1- Eğitilmiş Köpeklerle Avlanma
2- Av, Avcıdan Kaybolup Da Sonra Avcı Tarafından
Bulunduğu Zaman Ki Hükmü
4- Denizde Ölen Deniz Hayvanlarının Etlerini Yemenin Mubah
Olması
5- Evcil Eşek Etlerinin Haram Kılınması
8- Çekirge Yemenin Mubah Olması
9- Tavşan Eti Yemenin Mubah Kılınması
11- Hayvan Öldürme Ve Boğazlamayı Güzelce Yapma ile
Bıçağı Keskinleme
12- Hayvanları Bağlayıp Hedef Dikerek Öldürmenin Yasak
Olması
4- Hayvanı Diş, Tırnak Ve Diğer Kemikler Hariç Kan Akıtan
Herşeyle Kesmenin Caiz Olması
8- Yüce Allah'tan Başkası Adına Kurban Kesmenin Haram
Olması Ve Bunu Yapan Kimseye Lanet Olunması
36. EŞRIBE (=IÇECEKLER) BOLUMU
2- Şaraptan Sirke Yapmanın Yasak Olması
3- Şarapla Tedavinin Haram Olması
4- Hurma ile Üzümden Yapılan Butun İçkilere Şarap İsmi
Verilmesi
5- Kuru Hurma ile Kuru Üzümden Karışık Olarak Nebiz
Yapmanın Mekruh Olması
7- Her Sarhoşluk Veren Şeyin Şarap Ve Her Şarabın Haram
Olması
8- Şarap İçip De Tevbe Etmeyen Kimsenin Ahirette Ondan
Men Edilmek Suretiyle Cezalandırılması
9- Şiddetlenmemiş Ve Sarhoşluk Verici Dereceye Varmamış
Olan Şıranın Mubah Olması
11- Nebiz/Şıra Şerbeti İçmek Ve Kapları Örtmek
13- Yiyip İçmenin Âdabı Ve Hükümleri
14- Ayakta Su İçmenin Mekruh Olması
16- Aynı Kabın içine Solumanın Mekruh Olması Ve Kabın Dışına Üç Defa Solumanın Mustehab
Olması
17- Su Ve Benzeri Şeyler Sunarken Başlayanın Sağından
İtibaren Dolaştırmanın Mustehab Olması
23- Acur Ve Salatalık Gibi Sebzeleri Olgunlaşmamış
Hurmayla Birlikte Yeme
24- Yemek Yiyenin Tevazu Göstermesinin Müstehab Olması Ve
Oturuşunun Şekli
26- Hurma Ve Benzeri Azıkları, Aile için Eve Getirme
27- Medine Hurmasının Fazileti
28- Mantarın Fazileti Ve Gözün Onunla Tedavi Edilmesi
29- Misvak Ağacının Olgunlaşmış Siyah Meyvesinin Fazileti
30- Sirkenin Ve Onu Katık Yapmanın Fazileti
32- Misafire İkram Etmek Ve Onun İhtiyacını Kendi Öz
Canının İhtiyacından Üstün Tutmanın Fazileti
33- Az Yemekle Yardım Yapmanın Fazileti Ve iki Kişilik
Yemeğin Üç Kişiye Yetmesi
34- Müminin Bir Bağırsağı Doldurmak için Yemesi Ve
Kafirin De Yedi Bağırsağı Doldurmak için Yemesi
37. LİBÂS (GİYİM) VE ZİNET (SÜSLENME) BÖLÜMÜ
4- Erkeğin Sarıya Boyanmış Elbise Giymesinin Yasak Olması
5- Pamuklu Keten Elbise Giymenin Fazileti
7- Yaygı/Döşeğin Dış Yüzü Edinmenin Caiz Olması
8- Yaygı, Döşek Ve Giyim Eşyalarının İhtiyaçtan
Fazlasının Mekruh Olması
10- Elbisesini Beğenmekle Birlikte Yürüyüşünde Kırıtmanın
Haram Olması
15- Taşı Habeş İşlemesi Olan Yüzük Kullanmak
17- Orta
Parmak ile Ondan
Sonra Gelen Parmağa Yüzük Takmanın Yasak Olması
18- Ayakkabılar Veya Onların Yerini Tutacak Şeyler
Giymenin Mustehab Olması
21- Sırt Üstü Yatmanın Ve Bacağı Bacak Üzerine Koymanın
Yasak Olması
22- Sırt Üstü Yatmanın Ve Bacağı Bacak Üzerine Koymanın
Mubah Olması
23- Erkeğin Zaferan Surunmesının Yasak Olması
24- Beyaz Saçı, Sarı Ve Kırmızıya Boyamanın Müste-Hab Ve
Siyaha Boyamanın ise Haram Olması
25- Boyama Hususunda Yahudilere Muhalefet Emek
27- Yolculuk
Sırasında Köpek Bulundurmanın Ve Çan Takmanın Mekruh Olması
28- Devenin Boynuna Kirişten Gerdanlık Takmanın Mekruh
Olması
29- Hayvanın Yüzüne Vurarak Dövmenin Ve Yüzüne Damga
Vurmanın Yasak Olması
31- Çocuğun, Başının Bir Kısım Saçının Traş Edilip Bir
Kısmının Bırakmanın Mekruh Olması
32- Yollar Üzerine Oturmanın Yasak Olması Ve Oturulduğun
ise Yolun Hakkının Verilmesi
34- Giyinmiş, Çıplak, Kırıtkan Ve Meylettiren Kadınlar
1- Ebu'l-Kasım' Kunyesiyle Kunyelenmenın Yasak Olması Ve
Müstehab Olan İsimler
3- Çirkin İsmi Güzele Çevirmenin Yada Benzerleriyle
Değiştirmenin Müstehab Olması
4- “Meliku'l-Emlâk” (Hükümdarların Hükümdarı) Ve Benzeri
İsimleri Kullanmanın Haram Olması
7- Kişinin Kendi Tasarrufunda Olmayan Bir Yere Girmek
için Sahibinden İzin İstemek
9- Başkasının Evinin içine Bakmanın/Röntgenciliğin Haram
Olması
10- Kasıtsız Olarak Birdenbire Kadına Bakmanın Hükmü
1- Binili Olanın Yürüyene Ve Az Olanın Çok Olana Selam
Vermesi
2- Vol Üstünde
Oturmanın Haklarından Birinin De, Selam Almak Olması
3- müslümanın müslüman Üzerindeki Haklarından Birisi De,
Verdiği Selamı Almak Olması
5- Hastalandığı zaman ziyaretine gitmek:
5- Küçük Çocuklara
Selam Vermenin Müstehab Olması
6- Perde Kaldırma Yada Benzeri Alametlerin İçeriye Girme
İzni Sayılmasının Caiz Olması
7- Kadınların Tabii İhtiyaçlarını Yerine Getirmeleri için
Dışarıya Çıkmalarının Mubah Olması
8- Yabancı Bir Kadın ile Başbaşa Kalmanın Ve Onun Yanına
Girmenin Haram
10- Bir Kimse Bir Meclise Gelip De Bir Açıklık Bulursa
Oraya, Yoksa Onların Arkasına Oturması
11- Bir İnsanı önceden Oturduğu Mubah Yerinden
Kaldırmanın Haram Olması
12- Oturduğu Yerden Kalkıp Sonra Geri Dönüp Gelen
Kimsenin O Yerde Hak Sahibi Olması
13- Kadın Tabiatlı Kimsenin, Yabancı Kadınların Yanına
Girmesinin Engellenmesi
14- Yabancı Bir Kadın Yolda Yürümekten Aciz Kaldığında
Bineğin Arkasına Bindirmenin Caiz Olması
15- Üçüncüsünün Rızası Olmaksızın Uç Kişiden Ikı Kişinin
Gizli Konuşmalarının Haram Olması
16- Tıp, Hastalık Ve Okumayla Tedavi/Rukye
19- Hastaya Okuma Tedavisini/Rukye Yapmanın Müstehab
Olması
2 Hastaya Felak ile Nas Surelerini Okumak Ve Üfürmek
Suretiyle Rukye Yapmak
22- İçerisinde Şirk Olmamak Kaydıyla Okuma Tedavisi
Yapmakta Bir Sakınca Görülmemesi
23- Kur’an Ve Me'sur Dualarla Okuma Tedavisi Yapma
Karşılığında Ücret Almanın Caiz Olması
24- Duayla Birlikte Acı Duyulan Yerin Üzerine Elini De
Koymanın Müstehab Olması
25- Namazda Vesvese Şeytanından Allah'a Sığınmak
26- Her Hastalığın Bir İlacı Olması Ve Tedavi Olmanın ise
Müstehab Olması
1- Deriyi Yarmadan Yapılan Hacamat:
2- Deri Yarılarak Yapılan Hacamat (Fasd):
28- Kusttan İbaret Olan Ûdi Hindi ile Tedavi
Savunma Sistemimiz Ve Çörek Otu:
Doymamış Yağ Asitlerin Faydaları:
30- Süt Ve Bal Bulamacının Hastanın Kalbine Rahatlık
Vermesi
33- Hastalık Bulaşması, Uğursuzluk
34- Bir Şeyi Uğursuzluğa Yorma, Fe'l Ve Uğursuz Olan
Şeyler
35- Kehanetin Ve Kahinlere Gitmenin Haram Olması
36- Cüzzamlı Ve
Benzeri Bulaşıcı Hastalık Taşıyan Kimselerden Uzak Durmak
37- Yılanların Ve Diğer Zehirli Hayvanların Öldürülmeleri
38- Zehirli Alaca Keler Cinsini Öldürmenin Müste-Hab
Olması
39- Karıncaları Öldürmenin Yasak Olması
40- Kedi Öldürmenin Haram Olması
41- Dokunulmaz Hayvanları Doyurup Sulamanın Fazileti
40. ELFÂZ MİNET-EDEB VE GAYRİHÂ (=EDEB VE DİĞER KONULARA
AİT LAFIZLAR) BÖLÜMÜ
1- “Dehr”e Sövmenin Yasak Olması
2- Üzüme “Kerm” Demenin Mekruh Olması
3- “Köle”, “Cariye”, “Efendi” Ve “Seyyid” Kelimelerini
Kullanmanın Hükmü
4- Kişinin “Nefsim Pis Oldu” Demesinin Mekruh Olması
5- Misk Kullanmak, Fesleğen ile Güzel Kokuyu Red Etmenin
Mekruh Olması
1- Doğru Ve Güzel Olan Rüyalar:
2- Adğâs Adı Verilen Karmakarışık Ve Hiç Bir Anlam
Taşımayan Rüyalardır:
1- Peygamber (s.a.v.)'i Rüyada Görmek
2- Uyku Halinde Şeytanın Kendisiyle Oynadığını Haber
Vermeme
4- Peygamber (s.a.v.)’in Gördüğü Rüyalar
43. FEZAIL (FAZILETLER) BOLÜMÜ
1- Peygamber (s.a.v.)’in Soyu Ve Peygamberlik Ve! Mezden
önce Taşın Ona Selam Vermesi
2- Peygamber (s.a.v.)'in Bütün Mahlükattan Üstün
Yaratılmış Olması
3- Peygamber (s.a.v.)in Mucizeleri
4- Peygamber (s.a.v.)'in Yüce Allah'a Tevekkülü Ve
Allah'ın Onu İnsanlardan Koruması
5- Peygamber (s.a.v.)’ın Hidayet Ve İlimle
Gönderilmesinin Misali
7- Peygamber (s.a.v.)'in Son Peygamber Olması
8- Yüce Allah'ın Bir Ümmete Rahmet Dilediği Zaman ilk
önce O Ümmetin Peygamberinin Ruhunu Alması
9- Peygamber (s.a.v.)’in Havzı Kevseri Ve Havzının
Özellikleri
10- Uhud Harbi Gününde Cebrail ile Mıkaıl'ın Peygamber
(s.a.v.) Namına Savaşmaları
11- Peygamber (s.a.v.)’in Cesareti Ve Savaşmak İçin ileri
Atılması
12- Peygamber (s.a.v.)’in
Hayrda İnsanların En
Cömerdi Olması
13- Resulullah (s.a.v.)'in Ahlak Yönünden İnsanların En
Güzeli Olması
14- Resulullah (s.a.v.)'Den Bir Şey İstenildiğinde Asla
“Hayır” Dememesi Ve İhsanının Çok Olması
15- Peygamber (s.a.v.)’in Çocuklar ile Düşkünlere Acıması
Ve Alçakgönüllü Olması
16- Peygamber (s.a.v.)’in Hayasının Çokluğu
17- Peygamber (s.a.v.)’in Tebessümü Ve Güzel Geçimi
19- Peygamber (s.a.v.)’in İnsanlara Yakın Olması Ve
Onunla Teberrük Etmeleri
22- Peygamber (s.a.v.)’in
Terinin Güzel Kokması Ve Onunla Teberrük Edilmesi
23- Peygamber (s.a.v.)’in Soğuk Zamanda Kendisine Vahiy
Geldiğinde Terlemesi
4- Çıngırak/Zil Sesinde Gelmesi.
6- Uyanıkken Allah'tan Doğrudan Alması.
24- Peygamber (s.a.v.)’in Saçlarını Alnından Aşağıya
Sarkıtması Ve Sonra Saçlarını ikiye Ayırması
25- Peygamber (s.a.v.)’in Sıfatı Ve Yüz Bakımından
İnsanların En Güzeli Olması
26- Peygamber (s.a.v.)’in Saçının Sıfatı
27- Peygamber (s.a.v.)’ın Ağzı, Gözleri Ve Ökçelerinin
Sıfatı
28- Peygamber (s.a.v.)’in Beyaz Ve Sevimli Yüzlü Olması
29- Peygamber (s.a.v.)’in Saçının Ağarması
30- Peygamberlik Mührünün İspatı, Sıfatı Ve Peygamber
(s.a.v.)’in Vücudundaki Yeri
31- Peygamber (s.a.v.)’in Sıfatı, Peygamber Gönderilmesi
Ve Yaşı
32- Vefat Ettiği Gün Peygamber (s.a.v.)’in Kaç Yaşında
Olduğd Meselesi
33- Peygamber (s.a.v.)’in Mekke Ve Medine'de Ne Kadar
Kaldığı Meselesi
34- Peygamber (s.a.v.)’in İsimleri
Nebiyyut-Tevbe (Tevbe Peygamberi):
Nebiyyu'r-Rahmet (Rahmet Peygamberi):
35- Peygamber (s.a.v.)’in Yüce Allah'ı Bilmesi Ve On Dan
Şiddetle Korkması
36- Peygamber (s.a.v.)'e Tabi Olmanın Vacip Olması
39- Peygamber (s.a.v.)’e Bakmanın Ve Onu Görmek İs
Temenin Fazileti
41- Hz. İbrahim (a.s.)'ın Fazileti
45- Zekeriyya (a.s.)’in Fazileti
44. FEZAILU S-SAHABE (SAHABENİN FAZİLETLERİ)
1- Hz. Ebu Bekr (r.a.)’ın Fazileti
2- Hz. Ömer (r.a.)’ın Fazileti
3- Hz. Osman (r.a.)’ın Fazileti
5- Sa'd b. Ebi Vakkâs (r.a.)’ın Fazileti
6- Talha B. Ubeydüllah (r.a.) ile Zubeyr
B. Avvâm (r.a.)’in Fazileti
7- Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrâh (r.a.)’ın Fazileti
9- Peygamber (s.a.v.)’in Ehli Beytinin Fazileti
10- Zeyd b. Harise (r.a.) ile (Bunun Oğlu) Üsame B. Zeyd
(r.a.)’ın Fazileti
11- Abdullah b. Cafer (r.a.)’ın Fazileti
12- Müminlerin Annesi Hz. Hatice (r.a.nhâ)'nın Fazileti
13- Hz. Âişe (r.a.nhâ)'nın Fazileti
15- Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Kızı Fâtıma (r.a.nhâ)'nın
Fazileti
16- Müminlerin Annesi Ümmü Seleme (r.a.nhâ)'nın Fazileti
17- Müminlerin Annesi Zeyneb Bınt. Cahş (r.a.nha)'nın
Fazileti
18- Ümmü Eymen (r.a.nhâ)'Nın Fazileti
19- Ümmü Süleym (r.a.nhâ) ile Bilâl (r.a.)’ın Fazileti
20- Ebu Talha El-Ensarı (r.a.)'1n Fazileti
22- Abdullah Ibn Mes'ud (r.a.) ile Annesinin Fazileti
23- Übeyy b. Ka'b (r.a.) Île Ensar'dan Bir Topluluğun
Fazileti
24- Sa'd b. Muâz (r.a.)’ın Fazileti
25- Ebu Dücâne (r.a.)’ın Fazileti
26- Cabir'in Babası Abdullah b. Amr (r.a.)’ın Fazileti
27- Cüleybib (r.a.)’ın Fazileti
28- Ebu Zerr (r.a.)’ın Fazileti
29- Cerîr b. Abdullah (r.a.)’ın Fazileti
30- Abdullah İbn Abbâs (r.a.)’ın Fazileti
31- Abdullah İbn Ömer (r.a.)’ın Fazileti
32- Enes b. Mâlik (r.a.)’ın Fazileti
33- Abdullah İbn Selâm (r.a.)’ın Fazileti
34- Hassan b. Sabit (r.a.)’ın Fazileti
35- Ebu Hureyre Ed-Devsî (r.a.)’ın Fazileti
36- Bedir Savaşı Gazilerinin Fazileti Ve Hâtıb B. Ebi
Beltea Kıssası
37- Ağacın Altında Biat Eden Kimselerin Fazileti
38 Ebu Musa El-Eş'arî (r.a.) ile Ebu Âmir El-Eş'arî (r.a.)’in Fazileti
40- Ebu Süfyân b. Harb (r.a.)’ın Fazileti
41- Cafer b. Ebi Tâlib (r.a.), Esma Bint. Umeys (r.a.nhâ)
ile Gemidekilerin Fazileti
42- Selmân (r.a.), Suheyb (r.a.) ile Bilal (r.a.)’ın
Fazileti
44- Ensâr Mahallelerinin En Hayrlısı
40- Peygamber (s.a.v.)’in Gıfâr ile Eşlem Kabilelerine
Yaptğı Dua
47- Cuheyne, Eşca, Muzeyne, Temim, Devs ile Tayy
Kabilelerinin Fazileti
49- Kureyş Kadınlarının Fazileti
50- Peygamber (s.a.v.)’in, Sahabilerı Arasında Kardeşlik
Bağı Kurması
53- Peygamber (s.a.v.) Zamanındaki Kimselerden Yüz Sene
Sonra Yeryüzünde Hiçkimsenin Kalmaması
54- Sahabeye Sövmenin Haram Olması
55- Üveys (Veysel) el-Karanî'nin Fazileti
56- Peygamber (s.a.v.)’in, Mısırlılar Hakkındaki Vasiyeti
58- Sakîf'in Yalancısı Ve Onu Helak Eden Kimse
60- İnsanlar İçerisinde İyi Kimselerin Az Bulunması
45. BİRR (İYİLİK), SILA (AKRABALIK BAĞI) VE ÂDÂB BÖLÜMÜ
1- Anne ile Babaya İyilik Etmek Ve Onların Buna Layık
Olmaları
2- Anne-Babaya İtaatin, Nafile Namaz ile Diğer Nafile
İbadetlerden Daha öncelikli Olması
4- Baba ile Annenin Dostlarına Ve Benzeri Akrabaların
Dostlarına İyilik Etmenin Fazileti
5- İyilik ile Günah Kelimelerinin Açıklanması
6- Akrabalık Bağını Sürdürme Ve Bu Bağı Kesmenin Haram
Olması
7- Birbiriyle Hasetleşmenin, Hinleşmenin Ve Birbiri Ne
Arka Dönüp Küsüşmenin Haram Olması
8- Şer'i Bir Ozur Yokken Uç Günden Fazla Dargın Olmanın
Haram Olması
11- Düşmanlığın Ve Birbirini Terk Etmenin Yasak Olması
12- Allah için Sevmenin Fazileti
13- Hastayı Ziyaret Etmenin Fazileti
16- Zalim De Olsa Ve Mazlum Da Olsa Din Kardeşine Yardım
Etmek
17- Müminlerin Birbirlerine Acımaları, Şefkat Etme Leri
Ve Yardımlaşmaları
19- Af Etmenin Ve Alçak Gönüllük Göstermenin Müstehab
Olması
21- Yüce Allah'ın Dünyada Kusurunu Gizlediği Kimsenin,
Ahirette De Gizleyeceğini Müjdeleme
22- Kötülüğünden Sakınılan Kimseye Yumuşak Sözler
Söyleyerek Müdafaa Etmek
23- Yumuşak Davranmanın Fazileti
24- Hayvanlara Ve Başka Şeylere Lanet Edilmesinin Yasak
Edilmesi
26- İkiyüzlülüğün Kötülenmesi Ve İkiyüzlülük Yapmanın
Haram Olması
27- Yalanın Haram Olması Ve Mubah Olduğu Yerler
29- Yalanın Çirkin Olması Ve Doğruluğun ise Güzel Olması
30- Öfke Anında Kendine Hakim Olan Kimsenin Fazileti Ve
Kızgınlığın Neyle Giderilmesi
31- İnsanın Kendisine Malik Olamayak Şekilde Yaratılmış
Olması
32- Yüze Vurmanın Yasak Olması
33- İnsanlara Haksız Yere Cezalandıran Kimseye Şiddetli
Tehdit
35- Bir Müslümana Silahla İşaret Etmenin Yasak Olması
36- Yolda Eziyet Veren Şeyleri Gidermenin Fazileti
37- Kedi Ve Zararlı Olmayan Hayvanlara Azab Etmenin Haram
Olması
38- Kibirli Olmanın Haram Olması
39- İnsana Yüce Allah'ın Rahmetinden Ümit Kestirmenin
Haram Olması
40- Zayıflar ile Düşkünlerin Fazileti
