harekete geçtik. Artık bizden
herhangi bir kimse, müşriklerden birini öldürmek istese onu öldürüyordu.
Onlardan hiç bir kimse bize bir şey gönderemiyordu. Derken Ebû Sufyân gelip:
“Ey Allah'ın resulü!
Kureyş topluluğunun kanları mubah kılındı. Bu günden sonra Kureyş yoktur!”
dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Kim Ebû Süfyân'm evine girerse o emniyettedir!” buyurdu. Bunun üzerine Ensâr birbirlerine bakıp:
“Bu kimseye, memleketi
hakkında bir rağbet ve kabilesi için büyük bir şefkat erişti!” dediler. Ebû
Hureyre der ki:
“Bu arada vahiy geldi.
Vahiy geldiği zaman bize gizli kalmazdı. Vahiy geldiğinde, vahiy hali
Resulullah (s.a.v.)'den geçinceye kadar bizden birimiz gözünün ucunu Resulullah
(s.a.v.)'den kaldırmazdı... Vahiy geçtikten sonra Resulullah (s.a.v.):
“Ey Ensâr topluluğu!” diye seslendi. Ensar:
“Buyur, ey Allah'ın
resulü!” dediler. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Siz: “Bu kimseye, memleketi için rağbet erişti!” dediniz. Ensâr:
“Böyle bir şey oldu!”
dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu ben, Allah'ın kulu ve Resulüyüm! Allah'a ve
sizlere hicret ettim. Artık benim hayâtım, sizin yanınızda ve ölümüm de sizin
yanınızdadır!”
buyurdu. Bunun üzerine
Ensâr sevinç gözyaşları dökerek Resulullah (s.a.v.)'e doğru gelip:
“Vallahi, biz, o
söylediklerimizi ancak Allah ve Resulüne olan bağlılığımız için söyledik!”
diyerek mazeretlerini bildirdiler. Resulullah (s.a.v.)'de:
“Doğrusu Allah ve Resulü, sizi tasdik ediyor ve
özürlerinizi kabul ediyorlar!”
buyurdu.
Daha sonra halkın
bazısı Ebû Sufyân'ın evine yöneldi ve bazısı da evlerine çekilip kapılarını
kapadılar.
Resulullah (s.a.v.)'de
gelip Hacerü'I-Esved'e yanaştı, onu selamladı, sonra da Kabe'yi tavaf etti.
Kabe'nin yanı başında bulunan ve Mekkeliler taptıkları bir putun yanına doğru
geldi. Resulullah (s.a.v.)'in elinde bir yay vardı. Resulullah (s.a.v.) bu
yayın eğri tarafından tutmuştu. Bu putun yanına varınca onu gözüne dürtüp:
“Hak geldi, bâtıl yok
oldu” diyordu.
Tavafını bitirince
Safâ'ya geldi ve Kabe'yi görünceye kadar üzerine çıktı ve Kâ'be'ye baktı.
Hlerini kaldırarak Allah'a hamd etmeye ve dilediği duayı okumaya başladı.
[980]
1622-
Abdullah b. Yesâr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Mekke'ye, Kabe'nin etrafında üç yüz altmış put olduğu halde girdi. Onlara
elinde bulunan bir sopayla dokunup:
“Hak geldi, batıl yok oldu. Zaten batıl yok olmaya
mahkumdur”
[981]
“Hak geldi, batıl ise ne yoktan var edebilir ve ne de yeniden
diriltebilir”
[982]
buyurdu.
[983]
1623-
Mutî'
İbnu'l-Esved (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'i,
Mekke'nin feth edildiği gün:
“Bugünden sonra kıyamet gününe kadar hiçbir Kureyşli
öldürülünceye kadar bağlanıp hapsedilerek öldürülmez” buyururken işittim.
[984]
Açıklama:
Kureyş kabilesi
tamamen müslüman olacak, başkaları gibi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ölümünden
sonra dinden dönmeyecekler ve bu sebeple de öldürülmeyeceklerdir. Zulüm
sebebiyle öldürülmeyecekler demek değildir. Çünkü zulüm sebebiyle öldürülenler
olmuştur.
1624- Berâ'
İbnu'1-Âzib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ali, b. Ebi Tâlib,
Hudeybiye günü Peygamber (s.a.v.) ile müşrikler arasındaki anlaşma şartlarını
yazıp:
“Bu, Resulullah
Muhammed'in üzerine yazışma yaptığı barış anlaşmasıdır” diye yazdı. Müşrikler:
“Resulullah”
kelimesini yazma! Çünkü biz senin, “Resulullah” olduğunu bilseydik, seninle
savaşmazdık!” dediler. Bunun üzerine Allah'ın Peygamberi (s.a.v.), Ali'ye:
“Onu sil!”
buyurdu. Ali:
“Ben onu silemem!”
dedi. Derken Peygamber (s.a.v.) onu kendi eliyle sildi.
Sebe: 34/49. Onların
koştukları şartlar arasında; Mekke'ye girip orada sadece üç gün kalmak fakat
oraya silahla değil de ancak silahın dağarcığı ve onun içinde bulunan şeylerle
girmek de vardı.
[985]
Açıklama:
Hudeybiye, Mekke'nin
kuzey batısında ve Mekke'ye 15 km. uzaklıkta bir yerdir. İsmini, orada bulunan
bir kuyudan yada eğri bir ağaçtan almıştır. Hudeybiye barış anlaşması hicretin
6. yılında Zi'1-ka'de ayında yapılmıştır.
1625- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kureyş, Peygamber
(s.a.v.)'le Hudeybiye'de sulh anlaşması yaptı. Kureyş heyeti içerisinde,
Süheyl b. Amr'da vardı. Peygamber (s.a.v.), Ali'ye:
“Yaz, Bismillahirrahmanirrahim!” buyurdu. Süheyl:
“Bismillâha gelince:
Biz, “Bismillahirrahmanirrahim”in ne olduğunu bilmiyoruz. Fakat sen bizim
bildiğimiz “Bismike'llahümme” Senin adınla Allahım! ibaresini yaz!” dedi. Sonra
Peygamber (s.a.v.):
“Yaz, “Allah'ın Resulü Muhammed”den” buyurdu. Süheyl ve arkadaşları:
“Biz senin “Allah'ın
resulü” olduğunu bilseydik sana tâbi olurduk! Fakat sen kendi ismini ve babanın
ismini yaz!” dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Abdullah'ın oğlu Muhammed” diye yaz!” buyurdu. Müşrikler, Peygamber (s.a.v.)'e:
“Sizden bize gelen
olursa onu size iade etmeyeceğiz, fakat bizden size kim giderse siz onu bize
iade edeceksiniz!” diye şart koştular. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu şartı yazacak mıyız?” diye itiraz ettiler. Peygamber (s.a.v.):
“Evet! Gerçekten bizden kim onlara giderse Allah onu
daha da uzak eylesin! Onlardan bize gelene ise Allah yakında bir ferahlık ve
kurtuluş yolu yaratacaktır!” buyurdu.
[986]
Açıklama:
Hudeybiye sulhunda
müşrikler Peygamler (s.a.v.)'e üç şeyi şart koşmuşlar; o da bunları kabul
etmiştir. Acaba bundaki hikmet nedir?
Bundaki hikmet sulhun
getireceği önemli menfaat ve maslahattır. Bununla beraber müşriklerin ileri
sürdükleri şartları kabul etmekte bir zarar ve bozukluk da yoktur. Çünkü mana
itibarıyla Besmele ne ise “Senin adınla Allahım!” ibaresi de odur. Yalnız
besmeledeki Rahman ve Rahim sıfatları terk edilmiştir ki, bundan bu sıfatların
Allah Teâlâ'dan nefy edilmiş olması lazım gelmez.
Barış anlaşmasından
silinen “Resulullah” kim ise Muhammed b. Abdil1âh'da odur. Dolayısıyla bu
şartlan kabulde bir sakınca yoktur. Müşrikler bunların yerine putlarını ta'zîm
gibi bir şeyi şart koşsalar, mefsedet ve sakınca o zaman baş gösterirdi.
Müşriklerin üçüncü
şartı önceleri çok ağır gibi görünmektedir. Nitekim bu, sahabilere ağır
gelmiştir. Bu şarta göre; müşriklerden müslüman olup gelenleri müslümanlar iade
edecek, fakat müslümanlardan irtidâd edip müşrikler tarafına geçenler iade
olunmayacaktı. Resulullah (s.a.v.) bunu da kabul etti ve bundaki hikmeti su
cümlelerle ifâde buyurdu:
“Gerçekten bizden kim onlara giderse Allah onu daha da
uzak eylesin! Onlardan bize gelene ise Allah yakında bir ferahlık ve kurtuluş
yolu yaratacaktır!”
Evet! Gerçekten de
öyle olmuş. Bu mucize dahi sahibinin haber verdiği gibi ortaya çıkmış,
Mekke'nin fethinden sonra bütün Araplar müslüman olmuşlardır.[987]
1626- Ebu
Vâil'den rivayet edilmiştir:
“Sıffîn savaşı günü
Sehl b. Huneyf ayağa kalkıp:
“Ey insanlar! Kendinizi
itham edin! Doğrusu biz Hudeybiye günü Resulullah (s.a.v.)'le beraberdik! Eğer
o gün müşriklerle savaşa gerek duysaydık mutlaka onlarla savaşırdık! Bu
söylediğim, Resulullah (s.a.v.) ile müşrikler arasındaki barış anlaşmasında
idi. Derken Ömer İbnu'l-Hattâb gelip Resulullah (s.a.v.)'e varıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Onlar bâtıl üzerinde, biz de hak üzerinde değil miyiz?” dedi. Resulullah
(ş.a.v):
“Evet, öyle!”
buyurdu. Ömer:
“Bizim ölülerimiz
cennette, onların ölüleri ise cehennemde olacak değil mi?” dedi. Resulullah
(s.a.v.):
“Evet, öyle!”
buyurdu. Ömer:
“Öyleyse dinimiz
hususundaki bu aşağılık duruma hangi sebeple söz veriyoruz? Allah, onlar ile
bizim aramızda bir hüküm vermeden biz neden geri dönüyoruz?” dedi. Resulullah
(s.a.v.):
“Ey Hattâb oğlu! Ben gerçekten Allah'ın Resulüyüm!
Allah beni ebediyyen zayi etmeyecektir!”
buyurdu.
Ömer bu duruma
sabredemediyip öfkeli bir vaziyette oradan kalkıp Ebû Bekr'in yanına geldi,
ona:
“Ey Ebu Bekr! Onlar bâtıl üzerinde, biz de hak
üzerinde değil miyiz?” dedi. Ebû Bekr:
“Evet, öyle!” diye
cevap verdi. Ömer:
“Bizim ölülerimiz cennette, onların ölüleri ise
cehennemde olacak değil mi?” dedi.
Ebu Bekr:
“Evet, öyle!” dedi.
Ömer:
“O halde dinimiz
hususundaki bu aşağılık duruma hangi sebeple söz veriyoruz? Allah, onlar ile
bizim aramızda bîr hüküm vermeden biz neden geri dönüyoruz?” dedi. Bunun
üzerine Ebû Bekr:
“Ey Hattâb oğlu! O
gerçekten Allah'ın Resulüdür. Allah onu ebediyyen zayi etmeyecektir!” dedi.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.)'e, fetih müjdesiyle Kur'ân indi. Resulullah (s.a.v.), Ömer'e haber
gönderip bunu ona okuttu. Ömer:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu, fetih midir?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet, fetihdir!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ömer'in gönlü hoş oldu ve döndü.
[988]
Açıklama:
İbn Kayyim'de bu
anlaşma ile ilgili olarak şöyle der:
“Bu anlaşma, onun
sebeplerini yaratan Şanı Yüce oîan Allah'tan başka hiç kimsenin
kavrayamayacağı kadar büyük ve yüce bir aniaşma olup hikmetinin ve övgüsünün
gerektirdiği şekilde gayesi de gerçekleşmiştir. İşte bu gayelerden
Bu anlaşma; Allah'ın,
peygamberine ve onun ordusuna üstünlükler verdiği, insanların bölük bölük
Allah'ın dinine girdiği büyük Mekke fethinin öncesinde adeta bir başlangıçtır.
Bu anlaşma, Peygamber (s.a.v.)'e; bir kapı, bir anahtar, önündekini ilan edici
bir tellaldır. İşte Allah'ın büyük olaylardaki Sünnetullahı budur ki, kader ve
şeriat olarak fetih öncesinde bir mukaddime giriş, bir işaret, bir ilan, bir
gösterge olarak haber veren hükümlerdir.
Bizzat bu anlaşma, en
büyük fetihlerden birisidir. Çünkü insanlar birbirlerine karşı güvence duymuş,
müslüman kafir birbirine karışmış, onlara din davetine başlayıp Kur'an-ı daha
iyi duyurmuşlardır. Müminler, güven içerisinde müşriklerle açıkça İslam'ı tartışmışlardır.
İçlerinde İslam'ı gizleyenler açığa çıkarmışlardır. Bu anlaşma müddetince
Allah'ın dilediği kadar çok sayıda insan İslam'a girmiştir. İşte Şanı Yüce
Allah bunun için bu anlaşmaya, “Feth-i Mübiri” Apaçık zafer adını vermiştir”
[989]
1627- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Hudeybiye'den dönüşü sırasında müslümanlar şiddetli bir üzün ve gönül kırıklığı
içerisindeyken;
“Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ttik. Böylece
Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan imetini tamamlar ve
seni doğru yola iletir. Ve sana Allah, şanlı bir zaferle ardım eder. İmanlarına
iman katsınlar diye müminlerin kalplerine güven ıdiren Odur. Göklerin ve yerin
orduları Allah'ındır. Allah Alîm her şeyi ilendir, Hakîm her şeyi hikmetle
yapandır. Mümin erkeklerle mümin adınları, içinde ebedi kalacakları,
altlarından ırmaklar akan cennetlere oyması, onların günahlarını örtmesi
içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur.”
[990]
ayetleri indi.
Resulullah (s.a.v.),
Hudeybiye'de kurbanlıkları kesti, sonra da:
“Doğrusu bana bir ayet indirildi ki, o bana bütün
dünyadan daha sevimlidir” buyurdu.
[991]
Açıklama:
Yine İbn Kayyım,
“Zadu'î-Mead” adlı eserinde bu anlaşmanın mahiyeti ile ilgili olarak şöyle der:
“Fetih, lüğatta,
kapıyı açmak demektir. Hudeybiye'de Allah Resulü bu sulhun rdindan meydana
gelecek büyük bir fethi, izzet ve zaferi ince bir perde arkasından seyre-iyor.
Müşriklerin istedikleri bütün şartlan, ashabının ve ileri gelenlenlerin çoğunun
tahamlü edememesine rağmen kabul ediyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hoşa
gitmeyen şeyin indeki sevilen şeyi biliyordu.
“Bir şeyden hoşlanmaya bilirsiniz. Halbuki o, sizin en
hayırlıdır.”
[992]
“Bazen nefislerinizin sevmediği, sevdiğine ulaşmaya
sebep babilir ki, onun gibi bir sebep yoktur.” Efendimiz (s.a.v.) bu ileri sürülen şartların altına
Allah-ı kendine zafer vereceğine, destekleyeceğine, neticenin kendi lehine
çıkacağına, bu şartlar 2 şartların ihtimal verdiği şeylerin bizzat zaferin
kendisi olduğuna son derece güvenerek riyordu. Şartlan koşanlann, müslümanlarla
harp için ortaya koyup ikame ettikleri bu an-.Şma en büyük ordu idi. Ama onlar,
bunun farkında değillerdi. Böylece izzet aradıkları yerde ilil oldular ve
kudret, şeref ve üstünlük görüntüsü verdikleri yerde de kahru perişan oldular,
esulullah (s.a.v.) ve İslam ordusu, Allah için inkisara uğrayıp Allah için
bundaki zulme taammül ettiklerinden izzete ulaştı. Devir döndü ve vaziyet alt
üst oldu. Batıl ile kazanılan izzet, şerefsizliğe ve Allah için olan inkisar
Allah ile izzete döndü. Allah'ın hikmeti ve ayetleri; sözünü tasdik ettiği,
Resulüne zafer ihsan edişi ötesine akılların eremeyeceği en mükemmel ve en
bütün şekliyle böylece ortaya çıkmış oldu.
1628-
Huzeyfe İbnu'I-Yemânî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Beni Bedir savaşında
bulunmaktan ancak müşriklere verdiğim şu söz verme olayı engel olmuştur:
“Ben ve babam Huseyl,
Bedir kuyularına doğru gitmekte olan Resulullah'a yetişmek için yola çıkmıştık.
Derken biz Kureyş kafirleri yakalayıp bize:
“Siz, Muhammed'in
yanına mı gitmek istiyorsunuz?” dediler. Biz de:
“Biz ona gitmek
istemiyoruz. Biz ancak Medine'ye gitmek istiyoruz” dedik. Bunun üzerine onlar,
bizden; muhakkak Medine'ye gideceğimize ve Muhammed'in safında kendilerine
karşı savaşmayacağımıza dair Allah'ın ahdini ve misakını aldılar. Dahıf sonra
biz, Resulullah (s.a.v.)'in yanına geldik ve bu söz verme olayını ona anlattık.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Siz ikiniz, Medine'ye gidiniz. Biz, müslümanlar,
kafirlere verdiğimiz sözleri yerine getiririz ve onlara karşı da Allah'tan
yardım isteriz” buyurdu.
[993]
“Huzeyfe'nin
yanındaydık. Bir adam:
“Resulullah (s.a.v.)'e
erişseydim onunla birlikte düşmanlara karşı savaşır ve na yardım ederdim!”
dedi, Bunun üzerine Huzeyfe şunları söyledi:
“Gerçekten sen bunu mu
yapar miydin? Vallahi ben kendimizi Hendek savaşı gecesi Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte görmüşümdür! Bizi şiddetli bir rüzgâr ve soğuk akalamıştı. Derken
Resulullah (s.a.v.):
“Bana bu kavmin haberini getirecek bir adam yok mu?
Allah onu kıyamet gününde benimle beraber haşredecektir!” buyurdu. Biz sustuk. Ona, bizden iç bir kimse cevâp
vermedi. Sonra tekrar:
“Bize bu kavmin haberini getirecek bir adam yok mu?
Allah onu kıyamet günde benimle beraber haşredecektir!” buyurdu. Biz yine sustuk! Ona, bizden hiç bir kimse
cevap vermedi.” Sonra yine:
“Bize bu kavmin haberini getirecek bir adam yok mu?
Allah onu kıyamet gününde benimle beraber haşredecektir!” buyurdu. Biz yine sustuk. Ona, bizden hiç bir kimse
cevap vermedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Kalk, ey Huzeyfe! Bize bu düşman kavmin haberini
getir!” buyurdu. Çâre bulamadım,
çünkü ismimle beni kalkmaya davet etmişti.
“Git de bana bu kavmin haberini getir! Ama onları
aleyhime kışkırtma!”
buyurdu.
Onun yanından
çekildiğim zaman hamamda yürüyor gibi oldum. Nihayet düşmanın yanına vardım.
Baktım ki, Ebû Süfyân sırtını ateşle ısıtıyor. Hemen yayın içine bir ok koydum
ve ona atmak istedim. Fakat Resulullah (s.a.v.)'in;
“Ama onları aleyhime kışkırtma!” sözünü hatırladım. Ok atmış olsam mutlaka onu
vururdum! Sonra geri döndüm, ama yine hamamda yürüyor gibi idim. Resulullah
(s.a.v.)'in yanına geldiğimde düşmanın haberini ona anlatıp bitirdiğim zaman
üşüdüm! Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), üzerinde bulunan ve içinde namaz
kıldığı bir kaftanın artan kısmıyla beni örttü. Sabahlaymcaya kadar uyudum.
Sabahladığım zaman bana:
“Kalk, ey uykucu!” buyurdu.
[994]
1630- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Uhud (savaşı) günü Ensar'dan yedi, Kureyş'ten iki kişi arasında yalnız bırakılmıştı.
Müşrikler, Resulullah (s.a.v.)'i kuşatınca:
“Cennet kendisinin olmak!” yada “Cennette benim
yoldaşım olmak üzere, bunları
bizden kim püskürtecek?” buyurdu. Bunun üzerine Ensar'dan bir kimse
ilerleyerek çarpıştı ve şehit oldu. Sonra müşrikler, Resulullah (s.a.v.)'i yine
kuşattılar. Resulullah (s.a.v.) tekrar:
“Cennet kendisinin olmak!” yada “Cennette benim
yoldaşım olmak üzere, bunları bizden kim püskürtecek?” buyurdu. Yine Ensar'dan bir kimse ilerleyerek çarpıştı
ve şehid oldu. Bu tarzda düşmaniar, Resulullah (s.a.v.)'i kuşatmaya ve
Resulullah (s.a.v.)'de böyle söylemeye devam etti. Nihayet arka arkaya
Ensar'dan yedi kişinin hepsi bu şekilde şehid oldu. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.), yanındaki Kureyş'li iki arkadaşına:
“Arkadaşlarımıza insaf etmedik!” buyurdu.
[995]
Açıklama:
Uhud, Medine'nin
kuzeyinde yaya olarak takriben bir saatlik mesafede bir dağdır. Bu dağın
eteğindeki arazîde hicretin 3. yılı içinde meşhur Uhud savaşı meydana
gelmiştir.
1631- Ebu
Hâzim'den rivayet edilmiştir:
“Ebu Hâzim, Sehl b.
Sa'd'a; Uhud savaşında Resulullah (s.a.v.)'in yaralanması sorulurken işitmişti.
Sehl şöyle dedi:
“Resulullah
(s.a.v.)'in yüzü yaralandı, yan dişi kırıldı ve başındaki miğferi parçalandı.
Resulullah (s.a.v.)'in kızı Fâtıma kanı yıkıyordu. Ali b. Ebî Tâlib'de kalkanla
üzerine su döküyordu. Fâtıma suyun kanı daha fazla akıttığını görünce bir hasır
parçası alarak onu kül oluncaya kadar yaktı. Sonra onu yaraya yapıştırdı.
Böylece kanın akması durdu.”
[996]
1632- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Uhud savaşı gününde
Resulullah (s.a.v.)'in yan dişi kırılmış, başı da yarılmıştı. Bunun üzerine
hem yaranın üzerinden kanı silmeye başlamış ve hem de:
“Peygamberinin başını
yarıp yan dişini kıran bir kavim nasıl iflah olur? Halbuki Peygamber, onları,
Allah'a davet ediyordu” diyordu. Bunun üzerine Yüce Allah, “Onların tevbelerini kabul etmesi veya zalim olduklarından dolayı
onlara azab etmesi, senin elinde olan bir şey değildir”
[997]
ayetini indirdi.
[998]
1633-
Abdullah b. Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben sanki Resulullah
(s.a.v.)'i görür gibiyim. O, Peygamberlerden birini anlatıyordu. Bu
peygamberi, kendi kavmi dövmüş ve kanlar içerisinde kalmıştı. Bu halde olmasına
rağmen bir yandan yüzündeki kanı siliyor ve bir yandan da:
“Rabbim! Kavmimi bağışla! Çünkü onlar bilmiyorlar!” diyordu.
[999]
1634- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.):
“Allah'ın resulüne bunu yapan bir kavme Allah'ın
gazabı şiddetli olur!”
diyordu. Bu sırada Resulullah
(s.a.v) yan dişine işaret ediyordu. Daha sonra Resulullah (s.a.v.):
“Resulullah (s.a.v.)'in öldürdüğü kimseye, Allah'ın
gazabı çok şiddetli” buyurdu.
[1000]
1635-
Abdullah b. Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Resulullah (s.a.v.),
Kabe'nin yanında namaz kılarken, Ebu Cehl ve arkadaşları da orada
oturuyorlardı. Bir gün önce de bir dişi deve kesilmişti. Ebu Cehl, arkadaşlarına:
“Hanginiz filanca oğullarının dün kesilen dişi
devesinin döl eşini getirmeye gidip onu alır, sonra da secde ettiği zaman
Muhammed'in iki kürek kemiği arasına koyar?” dedi.
Bunun üzerine düşmanın
en berbat olanı ileri atılıp onu aldı ve Peygamber (s.a.v.) secde edince iki
omzunun arasına onu koydu. Bunun üzerine gülüştüler ve birbirlerinin üzerine
yanlamaya başladılar. Ben de ayakta bakıyordum. Bir kuvvetim olsa onu
Resulullah (s.a.v.)'in sırtından atardım! Peygamber (s.a.v.) secdede idi, başını
kaldırmıyordu. Nihayet bir insan giderek durumu Fâtıma'ya haber verdi. Fâtıma
küçük bir kızcağız olduğu halde geldi ve babasının üzerinden onu attı. Sonra
onlara dönerek sitemde bulundu.
Peygamber (s.a.v.)
namazını bitirince sesini yükseltti ve onlara beddua etti. Dua ettiği zaman üç
defa eder, bir şey dilediği zaman üç defa dilerdi. Sonra üç defa:
“Allahım! Kureyş'i sana havale ediyorum!” dedi. Müşrikler onun sesini işitince gülmeleri
kesildi. Çünkü onun yaptığı bu duasından korktular. Sonra da:
“Allahım! Ebû Cehil b. Hişâm ile Utbe b. Rebîa, Şeybe
b. Rebîa, Velîd b. Ukbe, Ümeyye b. Halef ve Ukbe b, Ebî Muayt'ı sana havale
ediyorum!” dedi.
Yedinciyi kimseyi de
söyledi, ama onu belleyemedim.
Abdullah İbn Mes'ud
der ki:
“Muhammed (s.a.v.)'i
hak dîn ile gönderen Allah'a yemîn ederim ki, bu adlarını saydığı kimseleri,
Bedir savaşında yerlere serilmiş olarak gördüm. Sonra bu cesetler, Kalib
denilen büyük çukura, Bedr'in çukuruna sürüklendiler.”
[1001]
1636-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah
(s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Uhud savaşı gününden daha şiddetli bir gün başına geldi mi?” diye sordu.
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Gerçekten kavmin Kureyş'ten gelen bir çok zorluklarla
karşılaştım! Onlardan başıma gelenin en şiddetlisi, Akabe günü gelmiştir. Ben,
Kureyş'ten gördüğüm, eziyetten dolayı Taife gidip hayatımın korunmasını
Abdu-Kulâl'in oğlu İbn Abdu Yâlîl'e teklif etmişti. O, bu isteğime cevap
vermedi. Ben de kederli bir halde yüzümün gördüğü tarafa Mekke'ye doğru
dönmüştüm. Bu halim, Karnü's-Seâlib'e kadar devam etti. Başımı kaldırıp semaya
baktığımd bir bulutun beni gölgelendirmekte olduğunu gördüm. Buluta dikkatle
baktığımda, içinde Cebrail'in olduğunu gördüm. Cebrail bana seslenerek:
“Muhakkak Yüce Allah, kavminin sana söylediklerini ve
sana verdikleri ret cevabını işitti. Onlar hakkında dilediğini kendisine
emretmen için sana Dağlar Meleğini gönderdi” dedi.
Bunun üzerine Dağlar
Meleği bana seslenip selâm verdi. Sonra da;
“Ey Muhammedi Doğrusu
Allah, kavminin sana söylediklerini işitti. Ben de, Dağlar Meleğiyim! Rabbin
beni sana dilediğini emretmen için gönderdi. Şimdi ne dilersen dile! Eğer şu
iki yalçın dağı Ebu Kubeys ile Kayakan dağını onların üzerlerine kapamamı
istersen emret bu iki dağı onların üzerlerine kapayayım” dedi. Resulullah
(s.a.v.), ona:
“Hayır! Allah'ın, onların soylarından sırf Allah'a
ibâdet edecek ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını
dilerim!” buyurdu.
[1002]
1637- Cündub
b. Süfyân (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
parmağı, bu gazaların birinde kanamıştı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Sen kanayan parmaktan başka bir şey değilsin. Fakat
başına gelen, Allah yolunda gelmiştir”
buyurdu.
[1003]
1638- Cündub
b. Süfyân (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Cebrail, birara Resulullah
(s.a.v.)'e gelmekte gecikmişti. Bunun üzerine müşrikler:
“Muhammed'e veda
edildi” dediler. Bunun üzerine Allah'da:
“Kuşluk vaktine ve karanlığı iyice bastırdığı zaman ki
geceye yemin olsun ki, Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı da”
[1004]
ayetini indirdi.
[1005]
1639- Üsâme
b. Zeyd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
bir gün, altında Fedek dokuması saçaklı bir kadife konularak palanlanmış bir
eşeğe binmişti. Arkasına da Üsâme'yi bindirerek Haris b. Hazrec oğullan
yurdundaki evinde hasta olan Sa'd b, Ubâde'yi ziyarete gitti. Bu olay, Bedir
savaşından önce olmuştu. Yolda giderken, içinde müslümanlar, müşrikler, putperestlerden
meydana gelmiş bir topluluk bulunan bir meclise uğradı. Oturanlar içerisinde
Abdullah b. Ubeyy'de vardı. Toplantıda Abdullah b. Revâha da vardı. Hayvanın
kaldırdığı toz, meclisi kaplayınca Abdullah b. Übeyy kaftanıyla burnunu
kapamış, sonra da:
“Üzerimizi tozlatmayın!” demiş.
Daha sonra Peygamber
(s.a.v.) onlara selâm verdi, sonra orada durup eşeğinden indi. Onları Allah'a
imâna davet etti, onlara Kur'ân okudu. Bunun üzerine Abdullah b. Übeyy:
“Be adam! Bundan daha
güzel bir şey yok!.. Eğer söylediklerin hak ise bizi toplantılarımızda rahatsız
etme de evine dön!..Artık bizden sana kim giderse ona anlat!” dedi. Abdullah b,
Revâha'da:
“Sen bizim
toplantılarımıza gel! Çünkü biz bunu istiyoruz!” diye cevap verdi. Derken
müslümanlarla müşrikler ve yahudiler birbirlerine sövmeye başladılar. Hattâ
birbirlerinin üzerine saldırmayı gönüllerinden geçirmişler. Peygamber (s.a.v.)
ise onları yatıştırmaya çalıştı. Sonra da hayvanına binerek Sa'd b. Ubâde'nin
yanına girip:
“Ey Sa'd! Ebû Hubâb'ın yâni Abdullah b. Übeyy'in ne
söylediğini işitmedin mi? Şöyle, şöyle dedi” buyurdu. Sa'd:
“Onu affet, ey
Allah'ın resulü! Oriu bağışla! Vallahi, Allah sana verdiğini vermiştir.
Gerçekten bu yerin halkı ona tâc giydirmeye, hükümdar olmaya özgü sarık
sarmaya irtifak etmişlerdi. Allah, sana
verdiği peygamberlik hakkı ile onların bu düşüncesini reddedince bu onun
boğazına durdu. İşte ona, gördüğün şeyi yaptıran budur!” dedi. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.) onu affetti.”
[1006]
1640- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)'e:
“Hazrec kabilesinin
reisi olan Abdullah b. Übeyy'e gitseniz fde onu İslam'a davet etseniz iyi
olur)' denildi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), bir eşeğe binip müslümanlar
da kendisiyle birlikte yaya yürüyerek Abdullah b. Übeyy'in evine vardılar.
Abdullah b. Übeyy, Peygamber (s.a.v.)'e:
“Benden uzak dur!
Vallahi, eşeğinin pis kokusu beni rahatsız etti!” dedi. Bunun üzerine Ensâr'dan
bir kimse yani Abdullah b. Revaha:
“Vallahi, Resulullah
(s.a.v.)'in eşeği koku itibariyle senden daha güzeldir!” diye cevap verdi.
Derken Abdullah b. Übeyy namına, kavminden biri bu sözü söyleyen kimseye
hiddetlendi. Her iki taraf namına arkadaşları hiddetlenerek aralarında hurma
değnekleriyle, elleriyle ve pabuçlanyla birbirlerine vurmaya başladılar.
Hadisin ravisi der ki:
“Bunun üzerine bize, “Eğer mü'minlerden iki taife birbirleriyle
çarpışırlarsa hemen onların arasını yatıştırın”
[1007]
âyetinin onlar hakkında indiği haberi ulaştı.[1008]
1641- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir; “Resulullah (s.a.v.):
“Ebu Cehl'in ne iş yaptığını bizim için kim bakıp
anlar?” buyurdu. Bunun üzerine
Abdullah İbn Mes'ud gitti. Ebu Cehl'i, Afrâ'mn iki oğlu Muâz ile Muavviz
tarafından vurulup da yere yığılmış vaziyette buldu. Abdullah İbn Mes'ud, Ebu
Cehl'in sakalından tutup:
“Ebu Cehl, sen misin?”
dedi. Ebu Cehl, son nefesinde:
“Öldürdüğünüz yada
kavminin öldürdüğü kişinin üstünde bir kimse var mıdır?” dedi.
Hadisin ravisi Ebu
Miclez, Ebu Cehl'in:
“Keşke beni öldüren
kimse çiftçiden başkası olsaydı” dediğini rivayet etmiştir.[1009]
Açıklama:
Ebu Cehl'in
öldürülmesi ile ilgili olarak 1681 notu hadise bakabilirsiniz.
1642- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Kâ'b b. Eşrefe kim karşı çıkacak? Çünkü o, Allah ve
Resulüne eza etmiştir!” buyurdu.
Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme:
“Ona karşı çıkacağım
Ey Allah'ın resulü! Onu öldürmemi mi ister misin?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Evet!”
buyurdu. Muhammed İbn Mesleme:
“Onu öldürebilmek için
bana izin ver de aleyhinize bazı şeyler söyleyeyim!” dedi. Resulullah
(s.a.v.):
“İstediğini söyleyebilirsin!” buyurdu. Daha sonra Muhammed b. Mesleme, Ka'b b.
Eşrefin yanına vardı
ve aralarında olanları
konuşup ona hitaben Resulullah'ı kast ederek:
“Bu adam bizden sadaka
istedi ve bizi dara düşürdü” dedi. Kâ'b bu sözü işitince:
“Vallahi, ondan daha da yaka silke çeksiniz!” dedi. Muhammed b. Mesleme:
“Biz şimdi ona
gerçekten tâbi olduk! Onu bırakıp da halinin nereye'varacağını görmekten
çekiniyoruz. Bana biraz ödünç vermeni dilerimi” dedi. Kâ'b:
“Bana bu borç
karşılığında rehin olarak ne vereceksin?” diye sordu. Muhammed b. Mesleme:
“Rehin olarak ne
istiyorsun?” dedi. Ka'b;
“Bana kadınlarınızı
rehin verirsin!” dedi. Muhammed b. Mesleme:
“Sen Arapların en
yakışıklısın! Sana kadınlarımızı rehin olarak nasıl vereceğiz?” dedi. Kâ'b:
“Bana çocuklarınızı
rehin verin!” dedi. Muhammed b, Mesleme:
“Birimizin oğluna
söverler de, kendisin: “Bu, iki yük hurma karşılığında rehin verildi” denilir.
Biz sana zırhları yâni silâhlan rehin olarak verelim!” dedi. Kâb'da:
“Tamam, öyleyse!”
dedi.
Muhammed b. Mesleme,
ona; Haris, Ebû Abs b. Cebr ve Abbâd b. Bişr'le birlikte geleceğini vaat etti.
Bunlar geceleyin gelip Kâ'b'ı çağırdılar. O da yanlarına indi.
Râvi Süfyân b. Uyeyne
der ki: Amr'dan başkası dedi ki: Karısı Kâ'b'a:
“Ben bir ses
işitiyorum, sanki kan sesi!” dedi. Kâ'b:
“Bu gelen, Muhammed b.
Mesleme ile süt kardeşi ve Ebû Nâile'dir. Mert adam geceleyin yaralanmaya
çağırılsa yine icabet eder!” dedi. Muhammed b. Mesleme der ki: Arkadaşlarıma:
“O geldiği zaman ben
elimi başına uzatacağım. Onu alt etme imkânı bulduğumda onu hemen tutun!”
dedim.
Kâ'b onların yanına
indiği zaman kılıcını kuşanmış olarak indi. Gelenler:
“Biz senden güzel koku
duyuyoruz!” dediler. Kâ'b:
“Evet! Benim yanımda
nikahlım olarak filânca kadın vardır. O, Arapların en güzel kokulu kadınıdır”
diye cevap verdi. Muhammed b. Mesleme:
“Bana bundan koklamaya
izin verir misin?” dedi. Ka'b:
“Evet,
koklayabilirsin” dedi. Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme, onun başını tutarak
kokladı. Sonra ona:
“Tekrar koklamama izin
verir misin?” deyip Ka'b'ın başını iyice tutup sonra da arkadaşlarına:
“Tutun!” dedi. Onu
tutup hemen öldürdüler.
[1010]
Açıklama:
Kâ'b b. Eşref, Kureyza
oğullan yahudilerinin şairidir. Daima Peygamber (s.a.v.)'e ve müslümanlara
hicveder, müslümanlarm aleyhine müşriklere yardımda bulunurdu. Hicretin 3. yılı
Ramazan ayında öldürüldü.
1643- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Hayber gazasına çıkmıştı. Sabah namazını orada alaca karanlıkta kıldık. Daha
sonra Allah'ın peygamberi (s.a.v.) (hayvanına) bindi. Ebû Talha da bindi. Ben
de, Ebû Talha'nm terkisinde idim. Derken Allah'ın peygamberi (s.a.v.) hayvanını
Hayber'in sokağı içine doğru sürdü. Öyle ki dizim, Allah'ın peygamberi
(s.a.v.)'in uyluğuna dokunuyordu. Derken Allah'ın peygamberi (s.a.v.)'in izan
uyluğundan sıyrıldı. Ben, Allah'ın peygamberi (s.a.v.)'in uyluğunun
beyazlığını gördüm. Şehre girince:
“Allahu Ekber!” Allah en büyüktür Hayber harap oldu.
Biz düşman bir kavmin yurduna girdiğimizde “İnzar edilenlerin sabahı kötü olur”
[1011]
buyurdu. Bunu üç defa tekrarladı.
Enes der ki:
“Hayberliler, sabah
vakti işlerine çıkmıştı. Bizleri görünce:
“İşte Muhammed”
dediler.
[1012]
Açıklama:
Hayber, Arap
yarımadasında Medine'nin kuzey doğusunda, Şam tarafında Medine'den 200 km. bir
uzaklıkta bulunan bir yerdir. Burası Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında Yahudilerin
merkezi durumundaydı. Hayber, hicretin 7. yılında fethedilmiştir.
1644- Seleme
İbnu'1-Ekva' (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte Hayber gazasına çıkmıştık. Bir gece yürüdük. Derken
kafileden bir kimse, Amir b. Ekva'ya:
“Bize kısa vezinli
şiirlerinden dinletmez misin?” dedi. Amir, şâir bir kimse idi. Bunun üzerine
Âmir, hayvanından inip güzel sesiyle şiiri okuyarak kafilenin develerinin
sürdü. Şöyle diyordu :
“Allahım! Senin
hidayetin olmasaydı, biz hidayet bulamazdık.
Sadaka vermez ve namaz
kılmazdık.
Dolayısıyla
günahlarımızı bağışla!
Düşmanla karşılaşırsak
ayaklarımızı sabit kıl!
Gönüllerimize mutlaka
sükunet ver!
Çünkü bize, savaş için
çağrı yapıldığı ve feryatla yardım istenildiği zaman hemen geliriz!”
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Şiir söyleyip develeri süren bu kişi kim?” diye sordu. Sahabiler:
“Âmir!” dediler.
Resulullah (s.a.v.):
“Allah ona rahmet eylesin!” buyurdu. Kafileden biri Useyd b. Hudayr;
“Şehit olması için
yaptığın bu dua ona vâcib oldu, ey Allah'ın resulü! Keşke kalsaydı da Amir'le
bizleri daha da faydalandırsaydın!” dedi.
Daha sonra Hayber'e
geldik ve Hayberlileri kuşattık. Nihayet bize şiddetli bir açlık isabet etti.
Sonra Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu Allah, size, Hayber'in fethini müyesser
kılacaktır!” buyurdu. Hayber'in
fethedildiği günün akşamı olunca, mücahitler geceledikleri vakit birçok
ateşler. yakmışlardı. Resulullah (s.a.v.):
“Bu ateşler de nedir? Niçin yakıyorsunuz?” buyurdu. Sahabiler:
“Et pişirmek için!”
dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Ne eti?”
diye sordu. Sahabiler:
“Evcil eşeklerin eti!”
dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“O etleri dökün ve kapları da kırın!” buyurdu. Bir kimse:
“Etleri dökseler de
kapları yıkasalar olmaz mı?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Yada öyle yapsınlar!” buyurdu.
Mücahitler savaş için
saf bağladığı zaman Amir'in kılıcında biraz kısalık vardı. Amir, bu kısa
kılıcıyla vurmak bir yahudiye saldırmıştı. Fakat kılıcının keskin tarafı dönüp
Amir'in dizine isabet etti. Amir, bu yaradan dolayı öldü.
Seleme b. Ekva der ki:
“Savaştan döndüğümüz
zaman Resulullah (s.a.v.) elimden tutmuştu. Beni susmuş görünce:
“Sana ne oldu?”
diye sordu. Ona:
“Annem-babam sana feda
olsun! Amir'in ameli boşa gitti diyorlar!” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Bunu kim söyledi?” diye sordu. Ben de:
“Filân, filân ve Useyd
b. Hudayr el-Ensârî!” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Bunu söyleyen hatâ etmiş! Ona gerçekten biri Allah
yolunda mücahid olmasından dolayı ve diğeri de bu yolda son kudretini
harcamasından dolayı iki ecir vardır!”
buyurup iki parmağını bir araya topladı. Sonra da:
“Âmir, gerçekten Allah yolunda her şeyiyle çalışan bir
câhid ve hem de bir mücâhiddir! Yeryüzünde bu hasletlerle yürüyen onun gibi bir
Arap pek az bulunur!” buyurdu.
[1013]
1645- Berâ'
İbnu'1-Âzib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Hendek savaşı günü hendekler kazılırken bizimle birlikte toprak taşıyordu. Toprak,
karnının beyazlığını örtmüş olduğu halde Resulullah (s.a.v.) şoyle diyordu:
“Vallahi, Sen olmasaydın, biz hidayeti bulamaz, sadaka
veremez ve namaz kılamazdık.”
“Şüphesiz ki şu kafirler bizim İslam davetimizi kabul
etmekten kaçınmışlardır. Artık sen onlara karşı bizim üzerimize bir gönül
rahatlığı indir”
Resulullah (s.a.v.),
bazen şöyle diyordu:
“Bu göz dolduran kafirler bizim İslam davetimizi kabul
etmekten kaçındılar. Onlar (bize karşı) bir fitne çıkarmak istediklerinde
onlara karşı çıktık”
Resulullah (s.a.v.),
bu sözleri söylerken sesini iyice yükseltiyordu.
[1014]
1646- Sehl
b. Sa'd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hendek kazıp
omuzlarımızda toprak taşıdığımız Hendek savaşında Resulullah (s.a.v.) yanımıza
gelip:
“Allahım! Kalıcı hayat, ahiret hayatıdır. Muhacir'i ve
Ensar'ı bağışla!” buyurdu.[1015]
Açıklama:
Hendek savaşı, Medine
şehrini korumak için etrafına çukurlar kazıldığından dolayı bu adla anılmıştır.
Hicretin 5. yılında meydana gelmiştir.
1647- Seleme
İbnu'1-Ekva' (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir gün sabah namazı
için ezan okunmadan önce Gabe ormanlığı tarafına gitmek üzere) yola çıktım.
Resulullah (s.a.v.)'in sağmal develeri Zû-Kared'de otluyordu. Derken
Abdurrahmân b. Avf in bir hizmetçisi bana rastlayarak:
“Resulullah
(s.a.v.)'in sağmal develeri çapulcular tarafında alınıp götürüldü!” dedi. Ona:
“Onları kim alıp
götürdü?” dedim. Hizmetçisi:
“Gatafân kabilesi!”
diye cevap verdi. Bunun üzerine ben:
“Ey sabahçılar/erken
kalkanlar! Yetişin baskın var” diye üç defa bağırdım. Bu sesimi, Medine'nin iki
kara taşlığı arasmdakilere işittirdim. Sonra yüzümün döndüğü tarafa hızlandım.
Nihayet onlara Zû-Kared'de yetiştim. Tam sudan içmeye başlamışlardı. Hemen
onlara okumu atmaya başladım. Atıcı idim. Bir yandan da:
“Ben Ekva'nın oğluyum!
Bugün alçakların öleceği gündür!” diye kısa vezinli şiir okuyordum. Nihayet
sağmal develeri onlardan kurtardım. Ayrıca onlardan otuz tane de elbise ele
geçirdim. Derken Peygamber (s.a.v.) ile sahabileri geldiler. Ben:
“Ey Allah'ın peygamberi!