41- “İnsanlar Helak Oldu” Demenin Yasak Olması
42- Komşuluk Hakkı Ve Komşuya İyi Davranmak
43- Karşılaşma Anında Guleryüz Göstermenin Müstehab
Olması
44- Haram Olmayan Hususlarda Şefaat Etmenin Müstehab
Olması
45- İyi Kimselerle Düşüp Kalkmanın Ve Kötü Arkadaşlardan
Kaçınmanın Müstehab Olması
46- Kız Çocuklarına İyi Davranmanın Fazileti
47- Çocuğu Olup De Bu Acıya Karşılık Allah'tan Ecir Ümit
Eden Kimsenin Fazileti
48- Allah Bir Kulu Sevdiği Zaman Onu Kullarına Da
Sevdirmesi
49- Ruhların Toplanmış Cemaat Olması
50- Kişinin Sevdiğiyle Birlikte Olması
51- Salih Bir Kimse Ovuldugu Zaman Bunun O Kimse için Bir
Müjde Olması
2- Hz. Adem (a.s.) ile Hz. Musa (a.s.)'in Tartışması
3- Yüce Allah'ın Kalpleri Nasıl Dilerse O Şekle Çevirmesi
5- Adem Oğluna Zina Ve Diğer Şeylerden Nasibinin Takdir
Olunması
6- Her Doğan Çocuğun Fıtrat Üzerine Doğması
7- Ecel, Rızık Ve Başka Şeylerin Haklarında Geçen
Kaderden Fazla Ve Eksik Olamaması
A- Müteşabih Ligin Sadece Lafızda Olması:
B- Müteşâbihliğin Sadece Manada Olması:
İkincisi İse, Halef Mezhebidir:
c- Müteşâbihin, Hem Lafız Ve Hemde Manada Oluşu:
2- Düşmanlığı Çok Aşırı Olan Kimse
3- Yahudiler ile Hıristiyanların Yollarına Tabi Olunması
4- Sözlerinde Ve Davranışlarında Aşırı Gidenler
5- Ahır Zamanda İlmin Kaldırılıp Alınması Ve Cehalet ile
Fitnelerin Ortaya Çıkması
6- Güzel Bir Çığır Yada Kötü Bir Çığır Açan, Hidayete
Yada Sapıklığa Çağıran Kimse
48. ZİKİR, DUA, TEVBE VE İSTİĞFAR BOLUMU
1- Yüce Allah'ı Zikretmeye Teşvik
2- Yüce Allah'ın İsimleri Ve Onları Ezberleyenlerin
Fazileti
1- Yüce Allah'ın Zatı İle İlgili İsimler:
2- Tekvin Yaratma
İle İlgili İsimler:
3- Rabb, Rahman Ve Rahîm Dışında Sevgi Ve Rahmet
Sıfatları İle İlgili İsimler:
4- Allah'ın Azameti Ve Celali İle İlgili İsimler:
5- Yüce Allah'ın İlmi İle İlgili İsimler:
6- Yüce Allah'ın Kudreti Ve İşleri Düzenlemesi İle İlgili
İsimler:
3- Duaya “Eğer Dilersen” Şartını Katmayarak Allah'a
Kararlılıkla Yönelmek
4- Başına Gelen Bir Zarardan Dolayı Ölümü Temenni Etmenin
Mekruh Olması
6- Zikir, Dua Ve Yüce Allah'a Yaklaşmanın Fazileti
7- Dünyada Azabın Peşin Verilmesi için Dua Etmenin Mekruh
Olması
8- Zikir Meclislerinin Fazileti
10- “La İlahe İllallah” (Tehlil) ile “Subhanallâh” (Tesbih) Demenin Ve Dua
Etmenin Fazileti
11- Kuran Okumak Ve Zikir Etmek Üzere Toplanmanın
Fazileti
12- Allah'tan Mağfiret Dilemenin Ve Mağfiret İstemeyi
Çoğaltmanın Müstehab Olması
13- Zikir Ve Dua Ederken Sesi Alçaltmanın Müstehab Olması
14- Fitnelerden Ve Diğer Şeylerin Şerrinden Allah'a
Sığınma
15- Acizlik,
Tembellik Ve Diğer Kötü Hallerden Allah'a Sığınma
16- Verilen Hükmün Kötülüğünden, Mutsuzluğa Erişmekten Ve
Diğer Kötü Hallerden Allah'a Sığınma
17- Kişinin
Uyuyacağı Sırada Ve Yatağına Gireceği Zaman Okuyacağı Dua
18- Yapılan Şeylerin Şerrinden Ve Henüz Yapılmayan
Şeylerin Şerrinden Allah'a Sığınma
19- Gündüzün Başında Ve Uyanacağı Sırada Teşbih Etme
20- Horoz Öterken Dua Etmenin Fazileti
22- “Şubhânallâhi Ve Bi Hamdihi” (Allah'ı Hamdiyle Teşbih
Ederim) Demenin Fazileti
23- Müslümanlara Gıyabında Dua Etmenin Fazileti
24- Yeyip İçtikten Sonra Yüce Allah'a Hamd Etmenin
Müstehab Olması
25- Dua Eden Kimsenin Duasının Kabul Edilmesi için Acele
Etmemesi
26- Cennet Halkının Çoğunun Fakir Olması Ve Cehennem
Halkının Çoğunun Da Kadınlar Olması
27- Mağaraya Sıkışıp Kalan Üç Kişinin Macerası Ve İyi
Amellerle Allah'a Yaklaşma
1- Tevbe Etmeye Teşvik Ve Tevbeyle Sevinip Ferahlanma
2- Tevbeyle Mağfiret Dilemek Suretiyle Günahların Düşmesi
4- Yüce Allah'ın Rahmetinin Genişliği Ve Rahmetinin
Gazabını Geçmesi
5- Günahlar Ve Tevbe Tekrar Etse De Günahlardan Yapılan
Tevbenin Kabul Edilmesi
6. Yüce Allah'ın Müminleri Kötülüklerden Koruması Ve
Çirkin İşleri Haram Kılması
7- Güzelliklerin Kötülükleri Gidermesi
8- Katılın Öldürmesi Çok Olsa Da Katılın Tevbesının
Kabulü
9- Ka'b b. Mâlik ile iki Arkadaşının Tevbesi ile İlgili
Hadisi
10- Hz. Âişe'ye İftira (İfk) Hadisi Ve Zina İftirasında
Bulunan Kimsenin Tevbesinin Kabulü
11- Peygamber (s.a.v.)’in Hareminin Şüpheden Uzak Olması
50. SIFATUT-MUNAFIKIN VE AHKAMIHIM (MÜNAFIKLARIN
ÖZELLİKLERİ VE ONLARLA İLGİLİ HÜKÜMLER) BÖLÜMÜ
SIFÂTU'L-KIYAMET VE'L-CENNET VE'N-NÂR (=KIYAMET, CENNET
VE CEHENNEMİN ÖZELLİKLERİ)
Müslim Nüshalarında Buraya Rakam Verilmemiştir.
1- Mahlukatın ilk Yaratılışı Ve Hz. Adem (a.s.)’in
Yaratılması
3- Cennetlikler için Hazırlanacak Konuk Yemeği
4- yahudilerin, hz. peygamber (s.a.v.)’e ruhun mahiyetini
sormaları
“Sen Onların
Arasındayken Allah Onlara Azab Edecek Değildir” Ayetinin Mahiyeti
“Gerçekten İnsan
Zenginliği Görünce Azar” Ayetinin
Mahiyeti
9- Ezaya Allah'tan Daha Sabırlı Hiçkimsenîn Olmaması
10- Kafirin Azabtan Kurtulmak için Yeryüzü Dolusu Kadar
Altını Fidye Vermek İstemesi
11- Kafirin Yüzüstü Hasrolunması
14- Müminin Misalinin Ekin Gibi Ve Munafıkın Misalinin
ise Sedir Ağacı Gibi Olması
15- Müminin Misalinin Hurma Ağacı Gibi Olması
17.
Hiçkimsenin Cennete Ameliyle
Değil, Yüce Allah'ın Rahmetiyle Girmesi
18- İyi Amelleri Çoğaltmak Ve İbadet Hususunda Çok Çaba
Sarfetmek
19- İnsanlara Vaaz Ederken İfrat Ve Tefrite Varmayıp
İtidal Üzere Hareket Eylemek
1- Bir Süvarinin Cennetteki Bir Ağacın Gölgesi Altında
Yüz Yıl Yürümesi Halinde Bile Bitirememesi
2- Cennetliklerin Üzerine Rıdvan'ın İndirilmesi Ve Onlara
Ebediyen Gazap Olunmaması
4- Ailesi Ve Malı Karşılığında Peygamber (s.a.v.)'i
Görmeyi Arzu Eden Kimse
5- Cennetin Çarşısı
Ve Orada Cennetliklerin Nail Olacakları Nimetler ile Güzellikler
7- Cennetin Ve Cennetliklerin Özellikleri, Cennetliklerin
Cennette Sabah-Akşam Rablerini Teşbih
8- Cennetliklere Verilen Nimetlerin Sürekli Olması
9- Cennetteki Çadırların Özellikleri Ve Müminlerin
Oradaki Aileleri
10. Dünyadaki Cennet Nehirleri
11- Cennete Kalpleri Kuşların Kalpleri Gibi Olan Bir
Topluluğun Girmesi
13- Cehennemin Zalimlerin Gireceği Ve Cennetin De
Zayıfların Gireceği Yer Olması
14- Dünyanın Sçna Ermesi Ve Kıyamet Günü İnsanların
Mahşer Yerinde Toplanması
1- Ruhun Mahiyetini Araştırmayı Ve Bu Konuda Görüş
Belirtmeyi Caiz Görmeyenler:
18- Ahirette Hesaba Çekilmenin İspatı
19- Ölüm Sırasında Yüce Allah'a Hüsnü Zanda Bulunma
52. FİTEN (=FİTNELER/AHIR ZAMAN OLAYLARI) VE
EŞRÂTU'S-SÂ'A (KIYAMET ALAMETLERİ) BÖLÜMÜ
1- Kıyametin büyük alametleri.
2- Kıyametin küçük alametleri.
1- Âhir Zaman Olaylarının Yaklaşması Ve Ye'cüc ile Me'cüc
Şeddinin Açılması
2- Kabe'ye Saldırmak İsteyecek Ordunun Yere Batırılması
3- Âhir Zamanda Fitnelerin Yağmur Damlalarının Düşme Yerleri Kadar Çok Olması
4- iki müslümanın Kılıçlarıyla Karşı Karşıya Gelmeleri
5- Bu Ümmetin Birbirleri Sebebiyle Helak Olması
6- Peygamber (s.a.v.)'in Kıyamet Kopuncaya Kadar Olacak
Şeyleri Haber Vermesi
7- Deniz Dalgası Gibi Dalgalanacak Fitne
8- Fırat Nehri Bir Dağ Üzerinden Açılmadıkça Kıyametin
Kopmaması
9- İstanbul'un Fethi, Deccalin Çıkması Ve Meryem Oğlu
İsa'nın İnmesi
10- Kıyametten önce Meydana Çıkacak Alametler
11- Hicaz Toprağında Bir Ateş Çıkmadıkça Kıyametin Kopmaması
12- Kıyametten önce Medine'nin İskan Ve İmar Edilmesi
13- Fitnenin Doğudan, Şeytanın iki Boynuzunun Doğduğu
Yerden Meydana Çıkması
14- Devs Kabilesi Tekrar Zut-Halasa Putuna Tapma-Dıkça
Kıyametin Kopmaması
17- Deccâl'in Kıssası, Özellikleri Ve Beraberinde
Bulunacak Şeyler
18- Fitne Zamanında İbadetin Fazileti
53. ZUHD (=ZAHIDLIK) VE REKAIK (=KALBİ İNCELİKLER) BÖLÜMÜ
b- Helâllardan, gerekli olmayanları terketmek:
c- Allah'la meşgul olmayı engelleyen her şeyi terketmek:
1- Kendilerine Zulmedenlerin Meskenlerine Ağlayarak
Girmek
2- Dul Kadına, Yoksul Kimseye Ve Yetime İyilik Etmek
5- Amelinde Allah'tan Başkasını Ortak Kılan Kimse
6- Bir Söz Konuşarak Onun
Sebebiyle Cehenneme Düşmek
7- İyiliği Emredip Kendisi Yapmayan Kimse ile Kötülükten
Men Edip Onu Kendisi Yapan Kimsenin Azabı
8- İnsanın, İşlediği Günahı Açığa Çıkarmasının Yasak
Olması
9- Aksıran Kimseye “Yerhamukellah” Şeklinde Hayr Duada
Bulunmak Ve Esnemenin Mekruh Olması
10- Konu ile İlgili Çeşitli Hadisler
11- Fare Ve İsrailoğullarından Bir Kavmin Fareye Dönüşmüş
Olması
12- Mümin Kimsenin Bir Delikten İki Defa Is1rılmaması
13- Mümin Kimsenin Her İşinin Hayr Olması
15- Büyük Olan Kimseye Bir Şeyi Eliyle Uzatıp Vermek
16- Hadisi Söylemede Acele Etmeyip Teenni Etmek Ve İlmi
Yazmanın Hükmü
17- Ashâb-ı Uhdûd, Sihirbaz, Rahip Ve Oğlan Çocuğu
Kıssası
“İman Edenler İçin,
Kalplerinin Allah'ın Zikrine Yatışması Zamanı Gelmedi Mi?” Ayetinin Tefsiri
“Mescide Her
Girişinizde Zinetinizi Alın” Ayetinin Tefsiri
3- Yüce Allah'ın "Cariyelerinizi Fuhşa
Zorlamayın" Ayetinin Tefsiri
“Taptıkları
Putları, Rablerine Daha Yakın Olmak İçin Vesile Edinirler” Ayetinin Tefsiri
5- Tevbe, Enfal Ve Haşr Surelerinin Mahiyeti Hakkında
İslam dininin özünü,
Hz. Adem'den bu yana devam eden tevhid inancı teşkil ettiğinde, bunun doğal
sonucu olarak her türüyle şirke karşı amansız bir mücadele verilmiştir. Bunun
günlük hayat ile ilgili bir sonucu da, hayvanların kesimi esnasında Allah'tan
başkasının isminin anılmasının yada hayvanın Allah'tan başkası adına kurban
olarak kesilmesinin ve bu şekilde kesilen hayvanın etinin yenmesinin
yasaklanmış olmasıdır.
[1]
Kur'an'da haram
kılındığı bildirilen 4 tür yiyecekten biri de, Allah'tan başkası adına kesilen
hayvanlardır.
[2]
müslümanların hayvanı
keserken Allah'ın adını anmalarının şart olup olmadığı yada hangi ölçüde şart
olduğu ise, İslam Hukukçuları arasında tartışmalıdır.
Konuyla ilgili olarak
Kur'an'da:
“Allah'ın âyetlerine inanıyorsanız, üzerine O'nun adı
anılarak kesilenlerden yiyin”
[3] ve
“Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan
yemeyin”
[4]
buyurulmaktadır.
Bu ayetlerde kast
edilen hususun; Allah'tan başkası adına kesilen hayvanların yenmesini
yasaklama ve müslümanın hayvanı Allah adına kesmesi ilkesi mi, yoksa hayvan
kesilirken Allah adının söylenmesi mi olduğu tartışmalıdır. Başta Hanefiler ve
Mâlikiler olmak üzere fakihlerin çoğunluğu; En'am: 6/118, 121. ayetlerin
lafzını da esas alarak hayvanın kesimi esnasında, unutulmadığı takdirde,
besmeleyi şart olarak görürler ve besmelenin kasten terk edilmesi halinde ise
hayvanın etinin yenmeyeceğini ifade ederler.
Başta İmam Şafiî olmak
üzere bir grup İslam hukukçusu ise; müslümanın hayvanı daima Allah adına
keseceği, hayvanı keserken besmelenin farz ve şart olmayıp sünnet olduğu,
ilgili ayetlerde putlar için kesilen hayvanlardan veya kendiliğinden ölen meyte
hayvandan söz edildiği, bu sebeple hayvanı keserken besmeleyi kasten terk eden
müsîümanın kestiğinin de yeneceği görüşüne sahiptir.
[5]
Avlanma, dar ve teknik
anlamda; tabiatı itibariyle yabanî, insandan kaçan ve normal yollarla elde
edilemeyen hayvanı yakalamayı ifade etmektedir. Geniş anlamda ise; etlerinin
yenmesi helal olmayan hayvanların eti dışındaki organlarından yararlanma
amacıyla yakalanmasını kapsar.
Eti yenen hayvanların
eti için, eti yenmeyen hayvanların ise deri, kıl ve diş gibi cüzlerinden
yararlanmak yada zararlarından kurtulmak için avlanması kural olarak caiz
görülmüştür.
Bir yarar
gözetmeksizin ve hayvanlara eziyet için avlanmak ise caiz değildir. Çünkü tabiatın
ve hayvan neslinin korunması esas olup zamansız avlanmanın hayvanların üreme ve
gelişmesine zarar verdiği bilinen bir husustur.
1776- Adiyy
b. Hatim (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben, eğitilmiş köpekleri gönderiyorum, onlar bana (s.a.v..) yakalıyorlar.
Üzerlerin de Allah'ın ismini anıyorum!” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Allah'ın ismini anarak eğitilmiş köpeğini avın
üzerine saldığın zaman, onun etini ye!”
buyurdu. Ben:
“Bu köpekler, tuttukları
avı öldürürlerse, o zaman ne yapayım?” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Onlarla birlikte olmayan bir köpek onlara katılmadığı
müddetçe, öldürseler de ye. Çünkü öldürme, avın tezkiyesidir!”
buyurdu. Ben:
“Ava, mi'rad ile ok
atıyorum ve onu vuruyorum” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Mi'rad ile ava ok atıp da hayvanı delerse, onu ye!
Enli tarafıyla isabet ederse, onu yeme!”
buyurdu.
[6]
Açıklama:
Hadis; av üzerine
besmele ile gönderilen eğitilmiş köpeklerin yakalamış oldukları avın, onu
öldürmüş bile olsalar helal olduğunu ifade etmektedir. Ancak av üzerine
gönderilirken aralarına eğitilmemiş olan yahut eğitilmiş bile olsa kestiği
yenmeyen bir kimse tarafından gönderilmiş olan bir köpeğin karışmamış olması
gerekir.
Bu şartlara uygun
olarak av üzerine gönderilen eğitimli bir köpek, yakalamış olduğu avı öldürmüş
bile olsa o avın eti helaldir.
Avcı, henüz av ölmeden
yetişecek olursa, kesmesi gerekir. Eğer avı canlı olarak ele geçirdiği halde
kesmez de köpekten aldığı yarayla ölmesini beklerse, o avın etini yemek helal
olmaz. Avcının bu şekilde ele geçirmiş olduğu avı kesmeyi, elinde olmayan bir
sebepten dolayı terketmiş de olsa, yine o avın eti yenmez. Fakat avın yanına
varmadan önce köpek onu öldürmüşse, avın eti helaldir. Çünkü “Köpeğin avı
yakalaması hayvanı kesmek yerine geçer.”[7]
Eğitilmiş olan bir
köpeğin tuttuğu bir avın etinin helal olabilmesi için bu şartlardan başka, bir
de köpeğin yakalamış olduğu avın bir parçasını yememiş olması şartı vardır.
Çünkü hayvan o avdan yiyecek olursa onu kendisi için yakalamış sayılır.
[8]
Esasen köpeğin
eğitilmiş olması şartının aranması zımnen yakaladığı avı yememesi Şartının
aranması demektir. Çünkü bir köpeğin eğitilmiş sayılabilmesi için onda şu üç
şartın bulunması gerekir:
a-
Ava
salınca avın üzerine gitmesi.
b- Av
üzerine gönderdikten sonra, kendisinden geri dönmesi istendiğinde, bu isteğe
uyarak av üzerine gitmekten vazgeçmesi.
c-
Yakaladığı avı yemez olması.
[9]
Ağaçtan yapılmış,
uçları sivri, ortası kalın sopa demektir. Burada söz konusu olan; mi'rad
denilen sopaların fırlatılarak kalın/enli kısımların İsabet etmesiyle öldürülen
avların etlerinin yenip yenmemesi meselesidir.
Hadis-i şerifte bu
sopaların orta kısımlarının çarpmasıyla ölen bir av hayvanının etinin
yenmeyeceği, fakat sivri uçlarının saplanıp yaralaması neticesinde ölen avların
etlerinin helal olduğu ifade buyurulmaktadır. Çünkü bu sopaların kalın kısmıyla
vurulmuş olanlar, aldıkları
İsabet sebebiyle
yaralanmış bile olsalar, yine de yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'inde vurularak
öldürülmüş olan hayvanlar size haram
kılındı
[10] buyurarak etlerini haram
kıldığı mevkuze denilen hayvanlar hükmüne girerler.
[11]
Taş, değnek gibi bir
cisimle vurularak öldürülen hayvan demektir. Yüce Allah, Maide: 5/3'te, bu
şekilde öldürülmüş olan bir hayvanın etini yemeyi yasaklamıştır.
1777- Ebu
Sa'lebe el-Huşenî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'in yanına
gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Biz, Kitap ehli bir kavmin diyarında bulunuyoruz. Biz müslümanlar, onların
kaplarını yemek yiyoruz. Yine bir av diyarında bulunuyoruz. Yayımla
avlanıyorum. Eğitilmiş köpeğimle veya eğitilmemiş köpeğimle de avlanıyorum.
Dolayısıyla bize bundan neyin helal olduğunu bana haber” dedim. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Kitap ehli bir kavmin toprağında bulunduğunuzu ve
onların kaplarında yemek yediğinizi belirtmene gelince; eğer siz Kitap ehli
kimselerin kaplarından başka yemek kapları bulursanız, onların
kaplarından yemeyin! Eğer onların kaplarından başka yemek kapları
bulamazsanız, Kitap ehli kimselerin kaplarını yıkayıp sonra da o kapların
içinden yemek yiyin!”
“Av arazisinde bulunup da avlandığımı belirttiğin av
meselesine gelince; yayınla ne elde edersen Allah'ın ismini an, sonra ondan ye.
Eğitilmiş köpeğinle de her ne avlarsan ona da Allah'ın ismini an, sonra da
ondan ye. Eğitilmemiş olan köpeğinle avladığın avı diriyken yetişip de
boğazlarsan onu da ye” buyurdu.
[12]
Açıklama:
Hadiste söz konusu
edilen Kitap ehli yada Mecusilerin kaplarından maksat; Kitap ehlinin yada
Mecusilerin, içerisinde, çoğunlukla domuz eti pişirdikleri yada benzer pis
şeyler kullandıkları kaplardır.
“Kitap ehli bir kavmin diyarında” ifadesiyle, Şam tarafı kast edilmektedir.
1778- Ebu
Sa'Iebe el-Huşenî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Okunu attığın zaman av senden kaybolur da sonra
arkasından yetişirsen kokmadığı müddetçe onu ye.”
[13]
Açıklama:
Hadis, okla vurulan
bir hayvanın, herhangi bir şekilde gözden kaybolup ertesi gün yada daha
sonraki günlerde ölü olarak bulunması halinde, bir su içerisinde bulunmuş olmaması
ve üzerinde onu yaralayan avcının okundan başka bir ok yarası olmamak kaydıyla,
yenilebileceğini ifade etmemektedir. Bu, İmam Mâlik ile İmam Şafiî'nin bu
konudaki görüşlerinden biridir.
Hanefilere göre ise;
vurulduktan sonra gözden kaybolup daha sonra ölü olarak bulunan bir avın helal
olabilmesi için şu 3 şartın bulunması gerekir:
1- Hayvanın
suya düşmemiş olarak bulunması.
2-
Üzerinde
başka bir avcıya ait bir ok izi bulunmaması,
3- Onu vuran
avcının, zaruretsiz olarak onu aramaya ara vermiş olmaması.
1779-
Ebu
Sa'lebe el-Huşenî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
yırtıcı hayvanlardan azı kesici dişi taşıyan her hayvanın etini yemeyi
yasaklamıştır.
[14]
1780-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
yırtıcı hayvanlardan azı kesici dişi taşıyan her hayvanın etini ve kuşlardan
her pençeli olan hayvanın etini yemeyi yasaklamıştır.”
[15]
Açıklama:
Bu hadis, azı/kesici
dişli yırtıcı hayvanların etlerinin yenmesinin haram olduğunu göstermektedir.
Alimlerin çoğu da, bu hadise uygun görüş belirtmişlerdir. Yalnız “Azı/kesici
dişli hayvan” ifadesiyle ne kastedildiği hususunda ihtilaf edilmiştir.
Hanefiler, azı
dişleriyle; kapıp avlanan ve kendisini koruyan bütün hayvanların olduğunu
söylemişlerdir.
Hadis; pençeleriyle
kapıp avlanan ve tabiatı iğrenç olan kuşların etierinini de haram olduğuna
delalet etmektedir. Kartal gibi.
Azı dişleri olduğu halde
bununla başkasına saldırmayan hayvanın eti ise yiyilebilir. Deve gibi.
Tabiatında vahşilik,
çirkinlik ve iğrençlik bulunmayan hayvanların etleri ise, helal olup
yiyeiebilir. Tavuk, kaz gibi.
Tabiatı gereği iğrenç
bulunan bir takım hayvanların etleri ise haram olup yiyilemez. Fare, yılan,
kurbağa, akrep gibi.
İşte insanlar, bu tür
adi, iğrenç, vahşi ve çirkin olan hayvanların etlerinden uzak tutulmuştur.
Çünkü yiyecek ve gıdaların, İnsanlar üzerinde iyi ve kötü etkisi inkar
edilemez. İnsan, yiyecek ve gıdalarda faydalı olanını kullanmak istiyorsa,
İslam dininin izin verdiği şeylerden faydalanılmah ve sakındırmış olduğu
şeylerden de kaçınılmalıdır.
1781- Câbir
b. Abdullah (r.a)!tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
bizi, üç yüz kişilik bir süvari birliği olarak bir sefere gönderdi. Bize, Ebu
Ubeyde'yi komutan tayin etti. Kureyş'in bir kervanıyla karşılacaktık. Bize,
azık olarak bir dağarcık kuru hurma verdi. Bundan başkasını bulamadı. Ebu
Ubeyde, bize, birer tane hurma veriyordu.
Hadisin ravisi
Ebu'z-Zübeyr der ki: Câbir'e:
“Bu bir tek hurma ile
ne yapıyordunuz?” diye sordum. O da:
“Onu, çocuğun emdiği
gibi emiyor, üzerine su içiyorduk. Bu, bize, o gün geceye kadar yetiyordu. Bir
de, sopalarımızla “Habat” denilen dikenli bir ağacın yapraklarını ve
yemişlerini düşürüyor, sonra da onu suyla ıslatıp yiyorduk” dedi.
Câbir devamla der ki:
“Derken deniz sahiline
vardık. Denizin kıyısında, bize, yüksek kum tepesi şeklinde bir şey yükseldi.
Ona doğru yaklaştık. Bir de ne görelim, “Anber” denilen büyük bir hayvan!..
Ebu Ubeyde ilk önce:
“Bu, birleştir” dedi.
Sonra da:
“Hayır, bilakis biz,
Resulullah (s.a.v.)in elçileriyiz ve Allah yolundayız. Zor durumdasınız.
Dolayısıyla ondan yiyin” dedi.
Câbir devamla der ki:
“Onun yanında bir ay
kaldık. Üç yüz kişi idik. Hatta semizlerdik. Doğrusu onun gözünün içinden
küplerle yağ aldığımızı görmüşümdür. Ondan öküz gibi ya da öküz kadar parçalr
kesiyorduk.
Ebu Ubeyde, bizden
onüç kişi alıp bu hayvanının gözünün içine oturttu. Daha sonra da onun
kaburgalarından birini alıp dikti. Sonra yanımızdaki en büyük deveyi
semerleyip deve onun altından geçti. Onun etinden et haşlamaları yaptık. Medine'ye
geldiğimiz zaman, Resulullah (s.a.v.)'e gidip bunu ona anlattık. Bunu üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“O, Allah'ın sizin için denizden çıkardığı bir
rızıktır. Yanınızda onun etinden bir şey var mı?” diye sordu.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.)'e ondan bir parça gönderdik, o da onu yedi.
[16]
Açıklama:
Bu sahil seferi,
hicretin 8. yılında yapılmıştı. Bu sefer, “Sîfu'1-Bahr Deniz kenarı diye
anılmıştır. Şam'dan gelmekte olan Kureyş kervanını gözetlemek için hazırlanıp
sevk edilmişti. Hz. Ömer'de, bu askeri birlik içerisinde idi. Bu seferde,
müslüman askerler, şiddetli bir açlığa düştükleri zaman Habat ağacının yaprak
ve yemişlerinden yedikleri için, buorduya “Ceyşu'l-Habat” adı da verilmiştir.
Bu hadis, denizin
sahile attığı balığın ve onun kurutulmuş pastırmasının yenilmesinin helal
olduğunu ifade etmiş olup;
“Size, deniz avı ve yiyeceği helal kılındı”
[17] ayetinin
tefsiri mahiyetindedir.
Kur'an-ı Kerim, deniz
avının ve denizden elde edilen yiyeceğin helal olduğubîldirilmiştir.
[18]
Balık türleri bütün
mezheplere göre helaldir. Boğazlama işleminde de gerek yoktur. Şu var ki,
Hanefılere göre kendiliğinden ölmüş ve su üzerine çıkmış balıklar yenmez.
Hanefılerin bu görüşü, sağlık açısından ihtiyatı tercih etmiş olmalarından
kaynaklanır. Fakat suyun çok sıcak veya soğuk olmasından, buzlar arasına
sıkışmaktan, su içine hapsedilmekten ve suyun çekilmesinden ötürü ölen
balıklar, kendiliğinden ölmüş sayılmaz. Dolayısıyla yenebilir.
[19]
Anber, balina
balığının bir türüdür. Bunun, mavi balina olduğu söylenmiştir.
Sahabilerin deniz
kıyısında ne kadar kaldıkları çeşitli şekilde rivayet olunmuştur. Bir rivayette
bir ay, diğer bir rivayette 15 gün, başka bir rivayette 18 gün kaldıkları
bildirilmektedir. Bunun arası şöyle uzlaştırılmıştır:
Esas itibariyle
bulundukları yerde, bir ay kalmışlardır.
[20]
1782- Hz.
Ali (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Hayber savaşı günü kadınlara mut'a yapmayı ve evcil eşek etini yemeyi
yasaklamıştır.”
[21]
1783-
Şeybânî'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah b. Ebî Evfâ'ya,
evcil eşeklerin etlerini yemenin hükmünü sordum. Oda:
“Hayber savaşı günü
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte olduğumuz halde bize açlık isabet etti.
Düşmanın şehirden çıkan eşeklerini yakalayıp onları boğazladık. Gerçekten kestiğimiz
evcil eşeklerinin etleri çömleklerimiz de kaynıyordu. Derken Resulullah (s.a.v.)'in
dellalı:
“Çömlekleri devirin! Eşek etlerinden hiç bir şey
yemeyin!” diye seslendi. Ben, kendi
kendime:
“Resulullah (s.a.v.)
acaba bunlan neden haram kıldı?” dedim.
Abdullah b. Ebi Evfâ
der ki:
“Biz, bunu aramızda
konuştuk. Bazımız:
“Resulullah (s.a.v.),
onları, kesin bir şekilde haram kıldı”, bazımız da:
“Onlardan henüz
(ganimet olarak) beşte biri alınmadığı için haram etti” dedik.
[22]
1784- Berâ İbn
Âzib (r.a)tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bize gerek çiğ ve gerekse de pişmiş bütün evcil eşek etlerini atmamızı emretti.
Sonra bir daha bize evcil eşek eti yemeyi emretmedi.”
[23]
1785-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
eşek etini yasak etmesinin sebebinin; insanların taşıma vasıtası olması
hasebiyle insanların ellerinden yük taşıma vasıtalarının gideceğinden endişe
ettiğinden dolayı mı, yoksa Hayber günü ganimet malı olarak beşte bir taksimi
yapılmadığı için evcil eşek etleri oldukları mı için haram kıldığını
bilmiyorum.”
[24]
1786-
Seleme
İbnu'I-Ekva (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte Hayber sefaerine çıktık. Kuşatma yirmi gün uzadığı için bize şiddetli
bir açlık isabet etmişti. Sonra Allah gerçekten Hayber'in fethini müslümanlara
müyesser kıldı. Hayber'in fethedildiği gün, akşam olunca mücahidîer bir çok
ateş yaktılar. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bu ateşler nedir? Bunları niçin yakıyorsunuz?” diye sordu. Sahabiler:
“Et pişirmek için”
dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Ne eti pişireceksiniz?” diye sordu. Sahabiler:
“Evcil eşek eti” diye
cevap verdiler. Resulullah (s.a.v.):
“Onları dökün ve içerisinde pişirdiğiniz kapları da
kırın!” buyurdu. Bir adam/Ömer İbn
Hattâb:
Ey Allah'ın resulü!
Veyahut etleri döküp de kapları yıkasak (olmazmı)?''dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Yahut öyle olsun” buyurdu.”
[25]
Açıklama:
Bu hadisler, evcil
eşek etlerini yemenin haram olduğunu göstermektedir. Haram olmadığını
söyleyenler varsa da; sahabe, tabiun ve onlardan sonra gelen alimler, bu konuda
sahih ve sarih hadisleri delil getirmek suretiyle evcil eşek etini yemenin
haram olduğunu söylemişlerdir.
1787- Câbir
b. Abdullah (r.a)tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Hayber savaşı günü evcil eşeklerin etini yemeyi yasakladı, at etleri yemeye
izin verdi.”
[26]
1788- Esma
bint. Ebi Bekr (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)
zamanında bir at kesip onu yedik.”
[27]
Açıklama:
At eti yemenin helal olduğunu bildiren hadisler olduğu
gibi, at etinin haram kılındığını”
[28] bildiren
hadisler de vardır.
Bu bakımdan alimler,
at etini yemenin helal olup olmadığı konusunda ihtilaf düşmüşlerdir. Ebu
Hanîfe'ye göre tahrimen mekruh, İmameyn'e göre ise tenzihen mekruhtur.
Bazıları ise at eti
yemenin helal olduğunu belirtmişlerdir. Hasan el-Basrî, Saî d b. Cübeyr, İmam
Şafiî, İmam Ahmed ve bazı alimler bu görüştedirler.
Bazı sahabilerin at
eti yediklerinden bahsedilen hadisler, onların zaruret halleriyle ilgili olması
gerekir. Çünkü at eti yemenin helal olduğunu bildiren hadisler, bunun, Hayber
savaşı sırasında olduğunu göstermektedir. Ayrıca at eti yemenin haram olduğunu
rivayet eden Halid b. Velid'in, Hayber savaşından sonra müslüman olduğu göz
önünde bulundurulduğunda, at etini yasaklayan hadislerin, helal olduğunu ifade
eden hadisleri neshettiği kolayca anlaşılmaktadır.
1789-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'e,
keler eti yemenin hükmü soruldu. O da:
“Ben, onu ne yerim ve ne de haram kılarım” buyurdu.
[29]
1790-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
içlerinde Sa'd'ın da olduğu halde sahabilerinden bazı kimselerle birlikteyken
keler eti getirildi. Peygamber (s.a.v.)'in hanımlarından birisi:
“Bu keler etidir” diye
seslendi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Onu yiyin. Çünkü o, helaldir. Fakat o, benim
yiyeceğim şeyler içerisinde yer almamaktadır” buyurdu.
[30]
1791-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben ve Hâlid b.
Velîd, Resulullah (s.a.v.)'le birlikte Meymûne'nin evine girdik,” sonra
kızartılmış bir keler getirildi. Resulullah (s.a.v.) eliyle ona uzandı. Bunun yerine
Meymûne'nin evinde bulunan kadınlardan biri:
“Resulullah (s.a.v.)'e
yemek istediği şeyin ne olduğunu ona haber verin” dedi. Resulullah (s.a.v.)
derhal elini çekti. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu, haram mıdır?” diye sordum. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır! Fakat bu hayvan, benim kavmimin toprağında
yoktur, d ol kendimi ondan tiksinir buluyorum” buyurdu.
Halid b. Velid der ki:
“Ben, onu önüme çekip
güzelce bir şekilde yedim, Resulullah (s.a.v.)'de bakıyordu.”
[31]
1792-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Teyzem Ümmü Hufeyd,
Resulullah (s.a.v.)'e; yağ, keş/çökelek, birkaç ker hediye etmişti. Resulullah
(s.a.v.) yağ ile keş/çökelekten yedi. Fakat keleri irendiği için bıraktı. Bu
hayvan, Resulullah (s.a.v.)'in sofrasında yenmiştir. Haram olsaydı, Resulullah
(s.a.v.)'in sofrasında yenmezdi.
[32]
Sürüngellerden dört
ayaklı ve kuyruğunda boğumlar bulunan, kertenkeleye ben esirgeyen, fakat ondan
daha biraz daha büyük olan bir hayvandır.
Bu hayvanın asla su
içmediği, yediyüz sene kadar yaşadığı, kırk günde bir damla idrar akıttığı,
dişlerinin tümünün bir bütün ahlinde olduğundan dişlerinin dökülmediği, bu hayvanın
dişisi ile erkeğinin cinsel organlarının çift olduğu söylenmektedir.
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)
keler etinin haram olmadığını söylediği halde kendisi şer'i bir sakıncadan
dolayı değil de kendi tabiatından gelen bir tiksintiden dolayı onu yemedği
anlaşılmaktadır.
İmam Şafii, İmam
Ahmed'e göre keler eti yemek helaldir. Hanefiler ile İmam Malik'e göre ise
keler eti yemek mekruhtur.
1793-
Abdullah İbn Ebi Evfâ (r.a)tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'Ie
birlikte yedi gaza yaptık. Hepsinde de çekirgeleri yiyorduk.”
[33]
Açıklama:
İmam Şafii, Ebu Hanife
ve alimlerin büyük çoğunluğuna göre çekirge yemek helaldir. Hz. Peygamber (s.a.v.),
kelerin etinde olduğu gibi çekirgenin etini de, şahsi yaratılışından
kaynaklanan durumdan dolayı çekirgeye karşı isteksizlik ve tiksinti duymuştur.
Bununla birlikte o yörede çekirge yendiğinden dolayı çekirgeyi yemeyi
yasaklamamıştır.
1794- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir gün yolda
yürürken Mekke'ye bir konaklık mesafede bulunan Merru'z-Zehrân denilen yerde
bir tavşan kaldırdık. Yanımızdaki topluluk, tavşanı yakalamak için üzerine koştular.
Ben, tavşana yetiştim ve onu yakalayıp Ebu Talha'ya getirdim. O da, tavşanı, bir
çeşit beyaz taş olan ve yontulduğunda bıçak olarak kullanılan merve ile kesti.
Buduyla iki uyluğunu, Peygamber (s.a.v.)'e gönderdi. Peygamber (s.a.v.)'de, onu
yedi.
Enes b. Mâlik'e:
“Peygamber (s.a.v.),
onu yedi mi?” diye soruldu. Enes'te:
“Onu kabul etti” diye
cevap verdi.
[34]
1795- İbn
Büreyde'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah b. Muğaffel,
arkadaşlarından birisinin, ufak çakıl taşı attığını gördü. Ona:
“Taş atma! Çünkü
Resulullah (s.a.v.) taş atmaktan hoşlanmazdı yada taş atmayı men ederdi. Çünkü
bununla av avlanmaz, düşman da bozulmaz. Fakat bu taş, dişi kırar ve gözü
çıkarır” dedi. Bundan bir müddet sonra o kimsenin yine taş attığını gördü ve
ona:
“Ben sana Resulullah (s.a.v.)'in
taş atmaktan hoşlanmadığını yada taş atmayı yasakladığını haber veriyorum,
sonra da senin taş attığını görüyorum. Seninle şu ve şu müddet zarfında bir tek
kelime konuşmam” dedi.
[35]
Açıklama:
Sapanla taş atılarak
vurulan hayvan etinin haram olması, Mâide sûresinin 3. âyetinde sayılan
haramlardan mevkûze yani topaçla sopa ile vurularak öldürülen hayvan türünden
olması itibariyledir. Bir de, yine Mâide: 5/94. âyetinde;
“Ellerinizle tuttuğunuz ve mızraklarınızla
vurduğunuz...” diye vasıflanan helâl
av türüne dahil bulunmaması itibariyledir. Çünkü sapanla vurulan avlar, bu
helâl av sıfatını kapsamayıp bir meukûzedir. Ancak sapanla vuruldukdan sonra
hayvan ölmeden yetişilip kesilirse b zaman o hayvan helâl olur.
Bazıları bu hadisten
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetine keyfi olarak muhalefet eden bir kimseyi
bırakıp ona hiç söz söylememenin caiz olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Bu hüküm,
müminin üç günden fazla dargın olmasını yasaklayan hükmün dışında kalmaktadır.
1796- Şeddâd
b. Evs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Şu iki şeyi,
Resulullah (s.a.v.)'den belledim. Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu Allah her şeyde iyi olmayı farz kılmıştır.
1- O halde siz öldürdüğünüz zaman öldürmeyi en güzel bir
şekilde yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi iyi yapın.
2- Sizden biri hayvanı boğazlayacağı zaman
bıçağını bilesin. Boğazladığı hayvanı
da rahatlandirsin” buyurdu.