Ben susamış oldukları halde bu kavme suyu vermedim. Şimdi hemen onların
arkasından bir askeri birlik gönder!” dedim. Peygamber (s.a.v.):
“Ey ,Ekva'nın oğlu! Sen alacağını aldın. Dolayısıyla
onlara merhametli davran” buyurdu.
Sonra döndük. Resulullah
(s.a.v.) Medine'ye girinceye kadar beni terkisine aldı.[1016]
Şamyolu üzerinde
Medine ile Hayber arasında bir sudur. Medîne'ye bir günlük mesafede olduğu
söylenir.
İbn Sad'a göre, Zû
Kared gazası hicretin 6. yılında olmuştur.
“Ey sabahçılar” sözüyle
Araplar, birbirlerini yardıma çağırırlardı. Esâs itibariyle bu.söz, baskın için
seslenildiği zaman söylenirdi. Çünkü çoğunlukla baskınlar, sabah yapılırdı. Bu
nedenle de bu ifade kullanılmaktadır.
1648- Seleme
İbnu'1-Ekva' (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hudeybiye'ye
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte geldik. 1400 kişi idik. Kuyunun başında elli
koyun vardı. Kuyu bunları bile sulayamıyordu. Derken Resulullah (s.a.v.)
kuyunun kenarına oturup dua etti yada bereketlenmesi kuyunun içine tükürdü.
Bunun üzerine kuyu coştu, biz de hem su içtik ve hem de hayvanlarımızı suladık.
Sonra Resulullah (s.a.v.) bizi ağacın altında biat etmeye davet etti. Ona
cemaattan İlk ben biat ettim. Sonra birer birer herkes biat etti. Nihayet
halkın ortasında kalınca:
“Biat et, ey Seleme!” buyurdu.
“Ben herkesten önce
sana biat ettim, ey Allah'ın resulü!” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Yine biat et!'” buyurdu. Resulullah (s.a.v.) beni silahsız gördü. Bunun üzerine bana
deriden'yapılma kalkan olan bir hacefe yada deraka verdi. Sonra biat devam
etti. Nihayet cemâatin sonunda kalınca:
“Bana biat etmiyor musun, ey Seleme!” buyurdu. Ben de:
“Sana cemaatin
başında ve ortasında
biat ettim, ey
Allah'ın resulü!” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Yine biat et”
buyurdu. Ben de ona üçüncü defa olarak biat ettim. Sonra da bana:
“Ey Seleme! Sana verdiğim hacefen veya derakan nerede?” diye sordu. Ben de:
“Ey Allah'ın resulü!
Amcam Âmir, bana silahsız olarak rastladı. Bunun üzerine ben de onu, amcam
Âmir'e verdim” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) güldü ve:
“Senin, amcanla olan bu durumun, geçmiş zamanda olan
şu adamın söylediği şu: “Allahım! Bana, kendi nefsimden daha sevimli olan bir
dost ver!' sözünün manasına benziyor”
buyurdu.
Daha sonra müşrikler
bize barış anlaşması teklif ettiler. Hattâ birbirimize gidip geldik. Ben, Talha
b. Ubeydullâh'ın hizmetçisi idim. Onun atını suluyor, kaşağılıyor ve kendisine
hizmet ediyor ve yiyeceğinden de yiyordum. Allah ve Resulü (s.a.v.) uğrunda
hicret ederek ailemi ve malımı terk etmiştim. Mekkeliler'le barış anlaşması
yapıp da birbirimize karıştığımızda ben bir'ağacın yanına geldim ve dikenlerini
süpü-rerek kütüğüne yaslandım. Daha sonra bana Mekkeli müşriklerden dört kişi
geldi ve Resulullah (s.a.v.) hakkında atıp tutmaya başladılar. Ben bunlara
kızdım ve başka bir ağacın altına geçtim. Onlar da silâhlarını ağaca astılar ve
uzanıp yaslandılar. Onlar bu halde iken birden vadinin aşağısından bir dellâl:
“Yetişin ey
muhacirler! Zuneym'in oğlu öldürüldü!” diye seslendi. Hemen kılıcımı kuşandım.
Sonra bu dört kişiye uyurlarken hücum ettim. Silâhlarını alarak elimde deste
yaptım. Sonra da
“Muhammed'in yüzünü
şereflendiren Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz başını kaldırırsa
üzerinde iki gözü bulunan uzvu/kafasını keserim!” dedim.
Sonra onları önüme
katıp Resulullah (s.a.v.)'e getirdim. Amcam Amir de, Kureyş'in Abele kolundan
Mikrez adında bir adamı müşriklerden yetmiş kişinin içinde zırhlı bir at
üzerinde olduğu halde çekerek Resulullah (s.a.v.)'e getirdi. Resulullah
(s.a.v.) onlara bir baktı ve:
“Onları serbest bırakın! Kötülüğün başı da sonu da
onların olsun!' buyurdu ve onları affetti. Bunun üzerine Allah, “Sizi onlar
üzerine muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin içinde onların ellerini sizden,
sizin ellerinizi de onlardan men'eden O'dur”
[1017] âyetinin tamâmını
indirdi.”
Seleme der ki:
“Bundan sonra
Medine'ye dönmek üzere yola çıktık. Öyle bir yere indik ki, bizim ile Lihyân
oğulları kabilesi arasında bir dağ vardı. Onlar, müşriktiler. Resulullah
(s.a.v.), bu gece bu dağa tırmanacak kimse için istiğfar etti. Sanki o kimse,
Peygamber (s.a.v.) ile sahabilerinin karakolu konumunda olacaktı.”
Seleme der ki:
“O gece ben, iki veya
üç defa dağa çıktım. Sonra Medine'ye geldik. Resulullah (s.a.v.) yük
develerini, ben de beraber olmak üzere hizmetçisi Rabâh'la gönderdi. Ben, onun
maiyetine Talha'nın atıyla çıktım. Atı, develerle birlikte meraya suya getirip
götürüyordum. Sabahladığımız zaman ne göreyim! Abdurrahmân el-Fezârî,
Resulullah (s.a.v.)'in develerini yağma edip hepsini götürmüş! Çobanını da
öldürmüştü! Bunun üzerine ben:
“Ey Rabâh! Bu atı al
da Talha b. Ubeydullâh'a götür! Resulullah (s.a.v.)'e de haber ver ki,
müşrikler meradaki sürüsünü yağma etmişlerdir!' dedim. Sonra bir tepenin
üzerine çıkarak Medine'ye doğru döndüm. Üç defa:
“Ey sabaçılar/Erken kalkanlar!”
diye bağırdım. Sonra onların arkasından koştum. Onlara hem ok yağdırıyor ve
hem de “Ben, Ekva'nın oğluyum! Bugün alçakların öldüğü gündür!” diyerek kısa
vezinli şiirler söylüyordum. Bir müddet sonra onlardan birisine yetiştim.
Bineğine doğru bir ok attım. Okun demiri adamın omuzuna ulaştı. Ben:
“Al sana! Ben,
Ekva'nın oğluyum! Bugün alçakların öldüğü gündür!” dedim. Vallahi, onlara hiç
durmadan ok atıyor ve onları öldürüyordum. Derken bana doğru bir atlı döndü,
ben de bir ağacın yanına gelip kütüğüne oturdum. Sonra ona ok atıp öldürdüm.
Nihayet dağ daraldı. Onlar, dağın dar yerine girdiler. Onlara ok atma imkanı
olmayınca ben de dağa çıkıp üzerlerine taş yuvarlamaya başladım. Böylece onları
adım adım takip etmekten bir olsun ayrılmadım. Nihayet Allah'ın yarattığı
Resulullah (s.a.v.)'in develerinin hepsini arka tarafıma geçirdim. Onlar,
develer ile benim aramı tamamıyla boşalttılar.
Sonra onlara ok atarak
kendilerini yine takip ettim. Nihayet onlar kaçabilmek için yüklerini
hafifletmek maksadıyla otuzdan fazla kaftan ve mızrak bıraktılar. On-lann1
attığı her şeyin üzerine, muhakkak arkamdan gelecek olan Resulullah (s.a.v.)
ile sahabilerinin tanıyabileceği taşlardan bazı işaretler koyuyordum. Nihayet
onlar dar bir dağ yoluna girdiler. Yanlarına Bedr el-Fezârî'nin oğlu filânca
geldi. Az sonra sabah kahvaltısı yapmak için oturdular. Ben de dağdarı ayrılıp
küçük bir tepenin üzerine oturdum. Fezârî, onlara:
“Görmekte olduğum bu
perişan ha nedir?” dedi. Onlar:
“Tepenin üstündeki şu
adamla belâya çattık! Vallahi, alaca karanlıktan beri bizden ayrılmadı. Bize ok
aüyor, hattâ elimizdeki her şeyi aldı” dediler. Fezârî, onlara:
“O halde sizden dört
kişi ona gitsin!” dedi. Bunun üzerine onlardan dört kişi dağa benim yanıma
çıktı. Bana konuşma imkânı verdikleri zaman, onlara:
“Şeni tanıyor
musunuz?” diye sordum. Onlar da:
“Hayır! Sen kimsin?”
dediler. Ben de:
“Ben, Seleme b.
Ekva'yım. Muhammed (s.a.v.)'in yüzünü şereflendiren Allah'a yemîn ederi ki,
sizden bir adamı yakalamak istediğimde mutlaka ona yetişirim! Fakat sizden
biri beni yakalamak isterse bana yetişemez!” dedim. Onlardan biri:
“Ben biliyorum!” dedi.
Sonra da dönüp gittiler. Ben de, Resulullah (s.a.v.)'in yardım için gelen
süvarilerini görünceye kadar yerimden hiç ayrılmadım. Süvariler ağaçların arasına
giriyolardı. Süvarilerin en önünde, Ahram el-Esedî vardı. Onun arkasında, Ebû
Katâde el-Ensârî vardı. Onun peşinde de Mıkdâd İbnu'l-Esved el-Kindî vardı.
Hemen Ahram'm atının gemini tuttum.ÇapulcuIar da arkalarına dönüp kaçtılar.
“Ey Ahram! Bunlardan
sakın! Resulullah (s.a.v.) ile sahabileri yetişinceye kadar onlar senin yolunu
çevirip yakalamasınlar!” dedim. Ahram:
“Ey Seleme! Eğer
Allah'a ve ahîret gününe îman ediyor, cennetin hak ve cehennemin hak olduğunu
biliyorsan benimle şehidliğin arasına girme!” dedi.
Bunun üzerine onu
bıraktım. O da Abdurrahman'la karşılaştı. Hemen Abdur-rahman'in atını öldürdü.
Abdurrahmân da onu yaralayarak öldürdü ve onun atma geçti. Resulullah
(s.a.v.)'in süvarisi Ebû Katâde, Abdurrahmân'a yetişerek onu yaralayıp sonra da
onu öldürdü. Muhammed (s.a.v.)'in yüzünü şereflendiren Allah'a yemin olsun ki,
yaya koşarak onları takip ettim. Hattâ arkamdaki Muhammed (s.a.v.)'in
sahabilerimden ve onların tozundan bîr şey görmüyordum.
Nihayet onlar güneş
batmadan önce, içinde Zû-Kared denilen su bulunan bir dağ yoluna saptılar.
Susuz olduklarından ondan su içmek istiyorlardı. Bana baktılar, ben onların
arkalarından koşuyordum. Ben onlara su içme imkanı vermedim. Dolayısıyla da
ondan bir damla su tadamadılar. Bu sefer çıkıp sarp bir yola düştüler. Ben de
arkalarından koştum ve onlardan bir adama yetişerek onun omuz başı kemiğine bir
ok fırlatıp:
“Al şunu! Ben, Ekva'ın
oğluyum! Bugün alçakların öldüğü gündür!” dedim. Adam da:
“Ey anası ağlayasıca!
Sabahki Ekva'ı mı?” dedi. Ben de:
“Evet, ey nefsinin
düşmanı! Sabahki Ekva'yım!” diye cevap verdim.
“Sarp bir yolda
giderlerken arkalarında iki at bıraktılar. Ben bunları sürerek Resulullah
(s.a.v.)'e getirdim.
Amir de, birinde
sulandırılmış süt ve diğerinde su bulunan iki tulumla birlikte bana yetişti.
Ben, abdest aldım ve su içtim. Sonra Resulullah (s.a.v.)'e geldim. Resulullah
(s.a.v.), benim müşrikleri kovduğum suyun başında durmaktaydı. Bir de ne
göreyim! Resulullah (s.a.v.), o develeri ve benim müşriklerden kurtardığım her
şeyi, her oku ve her elbiseyi almış! Bilâl, benim, düşmandan kurtardığım
develerden bir dişi deveyi boğazlayıp ciğerinden ve hörgücünden Resulullah
(s.a.v.)'e kızartıyor! Onların yanına gelip:
“Ey Allah'ın resulü!
Bana izin verde şu topluluktan yüz adam seçip düşmanı takîp edeyim de onlardan
tepelemediğim hiç bir haberci kalmasın!” dedim. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.) güldü. Hattâ gündüzün ışığında azı dişleri göründü. Bana:
“Ey Seleme! Bu hususta sana izin versem acaba bîr şey
yapacağını sanıyor musun?” buyurdu.
Ben de:
“Evet! Sana ikram
buyuran Allah'a yemin olsun ki” diye cevâp verdim. Resulullah (s.a.v.):
“Şüphesiz ki onlara şimdi Gatafan toprağında ziyafet
verilmektedir” buyurdu. Derken
Gatafân'dan bir adam gelip:
“Onlar için filânca
kimse bir deve boğazladı. Ama derisini açtıkları zaman bir toz
gördüler. Bunun üzerine:
“Düşman
size gelmiş!” dediler ve
hemen çıkarak kaçtılar” dedi.
Sabahladığımızda
Resulullah (s.a.v.):
“Bugün süvarilerimizin en hayırlısı, Ebû Katâde ve
piyadelerimizin en hayırlısı da Seleme idi” buyurdular.
Sonra Resulullah
{s.a.v) bana iki hisse verdi. Biri süvari hissesi ve biri de piyade hissesi
idi. Benim için bunların ikisini bir araya getirdi. Sonra Resulullah (s.a.v.)
Medine'ye dönmek üzere beni devesi Adbâ'nın üzerinde terkisine aldı. Ensâr'dan
bir kimse vardı ki, yaya koşusunda geçilmezdi. Biz yürümekte iken:
“Medine'ye kadar koşu
yapacak yok mu? Koşucu var mı?” demeye ve bunu tekrarlamaya başladı. Ben onu bu
sözünü işitince:
“Sen hiç bir iyiye
ikram etmez ve hiç bir şerefliyi saymaz mısın?” dedim. O adam:
“Hayır! İkram ve
şerefin Resulullah (s.a.v.) olması hali hariç!” diye cevâp verdi. Bunun
üzerine:
“Ey Allah'ın resulü!
Annem-babam sana feda olsun! İzin ver de, şu adamla müsabaka edeyim!” dedim.
Resulullah (s.a.v.):
“Dilersen yap!”
buyurdu. O adama:
“Sen koş!” dedim.
Ayaklarımı ayarlayarak bir sıçradım!.. Bir koştum!.. Nefesim tükenmesin diye
bir veya iki bayırda kendimi tuttum. Onun izinden koştum. Yine bir veya iki
bayırda kendimi tuttum. Sonra ona yetişmek için son hızla koştum, onun iki
omuzunun arasına dokunup:
“Vallahi, geçildin!”
dedim. Adam:
“Ben de bunu
biliyorum!” dedi. Derken onu geçtim ve Medine'ye ulaştım.
Seleme der ki:
“Vallahi, biz bu
Zu-Kured seferinden döndükten sonra Medine'de ancak üç gece kaldık. Nihayet
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte Hayber'e doğru yola çıktık. Amcam Amir düşmana
kısa vecizli şiirler okumaya başladı:
Vallahi, Allah
olmasaydı biz ne hidayete erer, ne sadaka verir ve ne de namaz kılardık!”
“Biz senin fadlından
müstağni değiliz!”
“Eğer düşmanla
karşılaşırsak, ayaklarımızı sabit kıl!”
“Üzerimize mutlaka
sekînet/manevi kuvvet indir!” Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bu kimdir?”
diye sordu. Amcam:
“Ben, Amir'im!” diye
cevap verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Rabbin sana mağfiret buyursun!” diye dua etti.
Resulullah (s.a.v.)
özellikle bir insana mağfiret dilerse, o insan mutlaka şehid olurdu! Bu sebeple
devesinin üzerinde bulunan Ömer b. Hattâb:
“Ey Allah'ın resulü!
Keşke bizleri Amir'le daha faydalandırsaydm!” diye seslendi.
Hayber'e vardığımızda
hükümdarları Marhab kılıcını kaldırıp indirerek ortaya çıktı. Sonra da şu kısa
vecizli şiirleri okuyarak:
“Hayber benim Marhab
olduğumu iyi bilir.”
Silâhı tamam, denenmiş
bir kahraman!”
Harpler geldiğinde
alev alev yanar!” diyordu.
Onun karşısına amcam
Amir çıktı.Ona karşı şunları söyledi:
“Hayber, benim Amir
olduğumu iyi bilir.”
“Süâhı tamam, bahâdır,
kahraman!”
Derken iki vuruşla
birbirlerine girdiler. Marhab'ın kılıcı Amir'in kalkanının içine girdi. Amir'de
ona alttan vurmaya kalkıştı. Fakat kılıcı kendine dönerek can damarını kesti.
Ölümü de bundan oldu.
Seleme der ki:
“Dışarı çıktım. Bir de
baktım ki, Peygamber (s.a.v.)'in sahabilerinden birkaç kişi:
“Amir'in şehit olma
ameli bâtıl oldu! O kendini öldürdü!” diyorlardı.
Hemen ağlayarak
Peygamber (s.a.v.)'e geldim. Ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Amir'in şehit olma ameli bâtıl mı oldu?” dedim. Resulutlah (s.a.v.):
“Bunu kim söyledi?” diye sordu. Ben de:
“Senin sahabilerinden
bazı kimseler” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Bunu söyleyen hatâ etmiş! Bilâkis onun için iki defa
ecir vardır!” buyurdu.
Sonra beni Ali'ye
gönderdi. AH gözlerinden rahatsızdı. Bu sırada Resulullah (s.a.v.):
“Bu sancağı herhalükarda Allah'ı ve Resulünü seven
yada Allah'ın ve Resulünün sevdiği bir adama vereceğim!” buyurdu.
Derken Ali'ye vardım.
Onu, gözlerinden rahatsız olduğu halde onu önüme katıp Resulullah (s.a.v.)'e
getirdim. Nihayet onu Resulullah (s.a.v.)'in huzuruna çıkardım. Gözlerine
tükürdü. Gözleri hemen iyileşti. Sancağı ona verdi. Savaş alanına ilk önce
Yahudi cengaveri Marhab da çıkıp şunları söyledi:
“Hayber benim Marhab
olduğumu iyi bilir.”
“Silâhı tamam,
denenmiş bir kahraman!”
“Harpler geldiğinde
alev alev yanar!”
Bunun üzerine Ali'de
şunları söyledi:
“Ben o kimseyim ki,
annem adımı “Haydar” (=arslan) koymuştur.”
Ben ormanların
heybetli görünüşlü arslanı gibiyim.
Ben çirkin manzaralı
düşmanlara, şendere kilesi kadar büyük sa ölçeğiyle gelirim!”
Daha sonra Ali,
Marhab'm basma bir kılıçla vurup onu öldürdü. Bundan sonra Hayber'in fethi,
Ali'nin eliyle gerçekleşti.
[1018]
Mekke'ye bir,
Medine'ye dokuz konak mesafede küçük bir beldedir. Köye bu isim, orada bulunan
aynı isimde bir su kuyusu dolayısıyla verilmiştir. Ağaç altındaki meşhur biat
burada olmuştur.
1649- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Mekkelilerden seksen
kişi, sahabilerin gaflet sırasını gözeterek silahlı olarak Resulullah
(s.a.v.)'i ve sahabilerini öldürmek amacıyla Ten'im dağından aşağı ansızın
indiler. Resulullah (s.a.v.), onları kıskıvrak yakaladı. Sonra da onları
affedip serbest bıraktı. Bunun üzerine Yüce Allah,
“Sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke'nin
içinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çeken O'dur”
[1020]
ayetini indirdi.
[1021]
1650-
Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ummü Süleym, Huneyn
(savaşı) günü bir hançer edinmişti. Hançer yanındaydı. Derken kocası Ebu
Talha, Ümmü Süleym'i bu vaziyette görüp:
“Ey Allah'ın resulü!
Şu Ummü Süleym'dir. Yanında hançer var!” dedi. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.), Ümmü Süleym'e:
“Bu hançer de ne?” diye sordu. Ummü Süleym:
“Bu hançeri bugün için
edinmişimdir. Eğer müşriklerden biri bana yaklaşırsa onunla onun karnını
deşeceğim!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) gülmeye
başladı. Ümmü Süleym:
“Ey Allah'ın resulü!
İslam'a yeni girerek azad edilenlerden olup da panik yapıp yanından
dağılıverenleri de bizimle savaşan müşrikler gibi onları da öldür” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Ey Ümmü Süleym! Allah bize kafi geldi ve zafer ihsan
etti” buyurdu.
[1022]
1651- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
gazaya, Ümmü Süleym'le birlikte giderdi. O gaza ettiği zaman Ensar'dan bazı
kadınlar da beraberinde bulunup (mücahidlere) su verirler ve yaralıları tedavi
ederlerdi.”
[1023]
1652- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Uhud savaşı günü
insanlar hezimete uğrayıp Peygamber (s.a.v.)'in yanından dağıldıktan zaman Ebu
Talha Resulullah (s.a.v.)'in huzurunda deriden yapılmış kalkanını düşmana
karşı ona siper yaparak sebat etmişti. Ebu Talha, iyi bir ok atıcısı idi. Yay
çekişi çok sertti. Uhud savaşı günü Ebu Talha, çok fazla ok attığından iki yada
üç yay kırmıştı. O gün Ebu Talha'nın yanından terkisi okla dolu olarak geçen
her mücahide Resulullah (s..a.v):
“Terkindeki okları Ebu Talha'nın önüne boşalt o atsın” diyordu.
Allah'ın peygamberi
(s.a.v.), düşman okçularına bakmak için ayağa kalksa Ebu Talha derhal:
“Ey Allah'ın
peygamberi! Babam-ana sana feda olsun! Sakın ayağa kalkma! Yoksa sana düşman
oklarından bir ok isabet eder. İşte göğsüm, senin göğsünün önünde onlara karşı
siperdir!” dedi.
Enes der ki:
“Uhud savaşı günü Ebu
Bekr'in kızı Aişe ile annem Ürnmü Süleym'i mücahidler arasında gördüm. Bu İki
kadın, elbiselerinin eteklerini çelmeyip bacaklarının haîhallarmi görüyorduk. ,
Bunlar, sırtlarında kırbalarla çeviklikle mücahidilere su taşıyorlar, sonra bu
suyu içirmek için yaralıların ağızlarına döküyorlardı. Kırbalar boşalınca,
hızlıca geri dönüp gelerek kırbaları dolduruyorlar, sonra gelip yaralı
mücahidlerin ağızlarına boşaltıyorlardı. Yine Uhud savaşı günü Ebu Talha'nın
elinden iki yada üç defa uykusuzluktan dolayı kılıcı yere düşmüştü.”[1024]
Açıklama:
Ebu Talha, Enes'in
üvey babasıdır.
1653- Yezîd
b. Hürmüz'den rivayet edilmiştir:
“Necdet, Abdullah İbn
Abbas'a mektup yazarak ona beş şey sordu. Abdullah İbn Abbâs:
“Bir ilmi gizlemiş
olmasaydım Necdet'in bu sorularına cevap yazmazdım!” dedi. Necdet, ona şöyle
yazmıştı:
“Bundan sonra: Bana
şunlardan haber ver:
1-
Resulullah (s.a.v.) kadınlarla birlikte gaza eder miydi?
2- Savaşa
giden kadınlara hisse ayırır mıydı?
3- Savaş
sahasında çocukları öldürür müydü?
4-
Yetimin
yetimlik müddeti ne zaman sona erer?
5- Ganimetin
beşte bir, kimin hakkıdır?” Abdullah İbn Abbâs ona şu cevabı yazdı:
“Bana mektup yazarak:
“Resulullah (s.a.v.) kadınlarla birlikte gaza eder miydi?” diye sordun.
1- Evet,
Resulullah (s.a.v.) kadınlarla birlikte gaza giderdi. Onlar yaralıları tedavi
ederlerdi. Onlara ganimetten bir şeyler verilirdi.
2-
Ganimetten belirli kılınmış bir hisseye gelince, Resulullah (s.a.v.) onlara
ganimetten belirli bir hisse ayırmamıştır.
3-
Resulullah (s.a.v.) savaş sahasında çocukları da öldürmezdi. O halde sen de
çocukları öldürme!
4- Bana
yazarak: “Yetimin yetimlik müddeti ne zaman sona erer?” diye sordun. Ömrüme
yemin ederim ki, adam vardır, sakalı biter de hâlâ kendi hakkını almaktan
zayıf, kendi nâmına vermekten zayıftır. İşte kendisi için başkalarının
aldığının elverişlisinden almaya başladığında artık ondan yetimlik-sona erdi
demektir.
5- Bana
yazarak: “Ganimetin) beşte birinin kime verilir?” diye sordun. Biz:
“Bu bizim hakkımızdır”
derdik, fakat bugünkü idareciler olan kavmimiz bize bunun vacip olduğunu kabul
etmedi.
[1025]
Açıklama:
Ganimet ilk önce beşe
bölünür. Bu beş kısmın dördü, savaşa katılan mücahidlere verilir. Geri kalan
bir kısım ise tekrar beşe bölünür. Bu beş sınıftan birisi de, Peygamber
(s.a.v.)'in akrabalarıdır. Abdullah İbn Abbas dönemindeki Emevi idarecilerin,
kendilerine, bu haklarım vermediğini anlatmaktadır.
Savaşa katılan
kadınların savaş ganimetlerinden hisse alıp alamayacağı meselesi alimler
arasında İhtilaflıdır. Hanefiler ile İmam Şafii'ye göre, kadınlara
ganimetlerden bağış verilir.
1654- Ümnıü
Atiyye el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah
(s.a.v.)'Ie birlikte yedi gazada bulundum. Mücahidlerin menzillerinde onların
arkalarında bulunur, kendilerine yemek yapar, yaralıları tedavi eder ve
hastalara bakardım.”
[1026]
Açıklama:
Hadis, kadınların
savaş seferlerine katılması, mücahidlerin eşyalarına nezaret etmeleri,
yemeklerini hazırlamaları, yaralıları tedavi etmeleri, hastalara bakmalan ve
benzen hizmetleri görmelerinin meşru olduğuna delalet etmektedir.
1655-
Abdullah b. Yezîd'den rivayet edilmiştir:
Abdullah b. Yezîd,
insanlarla birlikte yağmur duasına çıkıp iki rekat namaz kıldırırdı, sonra
yağmur duası yapardı.
Abdullah b. Yezîd der
ki:
“Günün birinde Zeyd b.
Erkam'a rastladım. Onunla aramızda bir adamdan başka hiç kimse yoktu yada
onunla aramızda bir adam vardı. Ona:
“Resulullah (s.a.v.)
kaç gaza yaptı?” diye sordum. O da:
“On dokuz” diye cevap
verdi. Ona:
“Sen Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte kaç gazaya katıldın?” diye sordum. O da:
“On yedi gaza!” diye
cevap verdi. Ona:
“Resulullah
(s.a.v.)'in yaptığı ilk gaza hangisidir?” diye sordum. O da:
“Zatu'l-Useyre yada
Zatu'l-Uşeyre!” diye cevap verdi.
[1027]
Açıklama:
Zeyd b. Erkam,
Resulullah (s.a.v.)'in yaptığı ilk gazanın, Zatu'l-Useyre yada Zatu'l-Uşeyre
olduğunu söylüyorsa da. Peygamber (s.a.v.)'in ilk yaptığı gaza hicretin on
ikinci ayı olan Safer ayındaki Ebva gazasıdır. İkinci gazası ise Buvat
gazasıdır. Üçüncüsü ise Uşeyre gazasıdır. Dördüncüsü, Küçük Bedir gazasıdır.
Beşincisi de, Büyük Bedir gazasıdır.
1656-
Zeyd
b. Erkam (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
on dokuz gaza yaptı. Medine'ye hicret ettikten sonra sadece bir defa hac
etmiştir. O da, Veda Haccıdır. Ondan başka hac etmemiştir.”
[1028]
Resulullah (s.a.v.)'İn
bizzata katılıp askerlere komutanlık yaptığı savaşlara denir. Ancak bazı ilk
dönem İslâm tarihçileri muhtemelen kelimenin kazandığı bu ıstılah manasını
gözetmeksizin ve sırf lügat itibariyle ifade ettiği “Kâfirler üzerine yapılan
sefer” manasına itibar ederek, Peygamber efendimizin katılmadığı bazı seferlere
de gazve adını vermişlerdir. Meselâ İbn Hişâm, Mûte Harbi'nden “Mûte Gazvesi”
şeklinde bahseder
[1029]
Ancak bu isimlendirme, kelimenin ıstılah manâsına göre değil, lügat anlamına
göre verilmiş olsa gerektir. Kelimenin taşıdığı bu lügat manası bakımından
Peygamber Efendimizden sonraki dönemlerde müslümanların kâfirlere karşı
yaptıkları savaşlara da “Gazve”, savaşma işine ise “Gaza” denilmiştir.
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in katıldığı gazvelerin sayısı yirmi yedi iken; seriyyelerin sayısı
otuz sekize ulaşır. Ancak bu rakamların daha fazla olduğunu söyleyenler de
vardır.
[1030]
Resulullah (s.a.v.)'in
yaptığı gazalar ile sahabi komutasındaki seriyyelerin sayısında ihtilaf
bulunmasının nedeni; bazı ravilerin, rivayet ettikleri gazaların, diğer
ravilerin rivayetlerinde yer almasından kaynaklanmaktadır. Buna göre gazaları
birleştirerek iki gazayı bir sayan raviler gaza sayısını azaltmış, bazen de bir
gazadaki olayları ayrı ayn gazve sayan raviler ise sayıyı artırmışlardır.
Seriyye: Çıkış gayesi
ve sayısı ne olursa olsun Hz. Peygamber'in kendisinin bulunmadığı ue ashabdan
bir zatın komutasında çıkardığı birliklere ise seriyye denilir.
[1031]
1657- Câbır
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte on dokuz gazaya katıldım. Yalnız Bedir ile Uhud
gazalarında bulunamadım. Çünkü babam, beni bu iki savaşa katılmaktan
alıkoymuştu. Babam Abdullah Uhud savaşı günü şehid edilince, bir daha hiçbir
gazada Resulullah (s.a.v.)'den geri kalmadım.”
[1032]
1658-
Büreyde (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
on dokuz gaza yaptı. Bunların sekizinde savaştı.”
[1033]
1659- Seleme
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte yedi gazada bulundum. Gönderdiği heyetler/askeri birlikler
içerisinde ise dokuz defa gazaya çıktım. Bir defasında komutanımız Ebu Bekr ve
bir defasında ise Usâme b. Zeyd idi.”
[1034]
1660- Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, altı kişi
olduğumuz halde Resulullah (s.a.v.)'le birlikte bir gazaya çıkmıştık. Aramızda
bir deve vardı ki, ona, nöbetleşe biniyorduk. Derken ayaklarımız delindi. Benim
de ayaklarım da delindi ve tırnaklarım düştü. Bunun üzerine ayaklarımıza bez parçalan
sardık. Bu suretle ayaklarımıza bez parçaları sardığımız için bu sefere
“Zâtu'r-Rikâ” gazası adı verildi.”
[1035]
Açıklama:
Bu gaza, İbn İshak'a
göre hicretin 4. yılında Nadir oğulları gazasından sonra meydana gelmiştir. İbn
Sa'd ile İbn Hibban'a göre ise hicretin 5. yılında meydana gelmiştir. Buhârî
ise bu savaşın hicretin 7. yılında gerçekleşen Hayber'in fethinden sonra
yapıldığına meyletmiştir.
Rika' kelimesi, Ruk'a
kelimesinin çoğuludur. Ruk'a ise yama, çaput, bez anlamına gelir. Hadiste de
belirtildiği üzere, sahabiler bu savaşta ayaklarına bez parçaları bağladıkları
için bu gazaya “Zâtu'r-Rik'â” demişlerdir.
1661-
Peygamber (s.a.v)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), Bedir tarafına doğru yola
çıkmıştı. Harratu'l-Vebera'ya varınca,
ona, cesur ve yiğit olduğu söylenen bir
adam yetişti. Bu sebeple Resulullah (s.a.v.)'in sahabiler, o adamı görünce
sevindiler”. Bu adam, Resulullah (s.a.v.)'e yetişince, ona:
“Sana tâbii olmak ve seninle beraber yaralanmak için
geldim” dedi. Resulullah (s.a.v.) ise
bu adama:
“Allah'a ve Resulüne îmân ediyor musun?” diye sordu. Adam:
“Hayır!” dedi. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse geri dön! Ben asla bir müşrikten yardım alamam!” buyurdu.
Âişe der ki:
“Sonra bu adam gitti. Ağacın yanına vardığımızda o
adam Resulullah (s.a.v.)'e yine yetişti ve ona ilk defa da söylediğini söyledi.
Peygamber (s.a.v.)'de ona ilk defa söylediğinin aynısını söyleyip:
Öyleyse geri dön! Ben asla bir müşrikten yardım
alamam!' buyurdu. Sonra adam geri döndü. Adam tekrar Resulullah (s.a.v.)'e
Beydâ'da yetişti. O da ilk defa dediği gibi:
Allah'a ve Resulüne imân ediyor musun?” diye sordu. Adam:
“Evet!” diye cevâp
verdi. Resulullah (s.a.v.), ona:
“O halde bizimle birlikte yürü bakalım!” buyurdu.
[1036]
Medine'ye dört mil
mesafede bir yerdir.
Açıklama:
Resulullah burada “Ben bir müşrikten asla yardım alamam”
buyurdu. Halbuki başka bir hadiste ise Resulullah (s.a.v.)'in, Mekke fethinden
sonra Safvân İbn Umeyye adındaki bir kimseden, o İslâm'a girmeden önce yardım
aldığı haberi gelmiştir. Alimlerden bir grubu birinci hadisi mutlak olarak
alıp hangi halde olursa olsun müşrikten yardım istemenin caiz olmadığını
söylemişlerdir. Diğerleri ise: Eğer kâfir müslümanlar hakkında iyi fikirli olur
ve ihtiyaç da ondan yardım istemeyi gerektirirse, o zaman böyle bir kimseden
yardım istenebileceğini söyleyerek bu iki hadisin arasını bu şekilde
birleştirmişlerdir.
Müşrik izinli olarak
müslümanlaria beraber savaşta hâzır bulunursa ona mucâhidler gibi ganimetten
hisse alıp alamayacağı konusunda ihtilaf vardır. Cumhura göre ganimetten hisse
alamaz, fakat ona ganimetten bahşiş verilir.
Emir verme yetkisi
bulunan bütün idarî makam ve rütbelerin en büyüğünden en küçüğüne kadar her
kademesini kadar yönetimi ifade eder. Yani devlet başkanlığı, valilik amirlik,
komutanlık, memurluk gibi.
Devlet başkanlığı,
Akaid ve Fıkıh kitaplarında, “İmamet” yada “İmaret” başlığı altında işlenir.
İmaret meselesi,
İslam'ın. siyasi hayatının merkezinde yer alır. Bu nedenle İslam dini; devlet
başkanında aranacak niteliklerden, seçimine, azline, itaat, isyan bahislerine
kadar hatıra gelebilecek her hususta esaslar, prensipler, hükümler koymuştur:
İslam devletinde
hakimiyet, Allah'ındır. Egemenlik ise halife ve şura heyeti aracılığıyla
kullanılır. Halife, İslam devletinin en yüksek düzeydeki temsilcisi ve
sorumlusudur. Şura heyeti ise, halifenin ve hükümetin yardımcısı, yol
göstericisi, hatalarının düzelticisi ve hakka yönelticisidir.
İslam hukukçuları,
hilafet terimini, genellikle Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yerine geçmek anlamında
kullanmışlardır. Hilafetin diğer bir adı da, imamettir. Yalnız meliklik ile
sultanlık, imametten farklıdır.
1662. Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“İnsanlar şu idare konusunda Kureyş'e tabidir.
müslümanı müslümanma ve kafiri de kafirine.”
[1037]
1663- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İnsanlar, hayrda ve serde Kureyş'e tabidirler.”
[1038]
1664-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İnsanlardan iki kişi kaldığı müddetçe bu idare iş
Kureyş'te devam edecektir.”[1039]
Açıklama:
Halifenin, Kureyşten
olup olmayacağı meselesi, ihtilaflıdır. Bu konuda gelen hadisler ise, öze! bir
takım sebeplerle söylenmiştir. Üstelik bazı rivayetlerde, onların; “İslam'a
bağlı kalmaları” kaydı özellikle belirtilmiştir. O halde onlarda bu şart
bulunmayacak olursa, yönetimdeki hakları da kaybolur demektir. Çünkü İslam'da
devletin varlığının nedeni, sadece dinin dimdik ayakta tutulması ve ümmetin
işlerinin de İslama göre yürütülmesidir. Yoksa belirli bir ferdin yada aile
veya kabilenin anlamsız bir liderliğini ayakta tutmak için değildir.
Bu tür hadisler, bir
istek ifade etseler bile bunlar, halifeliğin, sahih olması için bir istek
olmayıp sadece “Efdaliyeti” göstermek içindir. Kaldı ki diğer bazı hadislerde
yönetici, zenci bile olsa, Allah'ın kitabını uyguladıkça ona itaatte bulunmak
emredilmektedir.
Halifeliğin, belirli
bir soyun hakkı olarak kabul edilmesi; İslam'ın, bilhassa kavmiyet düşüncesine
karşı olan tutumuyla bağdaşmamakta, Kur'an'ın bu konudaki nasiarına ve hatta
Allah Resulünün uygulamalanna ters düşmektedir.
Bu tür hadisler, sıhat
ve sabitlik açısından kuvvetli olsa bile bu hadisleri şu şekilde anlamak
mümkündür:
a- Bu
hadisler, Kureyş'in böyle bir imtiyaza sahip olmasını ve bu makamı tekeline
almasını gerektirmez.
b-
Bu tür
hadisler, haber vermek maksadıyla söylenilmiş olup bağlayıcı bir hüküm koyması
sözkonusu değildir. Bu takdirde vbu hadisler, yalnızca vakıayı dile getirmekten
başka bir anlam ifade etmezler.
c-
Bu tür
hadislerde geçen “Kureyş” kelimesiyle, yalnızca “Muhacirler” anlatılmak istenmiş
olabilir. Çünkü böyle bir kullanım oldukça yaygın idi. Anlatılmak istenen de
tümüyle bundan ibarettir.
Çağdaş İslami bir
yönetimde böyle bir problemin varlığından söz edilemez. Devlet başkanlığı
şartlarını taşıyan ve ümmetin seçimiyle iş başına gelmeye hak kazanan kişi, bu
makama layık olduktan sonra ümmetin başına geçen kişinin mensup olduğu kabile
ve soyu pek önemli değildir. Asıl olan daima Allah'ın mutlak hakimiyetinin,
müminlerden başlayarak bütün insanlara doğru gittikçe gelişen bir çerçeve
içerisinde gerçekleşmesi ve bunun, hayatın her alanında gerçek anlamıyla ortaya
çıkmasıdır. Böyle bir yükümlülük, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olmak
sıfatıyla bütün müminlerin omuzlarındadır.
1665-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Babam yaralandığı
zaman yanına vardım. Etrafında bulunan kimseler, ona övgüde bulunarak:
“Allah seni hayırla
mükâfatlandırsın!” dediler. O da:
“Ben, hem ümitli ve
hem de korkanım!” dedi. Yanındakiler:
“Yerine bir kimseyi
halife bırak!” dediler. Bunun üzerine babam Ömer:
“Belli bir kimseyi
yerime bırakarak hayatımda ve ölümüm de işinizin sorumluluğunu yükleneyim? Ben
bu hilâfet işinden olan nasibimin; lehime, aleyhime değil, sadece yetecek kadar
olmasını dilerim! Halîfe bırakmış olsam,
benden daha hayırlısı olan Ebû Bekr kendine halîfe bırakmıştır. Sizi halifesiz
bıraksam, benden daha hayırlı olan Resulullah (s.a.v.) sizi halifesiz
bıraktı!” dedi.
Abdullah;
“Babam, Resulullah
(s.a.v.)'i anınca kendine halîfe bırakmayacağını anladım” dedi.
[1040]
1666-
Abdurrahman b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), bana:
“Ey Abdurrahman! Yöneticiliği isteme! Eğer
yöneticilik, isteyerek sana verilirse onunla baş başa bırakılırsın. İstemeden
sana verilirse onun uğrunda yardım görürsün.”
[1041]
1667- Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Amca oğullarımdan iki
kimseyle birlikte Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna girdim. Bu ikisinden biri:
“Ey Allah'ın resulü!
Yüce Allah'ın seni yetkili kıldığı yerlerden birisine beni yönetici olarak
gönder” dedi. Diğeri de buna benzer şeyler söyledi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Vallahi, biz bu idare işine, onu isteyen ve buna hırs
gösteren hiç kimseyi atamayız”
buyurdu.
[1042]
1668- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Beni bir yere vali yapmayacak mısın?” diye sordum. Oda:
“Ey Ebu Zerr! Sen zayıfsın. Bu valilik işi, bir
emanettir. Gerçekten kıyamet gününde bu idarecilik görevi, kepazelik ve
pişmanlıktır. Yalnız onu hakkıyla alıp o hususta üzerine düşeni yapan
müstesna!” buyurdu."
1669-
Abdullah İbn Amr (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah fs.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu adaletle iş görenler, Allah katında nurdan
minberler üzerinde Rahman'ın sağında olacaklardır. Onun her iki eli, sağdır.
Onlar, ahalileri ve velayetlerinde bulunanlar hakkında verdikleri kararlarında
daima adil davranırlar.”
[1043]
1670-
Abdurrahman b. Şimâse'den rivayet edilmiştir:
“Âişe'ye bir şey
sormaya geldim. Bana:
“Sen, kimlerdensin?” diye sordu. Ben de:
“Mısırlılardan bir
adamım!” dedim. Âişe:
“Sizin sahibiniz, sizin şu gazalarınızda size karşı
nasıl davranır?” diye sormuş. O da:
“Ondan bir kötülük görmedik. Bizden birimizin devesi
ölse hemen ona deve verir, kölesi ölse ona köle verir, yiyeceğe muhtaç olsa ona
yiyecek verir” dedi. Bunun üzerine
Aişe şöyle dedi:
“Beri bak! Resulullah (s.a.v.)'den işittiğim bir şeyi
sana haber vermekten, onun, kardeşim Muhammed b. Ebî Bekr'e yaptıkları beni men
edemez! Resulullah (s.a.v.), şu evimde:
“Allahım! Her kim ümmetimin işlerinden bir vazifeyi
üzerine alır da onlara zorluk çıkarırsa Sen de ona zorluk çıkar! Her kim de
ümmetimin işlerinden bir vazifeyi üzerine alır da onlara iyi davranırsa Sen de
ona iyi davran!”
buyurdu.[1044]
Açıklama:
Hz. Âişe'nin ismini
vermeden muamelesini sorduğu komutan, Amr b. As'tır. Hz. Aişe, kardeşi Muhammed
b. Ebî Bekr'i onun öldürdüğüne işaret ederek:
“Kardeşim Muhammed b.
Ebî Bekr'e yaptıkları” demiştir. Hz. Ali, Muhammed b. Ebî Bekr'i Mısır 'a vaÜ
tayin etmişti. Muâviye tarafından onun Üzerine Amr b. As gönderildi. Hicri 38.
yılda aralarında meydana gelen savaşta Muhammed b. Ebî Bekir yenildi. Amr b.
As'ın eline esir düşerek gaddarca bir şekilde şehid edildi. Bu katlin nasıl
yapıldığı ihtilaflıdır. Bâzılan savaşta vurulduğunu söylemiş, bâzılan da esir
edilerek öldürüldüğünü söylemişlerdir. Savaştan sonra naaşınm bir eşek iaşesi
içinde bir harabede bulunarak yakıldığını iddia edenler de vardır. Hz. Âişe'nin
bu oîaya çok üzülmüş ve bu olayda hep Amr b. As'ı sorumlu tutmuştur.
1671-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Dikkat ediniz ki! her
biriniz çobandır ve her biriniz idaresi altındakiler-den sorumludur. İnsanlar
üzerindeki idareci, çoban olup idaresi altında-kilerden sorumludur. Erkek,
ailesinde çoban olup idaresi altındakilerden sorumludur. Kadın, kocasının evine
ve çocuklarına çoban olup idaresi altındakilerden sorumludur. Köle/Hizmetçi,
efendisinin malında çoban olup idaresi altındakilerden sorumludur.
Dikkat ediniz kî!
kısacası her biriniz birer çoban olup idaresi altındakilerden sorumludur.”
[1045]
1672-
Hasen'den rivayet edilmiştir:
“Ubeydullah b. Ziyâd,
ölüm döşeğinde olan Ma'kil b. Yesâr el-Müzenî'yi ziyaret
etmişti. Ma'kil, ona:
“Sana, Resulullah
(s.a.v.)'den işittiğim bir hadisi söyleyeceğim. Yaşayacağımı bilseydim, onu
sana söylemezdim. Ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Allah'ın, bir sürüye çoban yaptığı bir kul, öldüğü
gün sürüsüne hainlik etmiş olarak ölürse Allah ona cenneti haram kılar”
buyururken işittim” dedi.[1046]
1673-
Hasen'den rivayet edilmiştir: .
“Resulullah
(s.a.v.)'in sahabilerinden olan Âiz b. Amr, Ubeydullah b. Ziyâd'ın yanına girip
ona:
“Ey evladım! Ben,
Resulullah (s.a.v.)'i:
“Doğrusu çobanların en
kötüsü insafsızca davranan deve bakıcılarıdır. Sakın onlardan olma!' buyururken
işittim” dedi. Bunun üzerine Ubeydullah b. Ziyâd, ona:
“Otur! Sen ancak
Muhammed (s.a.v.)'in sahabilerinin kepeği ildensin” dedi. O da:
“Onların kepeği var
mıydı ki? Kepek ancak hem onlardan sonra ve hem de onlardan başkalarında oldu!”
diye cevap verdi.
[1047]
1674- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir gün aramızda ayağa kalkıp toplum malma hıyanetten bahsetti. Bu hıyaneti ve
bunun günahının ağırlığını çok büyülttü. Sonra da;
“Sakın sizden bîrinizi
kıyamet günü boynunda böğürmekte olan bir deve olduğu halde gelirken
bulmayayım. O kimse, bana:
“Ey Allah'ın resulü!
Beni kurtar!” diyecektir, Ben de, ona:
“Hakkında hiçbir şekilde şefaat etmeye mâlik değilim.
Ben sana dünyada Allah'ın hükmünü tebliğ ettim” diye cevap vereceğim.
Sakın sizden birinizi
kıyamet günü boynunda kişneyişi olan bir at olduğu halde gelirken
rastlamayayım. Bu kimse, bana:
“Ey Allah'ın resulü!
Beni kurtar!” diyecektir. Ben de, ona:
“Sana yardım için hiç bir şeye mâlik değilim. Ben sana
dünyada Allah'ın hükmünü tebliğ ettim”
diye cevap vereceğim.
Sakın sizden birinizi
kıyamet günü boynunda meleyip durmakta olan bir koyun olduğu halde gelirken
rastlamayayım. Bu kimse, bana:
“Ey Allah'ın resulü!
Beni kurtar!” diyecektir. Ben de, ona:
“Senin için hiç bir şeye mâlik değilim. Ben sana
dünyada Allah'ın hükmünü tebliğ ettim”
diye cevap vereceğim.
“Sakın sizden birinizi kıyamet günü boynunda bağırmakta
olan bir kimse olduğu hâlde gelirken rastlamayayım. Bu kimse, bana: değilim.
Ben sana tebliğ ettim!” diye cevap
vereceğim.
“Ey Allah'ın resulü!
Beni kurtar!” diyecektir. Ben de, ona:
“Senin için hiç birşeye mâlik değilim. Ben sana tebliğ
ettim!” diye cevap vereceğim.
Sakın sizden birinizi
kıyamet günü boynunda dalgalanan giysiler olduğu halde gelirken rastlamayayım.
Bu kimse, bana:
“Ey Allah'ın resulü!
Beni kurtar!” diyecektir. Ben de, ona:
“Senin için hiç bir
şeye mâlik Sakın sizden birinizi kıyamet günü boynunda altın, gümüş olduğu
halde gelirken rastlamayayım. Bu kimse, bana;
“Ey Allah'ın resulü!
Beni kurtar!” diyecektir. Ben de, ona:
“Senin için hiç bir şeye mâlik değilim. Ben sana
tebliğ ettim” diye cevap vereceğim!”
buyurdu.
[1048]
1675- Ebu
Humeyd es-Sâidî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Esd kabilesinden İbnül-Lutbiyye adında bir adamı memur yapmıştı. Amr ile
Abdullah İbn Ebu Ömer:
“Sadaka üzerine memur
etti” dediler. Bu kimse, vazifesini yapıp Medine'ye geldiği zaman:
“Şu sizin zekat malınız ve bu da benim, bana hediye
verilmiştir” dedi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v) minberin üzerinde ayağa kalkıp Allah'a hamd etti ve O'na
övgüde buiundu. Sonra da:
“Benim gönderdiğim bir memura ne oluyor ki: Bu sizin
zekat malınız ve bu da bana hediye verildi' diyor! Babasının yada anasının
evinde otursaydı ona hediye verilir miydi, yoksa verilmez miydi baksaydı ya!
Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz hıyanet
edip zekat malından hakkında başka bir şeyi ele geçirirse kıyamet gününde onu
boynunda taşıyarak getirecektir. Çaldığı hayvan deve ise boynunda inleye
İnleye, stğır ise bağıra bağıra, koyun ise şiddetli bir şekilde feryat ederek
Arasat meydanına gelir” buyurdu.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.), ellerini koltuk altı beyazlığı görünene kadar kaldırdı. Sonra da iki
defa:
“Allahım! Emirlerini tebliğ ettim mi?”
buyurdu.
[1049]
Açıklama:
Hadiste bir memurun
görevinin verdiği imkandan yararlanarak, halktan hediye almasının haram olduğu
ifâde edilmektedir. Çünkü bu hediye meşru bîr yoldan gelmemiştir. Onu veren
kimse ya memurun yetkisinden korkarak, ya da ondan bir menfaat bekleyerek, en
azından bir müsamaha bekleyerek verir ki, bu memurun görevini kötüye
kullanmasından başka bir şey değildir. Bir memurun görevini kötüye
kullanmasının ihanet ve haram olduğunda şüphe yoktur.
Hadiste verilen
hediyenin haram kılınmasının sebebinin, memuriyet olduğu bildirilmektedir.
Yani memura verilen hediye haramdır, Memur olmayan bir kimsenin hediye kabul
etmesinde ise bir sakınca yoktur.
Devlet başkanı olarak
Hz. Peygamber'in hediye kabul etmesinin caiz oîuşu, sadece ona mahsus özel bir
durumdur. Onun aldığı hediye onun malı olur. Fakat başka bir devlet adamının
aldığı hediye fey olur.
Bu açıklamadan
anlaşılıyor ki, Yüce Allah, Hz. Peygamber'e varis olmayı, sadaka almayı
yasaklamasına karşılık hediye almayı mubah kılmıştır. Çünkü hediye almak,
sadaka almaya benzemez.
1676- Adiyy
b. Amîre el-Kindî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.);
“Sizden herhangi bir kimseyi biz memur tayin eder de
bir iğneyi yada fazlasını gizlediyse bu meblağ, kıyamet günü onun getireceği
toplum malına bir hıyanetlik olmuştur!”
buyurdu.
Bunun üzerine şekli
halen gözümün önünde olan Ensar'dan siyah derili bir kimse ayağa kalkıp
Resulullah (s.a.v.)'in yanına gitti. Ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Zekat memurluğu görevini benden geri al!” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Bu görevi bırakman için sana ne oldu?” diye sordu. Adam:
“Seni şöyle şöyle
derken işittim!” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Ben bu sözü şimdi söylüyorum: Sizden her kimi bir
zekat görevi işine memur tayin edersek görevi sırasında halktan almış olduğu
malların) azını da çoğunu da bize getirsin. Bu işinden dolayı kendisine
verileni alsın. Alınması yasaklanan şeyi de almasın!” buyurdu.
[1050]
Açıklama:
Bu hadis; memurların,
görevleri esnasında halktan aldıkları mallan, hangi isim altında alırlarsa
alsınlar devlet hazinesine teslim etmeleri gerektiğini, teslim etmedikleri
takdirde ahiret gününde bu malın bir bukağı şekline gelerek o memurun boynuna
geçeceği ifade edilmektedir. Çünkü memur ya da hâkimin aldığı bu mal,
rüşvetten başka bir şey değildir.
Bu bakımdan memurun,
akrabalarının ve eskiden beri hediyeleştiği kimselerin dışındakilerden hediye
alması haramdır. Sılai rahim sayıldığı için akrabalarından; eski dostluğun
devam etmesi için de eskiden beri hediyeleşe-geldiği kimselerden hediye alması
caiz görülmüştür. Bunlann dışındaki kimselerden ise asla hediye kabul edemez.
1677-
İbn
Cüreye'ten rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah'ın,
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Resule itaat
edin ve sizden olan emir/yönetici kimselere itaat edin”
[1051]
ayeti; Abdullah b. Huzâfe b. Kays b. Adiyy es-Sehmî hakkında inmiştir.
Peygamber (s.a.v.) onu bir askeri birliğe komutan tayin ederek bir yere
göndermişti.
Bana, bunu, Yala b.
Müslim, Saîd b. Cübeyr yoluyla Abdullah İbn Abbâs'tan naklen haber vermiştir.
[1052]
Açıklama:
Hanefi ulemasından
Aynî, Nisa: 4/59 ayetinde geçen "ulu'1-emr emir sahipleri" hakkındaki
görüşleri onbir maddede özetlemiştir:
1-
Amirlerdir. Abdullah İbn Abbas (r.a.) ile Ebu Hüreyre, İbn Zeyd ve Süddî bu
görüştedirler.
2- Hz. Ebû
Bekr ile Ömer (r.a.)'dır. İkrime, bu görüştedir.
3- Tüm
sahabedir. Mücâhid (r.a.)'ın görüşü budur.
4-
Dört
halifedir. Sa'lebİ, Ebu Bekr el-Varrak'ın bu görüşte olduğunu söylemiştir.
5- Ata'ya
süre ise, ayet-i kerimede geçen “Ulu'1-emr” sözüyle kastedilen, Muhacirler ile
Ensardır.
6- Sahabe ve
tabiûndur
7- İbn
Keysan, bu kelimeyle kasdedilen; halkı idare eden akıllı kimselerdir.
8- İlim
adamları ile fıkıh ulemasıdır. Cabir b. Abdillah ile Hasan Vel-Basri ve
Ebu'l-Aliyye, bu görüştedirler.
9- Seriyye
kumandanlarıdır. Meymun b. Mihran, Mukâtil ve Kelbi bu görüştedirler.
10-
Mücâhid'e göre ise “Ulu'1-emr” tüm ilim adamları ve Kur'an alimleridir. İmam
Mâlik de, bu görüşü tercih etmiştir.
11-
Liyakatlerinden dolayı bir iş başına getirilmiş olan herkes Ulu'l-emr'dir.
Buharl sarihi Aynî, bu görüşler içerisinde son görüşü tercih ederek “Sahih olan
da budur” demiş ve Buhârî'nin de bu görüşte olduğunu ifade etmiştir.
[1053]
Ancak Allah'a ve
Rasûlüne itaat mutlak olmakla beraber, ulu'1-emre itaat mutlak değildir. Bazı
kayıt ve şartlara tabidir. Bu mânâyı ifade için Yüce Allah, Allah'a ve Rasûlüne
itaati ayrı ayrı zikrettiği halde ulu'1-emr için ayrıca “İtaat ediniz” buyurmamiş, ulu'1-emre itaati Resulüne atfen bağlı
olarak zikretmiştir. Bu atıf şundan dolayıdır. Eğer UIu'1-Emr “Sizden” ise,
yâni müslümansa, iktisâdi, sosyal ve toplum hayatının her noktasında Allahm
emirlerine göre hüküm veriyor, Resulullah'ın sünnetine bağlı kalıyorsa, idare
ediş şekli Allah'ın Ahkâmı ve Resûlullah'ın hayat tarzıyla çatışmıyorsa itaat
ediniz. Bunun aksi ise tâğûtlar ve saptırıcı ve idarecilere yaranmak için yağ
çeken âlimlerdir ki onlarda idareci ve âlimdirler. Eğer idarecinin vasfı tâğut
ve bu tür alim kavramına uygunsa onlarada isyan etmek bir mü'min üzerine
farzdır.
Burada dikkate değer
kayıtlardan birisi de. mü'minlere hitaben minkum sizden kaydıdır ki mânâsı
apaçıktır. Mü'minlerden olmayan ulu'1-emre itaat dînen vâcib kılınmamıştır.
[1054]
Bu hadisin detayı,
1770 nolu hadiste gelecektir.
1678- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim bana itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim
bana isyan ederse Allah'a isyan etmiş olur. Kim de müslüman olan idareciye
itaat ederse bana itaat etmiş olur. Kim müslüman olan idareciye isyan ederse
bana isyan etmiş olur.”
[1055]
1679- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resululiah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Darlık zamanında, varlık zamanında, neşeli zamanında,
kederli zamanında ve dünya işlerinin sana tercih edildiğinde dinleyip itaat
etmelisin.”
[1056]
1680- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Dostum bana dinleyip
itaat etmemi vasiyet etti. Velev ki, yöneticinin kolları ve bacakları kesilmiş
bir köle olsun.”
[1057]
1681- Yahya
b. Husayn'dan rivayet edilmiştir:
“Ninemin şöyle haber
verdiğini işittim: Peygamber (s.a.v.)'i Veda Haccında hutbe verip:
“Üzerinize sizi Allah'ın Kitab'ıyla yöneten bir köle
bile tayin edilse onu dinleyin ve itaat edin” buyururken işitmiştir.”
[1058]
1682-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Müslüman bir kimseye; masiyetle emrolunması durumu
hariç sevdiği, sevmediği her konuda müslüman olan yöneticisini dinleyip itaat
etmesi gerekir. Eğer masiyetle emrolunursa o zaman müslüman olan yöneticisine
dinlemek ve itaat etmek yoktur.”
[1059]
Buyruk sahibi, sözü
geçerli olan kişi demektir. Bunun devlet başkanı, valiler ve daha genel
anlamıyla yöneticiler olduğu Nisa: 4/59. ayetin bağlamından anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla yetkili kimselere itaat etmek, sözlerini dinlemek, emirlerine uymak
her müslümana farzdır. Yalnız bu farziyet, sözü geçen yetkililerin emirlerinin,
Allah'ın ve Resulünün emirlerine uygun olmasıyla kayıtlıdır. Buna göre dine
uygun emirlere uymak, her müslüman üzerine farzdır. Allah'a isyan ve günah
sayılan emirlerine uymak ise haramdır.
Konumuzu teşkil eden
bu hadis, itaati emreden tüm hadisleri kayıtlamakta ve hadislerdeki
yetkililerin emirlerine itaat edilmesiyle ilgili ifadelerin sadece Allah'ın ve
Resulünün emrine uygun emirlerle ilgili olduğunu açıklamaktadır. Allah'ın ve
Resulünün emirleri ise kapsayıcıdır, geneldir. Hayatın girdi çıktısı, fert,
aile, toplum yapısı ve İdari oluşum, bu kapsayacılığın içindedir.
1683- Hz.
Al-i (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
bir yere askeri bir biriik göndermiş ve üzerlerine bir kimseyi komutan tâyin
etmişti. Bunlar, bir ateş yakmışlardı. Komutan:
“Bu ateşe girin!”
dedi. Bunun üzerine bazı kimseler ateşe girmek istedi ve diğerleri de:
“Biz ateşten kaçtık!”
dediler. Bu olay Resulullah (s.a.v.)'e anlatıldığında, Peygamber (s.a.v.) ateşe
girmek isteyenlere:
“Ona girseydiniz kıyamet gününe kadar onun içinde
kalırdınız!” buyurdu. Ateşe girmek
istemeyen diğer kimselere de güzel sözler söyledi ve sonra da:
“Allah'a isyan hususunda hiçkimseye itaat yoktur.
İtaat ancak meşru olan bir şey hususunda geçerlidir” buyurdu.
[1060]
Açıklama:
Bu hadis, yetkili
kişilerin emirlerini yerine getirmek için Allah'ın ve Resulünün emirlerini
çiğnemenin Allah'a ve Resulüne isyan sayılacağı, amirin, Allah'ın ve Resulünün
emrlerine aykırı olarak verdiği emirlerin, bu emri yerine getiren memuru
sorumluluktan kurtaramayacağını ve içinde masiyet bulunan taat ve ibadetin
makbul olmayacağını ifade etmektedir.
1684- Ubâde
İbnu's-Sâmit (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz Resulullah
(s.a.v.)'e; darlıkta, varlıkta, neşeli zamanda, kederli zamanda, dünya
işlerinin bize tercih edildiğinde dinleyip itaat etmeye, yöneticilik hususunda
ehil olanla kavga etmemeye ve nerede olursak olalım hakkı söyleyeceğimize,
Allah'ın emri hususunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayacağımız üzerine
biat ettik.”
[1061]
Açıklama:
Biat ile ilgili olarak
1640 nolu hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
1685- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İmam/devlet başkanı ancak bir kalkandır. Arkasında
savaşılır. Onunla korunulur. Eğer Yüce Allah'tan korkulmasını emredip adaletli
davranırsa bununla ona sevab verilir. Bundan başka bir şeyi emrederse ondan
gelen aleyhine olur.”
[1062]
Açıklama:
Devlet başkanı bir
kalkan gibi müslümanları düşmanın tehlikelerinden korur. Bu görevini hakkıyla
yerine getirebilmek için gerektiğinde, bazen düşmanla barış anlaşması yapar.
Bazen de düşmana karşı savaş ilan eder veya düşmanlardan bazılarına eman verir.
Bu yetkiler, sadece devlet başkanına verilmiştir. Devlet başkanı, halkını
ileride ortaya çıkabilecek tehlikelerden korumak amacıyla, ilan ettiği
savaşlarla bizzat kendisi komutanlık edebileceği gibi, bu görevi uygun göreceği
başka bir kimseye de verebilir.
Dolayısıyla bir devlet
başkanının müslümanların geleceğini “Düşünerek hak, adalet ve takva ölçüleri
içerisinde savaş ya da barış ilan etmek gibi, devletler arası siyasi
kararlarına, her müslümanın uyması gerekir. Devlet başkanının bu tür kararlanna
uyan bir müslüman, bu itaatinden dolayı ecir ve sevaba nail olacaktır.
1686- Ebu
Hâzim'den rivayet edilmiştir:
“Ebu Hureyre'yle beş
sene birlikte kaldım. Onu, Peygamber (s.a.v.)'den şöyle hadis rivayet ederken
dinledim. O:
“İsrail oğullarını peygamberler idare ederdi. Bir
peygamber vefat ettiğinde onun yerine başka bir peygamber geçerdi. Doğrusu
benden sonra peygamber yoktur. Fakat halifeler gelecek. Bu halifeler hem de çok
olacak” buyurdu. Sahabiler:
“Aynı anda birden çok
halife olursa o halde bize neyi emredersin?” dediler. Peygamber (s.a.v.):
“Birinci halifeye ettiğiniz biata bağlı kalın.
Emirlerini dinleyip itaat itaat etmek üzere onlara haklarını verin. Allah,
onlara da, riayet etmelerini istediği haklarınız dan soracaktır” buyurdu.
[1063]
1687-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu benden sonra bazı kayırmalar ve kabul
etmeyeceğiniz işler olacaktır”
buyurdu. Orada bulunan sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Bizden bu duruma ulaşma neyi emredersin?” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Üzerinizdeki hakkı yerine getirirsiniz, almanız
gerekeni de Allah'tan istersiniz”
buyurdu.[1064]
1688-
Abdurrahman b. Abdi Rabbİ'I-Ka'be'den rivayet edilmiştir:
“Mescide girmiştim.
Bir de baküm ki, Abdullah b. Amr b. As Ka'be'nin gölgesinde oturuyor, insanlar
başına toplanmıştı. Onların yanlarına gelip onun yanı başına oturdum. O şöyle
diyordu:
“Biz Resulullah
(s.a.v.)'Ie birlikte bir seferde bulunuyorduk. Bir yerde konakladık. Kimimiz
çadırını düzeltiyor, kimimiz ok atma yarışı yapıyor ve kimimiz de meradaki
hayvanlarının başında bulunuyordu. Derken Resulullah (s.a.v.)'in dellalı:
“Namaza toplanın!” diye seslendi.Bunun üzerine biz de Resulullah (s.a.v.)'in yanına
toplandık. Resulullah (s.a.v.): Gerçekten benden önce hiç bir peygamber
geçmemiştir ki, bildiklerinin hayırlısını ümmetine göstermesi ve bildiklerinin
kötüsünden onları sakındırması boynuna borç olmasın! Şüphesiz sizin şu
ümmetinizin afiyeti istikameti, birliği evveline verilmiştir. Sonuna da,
belâlar ve yadırgadıkları bazı şeyler isabet edecektir. Bir fitne gelecek ki,
bazısı bazısını hafifletecek! Öyle fitne gelecek ki, mümin kul:
“Bu benim helâkimdir”
diyecek! Sonra o fitne açılıp gider. Sonra yine fitne gelecek, mümin kul:
“İşte budur, budur”
diyecek!
“O halde kim cehennemden uzaklaştırılmasını ve cennete
girdirümesini arzu ederse o zaman ölümü, Allah'a ve âhiret gününe imân ettiği
hâldeyken gelsin ve insanlara, kendisine yapılmasını arzu ettiği şeyi yapsın!
Bir kimse, bir devlet başkanına/imama biat eder de
elini eli üzere koymuş ve kalbinin semeresini ona vermişse artık gücü yettiği
oranda o devlet başkanına itaat etsin! Eğer başka bir imam/devlet başkanı gelir
de birincisiyle çekişirse o ikinci gelenin boynunu vuru!” buyurdu
Ben, Abdullah'a
yaklaşarak:
“Allah aşkına! Bunu
Resulullah (s.a.v.)'den sen mi işittin?” dedim. Bunun üzerine Abdullah, iki
eliyle kulaklarına ve kalbine uzandı ve:
“Onu iki kulağım
işitti ve kalbim de belledi” dedi. Ben, ona:
“İşte amcan oğlu
Muâviye! Bize mallarımızı aramızda bâtıl sebeplerle yememizi ve kendimizi
öldürmemizi emrediyor, halbuki Allah;
“Ey îmân edenler! Kendi aranızda birbirlerinizin
mallarını bâtıl sebeplerle yemeyin! Meğer ki, sizin rızanızla bir ticaret ola!
Kendinizi de öldürmeyin! Şüphesiz ki Allah size çok merhametlidir”
[1065]
buyuruyor” dedim. Bunun üzerine Abdullah bir miktar sustu. Daha sonra;
“Sen ona Allah'a
itaat hususunda itaat et, Allah'a isyan hususunda ise ona isyan et!” dedi.
[1066]
1689- Useyd
b. Hudayr (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Ensar'dan bir adam, Resulullah
(s.a.v.)'le baş başa kalıp ona:
“Filanca kimseyi vali
tayin ettiğin gibi beni de vali tayin etmez misin?” dedi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Gerçekten siz, benden sonra bir kayırmaya
rastlayacaksınız. Kevser Havuzunun üzerinde bana kavuşuncaya kadar direnç
gösteremeyeck durumda kalırsanız başınızdaki yöneticilerin haksızlığına karşı
sabredin” buyurdu.[1067]
1690- Vâil
el-Hadramî'den rivayet edilmiştir:
“Seleme b. Yezîd
el-Cu'fî, Resulullah (s.a.v.)'e soru sorarak:
“Ey Allah'ın
peygamberi! Ne dersin? Başımıza kendi haklarını bizden isteyen, fakat bizim
hakkımızı bize vermeyen âmirler/devlet adamları gelirse onlara karşı) bize ne
emir buyurursun?” dedi.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.), ondan yüzünü çevirip cevap vermedi. Sonra tekrar sordu.
Yine ondan yüzünü çevirdi. Sonra ikincide veya üçüncüde ona tekrar sordu. Eş'as
b. Kays, onu çekti. Resulullah (s.a.v.):
“Onları dinleyin ve itaat edin! Onlara ancak
yüklendikleri, size de yüklendikleriniz vardır” buyurdu.
[1068]
1691-
Huzeyfe İbnu'l-Yemân (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“İnsanlar Resulullah
(s.a.v.)'e hep hayrı sorarlardı. Ben de, bana erişmesinden korkarak hep şerri
sorardım. Birgün ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Biz vaktiyle câhiliyyet ve kötülük içinde idik. Sonra Allah bize bu
hayrı/islam'ı getirdi. Acaba bu hayrdan sonra bir şerr var mı?” dedim.
Resulullah (s.a.v.):
“Evet!” diye
cevâp verdi. Ben:
“Bu serden sonra bir
hayr'olacak mı?” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Evet! Fakat bunda bir bulanıklık olacaktır!” buyurdu. Ben:
“Bu hayrın bulanıklığı
nedir?” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Benim sünnetimden başka yol tutan, benim yolumdan
başka yolda giden bir kavim! .Onların kimini tanıyacak, kimini yadırgayacaksın!” buyurdu. Ben:
“Bu hayrdan sonra bir
şerr olacak mı?” diye sordum. Resulullah (s.a.v.):
“Evet! Cehennemin kapılarında bazı dellâllar olacak!
Cehenneme gitmek üzere kim, onlara icabet ederse o dellâllar onu oraya atarlar” buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Bize onların özelliklerini anlatır mısın!” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Evet! Onlar, kavmimizden bir topluluktur ve bizim
dilimizle konuşurlar!” buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu kötü devir bana ulaşırsa nasıl hareket etmemi emredersin?” dedim. Resulullah
(s.a.v.):
“Müslümanların cemaati ile imamlarından ayrılmazsın!” buyurdu. Ben tekrar:
“Eğer onların
cemaatleri bulunmaz ve imamları yoksa o zaman ne yapayım?” dedim. Resulullah
(s.a.v.):
“O takdirde bu fırkaların hepsinden uzaklaş! Velev ki
bu ayrılman, bir ağacın kökünü ısırman suretiyle meşakkatli olsa bile. Artık
ölüm sana erişinceye kadar sen bu ayrılık üzere bulun!” buyurdu.
[1069]
1692- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim itaattan çıkar ve İslam cemaatinden inanç
yönünden ayrılırsa cahiliye ölümü üzerine ölür.”
“Kim körü körüne çekilmiş bir sancağın altında
savaşır, sırf bu asabiyet davası için öfkelenir yada insanları bu davaya
çağırır veya bu davaya yardım da bulunur ve bu yolda öldürülürse, işte böyle
bir kimsenin ölümü tam bir cahiliye ölümüdür.”
“Her kim, ümmetime karşı çıkar, ümmetimin iyisini de
kötüsünü de vurur, mümininden çekinmez, söz verdiği kimseye karşı sözünü
yerine getirmezse işte o kimse benden değildir, ben de ondan değilim!”
[1070]
1693-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim em irinden/yönetici sinden hoşlanmadığı bir şey
görürse direnç gösterecek durumda değilse o zaman sabretsin. Çünkü kim İslam
cemaatinden inanç yönünden bir karış ayrılıp da bu şekilde ölürse cahiliye
ölümü üzerine ölmüş olur.”
[1071]
1694- Cündeb
b. Abdullah el-Becelî (r.a)'tan rivayet ediidiğine göre, Resu-lullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Kim körü körüne dikilmiş) bir sancağın altında asabiyete
davet veya bir asabiyete yardım ederken öldürülürse işte o kimse cahiliye ölümü
üzerine ölmüş olur.”
[1072]
1695-
Nâfi'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah b. Ömer,
Muâviye'nin oğlu Yezid zamanında Harra vakası olup bittikten sonra Abdullah b.
Mutî'nin yanına gelmişti. Abdullah b. Mutî' yanındakilere:
“Ebû Abdurrahman için
bir yastık çıkarın!” dedi. Abdullah b. Ömer:
“Ben sana oturmak için
gelmedim. Sana bir hadis söylemeye geldim. Ben, Resulullâh (s.a.v.)'i:
“Her kim müslüman devlet başkanına/imamına karşı
itaattan bir el kadar bile ayrıhrsa kıyamet gününde Allah'a hiç bir hücceti
olmadığı halde kavuşur. Her kim de
boynunda bir biat olmadığı halde ölürse, câhiliyyet ölümü gibi bir ölümle ölür” buyururken işittim” dedi.
[1073]
Açıklama:
Harre, Medine'nin dışında
Zuhre veya Vâkım civarında bir yerin adıdır. Burada hicretin 63. yılında
Emevîlerin ikinci hükümdarı Yezîd zamanında kanlı bir vaka olmuş ve bu vaka,
İslâm Târihi'nde bu yere nispetle “Harre Vakası” diye anılmıştır. Bu olayın
mahiyeti şöyledir:
Yezîd'in işlediği
çeşit çeşit fesad ve zulümler Medine'deki sahabiler tarafından bilinince,
Yezîd'e karşı muhalefet hareketi başlatarak onu görevden uzaklaştırmak için
Ensar'dan Abdullah b. Hanzale el-Gasîl'e biat ettiler. Bu seçimin Ensar'a
üstünlük kazandırması üzerine rahatsızlık meydana getirdi ve bu rahatsızlık
ancak Küreyş ile mevalisinin başına Abdullah b. Mutî'nin ve muhacirlerin başına
da Ma'kil b. Sinan'ın getirilmesiyle giderildi. Böylece Abdullah b. Hanzale
yerinde kaldı. Hareket hemekadar Ensarî bir karakter taşıyorsa da Kureyş
mensupları ve muhacirler buna herhangi bir zorlama olmadan katıldılar. Ali b.
Hüseyin Zeynelabidin ve Muhammed b. Hanefiyye gibi ileri gelen Haşimiler iler
Abdullah İbn Ömer çekimser kalmıştı. Abdullah İbn Ömer, Yezid'e verdiği biati
bozamayacağını ileri sürerek olayın dışında kalmıştı. Medinelilerin bu
hareketini öğrenen Abdullah İbn Zübeyr mektup yazarak onları kendisine biata
çağırdı, fakat olumlu bir cevap alamadı. Bununla birlikte onların Yezid' karşı
yaptığı kıyamı desteklemeye devam etti. Yalnız Medinelilerin kıyam hareketini
başlatması ile Abdullah İbn Zübeyr'in hareketi arasında bir bağlantı mevcut
değildir. Ortak tarafları, her iki hareketin de hilafeti verasetten şura
esasına döndürmek istemeleridir.
Bunun üzerine Yezid,
gerçek hedef Abdullah b. Zübeyr olacak, fakat önce Medine'deki bu hareketi
söndürmek amacıyla Müslim İbn Ukbe'yi bir orduyla Medine üzerine yolladı. Bu
hareket Medine'de duyulunca Muhacir ve Ensar'dan teşekkül eden bu kuvvet Harre
mevkİ-sinde Şam ordusunu karşıladı. Fakat sayı ve teçhizatça çok üstün olan
karşı taraf kuvvetine mukavemet edemeyip bozuldu. Abdullah b. Hanzale ile sekiz
oğlu şehit edildi. Ma'kil b. Sinan ise idam ettirilmişti.
Medine'de katliam
mubah kılınmış, sahabilerden birçok kimse öldürülmüş, mescide süvari
hayvanları bağlamak gibi saygısızlıklardan çekin ilmemiştir. Bozgundan sonra
Kureyş'Ii Abdullah İbn Muti', Mekke'deki Abdullah İbn Zubeyr'e katılıp
Mekke'nin birinci muhasarasında onunla beraber hâzır bulunmuş ve Haccâc'm İbn Zubeyr'i
muhasarasına kadar onunla beraber savaşmıştır.
Hare vakası,
Emevilerin siyasi hayatları boyunca yaptıklan veliahtlık ihdası, Kerbela Vakası
ve Mekke kuşatması gibi büyük hatalardan biri olarak tarihe geçmiştir.Said b.
Müseyyeb, üç fitnenin ikincisi olarak Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra
Hare Vakasını göstermekte ve bu savaş sonucunda Hudeybiye ashabından hiç
kimsenin kalmadığını söylemektedir.
[1074]
1696. Arfece
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah
(s.a.v.)'i:
“Doğrusu benden sonra bazı şeyler olacaktır. Buna göre
kim bu ümmetin kurulu düzenim dağıtmak isterse kim olursa olsun onun boynunu
derhal kılıçla vurun” buyururken
işittim.
[1075]
1697- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
[1076]“İki halifeye
birden biat edileceği zaman onlardan meşru olmayan ikincisini .öldürün.”
1698- Ümmü
Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Rssulullah (s.a.v.):
“Benden sonra bazı yöneticiler/idareciler gelecek.
Sizler, onların işlerinden bazısını iyi görerek ve bazısını da inkar ederek
kötülüğünü kötülük tanırsa o zaman onun günahından ve cezasından uzak olur. Kim
de eli ve diliyle kötülüğü değiştirmeye
gücü yetmediğinden dolayı
kötülüğü ancak kalbiyle inkar
ederse o zaman onun kötülüğüne ortak olma günahın)dan kurtulmuş olur. Fakat kim
de kötülük yapanlara kalbiyle bile olsa rıza gösterirse ve bu kötülüğü
yapmakta olanlara tabi olursa o zaman hem onların işlediği günahtan ve hem de
onlara ortaklık suçundan uzak olamaz”
buyurdu. Sahabiler:
“Bu tür yöneticilerle
savaşmayalım mı?” diye sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Namaz kıldıkları müddetçe hayır!” buyurdu.
[1077]
1699- Avf b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“İmamlarınızın/idarecilerinizin en iyisi;
birbirlerinizi sevdikleriniz ve birbirlerinize dua ettiklerinizdir.
İmamlarınızın/idarecilerinizin en kötüsü de; birbirinize buğzetti ki eriniz ve
birbirinize lanet ettiklerinizdir”
buyurdu. Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Onlarla kılıçla çarpışmayalım mı?” diye soruldu. Resulullah (s.a.v.)'de:
“Aranızda namazı dosdoğru kıldıkları müddetçe hayır!
Eğer valilerimizden hoşlanmadığınız bir şey gördüğünüz zaman onun yaptıklarını
sevmeyin. Fakat itaatten el çekmeyin/ahdinizi bozmayın!” buyurdu.
[1078]
1700- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz Hudeybiye günü
bin dört yüz kişiydik. Ömer'in elinden tutmuş olduğu halde Resulullah
(s.a.v.)'e biat ettik. Bu ağaç, büyük bir diken ağacıydı.
Câbir:
“Biz, Resulullah
(s.a.v.)'e; kaçmayacağımıza dair biat ettik. Ölüm üzerine ona biat etmedik”
dedi.
[1079]
1701-
Abdullah
b. Ebi Evfâ (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ağaç altında Peygamber
(s.a.v.)'e biat eden kimseler, bin üç yüz kişi idi. Eşlem kabilesi,
Muhacirlerin sekizde biriydi.”
[1080]
Açıklama:
Hudeybiye biatında
Peygamber (s.a.vj'in yanındaki sahabenin sayısını bildiren rivayetler,
görüldüğü üzere birbirinden farklıdır. Bu rivayetlerin bazısında 1400,
bazısında 1500, bir rivayette ise 1300 kişi olduğu bildirilmektedir. Beyhakî,
çoğu rivayetlerin 1400 olduğunu söylemiştir.
Rivayetlerin arası
şöyle birleştirilmektedir: Bu biatta bulunan sahabiler, 1400 yüz küsurdur.
Ancak hadisi “1400 kişi idiler” diye rivayet edenler, küsuru dikkate
almamıştır. 1500 olduğunu söyleyenler de, bu küsuru hesaba katmışlardır. 1300
kişi olduğunu söyleyenler ise kaç oiduklannı iyi bîİmedikîeri için bir kısmını
söylememişlerdir.
1702- Ma'kil
b. Yesâr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Doğrusu Hudeybiye'de
ağaç altında yapılan biat günü kendimi görmüşümdür. Peygamber (s.a.v.)
insanlardan biat alıyor, ben de ağacın dallarından birisini başının üzerinden
kaldırıyordum. Biz, o gün bin dört yüzü kişi idik. Ona, ölüm üzerine biat
etmedik. Ona, sadece kaçmayacağımız üzerine biat ettik.”
[1081]
1703- Saîd
İbnu'l-Müseyyeb'den rivayet edilmiştir:
“Babam, Hudeybiye'de
ağaç altında Resulullah (s.a.v.)'e biat edenlerdendi. Ertesi sene hacca
gittik. Fakat ağacın yerini bulamadık. Eğer size belli olmuş olsaydı o zaman
siz en iyi bilensiniz.”
[1082]
1704- Seleme
İbnu'1-Ekva' (r.a)'ın azadlısı Yezîd b. Ebi Ubeyd'den rivayet edilmiştir:
“Seleme
İbnu'l-Ekva'ya:
“Hudeybiye günü
Resulullah (s.a.v.)'e hangi şey üzerine biat ettiniz?” diye sordum. O da:
“Ölüm üzerine”
diye cevap verdi.
[1083]
Açıklama:
1787 nolu Câbir
rivayetinde ölüm için değil savaştan kaçmayacaklarına ve 1790 nolu Seleme
rivayetinde ise ölüm üzerine biat ettikleri bildirilmektedir. Fakat bu iki
rivayet arasında bir zıtlık yoktur. Çünkü ölüm üzerine yapılan biattan maksat;
ölseler bile savaştan kaçmayacaklarına söz vermektir. Çünkü bir rivayette
sahabiler burada hicret ve cihâd için, başka bir rivayete göre dinleyip itaat
için ve Abdullah İbn Ömer'in bir rivayetinde ise sabır için biat etmişlerdir.
Alimler, “Sabır” ile
ilgili rivayetin bütün mânâları bir araya toplayıp maksadı tam olarak ifade
ettiğini söylemişlerdir. Şöyle ki: Kaçmayacaklarına dair yaptıkları biatin
mânâsı, ya zafer kazanıncaya yada ölünceye kadar sabretmektir. Ölüm ve cihâd
üzerine yapılan biatin mânâları da sabırdır.
İslâmiyetin ilk
devirlerinde on müslümanın yüz kâfir karşısında sabredip kaçmamaları vâcib idi.
Yüz müslüman bin kâfire karş: durmakla mükellef idi. Sonraları bu hüküm yürürlükten
kaldırılarak iki misli düşmana karşı sabretmek vâcib olmuştur.
Malikîler ile
Şâfiîlerin ve cumhurun görüşü budur. Bu görüş, Abdullah İbn Abbâs'ın da
görüşüdür.
İmâm Azam ile diğer
bir kısım alimlere göre âyet neshedilmemiştir.
[1084]
1705-
Abdullah İbn Zeyd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Harre
vakası günlerinde Abdullah İbn Zeyd'e gelip:
“İşte şu Abdullah İbn
Hanzale, insanlardan biat alıyor” dedi. Abdullah İbn Zeyd, o adama:
“Ne üzerine biat
alıyor” diye sordu. O da:
“Ölüm üzerine” diye
cevap verdi. Bunun üzerine Abdullah İbn Zeyd:
“Hayır! Ben,
Resulullah (s.a.v.)'dcn başka hiç kimseye biat etmem” dedi.
[1085]
Açıklama:
Abdullah İbn Hanzale
ile ilgili olarak 1782 nolu hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
1706- Seleme
İbnu'1-Ekva (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Seleme İbnu'1-Ekva', Haccâc'ın
yanına girmişti. Haccâc, ona:
“Ey Ekva'nın oğlu!
Geri mi döndün, yoksa çöle mi yerleştin?” diye sordu. Seleme İbnu'1-Ekva':
“Hayır, geri dönmedim!
Fakat Resulullah (s.a.v.), bana çölde yaşamama izin verdi” diye cevap verdi.
[1086]
Açıklama:
Hz. Osman'ın şehit
edilmesi vakasından sonra Seleme İbnu'1-Ekva', Medine'den çıkıp Rebeze'ye
gitmişti. Orada evlenerek çoluk çocuk sahibi olmuş ve kırk yıl kadar orada oturmuştu.
Nihayet vefatından beş-on gün önce Medine'ye gelmişti. O sırada Haccâc, Hicaz
valisi olarak Medine'de ikâmet ediyor, türlü bahanelerle Hz. Peygamber'in
sahâbîlerine baskı yapıyordu. Seleme çölden Medine'ye döndüğünde onu da baskı
tarzında yukarıdaki soruyu sormuş ve seksen yaşındaki sahâbîye saldırganca
tutum sergilemişti.
Haccâc, dış görünüşü
itibariyle, bu soruyu Abdullah İbn Mes'ûd'un “Medine'ye hicret ettikden sonra
çöl hayâtına dönen kişi mürtedir” diye rivayet ettiği hadise istinaden soruyordu.
Bu soruyu ile; Rıdvan ağacı altında Hz. Peygamber'e üç defa biat eden, hayâtı
Hz. Peygamber'in maiyetinde kahramanlık menkıbeleriyle dolu bir ihtiyar
aslanın gözünü yıldırmak istiyordu.
Abdullah İbn Mes'ûd'un
rivayet ettiği hadis ise Mekke fethinden önceki zamana âit idi. Fetihden sonra
bunu zarurî kılan haller ortadan kalkmıştı. Bununla beraber Seleme, Hz.
Peygamber'den çölde yaşama izni de almış bulunuyordu.
[1087]
1707-
Mucâşi' b. Mes'ud es-Sülemî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hicret üzerine biat
etmek için Peygamber (s.a.v.)'in yanına gelmiştim. Peygamber (s.a.v.):
“Hicret, Mekke fethedildiğinden dolayı ehli için artık
geçmiştir. Fakat İslam, cihad ve iyilik üzerine biat edebilirsin” buyurdu.
[1088]
1708-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), Fetih
günü yani Mekke'nin fethi günü:
“Artık hicret yoktur. Fakat cihad ve niyet var! Cihada
çağrıldığınız zaman derhal gidin”
buyurdu.
[1089]
1709- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah
(s.a.v.)'e, hicret soruldu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Mekke'nin fethinden sonra Mekke'den Medine'ye hicret
yoktur. Fakat cihad ve niyet vardır. Cihada çağrıldığınız zaman derhal gidin” buyurdu.
[1090]
Açıklama:
Hadiste belirtilen
“Fetih”den kasıt; Mekke'nin fethidir. Çünkü Mekke'nin fethinden önce müslüman
olan herkesin, Medine'ye hicret etmesi gerekiyordu. Zira Medine'de
müslümanların sayıca az olması, güçlenmelerine engel olmaktaydı. Mekke'nin
fethinden sonra Arabistan'da yaşayan müşrikler, kabileler halinde İslam'a
giredikleri için, artık sayı artmış ve düşman tehlikesi de çok azalmıştı. Bu
durum, Medine'ye hicret gereğini de ortadan kaldırmıştı. Bu nedenle de Hz.
Peygamber (s.a.v.), fetihle birlikte hicreti yasakladı. Hatta hicret şartıyla
biat etmek isteyenlere;
“Artık cihad ve niyet vardır” buyurmuştur.
Şu halde hadisin
anlamı; “Medine'ye hicret etme”" anlamında vatandan aynlmak, kalkmıştır.
Artık cihad kastıyla vatandan ayrılmak, iyi niyetle küfür memleketinden bir
başka yere kaçmak, okumak için memleketi terk etmek, fitne sırasında dinini
kurtarmak gibi kasıtlarla vatanı terk etmek, Kıyamete kadar bakidir.
1710- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir bedevi/çöl
halkından bir kimse, Resulullah (s.a.v.)'e gelip ona hicreti sordu. Resulullah
(s.a.v.):
“Sana yazık olur. Çünkü, hicretin konumu zordur. Senin
develerin var mı?” buyurdu. Bedevi:
“Evet, var” dedi.
Resulullah (s.a.v):
“Onların zekatlarını verebiliyor musun?” buyurdu. Bedevi:
“Evet, verebiliyorum”
dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse şehrin gerisinde kalıp çalışmaya devam et.
Çünkü Allah, kılpayı dahi olsa amelinden hiçbir şeyi eksik etmez” buyurdu.