[36]
Açıklama:
İhsan kelimesi,
sözlükte; birisi bİrşeyi güzel yapmak, diğeri de iyilik etmek üzere iki manada
kullanılır. Dilimizde ihsan deyince bu ikinci mana anlaşılır.
Burada ise ihsan “Vazifeyi
en güzel şekilde yapmak” manasında kullanılmıştır. Hadis-i şerifte kurbanların
da en iyi şekilde kesilmesi emredilmektedir. Kurbanı en iyi şekilde kesmek; onu
kesileceği yere rahatsız etmeden götürmekle, kesmeden önce su vermekle, yere
üzmeden yatırmakla ve keserken yanında başka hayvan bulundurmamakla olur.
Hayvanı rahat ettirmekse, keserken onu yumuşak bir yere yatırmakla, kesimde
keskin bıçak kullanmakla, bıçağı hayvana süratlice çalmakla ve hayvanı kesince
hemen derisini yüzmeyip soğuğuncaya kadar beklemekle olar. Bu bakımdan, kurbanı
keserken zikredilen bu hususlara riâyet etmek müstehabtır.
1797- Hişâm
b. Zcyd b. Enes b. Mâlikten rivayet edilmiştir:
“Dedem Enes b.
Mâlik'Ie birlikte Hakem b. Eyyûb'un evine girmiştim. Bir de ne göreyim, bazı
insanlar bir tavuğu hedef dikip ona ok atıyorlar. Bunun üzerine dedem Enes b.
Mâlik:
“Resulullah (s.a.v.),
hayvanları bağlayıp hedef dikilerek öldürülmesini yasak etti” dedi.
[37]
1798-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet
edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“içinde ruh bulunan bir şeyi hedef yapmayın!”
[38]
1799- Saîd
b. Cübeyr'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Ömer,
bir tavuğu hedef dikerek ona ok atan birkaç kişinin yanına uğradı. Bunlar,
Abdullah İbn Ömer'i görünce tavuğun etrafından dağıldılar. Abdullah İbn Ömer:
“Bunu kim yaptı?
Doğrusu Resulullah (s.a.v.) bunu yapan kimseye lanet etmiştir” dedi.
[39]
1800- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
hayvanlardan birini bağlayıp hedef dikilerek öldürülmesini yasak etmiştir.”
[40]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Sabr” bîr hayvanı bağlayarak atış taliminde hedef olarak kullanmak demektir.
Hadiste herhangi bir
hayvanı bağlayarak ona atış taliminde bulunmanın yasak olduğu bildirilmektedir.
Çünkü böyle yapmak, hayvana işkencedir. Hayvana işkence ise onun telef olmasına
sebep olur. Hayvan telef olunca, eğer eti yenilen cinsten olsa da olmasa da
ondan sağlanacak menfaat kaybedilmiş olur.
Sözlükte yaklaşmak
anlamına gelen kurban, Aliah'a yaklaşmayı Allah yolunda malların feda
edilebileceğini, Allah'a teslimiyeti ve şükrü ifade eder.
Terim olarak ise;
Muayyen bir vakitte, muayyen bir hayvanı ibâdet maksadıyia usûlüne uygun olarak
kesme. Arapçada bu şekilde kesilen hayvana “Udhiyye” denilir. Udhiyye'nin
çoğulu, “Edâhî” şeklinde gelir.
Kurban, hicretin
ikinci yılında meşru kılınmıştır.
Kurban kesmenin fıkhı
açıdan değerlendirilmesi hususunda fakihler arasında görüş farklılıkla vardır.
Dinen aranan şartlan taşıyan kimselerin kurban kesmeleri, Hanefi mezhebinde
ağırlıklı görüşe ve bazı müctehid imamlara göre vacip, fakihlerin çoğunluğuna
göre ise müekked sünnettir.
Bir kimsenin kurban
kesmekle yükümlü olabilmesi için dört şart aranır:
1- müslüman
olmak.
2- Akılı ve
ergenlik çağına girmiş olmak.
3- Yolcu
olmamak, yani mukim olmak.
4- Belirli
bir malî güce sahip bulunmak.
Yalnız akıllı ve
ergenlik çağına girmiş olma şart! konusunda ihtilâf vardır. İmam A'zam Ebu
Hanîfe (ö. 150/767) ve İmam Ebû Yûsuf (ö. 182/798)'a göre kurban kesmekle mükellef
olmak için akıllı ve bulûğa ermiş olmak şartı yoktur. Zengin olan çocuk veya
delinin malından velîsi kurban keser. İmam Muhammed (ö. 189/805)'e göre ise
akıl ve bulûğa ermek şarttır.
Hanefi mezhebine göre,
kurban kesmeyi vacip kılan zenginliğin ölçüsü, zekatta ve fitır sadakasında
aranan zenginlik ölçüsüyle aynı olup kişinin borçlan ve aslî İhtiyaçları
dışında 20 miskal (=85 gr.) altına yada buna denk bir paraya veya sahip
olmasıdır.
Kurban bayramında
kesilen kurbandan ayrı olarak yine ibadet niyetiyle kesilen kurban çeşitleri
şöylece sıralanabilir: Adak kurbanı, Akîka kurbanı, Kıran ve Temettü haccı
yapan kimselerin kestikleri ve hedy verilen kurban, haçta yasakların ihlali
halinde gereken ceza ve kefaret kurbanıdır.
1801- Cündeb
b. Süfyân (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte kurban bayramında bulundum. Bayram namazını bitirip selam verir vermez
bir de ne görsün, bayram namazından önce kesilmiş kurban etini gördü. Bunun
üzerine:
“Kim bayram namazım kılmadan yada kılmamızdan önce
kurban keserse onun yerine bir başkasını daha kessin. Kim daha henüz
kesmediyse besmeleyle kessin!”
buyurdu.
[41]
1802- Berâ'
(r.a)tan rivayet edilmiştir:
“Dayım Ebu Bürde,
kurban bayramı namazından önce kurban kesmişti. Resulullah (s.a.v.):
“Bu, et koyunundan ibarettir” buyurdu. Dayım:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben de bir keçi oğlağı var” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Onu kurban et! Fakat senden başkasına yaramaz” buyurdu. Daha sonra Resulullah (s.a.v.):
“Onu kurban et! Fakat senden başkasına yaramaz” buyurdu. Daha sonra Resulullah (s.a.v.):
“Kim kurban bayramı namazından önce kurban keserse
ancak kendisi için kesmiş olur. Kim namazdan sonra keserse onun kurbanı tamam
olmuş ve müslümanların sünnetine isabet etmiş olur” buyurdu.
[42]
Açıklama:
Kurban kesme vakti,
bayram namazı kılındıktan ve bayram hutbesi okunduktan sonra girer.
1803- Berâ'
(r.a)tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Kim namazımızı kılar, kıblemize döner ve kurbanımızı
keserse kurban bayramı namazını kılmadıkça kurbanını kesmesin” buyurdu. Bunun üzerine dayım Ebu Bürde:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben bir oğlum namına kurban kestim” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Bu, senin ailen için acele yaptığın bir iştir” buyurdu. Dayım:
“Ben de bir koyun var
ki, iki koyundan daha hayırhdır” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse onu kes. Çünkü o, en lı kurbandır” buyurdu.
[43]
1804- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Kim kurban bayramı namazından önce kurban keserse
hemen iade etsin” buyurdu. Bunun
üzerine bir adam ayağa kalkıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Bugün, ete iştah duyulduğu bir gündür” dedi. Daha sonra da komşularının bir
ihtiyacından söz etti. Galiba Resulullah (s.a.v.) onun konuşmasını doğruladı.
Adam:
Ben de bir oğlak var
ki, bence iki koyun etinden daha iyidir' dedi. Resulullah (s.a.v.), bunu kurban
etmesine izin verdi.
Enes der ki:
“Bu izin, onun
dışındakilere de geçerli olup olmadığını bilemiyorum.
Resulullah (s.a.v.), iki
koçu kesmeye davranıp onları kesti, insanlar hemen bir koyuncağıza doğru kalkıp
gittiler, onu aralarında paylaştılar yada parçalara ayırdılar.”
[44]
1805- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Davarın sadece yaşına basmışını kurban edinin. Yalnız
size böylesini bulmak güç gelirse bu takdirde kuzunun toklusunu kesebilirsiniz.”
[45]
1806- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
bize Medine'de kurban bayramı günü bayram namazını kıldırdı. Daha sonra bazı
kimseler, Peygamber (s.a.v.)'in kurban kestiğini zannederek gidip kurbanlarını
kestiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) kendisinden önce kurban kesenin
kurbanını başka bir hayvanla iade etmesini ve hiçbir kimsenin Peygamber (s.a.v.)
kesmedikçe kurban kesmemesini emretti.”
[46]
1807-
Ukbe
b. Amir (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), Ukbe'ye,
sahabileri içerisinde vekaleten bölüştürmek üzere bir kurbanlık hayvanlar
vermişti. Ukbe, bunları, sahabe içerisinde bölüştürdükten sonra geriye bir keçi
oğlağı kalmıştı. Ukbe, bunu, Resulullah (s.a.v.)'e arzettiğinde Peygamber (s.a.v.),
ona:
“Onu da sen kurban et!” buyurdu.[47]
1808- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
boynuzlu alaca iki koç kurban etti. Onları kendi eliyle kesti. Besmele çekti.
Tekbir getirdi. Keserken ayağını da onların boyunlarının üzerine koydu.”
[48]
1809- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
siyah içinde yere basan, siyah içinde yatan ve siyah içinde bakan boynuzlu bir
koç getirilmesini emretti. Bunun üzerine ona, kurban etmesi için böyle bir koç
getirildi. Derken Âişe'ye:
“Ey Âişe! Bıçağı getir!” dedi. Sonra:
“Bıçağı, bir taşla keskinleştir” buyurdu. O da, Resulullah (s.a.v.)'in dediğini yaptı.
Sonra bıçağı aldı, koçu tutup yere yatırdı. Sonra da onu kesti ve:
“Bismillah, Allahümme! Tekabbul min Muhammedin ve Âl-i
Muhammedin ve min ümmeti Muhammedin Bismillah! Allah’ın! Muhammed'den, Muhammed
ümmetinden kabul eyle” dedi.
[49]
1810- Râfi
b. Hadîc (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Biz yarın düşmanla karşılacağız. Yanımızda bıçak da yok” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Hayvanı kan akıtan şeylerle boğazlarken ve üzerine
Allah'ın adı anılırken elini çabuk tut yada acele et. Boğazlama aleti, diş
yada tırnak olmamak kaydıyla kesilen hayvanın etini ye. Şimdi sana bunun
sebebini açıklayayım:
“Dişe gelince, o bir kemik olup bir şey kesmez.
Tırnağa gelince o da Haberlilerin bıçakları/kesme aletleridir” buyurdu.
Deve ve koyun yağması
ele geçirmiştik. Onlardan bir deve kaçtı. Derken bir adam onu ok atarak
durdurdu. Bunun' üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu bu develerin, vahşi hayvanların kaçışı gibi
bir kaçışı var. Onlardan bir şey size galebe çaldığında ona işte böyle yapın” buyurdu.
[50]
Açıklama:
Hayvan kesiminde asi
o'an, hayvana eziyet etmeden, acı çektirmeden kanını akıtmaktır. Bu da ancak
keskin bir alet kullanmakla mümkün oiur. Bunun için de İslam bilginlerine göre,
kesimde kullanılacak aletin gerekli yerleri kesecek ve kan akıtacak ölçüde
kesici olması yeterlidir. Eziyet verici kor bir aletle kesim yapmak mekruh
görülmüştür.
Günümüzde dünyanın
çeşitli yerlerinde kullanılan elektrik şoku, tabanca, karbondioksit gazı verme,
başına çekiç veya tokmakla vurma, omuriliğine şiş sokma gibi tekniklerle ve henüz
canlı iken boğazlanmadan öldürülen hayvanlar, öldüren müslüman ise Mâide
suresinin ayetinde yenmelerinin haram olduğu bildirilen gruba girer. Çünkü
hayvanı kesim işlemi esnasında canlı olması, ölümünün de bu kesim işlemi sonucu
meydana gelmesi gerekir.
Öldüren Ehl-i kitaptan
ise, bîr kısım fıkihçılara göre onlann dinlerinde yenen hayvanı müslümanlar da
yerler.
[51]
Boğazlamanın şartı,
kanın akıtılmasıdır. İslam Hukukçuları, hayvanı boğazlarken yemek borusu, hava
borusu ve iki taraftaki şah damarlarından nelerin kesileceği konusunda ihtilafa
düşmüşlerdir. İmam Ebu Hanîfe ile bir rivayette Ebu Yusufa göre; bu dört şeyden
üçünü kesmek yeterlidir.
Hayvan, mutlaka kanı
akıtan keskin bir aletle kesilir. Diş ve tırnakla hayvan boğazlamak caiz
değildir.
Evcil hayvanlardan
vahşileşip kaçanı ve tutulamayanı, av hükmündedir. Av, ne şekilde kesilmiş yada
vurulmuş hükmünde ise, bu da öyledir. Bu; İmam Şafiî'nin, İmam Ahmed'in ve İmam
Ebu Hanîfe'nin görüşüdür.
1811- Ebu
Ubeyd'den rivayet edilmiştir:
“Kurban bayramında Ali
b. Ebi Tâlib'Ie birlikte bulunmuştum. Hutbeden önce namaz kılmaya başlayıp:
“Doğrusu Resulullah (s.a.v.),
üç günden sonra kurbanlarımızın etlerinden yemeyi bize yasak etti” dedi.
[52]
1812-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Hiç kimse kurbanının etini üç günden fazla yemesin.”
[53]
1813-
Abdullah b. Vâkıd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
kurban etlerini üç günden sonra yemeyi yasakladı.
Abdullah b. Ebi Bekr der
ki:
“Ben bunu Amre adlı
kadına bahsettim. O da şöyle dedi:
“Abdullah İbn Vâkıd,
doğru söylemiş! Çünkü ben, Aişe'yi şöyle derken işittim:
“Resulullah (s.a.v.) zamanında bayram günü çöl
ahalisinden birçok ev halkı kurban bayramına yakın Medine'ye doğru yavaş yavaş
yürüyüp gelmişlerdi. Resulullah (s.a.v.), fakir çöl halkının geldiğini
görünce, sahabilere:
“Kurbanlarınızın etlerini üç gece biriktirin, sonra
kalanı sadaka olarak verin” buyurdu.
Ertesi yıl olunca, bazı sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
İnsanlar su tulumlarını kurbanlarından yapıyor, onların yağını eritifp
biriktiriyorlar” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Ne olmuş yani?” diye sordu. Sahabiler:
“Geçen yıl kurban
etlerinin üç günden sonra yenmesini yasak etmiştin” dediler. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Ben size bunu ancak çöl ahalisinden bir çok ev
halkının geçen sene Medine'ye yavaş yavaş gelen kimselerinden dolayı yasaklamıştım.
Artık kurban etlerinizi isterseniz yiyin, isterseniz biriktirin ve isterseniz sadaka
olarak verin” buyurdu.[54]
1814- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
Mina'da iken üç günden sonra kurban etlerinin yenmesini yasak etti. Daha sonra
da:
“Yiyin, azıklanın ve biriktirin” buyurdu.
[55]
1815- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Ey Medineliler! Kurban etlerini üç günden fazla
yemeyin” buyurdu.
Bunun üzereine
sahabiler; çoluk-çocuk, uşak ve hizmetçileri olduğundan dolayı bu durumu
Resulullah (s.a.v.)'e arz ettiler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Kurban etlerini isterseniz yiyin, isterseniz saklayın
ve isterseniz biriktiri” buyurdu.
[56]
1816- Seleme
İbnui-Ekva' (r.a)'tan rivayet edilmiştir; “Resulullah (s.a.v.):
“Sizden kim kurban keserse sakın üç günden sonra
evinde ondan bir şey olduğu halde sabahlamasın” buyurdu. Ertesi yıl olunca sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Yine geçen yıl yaptığımız gibi yapacağız?” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır! O öyle bir yıl idi ki, insanlar o yıl sıkıntı
içerisindeydi. Bundan dolayı ben de kurban etlerinin onların arasında dağılmasını
ve muhtaç sahiplerinin yararlanmasını istedim” buyurdu.
[57]
1817-
Büreyde (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ben size kabirleri ziyaret etmeyi yasaklamıştım.
Artık kabirleri ziyaret edebilirsiniz. Size kurban etlerini üç günden fazla
yemenizi yasaklamıştım. Artık dilediğiniz kadarını elinizde tutabilirsiniz.
Size deri kaplardan başka kaplarda nebiz/şıra şerbeti içmenizi yasaklamıştım.
Artık bütün kaplardan nebiz/şıra şerbeti içebilirsiniz. Fakat sarhoş edici olan
içkilerden içmeyin.”
[58]
Açıklama:
Konu ile ilgili
açıklayıcı bilgiler için 988 nolu hadisin açıklamasına bakabilirsiniz. Nebiz için
de 1913 nolu hadisin açıklamasına bakabilirsiniz. Deri kapların dışında
kapların yasaklanması ile ilgili olarak da 1915 nolu hadisin açıklamasına
bakabilirsiniz.
1818- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Fera ve Atîre diye bir şey yoktur.”
[59]
Cahiliye dönemi
Arapları, Receb ayının ilk on günü içinde kestikleri hayvandır. Araplar, bu
hayvanın kanının putların başına serperlerdi.
Açıklama:
Bazılarına göre ise,
Atîre; Arapların bir dileklerinin yerine gelmesi yada hayvanlarının sayısının
belli bir miktara ulaşması halinde her on hayvandan birisini Receb ayında
keseceklerine dair adadıkları kurbandır.
İbn Esîr'in ifadesine
göre; bu adet, İslam'ın ilk yıllarında yürürlüğkte idi, daha sonra iptal
edildi.
[60]
Fera': Devenin
doğurduğu ilk yavrudur.
İmam Şafiî'ye göre;
Araplar, anasının bereketi ve nesli çoğalsın diye bu yavruyu keserlermiş.
Bazı alimlere göre
ise, Fera; hayvanın doğurduğu ilk yavru olup Araplar bunu putlarına kurban
ederlermiş.
Her ne kadar Şâfiîler
ile Hanbeliler, iptal edilen hususlardan kaçınmak şartıyla söz konusu
kurbanlan kesmenin caiz olduğunu belirtmiş olsa bile; bir grup alim, Mâlikiler
ile Hanefilere göre Fera' ve Atîre kurbanları yasaklanmış, İslam'ın ilk
yıllarında yürürlükte iken, daha sonra bu adet bu hadisle neshedilmiştir. Çünkü
hadisi rivayet eden Ebu Hureyre'nin, hicretin 7. yılında müslüman olması tarih
İtibariyle bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.
İbn Hazm (ö. 456/1063)
da bu görüştedir. Kadı İyâz (ö. 544/1149)'da, cumhuru Ulemanın, bu kurbanlan
kesmenin nesh edildiği görüşünde olduklarını belirtmektedir.
1819- Üramü
Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Zilhicce ayının onuncu günü girdîğinda sizden birisi
kurban kesmek istediğinde kendi saçından ve derisinden hiçbir şeye dokunmasın.”
[61]
Açıklama:
Burada kurban kesme
ibadeti yapılırken mümkün olduğu kadar fıtrî ve tabiî hali muhafaza edinilmesi
gerektiği belirtilmektedir. Yine bu sırada yapılan hac fiillerinde de bu
hususlara çok önem verildiği bilinen bir gerçektir.
1820-
Ebu't-Tufeyl Âmir b. Vasile (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Ali b. Ebi Tâlib'in
yanındaydım. Ona bir kimse gelip:
“Peygamber (s.a.v.)'in
sana gizlice söylediği şey nedir?” diye sordu. Bunun üzerine Ali kızıp:
“Peygamber (s.a.v.)
hiçbirşeyi İnsanlardan gizleyerek bana gizlice bir şey söylemiştir. Peygamber (s.a.v.)
bana sadece dört söz söylemiştir” dedi. Adam: “Ey müminlerin emiri! O sözler
nelerdir?” diye sordu. Ali Peygamber (s.a.v.):
1-
Ana-babasına lanet eden kimseye Allah lanet
etsin!
2- Allah'tan başkası adına hayvan kesen kimseye Allah
lanet etsin!
3- Bid'atçi
barındıran kimseye Allah lanet etsin!
4- Yeryüzünün hudutlarını değiştirtmek suretiyle
arazileri kendi mülküne kat)an kimseye Allah lanet etsin!” buyurdu” dedi.
[62]
İçecekler kelimesi,
sözlük anlamı itibariyle; içilebilen bütün sıvı maddeleri kapsamakla birlikte,
hem dinî literatürde ve hem de örfî kullanımda, içilmesi din tarafından
yasaklanan veya dinî hükmü tartışmalı olan sarhoş edici maddelerin özel adı
olmuştur.
Fıkıh eserlerinde
genellikle bu konuya aynlmış bölüm, “el-Eşribe” başlığını taşır.
1821- Hz.
Ali (r.a)tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte bulunduğum Bedir gazası günü ben ganimetten yaşlı bir deveye nail
olmuştum. Resulullah (s.a.v.) Bedir gazasından önce bana ihtiyar bir deve
vermişti.