[1091]
1711- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Mümin kadınlar,
Resulullah (s.a.v.)'e hicret ettikleri zaman Yüce Allah'ın,
“Ey peygamber, mümin kadınlar sana gelip Allah'a
hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri,
çocuklarını öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup
getirmemeleri, iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana bi'at
ederlerse onların biatlerini ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz
Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir”
[1092]
buyruğuyla imtihan edilifp bu suretle Peygamber'e biat edenlerdi.
Aişe sözüne devamla
der ki:
“Mü'min kadınlardan bu şartı kim kabul ederse
mihneti/hukuki biati kabul etmiş olurdu. Kadınlar bunu sözle ikrar ettikleri
zaman Resululah (s.a.v.), onlara:
“Haydi gidin! Sizin biatinizi kabul ettim!” derdi.
“Hayır, vallahi,
Resulullah (s.a.v.)in eli hiç bir kadının eline dokunmamıştır. O kadınlardan
sadece sözle biat alırdı.”
Aişe der ki:
“Vallahi, Resulullah (s.a.v.) kadınlardan, Yüce
Allah'ın emrettiğinden başka hiç bir şey almamış ve Resulullah (s.a.v.)'in
avucu asla bir kadının avucuna dokunmamıştır. Onlardan biat aldığı zaman
kendilerine sözle“Biatinizi kabul ettim!” derdi.
[1093]
1712-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah
(s.a.v.)'e dinleyip itaat etmek şartıyla biat ediyorduk. Bize:
“Gücünüzün yettiği hususlarda” buyururdu.”
[1094]
1713-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Uhud savaşı günü beni savaşta kontrol etti. O zaman 14 yaşında idim. Savaşa
katılmam hususunda bana izin vermedi. Hendek savaşı günü de beni kontrol etti.
O zaman 15 yaşında idim. Savaşa katılmam hususunda bana izin verdi.
Nâfi' der ki:
“Ömer b. Abdulaziz,
halife iken günün birinde onun yanına gittim.”
Ona, bu hadisi
anlattım. Ömer b. Abdulaziz:
“Gerçekten bu,
küçüklük ile büyüklük arasından bir sınırdır” dedi. Bunun üzerine memurlarına:
“15 yaşında
olan kimseye asker aylığı bağlamalarını yazdı. Bu yaştan aşağı olanları, aile
fertlerinin/çocukların yanına katın” diye yazdı.
[1095]
Açıklama:
Bu hadis, çocukluk
döneminden çıkıp gençlik dönemine girmenin 15 yaşından olacağına delalet
etmektedir.
İmam Ahmed, İmam
Mâlik;
“Kureyza oğullarının
erkeklerinin çocuk mu, yoksa genç mi olduğu ile ilgili etek kıllarına
bakılmasına dair hükmü esas alarak etekte kıl bitmesini ergenlik çağının
alameti olarak kabul etmişlerdir. Ancak İmam Ahmed, 15 yaşı; sesin
kalınlaşmasını ve kızların hayız olmasını, erkek çocuklannın ihtİlam olmaya
başlamasını da ergenlik alameti saymıştır. İmam Mâlik ise yaşa itibar etmemiş,
ihtİlam olma ve hayız olma gibi alametleri kabul etmiştir.”
Şâfiîlere göre ise;
“Erkek çocukları 9
yaşını doldurduktan sonra ihtilam olurlarsa ergenlik çağına girmiş, kız
çocukları da dokuz yaşını doldurduktan sonra ihtilam olurlarsa ergenlik çağma
girmiş saylırlar. Ama erkek çocukları ihtilam, kız çocukları hayız
olmamışlarsa, 15 yaşını doldurunca, ergenlik çağına girmiş sayılırlar.”
Hanefilere göre ise,
erkek çocuğun ergenlik çağına girmesi; ihtilam olması, cinsel ilişkide
bulunduğu zaman kendisinden meni gelmesi yada kadını hamile bırakması iledir.
Kız çocuklarının
ergenlik çağma girmesi ise; hayız olması yada hamile kalması iledir.
Eğer bunlar
bulunmazsa, yaşa itibar edilir. İmam Ebu Hanîfe'ye göre, yaşın sının; erkeklerde
18, kızlarda 17'dir. Yani erkekler 18 yaşına geldikleri halde kendilerinden
ergenlik alameti görülmezse artık ergenlik dönemine girmiş sayılır.
İmam Ebu Yusuf ile
İmam Muhammed'e göre ise, yaşın sınırı; erkek ve kızlarda 15'dir. 15 yaşını
doldurunca, ergenlik çağına girmiş sayılırlar.
Ergenlik çağı, kişinin
mükellef olma, yani dinin emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak zorunda
olduğu, aksi halde dünya ve ahiretteki cezaları hak ettiği çağdır. Dolayısıyla
kişinin ergenlik çağını tespit, aynı zamanda had cezasını gerektiren bir suç
İşlediğinde had cezasının uygulanabildiği çağı tespittir.
1714-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Resulullah (s.a.v.),
düşmanın eline geçer de hakaret ederler endişesiyle düşman toprağına Kur'an'la
gidilmesini yasaklardı.”
[1096]
1715-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
idmanlı atlarla Hafyâ'dan başlayıp Seniyyetu'I-Vedâ'da son bulmak üzere koşu
yaptırırdı. İdman görmeyen atlar arasında ise Senİyye'den başlayıp Beni Zureyk
mescidine kadar koşu yaptırdı. Abdullah İbn Ömer'de, bu atlarla yarışa
katılanlar arasında vardı.”
[1097]
Açıklama:
Koşu atlarının
antrenmanı için önce kuvvetlensin diye bol bol yem veriiir. Sonra yem ölçülü
bir şekilde azaltılır. Sonra at kapalı bir yere bırakılarak vücudu bir örtüyle
sarılır. Hayvan burada iyice terletilir. Teri kuruyunca, cisminde büyük bir
çeviklik meydana gelir. İşte uzun mesafeli koşulara bu şekilde eğitilmiş atlar
koşturulurdu.
Hz. Peygamber
(s.a.v.), bu tür yarışlara özel metotlarla eğitilmiş atlarla, bizzat ve bilfiil
katılarak bu yarışların caiz ve gerekli olduğuna işaret etmiştir. Çünkü atlar
arasında yarış tertip etmek, boş bir iş olmayıp savaşlarda başarılı sonuçlar
elde elmeye ve ihtiyaç sırasında faydalanmaya yönelik önemli bîr olgudur.
Ayrıca Hz. Peygamber
(s.a.v.), bu tür yanşlarda, koşunun başlangıç ile bitiş yerlerini bildirmiş ve
yarışçılar arasında eşitlik olmasının şart olduğuna dikkat çekmiştir.
Aynî (ö. 855/1451)'ye
göre; Hz. Peygamber (s.a.v.), at koşuları sonucunda; birinciye Yemen kumaşından
yapılmış üç elbise, ikinciye iki elbise, üçüncüye bir elbise, dördüncüye bir
dinar, beşinciye de bir dirhem, altıncıya bir gümüş vermiş ve yarışmacılara bu
yarışmaların hayrlı ve mübarek geçmesi temennisinde bulunmuştur.
Hafız İbn Hacer (ö. ö.
852/1447)'in ifadesine göre; alimler, ödülsüz olarak yapılan yarışların caiz
olduğunda icma etmişlerdir.
Yalnız ödül
karşılığında yapılan yarışmaların caiz olabilmesi için;
1- Bu
ödülün, yarışmacıların dışında kalan1 birisi tarafından konmuş olması.
2- Bu ödülü
koyan kimsenin, yarışmalara bizzat katılmaması.
3- Kendisine
ait bir atın da yarışmaya katılmaması gerekir.
Alimlerin büyük
çoğunluğuna göre; yarışmacılardan birisinin: “Sen beni geçersen sana şu kadar
mükafat vereceğim. Ben geçersem, senden bir şey almayacağım” diyerek ortaya
koyduğu ödülü kazanmak için yapılan müsabakalar caizdir.
iki taraftan yarışı
kazanan kimsenin ödülü alması, her iki tarafın da ödül koyması şartıyla
düzenlenen yarışmalar kumardır. Buna göre kumar, yanşan kimselerin, ya tamamen
kazanması yada tamamen kaybetmesiyle olur.
Medine'nin kenarında
bulunan bir tepedir. Cahiliye Arapları yolcularıyla burada vedalaştıklan İçin
oraya bu ismi vermişlerdi.
Medine'ye beş mil yada
yedi mil ötede olan bir yerin adıdır.
Hazredilerden Zureyk
İbn Amir yurdundaki mescidin ismidir.
Hafyâ'dan
Seniyyetü'l-Vedâ'ya kadar olan mesafe, beş mil yada altı mil bir rivayete göre
ise altı yada yedi mildir. Seniyyetü'l-Vedâ'dan Beni Zureyk Mescidi mescidine
kadar olan mesafe ise bir mildir.
1716-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kıyamet gününe kadar atın alınlarında hayr/iyilik
vardır.”
[1098]
1717- Urve
el-Bârikî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resuîullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kıyamet gününe kadar atın alınlarında ahirette sevab
ve dünyada da ganimet olarak iyilik/hayr bağlanmıştır.”[1099]
1718- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bereket, atın alınlanndadır.”
[1100]
Açıklama:
Alimler, atın alnına
bağlanmış olan “Hayr” kelimesini; sevap, ganimet, izzet, makam, .îafer olarak
yorumlamışlardır. Yalnız “At”, o zamanın en iyi savaş aracıdır. Bu nedenle de
“Hayr”, bu çerçevede belli bir konuma oturtulmaya çalışılmıştır.
O günün savaş aracı
olarak at oluyorsa, onun bu günkü karşılığı olarak nükleer, biyolojik,
kimyasal ve her türlü gelişmiş silahlar olmaktadır.
müslüman kişi, sadece
savaş alanında değil her alanda yeniliği kullanması ve her sahada güzel olanı
elde etmesi gerekmektedir.
1719- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resuîullah (s.a.v.) atların şikâl
denilen sıfatını sevmezdi.[1101]
Açıklama:
Şikal: Atın
ayaklanndaki çapraz beyazlık halidir.
1720- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Yüce Allah kendi yolunda cihada çıkan kimseye:
“Onu evinden çıkaran kuvveti sırf benim yolumda cihad
İçin, sırf bana iman için ve sırf Peygamberlerimi tasdik İçin çıkarırsa onu
cennete koymaya yada nail olduğu sevab ve ganimetle içinden çıkmış olduğu evine
sapasağlam geri döndürmemi ona kesin bir şekilde garanti vermişimdir” diye üzerine aldı.
Açıklama:
Muhammed'in nefsi
elinde olan Allah'a yemîn ederim ki, eğer bîr yara Allah yolunda açılırsa
kıyamet gününde açıldığı zamanki şeklinde gelecek, rengi kan rengi ve kokusu
misk olacaktır.
Muhammed'in nefsi
elinde olan Allah'a yemin olsun ki, eğer müslümanlara zor gelmese, Allah
yolunda gaza eden bir askeri birliğin ardından ebediyyen oturmazdım! Fakat
bolluk ve genişlik bulamıyorum ki, onların hepsini bineklerde taşıtayım! Onlar
da bir bolluk bulamıyorlar. Bu sebeplerden dolayı onların cihada benden geri
kalmaları onlar üzerine ağır bir meşakket veriyor!
Muhammed'in nefsi
elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben, Allah yolunda gaza ederek öldürülmeyi,
sonra yine gaza ederek öldürülmeyi, sonra yine gaza ederek öldürülmeyi pek
arzu ederim!”
[1102]
1721- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah, kendi yolunda cihad eden kimseyi ve evinden
sadece Onun yolunda cihad etmek ile Onun kelimesini tasdik etmek için çıkan
kimseyi muhakkak cennetine koyacağına yada içinden çıktığı evine kazandığı
sevab ve ganimetle beraber döndüreceğine kefil olmuştur.”
[1103]
1722-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah yolunda yaralanan bir kimse, ki Allah kendi
rızası uğrunda yaralanan kimseyi en iyi bilendir- muhakkak kıyamet gününde
yarası kan fışkırarak, rengi kan renginde ve kokusu da misk kokusu olduğu
halde gelecektir.”[1104]
1723- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ölüp de Allah katında hayr elde eden bir kimse;
tekrar dünyaya dönmek ve dünya ile onun içinde bulunan her şeyin kendisinin
olmasını arzu etmez. Ancak şehid bunun dışındadır. Çünkü şehid, şehidlik
(makamının üstünlüğünü gördüğünden dolayı tekrar dünyaya dönüp şehid olmayı
ister.”
[1105]
1724-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)'e:
“Yüce Allah'ın rızası
uğrunda cihad etmeye denk olan bir amel var mıdır?” diye soruldu. Peygamber
(s.a.v.):
“Ona güç yetiremezsiniz!” buyurdu.
Bu sözü, Peygamber
(s.a.v.)'e iki yada üç defa tekrar ettiler. Peygamber (s.a.v.) hepsinde de:
“Ona güç yetiremezsiniz!” buyurdu. Üçüncü defa da:
“Allah yolunda cihad eden kimsenin misali; gündüz oruç
tutan, gece namaz kılan ve Allah yolunda cihad eden o mücahid kimse tekrar
evine dönünceye kadar oruçtan ve namazdan hiç gevşemeyerek Allah'ın bütün ayetlerine/emirlerine
itaat eden kimse gibidir” buyurdu.
[1106]
1725- Nu'mân
İbn Bcşîr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah
(s.a.v.)'in minberinin yanında idim Bir adam:
“Ben müslüman olduktan
sonra hiç bir amel işlememiş olmama aldırış etmem. Yalnız hacıları sulamam
müstesna!” dedi. Bir başkası:
“Ben müslüman olduktan
sonra hiç bir amel işlememiş olmama aldırış etmem. Yalnız Mecid-i Haramı
onarmam müstesna!” dedi. Başka biri:
“Allah yolunda cihâd
etmek sizin söylediklerinizden daha faziletlidir” dedi.
Bunun üzerine Ömer,
onları azarlayıp:
“Bu gün, cuma günüdür.
Resulullah (s.a.v.)'in minberinin yanında seslerinizi yükseltmeyin! Fakat ben
cumayı kıldığım, zaman içeriye girer, sizin ihtilâf ettiğiniz hususu ona
sorarım!” dedi.
Bunun üzerine Yüce
Allah,
“Siz hacıları sulamak ile Mescid-i Haramı onarmayı,
Allah'a ve ahiret gününe îmân edip Allah yolunda cihâd eden kimseyle bir mi
tutuyorsunuz? Onlar, Allah katında aynı olmazlar. Allah, zalimler topluluğuna
hidayet vermez”
[1107]
âyetini indirdi.
[1108]
1726- Enes
b. Mâlik (r.a)'tar rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sabahleyin yada akşemleyin herhangi bir zamanda Allah
yolunda cihad için bir defa yürüyüş, dünyadan ve dünyanın içinde bulunan her
şeyden daha hayrlıdır.”
[1109]
1727- Sehl
b. Sa'd es-Sâidî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kulun Allah yolunda cihad için yürüyeceği bir sabah
yürüyüşü, dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha hayrlıdır.”
[1110]
1728- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v):
“Ey Ebu Saîd! Her kim Rabb olarak Allah'a, dîn olarak
İslam'a, Peygamber olarak da Muhammed'e razı olursa cennet o kimseye vâcibtir” buyurdu.
Ebû Saîd buna şaşıp:
“Ey Allah’ın resulu!
Bunları bana tekrar mısın!” dedi. Resululllah (s.a.v.)’de tekrarladı. Daha
sonra Resululllah (s.a.v.):
“Başka bir şey daha var ki, onunla cennete bir kul yüz
derece yükseltilir. Her iki derecenin arası yer ile gök arası gibidir” buyurdu. Ebu
Saîd el-Hudrî:
“Ey Allah’ın Resulü!
Nedir o?” diye sordu. Resululllah (s.a.v.):
“Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad!”
buyurdu.
1729- Ebu
Katada (r.a.)’tan rivayet edilmiştir;
“Resululllah (s.a.v.)
bir gün sahabenin arasında ayağa kalkıp onlara:
“Doğrusu Allah yolunda cihad ve Allah’ın İman,
amellerinin en faziletlisidir”.
Buyurdu. Bunun sahabelerden biri ayağa kalkıp;
“Ey Allah ‘ın resulü!.
Ne buyurursun, ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarım bağışlanır mı?” diye
sordu. Resululllah (s.a.v.), ona:
“Evet ihlasla sabrettiğin halde saflarını ilerisine
gidip geri dönmeyecek Allah yolunda öldürülürsen günahların bağışlanır.!”
buyurdu. Daha sonra Resululllah (s.a.v.);
“Nasıl dediydin?” diye sordu. Adam;
“Ne buyurursun, ben
Allah yolunda öldürülürsern günahlarım bağışlanır mı?” dedi. Resulullah
(s.a.v):
“Evet, İhlâsla sabrettiğin halde, safların ilerisine
gidip geri dönmeyerek Allah yolunda öldürülürsen günahların bağışlanır.
İnsanlara olan borç müstesna! Gerçekten bunu bana Cebrail (a.s) söyledi” buyurdu.
[1111]
1730-
Abdullah İbn Amr İbnu'l-As (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah
(s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Şehidin, borç hariç bütün günahları bağışlanır.”
[1112]
1731-
Mesrûk'tan rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Mesuda,
“Allah yolunda öldürülenleri asla ölü sanma! Bilâkis
onlar, Rabbleri katında diri olup rızıklanmaktadırlar”
[1113]
ayetinin hükmünü sorduk. Abdullah İbn Mes'ud şöyle dedi:
“Bakın buraya! Biz
bunu vaktiyle Peygamber'e sorduk. O da:
“Şehitlerin ruhları,
yeşil bir takım kuşların içindedirler. Onlar için Arş'ta asılmış bir çok
kandiller vardır. Onlar, cennette istedikleri yere uçarlar, sonra da bu kandillere
girerler. Rabbleri onlara bir bakışla bakar ve onlara:
“Bir şey arzu eder
misiniz?” diye sorar. Onlar:
“Daha ne isteyelim! İşte cennette dilediğimiz
yerde dolaşıyoruz!” derler. Bunu kendilerine üç defa tekrarlar. Kendilerine
soru sorulmaktan vazgeçilmeyeceğini görünce:
“Rabbim! Ruhlarımızı
bedenlerimize iade buyurmanı dileriz! Böylece senin yolunda bir defa daha
öldürülelim!” derler.
“Nihayet Rableri, onların bir şeye ihtiyaç
duymadıklarını görünce onlar bırakılırlar” buyurdu.
[1114]
1732- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Peygamber (s.a.v)'e
gelip ona:
“İnsanların hangisi en
faziletlidir?” diye sordu. Peygamber (sav):
“Allah yolunda, canıyla ve malıyla cihad eden
kimsedir” buyurdu. Adam:
“Ondan sonra kim?”
diye sordu. Resulullah (s.a.v):
“Kuytulardan bir kuytuda Allah'a ibadet eden ve
insanları kendi kötülüğünden uzak tutan kimsedir” buyurdu.
[1115]
Açıklama: Bu
hadis, tenhada yalnız basma yaşamayı insanlar arasına karışmaktan evla gören
alimlerin bir delilidir.
Alimlerin çoğunluğuna
göre; fitneden emin olmak şartıyla insanların içinde olmak daha faziletlidir.
Bu görüşte olanlar, önceki görüşte olanlara; bu hadis, fitne ve savaş
zamanlanna hami edilmiştir. Yada insanlarla iyi geçinemeyen kimse hakkındadır.
Nitekim;
“İnsanların arasına katılıp da onların eziyetlerine
katlanan bir müminin mükafatı, insanların arasına katılmayıp onların eziyetine
katlanmaktan uzak kalan bir müminden daha fazladır”
[1116]
şeklindeki hadis, cumhuru ulemanın görüşünü desteklemektedir.
1733- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“İnsanların en hayırlı yaşayanlarından biri; Allah
yolunda atının dizginin tutup onun sırtında onu uçarcasına koşturan, düşman
sesi veya düşmana hücum feryadı işittiğinde atının üzerine sıçrayıp öldürmeyi
veya ölümü, umut ettiği yerlerinde arayan adamdır.
Yada o en hayrlı hayatı yaşayan; şu tepelerden bir
tepenin üstünde veya şu vadilerden bir vadinin içinde küçük bir koyun sürüsünün
İçinde bulunup namazını dosdoğru kılan, zekâtını veren ve eceli gelinceye kadar
Rabbına ibâdet eden, insanlara hayrdan başka bir şey yapmayan kimsedir.”
[1117]
1734- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v):
“Allah, biri diğerini öldüren ve ikisi de cennete
giren iki kimseye güler”
buyurdu.
Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Nasıl!” diye sordular. Resulullah (s.a.v):
“Biri, Vüce Allah'ın rızası uğrunda savaşıp şehid
edilir, sonra Allah bu müslümanı öldüren kimseye tevbe/hidayet nasip eder de o
da müslüman olur. Daha sonra bu kimse, Yüce Allah'ın rızası uğrunda savaşıp şehid
düşer” buyurdu.
[1118]
1735-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kafir île onu öldüren kimse, ebedi olarak
cehennemde bir araya gelmez.”
[1119]
1736- Ebu
Mes'ud el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, yularh bir dişi
deveyle birlikte:
“Bu, Allah yolunda
verilmiş bir sadakadır” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):
“Bu bir deveye karşılık sana kıyamet gününde hepsi de
yularlı olmak üzere yedi yüz deve vardır” buyurdu.
[1120]
1737- Ebu
Mes'ud el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Peygamber (s.a.v)'e
gelip:
“Benim hayvanım helak
oldu. Bana bir binek hayvanı ver!” dedi. Peygamber (s.a.v):
“Şu anda bende bir binek hayvanı yok!” buyurdu. Bunun üzerine bir başka adam:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben ona binek hayvanı verecek kimseyi gösteririm!” dedi.
Resulullah (s.a.v):,
“Her kim bir hayrı gösterirse ona da hayrı işleyenin
sevabı gibi sevab vardır” buyurdu.
[1121]
1738- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Eşlem kabilesinden bir genç:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben gaza etmek istiyorum, ama yanımda gaza için hazırlık yapabileceğim bir
şeyim yok” dedi. Peygamber (s.a.v):
“Filâna git! Çünkü o, savaş için hazırlık yapmıştı,
fakat hastalanmıştı” buyurdu. Bunun
üzerine bu genç, o adama giderek:
“Resulullah (s.a.v)
sana selâm ediyor ve savaş için yaptığın hazırlığı bana vermeni söylüyor!”
dedi. Bu kimse, hanımına:
“Ey filânca kadın!
Savaş için yaptığını hazırlığı buna ver! Ondan hiç bir şey saklama! Allah
aşkına ondan bir şey saklama ki, sana onun hakkında bereket verilsin!” dedi.
[1122]
Açıklama: Bu
hadis, hayra yardımcı olmanın faziletine delildir. Ayrıca bir İnsan, hayr
cihetlerinden birine mal sarfetmek ister de imkân bulamazsa o malı başka bir
hayr cihetine sarf etmesinin müstehab olduğuna delâlet etmektedir. Adak
adamadıkça mutlaka o niyet ettiği hayra sarf etmesi lâzım gelmez.
1739- Zeyd
b. Hâlid el-Cühenî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim Allah yolundaki bir mücahidi donatırsa, Allah
yolunda savaşmış olur. Kim de bir mücahidin ailesi hakkında hayrlı bir vekil
olursa, o da Allah yolunda savaşmış olur.”
[1123]
Açıklama:
Allah, Kur'an-ı Kerimin bir çok yerinde kafirlere karşı müslümanların
mallarıyla ve canlarıyla cihad etmelerini istemektedir. Böylece hem malı ve
hem de canıyla Allah yolunda savaşanları ve bu yolda şehid olanları, altından
ırmaklar akan cennetlere koyacağını da haber vermiştir.
Kişinin, maddi durumu
iyi ise, malını; Allah yolunda cihad eden gazilerin donatılması, silah, araç ve
gereçlerin alınmasını yada müslüman gazilerin tasarrufuna verilmesi için
harcayabiliyorsa, bu kişinin niyetine göre, velev ki gazaya katılmamış olsa
bile gazilik sevabı yazılır. Eğer hem malını ve hem de kendi canını Allah
yolunda vermeye hazır ise, bunun sevabı daha fazladır. Bunun karşılığı,
Kur'an'da, cennet olarak gösterilmektedir.
Cihad, genel ifade
eden bir kelime olması hasebiyle eğitim, kültür, bilim, düşünce gibi alanlarda
yapılacak olan çalışmalara da aynı oranda katılmak, her müslümanın görevidir.
Mücahidin ailesini,
malını ve mülkünü koruyan kimse için de, aynen bilfiil savaşa katılan bir
mücahid gibi sevap verilir.
1740- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v),
Lehyân b. Huzeyl oğullan kabilesine bir askeri birlik gönderip onlara:
“Her iki kişiden biri düşmana doğru atılsın.
Alacakları sevabları aralarında ortaktır” buyurdu.
[1124]
Açıklama:
Hicretin 4. yılında Beni Lehyân, Rı'1-zekvân ve Usayya kabileleri, Hz.
Peygamber (s.a.v)', kendileri için dini bilen kimseler ile onlara yardımcı
olacak kimseler istemişlerdi. Gönderilince de onları Bi'r-i Maûne'de şehid
etmişlerdi.
Hz. Peygamber (s.a.v),
onların öçlerini almak üzere, Lehyân oğullannı bulup onlara ansızın baskın
yapmayı tasarladı. Bunun için hemen sefere hazırlanmalarını ashabına emretti.
İşte bu sefer esnasında, Hz. Peygamber (s.a.v) her evde bulunan iki erkekten
birinin veya her kabiledeki erkeklerin yansının harbe çıkıp diğerlerinin evde
kalmasını emretmiş ve evde kalanlann mücâhidierin ailesine bakmakta kendilerini
aratmamaları ve onlara hayırlı bir vekil olmaları halinde onlann cihadından
hasıl olan sevabın yarısına nail olacaklarını ifade buyurmuştur.
1741-
Büreyde (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Geride kalan kimseler üzerine, mücâhidierin
kadınlarına saygı gösterme görevi; annelerine yapacakları saygı görevi gibidir.
Geride kalanlardan herhangi bir kimse, mücahidlerden birine ailesi hususunda
işlerini görmek ve yardım etmek üzere ona vekil olup da mücahidin ailesi
hususunda mücahide hainlik ederse o hain kimse kıyamet gününde muhakkak
yakalanıp hainlik ettiği mücahid onun amelinden istediğini alacaktır.
Mücahidin, o hainlik eden kimsenin sevablarından hiçbir şey bırakacağını mı
zannediyorsunuz?”
[1125]
1742- Berâ'
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah'ın
“Müminlerden, Allah yolunda cihad edenler ile
oldukları yerde oturup duranlar bir değildir”
[1126] ayeti indiği zaman, Resulullah (s.a.v) kürek kemiği
getirip ayeti yazmasını Zeyd'e emretti. Bu sırada Abdullah İbn Ümmü Mektûm,
Resulullah (s.a.v)'e gözünün körlüğünü şikayet etti. Bunun üzerine;
“Müminlerden, Allah yolunda cihad edenler ile
oldukları yerde oturup duranlar bir değildir. Ancak özürlüler hariç”
[1127]
ayeti indi.
[1128]
1743- Câbir b. Abdullah (r.a)'tan rivayet
edilmiştir: “Uhud savaşı günü bir adam:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben öldürülürsem nerede olurum?” diye sordu. Resulullah (s.a.v):
“Cennette”
diye cevap verdi.
Bunun üzerine adam,
elinde bulunan hurmaları attı. Sonra öldürülünceye kadar çarpıştı.
[1129]
1744- Berâ'
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ensar'm bir kabilesi
olan Nebît oğullarından bir adam Resulullah'ın yanına gelip ona:
“Allah'tan başka ilah
olmadığına ve senin de Allah'ın kulu ve resulü olduğuna şahitlik ederim” dedi.
Sonra savaş alanına doğru ilerleyip öldürülünceye kadar savaştı. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v):
“Bu adam, az amel işledi, fakat çok mükafat kazandı!” buyurdu.
[1130]
1745- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v),
Büseyse'yi, Ebû Süfyân'ın kervanının ne yaptığını görmek için casus olarak
gönderdi. Daha sonra Büseyse, evde, ben ve Resulullah (s.a.v)'den başka
hiçkimse yokken yanımıza geldi.
Râvî:
“Kadınlarından birini
istisna edip etmediğini bilmiyorum” dedi. Peygamber (s.a.v)'e gördüğünü
anlattı. Daha sonra Resulullah (s.a.v) dışarı çıkarak konuştu ve:
“Bizim bir isteğimiz var! Kimin hazır hayvanı varsa
hemen bizimle birlikte binsin!”
buyurdu.
Bunun üzerine bazı
kimseler, Medine'nin yukarısında bulunan binek hayvanlarını almak için ondan
izin istemeye başladılar. Fakat Resulullah (s.a.v);
“Hayır. Sadece hayvanı hazır olan kimse binecek!” buyurdu.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v) ile sahabileri, yola koyuldular. Müşriklerden önce Bedr'e vardılar.
Müşrikler de geldi. Resulullah (s.a.v):
“Ben, başında olmadıkça sakın sizden hiç bir kimse bir
şeye ilerlemesin!” buyurdu. Derken
müşrikler yaklaştı. Resulullah (s.a.v)'de:
“Kalkın! Genişliği, gökler ile yer kadar olan
cennete!” buyurdu. Umeyr b. Humâm
el-Ensârî:
“Ey Allah'ın resulü!
Genişliği, gökler ile yer kadar olan cennet öyle mi?” dedi. Resulullah (s.a.v):
“Evet!”
buyurdu. Umeyr:
“Hele hele!'” dedi.
Resulullah (s.a.v):
“Seni hele hele demeye sevkeden şey de nedir?” diye sordu. Umeyr:
“Hayır, vallahi, ey
Allah'ın resulü! Cennet ehlinden olmamı ümîd etmekten başka bir şey yok” dedi.
Resulullah (s.a.v):
“Öyleyse sen onun ehlindensin!” buyurdu. Bunun üzerine Umeyr torbasından birkaç hurma
çıkararak onlardan yemeye başladı. Sonra da:
“Eğer ben bu hurmalarımı yiyinceye kadar yaşarsam bu
gerçekten uzun bir hayâttır! Hemen elindeki hurmaları attı. Sonra öldürülünceye
kadar müşriklerle savaştı.”
[1131]
Açıklama:
Burada sözkonusu edilen casusluk, Kureyş'in kadın-erkek herkesten büyük
sermayeler toplayarak Şam'a gönderdikleri büyük ticâret kervanı ile ilgilidir.
Hz. Peygamber (s.a.v), Kureyşlilerin harp hazırlıkları İçin işlerine yarayacağı
bu kervanla ilgilenmiş, dönüşünde onu gözetleyip hakkında bilgi toplamak üzere
Büseyse'yi casus olarak görevlendirmişti. Bu durum düşmanın harp planlannı
öğrenmek için casus kullanmanın meşruiyetine delâlet etmektedir.
Harpte düşman hakkında
iyice bilgi toplama ve tam bir haber alma, bunun yanında kendi maksat ve
niyetlerini ondan saklama veya karşı casusluk, Hz. Peygamber'in takibettiği
önemli bir umdedir.
1746-
Abdullah b. Kays'tan rivayet edilmiştir:
“Babamı, düşman
karşısında şöyle derken işittim: Resulullah (s.a.v):
“Doğrusu cennet kapıları, kılıçların gölgeleri
altındadır” buyurdu. Bunun üzerinde
üstü başı iyi olmayan bir adam ayağa kalkıp:
Ey Ebu Musa! Sen bunu
Resuîullah (s.a.v) söylerken bizzat işittin mi?” diye sordu. O da:
“Evet, işittim” dedi.
Sonra o adam, arkadaşlarına
dönüp:
“Sizlere selam
eylerim!” dedi. Sonra kılıcının kınını kırıp attı. Sonra da kılıcıyla düşmana
doğru yürüdü. Kılıcıyla vura vura, nihayet şehit oldu.
[1132]
1747- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Bazı insanlar,
Peygamber (s.a.v)'e gelip;
“Bize, Kur'ân ve
sünneti öğretecek adamlar gönder” dediler.
Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v), onlara, Ensar'dan yetmiş kişiyi gönderdi Bunlara, Kurrâ'
denilirdi. İçlerinde dayım Haram b. Milhan da vardı.
Bunlar, Kur'ân
okurlar, ge.celeri birbirlerine ders okurlar ve ilim öğrenirlerdi. Gündüzleri
de su getirirler ve bu suyu mescide korlardı. Bazen de odun toplarlar ve bunu
satarlardı. Bunun bedeliyle, Suffa halkına ve fakirlere yiyecek satıa
alırlardı. İşte Peygamber (s.a.v), bu kimseleri, onlara gönderdi. Onlar, bunlar
daha yerlerine varmadan önlerine çıkarak bunları haince öldürdüler. Bunlar:
“Allahım! Bizden
Peygamberimize ilet kî, biz sana kavuştuk ve Senden razı olduk. Sen de bizden
razı oldun” dediler.
Bir adam, Enes'in
dayısı Haram b. Milhan'a arkasından gelerek ona mızrağı sapladı, öyle ki
mızrağı onun göğsünden çıkardı. Bunun üzerine Haram b. Milhan:
“Kâ'be'nin Rabbine
yemin ederim ki, ben kazandım” diye haykırdı. Resulullah (s.a.v)'de,
sahabilerine:
“Şüphesiz ki din
kardeşleriniz şehit edildiler. Hem de şunu söylediler:
“Allahım! Bizden Peygamberimize ilet ki, biz sana
kavuştuk ve Senden razı olduk. Sen de bizden razı oldun” buyurdu.
[1133]
Açıklama: Bu
olay, “Bir-i Maûne” vakası diye anılır. Bu olay, hicretin 4. yılında olmuştur.
1748-
Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bana, kendi adı
verilen amcam Enes b. Nadr Resulullah (s.a.v)'le birlikte Bedir'de
bulunamamıştı. Bu ona ağır gelmiş. Bunun üzerine Enes b. Nadr:
“Resulullah (s.a.v)'in
bulunduğu ilk savaşta bulunmadım. Allah bana bundan sonra Resulullah (s.a.v)'le
birlikte bir savaş gösterirse işte ne yaptığımı Allah görecektir” dedi.
Başkasını söylemekten
çekindi. Sonra Resulullah (s.a.v)'le birlikte Uhud gününde bulundu. Karşısına
Ensar'dan Evs kabilesinin reisi) Sa'd b. Muaz çıktı. Enes b. Nadr, ona:
“Ey Ebu Amr! Nereye?
Ah şu cennetin kokusu! Onu, Uhud'un yanında buluyorum” dedi. Arkasından
kafirlerle savaştı. Nihayet şehit edildi. Vücudunda kılıç darbesi, mızrak
yarası ve ok saplaması dahil olmak üzere seksen küsur yara bulundu. Kız kardeşi
halam Rubeyyî' bint. Nadr:
“Kardeşimi ancak
parmak uçlarından tanıyabildim!” dedi.
Bunun üzerine,
“Müminlerden öyle adamlar var ki, Allah'a verdikleri
sözde sâdık kaldılar. Onlardan bazısı vefat etti, bazısı da sırasını bekliyor.
Onlar hiçbir şekilde verdikleri sözleri değiştirmediler”
[1134]
ayeti onun gibi kimseler hakkında indi.
Sahabiler, bu âyetin,
onun ile arkadaşları hakkında indiğini biliyorlardı.
[1135]
Açıklama:
İbn Battal ve başkaları, “Cennetin
kokusunu Uhud'un yanında buluyorum” sözü hakkında şöyle demişlerdir: “Bu
sözün hakikat olması muhtemeldir. Enes b. Nadr, hakîkaten cennetin kokusunu
duymuştur. Yada güzel bir koku hissetmiş de onu cennet kokusu diye anmıştır.
Şehidler için hazırlanan cenneti gözünün önüne getirerek onun burada savaş
meydanında olduğunu düşünmüş olması da caizdir. Bu takdirde mânâ şöyle olur:
“Ben pekâlâ biliyorum
ki, cennet bu yerde kazanılır. Bundan dolayı ona can atıyorum.”
Enes'in tanınmaz hale
gelmesi, aldığı seksen küsur yaradan ve müşrikler tarafından ağzı, burnu ve
diğer organları kesildiğîndendir.
1749- Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir bedevi/çöl halkından kimse,
Peygamber (s.a.v)'e gelip:
“Ey Allah'ın resulü!
Adam var ganimet elde etmek için çarpışıyor. Adam var anılmak için savaşıyor ve
adam var kahramanlıktaki) derecesi/yeri görülsün diye çarpışıyor. Bunların
hangisi Allah yolundadır” diye sordu. Resulullah (s.a.v):
“Kim Allah'ın kelimesi en yüce olsun diye çarpışırsa
işte o kimse Allah yoludadır”
buyurdu.[1136]
Allah'ın kelimesi'nden
maksat; “La ilahe illallah”dır. Bu kelime-i tevhidi yaymak, ulaştırmak ve her
tarafa hakim kılmak için savaşan kimseler, Allah yolunda savaşmış olurlar.
Bunun dışında herhangi bir maksatla savaşa çıkan kimselerin ise Allah yolunda
savaşmış olmalarından bahsedilemez.
1750-
Süleyman b. Yesâr'dan rivayet edilmiştir:
“İnsanlar, Ebû
Hüreyre'nin yanından dağıldılar. Bunun üzerine şamlıların nâmı, Ebu Hureyre'ye:
“Tamam!” dedi. Sonra
da ben, Resulullah (s.a.v)'i şöyle buyururken işittim.
“Kıyamet gününde
aleyhinde ilk hüküm verilecek olan kimseler şunlardır;
1- Şehîd
edilen kimse. Bu kimse, Allah'ın huzuruna getirilir.
“Senin uğrunda
çarpıştım.Nihayet şehîd edildim” der. Yüce Allah, ona:
Yalan söyledin! Fakat
sen kendine 'cesur denilmesi' için
çarpıştın. Gerçekten cesur denildi de' buyuracak.
Sonra onun hakkında
emir verilir, bu kimse yüz üstü sürüklenir, nihayet cehenneme atılır.
2- Sonra
hesabı ilk görülecek diğer birisi de, ilim öğrenmiş, öğrendiğini başkalarına
öğretmiş ve Kur'an okumuş olan kimsedir. Bu da, Allah'ın huzuruna getirilir.
Allah, ona, kendisine verdiği nimetlerini anlatır. O da, onları tanır. Allah,
ona:
“Bu nimetlere karşı ne
amel yaptın?” diye sorar. Adam:
“İlim öğrendim ve
öğrendiklerimi başkalarına öğrettim.
Senin rızân için Kur'ân'ı da
okudum” der. Yüce Allah, ona:
“Yalan söyledin! Fakat sen ilmi, “O âlimdir” denilmesi
için bu ilmi öğrendin. Kur'ân'ı da, “O kâri/okuyan kimse” denilsin diye
okudun. Gerçekten senin hakkında dünyada bu denildi de!” buyuracak.
Sonra onun hakkında
emir verilir, bu kimse yüz üstü sürüklenir, nihayet cehenneme atılır.
3- Yine
hesabı ilk görülecek diğer birisi de, Allah'ın, kendisine nimetleri bolca
verdiği ve kendisine malın her çeşidinden ihsan ettiği kimsedir. Bu da,
Allah'ın huzuruna getirilir. Allah, ona, verdiği nimetlerini anlatır. O da o
nimetleri tanır. Allah, ona:
“Bu nimetler karşılığında ne amel yaptın?” diye sorar. Adam:
“Uğrunda mal sarf
edilmesini dilediğin hiç bir yol bırakmayıp bu malları bütün bu yollarda senin
İçin harcadım!” der. Yüce Allah:
“Yalan söyledin! Fakat sen, “O cömerttir” denilmesi
için bu malı buralarda harcadın. Gerçekten senin hakkında dünyada bu denildi
de!” buyuracak.
Sonra onun hakkında
emir verilir, bu kimse yüz üstü sürüklenir, nihayet cehenneme atılır.
[1137]
Riya: İş, söz ve
davranışlarda gösterişe yer verme; bir İyiliği veya salih bir ameli Allah'ın
rızasını kazanmak niyetiyle değil, insanların beğenisi için yapma. Bu
davranışta bulunan kimseye riyakâr veya müraî denir.
Riya, insanlar
arasında manevî nüfuz, şan ve şöhret, maddî çıkar sağlamak için yapılır.
Dünyaya âit bu tür maddî ve manevî çıkarları elde etmek için, dinin insanlar
tarafından kutsal değerlere karşı beslenen bağlılık ve hürmet duygularının âlet
edilmesi, riyanın en kötü şeklidir. Bu tür davranışlar, hilekârlık ve
yalancılıktır. İnsan şeref ve haysiyetine hakarettir.
Riyanın her çeşidi
ahlaksızlık olduğu halde, ibadetlerde riyakâr olmak çok daha büyük bir
ahlâksızlıktır. Çünkü ibadet, Allah için yapılır. Allah'ın rızası dışında bir
amaçla; gösteriş olarak ibadet yapmak, Allah nzasını ortadan kaldırır. Gösteriş
için ve bir çıkar düşüncesiyle Kur'ân okumak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât
vermek, hacca gitmek, sadaka vermek, ibadetleri boşa çıkarır.
1751-
Abdullah İbn Amr (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah yolunda gaza ganimet elde eden bir ordu,
ahirette alacağı ecirlerinin üçte ikisini dünyada peşin almış olurlar ve
kendilerine üçte bir ecir kalmış olur. Eğer ganimet elde edememişlerse onların
ecirleri ahirette kendilerine tam olarak verilir.”
[1138]
Açıklama: Bu
hadiste, savaşa katılıp da savaştan ganimet elde ederek sağ-salim yurtlarına
dönen mücâhidlerin, ahirette ellerine geçecek olan cihad sevabının üçte ikisini
dünyada iken peşin olarak almış olacaklarını, savaştan bir ganimet elde etmeden
dönen veyahut da yurduna dönemeden savaş meydanında can veren mücâhidlerin ise,
bu cihadlannın sevabını ahirette tüm olarak alacaklannı ifade etmektedir.
1752- Hz.
Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Ameller, niyete göre değerlendirilir. Herkese ancak
niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti, Allah'a ve Resulüne ise, onun
hicreti Allah ve Resulünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya
evleneceği bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.”[1139]
Açıklama:
Kişinin yaptığı işler, niyete göre değer kazanır. Bu durum Allah katında da,
kulun yanında da böyledir. Aynı eylemi yapan iki ayrı kişi, niyetlerinde ki
farklılık sebebiyle birbirine zıt karşılık görebilirler. Çünkü şer! hükümler ve
dinî sorunmluluklar, iki esas üzerine kuruludur:
a-
Organlarla yapılan ameller, işler, hareketler ve davranışlar.”
b- Kalbin
bir şeye yönelmesi, onu kastetmesi, o şeye varması, onu kabullenmesi şeklindeki
kalbî ameller
Bu sebeple bütün
amellerin değer kazanması, ilk önce içimizdeki gizli niyetlere, İkinci olarak
ta organların görünürdeki fiil ve hareketlerine dayanmaktadır.
Niyet Hadisi; kişinin
yapmış olduğu hareketin değeri ancak niyetine bağlıdır. Herkesin sevap ve
cezası, niyet ettiği iyilik ve kötülükten ibarettir. O halde her çeşit
hareketimiz üzerinde niyetin büyük bir önemi vardır.
Bütün ameller,
değerini, niyete göre kazandığı için, İslam alimleri, eserlerini, bu hadisle
başlatmayı genellikle adet edinmişlerdir.
1753- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim şehit olmayı canı gönülden isterse, kendisine bir
musibet isabet etmese de ona şehitlik sevabı verilir.”
[1140]
1754- Sehl
b. Huneyf (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim canı gönülden şehit olmayı Allah'tan isterse
Allah o kimseyi, velev ki döşeğinde ölsün, şehitlerin derecelerine ulaştırır.
[1141]
1755-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kimse gaza etmeden ve gaza etmeyi gönlünden
geçirmeden ölecek olursa münafıklığın bir şubesi üzerine ölür.”
[1142]
1756- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir gazada Peygamber
(s.a.v)'le birlikte idik. Derken:
“Gerçekten Medine'de Öyle kimseler var kî, siz bir
yolda yürür veya bir vadiyi geçersiniz onlar muhakkak sizinle beraberdirler.
Çünkü onları seferde bulunmaktan ancak hastalık alıkoymuştur” buyurdu.
[1143]
1757- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resululİah (s.a.v),
Ümmü Haram bint. Milhan'm yanma girer, o da ona yemek ikram ederdi. Ümmü Haram,
Ubade b. Sabit'in nikâhı altında idi. Resulullah (s.a.v) bir gün yine onun
yanına girmişti. O da ona yemek ikram etmiş, sonra da Resulullah (s.a.v)'in
başını taramaya oturmuştu. Derken Resulullah (s.a.v) uyudu. Sonra gülerek
uyandı.
Ümmü Haram der ki:
Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Seni güldüren şey de nedir?” diye sordu. Resulullah (s.a.v):
“Ümmetimden bazı insanlar, bana Alİah yolunda gaza
ederlerken arz olundular. Şu denizin enginine tahtlar üzerinde krallar olarak
yada tahtlar üzerinde krallar gibi binip gidiyorlar” buyurdu. Ravi, bu iki cümleden hangisini
söylediğinde şüphe etmiştir.
Ümmü Haram der ki:
Bunun üzerine ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Allah'a dua et de beai onlardan eylesin” dedim. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.y), Ümmü Haram'ın onlar içerisinde olması için dua etti. Sonra başını
yastığa koyarak uyudu. Sonra tekrar gülerek uyandı.
Ümmü Haram der ki: Ben
yine ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Seni güldüren şey de nedir?” diye sordum. Resulullah (s.a.v), birinci defada
dediği gibi:
“Ümmetimden bazı İnsanlar, bana Allah yolunda gaza
ederlerken arz olundular” buyurdu.
Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Allah'a dua et de beni onlardan eylesin” dedim. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v):
“Sen evvelkilerdensin!” buyurdu.
Sonra Ümmü Haram bint.
Milhân, Muaviye zamanında gemiye binmiş ve denizden çıktığı anda hayvanından
düşerek vefat etmiştir.
[1144]
Açıklama:
Bazıları, Ümmü Haram bint. Milhân'ın, Resulullah (s.a.v)'in süt halalarından
birisi olduğunu söylemiş, bazıları da babası yada dedesi ciheliyle halası
olduğunu söylemiş, bazıları da bunların hangisi olursa olsun Ümmü Haram bint.
Milhân Resulullah (s.a.v)'in mahremidir demiştir.
Alimler, Ümmü Haram
bint. Milhân'ın şehit düştüğü bu gazanın ne zaman yapıldığında ihtilaf
etmişlerdir. Buradaki rivayette Muaviye zamanında yapıldığı görülüyorsa da,
Kadı Iyaz, çoğu siyer alimlerinin görüşlerine göre bunun Hz. Osman zamanında
yapıldığını söylemektedir.
Ümmü Haram bint.
Milhân, kocasıyla birlikte Kıbrıs'a gitmiş, orada hayvanından düşerek
vefat ziyaret edilmektedir.
. , .
1758- Selmân
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v)'i:
“Bir gün ve bir gece Allah rızası uğrunda sınırda
nöbet beklemek, bir ay tutulan nafile oruç ile teravinden daha hayrhdır. Eğer
bu kimse nöbet beklerken ölürse dünyada iken yaptığı ameli üzerine cereyan eder
ve rızkı da üzerine gönderilir. Fettandan da emin olur”' buyururken işittim” dedi.”
[1145]
1759-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir ara bir adam yolda yürürken yol üzerinde bir
diken dalı bulup onu yolun kenarına attı. Bunun üzerine Allah, onun bu
davranışını kabul buyurup günahlarını bağışladı.”
Sonra Resulullah
(s.a.v):
“Şehitler, beş kısımdır:
1-
Vebadan ölen,
2- ishalden ölen,
3- Boğulmaktan ölen,
4- Yıkıntı altında ölen,
5- Yüce Allah'ın
rızası uğrunda şehit olan kimseler”
buyurdu.
[1146]
1760- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v), sahabilere:
“İçinizde kimleri şehîd sayıyorsunuz?” diye sordu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Kim Allah yolanda öldürülürse o şehittir” dediler. Resulullah (s.a.v):
“O halde ümmetimin şehitleri gerçekten pek azdır” buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Öyleyse kimler şehittir?” diye sordular. Resulullah (s.a.v):
“Kim Allah yolunda öldürülürse o şehiddir.Kim Allah
yolunda ölürse o da şehittir. Kim vebadan ölürse o da şehittir. Kim ishalden
ölürse o da şehittir” buyurdu.
İbn Miksem der ki:
“Baban üzerine şehadet
ederim ki, bu hadiste, Resulullah (s.a.v):
“Boğulan da şehiddir” buyurdu.[1147]
1761- Hafsa
bint. Şîrîn'den rivayet edilmiştir: “Enes b. Mâlik, bana:
“Yahya b. Ebi Amre
neden öldü?” diye sordu. Ben de:
“Vebadan öldü” dedim.
Enes b. Mâlik der ki:
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):
“Veba, her müslüman için şehitliktir” buyurdu.
[1148]
Açıklama:
Şehit: Allah yolunda canını veren kimseye şehid denir çoğulu şühedâ. Böyle bir
kişiye şehid denilmesinin ne anlama geldiği konusundaki görüşlerden bazıları
şunlardır: “Böyle bir kişiye şehid denilmiştir; çünkü bu kişinin cennete
gireceğine şahitlik edilmiştir. Böyle bir kişiye şehid denilmiştir; çünkü ölümü
anında birtakım rahmet melekleri hazır bulunmuştur. Böyle bir kişiye şehid
denilmiştir; çünkü kendisi Cenâb-ı Allah'ın manevî huzurunda hazır olarak
rızıklanacaktır.
Şehidlik, Muhammed
ümmetine tahsis edilmiş üstün bir paye, büyük bir mertebedir. Kur'an'da “Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin!
Onlar diridirler, fakat sîz farketmiyorsunuz”
[1149] ve
“Allah yolunda öldürülenleri ölü
sanmayın.” Onlar diridirler. Rableri katından nzıktandırılmaktadırlar.”
[1150]
buyurulmustur. Peygamberimiz de bir hadislerinde;
“Şehid cennettedir” buyurmuş
[1151]
başka bir hadiste de
“Allah katında hayrlı bir mertebede iken ölmüş kullar
içinde, dünya içindekilerle birlikte kendisine verilecek olsa bile, şehidden
başka hiçbir kimse yeniden dünyaya gelmek istemez. Çünkü şehtdler, şehîdliğin
ne denli üstün bir mertebe olduğunu görmüş oldukları için, dünyaya dönüp yeniden
bir kere daha şehid olrnak için can atarlar”
[1152]
diyerek âhirette verilen üstün mertebe yanında şehâdet şerbetini içmenin,
şehidliği tatmanın da ayrı bir zevki bulunduğunu ifade etmiş olmaktadır. İslâm
dininde şehidlik yüksek bir mertebe olarak kabul edildiği ve Allah yolunda
öldürülenler şehidlik pâyesiyle taltif edildiği için, müslümanlar açısından
Allah yolunda ölmek sevimli ve gönülden istenen bir iş haline gelmiştir.
Birçok hadiste hangi
durumda bir müslümanın şehid olacağı konusuna açıklık getirilmiştir. Bir
hadiste, canı, malı ve namusu uğruna ölen kişinin şehid olacağı biİdirilmiştir.
Korunması dinin amaçlan arasında yer alan can, mal ve namus uğruna ölmenin
şehid olarak nitelendirilmesi, bu hususlara dinimizde ne kadar önem verildiğini
de göstermektedir.
İslâm hukukçuları
ilgili hadislerden yola çıkarak dünyevî ve uhrevî hükümler bakımından
şehidleri üç kısımda değerlendirmişlerdir.
1- Hem dünya
hem âhİret hükümleri bakımından şehid sayılanlar; Bunlar Alİah yolunda
savaşırken öldürülen kişilerdir. Kâmil mânada şehid bunlardır ve bunlara “Hükmî
şehid” denilir. Bu tür şehidler yıkanmaksızın, kanlı elbiseleriyle defnedilir,
elbiseleri onlann kefeni yerine geçer. Üzerindeki silâh ve başka ağırlıklar
alındıktan sonra cenaze namazı kılınarak defnedilir. Diğer üç mezhebe göre,
şehİdlerin yıkanmasına gerek olmadığı gibi üzerlerine cenaze namazı kılınmasına
da gerek görülmemesi, yine şehidin elde etmiş olduğu yüksek paye ile ilgilidir.
2- Sadece
dünya hükümleri bakımından şehid sayılanlar: Kalbinde nifak bulunmakla yani
münafık olmakla birlikte, dış görünüşü itibariyle müslüman olduğuna hükmedilen
ve müslümanların saflarında bulunduğu sırada düşman tarafından öldürülen
kişiSer bu grupta yer alır. Bunlar dünyada yapılacak işler bakımından şehid
muamelesi görürler.
3- Sadece
âhiret hükümleri bakımından şehid sayılanlar: Allah yolunda savaşırken aldığı
bir yaradan dolayı o anda değil de, daha sonra ölen kişiler bu grupta yer
alırlar.
Ayrıca hadislerde
şehid oldukları bildirilmekte olan, yanlışlıkla veya haksız yere öldürülen
kişi, yangında, denizde veya göçük altında can veren kişiler; veba, kolera,
sıtma gibi yaygın ve Önlenmesi zor hastalıklar sebebiyle ölenler, ilim tahsili
yolunda, helâl kazanç uğrunda, gerek kendisinin gerekse, -isterse gayri müslim
olsun- başkalarının can, mal ve namusları uğrunda ölenler, loğusa iken ölen ve
cuma gecesinde ölen kimseler de bu grupta yer alan şehidlerdir.
Kur'an'da;
“Allah'a ve elçisine itaat eden kimseler; Allah'ın
nimetine mazhar olmuş bulunan peygamberler, siddlklar, şehidler ve iyi/sâlih
kullar ile birlikte bulunacaklardır”
[1153]
buyurularak, şehidlerin Allah katındaki itibarına işaret edildikten sonra Allah
ve Resulü'ne itaat eden, yani İslâm dininin getirdiği hükümlere boyun eğen
kimsenin de aynı şekilde iyi muamele göreceği belirtilir. Hz. Peygamber de;
“Kim şehid olmayı içtenlikle dilerse, Allah onu
şehidlerin menzilesine ulaştırır, bu kişi isterse yatağında ölmüş olsun”
[1154]
buyurarak müslümanm iyi niyef ve samimi arzusunun bile Allah katında üstün bir
değere sahip olduğunu belirtmiştir.
[1155]
1762- Ukbe
b. Âmir (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v)'i
minber üzerinde:
“Onlar için gücünüzün yetebildiğî kadar kuvvet
hazırlayın”
[1156] ayetini okuyarak Dikkat edin ki! Kuvvet,
atıcılıktır. Dikkat edin ki! Kuvvet, atıcılıktır. Dikkat edin ki! Kuvvet,
atıcılıktır” buyururken işittim.
[1157]
1763- Ukbe
b. Âmir (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v)'i:
“Gelecekte sizlere bir çok memleketler fethol una
çaktır ve Allah sizlere kifayet edecektir/düşmanlara karşı sizi koruyacaktır.
Bunlar olunca, sakın sizden birisi oklarıyla oynamaktan/talim yapmaktam aciz
kalmasın” buyururken işittim.
[1158]
1764-
Abdurrahman
b. Şimâse'den rivayet edilmiştir: “Fukeym el-Lahmî, Ukbe b. Amir'e:
Sen yaşlı bir adam
olduğun halde ok atmak suretiyle şu iki hedef arasında gidip geliyorsun. “Bu
sana zor gelir” dedi. Ukbe:
“Bununla ilgili
Resulullah (s.a.v)'den işittiğim bir söz olmasaydı, ben buna katlanmazdım”
dedi.
Hadisin ravisi Haris
der ki: Bunun üzerine Abdurrahman b, Şimâse'ye:
“O söz neydi?” diye
sordum. O da:
“Peygamber (s.a.v):
“Kim atıcılığı öğrenip de sonra onu terk ederse bizden
değildir yada muhakkak isyan etmiştir”
buyurdu” dedi.
[1159]
1765- Sevbân
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Ümmetimden bir topluluk, hak üzerinde galip gelmeye
devam edecektir. Onlar hak üzerinde hep böyle sebat edip durdukları müddetçe
ta Allah'ın emri onlara gelinceye kadar muhalif olanlar onlara zarar zarar
veremeyecektir.”
[1160]
1766- Muğîre
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v)'i:
“Ümmetimden bir topluluk, insanlara galip gelmeye
devam edecektir. Onlar, bu galip gelme halinde bulunurlarken Allah'ın emri
onlara gelecektir” buyururken işittim.
[1161]
1767- Câbir
b. Semure (r.a)'tan. rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Bu din, daima ayakta durmaya devam edecekir.
müslümannlaradan bir topluluk, kıyamet kopuncaya kadar bu din uğrunda
savaş(maya devam etmekten asla vazgeçmeyecektir.”
[1162]
1768- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v)'i:
“Ümmetimden bir topluluk, hak uğrunda savaşarak
kıyamet gününe kadar galip gelmeye devam edecektir” buyururken işittim.
[1163]
1769-
Muâviye (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Muâviye minberde Resulullah (s.a.v)'i:
“Ümmetimden Allah'ın emrini yerine getiren bir
topluluk sürekli bulunacaktır. Onları aşağılayan veya onlara muhalefet
edenler, onlara asla zarar veremeyecektir. Öyle ki Allah'ın kıyamet emri
gelinceye kadar bu topluluk insanlara karşı böyle muzaffer halde kalacaklardır” buyururken işittim” dedi.
[1164]
1770-
Abdurrahman
b. Şiınâse cl-Mchrî'den rivayet edilmiştir:
Mesleme b. Muhalled'in
yanındaydım. Abdullah İbn Amr İbnu'l-As'da onun yanındaydı. Abdullah İbn Amr:
Kıyamet ancak halkın
kötüleri üzerine kopacaktır. Onlar cahiliyet halkından daha kötüdürler.
Allah'tan bir şey isterlerse onu üzerlerine reddeder' dedi. Onlar bu haldeyken
Ukbe b. Âmir çıkageldi. Mesleme, ona:
“Ey Ukbe! Dinle,
Abdullah İbn Amr ne diyor?” dedi. Ukbe'de: O, daha iyi bilir. Fakat ben,
Resulullah (s.a.v)'i:
“Ümmetimden bir topluluk, düşmanlarına karşı üstün
gelmede Allah'ın emri uğrunda çarpışmakta devam edeceklerdir. Onlar bu hal
üzerinde bulunurlarken kendilerine muhalefet edenler kıyamet günü gelinceye
kadar onlara bir zarar veremeyeceklerdir” diye buyururken işittim” dedi. Bunun üzerine Abdullah İbn Amr:
“Evet doğru! Sonra
Allah, kokusu misk, dokunması ipek gibi olan bir rüzgar gönderecek. Bu rüzgar,
kalbinde buğday tanesi ağırlığı kadar iman bulunan hiçbir canlıyı bırakmayıp
muhakkak onların ruhlarını alacak. Sonra da dünyada insanların en kötüleri
kalır. İşte kıyamet, bu kimselerin üzerine kopacak” dedi.
[1165]
Enfal: 8/60.
Resulullah (s.a.v), bu hadiste; müslümannlar ne kadar zor ve kötü şartlar
yaşayıp yenilgilere düşseler ve yönetimde etkilerini kaybetseler bile, Hakk'ın
galebesi için çalışan grup yada toplulukların Kıyamet gününe kadar Hak yolunda
mücadelede üstün olmaya devam edeceğini belirtmektedir. Bu tür topluluklar,
bir bölgede yada dünyanın dört bir yanında olabilir. Çünkü bir bölgede yada bir
ülkede müslümannlar sindidirilip gizliliğe itilseler bile bir başka yerde yada
yerlerde İslam mücadelesi devam edecek ve cihad sancağı gönderde dalgalanmaya
Kıyamete kadar devam edecektir.
1771- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah(s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Garb/doğu halkı, kıyamet kopuncaya kadar hak üzerinde
galip gelmeye devam edecektir.”
[1166]
1772- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Verimli yerde yolculuğa ettiğiniz zaman develere o
yerde nasiplerini verin/otlatıp dinlendirin. Çorak yerde yolculuk ettiğiniz
zaman orada yürüyüşü hızlandırın. Geceleyin uyku yada dinlenme molası yaptığınız zaman yol boyundan
sakının. Çünkü yol üzerleri, geceleyin haşer atların/böceklerin barınağıdır.
[1167]
1773-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Yolculuk, azabtan bir parçadır. Sizden birinize
uykusunu, yemesini ve içmesini alıkor. Bu nedenle sizden birisi yolculuğa çıkma
nedeni olan işini bitirdiği zaman hemen ailesine dönmede acele etsin.”
[1168]
Açıklama:
Yolculuğun azabten bir parça olmasından maksat; yolculuktan hasıl olan meşakkat
ve eziyetten dolayı duyulan sıkıntı ve elemdir.
1774- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v)
yolculuktan döndüğünde ailesinin yanına geceleyin girmezdi. Onların yanına ya
kuşluk vakti yada zeval ile akşam arası bir zamanda girerdi.”
[1169]
1775- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Biz, Resulullah
(s.a.v)'le birlikte bir gazada bulunuyorduk. Medine'ye geldiğimizde ailemizin
yanma girmeye kalkıştık. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):
“Ağır olun. Onların yanma geceleyin/yatsı zamanı
girelim. Böylece saçı başı dağınık olan kadın saçını tarasın ve kocası evden
uzak kalmış bulunan kadın usturasını tutup gerekli yerlerini temizlesin” buyurdu.
[1170]
[1] Kehf: 18/81, Meryem: 19/13.
[2] Buhâri, Zekât 4, 32; Ebu Oâvud, Zekât 2, 1558, 1559;
Tirmizî, Zekât 7, 626; Nesâî, Zekât 5, 18, 24; İbn Mâce, Zekât 6, 1793; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 3/6, 30, 86, 92.
[3] B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V. 1/447; Y. Kerimoğiu,
Emanet ve Ehliyet, 1/472.
[4] Buhârî, Zekât 37-38.
[5] Ebu Dâvud, Zekat 12, 1597; Nesâî, Zekat 25; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/341, 353.
[6] Buhâri, Zekât 45, 46; Ebu Dâvud, Zekât II,.1594, 1595;
Tirtnizî, Zekât 8,.628; Nesâî, Zekât 16; İbn Mâce, Zekât 15, 1812; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/407, 420.
[7] Ebu Ubeyd, Emval, nr. 1364, 1365.
[8] Buhârî, Zekât 49; Ebu Dâvud, Zekât 22, 1623, Nesâî, Zekat 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/322.
[9] Buhârî, Zekât 70, 71; Ebu Dâvud, Zekât 20, 1611, 1612,
1613, 1614, 1615; Tirmİzî, Zekât 35, 676; Nesâî, Zekât 30, 31, 32, 33, 34, 41;
İbn Mâce, Zekât 21, 1826; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/114.
[10] Müslim, Zekât 10.
[11] Buhârî, Zekât 45, 46; Müslim, Zekât 8, 9; Tirmizî,
Zekât 8; Nesâî, Zekât 16, 17; İbn Mâce, Zekât 15; Dârimî, Zekât 10; Muvatta1,
Zekât 37; Ahmed b. Hanbel, 2/242, 249, 410, 420, 432, 454, 469, 477.
[12] Buhârî, Zekât 72, 73; Ebu Dâvud, Zekât 20, 1616, 1617,
1618; Tirmizî, Zekât 35, 673; Nesâî, Zekât 37, 38, 39, 42, 43; İbn Mâce, Zekât
21, 1829; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/73, 98.
[13] Buharı, Zekât 75.
[14] Buhârî, Zekât 76; Ebu Dâvud, Zekât 19, 1610; Tirmİzî,
Zekât 36, 677; Nesâı, Zekat 45; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/151, 154.
[15] Zilzâl: 99/7-8.
[16] Buhârî, Zekat 3, Cihâd 84, Müsakat 12,Tefsiru Sure-i
Âl-i İmran 14, Hayl 3; Nesâî, Hayl 1.
[17] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/321.
[18] Ebu Dâvud, Zekât 6, 1589; Nesâî, Zekat 14.
[19] Buhârî, Zekat 43, Eymân 3; Tirmizî, Zekat 1, 617;
Nesâî, Zekat 2, 11; İbn Mâce, Zekat 2, 1785.
[20] Buhârî, İstikraz 3, Temenni 2; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/457, 467.
[21] Buhâri, İstikraz 3, Rikâk 13, Bedvi-Halk 6, İstizan
30; Tirmizî, İman 18, 2644; Ahmed b. Hanbel. Müsned, 5/152, 166.
[22] Buhârî, Zekât 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/160, 167,
1691.
[23] Buhârî, Tefsiru Sure-i Hud 2, Tevhid 35; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 6, 3045; İbn Mâce, Mukaddime 13, 197, Zekat 15, 2123.
[24] Bakara: 2/267.
[25] Bakara: 2/274.
[26] Bakara: 2/261.
[27] bk. el-Bakara: 2/3; Âl-i İmrân: 3/134.
[28] Âl-i İmrân: 3/92
[29] Buhârî, Zekât, 44, Vesâyâ, 17, 26; Müslim Zekât, 43;
Ahmed b. Hanbel, III, 141, 256.
[30] İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsir, Beyrut 1981,1, 299.
B.k.z: Şamil İslam Ansiklopedisi, İnfak Maddesi.
[31] Tirmizî Birr 42, 1966; İbn Mâce, Cihad, 2760; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 5/279, 484.
[32] Buhâri Edebü'l-Müfred, 751; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/473, 476.
[33] İbn Hibbân, Sahih, 4241; Ebu Nuaym, Hilye, 4/122,
5/23, 87.
[34] Nisa: 4/34.
[35] Buhârî, Büyü 59, 110, İstikraz 16, Husumât 2; Ebu
Dâvud, Itk 9, 3955, 3956, 3957; Tirmizî, Büyü 11, 1219; Nesâî, Büyü 84; İbn
Mâce, Itk 1, 2512, 2513; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/305.
[36] B.k.z: Tehanâvî, İ'lau's-Sünen, 11/311
[37] B.k'.z: A. Davudoğlu, Sahİh-İ Müslim Tercüme ve Şerhi,
5/346
[38] Al-i Imrân: 3/92
[39] Al-i İmrân: 3/92
[40] Buhârî, Zekat
44, Vekâlet 15,
40, Vesâyâ 10,
Tefsiru Sure-i Âl-i İmrân
5, Eşribe 13; Dârimî, Zekat 23; Muvatta', Sadaka 2;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/141, 256, 262
[41] Buhârî, Hibe 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/332
[42] Buhârî, Zekât 48; Tirmizi, Zekat 12, 635, 637: İbn
Mace, Zekat 24, 1834; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/502.
[43] Buhârî, İman 41, Zekat 48, Meğâzî 11, Nafakât 1; İbn
Mace, Zekat 24, 1835; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/292, 310, 314.
[44] Buhârî, İman 41, Zekât 48, Nafâkât 1, Meğâzî 12;
Tirmizî, Birr 42, 1965; Nesâî, Zekat 60.
[45] Buhârî, Hibe 29, Cizye 18, Edeb 7, 8; Ebu Davud, Zekat
34, 1668.
[46] Buhâri, Cenaiz 95; Ebu Davud, Vesaya 15, 2881; Nesâî,
Vesaya 7; İbn Mace, Vesaya 8, 2717; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/51.
[47] Buhari, Edebü'l-Müsned, 233; Ebu Dâvud, Edeb 60, 4947;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/383, 397, 405.
[48] Tirmizî, Birr 36.
[49] Ebu Dâuud, Salatu't-Tatavvu' 12, 1285, 1286, Edeb
159-160, 5243, 5244; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/167, 168.
[50] Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 837.
[51] Buharı, Zekât 30, Edeb 33; Nesâî, Zekat 56; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/395, 411.
[52] Buhârî, Sulh 11, Cihad 128; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/312, 316.
[53] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 5/374.
[54] Buharı, Zekat 27.
[55] Nisa: 4/39.
[56] Münafikun: 63/10.
[57] Bakara: 2/254.
[58] İbrahim: 14/31.
[59] Bakara: 2/3.
[60] Nur: 24/33.
[61] Talâk: 65/7.
[62] Buhârî, Zekat 9, 16, Fiten 25; Nesâî, Zekat 64; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 4/306.
[63] Buhâri, Zekat 9.
[64] Buhârî, Zekat 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/370, 417.
[65] Tirmizî, Fiten 36 2208.
[66] Buhârî, Zekat 8, Tevhîd 23; Tirmizî, Zekat 28, 661;
Nesâî, Zekat 48; İbn Mâce, Zekat 28, 1842; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/331, 418,
431, 538.
[67] Mü'minun: 23/51.
[68] Bakara: 2/172.
[69] Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 3, 2989; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/328.
[70] Buharı, Zekat 10; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 4/256, 258,
259, 277.
[71] Buharı, Zekat 49, Rikak 49, Tevhid 24, 36; Tirmizî,
Sıfatu'l-Kıyamet 1, 2415; İbn Mâce, Mukaddime 13, 185
[72] Buhâri, Edeb 34, Rikak 49, 51; Nesâî, Zekat 63.
[73] Nisa: 4/1.
[74] Nisa: 4/1.
[75] Haşr: 59/18.
[76] Tirmizî, İlim 15, 2675, Nesâî, Zekat 64; İbn Mâce,
Mukaddime 14, 203; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/357, 358, 359.
[77] Tevbe: 9/79.
[78] Buhârî, Zekat 10, İcâre 13, Tefsiru Sure-i Tevbe 11;
Ncsâî, Zekat 49; İbn Mâce, Zühd 4155.
[79] Buharı, Hibe 35, Eşribe 12; Ahıned b. Hanbel, Müsned,
2/242.
[80] Buhârî, Hibe 35; Beyhakî, Sünemi'I-Kübrâ, 4/184.
[81] Buhârî, Zekat 28, Cihad 89, Libas 9; Nesâî, Zekat 61;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/256.
[82] B.k.z: M. Sofluoğlu, Müslim Tercemesi, 3/212.
[83] Buhârî, Zekat 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/322.
[84] B.k.z: M. Sofuoğlu, Müslim Tercemesi, 3/214.
[85] Buharı, Zekat 25, İcare 1, Vekale 16; Ebu Dâvud, Zekat
43, 1684; Nesâî, Zekat 67; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/394, 404, 409.
[86] Buhârî, Zekât 17, 26; Ebu Dâvud, Zekât 44, 1685;
Tirmizî, Zekât 34, 671, 672; Nesâî, Zekât 57; İbn Mâce, Ticarât 65, 2294; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 6/44, 278.
[87] Nesâî, Zekat 56; İbn Mâce, Ticarat 66, 2297.
[88] Buhârî, Nikah 86; Ebu Dâvud, Zekat 44, 1687, Siyam 74,
2458; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/316.
[89] Buhârî, Savm 4, Fezaİlu's-Sahabe 5; Tirmizî, Menakıb
16, 3674; Nesaî, Zekat 1, Siyam 43, Cihad 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/268,
449.
[90] Buhâri Edebü'l-Müfred, 515; Nesâî, Fezâilu's-Sahâbe,
6; İbn Huzeyme, Sahih, 2131.
[91] Buhârî, Zekat 21, Hibe 15; Nesâî, Zekat 62; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/345, 346, 354.
[92] Buhârî, Zekat 22, Hibe 15; Zekat 62.
[93] Bııhârî, Hibe 1, Edeb 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/264, 307, 432493, 506.
[94] Buhârî, Ezan 36, Zekat 16, Rikâk 24, Hudûd 19;
Tirmizî, Zühd 53, 2391; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/439.
[95] Sâd: 38/26.
[96] Kehf: 18/13.
[97] Nur: 24/36.
[98] B.k.z. M. Ali Sabuni, Min Kunuzi's-Sünne.
[99] Buhârî, Zekat 11, Vesâyâ 7; Ebu Dâvud, Vesaya 3, 2865;
Nesâî, Zekat 60, Vesaya 1; İbn , Vesaya 4,2706; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/231,
250, 415, 447.
[100] Buhâri,
Zekat 18; Ebu
Dâvud, Zekat 28, 1648;
Nesâî Zekat 52;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/67, 98
[101] Buhârî, Zekat 18; Nesâî Zekat 60; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/402, 434.
[102] Buhârî, Zekat 50, Vesâyâ 9, Farzu'l-Hums 19, Rikâk 11;
Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyamet 29, 2463; Nesâî, Zekat 50
[103] Tirmizî, Zühd 32, 2343; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/262.
[104] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/98.
[105] Buhâri, İlm 13, İ'tisam 10, Farzu't-Hums 7; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/101.
[106] Buhâri, Zekat 53.
[107] Buhârî, Zekat 52; Nesâî, Zekat 83; Ahmcd b. Hanbel,
Müsned, 2/15, 88.
[108] İbn Mâce, Zekat 26 (1838); Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/231.
[109] Buhâri, Büyü' 15; Tirmizî, Zekat 38, 680; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/300, 475.
[110] Ebu Dâvud, Zekat 27, 1642; Nesâî, Salat 5; İbn Mâce,
Cihad 41, 2867.
[111] Ebu Dâvud, Zekat 1640; Nesâî, Zekat 80; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/477, 5/60.
[112] Buhârî, Zekat 51, Ahkam 17; Nesâî, Zekat 94; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/21.
[113] Buhârî, Rikak 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/358, 443,
447.
[114] Buharı, Rikak 5; Tirmizî, Zühd 28, 2339; İbn Mâce,
Zühd 27,4234; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/115, 119, 192, 256, 275.
[115] Buharı, Rikak 10; Ahmed b. Hanbe!, Müsned, 3/122, 176,
192, 238, 243, 272.
[116] Buhâri, Rikak 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/370.
[117] Buhari, Rikak 15; İbn Mâce, Zühd 9, 4137; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/243.
[118] B.k.z: Prof. Dr. İ. Lütfü Çakan, Hadisler Gerçekler,
s. 410-411.
[119] Buhârî, Zekat 47, Cihad 37, Rikak 7; İbn Mâce, Fiten
18, 3995; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 3/7.
[120] Buharı, Zekat 50, Rikak 20; Ebıı Dâvud, Zekat 1644;
Tirmizî, Birr 77, 2024; Nesâî, Zekat 85; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/93.
[121] Tirmizî, Zühd 35,2348;
İbn Mâce, Zühd 9,4138; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/168.
[122] B.k.z: Prof. Dr. İ. Lütfü Çakan, Hadisler Gerçekler,
s. 412-413.
[123] Buhârî, Rikâk 17; Tirmizî, Zühd 38, 2361; İbn Mâce,
Zühd 9, 4139; Ahmed b.Hanbel, Müsned, 2/232, 446, 481.
[124] B.k.z: M. Sofuoğlu, Müslim Tercemesi, 3/244.
[125] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/20, 35.
[126] Buhâri, Farzu'I-Hums 19, Libas 18, Edeb 68; İbn Mâce,
Libas 1, 3553.
[127] Buhârî, Hibe 19, Şehâdât 11, Libâs 12, Farzul'-Hums
11; Ebu Dâvud, Libas 4, 4028; l Edeb 53, 2818; Nesâî, Zinet 100; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/328.
[128] Buhâri, Zekat 53. Bu mahrum edilen kimsenin adı, Cuayl
İbn Suraka ed-Damrî'dir.
[129] Buhârî, Farzu'1-Hums 19, Meğâzî 56; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/165, 224.
[130] Buhârî, Meğâzî 56.
[131] Buhârî, Farzu'1-Hums 19, Meğâzî 56.
[132] Buhârî, Farzu'1-Hums 15; Nesâî, Fezailu'l-Kur'an, 112,
113; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/353, 354.
[133] Buhârî, Menâkıb 25, Meğâzî 61, Tefsiru Sure-i Tevbe
10, Edeb 95, İstitâbe 7, Tevhid 23; Ebu Dâvud, Sünnet 27-28 (4764); Nesâî,
Zekat 79, Tahrimu'd-Dem 26; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/31, 68, 72, 73
[134] Buhârî, Meğâzî 61, Tefsiru Sure-i Tevbe 10, Edeb 95,
İstitâbe 7, Tevhid 23
[135] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/5.
[136] Nevevî, Müslim Şerhi, 7/167.
[137] Buhârî, Menakıb 25, İstitâbe 6; Ebu Dâvud, Sünnet
27-28, 4767; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 26; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/81, 113, 131.
[138] Buhârî, Menâkıb 25; Ebu Dâvud, Sünnet 27-28, 4768;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/91.
[139] İbn Mâce, Mukaddime 12, 170; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/31.
[140] Buhârî, İstitâbe 7; Nesâî, Fezalu'l-Kur'an, 115; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 3/386.
[141] Buhârî, Zekat 57, 60, Cihad 188; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/279, 406, 409, 467, 476.
[142] Buhârî, Lukata 6; İbn Hibbân, Sahih, 3292; Beyhakî,
Sünenü'l-Kübrâ, 7/29.
[143] Buhârî, Büyü' 4; Ebu Dâvud, Zekat 29, 1651, 1652;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/184, 192, 258, 291.
[144] Ebu Dâvud, Haraç 19-20, 2985; Nesâî, Zekat 95; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 4/166; İbn Huzeyme, Sahih, 2342, 2343.
[145] Tevbe: 9/3.
[146] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/429, 430.
[147] Buharı, Zekat 62, Hibe 7; Ebu Dâvud, Zekat 30, 1655;
Nesâî, Umra 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/117, 130, 180, 276.
[148] Buhâri, Zekat 31, Hibe 6; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/407.
[149] Buhârî, Hibe 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/302, 305,
338, 406, 492.
[150] Buharı, Zekat 64, Meğâzî 35, Deavât 19; Ebu Dâvud,
Zekat 7, 1590; Nesâî, Zekat 13; İbn Mâce, Zekat 8 1796; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/353, 354, 355, 381, 383.
[151] Tirmİzî, Zekat 20 (647, 648); Nesâî, Zekat 14; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 4/364, 365.
[152] B.k.z: Nevevı, Müslim Şerhi, 7/185.
[153] Buhârî, Savm 5, Bed'u'1-Halk 11; Nesâî, Siyam 3, 4;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/281, 357, 378, 401.
[154] Buhârî, Savm 11; Ncsâî, Siyam 10; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/63.
[155] Buhârî, Savm 11, 13, Talak 25; Ebu Dâvud, Savm 4,
2319; Nesâî, Siyam 17.
[156] Buhâri, Savm 11; Nesâî, Siyam 10; İbn Mâce, Siyam 7,
1655; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/263.
[157] Buhâri, Savm 14; Ebu Dâvud, Sıyâm 11, 2335; Tirmizî,
Savm 2, 684; Nesâî, Siyam 31, 32; İbn Mâce, Siyam 5, 1650; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/422, 430, 454.
[158] Buhârî, Savm 14; Tirmizî, Tefsir 66, 3318; Nesâî,
Siyam 14.
[159] Buhârî, Savm 11, Nikah 92; İbn Mâce, Talak 25, 2061;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/315.
[160] Ebu Dâvud, Savm 9, 2332; Tirmizî, Savm 9, n693;
nNesâî, Siyam 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/306.
[161] İbn Huzeyme, Sahih, 1919.
[162] Buhârî, Savm 12; Ebu Dâvud, Savm 4, 2323; Tirmizî,
Savm 8, 692; İbn Mâce, Siyam 9, 1659; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/38, 47, 50.
[163] Bakara: 2/187.
[164] Buhârî, Savm 16, Tefsiru Sure-i Bakara 28; Ebu Dâvud,
Savm 17, 2349; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 3, 2971; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/377; İbn Huzeyme, Sahih, 1925.
[165] Bakara: 2/187.
[166] Bakara: 2/187.
[167] Bakara: 2/187.
[168] Buhârî, Savm 16, Tefsiru Sure-i Bakara 28.
[169] Buhârî, Ezan 11.
[170] Buhârî, Ezan 13, Talak 24, Ahbaru'l-Âhâd 1; Ebu Dâvud,
Savnı 17, 2347; Nesâî, Ezan 11, Siyam 30; İbn Mâce, Siyam 23, 1696; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/386, 392, 435; İbn Huzey-me. Sahih. 402, 1928.
[171] Buhârî, Savm 20; Tirmizî, Saum 17, 708; Nesâî, Siyam
18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/99, 258, 281.
[172] Ebu Dâvud, Savm 15, 2343; Tirmizî, Savm 17, 709;
Nesâî, Siyam 27; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/197, 202
[173] Ebu Dâvud, Savm 2313.
[174] Buhârî, Mevâkitu's-Salat 27, Savm 19; Tirmizî, Savm
14, 703, 704; Nesâî, Siyam 21; İbn Mâce, Siyam 23 1694; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 5/182, 185, 186, 188, 192.
[175] Buhârî, Savm 45; İbn Mâce, Siyam 24, 1697; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 5/331, 334, 336, 337, 339.
[176] Ebu Dâvud, Savm 20, 2354; Tirmizî, Savm 13, 702;
Nesâî, Siyam 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/48.
[177] Buhârî, Savm 43; Ebu Dâvud, Savm 19, 2351; Tirmizî,
Savm 12, 698; Ahmed b. HanbeJ, Müsned, 1/28, 35, 48.
[178] Buhârî, Savm 33, 43, 44, 45; Ebu Dâvud, Savm 19, 2352;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/380, 382.
[179] Buhârî, Savm 48; Ebu Dâvud, Savm 24, 2360; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/21, 23, 102, 112, 128, 143, 153
[180] Buhârî, Temenni 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/193;
Abd. Humeyd, Müsned, 1266.
[181] Buhârî, Savm 48.
[182] Buhârî, Savm 24; Nesâî, Sünemi'1-Kübrâ, 3053, 3054,
3055, 3056; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/192, 193, 307, 241, 252.
[183] Buhârî, Savm 23; İbn Mâce, Siyam 19, 1684; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/44.
[184] Ebu Dâvud, Savm 33, 2383; Tirmizî, Savm 31, 727;
Nesâî, Sünenü'I-Kübrâ, 3090; İbn Mâce, Siyam 19 1683; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/130, 220, 256, 258, 264.
[185] Ebu Dâvud, Savm 33, 2385.
[186] Buhârî, Savm 21, 22, 25; Ebu Dâvud, Sıyâm 36, 2388,
2389; Tirmizî, Savm 63, 779; Nestif Taharet 123; İbn Mâce, Sıyâm 27, 1703,
1704; Ahmed b, Hanbel, Müsncd, 6/156.
[187] Ebu Dâvud, Savın 36, 2389; Muvatta', Siyam 9; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/67, 156, 245.
[188] B.k.z: A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
6/97.
[189] Buhari, Savm 30, 81, Hibe 19; Ebu Davud, Siyam 2390,
2391, 2392, 2393; Tirmizî, Savm 28, 724; Nesâî el-Kübra, Siyam 2/212, 3117,
2/213, 3118, 3119; İbn Mâce, Siyam 14, 1671; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/273.
[190] Buhârî, Savm 29, Hudûd 26; Ebu Dâvud, Savm 37, 2394;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/140, 276.
[191] İbn Huzeyme, Sahih, 1946, 1947; Beyhakî,
Sünenü'l-Kübrâ, 4/223.
[192] B.k.z: N. Yeniel, H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Dâvud
Terceme ve Şerhi, 9/270-271.
[193] Buhârî, Savm 34, Cihad 106, Meğazi 47; Nesâî, Siyam
60.
[194] Buhârî, Savm 38, Meğazi 47.
[195] Buhâri, Savm 34, 38, Meğazi 47; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/232.
[196] Tîrmizî, Savm 18, 710.
[197] Buharı, Savm 36; Ebu Davud, Savm 43-44 2407.
[198] Buharî, Savm 37; Ebu Dâvud, Savm 42, 2405; Muvatta',
Siyam 23.
[199] Bakara: 2/185.
[200] Buharı, Cihad 71; Nesâî, Siyam 52; İbn Huzeyme, Sahih,
2032, 2033.
[201] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 6/124.
[202] Ebu Dâvud, Savm 42, 2406; Cihad 13, 1684; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/35; İbn Hıızeyme, Sahih, 2023.
[203] Buhârî, Savm 33; Ebu Dâvud, Siyam 42, 2402; Tirmizî,
Savm 19, 711; Nesâî, Siyam 56, 58; İbn Mâce, Siyam 10, 1662; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 6/46, 193, 202, 207.
[204] Ebu pâvud, Sıyâm, 42, 2403; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ,
4/241.
[205] Buhârî, Savm 35; Ebu Dâvud, Siyam 45, 2409; İbn Mâce,
Siyam 10, 1663; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 5/194, 6/444.
[206] Buhârî, Hac 85, 88, Savm 65, Eşribe 12; Ebu Dâvud,
Siyam 63, 2441; Ahmed b. Hanbel, sned, 6/339, 340
[207] Buhârî, Savm 65; İbn Huzeyme, Sahih, 2829.
[208] Buharı, Savm 1; Ebu
Dâvud, Siyam 64, 2442; Tirmizî, 49, 753; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/29,
50, 162; İbn Huzeyme, Sahih, 2080.
[209] Buharı, Savm 1, 69, Tefsiru Sure-i Bakara: 2/24.
[210] Buhârî, Tefsiru Sure-i Bakara: 2/24.
[211] Ebu Dâvud, Siyam 64, 2442.
[212] Buharı, Savm 69; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/95, 97;
İbn Huzeyme, Sahih, 2085.
[213] Buharı, Savm 69, Menakıbu'l-Ensar 52; Ebu Dâvud, Siyam
64, 2444; Nesâî, Sünenü'I-Kübrâ, 2835, 2836; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/340;
İbn Huzeyme, Sahih, 2084.
[214] Buhârî, Savm 69, Menâkibu'l-Ensar 52; Nesâî,
Sünenü'l-Kübrâ, 2848; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/409.
[215] Buhârî, Savm 69; Nesâî, Siyam 70; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/222, 313, 367;İbn Huzeyme, Sahih, 2086.
[216] Ebu Dâvud, Siyam 65, 2446; Tirmizî, Savm 50, 754;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/239, 280, 344; İbn Huzeyme, Sahih, 2097, 2098.
[217] Nevevî, Müslim Şerhi, 8/11.
[218] Ebu Dâvud, Siyam 65, 2445.
[219] Buhârî, Savm 21, Ahbâru'1-Âhâd 4; Nesâî, Siyam 66;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/47, 48, 50; İbn Huzeyme, Sahih, 2092.
[220] Buharı, Savm 47; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/359.
[221] Buhâri, Savm 65, Edahî 16; Ebu Dâvud, Siyam 49, 2416;
Tirmizî, Savm 58, 771; Nesâî, Dahâyâ 35; İbn Mâce, Siyam 36, 1722; Ahmed b.
Hatibe], Müsned, 1/60, 61, 70.
[222] Buhârî, Fadlu Salati fi Mescidi Mekke ve'1-Medine 6;
Ebu Dâvud, Siyam 49, 2417; Tirmizî, Savm 58, 772; Ahmed b, Hanbel, Müsned,
3/96.
[223] Buharı, Savm 67; Ncsâi, Sünenü'l-Kübrâ, 2833; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/2, 59, 138.
[224] “Teşrik günleri, yeme ve içme günleridir.”
Ebu Dâvud, Dahâyâ 9-10, 2813; İbn Mâce, Edâhî 16, 3160; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 5/75, 76.
[225] Buhârî, Savm 63; Nesâî, Siinenii'I-Kübrâ, 2745, 2746;
İbn Mâce, Siyam 37, 1724; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/296, 312.
[226] Buharı, Savm 63; Ebu Dâvud, Siyam 51, 2420; Tirmizî,
Savm 42, 743; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 2756; İbn Mâce, Siyam 37, 1723; Ahmed b.
Hanbel, Musned, 2/495.
[227] Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 2751; İbn Huzeyme, Sahih, 1176.
[228] Bakara: 2/184.
[229] Bakara: 2/185.
[230] Bakara: 2/184.
[231] Bakara: 2/185.
[232] Bakara: 2/185.
[233] Buhân, Tefsiru Sure-i Bakara 26; Ebu Dâvud, Siyam 2,
2315; Tirmizî, Savm 75, 798; Nesâî, Siyam 63; İbn Huzeyme, Sahih, 1903.
[234] Bakara Suresi 185.
[235] Buhârî, Savm 40; Ebu Dâvud, Sıyâm 40, 2399; Tirmizî,
Savm 66, 783; Nesâî, Sıyâm 64; İbn Mâce, Sıyâm 13, 1669; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 6/188, 189, 233, 242, 249, 268.