Bir gün bu develerimi
Ensar'dan bir kimsenin kapısının önünde çöktürdüm. Satmak için üzerlerine ızhır
otu yükleyip satmak ve böylece Fatıma'nın düğün yemeğine katkı sağlamak
istiyordum. Yanımda Kaynûka oğulları kabilesinden bir kuyumcu vardı. Ondan
Fâtıma'nın düğün daveti hususunda yardım görüyordum. Amcam Hamza b.
Abdulmuttalib de daha henüz kesin oiarak yasaklanmadığı için bu evde içki içiyordu.
Yanında da şarkı söyleyen bîr cariye vardı. Câriye:
“Ey Hamza! Semiz yaşlı
develere bak!” dedi. Hamza hemen sıçrayarak kılıcıyla onların hörgüçlerini
kesti. Böğürlerini yarıp ciğerlerinden birer parça aldı.
Hadisin ravtsi İbn
Cüreyc der ki;
“Ben, İbn Şihâb'a:
“Hörgüçlerinden de
aldı mı?” diye sordum. İbn Şihâb:
“Her iki devenin
hörgüçlerini kesti ve götürdü” dedi.
İbn Şihâb devamla der
ki: Ali dedi ki:
“Beni çileden çıkaran
bu manzaraya baktım. Bunun üzerine Allah'ın peygamberi (s.a.v.)'e
geldim.Yanında Zeyd b. Harise vardı. Durumu ona anlattım. O da, beraberinde
Zeyd olduğu halde dışarı çıktı. Onunla ben de gittim. Derken Hamza'nın yanına
girerek ona öfkelendiğini belli etti. Hamza başını kaldırıp:
“Siz benim babamın
kölelerinden/torunlarından başka bir şey misiniz?” dedi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) geri geri giderek yanlarından çıktı.
[63]
Açıklama:
İçki ancak Uhud
gazasında haram kılınmıştı.
1822- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, içkinin haram
kılındığı gün üvey babam Ebû Talha'nm evinde cemaatin içkisini dağıtıyordum.
Onların o günkü içkileri, koruk ve kuru hurmadan yapılan “Fadîh” adı verilen
içki idi. Derken bir dellal, seslenmeye başladı. Ebû Talha, bana:
“Çık da bak!” dedi.
Ben de çıktım. Bir dellâl:
“Haberiniz olsun ki, içki
haram kılınmıştır” diye sesleniyordu.
Bunun üzerine
Medine'nin sokaklarında içki sel gibi aktı. Ebû Talha, bana:
“Çık, içkileri dök!”
dedi. Ben de onları döktüm. Bu sırada insanlar yada bazı kimseler:
“Uhud günü karınlarında
içki olduğu halde filânca kimse ile filanca kimse öldürüldü. Bunların durumu
ne olacak?” dediler.
Hadisin râvisi:
“Şüpheli olan bu
cümlenin, Enes'in hadisinden olup olmadığını bilmiyorum” dedi. Bunun üzerine
Yüce Allah,
“İman edip yararlı işler yapan kimseler bundan böyle
Allah'tan korktukları, imanlarında sebat ettikleri, yararlı işler yapmaya devam
ettikleri takdirde daha önce haram olan içkiyi tatmalarından ötürü
kendilerine bir günah yoktur”
[64]
ayetini indirdi.
[65]
1823- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
kuru hurma ile renkli koruğu karıştırıp içmeyi yasakladı. Şarap haram
kılındığı gün umumiyetle Arapların şarabı bu idi.”
[66]
1824- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Yüce Allah,
içerisinde şarabı haram kıldığı ayeti indirdiğinde Medine'de kuru hurmadan
başka içilen bir içki yoktu.”
1825- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'e,
şaraptan sirke yapılır mı?” diye soruldu. O da:
“Hayır, olmaz”
buyurdu.
[67]
Açıklama:
Hadis, şaraptan sirke
yapmayı caiz görmeyen İmam Şafiî, İmam Ahmed ve çoğunluk ulemanın delilidir.
Onlara göre; şarabın içine ekmek, soğan, maya veya başka bir şey atmak
suretiyle sirke yapılan şarap temiz olmaz. Necaseti süreklidir. içine atılan
şey de pis olur. Artık bu sirke ebediyen temiz olmaz. Fakat, şarap güneşten
gölgeye yahut gölgeden güneşe nakletmek suretiyle sirke olursa temiz sayılıp
sayılmayacağı hususunda Şâfiîlerden iki görüş rivayet olmuştur. Esah kavle
göre temiz olur.
İmam A'zam ile Evzaî
ve Leys; sirke yapmakla şarabın temiz olacağı görüşündedirler.
1826- Vâil
el-Hadramî'den rivayet edilmiştir:
“Târik b. Suveyd
el-Cu'fî, Peygamber (s.a.v.)'e şarabın hükmünü sordu. 0 da bunu yasakladı yada
onu yapmasını uygun görmedi. Bunun üzerine Târik:
“Ben onu ancak ilaç için
yapıyorum” dedi. Peygamber (s.a.v.):
“O, ilaç değildir. Fakat o derttir” buyurdu.
[68]
Açıklama:
aram bir şeyle
tedavinin caiz olup olmadığı konusunda 1613 noluhadisin açıklamasına
bakabilirsiniz.
1827- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Şarap şu iki ağaçın meyvesinden yapılır:
1- Hurma.
2- Kuru üzüm.”
[69]
1828- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
kuru üzüm ile kurma hurmanın ve koruk hurma ile kuru hurmanın karıştırılmasını
yasakladı.”
[70]
Kuru üzüm, hurma, bal,
arpa, buğday vb. şeylerin suda bekletilerek onu tad-landırması yolu ile elde
edilen bir içki çeşidi. Sarhoş etsin veya etmesin aynı adla anılır. Nitekim,
nebize şarap (=hamr) dendiği gibi, üzüm suyundan elde edilen şaraba da nebiz
denmektedir.
[71]
Açıklama:
Nebiz, helâl ve haram
olmak üzere iki kısma ayrılır:
“Çoğu sarhoş eden
herşeyin azı da haramdır” genel prensibi çerçevesinde değerlendirildiğinde
hububat, meyva vb. şeylerden elde edilen sarhoş edici içkiler, İster
pişirilerek, isterse pişirilmeden imal edilsin haramdır. Bu; üzüm, buğday,
arpa, arı sütü vb. şeylerden elde edilen bütün içkiler için aynıdır. Sahabi,
Tabiîn ve sonraki âlimlerden oluşan cumhurun görüşü budur.
Âlimler bu konuda
karar verirken, Resulullah (s.a.v.)'in koymuş olduğu “Sarhoş eden her içki haramdır” hükmünden hareket etmişlerdir.
Nehâî, Şa'bî, Ebû
Hanife ve diğer bir takım Küfe ulemâsı, üzüm ve hurmadan elde edilen sarhpş
edici nebizin dışında; buğday, arpa, mısır ve bal gibi şeylerden elde edilen
nebizin sarhoş edecek kadar içildiğinde haram olduğu, daha az içildiğinde ise
haram olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Söz konusu âlimler üzümün dışında,
diğer şeylerden elde edilen nebizi, hamr şarap adıyla isimlendirmemektedirler.
Tercihe şayan olan
görüş, cumhurun görüşüdür. Çünkü Kur'an'da zikredilen “Hamr” kelimesi Arap
dilinde, üzümden elde edilen içkiye has bir terim olmayıp, hurma ve diğer şeylerden
üretilen sarhoş edici içkilerin tamamı için kullanılmaktadır. Çünkü içkiyi hamr
yasaklayan ayet indiği zaman Medine'de içkinin çoğu hurmadan elde edilmekte
idi. Abdullah İbn Ömer (r.a) söyle rivayet etmektedir.
“Resulullah (s.a.v.)
hutbeye çıktı ve şöyle dedi: İçkiyi hamr yasaklayan ayet indi. O içki ki; üzüm,
hurma, buğday, arpa ve bal olmak üzere beş şeyden imal edilmektedir. Hamr, aklı
gideren şeydir.”
[72]
İbn Hacer el-Askalânî,
müsned sahiblerinin bu hadisi merfu' hadislerden kabul ettiklerimi
bildirmektedir. Bu hadis içkiyi yasaklayan âyetin nüzul sebebine şahid olan
sahabe sözü olduğundan merfu olduğuna hükmedilmiştir. Ancak Ömer (r.a) Ashab'ın
ileri gelenlerinin de bulunduğu bir cemaate hitap ederken bu hadisi dile
getirdiği zaman, hiç kimse bunu inkâr etmemişti.
[73]
Resulullah (s.a.v.)'in
şu sözü bunu te'yid etmektedir:
“Üzümden hamr şarap vardır, hurmadan hamr vardır,
buğdaydan hamr vardır, arpadan hamr vardır.”
[74]
Bu anlamda diğer bir
çok sahih hadis bulunmaktadır ve bunların hepsinin ifade ettiği manâ, hamrın
sadece üzümden elde edilen içkiye has bir ad olmadığıdır. Ayrıca tahrim ayeti
nazil olduğu vakitte, üzümden imal edilen şarap diğerlerinin yanında gerçekten
çok azdı. Sonra, içkinin haramlığınm illeti, bütün diğer sarhoş edici İçkilerde
olduğu gibi tektir. Bu, afyon, haşhaş vb. katı uyuşturucularda da böyledir.
Nitekim Hz. Aişe (r.anhâ)'nın şöyle söylediği nakledilmektedir:
“Su ve ekmek olsa dahi sarhoş edici özelliği olan hiç
bir şey helâl değildir.”
[75]
Ashab, nebizi sarhoş
edici hal almadan önce içiyordu. Nitekim Resulullah (s.a.v.) onu içmiş ve
içilmesine izin vermişti. Onlar, hurma, kuru üzüm vb. şeyleri tatlanıncaya
kadar suda bekletiyorlardı. Resulullah (s.a.v.) köpürene kadar bunlardan
içiyordu. Fakat nebiz üç gün bekledikten sonra ondan içmezdi. Abdullah İbn
Abbâs (r.a), şöyle demiştin
Resulullah (s.a.v.)
nebiz yapar ve bundan üçüncü günün akşamına kadar içerdi. Bu zamandan sonra
kapta bir şey kaldığında onu içmez, dökerdi.[76]
Diğer bazı hadislerde de bir günden sonra içilmesine izin vermediği rivayet
edilmektedir.
Firûz (r.a)'dan şöyle
nakledilmektedir:
“Resulullah (s.a.v.)'e
gittim ve şöyle dedim:
“Ya Resulullah, Allah
Teâlâ, içkiyi haram kılan ayetini indirdi. Bizim bağlarımız var, üzümleri ne
yapalım, dedim” Resulullah;
“Kurutursun”
dedi. “Kurusunu ne yapacağım” deyince;
“Sabah ıslatır, akşam içersiniz akşam ıslatır, sabah
içersiniz” dedi. “Köpürünceye kadar
bekletebilir miyiz?” diye sorduğumda da o;
“Testilere koymayın,
tulumlara koyun, tulumlarda bekleyince sirke olur” cevabını verdi.
[77]
Açıklama:
Çoğu sarhoş eden
nebizden içen kimse, sarhoş olmayacak kadar içse bile, yine de had uygulanır.
B.k.z. Şamil İslam Ansiklopedisi, Nebiz maddesi.
Üzüm ile hurmanın yada
hurma ile hurma koruğunun bir kaba konularak sıkılmak şartıyla elde edilen
şıraya yada kuru hurma ile yaş hurmanın veya bunlardan herhangi birisiyle kuru
üzümün birlikte sulandırılıp sıkılmasıyla elde edilen şıraya “Halita” kanşirın
denir.
Alimlerden bir çoğu,
bu hadisin zahirine sarılarak sözü geçen karışımların sarhoşluk verici
olmalsalar bile yine de içilmelerinin haram olduğuna hükmetmişlerdir. Bu karışımları
içmenin haram sayılması için, sarhoşluk verici hale gelmelerini şart
koşmamışlardır. İmam Mâlik, İmam Ahmed ve Şafiî alimlerinin çoğu bu görüştedir.
Süfyan es-Sevrî ile
Ebu Hanîfe ise; bu karışımların sarhoşluk verici hale gelmeden içilmelerinden
bir sakınca görmemişlerdir. Çünkü Hanefilere göre; konumuzu teşkil eden
hadis-lerdeki söz konusu karışımların içilmesiyle ilgili yasaklar, insanların
yiyecek ve içecek bulmada zahmet çektikleri İslam'ın ilk yıllarına aittir.
Çünkü müslümanların fakirlik içerisinde yaşa Hıkları için o dönemde müslümanların,
komşusu aç yatıp kalkmakta iken kendilerinin iki ırayı bir araya getirip
karıştırmak suretiyle birden içmesi yasaklanmıştı. Daha sonra yüce Allah, müslümanları
bu darlıktan kurtardıktan sonra bu tür karışımları içmelerinde bir sakınca
kalmamıştır.
[78]
1829- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Müzeffet ile Dubba içerisinde nebiz yapılmasını yasakladı.”[79]
1830-
Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Abdulkays heyeti
Resulullah (s.a.v.)'in yanına gelmişti. Peygamber (s.a.v.), onlara:
“Size Dubba su kabağından yapılmış testiler, Hantem topraktan
yapılmış küp, Nekîr hurma kökünden ayrılan çanak ve Mukayyer içi ziftle yada
katranla cilalanmış kap denilen kapların içerisinde nebiz/şıra yapmanızı
yasaklıyorum” buyurdu.
[80]
Açıklama:
Hattâbî, bu kaplarda
şıra yapmanın yada bu kaplan şıra kabı olarak kullanmanın yasak olrnası
hakkında şöyle der:
“Bu kaplar, içlerinde
bulunan sıvıyı sıcak tuttuklarından, içinde bulunan sıvı maddeyi kısa zamanda
ekşitip onu sarhoşluk verecek hale getirebilirler. Sahibi de, o sıvının bu hale
geldiğini bilmeden ondan içip sarhoş olur. İşte bu sebeple söz konusu kapların
nebiz kabı olarak kullanılması yasaklanmış olabilir.
Bu kapların bu
maksatla kullanılmasının yasaklanması konusunda pek çok görüşler ileri
sürülmüşse de bu konuda söylenenlerin en doğrusu şudur:
Bu yasak, İslamiyetin
ilk yıllarına aittir. Daha sonra bu yasak;
“Ben sizi deri kaplardan
bir şey içmeyi yasaklanmıştım. Artık her kaptan için. Yeter ki, sarhoşluk veren
bir şeyi içmeyin.”
[81]
1831- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e,
bal şerbetinden yapılan içkinin hükmü soruldu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Sarhoşluk verici her içki haramdır” buyurdu.
[82]
Açıklama:
Hamr içki, örtme
anlamına gelen bir kökten gelir. Aklı örten yani sarhoşluk veren şey demektir.
Yalnız içkinin terim anlamı üzerinde görüş ayrılığı vardır. Diğer mezhep imamları,
içki denince, bütün sarhoşluk veren içkilerdir. İmam A'zam ise, bu kelimeyle,
üzüm suyunun kaynayan ve kaynaması artarak üzerindeki köpüğünü atan şeklini
anlamıştır. Bu görüş ayrılığı, içki kelimesinin sözlük anlamına bağlı kalmaktan
kaynaklanmaktadır.
Bir içecek maddesinde
haramlık vasfının varlığı veya yokluğu aranırken, ona takılmış olan ismi veya
yapılmış olduğu hammaddeyi göz önüne almayıp, aksine insan üzerinde bırakacağı
sarhoşluk edicilik özelliğine sahip olup olmadığına dikkat etmek gerekmektedir.
Çünkü geçmişe nazaran bugün içki türleri ve isimleri daha çoktur.
Günümüzde İmamı
A'zam'ın bu görüşü istismar edilerek;
“Arpa suyu haram
değildir, rakı haram değildir” gibi ileri sürülen sözlerin hiçbir muteber
tarafı yotur. Çünkü İmamı A'zam'ın bu konudaki görüşü, sarhoş edici içeceklerin
hepsini içine almaktadır. Bugün pazarlanan bütün alkollü içeceklerin sarhoşluk
edicilik vasfı, herkesçe bilinmektedir. Sarhoş eden her şeyin, Kur'an
[83] da,
haram edilmiş olan “Hamr” olduğu da bilinmektedir.
Resulullah (s.a.v.),
bu hadiste; haram olan içecek maddesinin ismi üzerinde durmaktan ziyade “Sarhoş
edici” vasfı üzerinde durmaktadır.
Bir şişe içilince
ancak sarhoşluk veren yani alkol miktan son derece az olan bir maddenin az
miktan dahi haramdır. Haram olma hali, içecek maddesinin insanda fiilen meydana
getireceği etkiden değilde, maddenin tabiatından gelmektedir. Tıpkı pis bir
maddenin azı da çoğu da pis olması gibi.
O halde bu meselede,
illet ile maslahatı birbirine karıştırmamak gerekmektedir. Çünkü cenab-ı Hak,
sarhoşluk verici maddeyi Mâide: 5/90-93'de haram kılmıştır. O maddelerin haram
edilişinin illeti asıl sebebi, Resulullah (s.a.v.)'in hadisleriyle tebliğ
edilmiş olan ilahi yasaklamadır. Elbette Allah, bu yasağı, insanların aklını,
sağlığını koruma maslahatına binaen koymuştur. Fakat biz, bize tanınmayan bir
ruhsatı, kendimize tanıyarak illeti yerine maslahatı koyup: “İçki sarhoş ettiği
için haramdır” ve “İçkinin sarhoş etmeyen miktan haram olmaz” diyecek olursak,
büyük bir hataya düşmüş oluruz. Hiçbir alim bunu söylememiştir.
1832- Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
beni, Muaz b. Cebel'le birlikte Yemen'e gönderdi. Ben:
“Ey Allah'ın
resulü! Memleketimizde yapılan bir içki
türü var, ona, “Mizr” denilir. Arpadan
yapılır. Bir içki türü daha var ki, ona da “Bit'u” denilir. Bu da, baldan
yapılır. Bunları içmenin hükmü nedir?” diye sordum. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Sarhoş eden her şey, haramdır” buyurdu.
[84]
Açıklama:
Bit'u ve Mizr adlı
içkilerin günümüzdeki karşılığı, bira olmaktadır.
1833- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yemen'in Ceyşan
şehrinden bir adam gelmişti. Peygamber (s.a.v.)'e, memleketlerinde içtikleri
darıdan yapılan Mizr denilen bîr içkinin hükmünü sordu. Peygamber (s.a.v.):
“Bu içki, sarhoşluk verir mi?” diye sordu. Adam:
“Evet, verir” diye
cevap verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Sarhoşluk veren her şey, haramdır. Dünyada iken
sarhoş edici içki içene ahirette “Tînetu'l-Habâl” denilen yanına esnasında
cehennem halkının bedenlerinden akan sarı sudan içirmesi, Yüce Allah'ın kendi
üzerine bir taahhüddür” buyurdu.
Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu, Tînetü'l-Habâl nedir?” diye sordular. Peygamber (s.a.v.):
1834-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sarhoşluk veren her şey, içkidir. Sarhoşluk veren her
şey, haramdır. Bir kimse dünyada içki içip ona devam ederek tevbe etmeden
ölürse, ahirette onu içemez.”[85]
Açıklama:
Hadis, sarhoşluk veren
her içkinin şarap gibi haram olduğu ifade edilmektedir. Bu ifadeden; sarhoşluk
veren içkinin haram sayılması hususunda onun, şu veya bu şekilde olması
nerekmediği, hangi halde olursa olsun ve hangi şekilde alınırsa alınsın haram
sayılması gerektiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sarhoşluk veren içkiler,
maddeleri şarap gibi pis olmasalar bile şarap gibi içilmeleri haramdır ve
içenlere had cezası uygulanır.
“Bir kimse dünyada içki içip ona devam ederek tevbe
etmeden ölürse, ahirette, onu içemez”
ifadesi iîe ilgili olarak Nevevî (ö. 676/1277) der ki: Dünyada içki içmeye
tevbe etmeden ve ona devam ederek ölen kimse, cennete girse de cennet
şarabından içemeyecektir.”
Kurtubî (ö.
671/1273)'ye göre de; hadisin zahiri, cennetteki şarabın, o kimseye ebediyen
haram olduğunu göstermektedir.
1835-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim dünyada şarap içerse ahirette ondan mahrum
bırakılır.”
[86]
1836-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
için gecenin evvelinde nebiz/şıra şerbeti yapılırdı. Resulullah (s.a.v.) bu
şıra şerbetini; sabahladığı zaman, o günün tamamında, gelecek olan gecede
ertesi günde, ertesi gecede ve daha ertesi günün ikindi vaktine kadar içip
dururdu. Bu üçüncü günde ondan bir şey kalırsa, onu da hizmetçisine içirir yada
ona bunu dökmesini emrederdi. Bunun üzerine o da dökülürdü.”
[87]
1837- Sehl
b. Sa'd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e
Araplardan bir kadın zikredilmişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), Ebu
Useyd'e, o kadına haber göndermesini emretti. Ebu Useyd, kadına haber gönderdi.