[236] Buhârî, Savm 42; Ebu Dâvud, Siyam 41, 2400; Nesâî,
Sünenü'l-Kübra, 2919; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/69; İbn Huzeyme, Sahih, 2052.
[237] Buhârî, Savm 42; Ebu Dâvud, Eymân 24, 3317, 3318,
3320; Tirmizî, Savm 22, 716; Nesâî el-Müctebâ, Vesayâ 8, 9, Eymân 34, 35, el-Kübrâ,
Siyam 2/174, 2915, 2917; İbn Mâce, Sıyâm 51, 1758, Keffârât 19, 2132; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/224, 227, 258, 362.
[238] Ebu Dâvud, Eymân 24, 3317.
[239] Tirmizî, Savm 23, İbn Mâce. Sıyâm 50.
[240] Ebu Dâvud, Siyam 76, 2461; Tirmizî, Savm 64, 781; İbn
Mâce, Sıyâm 47, 1750; Ahmed b. Hanbef, Müsned, 2/242.
[241] Buharı, Savm 2; Ebu Dâvud, Siyam 25, 2363; Nesâî,
Sünemi 1-Kübrâ, 3252, 3253; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/245, 257, 465.
[242] Buhârî, Savm 2, 9, Libas 77.
[243] Buhârî, Savm 2, 9, Libâs 77; İbn Mâce, Siyam 1, 1638; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/266, 393, 443, 461, 474, 474, 480.
[244] Buhârî, Savm 4; Tirmizî, Savm 55, 765; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 5/333, 335; İbn Huzeyme, Sahih, 1902.
[245] Buhârî, Cihad 36; Tirmizî, Fezailu'l-Cihad 3, 1623;
Nesâî, Siyam 44, 45; İbn Mâce, Siyam 34, 1717.
[246] Ebu Dâvud, Siyam 72, 2455; Tirmizî, Savm 35, 733, 734;
Nesâî, Siyam 67; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/49, 207; İbn Huzeyme, Sahih, 2141.
[247] Buhârî, Savm 26; Ebu Dâvud. Siyam 39, 2398; Tirmizî,
Savm 26, 721; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/425, 491, 493, 513; İbn Huzeyme,
Sahih, 1989..
[248] Buhârî, Savm 52; Ebu Dâvud, Sıyâm 57, 2431, 59, 2434;
Tirmizî, Savm 37, 736; Nesâî, Sıyâm 70; İbn Mâce, Siyam 30, 1710; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/84, 107, 143, 153, 165.
[249] Buharı, Savm 52; Nesâî, Siyam 35.
[250] Buhârî, Savm 53; Tirmizî, Şemail, 300; Nesâî, Siyam
70; İbn Mâce, Siyam 30, 1711; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/227, 241, 271, 301,
321.
[251] Buhâri, Teheccüd 7, 19, Savm 54, 55, 56, 57, 58, 59,
Enbiyâ 37, 38, Fezâilu'l-Kur'an 34, Edeb 84, İsti'zân 38; Ebu Davud, Şehru Ramazân
8, 1389; Tirmizî, Savm 57, 770; Nesâî, Sıyâm 76, 77, 78; İbn Mâce, Sıyâm 28,
1706; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/164, 190, 199, 212.
[252] Buhârî, Teheccüd 7, 19, Savm 54, 55, 56, 57, 58, 59,
Enbiyâ 37, 38, Fezâilu'l-Kuran 34, Edeb 84, İsti'zân 38; Nesâî, Sıyâm 76.
[253] Ebu Dâvud, Siyam 70, 2453; Tirmizî, Savm 54, 763; İbn
Mâce, Siyam 29, 1709.
[254] Ebu Dâvud, Siyam 54, 2425; Tirmizî, Savm 46, 749;
Nesâî, Siyam 73; İbn Mâce, Siyam 31, 1713, 40, 1730, 41, 1738.
[255] Buhârî, Savm 62; Ebu Dâvud, Siyam 8, 2328.
[256] Ebu Dâvud, Siyam 8, 2429; Tirmizî, Salat 324, 438;
Nesâî, Kıyamu'1-Leyl 6; İbn Mâce, Siyam 43, 1742; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/344.
[257] Ebu Dâvud, Siyam 58, 2433; Tirmizî, Savm 52, 759;
Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 2862-2866; İbn Mâce, Siyam 33, 1716; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/417, 419.
[258] En'am: 6/160.
[259] Buharı, Fezâilu Leyi eti'1-Kadr 2; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/5, 17; İbn Huzeyme, Sahih, 2182.
[260] Buharı, Fezâilu Leyi eti'1-Kadr 2; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/8, 36, 37.
[261] Buhâri, Ezan 41, 134, 151, Fczâilu Leyleti'1-Kadr 2,
3, İtikaf 1, 9, 13; Ebu Dâvud, Salat 152-153 (894, 895), 161-162 (911), Şerhu
Ramazan 3, 1382, Nesâî, İftitah 132, Sehv 98: İbn Mâce, Siyam 56, 1766, 62,
1775.
[262] Buhâri, Fezâilu Leyleti'1-Kadr 3; Tirmizî, Siyam 72,
792; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/50, 56, 204.
[263] Ebu Dâvud, Şehru Ramazan 2, 1378; Tirmizî, Siyam 72,
793, Tefsiru'l-Kur'an 86, 3351; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/130.
[264] Dârimî, Savm 54.
[265] İbn Mâce, Siyam 39.
[266] B.k.z: Heyet, İlmihal, T.D.V, 1/404-405; Y. Kerimoğlu,
Emanet ve Ehliyet, 1/432.
[267] Buhârî, İtikaf 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/133.
[268] Buhârî, Fadlu Leyleti I-Kadr 3, İtikaf 1, 14; Ebu
Dâvud, Siyam 77, 2462; Tirmizî, Savm 71, 790; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 3338;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/92, 232, 279.
[269] Buhâri, İ'tikaf 6, 14, 18; Ebu Dâvud, Siyam 2464;
Tirmizî, Savm 791; Nesâî, Mesacid 18; İbn Mâce, Siyam 59, 1771; Ahmed b.
Hanbcl, Müsned, 50, 80, 92, 109, 166, 168, 232.
[270] Buhârî, Fadlu Leyleti'1-Kadr 5; Ebu Dâvud, Şehru
Ramazân 1, 1376; Tirmizî, Savm 73, 796; Nesâî, Kıyâmu'1-Leyl 17; İbn Mâce,
Sıyâm 57, 1767, 1768; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/41, 66, 67, 68.
[271] Ebu Dâvud, Tatavvu', 27, 1369, Dârimî, Nikâh 3, Savm
17.
[272] Tirmizî, Savm 73, 796, İbn Mace, Siyam 57, 1767; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 6/122, 255.
[273] Ebu Dâvud, Siyam 62, 2439; Tirmizî, Savm 51, 756;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/42, 124, 190.
[274] B.k.z. Heyet, ilmihal, T.D.V, 1/512.
[275] Buhârî, Hac 21, Cezâu's-Sayd 13; Ebu Dâvud, Menâsik
31, 1823, 1824, 1825, 1826; Tirmizî, Hac 18, 833; Nesâî, Menâsik 28; İbn Mâce,
Menâsik 19, 2929; Ahmed b. Hanbel, Müsncd, 2/8, 34.
[276] Buharı, Hac 17, Ebvâbu'1-Umre 10, Cezau's-Sayd 19,
Meğâzî 56, Fezâilu'l-Kur'an 2; Ebu Dâvud, Mcnâsik 30, 1819, 1820, 1821, 1822;
Tirmizî, Hac 7, 836; Nesâî, Menasik 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/224.
[277] Buhârî, Hac 12; Ebu Dâvud, Menâsik 8, 1738; Nesâî,
Menasik 20; Ahmet! b. Hanbel, Müsned, 1/238.
[278] Buhârî, Hac 26, Libas 69; Müslim, Hac 19, 1184; Ebu
Dâvud, Menâsik 26, 1812; Tirmizî, Hac 13, 825; Nesâî, Menâsik 54; İbn Mâce,
Menâsik 15, 2918; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/3, 34, 40, 43, 42, 53.
[279] Buharı, Hac 20; Ebu Dâvud, Menâsik 21, 1771; Tirmizî,
Hac 8, 818; Nesâî, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 14, 2916; Ahıned b. Hanbel,
Müsned, 2/48, 55, 65.
[280] B.k.z: Tahâvî, Şerhu Meânil-Asâr, 2/123.
[281] Buhârî, Vudû' 30, Hac 15, 20, 56, 57, Ebvâbu'1-Umre
14; Tirmizî, Şemail, 78; Nesâî, Taharet 95, Menasik 54; İbn Mâce, Libas 34,
3626; Ahmed b. Hantal, Müsned, 2/17, 66, 110, 138.
[282] Buhârî, Hac 80, 105, Cihad 53, Libâs 37; Nesâî,
Menasik 56.
[283] Nesâî, Menasik 24.
[284] Buharı, Hac 18, 143, Libâs 72; Ebu Dâvud, Menâsik 10,
1745, 1746; Tirmizî, Hac 77, 917; Nesâî, Menâsik 41, 42; İbn Mace, Menâsik 18,
2926, 2927, 2928; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/38, 79, 109, 124.
[285] Buhârî, Libas 80; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/200, 244.
[286] Buhârî, Gusl 14, Hac 18; Ebu Dâvud, Menasik 10, 1746;
Nesâî, Menâsik 41; Ahmed b. Hanbel, Müsncd, 6/38, 41, 109, 124, 128, 173, 175,
186, 191, 212, 224, 345, 354.
[287] Buhârî, Cezau's Sayd 6, Hibe 6; Tirmizî, Hac 26, 849;
Nesâî, Menâsik 79; İbn Mâce, Menasik 92, 3090; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/37, 38.
[288] Buhârî, Cezau's-Sayd 2, 3, 4, Hibe 3, Cihad 46, 88,
Zebâih 10, 11, Et'ime 19; Ebu Dâvud, Menâsİk 40, 1852; Tirmizî, Hac 25, 847;
Nesâî, Hac 78; İbn Mâce, Menasik 93, 3093: Ahmed b. Hanbel, Menasik, 5/301.
[289] Maide: 5/96.
[290] Buhârî, Cezau's-Sayd 7; Nesâî, Menasik 83, 113; İbn
Mâce, Menasik 91, 3087; Ahmed b. Hanbel, 6/97, 203; İbn Huzeyme, Sahih, 2669
[291] Bakara: 2/196.
[292] Buhârî, Muhsar 5, 6, 7, 8, Merdâ 16, Tefsiru Sure-i
Bakara 32; Ebu Dâvııd, Menâsik 42, 1856, 1857, 1858, 1859, 1860, 1861; Tirmizî,
Hac 107,953: Nesâî, Menâsik 96; İbn Mâce, Menâsik 86, 3080; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/241.
[293] Buhârî, Cezau's-Sayd 11, Tıb 14; Ncsâî, Menasik 95;
İbn Mâce, Tıb 21, 3481; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/345.
[294] Ebu Dâvud, Menasik 36, 1838, 1839; Tirmizî, Hac 106,
952; Nesâî, Menasik 45.
[295] Buhârî, Cezau's-Sayd 14; Ebu Dâvud, Menasik 37, 1840;
Nesâî, Menasik 27; İbn Mâce, Menasik 22, 2934; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/418.
[296] Buhârî, Cenâiz 20, 21; Ebu Dâvud, Cenâiz 78-80, 3238,
3239, 3240, 3241; Tirmizî, Hac 105, 951; Nesâî, Menâsik 97, 98, 99, 100, 101;
İbn Mâce, Menâsik 89, 3084, 3085; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/328
[297] Buharı, Nikah 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/164, 202;
İbn Huzeyme, Sahih, 2602.
[298] Ebu Dâvud, Menasik 9, 1743; İbn Mâce, Menasik 12,
2911.
[299] Buhârî, Hayz 16, 17, 18, Hac 33, 77; Ebu Dâvud,
Menasik 23, 1781; Nesâî, Taharet 183, Menasik 58; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/140, 6/35, 37, 119, 163, 177, 243, 245.
[300] B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V., 1/549.
[301] Buharî, Hac 33, Ebvâbu'1-Umre 9; Ebu Dâvud, Menasik
85, 2005, 2006; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/207; İbn Huzeyme, Sahih, 2998, 3076.
[302] Buhârî, Hac 81, Şerike 15; Ebu Dâvud, Menasîk 23,
1787; Nesâî, Menasik 77; İbn Mâce, İkametu's-Salat 76, 1074; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/317.
[303] Buhârî, Hac 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/356, 365.
[304] Bakara: 2/125.
[305] Bakara: 2/158.
[306] Ebu Dâvud, Menasik 56, 1905, 1909; İbn Mâce, Menasik
84, 3074; Ahmed b. Hanbel, Müsncd, 3/320.
[307] Ebu Dâvud, Menasik 56, 1907, 1908, 1936; Nesâî,
Menasik 202, 211.
[308] Bakara: 2/199.
[309] Bakara: 2/199.
[310] Buhârî, Hac 91, Tefsiru Sure-i Bakara 35; Ebu Dâvud,
Menasik 57, 1910; Tirmizî, Hac 53, 884; Nesâî, Menasik 202; İbn Mâce, Menasik
58, 3018; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/141, 162, 186, 214.
[311] İbn Hacer, Fethu'I-Bârî, 4/263.
[312] Buharı, Hac 90; Nesâî, Menasik 202; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/80; İbn Huzeyme, Sahih, 3060.
[313] Bakara: 2/196.
[314] Buhârî, Hac 32, 34, 125, Ebvâbu'I-Umre 11, Meğâzî 60,
77; Nesâî, Menasik 50; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/395.
[315] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/61, 97. Temettü Hacı ile
ilgili bilgi için 1213 nolu hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
[316] Buhârî, Tefsiru Sure-i Bakara 33; Nesâî, Menasik 49.
[317] Buhârî, Hac 104; Ebu Dâvud, Menasik 24,1805; Nesâî,
Menaslk 50.
[318] Buhârî, Hac 34, 107, 126, Meğâzî 77, Libas 69; Ebu
Dâvud, Menasik 24, 1806; Nesâî, Menasik 40; İbn Mace, Menasik 72, 3046; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 6/283, 284, 285.
[319] Buhârî, Muhsar 4, Meğâzî 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/63, 138.
[320] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/97.
[321] Buhârî, Taksiru's-Salât 5, Hac 24, Meğâzî 61; Ebu
Dâvud, Menâsik 24, 1795; Tirmizî, Hac 11, 821; Nesâî, Menâsik 49; İbn Mâce,
Menâsik 38, 2968, 2969; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/41, 53, 79, 99, 3/99.
[322] Nesâî, Menasik 141.
[323] Buharı, Salat
30, Hac 69, 72, 80; Nesâî, Menasik 162,
167; İbn Mâce, Menasik 33, 2959; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/15, 3/309.
[324] Buhârî, Hac 63, 78; İbn Huzeyme, Sahih, 2699.
[325] Nesâî, Menasik 186; İbn Mâce, Menasik 42, 2983; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 6/350, 351.
[326] Buhârî, Ebvâbu'1-Umre 11.
[327] Ebu Dâvud, Menasik 24, 1804; Nesâî, Menasik 77; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 1/240.
[328] Buhârî, Taksiru's-Salat 3, Hac 34, Menakıbu'l-Ensar
26; Nesâî, Menasik 77; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/252
[329] Ebu Dâvud, Menasik 23, 1790; Nesâî, Menasik 77; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 1/236, 341.
[330] Buhârî, Hac 34, 102; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/241.
[331] B.k.z: L Lütfü Çakan, Hadislerle Gerçekler, s.
363-368.
[332] Ebu Dâvud, Menasik 14, 1752, 1753; Tirmizî, Hacc 65,
906; Nesâî, Menasik 63, 64, 70; İbn Mâce, Menasik 96, 3097; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/344, 372.
[333] Hac: 22/33.
[334] Buharı, Mcğâzî 77.
[335] Nevevî, Müslim Şerhi, 8/229.
[336] Buhârî, Hac 127; Ebu Dâvud, Menasik 24, 1802, 1803;
Nesâî, Menasik 50; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/95, 86, 98, 102.
[337] Nevevî, Müslim Şerhi, 8/230.
[338] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/5, 71.
[339] Buhâri, Hac 32; Tirmizî, Hac 109, 956; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/185.
[340] Ebu Dâvud, Menasik 24, 1795; Nesâî, Menasİk 49; İbn
Mâce, Menasik 38, 2968; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/240, 272, 513.
[341] Buhârî, Ebvâbu'1-Ümre 3, Cihad 186, Meğâzî 35; Ebu
Dâvud, Menasik 79, 1994; Tirmizî, Hac 6, 815; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/134,
245, 256,
[342] Buhârî, Meğâzî 1, 77; Tirmizî, Cihad 6, 1676; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/368, 370, 373.
[343] Buharı, Ebvâbu'1-Umre 3; Tirmizî, Hac 93, 936; İbn
Mâce, Menasik 47, 2998; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/72, 6/55, 157.
[344] Buhâri, Ebvâbu'1-Umre 4; Nesâî, Siyam 6; İbn Mâce,
Menasik 45, 2994; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/229, 208.
[345] Buhârî, Hac 15; Ebu Dâvud, Menasik 44, 1866; Nesâî,
Menasik 105; İbn Mâce, Menasik 26, 2940; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/14, 21, 29,
142.
[346] Buhârî, Hac 41; Ebu Dâvud, Menasik 44, 1869; Tirmizî,
Hac 30, 853; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/40, 58, 201.
[347] Buhârî, Hac 39; Ebu Dâvud, Menasik 44, 1865; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/16.
[348] Buhârî, Salat 89.
[349] Buhâri, Hac 63; Ebu Dâvud, Menasik 50, 1891; İbn Mâce,
Menasik 29, 2950; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/13, 75, 98, 100, 123.
[350] Buhârî, Hac 55, Meğâzî 43; Ebu Dâvud, Menâsik 50,
1886, 1889; Tirmizî, Hac 39, 863; Nesâî, Menâsik 155; İbn Mâce, Menâsik 29,
2953; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/373.
[351] Buhârî, Hac 59; Ebu Dâvud, Menâsik 47, 1874; Nesâî,
Menâsik 156; İbn Mâce, Menâsik 27, 2946; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 2/114, 120.
[352] Buharı, Hac 57; Ncsâî, Menâsik 158; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/3, 57, 108.
[353] Buharı, Hac 50, 57, 60; Ebu Dâvud, Menâsik 46, 1873;
Tirmizî, Hac 37, 860; Nesâî, Menâsik 147; İbn Mâce, Menâsik 27, 2943; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/16, 17, 21, 26, 34, 39, 46.
[354] B.k.z: İbn Mâce, Menâsik 27; Hakim, Müstedrek, 1/454.
[355] Buharı, Hac 58, 61, 62; Ebu Dâvud, Menasik 48, 1877;
Tirmizî, Hac 40, 865; Nesâî, Mesacıd 21, Menasik 159, 160; İbn Mâce, Menasik
28, 2948; Ahmed b. Hanbel, 1/214, 237, 304.
[356] Buhârî, Salat 78, Hac 64, 71, 74, Tefsiru Sure-i Tûr
1; Ebu Dâvud, Menasik 48, 1882; Nesâî, Menasik 138; İbn Mâce, Menasik 34, 2961;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/290, 319.
[357] Bakara: 2/168.
[358] Bakara: 2/168.
[359] Buharı, Hac 79, Ebvâbu'l-Umra 10, Tefsiru Sure-i
Bakara 21, Tefsinı Sure-i Necin 3; Ebu Dâvud, Menâsik 55, 1901; Tirmizî, Tefsiru Sure-i Bakara 12,
2965; Nesâî, Menâsik 168; İbn Mâce, Menâsik 43, 2986; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/144, 162, 163, 227.
[360] Bakara: 2/168.
[361] Buhâri, Hac 80, Tefsiru Sure-l Bakara 21; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 3, 2966.
[362] Buharı, Hac 80; Ebu Dâvud, Menasik 53, 1895; Tirmizî,
Hac 102, 947; Nesâî, Menasik 144; İbn Mâce, Menasik 39, 2973; Ahmed b. Hanbcl,
Müsııed, 3/317, 387.
[363] Buhârî, Hac 93.
[364] Buhârî, Hac 93.
[365] Ebu Dâvud, Menasik 27, 1816; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/22; İbn Huzeyme, Sahih, 2805.
[366] Buhârî, İydeyn 12, Hac 86; Nesâî, Menasik 192; İbn
Mâce, Menasik 53, 3008; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/110.
[367] Buharı, Vudû 6, 35, Hac 93, 95; Ebu Dâvud, Menasik 63,
1925; Nesâî, Menasik 206; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/208.
[368] Buhârî, Hac 22.
[369] Buhârî, Hac 96.
[370] Buharı, Taksiru's-Salat 6, Hac 96; Ebu Dâvud, Menasik
64, 1930, 1931, 1932; Tirmizî, Hac 56, 888; Nesâî, Salat 20, Ezan 19, 20,
Mevakit 49, Menasik 207.
[371] Buhâri, Hac 97, 99; Ebu Dâvud, Menasik 64, 1934;
Nesâî, Mevakit 49, Menasik 201, 207, 210; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/384, 326,
434.
[372] Buharı, Hac 98; Ebu Oâvud, Menâsik 65, 1939, 1940;
Tirmizî, Hac 58, 892, 893; Nesâi, Menâsik 208; İbn Mâce, Menâsik 63, 3026;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/272.
[373] Buhârî, Hac 98; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/347, 351;
İbn Huzeyme, Sahih, 2884.
[374] Buhârî, Cenaiz
80, Hac 98, Cezau's-Sayd 25; Ebu Dâvud, Menâsik 65, 1939; Nesâî, Menasik 208.
[375] Buhârî, Hac 98; İbn Huzeyme, Sahih, 2871, 2883.
[376] Buhari, Hac 135, 136; Ebu Dâvud, Menasik 77, 1974;
Tirmizî, Hac 64, 901; Nesâî, Menasik 226; İbn Mâce, Menasik 64, 3030; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/422, 427, 430, 456, 458.
[377] Ebu Dâvud, Menâsik 77, 1970; Nesâî, Menasik 220; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 3/301, 318, 332, 337, 367, 378; İbn Huzeyme, Sahih, 2877.
[378] Ebu Dâuud, Menâsik 34, 1834; Nesâî, İydeyn 17; İbn
Mâce, Cihad 39, 2861; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/69, 5/381, 6/402, 403.
[379] Tirmizî, Hac 61, 897; Nesâî, Menasik 226; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/313, 319, 356, 371.
[380] Ebu Dâvud, Menâsik 77, 1971; Tirmizî, Hac 59, 894;
Nesâi, Menasik 221; İbn Mâce, Menasik 75, 3053; Ahmed b. Hanbel, Musned, 3/312,
319, 399.
[381] Beyhakî, Sünemi'1-Kübrâ, 5/90.
[382] Buhârî, Hac 127; Ebu Dâvud, Menasik 78, 1979; Tirmizî, Hac 74, 913; İbn Mâce, Menasik 71,
3044; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/16, 34, 79, 119, 138, 141, 151.
[383] Buhârî, Hac 127; Ebu Dâvud, Menasik 78, 1980; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/88, 128.
[384] Buharı, Vudû' 33; Ebu Dâvud, Mcnasik 78, 1981, 1982;
Tirmizî, Hac 73, 912; Ahmed b. Hanbel. Müsncd, 3/111, 214, 256.
[385] Buhârî, İlm 23, Hac 131; Ebu Dâvud, Menâste 87, 2014;
Tirmizî, Hac 76, 916; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, Menâsik 2/446, 4106, 4107, 2/447,
4108, 4109; İbn Mâce, Menâsik 74, 3051, Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/159, 160,
202.
[386] Btıhârî, Hac 130; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/258, 269.
[387] Ebu Dâvud, Menasik 82, 1998; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/34.
[388] Buhârî, Hac 83; Ebu Dâvud, Menasik 58, 1912; Tirmizî,
Hac 116, 964; Nesâî, Menasik 190; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/100.
[389] Tirmizî, Hac 81, 921; İbn Mâce, Menasik 81, 3069;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/89, 238.
[390] Buhârî, Hac 147; Ebu Dâvud, Menâsik 86, 2008;
Tirmizî, Hac 82, 923; İbn Mâce, Menasik
81, 3067; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/41, 190, 207, 230.
[391] Buharı, Hac 147; Tirmizî, Hac 81, 922; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/221.
[392] Buhfirî, Hac 45; Ebu Dâvud, Menâsik 86, 2011; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/237, 263, 353, 540.
[393] Buhârî, Hac 75; Ebu Dâvud, Menâsik 74, 1959; İbn Mâce,
Menasik 80, 3065; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/19, 22, 28, 88.
[394] Buhârî, Hac 113; Ebu Dâvud, Menâsik 77, 1769; İbn
Mâce, Menasik 97, 3099; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/79, 123, 132, 143, 154, 159.
[395] Ebu Dâvud, Dahâyâ 7, 2809; Tirmizi, Hac 66, 904, Edâhî
8, 1502; İbn Mâce, Edâhi 5, 3132: Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/293, 301, 378.
[396] Ebu Dâvud, Dahâyâ 7, 2807, 2808; Nesâî, Dehâya 16;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/304, 318, 363
[397] Buhârî, Hac 118; Ebu Dâvud, Menasik 20, 1768; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/3, 86, 139.
[398] Buhârî, Hac 107, 109, 110, Vekâlet 14, Edâhî 15; Ebu
Dâvud, Menâsik 14, 1755, 1757, 1758, 1759; Tinnizî, Hac 69, 908, 70, 909;
Nesâî, Menâsik 65, 66, 68, 69; İbn Mâce, Menâsik 94, 3094, 3095, 95, 3096;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/30, 41, 42, 78, 82, 85, 90, 110.
[399] Buharı, Hac 103, 112, Vesâyâ 12, Edeb 95; Ebu Dâvud,
Menâsik 17, 1760; Nesâî. Menâsik 74; İbn Mâce, Menâsik 100, 3103; Ahmed b.
Hanbcl, Müsned, 2/254, 481, 487.
[400] Ebu Dâvud, Menâsik 42, 1861; Nesâî, Menâsik 76; Ahmecl
b. Hanbel, Müsned, 3/317, 324, 325, 348.
[401] İbn Mâce, Menâsik 101, 3105; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/225; İbn Huzeyme, Sahih, 2578.
[402] Buharı, Hayz 27, Hac 144, 145; İbn Huzeyme, Sahih,
2999.
[403] Buharı, Hayz 27, Hac 129, 145, Meğazî 77; Ebu Dâvud,
Menasik 84, 2003; Tirmizî, Hac 99, 943; Nesâî, Hayz 23; İbn Mace, Menasik 83
3072, 3073, Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/164, 202, 207.
[404] Buhârî, Salât 30, 81, 96, Teheccüd 25, Hac 51, 52,
Cihad 127, Meğâzî 77; Ebu Dâvud, Menâsik 92, 2023; Tirmizî, Hac 47, 874; Nesaî,
Kıble 6, Mesâcîd 5, Menâsik 126, 127; İbn Mâce, Menâsik 79, 3063; Ahmed b.
Hanbcl, Müsned, 2/3, 45, 46, 50, 55, 82, 139, 153.
[405] Bakara: 2/127.
[406] Buharı, Cihad 127, Meğâzî 77.
[407] Buhârî, Salai 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/237, 311.
[408] Buharı, Hac 53, Ebvâbu'l-Umre 11, Meğâzî 35, 43; Ebu
Dâvud, Menasik 55, 1902; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/355.
[409] Buhârî, Hac 42; Nesâî, Menasik 125; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 6/57; İbn Huzeyme, Sahih, 2742.
[410] Buhârî, Hac 42; İbn Huzeyme, Sahih, 2741, 3023.
[411] Kabe'yle ilgili bilgiler için b.k.z; Bakara:
2/127-129; Âl-i İmrân: 3/96-97.
[412] Buharı, Hac 42, Temenni 9; Tirmizî, Hac 47, 875; İbn
Mâce, Mcnâsik 31, 2955.
[413] Buhârî, Hac 1, Cezâu's-Sayd 23, 24, Meğâzî 77, İstizan
2; Ebu Dâvud, Menasik 25, 1809; Nesâî, Menasik 7, 8, 9, 11; Ahmed b. Hanbel,
Musned, 1/219, 251, 329, 346, 359.
[414] Ebu Dâvud, Menasik 7,1736; Nesâî, Menasik 15; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/219, 244, 288, 344; İbn Huzeyme, Sahih, 3049.
[415] Buharı, İ'tisam 2; Nesâî, Menasik 1; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/447, 456, 467, 508; İbn Huzeyme, Sahih, 2508.
[416] Buhârî, Taksim's-Salat 4; Ebu Dâvud, Menasik 2, 1727;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/13, 19, 142; İbn Huzeyme, Sahih, 2521.
[417] Buhârî, Fadlu's-Salati fi Mescid-i Mekke ve'1-Medine
1, 6, Cezâu's-Sayd 26, Savm 67; Tirmizî, Salat 243, 326; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 147, 1249, Siyam 36, 1721; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/7, 34,
51, 59, 71.
[418] Buhârî, Taksim's-Salat 4; Ebu Dâvud, Menasik 2, 1723;
Tirmizî, Rada 15, 1170; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/250, 340, 423, 437, 445,
493, 506.
[419] Buhârî, Cezâu's-Sayd 26, Cihad 140, Nikah 111; İbn
Mâce, Menasik 7, 2900; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/222, 346.
[420] Buhârî, Menakıb 25..
[421] B.k.z: Yusuf Karadavi, Sünneti Anlamada Yöntem, Rey
Yayıncılık, Kayseri 1993, s. 243-245
[422] Zuhruf: 13-14.
[423] Ebu Dâvud, Cihad 72, 2599; Tirmizî, Deavat 47, 3447;
Nesâî, Amelu'l-Yevm ve'I-Leyl, 548; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/150; İbn
Huzeyme, Sahih, .2542.
[424] Tirmizî, Deavat 42, 3439; Nesâî, Amelu'l-Yevm
ve'I-Leyl, 499; İbn Mâce, Dua 20, 3588; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/82, 83; İbn
Huzeyme, Sahih, 2533.
[425] Buhârî, Deavat 52; Ebu Dâvud, Cihad 158, 2770;
Tirmizî, Hac 104, 950; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 539, 540; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/5, 10, 15, 21, 38, 63, 105.
[426] Buhâri, Hac 14; Ebu Dâvud, Menasik 96-97,2044; Nesâî,
Menastk 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/28, 112, 138.
[427] Buhârî, Hac 16, Muzâraa 1, İ'tisam 16; Nesâî, Menasik
24; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/87, 90, 104, 136; İbn Huzeyme, Sahih, 2616.
[428] Buhârî, Salat 10, Hac 67, Cizye 16, Meğâzî 66, Tefsiru
Sure-i Tevbe 2-4; Ebu Dâvud, Menasik 66, 1946; Nesâî, Menasik 161.
[429] Nesâî, Menasik 194; İbn Mâce, Menasik 56, 3014.
[430] Buhârî, Ebvâbu'1-Umre 1; Tirmizî, Hac 90, 933; Nesâî,
Menasik 5; İbn Mâcc, Menasik 3, 2888; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/246, 461, 462;
İbn Huzeyme, Sahih, 2513.
[431] Buhârî, Muhsar 9, 10; Tirmizî, Hac 2, 811; Nesâî,
Menasik 4; İbn Mâce, Menasik 3,2889; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/248, 410, 484,
494.
[432] Buhârî, Hac 44, Cihad 180, Meğâzı 48; Ebu Dâvud,
Menasik 86,2008, Feraiz 10, 2910; Tinnizî, 2107; İbn Mâce, Menasik 81, 2942,
Feraiz 6, 2730; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/200, 201, 202.
[433] Buharı, Menâkıbu'l-Ensâr 47; Ebu Dâvud, Menasik 91,
2022; Tirmizî, Hac 103, 949; Nesâî, Taksiru's-Salat 4; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 76, 1073; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/339, 5/52.
[434] Buîıârî, Cenaiz 77, Cezâu's-Sayd 10, Cihad 1, 27, 194,
Cizye 22; Ebu Dâvud, Menasik 89, 2018; Tirmizî, Siyer 33, 1590; Nesâî, Menasik
110, 111.
[435] Buharı, İlm 39, Diyât 8.
[436] Buhârî, Cezâu's-Sayd 18, Meğazî 48, Cîhad 169, Libas
17; Ebu Dâvud, Cihad 2685; Tirmizî, Cihad 18, 1693; Nesâî, Menasik 107; İbn
Mâce, Cihad 18, 2085; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/109, 164, 180, 185, 224, 231,
232, 240.
[437] B.k.z: İbn Hümam, Fethu'l-Kadîr, 2/132, Hamişinde.
[438] Nesâî, Menasik 107, Zinet 110.
[439] Buhari, Büyü' 53; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/40.
[440] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/141.
[441] Abd b. Humeyd, Müsned, 1076.
[442] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/181, 184; Abd b. Humeyd,
Müsned, 153.
[443] Buhârî, Fezâilu'l-Medine 1, Cihad 71, İ'tisam 6; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 3/199, 238.
[444] Buhârî, Büyü' 53, Cihad 71, 74, Et'ime 28, Deavat 36,
İ'tisam 16.
[445] Buhârî, Fezâilu'İ-Medine 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/142.
[446] Buhârî, Fezâilu'l-Medine 9, Cizye 10, 17, Feraiz 21,
İ'tisam 5; Ebu Dâvud, Menasİk 95-96, 2034; Tirmizî, Velâ 3, 2127.
[447] Buhârî, Fezâilu'l-Medine 4; Tirmizî, Menakıb 68, 3921;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/236, 279.
[448] Ahmed b. Han.be!, Müsned, 3/34, 47, 91.
[449] Buhârî, Fezâilu'l-Medine 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/56, 65, 82, 221, 260.
[450] Buhârî, Fezâilu'l-Medine 9, Tib 30, Fiten 27; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/237, 375, 378, 483.
[451] Buhârî, Fezâilu'l-Medine 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/237, 247, 384.
[452] Buhârî, Fezâilu'l-Medine 10, Ahkam 47, İ'tisam 16;
Tirmizî, Menakıb 3920; Nesâî, Biat 22ö
[453] Ahzab: 33/13.
[454] İ'tisam, 16.
[455] B.k.z: Ali Bulaç, Tarih, Toplum ve Gelenek, İz
Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 148-149
[456] Buhârî, Fezâilu'l-Medine 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/180
[457] Buhârî, Fezâilu'l-Medine 5; Ahmed b. HanbeJ, Müsned,
5/220
[458] Buhârî, Fezâilu'I-Medine 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/234, 385, 390.
[459] Buhârî, Fadlu's-Salati fi Mescid-i Mekke ve'1-Medine
5; Ahmed b. HanbeJ, Müsned, 4/39, 40.
[460] Buhârî, Fadlu's-Salati fi Mescid-i Mekke ve'I-Medine
5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/236, 376, 397, 401, 528.
[461] Buhârî, Cihad 71; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/140.
[462] Buharı, Fadlu's-Salati fi Mescid-i Mekke ve'I-Medine
1; Jbn Mâce, İkametu's-Salat 195, 1404; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/239, 277.
[463] Buharı, Fadlu's-Salati fi Mescid-i Mekke ve'1-Medine
1; Ebu Dâvud, Menasik 94-95, 2033; Nesâî, Mesacid 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/234, 238, 278.
[464] Ahmed b. Hanbel. Müsned, 3/24
[465] Buharı, Fadlu's-Salati fi Mescid-i Mekke ve'1-Medine
6; Ebu Dâvud, Menasik 95-96, 2040; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/4, 57, 58, 65,
101, 155
[466] Buhari, Fadlu's-Salati fi Mescidi Mekke ve'1-Medine 6;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/30, 58, 65, 80, 107
[467] Buhârî, Savm 10, Nikâh 2; Ebu Dâvud, Nikâh 1, 2046;
Tirmizî, Nikâh 1, 1081; Nesâî, Sıyâm 43, Nikâh 3; İbn Mâce, Nikâh 1, 1845;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/447.
[468] Buhârî, Nikâh 1; Nesâî, Nikah 4; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/241, 259.
[469] Buhârî, Nikâh 8; Tirmizî, Nikah 2, 1083; Nesâî, Nikah
4; İbn Mâce, Nikah 2, 1848-Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/175, 176, 183.
[470] Ebu Dâvud, Nikah 42-43, 2151; Tirmizî, Rada 9, 1158;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/395.
[471] Nur: 24/30.
[472] Nur: 24/31.
[473] Mâide: 5/87.
[474] Buhârî, Tefsiru Sure-i Mâide 9, Nikah 6, 8; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/385, 390, 420, 432, 450.
[475] B.k.z: M. Sofuoğlu, Müslim Tercemesi, 4/292.
[476] Buhari, Nikâh 31; Abdurrezzak, Musannef, 14028.
[477] Ebu Dâvud, Nikah 13, 2072; Nesâî, Nikah 71; İbn Mâce,
Nikah 44, 1962; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/405.
[478] Kurtubî, el-Câmi li-Ahkâmi'1-Kur'an, 5/132.
[479] Ebu Dâvud, Nikah 13, 2073; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/404, 405.
[480] Mü'minun: 23/6.
[481] Tirmizî, Nikah 29, 1121.
[482] Tirmizî. Nikah 29, 1121.
[483] Nisa: 4/24.
[484] Mü'minun: 23/6.
[485] Hâzimî, İ'tibar, Haydarabad 1319, Humus 1386/1966, s.
179 B.k.z: Dr. Ali Osman Koçkuzu, Hadiste Nesih Mensuh, MÜİFV Yayınları,
İstanbul 1985, s. 301-302.
[486] Buhari, Nikâh 27; Ebu Davud, Nikah 12, 2065; Tirmizî,
Nikah 31, 1126; Nesâî, Nikah 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/462, 465, 516, 529,
532.
[487] Buhârî, Nikâh 27; Tirmizî, Nikah 31, 1125; Nesaî, 20,
47; İbn Mâce, Nikah 31, 1929; Ahmed b. Hanbet, Müsned, 2/432, 474, 486, 508,
516.
[488] Ebu Dâvud, Menasik 38, 1841; Tirmizî, Hac 23, 840;
Nesâî, Menasik 91, Nikah 38; İbn Mâce, Nikah 45,1966; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/57, 64, 65, 68, 69, 73.
[489] Buhârî, Cezaus-Sayd 12, Meğâzî 43, Nikâh 30; Ebu
Dâvud, Menasik 38, 1844, 1845; Tirmizî, Hac 24, 844; Nesâî, Menasik 90, Nikah
37; İbn Mâce, Nikah 45, 1965; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/221, 228, 270, 285,
324, 337, 362.
[490] Ebu Dâvud, Menasik 38, 1843; Tirmizî, Hac 24, 845; İbn
Mâce, Nikah 45, 1964; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/332, 333, 335.
[491] Müslim, Nikâh 41, 45; Tirmizî, Hac 23, Nesâî, Menasik
91, Nikâh 38; İbn Mâce, Nikâh 45; Dârimî, Nikâh 17, Muvatta, Hac 70, 73; Ahmed b.
HanbeL 1/57, 64, 65, 68, 73.
[492] Buhârî, Nikâh 45; Ebu Dâvud, Nikah 16-17, 2081;
Tirmizî, Büyü 57, 1292; Nesâî, Nikah 20, 21; İbn Mâce, Nikah 10, 1868; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/21, 122, 124, 126, 130, 142, 153.
[493] Buhari, Nikah 28, Hiyel 4; Ebu Dâvud, Nikâh 14, 2074;
Tirmizî, Nikâh 30, 1124; Nesâî, Nikâh 60, 61; İbn Mâce, Nikâh 16, 1883; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/7, 19, 439.
[494] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/35, 91.
[495] Müslim, Nikâh 60, Nesâî, Nikâh 60, Hayz 15-16,
Tirmizî, Nikâh 30, İbn Mâce, Nikâh 16.
[496] Buhari, Nikâh 52, Şurût 6; Ebu Dâvud, Nikâh 39-40,
2139; Tirmizî, Nikâh 32, 1127; Nesâî, Nikâh 42; İbn Mâce, Nikâh 41, 1954; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 4/144, 150, 152.
[497] Btıhârî, Nikâh 41, Hiyel 11; Tirmizî, Nikah 18, 1107;
Nesai, Nikah 34; İbn Mâce, Nikah 11, 1871; Ahmed b, Hanbel, Müsned, 2/250, 279,
434.
[498] Buhârî, Nikâh 41, İkrah 3; Nesâî, Nikah 34; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/45, 165, 203.
[499] Ebu Dâvud, Nikah 24-25, 2098, 2099, 2100; Tirmizî,
Nikah 18, 1108; Nesâî, Nikah 32; İbn Mâce, Nikah 11, 1870; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/219, 241, 261, 345, 362.
[500] Buhârî, Menâkibu'l-Ensar 44; Ebu Dâvud, Nikah 32-33,
2121; Nesâî, Nikah 29, 78; İbn Mâce, Nikah 13, 1876; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/118, 280.
[501] Tirmizî, Nikah 9, 1093; Nesâî, Nikah 18, 77; İbn Mâce,
Nikah 53, 1990; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/54, 206.
[502] Nesâî, Nikah 17; Ahmed b. Hanbe!, Mİİsned, 2/286, 299.
[503] Buhârî, Nikah 6, 32, 35, 37, Fezâilu'l-Kur'an 23; Ebu
Dâvud, Nikâh 29-30, 2111; Tirmizî, Nikâh 23, 1114; Nesâî, Nikâh 62; İbn Mâce,
Nikâh 17, 1889; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/336.
[504] Nisa: 4/24.
[505] Bakara: 2/237.
[506] Ebu Dâvud, Nikah 27-28, 2105; Nesâî, Nikah 66; İbn
Mâce, Nikah 17, 1886; Ahmed b. Hanbjl, Müsned, 6/93.
[507] B.k.z: Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, İz
Yayıncılık, 1/282.
[508] Buhârî, Nikâh 7, 49, Ebu Dâvud, Nikâh 28-29, 2109;
Tirmizî, Nikâh 10, 1094, Birr 22, 1933; Nesâî, Nikâh 67; İbn Mâce, Nikâh 24,
1907; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/165, 190, 204.
[509] Sâffât: 37/177.
[510] Buhârî, İlm 31, Salat 12, Salatu'1-Havf 6, Büyü 111,
Cihad 145, Nikâh 12, Itk 16, Enbiya 48; Ebu Dâvud Nikâh 5, 2053; Tirmizî, Nikâh
25, 1116; Nesâî, Nikâh 65; İbn Mâce, Nikâh 42,1956; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/398, 414.
[511] Ahzab: 33/53.
[512] Buhâri, Tefsiru Sure-i Ahzab 53, Etime 59, İstizan 10.
[513] Ahzab: 33/53.
[514] Buhari, Tefsiru Sure-i Ahzab 53, Et'ime 59, İsti'zan
10; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 34, 3218; Nesâî, Nikah 84; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/163.
[515] Nevevî, Müslim Şerhi, 9/228.
[516] Buhârî, Nikah 71; Ebu Dâvud, Efime 1, 3736; Ahmed b.
Hanbcl, Müsned, 2/20.
[517] Ebu Dâvud, Et'ime 1, 3740; Nesâî, Sünemi'I-Kübrâ,
6610; İbn Mâce, Siyam 47, 1751; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 3/392.
[518] Nesâî, Sünemi'I-Kübrâ, 6611.
[519] Buhari, Nikah 107; Ebu Dâvud, Et'ime 1, 3742; İbn
Mâce, Nikah 25, 1913.
[520] Nevevî, Müslim Şerhi, 9/236.
[521] Buhârî, Nikah 107; Humeydî, Müsned, 1170.
[522] Buhârî, Şehadat 3, Talâk 4, 6, 7, Libâs 6, Edeb 68;
Ebu Dâvud, Talâk 47-49, 2309; Tirmizî, Nikâh 27, 1118; Nesâî, Talâk 9, 10; İbn
Mâce, Nikâh 32, 1932; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 6/193.
[523] Buhari, Bed'ü'l-Halk 11, Deavât 55, Tevhid 13; Ebu Dâvud,
Nikâh 44-45, 2161; Tirmizî, Nikâh 8, 1092; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 5/327 (9030),
6/75, 10096, 10100) İbn Mâce, Nikâh 27, 1919; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/217.
[524] Bakara: 2/223.
[525] Buhârî, Tefsiru Sure-i Bakara 39; Ebu Dâvud, Nikah
44-45, 2163; Tirmizî, Tefsiru'I-Kur'an 3, 2978; İbn Mace, Nikah 29, 1925.