Kadın gelip Sâide oğullarının kalesindeki bir eve misafir oldu. Derken
Resulullah (s.a.v.) çıkageldi ve kadının yanına gelerek içeri girdi. Resulullah
(s.a.v.) başını aşağıya doğru eğmiş bir kadınla karşılaştı. Resulullah (s.a.v.)
kadınla konuşunca, kadın:
“Ben senden Allah'a
sığınırım” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“O halde ben de seni terk ettim” dedi. Bunun üzerine sahabiler, kadına:
“Onun kim olduğunu
biliyor musun?” dediler. Kadın:
“Hayır, bilmiyorum!”
diye cevap verdi. Sahabiler:
“Bu, Resulullah (s.a.v.)
idi. Seninle evlenmek için buraya gelmişti” dediler. Kadın:
“Ben, Resulullah'la evlenme
fırsatını kaçırdığım için bedbahtım” dedi.
Sehl der ki:
“O gün Resulullah (s.a.v.)
dönüp geldi. Hattâ kendisi ve sahabileri Sâide oğulları'nin sofasına oturdular.
Sonra Sehl'e:
“Bize su ver!”
buyur. Bunun üzerine ben de onlara şu su kadehini çıkardım ve onun içerisinde
onlara su verdim.
Ebû Hâzim der ki:
“Bunun üzerine Sehl, o
kadehi bize çıkarıp gösterdi ve biz de ondan teberrüken su içtik. Bundan sonra
Ömer b. Abdilaziz Medine valisi iken bu kadehi hediye olarak istedi. Sehl’de,
bu kadehi onu hediye etti.”
[88]
1838- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Doğrusu ben şu
kadehimle Resulullah (s.a.v.)'e;
“Bal, şıra şerbeti, su
ve süt gibi bütün içilecek şeyleri içirdim.”
[89]
1839- Ebu
Bekr es-Sıddîk (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'le
birlikte hicret sırasındaMekke'den Medine'ye doğru yola çıktığımızda bir çobana
rastlamıştık. Resulullah (s.a.v.) susamıştı. Ben, Resulullah (s.a.v.)'e biraz
süt sağıp onu Peygamber (s.a.v.)'e getirdim. O da o sütü içti. Öyle ki Resulullah'ın
susuzluğunun gitmesinden memnun kaldım.”
[90]
1840- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“İsra gecesi Peygamber
(s.a.v.)'e İlya/Kudüs'te İçi şarab ve sütle dolu iki kadeh getirildi.
Resulullah (s.a.v.) o ikisine baktı ve sütü aldı. Bunun üzerine Cebrail,
Resulullah (s.a.v.)'e:
“Seni fıtrata hidayet
buyuran Allah'a hamd olsun! Şarabı almış olsaydın ümmetin lı işlerden kötü
işlere sapardı” dedi.
[91]
1841. Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte bulunuyorduk. Su istedi. Bir adam:
“Ey Allah'ın resulü!
Sana nebi şıra şerbeti içireyim mi?” diye sordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Evet!” buyurdu.
Bunun üzerine adam
hemen koşarak çıktı. Bir müddet sonra içerisinde şıra şerbeti bulunan bir kadeh
getirdi. Resulullah (s.a.v.):
“Onu, bir bezle niye örtmedin? Onun üzerine enlemesine
bir tahta parçası koysan da olurdu”
buyurdu. Sonra da onu içti.
[92]
1842- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kapları örtün!Deriden
yapılma su tulumlarının ağızlarını bağlayın! Kapıyı kapayın Kandilleri
söndürün! Çünkü şeytan;
“Hiçbir su tulumunun
ağzını çözemez, hiçbir kapıyı açamaz ve hiçbir kabın ağzını açamaz. Eğer sizden
birisi kabının üzerine enlemesine bir tahta parçası koymaktan başka bir çare bulamazsa
o zaman Allah'ın adını Bismillahirrahmanirrahim diyerek anıp sonrada bu
belirtilenleri yapsın. Çünkü küçük fâsık/fare, ev halkı içerde iken üzerlerine
evlerini yakabilir.”
[93]
1843- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Gece karanlığı olduğu zaman yada akşam vaktine girdiğiniz
zaman çocuklarınızı dışarı çıkmaktan men edin. Çünkü şeytanlar, o zaman etrafa
dağılırlar. Geceden bir saat geçince dışardaki çocuklarınızı evlerinize koyun.
Allah'ın ismini anarak Bismillahirrahmanirrahim diyerek kapıları kapatın.
Çünkü şeytanlar, kapalı kapılan açamazlar. Yine Allah'ın ismini anarak Bismillahirrahmanirrahim
diyerek kırbalarınızın ağızlarını bağlayın. Yine Allah'ın ismini anarak Bismillahirrahmanirrahim
diyerek üzerlerine enlemesine bir şey koymak suretiyle de olsa kaplarınızın
ağızlarını örtün. Kandillerinizi söndürün.”
[94]
1844- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Medine'de gece vakti
sahibinin ikamet ettiği bir ev yandı. Yangın felaketine uğrayan ev halkının
durumu Resulullah (s.a.v.)'e anlatılınca Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu bu ateş, sizin için ancak bir düşmandır.
Dolayısıyla uyumak istediğiniz zaman ateşi söndürün” buyurdu.
[95]
1845-
Huzeyfe (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'Ie
birlikte bir yemekte bulunduğumuz sırada Resulullah (s.a.v.) başlayıp elini
yemeğe uzatmadıkça biz de ellerimizi yemeğe sürmezdik. Bir defa onunla birlikte
bir yemekte hazır bulunduk. Derken bir cariye/kız geldi. Bu cariye/kız sanki
yemeğe doğru itiliyor gibiydi. Hini yemeğe uzatmaya çalıştı. Resulullah (s.a.v.)
hemen onun elini tuttu. Sonra bir çöl bedevisi geldi. Sanki o da yemeğe doğru itiliyor
gibiydi. Resulullah (s.a.v.) onun da elini tuttu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu şeytan, üzerine Allah'ın ismi anılmaksızın
yemek yemeyi helal sayar. O, bu cariyeyi/kızı, besmelesiz yemek yemeyi helal
itikat ettirmek için getirmişti. Bundan dolayı onun elini tuttum. Daha sonra
çöl bedevisini besmelesiz yemek yemeyi helal itikat ettirmek için getirdi.
Bundan dolayı onun da elini tuttum. Nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin
ederim ki, şeytanın eli, cariyenin/kızın eliyle beraber benîm elimin içinde
olmuştur” buyurdu.[96]
1846- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, o, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle
buyurduğunu işitmiştir:
“Bir adam evine girerken Besmele çekerek girerse ve
yemek yerken de Besmele çekerek yerse, şeytan arkadaşlarına:
“Burada sizin için geceleme imkânı da yok, akşam
yemeği de yok” der.
Eğer adam evine girerken Allah'ı anmadan girerse
şeytan arkadaşlarına:
“Burada geceleme imkânına kavuştunuz” der.
Eğer yemeği yerken de Allah'ın adını anmamışsa şeytan arkadaşlarına:
“Burada geceleme ve akşam yemeği yeme imkânına
kavuştunuz” der.
[97]
Açıklama:
Bu hadiste,
şeytanların Besmelesiz girilen eve girmeye muvaffak oldukları, Besmeleyle
girilen eve ise girmeye muvaffak olamadıkları, aynı şekilde Besmelesiz yenen
yemeğe onların da ortak oldukları, Besmeleyle yenen yemeğe ise asla ortak
olamadıkları ifade edilmektedir,
Her ne kadar burada
sadece evlere Besmeleyle girmek ve yemeğe Besmeleyle başlamaktan bahsedilmekle
yetinilmİşse de aslında Besmele çekmek sadece bu iki fiile mahsus değildir.
Bütün fiillerin başında Besmele çekmek sünnem müekkededir.
1847- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sol elle yemek yemeyin. Çünkü şeytan sol eliyle yemek
yer.”
[98]
1848-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi yemek yediği zaman sağ eliyle yesin.
Bir şey içtiği zaman da sağ eliyle içsin. Çünkü şeytan, sol eliyle yer ve sol
eliyle içer.”
[99]
1849- Seleme
İbnu'1-Ekva' (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir kimse, Resulullah
(s.a.v.'v)'in yanında sol eliyle yemek yemişti. Resulullah (s.a.v.), ona:
“Sağ elinle yemek ye!” buyurdu. Adam:
“Ben sağ elimle yemek
yemeye güç yetiremiyorum” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Güç yetiremeyesin!” diye beddua etti.
O kimsenin sağ eliyle
yemesini ancak kibir engel olmuştur.
Hadisin ravisi:
“Bunun üzerine o adam,
bir daha elini ağzına kaldıramadı” dedi.
[100]
1850- Ömer
b. Ebi Seleme (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben Resulullah (s.a.v.)'in
terbiyesi altında bulunyordum. Yemek yerken elim yemek kabının her tarafına
dolaşırdı. Resulullah (s.a.v.), bana:
“Ey oğul! Allah'ın adını an/besmele çek, sağ elinle
yemek ye ve yemeğini sana yakın olan taraftan ye!” buyurdu.
[101]
Açıklama:
Ömer b. Ebi Seleme,
Peygamber (s.a.v.)'in hanımlanndan Ummü Seleme'nin oğludur. Babası, Ebu Seleme'dir.
Ebu Seleme vefat edince Resulullah (s.a.v.) Ummü Seleme'yle evlenmiştir. Bu
suretle Ömer, Resulullah (s.a.v.)'in üvey oğlu olmaktadır.
1851- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
su tulumunu/kabını çevirip ağız kısmından su içmeyi yasakladı.”
[102]
1852- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
ayakta su içmeyi men etti.”
[103]
1853- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah fs.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sakın sizden birisi ayakta su içmesin. Kim unutarak ayakta
su içerse derhal kussun.”
[104]
Açıklama:
Ayakta su ve benzeri
bir şey içmenin hükmü konusunda üç görüş ortaya çıkmıştır:
1- Bu
hadisler, ayakta su ve benzeri bir şey içmenin yasak olduğuna delalet eder. Hattâbî,
İbn Battal ve İbn Hacer gibi alimlere göre; bu yasaklılık, tenzihen mekruh
oiarak kabul edilmiştir.
2- Bu konuda
ayakta su içmenin caiz olduğuna hadislerin olması hasebiyle
[105]
bazı alimler, ayakta su içmenin caiz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bunlar, bu
konudaki hadisleri daha kuvvetli gördükleri için bu hadislerle amel
etmişlerdir. Bunlara göre, bir mazeret olmasa bile ayakta su içmekte bir
mekruhluk yoktur.
3- Diğer bir
kısım alimlere göre ise ayakta su içmenin caiz olduğuna dair hadisler, diğer
hadislerin hükmünü yürürlükten kaldırmıştır. Bunlar, ayrıca görüşlerine; dört
halife
[106] sahabiler ile tabiilerin
çoğunun uygulamasının ayakta su içmiş olmalarını delil göstermişlerdir.
[107]
1854-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Resulullah (s.a.v.)'e
zemzem sundum. O da ayakta olduğu halde onu içti.”
[108]
1855- Ebu
Katâde (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) su
kabının içine solumayı yasakladı.”
[109]
1856- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
kabtan/bardaktan su içerken üç defa nefes alırdı.”
[110]
Açıklama:
Su kabının içerisine
solumanın yasak olması ve su içmenin adabı ile ilgili olarak 194 nolun hadisin
açıklamasına bakabilirsiniz.
1857- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
evimizde bize ziyarete gelmişti. Derken su istedi. Biz de onun için bir koyunun
sütünü sağdık. Sonra bu süte, şu kuyunun suyundan katıp böylece bunu Resulullah
(s.a.v.)'e verdim. Resulullah (s.a.v.) sütü içti. Ebû Bekr solunda, Ömer
karşısında, bir bedevi de sağında bulunuyordu. Resulullah (s.a.v.) içmesini
bitirdikten sonra, Ömer kendisine Ebû Bekr'i göstererek:
“İşte Ebû Bekr, ey
Allah'ın resulü!” dedi. Fakat Resulullah (s.a.v.) artan sütü sağ tarafında
bulunan bedeviye verdi. Ebû Bekr ile Ömer'e vermedi. Resulullah (s.a.v.):
“Sağdakiler, sağdakiler, sağdakiler!” buyurdu. Enes:
“Şu halde bu sünnettir;
şu halde bu sünnettir; şu halde bu sünnettir!” dedi.
1858- Sehl
b. Sa'd es-Sâidî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e
içecek bir şey getirildi. Resulullah (s.a.v.), bundan bir miktar içti. Sağ
tarafında bir genç, sol tarafında ise bir takım yaşlı kimseler vardı.
Resulullah (s.a.v.), o gence:
“Bardakta kalan miktarı bu yaşlı kimselere vermem için
bana izin veriyor musun?” diye
sordu. Genç:
“Hayır, vallahi,
senden gelen nasibime hiçbir kimseyi tercih edemem” diye cevap verdi.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) bardağı o gencin eline koydu.
[111]
1859-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi yemek yediği zaman elini yalamadıkça
veya yalatmadıkça onu silmesin.”
[112]
1860- Ka'b
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
üç parmakla yemek yerdi. Yemeği bitirdiğinde parmaklarını yalardı.”
[113]
1861- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)'i:
“Şeytan herhalükarda sizden birisinin yanına gelir.
Hatta yemek yediği sırada da kişinin yanına gelir. Dolayısıyla sizden birisinin
lokması yere düşerse hemen ondaki bulaşığı gidersin, sonra da onu yesin. Onu
şeytana bırakmasın. Yemeği bitrdiği zaman parmaklarını yalasın. Çünkü yemek
yiyen kimse, bereketin, yemeğinin hangi kısmında olduğunu bilemez” buyururken işittim.
[114]
1862- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi yemek yediği zaman parmaklarım yalasın.
Çünkü bereketin, bunların hangisinde olduğunu bilemez.”
[115]
Açıklama:
Peygamberimiz
zamanında yemek yeme tarzı ve âdab: ile zamanımızın yemek yeme şekil ve âdabı biribirinden
farklıdır. Yemek levazımı ve teferruatına ait içtimai görenekleri birbirleri
ile ölçülemiyecek derecede değişiktir. Peygamberimizin sahâbîleri, ateşte
pişmiş yemek yüzü pek az görürlerdi. Pek çok vakitleri arpa kavutu, hurma, süt
gibi ele bulaşmıyan şeylerle gıdalanırlardı. Yanlarında mendilleri ve silecek
bezleri de bulunmazdı. Bu derece yokluk ve yoksulluk içinde yaşıyan, harb ve
cihâd meydanlarında sudan mahrum bulunan bir cemiyet fertleri, arasıra
yedikleri bir et yemeğinin parmaklarındaki bulaşığını ne ile giderebilirlerdi?
Elbette ya kendisi yalayarak yahut devesine yalatarak izâle edecekti. Arkasına
giydiği ihramına sürecek değildi. İşte Rasûlullah harb ve gaza meydanlarında
arasıra sıcak yemek yüzü gören gazilere bulaşık parmaklarını ihramlarına
dokundurmadan iyice yalamalarını tavsiye etmiştir.
Bizim de Türkçemizde “Bal
tutan parmağını yalar” diye bir atasözümüz vardır. Bal tutan .parmağın
yalanması ayıblanmayip da iyice temizlenmiş olan bir elin yemek yenen parmaklarını
yalamak o devrin içtimaî hayat ve zaruretleri üzerine yalanması neden çirkin
görülsün? Bunun bu devirlerde hoş görülmemesi yukarıda işaret ettiğimiz yaşama
tarzlarının farklı olmasındandır. Yoksa zarurete dayalı içtimaî bir hakikat
olması böyle bir ayıblamaya müsait değildir.
Şu da hatırdan
çıkarılmamalıdır ki, normal zamanlarda riâyet olunan îslâm yemek âdabı,
yemeğin hem önünde, hem de sonunda ellerin iyice yıkanıp temizlenmesi esâsıdır.
Sonra bu temizlik yalnız ellere inhisar etmeyip dişten tırnağa kadar bütün vücûdun
tertemiz tutulması ve namazlar vesilesi ile günde beş defa muayyen uzuvların
yıkanıb temizlenmesi esasen zamanlar geçse de eskimeyecek en ulvî temizlik ve
medeniyet örnekleridir.
Netice olarak deriz
ki; bu derece ileri bir temizlikten sonra zaruretlerden dolayı tertemiz
parmaklarla yemek yenince o parmaklan yalamakta sıhhat ve âdâb noktasından bir
sakınca görülmemelidir. Çünkü o parmakdaki artık da yenilen yemekten bir
parçadır. Kaldı ki insanlığın büyük kısmı bu gün dahi Peygamber devrindeki
sâde maişet seviyesinden de aşağıda ve hatta zaman zaman açlık tehlikeleri ile
karşı karşıyadır. Bu sebeble yüce Peygamber'in düşen lokmayı alıp temizleyerek
yemek, çanağın dibinde kalan artığı sıyırmak, parmaklardaki artığı yalamak gibi
tavsiyeleri son derece önemli ve hiçbir zaman değerini kaybetmeyecek öğütlerdir.
Bu öğütlerin azametini İnsanlık ailesinde müreffeh ve her türlü imkânlar ve
nimetier içinde kibirli bir hayat süren sınırlı zümreler hakkıyla göremezler.
[116]
1863- Ebu
Mes'ud el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ensar'dan Ebû Şuayb
adında bir adam vardı. Bu kimsenin, kasap bir kölesi vardı. Ebû Şuayb,
Resulullah (s.a.v.)'i görerek yüzünden aç olduğunu anladı ve kölesine:
“Vah sana! Bize beş
kişilik yemek yap, çünkü ben beş kişinin beşincisi olarak Peygamber (s.a.v.)'i
davet etmek istiyorum” dedi.
“O da yemeği yaptı.
Sonra Peygamber (s.a.v.)'e gelip beş kişinin beşincisi olarak onu yemeğe davet etti.
Derken bunların arkasına altıncı bir adam takılıp geldi. Peygamber (s.a.v.),
davat etti olduğu kapıya vardığında, ev sahibine:
“Bu kimse, bizim arkamıza takılıp geldi. İstersen ona
izin ver, dilersen dönüp gitsin”
buyurdu. Ebû Şuayb:
“Hayır! Bilâkis ona
izin veriyorum, ey Allah'ın resulü!” dedi.
[117]
Açıklama:
Bir topluluğu yemeğe
davet edecek olan kimse, onlara yetecek kadar yemek hazırlamalıdır.
“Bir kişiye hazırlanan yemek ikiye de yeter” hadisiyle istidlal ederek işi kısadan tutmamalıdır.
Zaten misafir hakkında cömert davranmak gerekir. Çünkü çağrılmayan bir kimse de
gelebilir.
Ayrıca bir yere
gitmekte olan topluluğun arkasına takılarak onlarla beraber gitmekte sakınca
yoktur. Zira yasak olsaydı Peygamber (s.a.v.) o kimsenin gelmesine izin
vermezdi. Yasak olan davet, sahibinin İzni olmaksızın içeri girmesidir.
Çağnlmadan gelen
misafiri davet edilenler geri çevirmemelidirler. Çünkü ev sahibinin onu da
kabul etme olasılığı vardır. Böylesi için davetliler, ev sahibinden izin
istemelidirler.
1864- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
güzel çorba pişiren İranlı bir komşusu vardı. Bu kimse, bir gün Resulullah (s.a.v.)'e
de yemek hazırladı. Sonra gidip Resulullah (s.a.v.) yemeğe davet etti.
Peygamber (s.a.v.), komşusuna Aişe'yi kast ederek:
“Bu da davetli mi?” diye sordu. Komşusu:
“Hayır!” diye cevap
verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), komşusuna:
“Öyleyse ben de gelemem!” diye cevap verdi.
Daha sonra bu komşusu,
tekrar Resulullah (s.a.v.)'i yemeğe davet etmeye geldi. Resulüliah (s.a.v.)
yine Aişe'yi kast ederek:
“Bunu da davet ediyor musun?” diye sordu. Adam:
“Hayır!” diye cevap
verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse ben de gidemem!” dedi.
Sonra bu komşusu
tekrar dönerek Resulullah (s.a.v.)'i yemeğe davet etti. Resulullah (s.a.v.)
yine Aişe'yi kastederek:
“Bunu da davet ediyor musun?” diye sordu. Adam üçüncü defa da:
“Evet, davetlidir!”
diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.) ile Âişe, birlikte kalkıp birbiri ardınca o komşusunun evine
geldiler.
[118]
1865- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
bîr gün yada bir gece dışarı çıkmıştı. Derken Ebu Bekir ile Ömer'e rastladı.
Onlara:
“Sizi bu saatte evlerinizden çıkaran şey nedir?” diye sordu. Onlar:
“Açlık, ey Allah'ın
resulü!” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Ben de öyleyim. Nefsim elinde olan Allah'a yemin
ederim ki, beni de sizi çıkaran şey çıkarmıştır. Kalkın” buyurdu.