[526] Buhârî, Bed'üi-Halk 7, Nikah 85; Ahmed b. Hatibe,
Müsned, 2/255, 348, 386, 468, 519, 538.
[527] Ebu Dâvud, Edeb 32, 4870; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/69.
[528] Buhârî, Meğâzî 32, Nikah 96, Kader 4, Büyü 109, Itk
13, Tevhid 18; Ebu Davud, Nikah 47-48,2172; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/68, 72
[529] Buhârî, Büyü 109, Itk 13; Nesâî, Nikah 55; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/11.
[530] Buhari, Tevhid 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/26, 47,
49, 59, 83, 93.
[531] Ebu Dâvud, Nikah 47-48, 2173.
[532] Buhârî, Nikah 96; Tirmizî, Nikah 39, 1137; İbn Mâce,
Nikah 30, 1927; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/377.
[533] Buhârî, Nikâh 2; Ebû Dâvûd, Nikâh 1, 4.
[534] Buhârî, Nikâh 96; Müslim, Nikâh 125-138.
[535] B.k.z: Heyet, İlmihal İslam ve Toplum, ÎSAM T.D.V.
İslamî Araştırmalar Merkezi, İstanbul 1999, 2/134-136.
[536] Ebu Dâvud, Nikah 43-44, 2156; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/195.
[537] Ebu Dâvud, Tıb 16, 3882; Tirmizî, Tib 27, 2076, 2077;
Nesâî, Nikah 54; İbn Mâce, Nikah 61, 2011; Ahmed b. Hanbef, Müsned, 6/361,
434.
[538] Buhârî, Şehâdât 7, Nikah 20; Nesâî, Nikah 49; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/44, 51, 178.
[539] Buhârî, Farzu'I-Hums 4, Şehadât 7, Tefsiru Surc-i
Ahzab 9, Nikâh 20, 22, 117; Ebu Dâvud, Nikâh 6, 2051; Tirmizî, Rada1 1, 1147
Nesâî, Nikâh 49, 52; İbn Mâce, Nikâh 34, 1937; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/72.
[540] B.k.z: A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
7/356.
[541] Nesâî, Nikah 50; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/82, 114,
126, 158.
[542] Buhârî, Nikâh 20, 25, 26, Nafakât 16; Nesâî, Nikah 44,
45, 46; İbn Mace, Nikah 34, 1939; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/291, 428.
[543] Ebu Dâvud, Nikah 10, 2063; Tirmizî, Rada 3, 1150;
Nesâî, Nikah 51; İbn Mâce, Nikah 39, 1940; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/31, 95,
216.
[544] Ebu Davud, Nikah 10, 2062; Tirmizî, Rada 3, 1150;
Nesâî, Nikah 51; İbn Mâce, Nikah 36, 1944.
[545] Nesâi, Nikah 53; İbn Mâce, Nikah 27, 1943; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/38, 201, 249.
[546] Ahzab: 33/5.
[547] Nesâî, Nikah 53; İbn Mâce, Nikah 27, 1943; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/38, 201, 249.
[548] Ahzab: 33/5.
[549] Bakara: 2/233.
[550] Ahkaf: 46/15.
[551] Nesâî, Nikah 53; İbn Mâcc, Nikah 37, 1947; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/312.
[552] Buhârî, Şehâdât 7, Nikâh 21; Ebu Dâvud, Nikah 8, 2058;
Nesâî, Nikah 49; İbn Mâce, Nikah 37, 1945; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/94, 138,
174, 214.
[553] Nisa: 4/24.
[554] Ebu Dâvud, Nikah 43-44, 2155; Tirmizî, Nikah 36, 1132,
Tefsiru'l-Kur’an 5, 3016; Nesâî, Nikah 59; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/84.
[555] Dârimî, Talak 36.
[556] Buhâri, Büyü 3, 100, Husumat 6, Itk 8, Vesaya 4,
Meğazi 53, Feraiz 18, 28, Hudud 23, Ahkam 29; Ebu Dâvud, Talak 33-34, 2273;
Nesâî, Talak 48; İbn Mace, Nikah 59, 2004; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/37, 129,
200, 226, 237 246.
[557] Nûr: 24/33.
[558] Buhârî, Feraiz 31; Ebu Dâvud, Talak 30-31, 2267, 2268;
Tirmizî, Vela 5, 2129; Nesâî, Talak 51; İbn Mâce, Ahkam 21, 2349; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/38, 82, 226.
[559] Ebu Dâvud, Nikah 33-34, 2122; İbn Mâce, Nikah 26,
1917; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/292, 307.
[560] Buhari, Nikah 101; Ebu Dâvud, Nikah 33-34, 2124;
Tirmizî, Nikah 41, 1139; İbn Mâce, Nikah 26, 1916.
[561] Ahmed b. Hanbd, Müsned, 3/104, 205, 337.
[562] İbn Mâce, Nikah 48, 1972; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/68, 76.
[563] Ahzab: 33/51.
[564] Buhârî, Tefsiru Sure-i Ahzab 7; Nesâî, Nikah 1; İbn
Mâce, Nikah 57, 2000; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/134, 158, 261.
[565] Buhârî, Nikah 4; Nesâî, Nikah 1; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/231, 348, 349.
[566] Buhârî, Nikah 15; Ebu Dâvııd, Nikah 2, 2047; Nesâî,
Nikah 13; İbn Mâce. Nikah 6, 1858; Ahmed b. Hanbel, Müsnad, 2/428.
[567] Buhârî, Nikah 10, Nafaka 12; Nesâî, Nikah 6, 10; İbn
Mâce, Nikah 7, 1860; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/302.
[568] Buhârî, Nikah 121; Ebu Dâvud, Cihad 163, 2778; Ahmed
b. Hanbcl, Müsned, 3/375.
[569] Nesâî, Nikah 15; İbn Mâce, Nikah 5, 1855; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/449, 497.
[570] Buhari, Nikah 80, Enbiya 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/304, 315, 349.
[571] Buhârî, Enbiya 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/168.
[572] Bakara; 2/35-37, Araf: 7/19-22, Taha: 20/120-122.
[573] Yaratılış, 3/1-9; B.k.z: Doç. Dr. Abdullah Aydemir,
İslamî Kaynaklara Göre Peygamberler, T.D.V. Yayınları, Ankara 1992, s. 27-28;
Muhammed Gazali, Nebevi Sünnet, İslami Araştırmalar, İstanbul 1992, s. 287-288.
[574] Buharî, Talâk 2, 3; Ebu Dâvud, Talak 4, 2179, 2180;
Nesâî, Talak 1; İbn Mâcc, Talak 2, 2019; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/63, 102.
[575] Ebu Dâvud, Talak 9-10, 2200; Nesâî, Talak 8; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/314.
[576] Ahzab: 33/21.
[577] Buhâri, Tefsim Sure-i Tahrim 1, Talak 8; İbn Mâce,
Talak 28, 2073; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/225.
[578] Buhâri, Talâk 8, Nikâh 103, Et'ime 32, Talâk 8, Eymân
25, Tefsiru Sure-i Tahrim 1; Ebu Dâvud, Eşribe 11, 3715; Tirmizî, Et'ime 29,
1831; Nesâî, Talâk 16; İbn Mâce, Et'ime 36, 3323; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/59.
[579] Ahzab: 33/28-29.
[580] Buhârî, Tefsiru Sure-i Ahzab 4, 5; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 34, 3204; Nesâî, Nikah 2, Ti lak 26; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/77, 103, 152, 211, 248.
[581] Ahzab: 33/51.
[582] Buhârî, Tefsiru Sure-i Ahzab 7; Ebu Dâvud, Nikah
37-38, 2136; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/76.
[583] Buhârî, Talak
5; Tirmizî, Talak 1179; Nesâî,
Nikah 2, Talak 27; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/97, 202, 205, 240.
[584] Ahzab: 33/28-29
[585] Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 9208; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/3.
[586] Buhârî, Nikâh 83, 105, Tefsiru Sure-i Tahrim 2, Libas
31, Ahbâru'1-Âhâd 1; Tirmizî, İsti'zan 3, 2691; İbn Mâce, Zühd 11, 4153; İbn
Huzeyme, Sahih, 1921, 2178.
[587] Ebu Dâvud, Talak 37-39 (2284, 2286, 2289); Nesâî,
Nikah 19, 22, Talak 15- Ahmed b Honbel, Müsned, 6/412, 413, 414, 415, 416
[588] Buhari, Talak 41; Ebu Dâvııd, Talak 38-40, 2295.
[589] Ebu Dâvud, Talak 39-41, 2297; Nesâî, Talak 71; İbn
Mâce, Talak 9, 2034; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/321.
[590] Buhârî, Meğâzi 10; Talak 39; Ebu Dâvııd, Talak 45-47,
2306; Nesâî, Talak 56; İbn Mâce, Talak 7, 2028; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/432.
[591] Buhârî, Tefsiru Sure-i Talak 2, 39, Tefsiru Sure-i
Talâk 2; Ebu Dâvud, Talâk 45-47, 2306; Tirmizî, Talâk 17, 1193; Nesâî, Talâk
56; İbn Mâce, Talâk 7, 2027; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/314.
[592] Talâk: 65/4.
[593] Bakara: 2/234.
[594] Buhârî, Cenaiz 30; Talak 46, 47, 50, Tıb 18; Ebu
Dâvud, Talâk 41-43, 2299; Tirmizî, Talak 18, 1195, 1196, 1197; Nesâî, Talâk
63, 67; İbn Mâce, Talâk 34, 2084; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/324, 325.
[595] Buhârî, Talak 40; Ebu Davud, Talak 41-43, 2299;
Tirmizî, Talâk 18, 1195, 1196, 1197; Nesâî, Talâk 63, 67; İbn Mâce, Talâk 34,
2084; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/324, 325.
[596] Buhârî, Talak 47; Ebu Dâvud, Talâk 41-43, 2299;
Tirmizî, Talâk 18, 1195, 1196, 1197; Nesâî, Talâk 63, 67; İbn Mâce, Talak 34,
2084; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/324, 325.
[597] Buhari, Talak 47.
[598] Nesâî, Talâk 63; İbn Mâce, Talâk 34, 2084.
[599] Buhârî, Hayz 12, Cenaiz 30, 31, Talak 46, 47, 48; Ebu
Dâvud, Talâk 44-46, 2302; Nesâî, Talak 64; İbn Mâce, Talâk 35, 2087.
[600] Nûr: 24/4.
[601] Buhari, Tefsiru Sure-i Nur 1, Talak 4, 29, Hudud 43,
Ahkam 18, İ'tisam 5; Ebu Dâvud, Talak 26-27, 2245, 2247, 2248, 2249, 2250,
2251, 2252; Nesâî, Talak 7; İbn Mace, Talak 27, 2066.
[602] Nur: 24/6, 9.
[603] Tirmizî, Talak 22, 1202), Tefsinı'I-Kur'an 25, 3178;
Nesâî, 41; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/12, 19, 42.
[604] Buhârî, Talak 53; Ebu Dâvud, Talak 26-27, 2257; Nesâî,
Talak 44; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/11.
[605] Buhari, Talak 35.
[606] Nur: 24/6, 9.
[607] Ebu Dâvud, Talak 26-27, 2253; İbn Mace, Talak 27,2068;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/421.
[608] Nesâî, Talak 37, 38; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/142.
[609] Buhârî, Talâk 31, 35, Hudud 43, Temenni 9; Nesâî,
Talak 39.
[610] Buhari, Talâk 31, Hudud 40, Tevhid 20; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/248.
[611] Buhari, Talâk 26; Ebu Dâvud, Talak 27-28, 2260;
Tirmizî, Vela 4, 2128; Nesâî, Talak 46; İbn Mâce, Nikah 58, 2002; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/233, 234, 239.
[612] Hucurât: 49/13, Ebu Dâvud, Edeb 111, Tirmizî, Menâkib
73.
[613] Buhârî, Itk 1, Kefârât 6; Müslim, Itk 5, 6; Ebu Dâvud,
Itk 14; Tirmizî, Nüzûr 20; İbn Mâce, Itk 4.
[614] B.k.z: Heyet, İlmihal, T.D.V., İstanbul 1999,
2/327-328.
[615] Buhârî, Itk 4, Şerike 5, 14; Ebu Dâvud, Itk 6, 3940,
3941, 3942, 3943, 3944, 3945, 3946, 3947; Tirmizî, Ahkâm 14, 1346, 1347; Nesâî,
Büyü 105, 106; İbn Mâce, Itk 7, 2523, Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/56, 2/34, 142.
[616] Buhârî, Şerike 5, 14, Itk 5; Ebu Dâvud, Itk 4,3934,
3935, 3936, 5, 3937, 3938, 3939; Tirmizî, Ahkam 14, 1348; İbn Mâce, Itk 7,
2527; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/255, 347, 426, 468, 472.
[617] Buhârî, Şerike 5.
[618] Buhârî, Itk 10, Mükatebe 2, 3; Müslim, Itk 5-14, 1504;
Ebu Dâvud, Itk 2, 3929, 3930; Tirmizî, Velâ 1, 2125; Nesâî, Büyü 85, 86; İbn
Mâce, Itk 3, 2521; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 5/103, 121, 161, 178.
[619] Buhâri, Itk 10; Ebu Dâvud, Feraiz 14, 2919; Tirmizî,
Büyü 20, 1236; Nesâî, Büyü 87; İbn Mâce, Feraiz 15, 2747; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/9, 79, 107.
[620] Ebu Dâvud, Edeb 109-110, 5114; Ahmed b. Hatibe],
Müsned, 2/417.
[621] B.k.z: A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
7/579-580.
[622] Buhârî, Itk 1, Keffârâtu'l-Eyman 6; Tirmizî, Nüzur 13,
1541; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/420, 422, 429, 430, 447, 525.
[623] Tirmizî, Birr 8, 1906; İbn Mace, Edeb 1, 3659; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/230, 263, 376, 445.
[624] Buhari, Salat 10, Mevakitu's-Salat 31, Büyü 63;
Tirmizî, Büyü 69, 1310; Nesâî Büyü 24, 26; İbn Mâce, Ticarat 12, 2169; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/476, 480.
[625] Buhari, Büyü 63; Ebu Dâvud, Büyü 24, 3376; Tirmizî,
Büyü 17, 1230; Nesâî, Büyü 27; İbn Mâce, Ticarat 23, 2194; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/250, 436, 439, 496.
[626] Buhari, Büyü 61, Selem 8, Menâkıb 26; Ebu Dâvud, Büyü1
24, 3380, 3381; Tirmizî, Büyü1 16, 1229; Nesâî, Büyü 67; İbn Mâce, Ticarât 24,
2197; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/108, 144.
[627] Buhari, Büyü 5; Nikâh 45; Ebu Dâvud, Nikah 16-17,
2081; Tirmizî, Büyü 57, 1292; Nesâî, Nikah 20, 21; İbn Mâce, Nikah 10, 1868;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/21, 122, 124, 126, 130, 142, 153.
[628] Buhari, Büyü 58, 64, 70, Şurut 11; Ebu Dâvud, Nikâh
16-17, 2080; Tirmizî, Nikâh 38, 1134; Nesâî, Büyü1 19, 21; İbn Mâce, Ticârât
13, 2172, 14, 2174; Ahmed b. Hanbel, İlm, 2/402.
[629] Buhari, Büyü 60, Hayl 6; Nesâî, Büyü 17; İbn Mâce,
Ticarat 14, 2173; Ahmed b. Hanbel,
Müsnad, 2/63, 108, 156.
[630] Buhari, Büyü 64, 71; Tirmizî, Büyü 12,1220; İbn Mâce,
Ticarat 16, 2180; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/430.
[631] Nesâî, Büyü 18.
[632] Buhârî, Büyü 68, 71, İcare 14; Ebu Dâvud, İcare 45,
3439; Nesâî, Büyü 18; İbn Mâce, Ticarat 15, 2177.
[633] Ebıf Dâvud, İcare 45, 3442; Tirmizî, Büyü 13, 1223;
Nesâî, Büyü 1, 17; İbn Mâce, Ticarat 15, 2176; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/307, 312,
386, 392.
[634] Buhârî, Büyü 70; Ebu Dâvud, İcare 45, 3440; Nesâî,
Büyü 17.
[635] Buhari, Büyü 65; Nesâî, Büyü 13, 14; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/463.
[636] Buhârî, Büyü 65; Ebu Dâvud, İcâre 46, 3443, 3444,
3445; Tirmizî, Büyü 29, 1251, 1252; Nesâî, Büyü 14; İbn Mâce, Ticârât 42,2239;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/410, 420.
[637] Buhârî, Büyü 55; Ebu Dâvud, İcâre 65, 3497; Tirmizî,
Büyü 56, 1291; Nesâî, Buyu' 55; İbn Mâce, Ticarat 37, 2227; Ahmed b. Hamber,
Müsned, 1/215, 221, 270, 285.
[638] Ebu Dâvud, İcâre 65, 3493; Nesâî, Büyü 57; İbn Mâce,
Ticarat 38, 2229.
[639] İbn Mâce, Ticarat 38, 2229.
[640] Buhârî, Büyü 49, Hudud 42; Ebu Dâvud, İcâre 65, 3498;
Nesâî, Büyü 57; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/7, 40, 53, 150, 157.
[641] Nevevî, Müslim Şerhi, 10/170.
[642] Nesâî, Büyü 74.
[643] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 7/623.
[644] Buhârî, Büyü 42, 43, 44; Ebu Dâvud, İcare 51, 3454;
Tirmizî, Büyü 26, 1245; Nesâî, Büyü1 9, 10; İbn Mâce, Ticarât 17, 2181; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 1/56.
[645] Buhârî, Büyü 45; Nesâî, Büyü1 9, 10; İbn Mâce, Ticarat
17, 2181.
[646] Buhârî, Büyü 19, 22, 42, 44, 46; Ebu Dâvud, İcara 51,
3459; Tirmizî, Büyü 26, 1246; Nesâî, Büyü 4, 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/402,
403, 434.
[647] N. Yeniel, H. Kayapmar, Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, 12/547.
[648] Buhâri, Büyü 48; Ebu Dâvud, İcare 66, 3500; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/44, 61, 72, 80,84, 107, 116.
[649] Buhârî, Büyü 87; Ebu Dâvud, Büyü 22, 3367; Tirmizî,
Büyü 15, 1226, 1227; Nesâî, Büyü 28, 40; İbn Mâce, Ticârât 32, 2214; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/61.
[650] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/37, 46, 52, 75, 79.
[651] Buhârî, Selem 3, 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/341.
[652] Buhârî, Büyü 82; Nesâî, Büyü 39, 40; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/8, 32, 150, 5/192.
[653] Buhârî, Büyü 75, 82, 84, Musakat 17; Tirmizî, Büyü 63
(1300); Nesâî, Büyü 32, 33, 35-İbn Mâce, Ticarat 55 (2268); Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/8, 5/182, 192
[654] Tirmizî, Biiyu' 63 (1302); Nesâî, Büyü 34; İbn Mâce,
Ticarat 55 (2269)
[655] Buhârî, Büyü 83, Müsakat 17; Ebu Dâvud, Büyü 19
(3363); Tirmizî, Buyu' 64 (1303); âî, Büyü 34)
Nesai, Büyü 34
[656] Buhârî, Büyü 83, Müsakat 17; Ebu Dâvud, Büyü 20
(3364); Tirmizî, Büyü1 64 (1301); Nesâî, Büyü 34; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/237
[657] Buhârî, Büyûr 75, 82; Ebu Dâvud, Büyü 18 (3361);
Tirmizî, Büyü 63 (1300); Nesâî, Büyü 39; İbn Mâcc, Ticarat 54 (2265); Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/5, 7, 16, 63, 64, 123
[658] Buhâri, Büyü 91.
[659] Buhar!, Büyü 90, 92, Müsâkât 15, 17; Ebu Dâvud, İcare
42, 3433, 3434; Tirmizî, Büyü 25, 1244; Nesâî, Büyü1 75, 76; İbn Mâce, Ticârât
31, 2210; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/6, 63.
[660] Buhârî, Büyü 83, Müsakat 17; Nesâî, Büyü 39.
[661] Buhari, Büyü 85; Ebu Dâvud, Büyü 22, 3370; Tirmizî,
Büyü 55, 1290; Nesâî, Büyü 74; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/319, 361, 391.
[662] Ebu Dâvud, Büyü 33, 3404; Nesâî, Büyü 74; İbn Mâce,
Ticârât 33, 2218; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/313, 356.
[663] Nesâî, Muzâraa 2; İbn Mâce, Ruhun 8, 2454; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/369.
[664] Buhari, Muzâraa 18, Hibe 35; Nesâî, Muzâraa 2; İbn
Mâce, Ruhun 7, 2451; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/354
[665] Beyhakî, Sünemi'I-Kübrâ, 6/130
[666] Buhârî, İcare 22, Muzaraa 18; Ebu Dâvud, Büyü 31 (3394);
Nesâî, Muzaraa 2; İbn Mâce, Ruhun 8 (2453)
[667] Buhârî, Muzâraa 6, 12; Ebu Dâvud, Büyü 30 (3392,
3393), 31 (3395, 3397, 3398, 3399, 3400, 3401, 3402); Tirmizî, Ahkâm 42 (1384);
Nesâî, Muzâraa 2; İbn Mâcc, Ruhun 9 (2458); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/465
[668] B.k.z: Heyet, İlmihal T D V İstanbul 1999, 2/380.
[669] Buhârî, Muzâraa 7, 18, 21; Ebu Dâvud, İcare 30, 3392,
3393; Nesai, Muzaraa 2; İbn Mâce, Ruhun 9, 2458; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/463, 4/140, 142.
[670] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/33.
[671] Buhârî, Muzâraa 10, 18, Hibe 35; Ebu Dâvud, İcare 30,
3389; Tirmizî, Ahkam 42, 1385; Nesâî, Muzaraa 2; İbn Mâce, Ruhun 9, 2456, 11,
2464; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/234, 281, 349.
[672] Buhari, İcâre 22, Muzarâa 8, 9, 11; Ebu Dâvud, Büyü
34, 3408, 3409; Tirmizî, Ahkâm 41, 1383; Nesai, Muzâraa 3; İbn Mâce, Ruhun 14,
2467; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/17, 22, 37, 149,157.
[673] Abd b. Humeyd, Müsned, 1011.
[674] Ebu Dâvud, İcare 58, 3470; Nesâî, Büyü 30; İbn Mâce,
Ticarat 33, 2219.
[675] Ebu Dâvud, İcarc 58, 3469; Tirmizî, Zekat 24, 655;
Nesâî, Büyü 30, 95; İbn Mâce, Ahkam 25, 2356; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/36,
58.
[676] Buhârî, Salat 71, 83, Husumat 4, 9, Sulh 14; Ebu
Dâvud, Akdiye 12, 3595; Nesâî, Âdâbu'l-Kudat 20; İbn Mâce, Sadakat 18, 2429;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/454, 460, 6/386, 390.
[677] Buhârî, İstikraz 14; Ebu Dâvud, İcâre 74, 3519, 3520,
3522; Tirmizi, Büyü 36, 1262; Nesâî, Büyü 95, İbn Mâce, Ahkâm 26, 2358, 2359;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/385, 413, 468.
[678] B.k.z: Ebu Dâvud, İcare 74, 3521.
[679] Buharı, Büyü 17, İstikraz 5, Enbiya 50; İbn Mâce,
Sadakat 14, 2420.
[680] Buhârî, Büyü 18, Enbiya 54; Nesâî, Büyü 104; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/263, 332, 339.
[681] Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 5/356-357.
[682] Buhârî, İstikraz 12, Havale 1; Ebu Dâvud, Büyü 10,
3345; Tirmizî, Büyü 68, 1308; Nesâî, Büyü1 101; İbn Mâce, Sadakat 8, 2403;
Ahmed b. Hanbel. Müsned, 2/260.
[683] Nesâî, Büyü 88, 94; İbn Mâce, Ruhun 18, 2477; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/338, 339, 356.
[684] Buhâri, Musâkât 2; Tirmizî, Büyü 44, 1272; İbn Mâce,
Ruhun 19, 2478; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/244, 463, 500.
[685] Buhârî, Büyü 113, İcâre 20, Talak 51; Ebu Dâvud, İcâre
63, 3481; Tirmizî, Nikah 37, 1133; Büyû 46, 1276; Nesâî, Büyü1 91; İbn Mâce,
Ticârât 9, 2159; Ahmed b. Hanbd, Müsned, 1/235, 356.
[686] Nesâî, Büyü 92; İbn Mâce, Ticârât 9, 2161; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/317, 339, 349, 386.
[687] Buhârî, Bed'u'1-Halk 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/22, 116, 144, 146.
[688] Ebu Dâvud, Taharet 37, 74; Nesâî, Taharet 53, Miyah 8;
İbn Mâce Taharet 31, 365, Sayd 1, 3200, 3201.
[689] Buhari, Muzâraa 3, Bed'u'1-Halk 17; Ebu Dâvud, Sayd
21-22, 2844; Tirmizî, Ahkâm 17, 1490; Nesâî, Sayd 14; İbn Mâce, Sayd 2, 3204;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/425, 473.
[690] Buhârî, İcare 18, Tıb 9; Ebu Dâvud, Tıb 8, 3867;
Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 4/373, 7580; İbn Mâce, Ticarat 10, 2162; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/250, 258, 292, 293, 327.
[691] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/365.
[692] Mâide: 5/90-91.
[693] Nahl: 16/67.
[694] Nisa: 4/43.
[695] Mâide: 5/90.
[696] Bakara: 2/275, 279.
[697] Buhârî, Salat 73, Büyü 24, 105, Tefsiru Sure-i Bakara:
2/49-50-51-52; Ebu Dâvud, İcare 64, 3490, 3491; Nesâî, Buyu' 90; İbn Mâce,
Eşribe 7, 3382.
[698] Nevevî, Müslim Şerhi, 11/4.
[699] Buharı, Büyü 112, Tefsiru Sure-i En'am 6, Meğazi 50;
Ebu Dâvud, İcâre 64, 3486; Tirmizî, Büyü 61, 1297; Nesâî, Büyü 93; İbn Mâce,
Ticârât 11, 2167; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/324.
[700] Bakara: 2/173, Mâide: 5/3, En'am: 6/145, Nahl: 16/115
ayetlerine bakılabilir.
[701] Bakara: 2/275-276-278-279-280, ÂI-i İmrân: 3/130'da.
[702] Buharı, Büyü 7; Tirmizî, Büyü 24, 1241; Nesâî, Büyü
47; Ahmed b. Hanbel Müsned, 51, 53, 61, 73.
[703] Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 5/278.
[704] Buhârî, Büyü 54, 74, 76; Ebu Dâvud, Büyü 12, 3348;
Tirmizî, Büyü1 24, 1243; Nesâî, Büyü1 41; İbn Mâce, 48, 2253, 50, 2259; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 1/24.
[705] Ebu Dâvud, İcare 12, 3350; Tirmizî, Büyü 23, 1240;
Nesâî, Büyü 44; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/314, 320.
[706] Nesâî, Büyü 44; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/49, 66, 97.
[707] Nesâî, Büyü 45; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/379, 485.
[708] Buharı, Büyü 8, 80, Şerike 10, Menakıbu'l-Ensar 51;
Nesâî, Büyü 49; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/368, 372.
[709] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/19.
[710] Ebu Dâvud, İcare 13, 3353; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/22.
[711] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/400, 401.
[712] Buhârî, Büyü 89, Vekale 3, Meğâzî 39, İ'tîsam 20;
Nesâî, Büyü 41; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/45, 67.
[713] Buhârî, Vekâle 11; Nesâî, Büyü 41; Ahmed. Hanbel,
Müsned, 3/62.
[714] Buhârî, Büyü 20; Nesâî, Büyü 41; İbn Mâce, Ticarat 48,
2256; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/48, 49, 50.
[715] Buhârî, Büyü 79; Nesâî, Büyü 50; İbn Mâce, Ticarat 49,
2257.
[716] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/304.
[717] Buhârî, İman 39, Büyü 2; Ebu Dâvud, Büyü1 3, 3329,
3330; Tirmizî, Büyü I, 1205; Nesâî, Büyû' 2; İbn Mâce, Fiten 14, 3984; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/267, 271.
[718] Buhârî, Salat 59, Vekalet 8, Büyü1 34; Ebu Dâvud,
İcâre 69, 3505; Tirmizî, Büyü 30, 1253; Nesâî, Büyü1 77; İbn Mâce, Nikâh 7,
1860; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/308, 314.
[719] Ebu Dâvud, Büyü 11, 3346; Tîrmizî, Büyü 75, 1318;
Nesâî, Büyü 62; İbn Mâce, Ticarat 2285; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/390.
[720] Buhârî, Vekâle 5, 6, İstikraz 4, 6, 7, 13, Hibe 23,
35; Tirmizî, Büyü 75, 1316, 1317; Nesâî, Büyü 64, 103; İbn Mâce, Sadakat 2423;
Ahmed b. Hanbel. Müsned, 2/377, 393, 431, 456, 476, 509.
[721] Ebu Dâvud, İcare 17, 3358; Tirmizî, Büyü 22, 1239,
Siyer 36, 1596; Nesâî, Biat 21, Büyü 66; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/349-350.
[722] Buhârî, Büyü 14, 33, 88, Selem 5, 6, İstikraz 1, Rehn
2, 5, Cihad 89, Meğâzî 86; Nesâî, Büyü 58, 83; İbn Mâce, Ruhun 1, 2436; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 6/42, 160, 230, 237.
[723] el-Bakara: 2/285.
[724] el-Cassâs, Ahkâmül-Kur'ân, II. 258.
[725] B.k.z: “Rehin” maddesi, Şamiİ İslam Ansiklopedisi.
[726] Buhârî, Selem 1, 2, 7; Ebu Dâvud, İcâre 55, 3463;
Tirmizî, Büyü 70, 1311; Nesâî, Büyü 63; İbn Mâce, Ticarât 59, 2280; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/282.
[727] Bu konuda daha geniş bilgi için b.k.z: Doç. Dr. Orhan
Çeker, Fıkıh Dersleri 1, Seha Neşr. İstanbul 1994, s. 177-185.
[728] Ebu Dâvud, İcare 47, 3447; Tirmizî, Büyü 40, 1267; İbn
Mâce, Ticarat 6, 2154; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/453, 6/400.
[729] B.k.z: Hamdi Döndüren, “İhtikar” maddesi, Şamil İslam
Ansiklopedisi.
[730] Buharı, Büyü 26; Ebu Dâvud, İcare 6, 3335; Nesâî, Büyü
5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/235, 242, 413.
[731] Nesâî, Büyü 5; İbn Mâce, Ticarat 30, 2209; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 5/267, 301.
[732] Buhârî, Şufa 1, Büyü 96; Ebu Dâvud, İcâre 73, 3513,
3514; Tirmizî, Ahkâm 32, 1369, 33, 1370; Nesâî, Büyü1 80, 107, 108, 109; İbn
Mace, Şuf'a 3, 2499; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/372, 399.
[733] Bu konuda daha geniş bilgi için b.k.2: Doç. Dr. Orhan
Çeker, Fıkıh Dersleri 1 Seha Neşr.
İstanbul 1994, s. 191-211.
[734] Buhârî, Mezâlim 20; Ebu Dâvud, Akdiye 31, 3634;
Tirmizî, Ahkam 18, 1353; İbn Mâce, Ahkam 15, 2335; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/240, 274, 463.
[735] Buhâri, Mezâlim 13; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 6/98.
[736] Buhârî, Mezâlim 29; İbıi Hibbân, Sahih, 5067; Beyhakî,
Sünenü'l-Kübrâ, 6/154.
[737] Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz 1, 1614; Ebu Dâvud,
Ferâiz 10, 2909; Tirmizî, Ferâiz 15, 2107; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 4/80, 81, 82;
İbn Mâce, Ferâiz 6, 2729; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/201, 202, 203, 209.
[738] Buhârî, Feraiz 5; Ebu Dâvud, Feraiz 7, 2898; Tirmizî,
Feraiz 8, 2098; İbn Mace, Feraiz 10, 2740; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 1/292, 313,
325.
[739] Nisâ: 4/11.
[740] Nisa: 4/11.
[741] Nisa: 4/176.
[742] Mavsilî, el-İhtiyar, V, 93; Hafidu İbn Rüşd,
Bidâyetü'l-Müctehid, II, 321-322.
[743] Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9-10; Müslim, Ferâiz, 2-3;
Tirmizî, Ferâiz, 8.
[744] en-Nisâ: 4/11.
[745] İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 311-312.
[746] en-Nisâ: 4/176.
[747] en-Nisâ: 4/176.
[748] Buhârî, Ferâiz, 12' Dârimî, Ferâiz, 4.
[749] B.k.z: Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku,
Şahıs, Aile, Miras Hukuku, İstanbul 1983, s. 495-507.
[750] Nisa: 4/176.
[751] Buhârî, Vudû' 44, Tefciru Sure-i Nisa 4, Merdâ 15, 21;
Ebu Dâvud, Ferâi2 2, 2886, 2887; Tirmizî, Ferâiz 7, 2097; Nesâî, Taharet 103;
İbn Mâce, Ferâiz 5, 2728; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/298, 307
[752] Nîsâ: 4/176.
[753] Nîsâ: 4/11.
[754] B.k.z: İbn Cerîr, Tefsirü't-Taberî, 4/276.
[755] B.k.z: Tirmizî, Ferâiz 7, 2096.
[756] Nesâî, Mesacid 17; İbn Mâce, İkametu's-Salat 58, 1014,
Et'ime 59, 3363; Alımed b. Hanbel, Müsned, 1/15, 26, 48-49; İbn Ebi Şeybe,
Musannef, 2/510-511, 8/304; İbn Hibbân, Sahih, 2091; İbn Huzeyme, Sahih, 1666.
[757] Nisa: 4/12.
[758] Nisa: 4/12.
[759] Nisa: 4/176.
[760] Buhârî, Tefsiru Sure-i Nisa: 4/27; Ebu Dâvud, Feraiz
3, 2888; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/298.
[761] Buhârî, Kefâle 5, Feraiz 4; Tirmizî, Cenaiz 60, 1070;
Nesâî, Cenaiz 67; İbn Mâce, Sadakat 13, 2415; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/290.
[762] B.k.z. Heyet, İlmihal, T.D.V, 2/393.
[763] Buhârî, Zekat 59, Vesâyâ 31, Hibe 29, Cihad 136; Ebu
Dâvııd, Zekat 10, 1593; Tirmizî, Zekat 32, 668; Nesâî, Zekat 100; İbn Mâce,
Hibât 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/25.
[764] Buhârî, Hibe 14, 30, Hayl 13; Ebu Dâvud, İcâre 81,
3538; Tirmizî, Büyü 62, 1298; Nesâî, Hibe 2; İbn Mâce, Sadakat 1, 2391; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 1/217.
[765] Buhârî, Hibe 12, 13, Şehâdât 9; Ebu Dâvud, İcâre 83,
3542, 3543, 3544, 3545; Tirmizî, Ahkâm 30, 1367; Nesâî, Nuhl 1; İbn Mâce, Hibât
1, 2375; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/270.
[766] Buhârî, Hibe 32; Ebu Dâvud, İcâre 85, 3550, 3551,
3552, 86, 3553, 3554, 3555, 3556, 3557, 87, 3558; Tirmizî, Ahkâm 15, 1350;
Nesâî, Umrâ 2, 3, 4; İbn Mâce, Hlbât 4, 2383; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/393.
[767] Tehanevî, Keşşafu Istılahati'I Funûn, 11/1526; Ö.
Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, V/115.
[768] Tehanevî, aynı yer.
[769] Bilmen, a.g.e., V/115; Vehbe ez-Zühaylî,
el-Fikhu'1-İslâmî ve Edilletuhu, VIII/9 B.k.z: Hüseyin Kayapmar, “Vasiyet”
maddesi, Şamil İslam Ansiklopedisi.
[770] Buhârî, Vesâyâ 1; Ebu Dâvud, Vesâyâ 1, 2862; Tirmizî,
Cenâiz 5, 974; Nesâî, Vesâyâ 1; İbn Mâce, Vesâyâ 2, 2699; Ahmed b, Hanbcl,
Miisned, 2/34, 57, 80, 113, 128.
[771] B.k.z. Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, ölçü
Yayınları, İstanbul 1985, 2/400-403.
[772] Buhârî, İman 41, Cenâiz 37, Vesâyâ 2, 3; Ebu Dâvud,
Vesâyâ 2, 2864; Tirmizî, Cenâiz 6, 975; Nesâî, Vesâyâ 3; İbn Mâce, Vesâyâ 5,
2708; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/172.
[773] Buhârî, Vesâyâ
3; Nesaî, Vesâyâ 3; İbn Mâce, Vesâyâ 5, 2711; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/230.
[774] Nesâî, Vesâyâ 8; İbn Mâce, Vesâyâ 8, 2716; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/37l..
[775] Buharı, Cenaiz 95; Ebu Davud, Vesaya 15, 2881; Nesâî,
Vesaya 7; İbn Mace, Vesaya 8, 2717; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/51.
[776] Ebu Dâvud, Vesâyâ 14, 2880; Tirmizî, Ahkam 36, 1376;
Nesâî, Vesaya 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/372.
[777] Buharı. Şurût 19, Vesâyâ 22, 28; Ebu Dâvud, Vesâyâ 13,
2878; Tirmizî, Ahkâm 36, 1375; Nesaî, İhbâs 2, 3; İbn Mâce, Sadâkat 4, 2396,
2397; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 2/114.
[778] Al-i İmrân: 3/92.
[779] B.kz. Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, 2/459461
Ölçü Yayınları, İstanbul 1985.
[780] Buharı, Vesâyâ 1, Meğâzt 83, Fezâilu'l-Kur'an 18;
Tirmizî, Vesâyâ 4, 2119; Nesâî, Vesâyâ 2; İbn Mâce, Vesâyâ 1, 2696; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/354, 355, 381.
[781] Ebu Dâvud, Vesaya 1, 2863; Nesâî, Vesaya 2; İbn Mâce,
Vesaya 1, 2695; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/44.
[782] Buharı, Vesâyâ 1; Meğâzî 83; Nesâî, Vesaya 2; İbn
Mâce, Cenaiz 64, 1626; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/32.
[783] Buhârî, Cihad 175, Cizye 6, Meğâzî 83; Ebu Dâvud,
Haraç 27-28, 3029; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/222.
[784] Bııhârî, İlm 39, Meğâzî 83, Merdâ 17, Nisam 26; Ahtned
b. Hanbel, Müsned, 1/336.
[785] En'am: 6/38.
[786] Maide: 5/3.
[787] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 8/195-196.
[788] Buhârî, Vesâyâ 19, Eymân 30, Hayl 3; Ebu Dâvud, Eymân
24, 3317) Tirmizî, Eymân 19, 1546; Nesâî, Eymân 35, Vesâyâ 8; İbn Mâce,
Kcffârât 19, 2132; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/6.
[789] Buhâri, Kader 6, Eyman 26; Ebıı Dâvud, Eyman 18, 3287;
Nesâ,, Eyman 24, 25; İbn Mâce, Keffarat 15, 2122; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/61, 86.
[790] Buhârî, Eymân 26, Kader 6; Ebu Dâvud, Eymân 18, 3288;
Tirmizî, Eyman 11, 1538; Nesâî, Eymân 25, 26; İbn Mâce, Keffârât 15, 2132;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/214.
[791] B.k.z: N. Yeniel, H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Dâvud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi İstanbui 1991, 12/258.
[792] B.k.z: Heyet, İlmihal, T.D.V, İstanbul 1999, 2/22-23.
[793] Ebu Dâvud, Eymân 23, 3316; Tirmizî, Siyer 18, 1568;
İbn Mâce, Keffarat 16, 2124; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/426, 430, 432, 433.
[794] Buhârî, Cezâu's-Sayd 27, Eyman 31; Ebu Dâvud, Eymân
19,.3301; Tirmizî, Eyman 9,.1537; Nesâî, Eyman 42; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/106, 114, 183, 235.
[795] İbn Mâce, Keffarat 20,.2135; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/373.
[796] Buhârî, Cezâus-Sayd 27; Ebu Dâvud, Eymân 19, 3293,
3294, 3299; Tirmizî, Eymân 17, 1544; Nesâî, Eymân 32; İbn Mâce, Kefârât 20,
2134; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/152.
[797] Ebu Dâvud, Eymân 25, 3323; Tirmizî, Eyınan 4, 1528;
Nesâî, Eyman 41; İbn Mâce, Keffarat 17, 2127; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/146,
147, 148, 156.
[798] Buharı, Eymân 4; Ebu Dâvud, Eyman 4, 3250; Tirmizî,
Eyman 9, 1534; Nesâî, Eyman 5; İbn Mâce, Keffârât 2, 2094; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/7, 11, 48.
[799] Buhârî, Eymân 5, Tefsiru Sure-i Necm 2, Edeb 74,
İstizan 52; Ebu Dâvud, Eymân 3, 3247; Tirmizî, Eyman 18, 1545; Nesâî, Eymân 11;
İbn Mâce, Keffârât 2, 2096; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/309.
[800] Nesâî, Eyman 10; İbn Mâce, Keffarat 2, 2095; Ahmed b.
Hanbel. Müsned, 5/62.
[801] B.k.z: Aliyyu'1-Kârî, Mirkâtu'l-Mefâtih Şerhu
Mişkâti'l-Mesâbih, 3/554.
[802] hârî, Meğâzî 78, Eyman 1, Keffaratu'l-Eyman 9; Ebu
Dâvud, Eyman 14, 3276; Nesâî, Eyman 15; İbn Mâce, Keffarat 7, 2107; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/398.
[803] Tirmizî, Eyman 6, 1530; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/361 Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 10/32.
[804] Nesâî, Eyman 16; İbn Mâce, Keffarat 7, 2108; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/256, 257, 258, 259.
[805] B.k.z: N. Yeniel-H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Dâvud
Terceme ve Şerhi, 12/236-238.
[806] Ebu Dâvud, Eyman 7, 3255; Tirmizî, Ahkam 19, 1354; İbn
Mâce, Keffarat 14, 2120, 2121; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/228, 231.
[807] Nevevî, Müslim Şerhi, 11/116.
[808] Buhâri, Nikâh 19, Talâk 40, Keffaratu'I-Eyman 9;
Nesâî, Eyman 40; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/229, 275, 506.
[809] Sâd: 38/34.
[810] Fahreddin er-Razi, Tefsiri Kebir.
[811] Muhammed Gazali, Doç. Dr. Abdullah Aydemir. İslami Kaynaklara Göre Peygamberler, s.
188-189.
[812] Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, 5/38..
[813] Buhârî, Eymân 1; İbıı Mâce, Keffarat 11, 2114; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/278, 317.
[814] Buhârî, İ'tikâf
5, 16; Ebu Dâvud, Eymân 25, 3325; Tirmizî, Eymân 12, 1539; Nesâî, Eymân 36; İbn
Mâce, Keffârât 18, 2129; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/10.
[815] Buhârî, Edebü'I-Müfred, 177, 180; Ebu Dâvud, Edeb
123-124, 5168; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/25, 45, 61.
[816] Buharı, Hudud 45; Ebu Dâvud, Edeb 123-124, 5165;
Tirmizî, Birr 30, 1947; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/431, 499.
[817] Buhârî, İman 22, Itk 15, Edeb 44; Ebu Dâvud, Edeb
123-124, 5157; Tirmizî, Birr 29, 1946; İbn Mâce, Edeb 10, 3690; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 5/158, 161, 168, 173.
[818] Buhârî, Edebü'l-Müfred, (192, 193); Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/247, 342
[819] Buhârî, Et'ime 55; Ebu Dâvud, Et'ime 50 (3846);
Tirmizî, Et'ime 44 (1853); İbn Mâce, Et'lme 19 (3289); Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/259, 299, 277, 316, 406, 464, 505
[820] Buhârî, Itk 16; Ebu Dâvııd, Edeb 124-125 (5169); Ahmed
b. Hanbel, Müsned 2/18, 20, 102, 142
[821] Buhârî, Itk 16; Tirmizî, Birr 54 (1985); Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/252, 390
[822] Buhârî, Şerike 5, 14; Ebu Dâvud, Itk 4 (3935, 3936), 5
(3937, 3938, 3939); Tirmizî, Ahkâm 14 (1348); Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 3/185;
İbn Mâce, Itk 7 (2527); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/472
[823] Buhârî, Büyü 59, 110, İstikraz 16, Husumât 2; Ebu
Dâvud, Itk 9 {3955, 3956, 3957); Tirmizî, Büyü 11 (1219); Nesaî, Büyü1 84; İbn
Mâce, Itk 1 (2512, 2513); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/305
[824] B.k.z: Ö. Nasuhi Bilmen, Hukuku İslamiyye Kamusu,
4/39.
[825] B.k.z: Tehanâvî, İ'lau's-Sünen, 11/311.
[826] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 5/346.
[827] İsrâ: 17/33.
[828] Tirmizî, Diyet 1.
[829] Ebu Davud, Diyet 16.
[830] Ebu Davud, Diyet 16-21.
[831] Molla Hüsrev, a.g.e., 11,124.
[832] Müslim, Kasame 11; Ebu Davud, Diyet 21; Tirmizî, Diyet
18; İbn/Mâce, Diyet 17.
[833] imam Serahsî, a.g.e., 27, 127; İmam Kâsâni, a.g.e.,
VII/256; Molla Hüsrev, 11/125.
[834] B.k.z: Yusuf Kerimoğlu, “Diyet” maddesi, Şamil İslam
Ansiklopedisi.
[835] Buhârî, Diyât 22, Sulh 7, Edeb 89, Cizye 12; Müslim,
Kasâme 1-6, 1669; Ebu Dâvud, Diyât 8, 4520, 4523; Tirmizî, Diyât 22, 1422;
Nesâî, Kasâme 4; İbn Mâce, Diyât 28, 2677; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/2, 3.
[836] Nesâî, Kasame 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/62, 5/375,
432.
[837] Buhârî, Zekât 68, Hudûd 1, 16, 17, Meğâzî 36, Tub 5,
6; Ebu Dâvud, Hudûd 3, 4364, 4365, 4366, 4367, 4368, 4371; Tirmizî, Taharet 55,
72, Etime 39, 1846; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 7, 8; İbn Mâce, Hudûd 20, 2578; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 3/186.
[838] Kurtûbî, el-Câmiu 'li Ahkâmi'I-Kur'ân, 6/151, 152.
[839] B.k.z: N. Yenlel, H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Dâvud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi, İstanbul 1991, 15/37-40.
[840] Buhârî, Libâs 29, Cihâd 91.
[841] B.k.z: Komisyon, İlmihal, T.D.V., İstanbul 1999,
2/164-166.
[842] Buhârî, Diyât 4, 7, 12, 13; Ebu Dâvud, Diyât 10, 4527,
4528, 4529, 4535; Tirmizî, Diyât 6, 1394; Nesâî, Kasâme 12-13; İbn Mâce, Diyât
24, 2665, 2666; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/183, 193, 203, 269.
[843] Buhârî, Diyât 18; Ebu Dâvud, Diyat 22, 4584; Tirmizî,
Diyat 20, 1416; Nesâî, Kasame 17, 19; İbn Mâce, Diyat 20, 2657; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/427, 428, 435.
[844] Buhârî, Cihâd 12; Ebu Dâvud, Dİyat 28, 4595; Nesâî,
Kasame 15; İhn Mâce, Diyat 16, 2649; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/284.
[845] Maide: 5/45.
[846] Nahl: 16/126.
[847] Buhârî, Diyât 6; Ebu Dâvud, Hudûd 1, 4352; Tirmizî,
Diyat 10, 1402; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 5; İbn Mâce, Hudûd 1, 2534; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/382, 444.
[848] Buhârî, Enbiyâ 1, Diyat 2, İ'tisam 15; Tirmizî, İlm
14, 2673; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 1; İbn Mâce, Diyat 1, 2616; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/388, 440, 442.
[849] Buharı, Rikâk 48, Diyat 1; Tirmizî, Diyat 8, 1396,
1397; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 2; İbn Mace, Diyat 1, 2615, 2617; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/388, 440, 442.
[850] Buharı, İlm 9, 37, Hac 132, Meğâzî 77, Tefciru Sure-i
Tevbe 8, Edâhî 5, Fiten 8, Tevhid 24; Ebu Dâvod, Menasik 67, 1948.
[851] Ebu Dâvud, Diyat 3, 4499, 4500, 4501; Nesâî, Kasame 6,
Âdabu'l-Kadat 26.
[852] Nevevî, Müslim Şerhi. 11/173.
[853] Buhârî, Ferâiz 11, Diyât 25, 26, Tıb 46; Ebu Dâvud,
Diyât 19, 4576, 4577; Tirmizî, Diyât 15, 1410, Ferâiz 19, 2111; Nesâî, Kasâme
39-40; İbn Mâce, Diyât 11, 2639; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/274.
[854] B.k.z; Heyet, İlmihal, T.D.V., 2/137-140 Asabe: Baba
tarafından araya kadın girmeyen erkek akraba.
[855] Buhârî, Diyât 15, İ'tisâm 13; Ebu Dâvud, Diyât 19,
4568; Tirmizî, Diyât 15, 1411; Nesaî, Kasâme 39; İbn Mâce, Diyât 11, 2640;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/244, 253.
[856] en-Nisa: 4/ 13-14.
[857] Zühaylî, el-Fıkhu'1-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı,
Dimaşk 1405/1985, IV/284vd. B.k.z: Halİt Ünal, “Had” maddesi, Şamil İslam
Ansiklopedisi.
[858] Buhârî, Hudûd 13; Ebu Dâvud, Hudûd 12, 4383, 4384;
Tirmizî, Hudûd 16, 1445; Nesâî, Kat'u's-Sârık 9, 10; İbn Mâce, Hudûd 22, 2585;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/104, 249.
[859] Hanefilerin bu konudaki delilleri için b.k.z: Müslim,
Hudud 7; İbn Mâce, Hudud 22.
[860] Buhârî, Hudûd 13; Nesâî, Kat'u's-Sârık 10.
[861] Buharı, Hudûd 13; Ebu Dâvud, Hudûd 12, 4385; Tirmizî,
Hudûd 16, 1446; Nesâî, Kafu's-Sânk 8; İbn Mâce, Hudûd 22, 2584; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/54, 64, 80, 82, 143, 145.
[862] Nesâî, Kat'u's-Sârık 1; İbn Mâce, Hudud 22, 2583;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/253.
[863] Buhârî, Hudûd 11, 12, Menaklb 42; Ebu Dâvud, Hudûd 4,
4373, 4374; Tirmizî, Hudûd 6, 1430; Nesâî, Kat'u's-Sârik 6; İbn Mace, Sarık 6,
2547; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/42.
[864] Ebu Dâvud, Hudud 23, 4415; Tirmizî, Hudud 8, 1434;
Nesâî, Fezailu'l-Kur'an, 5; İbn Mâce, Hudud 7, 2550; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/313, 317, 318, 320.
[865] Ra'd: 13/3, Tâhâ: 20/53, Yâsîn: 36/36, Zâriyât:
51/149.
[866] Fâtır: 35/11, Şûra. 42/11, Hucurât: 49/13.
[867] Buhârî, Nikah 2, Savm 10; Müslim, Nikâh 1; Nesâî,
Nikâh 6.
[868] Nûr: 24/3.
[869] Buhârî, Hudûd 30, 31, İ'tisâm 16; Ebu Dâvud, Hudûd 23,
4418; Tirmizî, Hudûd 7, 1431, 1432; Nesaî, Sünemi'1-Kübrâ, 4/272, 273, 274; İbn
Mâce, Hudûd 9, 2553; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/23, 24, 47, 55.
[870] Bu konuda daha geniş bilgi için b.k.z: İzzet Derveze,
Kur'anu'l-Mecîd, Ekin Yayınları, İstanbul 1997, s. 49-101.
[871] Buhâri, Hudûd 22, 29, Ahkam 19; Tirmizî, Hudud 5,
1428; İbn Mâce, Hudûd 9, 2554; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/453.
[872] Ebu Davud, Hudud 23, 4422, 4423; Dârimî, Hudud 12;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/86, 87, 91, 92, 95, 102, 103, 108.
[873] Ebu Dâvud, Hudud 24, 4440; Tirmtzî, Hudud 9, 1435;
Nesâî, Cenaiz 64; İbn Mâce, Hudûd 9, 2555; Dârimî, Hudud 17; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/429, 435, 437, 440.
[874] Buhârî, Hudûd 30, 32, Şurût 9, Eymân 3; Ebu Dâvud,
Hudûd 24, 4445; Tirmizî, Hudûd 8, 1433; Nesâî, Adabu'l-Kudât 22; İbn Mâce,
Hudûd 7, 2549; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/115, 116.
[875] Buhârî, Menâkıb 26; Ebu Dâvud, Hudûd 25, 4446;
Tirmizî, Hudûd 10, 1436; İbn Mâce, Hudûd 1, 2556; Muvatta' Hudûd 1; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/5, 7, 17, 61, 63, 76, 126.
[876] Tirmizi, Hudûd 13, 1441; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/156.
[877] Buharı, Hudud 4; Tirmizî, Hudûd 14, 1443; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/176, 272.
[878] Maide: 5/38.
[879] Nur: 24/2.
[880] Nur: 24/4.
[881] Ebu Dâvud, Hudûd 35, 4480, 4481; Nesâî,
Sünenü'l-Kübrâ, 5269, 5270; İbn Mâce, Hudûd 16,2571; Ahmed b. Hanbe], Müsned,
1/82, 140, 144.
[882] Buhâri, Hudûd 4; Ebu Dâvud, Hudûd 36, 4486; Nesâî,
Sünenü'l-Kübrâ, 5271; İbn Mâce, Hudûd 16, 2569; Ahmed b. Hanbel. Müsned, 1/125,
130.
[883] Buhârî, Hudûd 42; Ebu Dâvud, Hudûd 38, 4491; Tîrmizî,
Hudûd 30, 1463; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, Ebvâbu't-Ta'zirât, 4/320; İbn Mâce,
Hudûd 32, 2601; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/466.
[884] Buhari, İman 11, Menakıbu'l-Ensar 43, Meğâzî 12, Hudud
8, 14, Ahkam 49, Tevhid 31; Tirmizî, Hudûd 12, 1439; Nesâî, Biat 9, 17, 38,
İman 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/320.
[885] Feth: 48/10.
[886] Buhârî, Zekât 66, Şirb 3, Diyât 28, 29; Ebu Dâvud,
Hudûd 27-28, 4592, 4593, 4594; Tirmizî, Zekât 16, 642, Ahkâm 37, 1377; Nesâî,
Zekat 28; İbn Mâce, Diyât 27, 2673; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/495.
[887] Buhâri, Şehâdât 20, Tefsiru Sure-i Âl-i İmrân 3, Rehin
6; Ebu Dâvud, Akdiye 23, 3619; Tirmizî, Ahkâm 12, 1342; Nesâî, Adabu'l-Kudât
36; İbn Mâce, Ahkâm 7, 2321; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/343.
[888] Ebu Dâvud, Akdiye 21, 3608; İbn Mâce, Ahkâm 31, 2370;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/248, 315, 323.
[889] Buhârî, Şehadât 27, Mezalim 16, Hayl 10, Ahkâm 20; Ebu
Dâvud, Akdiye 7, 3583; Tirmizî, Ahkâm 11, 1339; Nesâî, Adabul-Kudât 13; İbn
Mâce, Ahkâm 5, 2317; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/290, 291, 308.
[890] Buhârî, Nafâkât 9, Menâkıbu'l-Ensâr 23; Ebu Dâvud,
İcare 79, 3532; Nesâî, Âdabu'l-Kudat 31; İbn Mâce, Ticarat 65, 2293; Dârimî,
Nikah 54; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/39, 50, 206.
[891] Buhâri, Edebü'l-Müfred, 442; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/327, 360, 367.
[892] Âl-i İmran: 3/31.
[893] Muvatta, Kader, 3.
[894] Hucurat: 49/6.
[895] İbrahim: 14/7.
[896] Zürkani, Şerhu Muvatta, V, 478-479.
[897] B.k.z: Prof. Dr. İ. Lütfü Çakan, Hadislerle Gerçekler,
s. 256-261.
[898] Buhari, İstikraz 19, Edeb 6; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/246, 249, 250, 254, 255; İbn Huzeyme, Sahih, 742.
[899] Buhari, İ'tisâm 21; Müslim, Akdiye 15, 1716; Ebu
Dâvud, Akdiye 2, 3574; Tirmizî, Ahkâm 3, 1326; Nesâî, Adabu'l-Kudât 3; İbn
Mâce, Ahkâm 3, 2314; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/198, 204.
[900] Ebu Dâvud, Akdiye 2, 3573, İbn Mâce, Ahkâm 3 hadisi
buna delalet eder.
[901] Buhari, Ahkâm 13; Ebu Dâvud, Akdiye 9, 3589; Titmizî,
Ahkâm 7, 1334; Nesâî, Adabu'l-Kudât 18; İbn Mâce, Ahkâm 4, 2316; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 5/46.
[902] Buhârî, Sulh 5; Ebu Dâvud, Sünnet, 4606; İbn Mâce,
Mukaddime 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/73, 180, 240, 256, 270.
[903] Muhammed Revvâs Kal'acî, Mevsüatu Fıkhı Umar b.
el-Hattâb, Kuveyt 1984, s. 125.
[904] Hayreddin Karaman, İslâmın İşığında Günün Meseleleri,
İstanbul 1982, II, 248.
[905] B.k.z: M. Sait Şimşek, “Bid'at” maddesi, Şamil İslam
Ansiklopedisi.
[906] Ebu Dâvud, Akdiye 15, 3596; Tirmizî, Şehadat 1, 2295,
2296, 2297; İbn Mâce, Ahkam 28, 2364; Muvatta, Akdiye 3; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/115, 5/193.
[907] Buhârî, Enbiyâ 40; Nesâî, Adabu'l-Kudat 14; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/322, 340.
[908] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 8/420-421.
[909] Buhârî, Enbiyâ 54; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/316.
[910] B.k.z: M. Sofuoğlu, Müslim Tercemesi, 5/332.
[911] Buhârî, İlm 28, Lukata 3, Şirb 12; Ebu Dâvud, Lııkata
4, 1704, 5, 1705, 6, 1706, 7, 1707, 8, 1708; Tirmizî, Ahkâm 35, 1372, 1373;
Nesaî, Sünenü'l-Kübrâ, 3/416, 419, 420; İbn Mâce, Lukata 2, 2507; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/116.
[912] Buhârî, Lukata 1, 10; Ebu Dâvud, Lukata I, 1701;
Tîrmizî, Ahkâm 35, 1374; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 3/422; İbn Mâce, Lukata 2,
2506; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/126, 127, 143.
[913] Ebu Dâvud, Lukaia 19, 1719; Nesâî, Sünemi 1-Kübrâ,
5805; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/499.
[914] Nesâî, Sünenü'I-Kübrâ, 5806; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/117.
[915] Buhârî, Lukata 8; Ebu Dâvud, Cihad 86, 2623; İbn Mâce,
Ticarat 68, 2302; Muvatta, İsti'zan 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/4, 6, 57.
[916] Buhârî, Edeb 31, 85; Ebu Dâvud, Et'ime 5, 3748;
Tirmizî, Birr 43, 1967, 1968; Nesâî, Simenü'l-Kübrâ, 3/430, 5846; İbn Mâce,
Edeb 5, 3675; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/385.
[917] Buhari, Mezâlim 18, Edeb 85; Ebu Dâvud, Et'ime 5,
3752; Tirmizî, Siyer 32, 1589; İbn Mâce, Edeb 5, 3676; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/149.
[918] Ebu Dâvud, Zekat 32, 1663; Ahmed b. Haııbel, Müsned,
3/34.
[919] Beyhakî, Delâilu'n-Nübüvvet, 4/118-119.
[920] B.k.z: Dr. Ahmed Özel, İslam Hukukunda Ülke Kavramı,
İklim Yayınları, 4. baskı İstanbul
1991, s. 70-93.
[921] Buhari, Itk 13; Ebu Dâvud, Cihad 91, 2633; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/31, 32, 51.
[922] Nevevî, Müslim Şerhi, 12/35.
[923] Ebu Dâvud, Cihad 82, 2612, 2613; Tirmizî, Siyer
48,1617, Diyat 14, 1408; İbn Mâca, Cihad 38, 2858.
[924] Buhari, Meğâzî 60, Cihad 164, Edeb 80, Ahkam 22; Ebu
Dâvud, Hudud 1, 4356; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/410, 417.
[925] Buhârî, Cizye 22, Edeb 99, Hayl 9; Tirmizî, Siyer 28,
1581; Nesâî, Sünenü'I-Kübrâ, 8737; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/16, 48, 96, 112,
142.
[926] Buhâri, Cizye 22; Ahmed b. Hanbei, Müsned, 3/142, 150,
250, 270.
[927] Buhârî, Cihad 157; Ebu Dâvud, Cihad 92, 2636; Tirmizî,
Cihad 5, 1675; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/308.
[928] Buhârî. Cihacl 156; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 8634;
Ahmet) b. Hanbel, Müsned, 2/523.
[929] Buhârî, Cihad 22, 32, 112, Temenni 8; Ebu Dâvud, Cihad
89, 2631.
[930] Bakara: 2/250.
[931] Enfâl: 8/46-47.
[932] B.k.z: Prof. Dr. İ. Lütfü Çakan, Hadislerle Gerçekler,
s. 451155.
[933] Buhârî, Cihad 98, Meğâzî 29, Deavat 58, Tevhid 4;
Tirmizî, Cihad 9, 1679; İbn Mâce, Cihad 15, 2796; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/353, 355, 381.
[934] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/152, 2521.
[935] Buhari, Cihad 147; Ebu Dâvud, Cihad 111,2668; Tirmizî,
Siyer 19, 1569; İbn Mâce, Cihad 30, 2841; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/22, 23,
75, 91, 100, 115, 122, 123.
[936] Buhâri, Cihâd 146; Ebu Dâvııd, Cihâd 112, 2672;
Tirmizî, Siyer 19, 1570; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 5/185, 8622; İbn Mâce, Cihâd
30, 2839; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/38, 71, 73.
[937] B.k.z. A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 8/474-475.
[938] Haşr: 59/5.
[939] Buhârî, Meğâzî 14, Hars 6, Cihâd 154, Tefsim Sure-i
Haşr 2; Müslim, Cihâd 29-31, 1746; Ebu Dâvud, Cihâd 83, 2615; Tirmizî, Tefsiru
Sure-i Haşr 59, 3302; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 5/181, 6/483; İbn Mâce, Cihad 31,
2845; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/123, 140.
[940] Buhârî, Farzu'l-Humus 8, Nikah 58; Nesâî,
Sünenü'l-Kübrâ, 8878; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/317, 318.
[941] Enfal: 8/1.
[942] Ebu Dâvud, Cihad 144-145, 2740; Tirmizî,
Tefsiru'I-Kur'an 9, 3079, 30, 3189.
[943] Buhârî, Farzul-Humus 15; Ebu Dâvud, Cihad 145, 2741,
2742, 2743, 2744, 2745; Ahmed b. Hanbel. Müsned, 2/10, 55, 62, 80, 112, 151,
156.
[944] Buhârî, Farzu'l-Humus 15.
[945] Enfâl: 8/41.
[946] el-Enfâl: 8/41.
[947] B.k.z: Hamdi Döndüren, “Ganimet”, Şamil İslam
Ansiklopedisi.
[948] Buhârî, Farzu'I-Humus 18, Büyü 37, Meğâzî 54, Ahkam
21; Ebu Dâvud, Cihad 136,2717; Tirmizî, Siyer 13, 1562; İbn Mâce, Cihad 29,
2837; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/295, 296, 306.
[949] Buhâtî, Farzu'l-Humus 18, Meğâzî 8, 10; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/192.
[950] Ebu Dâvud, Cihad 137, 2719, 2720; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 6/26, 27.
[951] Ebu Dâvud, Cihad 100, 2654; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/49, 50, 5l.
[952] Ebu Dâvud, Cihad 124, 2697; İbn Mâce, Cihad 32, 2846;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/46, 47, 51.
[953] Ebu Dâvud, Haraç 28-29, 3036; Ahmed b. Hanbcl, Müsned,
2/317.
[954] B.k.z: Hamdi Döndüren, “Fey”, Şamil İslam
Ansiklopedisi.
[955] Buhârî, Cihad 80, Tefsiru Sure-i Haşr 3; Ebu Dâvud,
Haraç 18-19, 2965; Tirmizî, Siyer 44, 1610, Cihad 39, 1719; Nesaî, Fey 8; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 1/25, 47, 48, 60, 162, 164, 179, 191, 208.
[956] Buhari, Meğâzî 14, Feraiz 3; Ebu Dâvud, Haraç 18-19,
2976-2977; Tirmizî, Şemail, 402; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/145, 262.
[957] B.k.z: N. Yeniel, H. Kayapmar, Süneni Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, 11/246-247'; A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 8/516-517; Ali
Şafak, İslâm Arazi Hukuku, 82-83
[958] Buhârî, Meğâzî 14, 38, Fezailu's-Sahabe 12, Feraiz 3;
Ebu Dâvud, Haraç 1819, 2968, 2969, 2970; Nesâî, Fey' 1; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/9.
[959] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 8/513.
[960] Buhari, Vesâyâ 32, Farzu'1-Hums 3, Feraiz 3; Ebu
Dâvud, Haraç 18-19, 2974; Tirmizî, Şemail, 403; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/242,
376, 463.
[961] Buhari, Meğâzî 38; Ebu Dâvud, Cihad 143, 2733;
Tirmizî, Siyer 6, 1554; İbn Mâce, 2854; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/2, 41, 62, 72,
80, 143, 152.
[962] Enfal: 8/9.
[963] Buhari, Salat 76, 82, Husumat 7, 8, Meğâzî 70; Ebu
Dâvud, Cihad 114, 2679; Nesâî, Taharet 127; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/304,
452, 483.
[964] Buhârî, Meğâzî 14; Ebu Dâvud, Haraç 22-23, 3005; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/149.
[965] Ebu Dâvtıd, Haraç 27-28, 3030, 3031; Tirmizî, Siyer
43, 1606; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/29, 3/345.
[966] Buhari, Cihad 168, Meğâzî 30, Menakıbu'l-Ensar 12,
İsti'zan 26; Ebu Dâvud, Edeb 143-144, 5215, 5216; Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 118;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/22, 71.
[967] B.k.z: Tehânevî, İ'lau's-Sünen, 17/427-428.
[968] Buhârî, Salat 77, Menakıbu'I-Ensar 45, Meğâzî 30; Ebu
Dâvud, Cenaiz 4, 3101; Nesâî, Mesacid 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/56, 131,
280.
[969] Buhari, Safâtul-Havl 5, Meğazî 30.
[970] Buhari, Hibe 35; Nesâî, Fezailus-Sahabe, 215.
[971] Buhârî, Farzu'l-Humus 35, Meğazî 38, Zebaih 22; Ebu
Dâvud, Cihad 127, 2702; Nesâî, haya 38; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/86.
[972] Âli- İmran: 3/64
[973] Buhari, Bed'u'1-Vahy 6, İman 38, Şehadat 28, Cihad 11,
102, 122, Cizye 13, Tefsiru Sure-i Âli İmran 4, Edeb 8, İstizan 24; Ebu Dâvud,
Edeb 118-119 (5136); Tirmizî, İsti'zan 24 (2717); Ahmed b. Hanbei, Müsned,
1/262, 263
[974] Tirmizî, İsti'zan 23, 2716; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/133.
[975] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/207.
[976] Buhârî, Cihad 97, 52; Nesâî, Amelu'1-Ycvm ve'1-Leyl,
605.
[977] İbn Hibban, Sahih, 6520; Beyhakî, Delailu'n-Nübüvvet,
5/1401.
[978] Buhârî, Meğâzî 56, Edeb 68, Tevhid 31; Nesâî,
Sünenü'l-Kübrâ, 8872; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/11.
[979] Ebu Dâvud, Cihad 115, 2681; Nesâî, Fezailu-Sahabe, 243;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/104, 105, 182, 188, 219, 220, 257, 263, 278.
[980] Ebu Dâvud, Menasik 45, 1871, 1872, Haraç 24-25 (3024);
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/292, 538
[981] İsrâ: 17/81
[982] Sebe: 34/49.
[983] Buhari, Mezalim 32, Meğâzî 48, Tefsiru Surc-i 12;
Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 18 (3138)
[984] Buharî, Edcbül-Müfred, (826); Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/412, 4/213
[985] Buhârî, Sulh 6; Ebu Dâvud, Menasik 32, 1832; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/289, 291 292, 302.
[986] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/268.
[987] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 8/586.
[988] Buhârî, Cizye 18, Meğazî 35, Tefsiru Sure-i Feth 5,
İ'tisam 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/485.
[989] İbn Kayyim, Zadu'1-Mead, 3/310.
[990] Feth: 48/1, 5.
[991] Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 49, 3263; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/122, 173, 197, 215, 52
[992] Bakara: 2/216.
[993] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/395..
[994] İbn Hibbân, Sahih, 7125; Ebu Nuaym, Hilye, 1/354;
Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 9/148-149.
[995] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/286.
[996] Buhârî, Cihad 85, Meğâzî 24, Tıb 27; Tirmizî, Tıb 34,
2085; İbn Mace, Tib 15, 3464; Ahmed b. Hanbel, Müsned; 5/330, 334.
[997] Âli İmran: 3/128.
[998] Buhari, Meğâzî 21; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 4, 3002,
3003; İbn Mâce, Fiten 23, 4027; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/99, 178, 201, 206,
253, 288.
[999] Buhârî, Enbiya 54, İstitabetu'l-Murteddin 5; İbn Mâce,
Fiten 23, 4025; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/380, 432, 441.
[1000] Buhâri, Meğâzî 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/317.
[1001] Buhârî, Vudû' 69, Salat 109, Cihad 98, Cizye 21,
Menakıbu'l-Ensar 29, Meğazî 7; Nesâî, Taharet 192; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/393, 397, 417.
[1002] Buhari, Bed'u'1-Halk 7, Tevhid 9.
[1003] Buhârî, Cihad 9, Edeb 90; Tırmizî, Tefsiru'l-Kur'an
82, 3345; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'l-Leyl, 559, 620; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/312, 313.
[1004] Duhâ: 93/1, 3.
[1005] Buhârî, Teheccüd 4, Tefsiru Sure-i Duhâ 1,
Fezailu'l-Kur'an 1; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 82, 3345; Ahmed b. Hanbeİ,
Müsned, 4/312, 313.
[1006] Buhâri, Cihad 127, Merda 15, Libas 98, Edeb 115,
İsti'zan 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/203.
[1007] Hucurat: 49/9.
[1008] Buhârî, Sulh 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/157, 219.
[1009] Buhârî, Meğâzî 8, 12; Ahmed b. Hanbel, Müsncd, 3/115,
129, 236.
[1010] Bıthârî, Rehn 3, Cihad 158, 159, Meğâzî 15; Ebu Dâvud,
Cihad 157, 2768.
[1011] Saffat: 37/177.
[1012] Buhari, Salat 12, Nikâh 7, 49, Ebu Dâvud, Nikah 28-29,
2109; Tirmizî, Nikâh 10, 1094, Birr 22, 1933; Nesâî, Nikâh 67; İbn Mâce, Nikâh
24, 1907; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/165, 190, 204.
[1013] Buhârî, Mezalim 32,
Meğâzî 38, Zebaih 14, Edeb 90, Deavat 19 Divat 17; İbn Mâce Zebaih 13, 3195; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/47, 48. 50.
[1014] Buhârî, Cibad 34, Meğâzî 29, Temenni 7; Nesâî,
Amelu'l-Yevın ve'I-Leyl, 533; Ahmed b Hanbei, Müsned, 4/85, 282, 291, 300, 302.
[1015] Buhârî, Menâkibu'l-Ensâr 9; Ahmed b. Hanbei, Müsned,
3/252, 288; Abd b. Humeyd, Müsned, 1286, 1319.
[1016] Buhari, Meğâzî 37; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 978;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/48.
[1017] Feth: 48/24.
[1018] Ebu Dâvud, Cihad 147, 2752; Ahmed.b. Hanbel, Müsncd,
4/48, 51, 52.
[1019] Feth: 48/24..
[1020] Feth: 48/24.
[1021] Ebu Dâvud,
Menasik 1808, Cihad 120, 2688; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 59, 3261: Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/122, 124, 290.
[1022] Ebu Dâvud, Cihad 136, 2718; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/112, 190, 198, 279, 286.
[1023] Ebu Dâvud, Cihad 32, 2531; Tîrmizî, Siyer 22, 1575.
[1024] Buhârî, Cihad 65, Menâlubu'l-Ensar 18, Meğazî 18.
[1025] Ebu Dâvud, Haraç 19-20, 2982; Tirmizî, Siyer 8, 1556.
[1026] İbn Mâce, Cihad 37, 2856; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/84, 407.
[1027] Buhârî, İstiska 15.
[1028] Buhârî, Meğazî 1; Tirmizî, Cihad 6, 1676.
[1029] Bkz. İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Kahire 1955,
III-1V, 373.
[1030] Muhammed Hamidullah, Hazreti Peygamberin Savaşları,
çev. Salih Tuğ, İstanbul 1981, s. 21.
[1031] Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti'l-Fünûn, Kelküta 1862,
II, 1099.
[1032] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/329; Abd b. Humeyd, 1065.
[1033] Buhârî, Meğâzî 89; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/349.
[1034] Buhârî, Meğâzî 45; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/54.
[1035] Buhârî, Meğâzî 31.
[1036] Ebu Dâvud, Cihad 2732; Tirmizî, Siyer 10, 1558; İbn
Mâce, Cihad 27, 2832; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/67, 148.
[1037] Buhârî, Menâkıb 1; Ahmed b. Hanbel, Musned, 2/242,
257, 418.
[1038] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/383.
[1039] Buhârî, Menâkıb 2, Ahkam 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/29, 93, 128.
[1040] Buhârî, Ahkâm 51; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/43.
[1041] Buhârî, Eymân 1, Keffaratu'l-Eyman 10, Ahkam 5, 6; Ebu
Dâvud, Eyman 14, 3277, 3278, Haraç 2, 2929; Tirmizî, Eyman 5, 1529; Nesaî,
Eyman 15, 16, Âdâbu'l-Kudât 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/61, 62, 63.
[1042] Buhârî, Ahkâm 7, İstitâbetu'l-Mürteddîn 2.
[1043] Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 5917; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/160.
[1044] Ahtned b. Hanbel, Müsned, 6/93.
[1045] Buhârî, Cuma 11, Ahkam 1, Vesaya 8; Tirmizî, Cihad 27,
1705; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/5, 54, 108, 111, 121.
[1046] Buhârî, Ahkâm 8.
[1047] Ahmed b. Hanbel, Müsncd, 5/64.
[1048] Buhârî, Cihâd 189; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/426.
[1049] Buhârî, Cuma 29, Zekat 67, Eymân 3, Hayl 15, Ahkam 24,
41; Ebu Dâvud, Haraç 10-11, 2946; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/423.
[1050] Ebu Dâvud, Akdiye 5, 3581; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/192; İbn Huzeyme, Sahih, 2338.
[1051] Nisa: 4/59.
[1052] Buhâri, Tefsiru Sure-i Nisa 11; Ebu Dâvud, Cihad 87,
2624; Tirmizî, Cihad 3, 1672; Nesâî, Biat 28; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/337.
[1053] Aynî, Umdetu'1-Kârî, 18/176.
[1054] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Azim Dağılırı,
3/14-15.
[1055] Buhârî, Ahkâm 1; Nesâî, Sünenü'I-Kübra, 8728; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/244, 342.
[1056] Nesâî, Biat 6; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/381.
[1057] Buhari, Edebü'l-Müfred, 113; İbn Mâce, Cihad 39, 2862;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/161, 171.
[1058] Nesâî, Biat 26; İbn Mâce, Cihad 39, 2861.
[1059] Buhari, Ahkâm 4, Cihâd 108; Ebu Dâvud, Cihâd 87, 2626;
Tirmizî, Cihâd 29, 1707; Nesâî, Biat 34; İbn Mâce, Cihâd 40, 2864; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/62, 81, 101, 139.
[1060] Buhârî, Meğazî 59, Ahkâm 4, Ahbarul-Ahad 1; Ebu Dâvud,
Cihad 87, 2625; Nesâî, Biat 34; Ahmed b. Hanbel, Müsncd, 1/82, 94, 124, 129.
[1061] Buhârî, Ahkâm 42; Nesâî, Biat 1, 2, 3, 4, 5; İbn Mâce,
Cihad 41, 2866; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/441, 5/314, 319.
[1062] Buhari, Cihad 109; Ebu Dâvud, Cihad 151, 2757); Nesâî,
Biat 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/523.
[1063] Buhârî, Enbiyâ 50; İbn Mâce, Cihad 42, 2871; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/297.
[1064] Buhârî, Menâkıb 25, Fiten 2; Tirtnizî, Fiten 25, 2190;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/384, 386, 428, 433.
[1065] Nisa: 4/29
[1066] Ebu Dâvud, Fiten 1 (4248); Nesâî, Biat 25; İbn Mâce,
Fiten 9 (3956); Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 2/161, 191, 192, 193
[1067] Buhâri, Menâkıbu'l-Ensâr 8, Fiten 2; Tirmizî, Fiten
25, 2189; Nesâî, Adabu'l-Kudat 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/351, 352.
[1068] Tirmizî, Fiten 30, 2199.
[1069] Buhârî, Menâkıb 25, Fiten 11; İbn Mâce, Fiten 13,
3979.
[1070] Nfesâî, Tahrimu'd-Dem 28; İbn Mâcc, Fiten 7, 3948;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/296.
[1071] Buhârî, Fiten 2, Ahkam 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/275, 297, 310.
[1072] Nesâî, Tahrimu'd-Dem 28.
[1073] Ahmed b. Haııbel, Müsned, 2/111.
[1074] Buhârî, Meğazi 12.
[1075] Ebu Dâvud, Sünnet 26-27, 4762; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 6;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/261, 341, 5/23.
[1076] Beyhakî, Sünemi'1-Kübrâ, 8/144.
[1077] Ebu Dâvud, Sünnet 26-27, 4760, 4761; Tirmizî, Fiten
78, 2265; Ahmet b. Hanbel, Müsned, 6/295, 302, 305, 321.
[1078] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/24.
[1079] Buhârî, Meğâzî 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/341,
347, 355, 381, 396.
[1080] Ebu Dâvud et-Tayâlİsî, Müsned, 820.
[1081] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/25.
[1082] Buhârî, Meğâzî 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/433.
[1083] Buhârİ, Cihad 110, Meğâzî 35, Ahkam 43; Tirmizî, Siyer
34, 1592; Nesâî, Biat 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/47, 51, 54.
[1084] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 9/37.
[1085] Buhârî, Cihâd 110, Meğâzî 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/42.
[1086] Buhârî, Fiten 14; Nesâî, Biat 23.
[1087] B.k.z: M. Sofuoğlu, Müslim Tercemesi, 6/66.
[1088] Buhârî, Cihad 110, Meğâzî 53; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/468, 469.
[1089] Buhârî, Cihad 194.
[1090] Buhârî, Menakibu'I-Ensar 45, Meğazî 53.
[1091] Buhârî, Zekat 36, Hibe 35, Menakıbu'l-Ensar 45, Edeb
95; Ebu Dâvud, Cihad 1, 2477; Ncsâî, Biat 11; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/14,
64.
[1092] Mümtehine: 60/12..
[1093] Buhârî, Talâk 20; Ebu Dâvud, Haraç 9, 2941; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 61, 3306; İbn Mâce, Cihad 43, 2875; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/114, 153, 163, 270.
[1094] Buhârî, Ahkâm 43; Ebu Dâvud, Haraç 9, 2940; Tirmizi,
Siyer 34, 1593; Nesâî, Biat 24;. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/9, 62, 81, 101,
139.
[1095] Buhârî, Şehâdât 18, Meğâzî 29; Ebu Dâvud, Hudûd 18,
4406, 4407; Tirmizî, Cihâd 32, 1711; Nesâî, Talâk 20; İbn Mâce, Hudûd 4, 2543;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/54, 64.
[1096] Buhari, Cihâd 129; Ebu Dâvud, Cihad 81, 2610; Nesâî,
Fezailu'l-Kur'an, 85 İbn Mâce, Cihad 45, 2879, 2880; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/6, 10, 55, 63, 76.
[1097] Buhâri, Salât 41, Cihâd 56, 57, 58; Ebu Dâvud, Cihâd
60, 2575; Tirmizî, Cihâd 22, 1699; Nesâî, Hayl 13; İbn Mâce, Cihâd 44, 2877;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/5, 11, 55, 56, 67, 91, 157.
[1098] Buhârî, Cihâd 43, Menakıb 28; Nesaî, Hayl 7; İbn Mâce,
Cihad 14, 2787; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/13, 28, 49, 57, 101, 102, 112.
[1099] Buhari, Cihad 43, 44, Farzu'1-Hums 8, Menakıb 28;
Tîrmizî, Cihad 19, 1694; Nesâî, Hayl 7; İbn Mâce, Ticarat 69, 2305; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/375, 376.
[1100] Buhâri, Cihâd 43, Menakıb 28; Nesâî, Hayl 6.
[1101] Ebu Dâvud, Cihad 43, 2547; Tirmizî, Cihad 21, 1698;
Nesâî, Hayl 4; İbn Mâce, Cihad 14, 2790; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/250, 436,
476.
[1102] Buhârî, İman 26; Nesâî, İman 24; İbn Mâce, Cihad 1,
2753; Ahmed b- Hanbel, Müsned, 2/231.
[1103] Buhârî, Cihad 2; Nesâî, Cihad 14, İman 24; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/398.
[1104] Buhârî, Vudû 67; Tîrmizî, Cihad 21, 1656; Nesâî, Cihad
27; İbn Mâce, Cihad 15, 2795; Ahmed b. Hanbel, Miisned, 2/242.
[1105] Buhârî, Cihad 21; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/278.
[1106] Buhârî, Cihad 1; Tirmizî, Cihad 1, 1619; Nesâî, Cihad
17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/344, 424, 459.
[1107] Tevbe: 9/19.
[1108] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/269.
[1109] Buhari, Cihad 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/132, 153,
207.
[1110] Buhârî, Cihad 73, Rikak 2; Nesâî, Cihad 11; Ahmed b.
Hanbel, Müsned,3/433, 5/337, 338, 339.
[1111] Tirmizî, Cihad 32, 1712; Nesâî, Cihad 32; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 5/297, 303, 308.
[1112] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/220.
[1113] Ali İmran: 3/169.
[1114] Tirmizî, Tefsiru'l-Kur’an 4, 3011; İbn Mâce, Cihad 16,
2801.
[1115] Buhârî, Cihâd 2; Ebu Dâvud, Cihâd 5, 2485; Tirmizî,
Fezâilu'l-Clhâd 24, 1660; Nesâî, Cihâd 7; İbn Mâce, Fiten 13, 3978; Ahmcd b.
Hanbel, Müsned, 3/69.
[1116] Tirmizî, Kıyame 55; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed b.
Hanbel, 2/43, 5/365.
[1117] İbn Mâce, Fiten 13, 3977; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/443.
[1118] Buharı, Cihad 28; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/318.
[1119] Ebu Dâvud, Cihad 10, 2495; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/368, 378, 397, 412.
[1120] Nesâî, Cihad 46; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/121,
5/274.
[1121] Ebu Dâvud, Edeb 114-115, 5129; Tirmizî, İlm 14, 2671;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/120, 5/272, 273, 274.
[1122] Ebu Dâvud, Cihad 165, 2780; Ahmed b. Hanbel, MÜsned,
3/207.
[1123] Buhârî, Cihâd 38; Ebu Dâyud, Cihâd 20, 1509; Tirmizî,
Fezâilu'I-Cihâd 6, 1628, 1629, 1630, 1631; Nesâî, Cihâd 44; İbn Mâce, Cihâd 3,
2759; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/116İ 117, 5/193, 234.
[1124] Ebu Dâvud, Cihad 20, 2510; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/116, 117, 5/193.
[1125] Ebu Dâvud, Cihad 11, 2496; Nesâî, Cihad 47; Ahmed b.
Hanbel, Müsncd, 5/352, 355.
[1126] Nisa: 4/95.
[1127] Nisa: 4/95.
[1128] Buhârî, Cihad 31, Tefsiru Sure-i Nisa 18; Tirmizî,
Tefsiruİ-Kur'an 5, 3031; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/282, 284, 290, 299, 301.
[1129] Buhârî, Meğâzî 17; Nesâî, Cihad 31: Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/308.
[1130] Buhârî, Cihad 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/290, 293.
[1131] Ebu Dâvud, Cihad 84, 2618; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/136.
[1132] Tirmizî, Cihad 23, 1659; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/396, 410.
[1133] Buharı, Cihad 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/270.
[1134] Ahzab: 33/23.
[1135] Buhârî, Cihad 12; Tirmizi, Tefsiru'l-Kur'an 34, 3200;
Nesâî, Fezaİlu's-Sahabe, 186; Ahmed b, Hanbel, Müsned, 3/194.
[1136] Buhâri, İlm 45, Cihad 15, Farzu'1-Hums 10; Ebu Dâvud,
Cihad 15, 2517; Tirmizî, Fezâllul-Cihad 16, 1646; Nesâî, Cihad 21; İbn Mâce,
Cihad 13, 2783; Ahmed b. Hanbel. Müsned, 4/404, 405, 417.
[1137] Nesâî, Cihad 22; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/32l.
[1138] Ebu Dâvud, Cihad 12, 2497; Nesâî, Cihad 15; İbn Mâce,
Cihad 13, 2785; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/169.
[1139] Buhâri, Bed'lü-Vahy 1, İmân 41, Itk 6, Eymân 23,
Menâkıbu'l-Ensâr 45, Nikâh 5, Hiyel 1; Ebu Dâvud, Talâk 11, 2201; Tirmizi,
Fezâilul-Cihâd 16, 1647; Ncsâî, Taharet 60, İbn Mâce, Zühd 26, 4227; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/25.
[1140] Beğâvî, Şerhu's-Sünne, 2634.
[1141] Ebu Dâvud, Vitr 26, 1520; Tirmizî, Cihad 19, 1653;
Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15, 2797; Dârimî, Cihad 15.
[1142] Ebu Dâvud, Cihad 17, 2502; Nesâî, Cihad 2; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/374.
[1143] İbn Mâce, Cihad 6, 2765; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/300.
[1144] Buhârî, Cihad 3, İsti'zan 41, Tabir 12; Ebu Dâvud,
Cihad, 2491; Tirmizî, Cihad 15, 1645; Nesaî, Cihad 40; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/240.
[1145] Ncsâî, Cihad 39; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/441.
[1146] Buhârî, Ezan 32, Mezalim 28; Tirmizî, Ccnaiz 65, 1063,
Birr 38, 1958; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/324-325, 533.
[1147] İbn Mâce, Cihad 17, 2804; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/522.
[1148] Buharı, Tıb 30; Ahmed b. Hanbel, MÜsned, 3/150, 220,
223, 258, 265.
[1149] Bakara: 2/154.
[1150] Al-i İmrân: 3/169.
[1151] Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 25.
[1152] Buhâri. “Cihâd”. 61.
[1153] en-Nisâ: 4/69.
[1154] Müslim, “İmâre”, 156-157; Nesaî, “Cihâd”, 36.
[1155] B.k.z: Heyet, İlmihal İman ve İbadetler, İSAM T.D.V.
İslami Araştırmalar Merkezi, İstanbul, 1/377-378.
[1156] Enfal: 8/60.
[1157] Ebu Dâvud, Cihad 23, 2514; İbn Mâce, Cihad 19, 2813;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/156.
[1158] Ahmed b. Hanbel, Müsııed, 4/157.
[1159] İbn Mâce, Cihad 19, 2814.
[1160] Ebu Dâvud, Fiten 1, 4252; Tirmizî, Fiten 51, 2229; İbn
Mâce, Mukaddime 1, 10, Fiten 9, 3952; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/278, 279.
[1161] Buhârİ, Menâkıb 28; İ'tisam 10, Tevhid 29; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/244, 248.
[1162] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/92, 94, 103, 105, 106, 108.
[1163] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/345, 384; İbn Hibbân,
Sahih, 6819; Ebu Yaİâ, Müsned, 2078.
[1164] Buharı, Menâkıb 28, Tevhid 29; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/101.
[1165] Taberânî, Mu'cemu'l-Kebir, 17/870.
[1166] Ebu Nuaym, Hilye, 3/95-96.
[1167] Ebu Dâvud, Cihad 57, 2569; Tirmizî, İsti'zan 75, 2858;
Nesâî, Sünenü'1-Kübrâ, 8814; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/337, 378; İbn Huzeyme,
Sahih, 2550, 2556, 2557.
[1168] Buhârî, Ebvabu'1-Umre 19, Cihad 136, Et'ime 30; İbn
Mâce, Menasik 1, 2882; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/236, 445.
[1169] Buhârî, Ebvabu'1-Umre 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/125, 204, 240.
[1170] Buhârî, Nikah 121.