Bunun üzerine onlar,
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte kalktılar. Resulullah (s.a.v.), Ensar'dan bir
kimsenin evine geldi. Bu adam, o sırada evde yoktu. Bu adamın hanımı,
Resulullah (s.a.v.)'i görünce:
“Hoş geldiniz, safa
geldiniz!” dedi. Resulullah (s.a.v.)'de ona:
“Filânca nerede?” diye sordu. Kadın:
“Bize içmek için su
getirmeye gitti” dedi. O sırada Ensâr'li kimse çıkageldi. Resulullah (s.a.v.)
ile iki arkadaşını gördü. Sonra:
“Allah'a hamd olsun, bugün benden missfirleri daha
şerefli olan hiç kimse yoktur” dedi.
Bunun üzerine bu kimse, hemen giderek onlara üzerinde henüz alacası düşmüş
koruk hurma, taze hurma ve olgun hurmalar bulunan bir hurma dalı getirdi.
Onlara:
“Bunlardan yiyin!” deyip
bıçağı aldı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), ona:
“Sakın sağmal koyuna dokunma!” buyurdu. Fakat bu kimse, onu, onlar için kesti. Bunun
üzerine misafirler; hem koyundan, hem o hurma dalından yediler, adamın
getirdiği sudan da içtiler.
Yemeğe doyup suya
kandıkları zaman Resulullah (s.a.v.) Ebû Bekr ile Ömer'e hitaben:
“Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, kıyamet
günü bu nimetlerden mutlaka sorulacaksınız. Sizleri evinizden ancak açlık
çıkarmıştı. Sonra sizler, şu nimetlere kavuşmadan dönmediniz” buyurdu.
[119]
1866- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hendek kazıldığı
zaman Resulullah (s.a.v.)'de şiddetli bir açlık gördüm. Hemen hanımıma dönüp
ona:
“Yanında yiyecek bir
şey var mı? Çünkü ben Resulullah (s.a.v.)'de şiddetli bir açlık gördüm” dedim.
“Bana içinde bir ölçek
arpa bulunan deriden bir dağarcık çıkardı. Bir de evimizde beslediğimiz
kuzucuğumuz vardı. Ben onu kestim. Hanımım da, arpayı el değirmeninde öğüttü.
Ben kuzuyla ilgili işi bitirirken o da arpayla ilgili işini bitirdi. Kuzuyu
parça parça edip bir çömleğin içerisine koydum. Sonra Resulullah (s.a.v.)'in yanına
dönmek üzereydim. Evden ayrılırken hanımım, bana:
“Sakın beni Resulullah
(s.a.v.) ile beraberindekilere karşı rezil etme!” diye tenbih etti.
Ben Resulullah (s.a.v.)'le
gizlice konuşup:
“Ey Allah'ın resulü!
Biz, kendimize ait bir kuzucuğumuzu kestik. Hanımım da evimizde bulunan bir
ölçek arpayı öğüttü. Dolayısıyla beraberindeki bir grup İnsanla birlikte yemeğe
buyur gel!” dedim.Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) yüksek bir sesle:
“Ey hendek ahalisi! Câbir sizin için yemek daveti
düzenlemiştir. Sizleri yemeğe davet ediyor!” dedi. Bana da:
“Ben evinize gelinceye kadar sakın çömleğinizi ateşten
indirmeyin! Hamurunuzdan da ekmek yapmayın!” diye tenbih etti. Derhal eve geldim. Resulullah (s.a.v.)'de
insanlardan önce geldi. Hanımımın yanına vardım. Bana:
“Seni gidi seni!” dedi. Ben de:
“Bana söylediğini
yaptım” dedim.
Hanımım, Peygamber (s.a.v.)'e
hamurumuzu çıkardı. Resulullah (s.a.v.) hamurun içerisine bereketlenmesi için
tükürdü ve bereket duası yaptı. Sonra çömleğimizin yanına gelip ona da tükürdü
ve bereket duası yaptı. Sonra hanımıma:
“Bir ekmekçi kadın
çağır da seninle birlikte ekmek yapsın. Çömleğinizden de kepçe kepçe al, sakın
çömleği yere indirme!” diye tenbih etti.
Allah'a yemin ederim
ki, gelenler bin kişi oldukları halde yemekten hep yediler, nihayet dönüp
gittiler. Çömleğimiz halen olduğu gibi kaynamakta, hamurumuz ise yada Dehhâk'ın
dediği gibi halen olduğu gibi ekmek yapılmakta idi.
[120]
1867- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Ebû Taiha, eşi Ümmü Süleym'e;
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'in
sesini zayıf işittim. Onda açlık olduğunu biliyorum. Yanında yiyecek bir şey
var mı?” diye sordum. Ümmü Süleym:
“Evet!” deyip arpa
yapılmış birkaç ekmek parçası çıkardı. Sonra kendisine ait başörtüsünü alıp
ekmeği onun bir kısmına sardı. Sonra onu elbisemin altına gizledi. Örtünün
kısmıyla da beni sardı. Sonra beni Resulullah (s.a.v.)'e gönderdi.
Enes der ki:
“Ben ekmeği Resulullah
(s.a.v.)'e götürdüm. Resulullah (s.a.v.) mescitte otururken buldum.
Beraberinde insanlar vardı. Yanlarına varıp ayakta dikildim. Resulullah (s.a.v.):
“Seni Ebû Talha mı gönderdi?” diye sordu. Ben de:
“Evet” dedim. Resulullah
(s.a.v.):
“Yemek için mi?” dedi. Ben de:
“Evet” diye cevap
verdim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) beraberindekilere:
“Kalkın!” deyip
sonra da yürüdü. Ben de önlerinde yürüdüm. Üvey babam Ebû Talha'ya gelerek
durumu ona haber verdim, Ebû Talha:
“Ey Ümmü Süleym!
Resulullah (s.a.v.) insanlar birlikte geldi. Halbuki bizde onları doyuracak bir
şey yoktur” dedi. Ümmü Süleym:
“Allah ve Resulü daha
iyi bilir' diye cevâp verdi. Derken Ebû Talha gidip Resulullah (s.a.v.)'e
kavuştur. Resulullah (s.a.v.), Ebu Talha'yla birlikte geldi ve ikisi içeriye
girdiler. Daha sonra Resulullah (s.a.v.):
“Ey Ümmü Süleym! Yanında neyin varsa getir!” dedi. Bunun üzerine Ümmü Süleym, Arpadan yapılmış
ekmek parçalarını getirdi. Resulullah (s.a.v.) emretti. Ekmekler, parmakla
küçük küçük parçalara bölündü. Ümmü Süleym, onların üzerlerine yağ tulumundan
biraz yağ sıktı" ve onu karıştırıp katık yaptı. Sonra Resulullah (s.a.v.),
bu ekmek hakkında Allah ne dilediyse onu söyledi. Sonra da Ebu Talha'ya:
“On kişiye izin ver!” dedi. Ebû Talha da on kişiye izin verdi. Onlar
doyuncaya kadar yemek yediler, sonra da dışarı çıktılar. Sonra tekrar:
“On kişiye daha izin ver!” buyurdu. Ebu Talha, onlara da izin verdi. Onlar da
doyuncaya kadar yediler, sonra da dışarı çıktılar. Sonra Ebu Talha'ya yine:
“On kişiye daha izin ver!” buyurdu. Böylece cemâatin hepsi yemekten yediler ve
doydular. Bu topluluk, yetmiş yada seksen kişi idi.
[121]
1868- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir terzi,
hazırladığı bir yemeğe Resulullah (s.a.v.)'i davet etti.
Enes b. Mâlik der ki:
“Bu yemeğe, Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte ben de gittim. Ev sahibi, Resulullah (s.a.v.)'e bir miktar
arpa ekmeği ve içerisinde kabak ve et parçalan bulunan bir çorba takdim etti.
Ben, Resulullah (s.a.v.)'i, yemek kabının etrafından kabak araştırdığını
gördüm. Artık o günden sonra kabağı sevmeye devam ettim.”
[122]
1869-
Abdullah
b. Busr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), babamın
yanına konuk oldu. Biz de ona, bir yemek ve çekirdiği çıkarılmış hurmayı sade
yağ ve yoğurt kurusuna gereği gibi katıp karıştırmak suretiyle, bazen de sevik
ilave etmek suretiyle yapılan vatbe yemeği takdim ettik. Resulullah (s.a.v.)'de,
bunları yedi. Sonra Resulullah (s.a.v.)'e bir miktar hurma getirildi, Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.) hurmayı yiyor, çekirdeklerini de şehadet parmağı
ile orta parmağı bir yere getirerek iki parmak arasına koyuyordu.
Sonra Resulullah (s.a.v.)'e
içecek bir şey getirildi. Resulullah (s.a.v.) onu da içtikten sonra artanını
sağındaki kimseye uzattı. Daha sonra babam, Resulullah (s.a.v.)'e binek
hayvanının dizgininden tutup:
Bizim için Allah'a dua
et!' dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allahümme Bârîk lehum fî mâ razaktehum, ve'ğfir lehum
ve'rhamhum” Altahım! Kendilerine ihsan ettiğin nztklan onlar için mübarek kıl.
Onlar için mağfiret ve kendilerine merhamet eyle!” diye dua etti.
[123]
1870-
Abdullah b. Ca'fcr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'i,
sal atalığı/acuru olgunlaşmamış hurmayla yerken gördüm.”[124]
1871- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'i,
dizlerini dikerek oturmuş hurma yerken gördüm.”
[125]
1872- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e,
kuru hurma getirilmişti. Peygamber (s.a.v.) çömelmiş olduğu halde onu
paylaştırmaya başladı. Bir yandan da başka bir iş oradan ayrılacağı için acele
ondan gitmek ister bir vaziyette çabucak yiyordu.”
[126]
1873-
Abullah İbn Ömer (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.), toplu
halde yemek yerken sofrada bulunan yemek arkadaşlarının izin vermeleri müstesna
iki hurmayı biri eştirerek yemeyî yasakladı.”
[127]
Açıkalama:
Alimler, bu hadisteki
iki hurmayı birden yemekle ilgili yasağın hükmü konusunda görüş ayrılığına
düşmüştür. Bazıları bu yasağın haram ifade ettiğini ileri sürerken, bazıları da
mekfuh olduğunu, bazıları da bu yasağa uymanın adabtan olduğunu ileri
sürmüşlerdir.
Hattâbî (ö. 388/998),
hurmayı yada başka bir şeyi ikişer ikişer yemenin yasaklanmasının,
İslamiyet'in ilk dönemlerinde yiyecek sıkıntısı çekildiği dönemlere ait
olduğunu, bugün bu sıkıntının söz konusu olmadığı için yasağın da yürürlükten
kalktığını söylemiştir.
Nevevî (ö.
676/1277)'de, Hattâbî (ö. 388/998)'nin bu görüşünü red ederek bu yasakla ilgili
hükmün, duruma göre değiştiğini ileri sürmüştür.
1874- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Ey Âişe! içinde hurma bulunmayan bir ev halkı
açtırlar. Ey Âişe! içinde hurma bulunmayan bir ev halkı açtırlar yada
acıkmıştır” buyurdu.
Resulullah (s.a.v.) bu
sözü iki defa yada üç defa tekrarladı.[128]
1875- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim sabahladığı zaman aç karnına Medine'nin iki
taşlığı arasında bulunan Acve hurmasından yedi hurma yerse, akşamlaymcaya
kadar ona zehir zarar vermez.”
[129]
1876- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Medine'nin “Aliye” denilen yüksek yerlerinde yetişen
Acve hurmasında, şifa vardır yada o, sabahın ilk vaktinde panzehirdir.”
[130]
Açıklama:
Hattâbî'ye göre; Acve
hurmasının panzehire ve sihire karşı koruyucu olmasının sebebi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
Medine hurması için yaptığı duanın bereketinden ileri gelmektedir. Yoksa
hurmanın özelliği sebebiyle değil.
1877- Saîd
b. Zeyd (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)'i:
“Doluman adlı mantar,
kudret helvası gibi Allah'ın külfetsiz nimetleri türünden bir rızıktır. Suyu
da, göz için bir şifadır.”
[131]
1878- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'le
birlikte Merru'z-Zahran'daydık. Misvak ağacının olgunlaşmış yemişlerini
topluyorduk. Peygamber (s.a.v.), bize:
“Onun siyah olanını toplayın!” buyurdu. Biz de:
“Ey Allah'ın resulü!
Galiba koyun çobanlığı yapmışsın” dedik. Peygamber (s.a.v.):
“Evet. Her peygamber muhakkak koyun çobanlığı
yapmıştır yada buna benzer bir şey söyledi.”
[132]
1879- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamberşöyle buyurmaktadır:
“Sirke, ne güzel bir katıktır.”
[133]
1880- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
kendi ev halkına yiyecek olup olmadığını sordu. Onlar da:
“Yanımızda sirkeden
başka bir şey yotur” dediler.
Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.) sirkenin getirilmesini istedi. Daha sonra da:
“Sirke ne güzel katıktır, sirke ne güzel katıktır” diyerek onu ekmekle birlikte yemeye başladı.
[134]
1881- Ebu
Eyyûb el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e
bir yiyecek getirildiği zaman ondan yer, fazlasını da bana gönderirdi. Bir gün
bana bir artık yemek göndermişti ki ondan hiç yememişti. Çünkü içerisinde
sarımsak vardı. Ona:
“Bu sarımsağı yemek,
haram mıdır?” diye sordum. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır. Fakat ben kokusundan dolayı ondan
hoşlanmıyorum” buyurdu. Bunun üzerine
Ebu Eyyûb:
“Öyleyse senin
hoşlanmadığın şeyden ben de hoşlanmıyorum” dedi.
[135]
1882- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam Resulullah (s.a.v.)'e
gelip ona:
Ben açlıktan dolayı
dermansız kaldım, dolayısıyla ihtiyaç sahibi bir kimseyim!” dedi. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.) kadınlarından birine evde yiyecek olup olmadığını
sormak için haber gönderdi. O da:
“Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin olsun ki,
evimde sudan başka bir şey yok” dedi.
Sonra başka bir hanımına haber yolladı. O da, bunun gibi söyledi. Hattâ bütün
hanımları:
“Hayır! Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin olsun
ki, evimde sudan başka bir şey yok”
diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bu kimseyi bu gece kim misafir edecek? Allah ona
rahmet eylesin!” buyurdu. Bunun
üzerine Ensar'dan bir kimse ayağa kalkıp:
“Ben, ey Allah'ın
resulü!” dedi. Sonra da bu adamı alıp evine götürdü. Hanımına:
“Yanında yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Kadın:
“Hayır! Sadece
çocuklarımın yiyeceği var” dedi. Adam:
“Sen, onları bir şeyle
oyala! Misafirimiz içeriye girdiği zaman kandili söndür ve ona biz de yermişiz
gibi göster. O yemeğe eğildiğinde sen hemen kandile kalk ve onu söndür” dedi.
Böylece oturdular ve
misafir yemeğini yedi. Sabah olup da ev sahibi Peygamber (s.a.v.)'in yanına
vardı. Resulullah (s.a.v.), ona;
“Bu akşam, karı-koca her ikinizin misafirinize
yaptığınız muamele Allah çok hoşuna gitmiştir” buyurdu.
[136]
1883- Mıkdâd
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben ve iki arkadaşım
yoldan geldik. Açlıktan gözlerimiz görmez ve kulaklarımız işitmez olmuş halde
İdi. Kendimizi, Resulullah (s.a.v.)'in sahabilerîne arzetmeye başladık. Fakat
onlardan hiç biri bizi misafir kabul etmiyordu. Derken Peygamber (s.a.v.)'e
geldik. Durumumuzu ona anlattık. Bunun üzerine bizi ailesinin yanına götürdü.
Orada üç tane dişi keçi gördük. Peygamber (s.a.v.):
“Şu sütü aramızda paylaşmak üzere sağın” buyurdu. Bunun üzerine keçinin sütünü sağıyor ve her
birimiz kendi payını içiyordu. Peygamber (s.a.v.)'e de payını ayırıyorduk.
Resulullah (s.a.v.)
geceleyin gelip öyle bir selâm verirdi ki, uyayanı uyandırmaz ve uyanık olana
işittirirdi. Sonra mescide gelir, namaz kılar. Sonra sütünün başına gelip
içerdi. Derken bir gece kendi payım olan sütü içmiş olduğum halde şeytan bana
gelip:
“Muhammed, Ensâr'ın
yanına gider, onlar da ona yiyecek hediye verirler, onların yanında pay sahibi
oluyor, dolayısıyla onun şu bir yudum süte ihtiyacı yoktur!” diye telkinde
bulundu.
Bunun üzerine sütün
başına gelip onu içtim. Karnıma yerleştiği ve onu çıkarmaya bir çare olmadığını
anladığım zaman şeytan bana pişmanlık verdi ve:
“Yazık sana! Ne yaptın
sen! Muhammed’in sütünü mü içtin? Bir gelir de onu bulamaz ve sana beddua
ederse helak olursun, dünyan da, âhiretin de heba olup gider” diye vesvese
verdi.
Üzerimde bir peştemal
vardı. Onu ayaklarıma koyarsam başım meydana çıkar; başıma koyarsam ayaklarım
meydana çıkardı. Uykum gelmemeye başladı. iki arkadaşım ise uyudu. Onlar benim
yaptığımı yapmadılar. Derken Peygamber (s.a.v.) gelip eskiden verdiği gibi
selâm verdi. Sonra mescide geldi ve namaz kıldı. Sonra sütünün başına gelip onu
açtı. Fakat kabın içerisinde süt namına bir şey bulamadı. Bunun üzerine başını
semaya kaldırdı. Ben içimden:
“Şimdi bana beddua ediyor
ve helak oluyorum” dedim. Halbuki o:
“Allahümme! Et'im men
et'amenî ve eski men eskânî” Allah’ın! Bana yiyecek verene, sen de yiyecek ver!
Su verene, sen de su ver!” diye dua etti.
Bunun üzerine örtüye
uzanıp onu üzerime bağladım. Bıçağı alarak dişi keçilerin yanına gittim.
Hangisi semiz ise onu Resulullah (s.a.v.)'e kesecektim. Bir de baktım id,
keçinin memesi sütle dolu. Onların hepsinin memeleri sütle dolmuş idi. Bunun
Üzerine Muhammed (s.a.v.) ailesinin bir kabını ele geçirdim. Onun içine süt
sağmaya arzu etmezlerdi. O kabın içerisine süt sağdım. Hattâ sağdığım sütün
üzerine kaymak çıktı. Sonra Resulullah (s.a.v.)'e geldim. Bana:
“Bu akşam sütünüzü içtiniz mî?” diye sordu. Ben de:
“Ey Allah'ın resulü!
Bunu içiniz” dedim. İçti. Sonra onu bana geri verdi. Ben yine;
“Ey Allah'ın resulü!
Siz içiniz” dedim. İçti. Sonra onubana geri verdi. Peygamber (s.a.v.)'in
doyduğunu ve duasına nail olduğumu anlayınca güldüm. Hattâ sevincimden kendimi
yere attım. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Ey Mıkdad! Galiba seni endişelendiren İşlerinden
birini işledin” buyurdu. Ben de:
“Ey Allah'ın resulü!
Benim şöyle şöyle işlerim oldu ve ben şunu yaptım” diyerek meydana gelen işleri
ona anlattım. Peygamber (s.a.v.):
“Bu, Allah'ın rahmetinden başka bir şey değildir. Sen
benden izin istesen de arkadaşlarımızı uyandırsak, onlar da bu sütten paylarını
alsalardı iyi olurdu!” buyurdu. Ben:
“Seni hak dinle
gönderen Allah'a yemin olsun ki, ondan sen ve seninle beraber ben de pay
aldıktan sonra, insanlardan kimin ondan pay alacağına aldırış etmem” dedim.
[137]
1884-
Abdurrahman b. Ebi Bekr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz bir seferde
Peygamber (s.a.v.) ile birlikte yüz otuz kişi bulunuyorduk. Peygamber (s.a.v.):
“Sizden hiç birisinin yanında yiyecek var mı?” diye sordu. O sırada bir adamın yanında bir ölçek
zahire veya buna benzer bir şey bulunuyordu. Bunun üzerine o erzak yoğrulup
hamur yapıldı. Sonra saçları dağılmış uzun boylu müşrik bir adam bir sürü koyun
sürerek yanımıza geldi. Peygamber (s.a.v.) ona:
“Bu koyunlar, satılık mı, yoksa hediyye mi, yada hibe
mi?” diye sordu. Adam:
“Hayır! Bilâkis
satılık” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) ondan bir koyun satın aldı.
Koyun kesildi. Resulullah (s.a.v.), kesilen koyunun ilk önce ciğerinin
pişirmesini emretti.
Hadisin ravisi
Abdurrahman der ki:
“Allah'a yemin ederim
ki, Resulullah (s.a.v.), bu yüz otuz kişiden orada hazır bulunanlardan her
birine mutlaka o koyunun ciğerinden bir parça verdi. O sırada olmayanların ise
payını ayırdı.”
Abdurrahman:
“Sonra koyunun eti
pişirilip iki kaba konuldu. Bu iki kaptan hepimiz hepimiz yedik ve doyduk.
Üstelik kaplarda bir miktar da yemek de arttı. Onu da deveye yükledim ravi
hadisin ifade şeklini cezm etmeyerek yada Abdurrahman'ın dediği söz gibidir”
dedi.
[138]
1885- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“iki kişinin yemeği üç kişiye yeter. Üç kişinin yemeği
de dört kişiye yeter.”
[139]
1886-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber şöyle
buyurmaktadır:
“Kafir yedi bağırsağını doldurmak için yer. Mümin de,
bir bağırsağını doldurmak için yer.”[140]
1887-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir keresinde
Resulullah (s.a.v.)'e kâfir birisi misafir olarak gelmişti. Resulullah (s.a.v.),
emir verdi ve bir koyun sağıldı. Bu adam bir kap süt içti. Sonra yine bir kap
içti, sonra yine bir kap daha içti, neticede yedi koyunun sütünü içti. Sabah
olduğunda bu adam müslüman oldu. Resulullah (s.a.v.), yine emir verdi ve ona
bir koyun sağıldı, adam bir kap sütü içti. Sonra diğerinin sağılmasına emir
verdi, fakat adam bunun sütünü tamamen bitiremedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Mümin bir bağırsak dolusu içer, kâfir ise yedi
bağırsak dolusu içer” buyurdu.[141]
Açıklama:
Bu hadiste kastedilen
hususun ne olduğu hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:
Bazılarına göre,
bununla; müminin yemeğe besmeleyle başlaması ve bu nedenle de şeytanın onun
yemeğine ortak olamayacağı, kafir ise yemeğe besmeleyle başlamayacağı ve bu
nedenle de şeytanın onu yemeğine ortak olup çok yemek yiyeceği ifade
edilmiştir.
Hadiste asıl
gözetilmesi gerekli nokta; az yemek yemenin sağlık açısından önemli olduğudur.
Çünkü insanın az yemek yemesi, sağlığını büyük bir oranda etkilemektedir. Bugün
mide hastalıklan, damar tıkanıklığı, kalp hastalıkları, şişmanlık gibi
hastalıklarda dikkatsiz beslenme, çok yemek yeme vb. hususlar yatmaktadır. İşte
Hz. Peygamber (s.a.v.), özellikle de mümin kişiyi sağlık açısından az yemek
yemelerini önermektedir.
1888- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
hiçbir yemeği begenmemezlik etmezdi. Eğer bir şey yemeye arzu ettiğinde onu yerdi,
istemediği zaman ise onu yemeyip bırakırdı.”
[142]
Açıklama:
Bu hadiste, Resulullah
(s.a.v.)'in, önüne gelen bir yemeği kötülemediği ifade edilmektedir.
Bazı hadisçilere göre;
Hz. Peygamber’in bu tutumu mubah yemekler içindi. Fakat haram yemekler
karşısındaki tutumu böyle değildi. Onları yemenin kötülüğünü anlatır ue ümmetini
onları yemekten menederdi. Bu bakımdan âlimler mubah bir yemeği kötülemenin
mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Alimlerden bazıları
da, Allah'ın yarattığı bir nimet olarak herhangi bir yemeği kötülemenin caiz
olmadığını; fakat bir yemeğin, insanların pişirmesi ya da hazırlamasından doğan
kusurunu söylemekte bir sakınca olmadığını söylemişlerdir. Yalnız Hafız İbn
Hacer'e göre; yemeğin pişirilmesi veya hazırlanması ile ilgili olarak yemeğe
yöneltilen bir tenkit, eğer onu hazırlayanın kalbini kıracaksa o zaman bu
türden olan tenkitler caiz olmaz.
Libâs, “Giyim-kuşam” demektir.
Bedenin uygun bir örtü elbise ile örtülmesi; yaratılanlar içinde insana mahsus
bir özellik.
İnsan, yaratılışı icabı,
örtünmesi gerekli yerlerini avret yerleri örtmeğe mecburdur. Bu, onun üstün,
şerefli ve sorumlu bir varlık olmasının tabiî sonucudur. Giyinmenin, ayrıca, soğuk
ve sıcaktan koruma, süs olma gibi fonksiyonları da vardır.
Zinet, “Süslenme”
demektir. Süslenme, insan tabında varolan arzulardan biridir. İnsanoğlu, daha
güzel görünmek için en eski zamanlardan beri altın, gümüş, bakır gibi kıymetli
madenler veyahut, inci, elmas, zümrüt vb. kıymetli taşlardan zinet eşyası
yapmış ve bunları takı olarak takmak suretiyle süslenmiştir.
Kadınlar da, erkeklere
göre daha fazla olan bu âdeti İslâm bazı prensiplere bağlamıştır. Bunları şöyle
sıralayabiliriz.
1-
Aşırılığa
kaçmamak şartıyla zînet kullanımı caizdir.
2-
Kişinin,
zînetle süslenmesinden ziyade hayatını, takva ve güzel ahlâkla süslemesi daha
iyidir.
3- Zînetin,
cinsel çekicilik aracı olarak kullanılması haramdır.
4-
Kadınlar
zînet eşyalarını örtmeii, namahremlere göstermemelidir. Zînet, örtülmesi gereken
azalar gibidir.
5-
Erkeklerin
altından mamul zinet eşyası kullanmaları caiz değildir. Ancak nişan, madalya,
arma vb. cinsinden olup zînetten ziyade alamet niteliğiyle takılan eşyaların
altından olmasında bazı alimler bir sakınca görmemiştir.
6- Kıymetli
taşlardan mamul zînet eşyası zekâta tabi değildir.
[143]
1889-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Ümmü Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre,
Resuluüah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Gümüş kaptan içen kimse ancak karnında cehennem ateşîni
şarıldatır.”
[144]
1890- Berâ' İbn
Azib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bize yedi hususu emir ve yedi hususu da yasak etti.
1- Hastayı
ziyaret etmeyi.
2- Cenazenin
arkasından gitmeyi.
3- Aksırana
yerha-mukellah demeyi.
4- Yemine
sadık kalmayı yada yemin edenin yeminini kabul etmeyi.
5- Mazluma
yardım etmeyi.
6- Davete
icabet etmeyi.
7-
Selamı
yaygınlaştırmayı bize emretti.
1- Yüzükleri
yada altından yüzük takmayı.
2- Gümüş
kaptan bir şey içmeyi.
3- Eyer
yastıklarını.
4- Keten
ipek karışımı elbiseyi.
5- İpek.
6- İbrişim
ipeği.
7- Atlas
ipeği giymeyi bize yasakladı.[145]
İslam bilginleri, ilke
olarak, erkeklerin ipekli elbise giymelerinin caiz olmadığında hemen hemen
görüş birliğinde olup bu ilkenin nasıl uygulanacağında ve hangi durumlarda
erkeklere ruhsat tanınacağında farklı görüş ve ölçülere sahiptir. Örneğin,
fakihlerin çoğunluğu, şehid olma durumu olduğu için savaş dışında, bit ile uyuz
gibi bir hastalığın tedavisi, soğuktan korunma, koruyucu hekimlik açısından
gerekli görülme gibi bir ihtiyaç ve mazeretin bulunması halinde erkeklerin ipek
giyebileceği, fakat ipek kumaştan yapılmış yorgan, döşek, minder, halı, kilim
gibi eşyanın kullanımının da erkekler açısından giyinme hükmünde olduğundan
caiz olmadığı görüşündedir.
Ebu Hanîfe ile bazı
Mâlikî alimlerine göre ise; hadislerdeki yasağın, ipekli kumaşın sadece
giyilmesine mahsus bir hüküm olduğu, bu sebeple de ipeğin giyim dışı kullanımın
caiz olduğu görüşündedir.
Hanefilere göre;
ipekli elbise içinde kılınan namaz sahih olup iadesi gerekemez. Ancak ipekli
elbiseyle namaz kılmak mekruhtur. Ayrıca bu kişi, giyilmesi yasak olan bir şeyi
giydiği için de günah işlemiş olur.
[146]
İslam bilginleri,
ipekli kumaş kullanımı ile ilgili görüşlerini çoğunlukla bu tür hadislere
dayandırmışlardır. Bilginlerin çoğu, söz konusu hadislerden hareketle ipek
giymenin erkeklere haram olduğunu ileri sürmüşlerdir.
İslam bilginleri, bu
tür hadisleri esas alarak ipeğin ancak üç-dört parmak miktarı kadar az olduğu
takdirde kullanımına izin verilmiştir, ipekten nişane, elbise etrafının dikişi,
sembol ve rozet gibi olarak kullanılan ipeğe ruhsat verilmiştir.[147]
1891-
Abdullah b. Ukeym'den rivayet edilmiştir:
“Biz, Bağdat'ın 30 km.
kadar güneydoğusunda Dicle üzerinde olan Medain Şehrinde Huzeyfe (r.a)'la
birlikte idik. Huzeyfe, bir mecliste su içmek istedi. Medain'in ileri gelenlerinden
birisi, gümüş bir kap içerisinde içecek bir şey getirdi. Huzeyfe'ye gümüş kap
sunulunca, Huzeyfe bardağı atıp:
“Size haber veriyorum
ki, ben bu adama bana bu kaptan su vermemesini istedim. Çünkü Resulullah (s.a.v.):
“Altın ve gümüş kaptan su içmeyin! İpeği ve atlas
ipeğini de giymeyin! Çünkü bunlar, dünyada onların, ahirctte, kıyamet gününde
ise sizindir” buyururken işittim”
dedi.
[148]
Açıklama:
Bu hadiste; altın ve
gümüş kapların dünyada kafirlerin olduğu bildirilmektedir. Bundan maksat; söz
konusu kapların, kafirler için kullanılmasının helal olması değil, kafirlerin
bunlan kullanmakta oldukları, fakat müslümanların bunlan kullanmaktan
sakınmalarının gerektiği ve bu nedenle ahirette müslümanların bu kapları
kullanacakları, kafirlerin ise ahirette bundan mahrum kalacaklarını belirtmektedir.
müslümanlar, haramdır
diye altın ve gümüş kaplan kullanmaktan sakındıkları için buna mükafat olarak
ahirette kullanacaklardır. Kafirler ise diğer günahları işledikleri gibi altın
ve gümüş kaplan kullanmak günahını İşlediklerinden doiayı ahirette bu nimetten
mahrum bırakılacaklardır. Nasıl ki, dünyada içki İçen bir müslüman ahirette
cennet şarabından mahrum bırakılması gibi.
[149]
Yeme içme dışındaki
diğer kullanımlar konusunda çoğunluğun görüşü, aynıdır. Cumhur, altın ve
gümüşün abdest alma gibi, yeme içme dışındaki kullanımlannı da yeme içmeye
kıyas ederek bunun da haram olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre altın ve
gümüşün kap, yazı gereci, ev eşyası gibi şekillerde kullanımı, mezhep
imamiarınca erkek ve kadınlara haram görülmüştür.
Son dönem alimlerinden
Şevkânî (ö. 1250/1834), yasağın sadece altın ve gümüş kaplardan yeme içmeye
ait olduğunu, diğer kullanımların buna kıyas edilemeyeceğini görüşündedir.
İmam Muhammed (ö.
189/805), üzerinde oturmamak ve uyumamak şartıyla süs eşyası olarak evde altın ve
gümüşten yapılmış ve üzerine de ipek örtü serilmiş sandalye, koltuk
bulundurulmasında bir sakınca görmez.
Ebu Hanîfe (ö.
150/767)'de, üzerine oturulmasında ve yatılmasında da bir sakınca görmez.
Halifelerin bu
görüşünün delili, A'raf: 7/32. ayettir.
Altın ve gümüşün
yaygın kullanım maddeleri haline getirilmesine İslam Hukukçularının karşı
çıkmalarının temelinde; israf ve lüks kullanıma engel olma düşüncesi yer
almaktadır. Bu gerekçelendirme, doğru kabul edildiği takdirde, günümüzde, özellikle
gümüşün bu açıdan fazla bir değeri kalmadığı noktasından hareketle, gümüş
kapların kullanılmasının artık caiz olduğu, fakat çok daha değerli maddelerden
yapılmış kapların kullanılmasının, israf ve lüks gerekçesiyle, doğru olmadığı
şeklinde bir sonuca gitmek mümkün olabilir. Yanlı bu gerekçelendirme üzerinde
tam bir fikir biriliği sağlanamamıştır.
[150]
1892-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ömer b. Hattâb,
mescidin kapısının yanında Utarid b. Hadb'in sattığı saf ipekten/ipek karışımı
bir kumaş görüp:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu kumaşı satın alsan da cuma günü halka ve elçiler geldiği zaman onu giysen!”
dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bu elbiseyi ancak âhirette hissesi olmayan kimse
giyer!” buyurdu.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.) bu türden elbiseler geldi. O da, bu elbiselerden birini Ömer'e verdi.
Ömer:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu elbiseyi bana verdin, halbuki Utarid'in sattığı elbise hakkında bana
söylediğini söyledin” dedi. Resulullah (s.a.v.)'de:
“Ben onu sana giyesin diye vermedim” buyurdu.
Bunun üzerine Ömer, bu
elbiseyi, Mekke'de bulunan müşrik kardeşine verdi.
[151]
1893- Esma
bint. Ebi Bekr'in azadlıst Abdullah'tan rivayet edilmiştir: “Esma”, beni,
Abdullah İbn Ömer'e gönderip ona:
“Senin, üç şeyi haram
kıldığın haberi bana ulaştı. Elbisede alemi kumaş üzerindeki çizgi ve şekiller,
erguvan eyer yastığını ve Receb ayının tamamını oruç tutmayı” dedi.
Abdullah'da, ona:
1- Receb ayı
ile ilgili söylediği meseleye gelince, benim gibi ebedî oruç tutan bir kimse
bunu nasıl söyleyebilir!
2- Elbisede
alem ile ilgili söylediği meseleye gelince, ben, Ömer b. Hattab'ı şunu
söylerken işittim: Ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“İpeği ancak ahiretten hissesi olmayan kimseler giyer” buyururken dinledim. Bu hadisten dolayı alemin,
yasaklanan ipeğin hükmü içerisine girmesinden korktum.
3- Erguvan
eyer yastığına gelince; işte Abdullah'ın benim eğer yastığım” dedi.
Bir de baktım ki,
Abdullah İbn Ömer'in yastığı, erguvandır.
Bunun üzerine Esma'ya
geri dönüp ona Abdullah İbn Ömer'in dediklerini anlattım. Esma:
“İşte Resulullah (s.a.v.)'in
cübbesi!” deyip bana İran hükümdarlarının elbise yapıp giydikleri İran
taylasan kumaşından yapılmış bir cübbe çıkardı. Cübbenin yakasında, atlas
ipeğinden bir parça vardı. Cübbenin etek kısmının ön ve arkada bulunan iki
açık tarafında ve yenleri üzerinde de atlas ipeğinden birer çevre kıvrıntısı
vardı.”
Esma:
“Bu cübbe, vefat
edinceye kadar Aişe'nin yanında bulundu. Aişe vefat edince, cübbeyi ben aldım.
Resulullah (s.a.v.) bunu giyerdi. Şimdi biz bunu hastalar için yıkayıp onunla
şifa talep ediliyor!” dedi.
[152]
1894- Ebu
Osman'dan rivayet edilmiştir: “Biz Azerbeycan'da iken, Ömer, bize şöyle bir
mektup yazdı:
“Ey Utbe b. Ferkad! Bu
mal senin alnının terinden değildir. Babanın alnının terinden, annenin alnının
terinden de değildir. O halde kendi konaklamanda neyle doyuyorsan, müslümanları
da onunla doyur. Refaha kaçmaktan, müşriklerin elbisesini giymekten ve ipek
elbiseden sakının! Çünkü Resulullah (s.a.v.), ipek giymeyi erkeklere yasakladı.
Ancak şöyle olabilir:
“Resulullah (s.a.v.)
iki parmağını, orta parmağını ve şehadet parmağını kaldırıp onları yan yana
getirdi” dedi.
[153]
Açıklama:
İslam bilginleri,
ipekli kumaş kullanımı ile ilgili görüşlerini çoğunlukla bu tür hadislere
dayandırmışlardır. Bilginlerin çoğu, söz konusu hadislerden hareketle ipek
giymenin erkeklere haram olduğunu ileri sürmüşlerdir.
İslam bilginleri, bu
tür hadisleri esas alarak ipeğin ancak üç-dört parmak miktarı kadar az olduğu
takdirde kullanımına izin verilmiştir. İpekten nişane, elbise etrafının dikişi,
sembol ve rozet gibi olarak kullanılan ipeğe ruhsat verilmiştir.[154]
1895- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
bir gün kendisine hediye edilen atlas ipeğinden yapılmış bir kaftan giydi.
Sonra onu çarçabuk çıkararak Ömer b. Hattab'a gönderdi. Peygamber (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Onu ne çabuk çıkardın?” denildi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Cebrail beni ondan men etti” buyurdu. Derken ağlayarak Ömer gelip:
“Ey Allah'ın resulü!
Bir şeyden hoşlanmadın ve onu bana verdin! Benim halim ne olacak?” dedi.
Peygamber (s.a.v.):
“Sana onu giyesin diye vermedim. Onu sana ancak
sataşın diye verdim!” buyurdu.
Bunun üzerine Ömer,
onu, iki bin dirheme sattı.
[155]
1896- Hz.
Ali (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bana çoğunluğu ipek işlemeli bir elbise giydirdi. Ben de onun içerisinde
dışarıya çıktım. Derken Resulullah (s.a.v.)'in yüzünde kızgınlık belirtisi
gördüm. Bunun üzerine o elbiseyi kadınların arasında parçaladım.”
[156]
1897- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kim ipeği dünyada
giyerse ahirette onu giyemez.”
[157]
1898- Ukbe
b. Âmir (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e
ipek bir kaftan hediye edilmişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) bunu giydi.
Sonra onun içerisinde namaz kıldı. Namazı bitirdikten sonra hoşlanmayan bir
kimse tavrıyla onu bedeninden şiddetle çıkarıp:
“Bunu kullanmak, takva sahibi kimselere yaraşmaz” buyurdu.
[158]
1899- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Abdurrahman İbn Avf ile Zübeyr b. Avvâm'a kendilerinde uyuz yada ağn bulunduğu
için yolculukta ipek gömlek giymelerine izin vermiştir.”
[159]
Açıklama:
İslam bilginleri, ilke
olarak, erkeklerin ipekli elbise giymelerinin caiz olmadığında hemen hemen
görüş birliğinde olup bu ilkenin nasıl uygulanacağında ve hangi durumlarda
erkeklere ruhsat tanınacağında farklı görüş ve ölçülere sahiptir. Örneğin,
fakihlerin çoğunluğu, şehid olma durumu olduğu için savaş dışında, bit ile uyuz
gibi bir hastalığın tedavisi, soğuktan korunma, koruyucu hekimlik açısından
gerekli görülme gibi bir ihtiyaç ve mazeretin bulunması halinde erkeklerin ipek
giyebileceği, fakat ipek kumaştan yapılmış yorgan, döşek, minder, halı, kilim
gibi eşyanın kullanımının da erkekler açısından giyinme hükmünde olduğundan
caiz olmadığı görüşündedir.
Ebu Hanîfe ile bazı
Mâliki alimlerine göre ise; hadislerdeki yasağın, ipekli kumaşın sadece
giyilmesine mahsus bir hüküm olduğu, bu sebeple de ipeğin giyim dışı kullanımın
caiz olduğu görüşündedir.
Hanefilere göre;
ipekli elbise içinde kılınan namaz sahih olup iadesi gerekemez. Ancak ipekli
elbiseyle namaz kılmak mekruhtur. Ayrıca bu kişi, giyilmesi yasak olan bir şeyi
giydiği için de günah işlemiş olur.
[160]
1900-
Abdullah İbn Amr İbnu'1-Âs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
benim üzerimde usfur boyasıyla sarıya boyanmış iki elbise görüp:
“Doğrusu bu, kafir kimselerin elbiselerindendîr.
Dolayısıyla sen bunu giyme!” buyurdu.
[161]
1901- Hz.
Ali (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
keten ipek karışımı elbise ile sarıya boyanmış elbise giymeyi, altın yüzük
takınmayı ve Rükuda Kur'an okumayı yasakladı.”
[162]
1902- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
giymeyi en çok sevdiği elbise pamuklu keten elbise idi.”[163]
1903- Ebu
Bürde'den rivayet edilmiştir:
“Aişe'nin yanına
girmiştim. Bize Yemen'de yapılan kalın bir örtü ile mülebbede denilen cinsten
bir elbise çıkardı. Resulullah (s.a.v.) bu iki elbisenin içerisinde vefat
ettiğine dair Allah adına yemin etti.”
[164]
1904-
Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) bîr sabah, üzerinde siyah kıldan
yapılmış çizgili bir örtü olduğu halde dışarı çıktı.”
[165]
1905- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in üzerine dayandığı yastığı
deriden olup içi lifle dolu idi.”[166]
1906- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Evlendiğim zaman
Resulullah (s.a.v.) bana:
“Yaygı/döşeğin dış yüzü edin mi?” diye sordu. Ben:
“Bizim nereden
yaygımız/döşeğimizin dış yüzü olacak?” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Şunu iyi bil ki! Bu, yakında olacak” buyurdu.
[167]
1907- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir yatak erkek için,
bir yatak hanımı içindir. Üçüncü yatak misafir içindir. Dördüncü yatak ise
şeytanındır.”
[168]
1908-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah, elbisesini büyüklenerek sürüyen kimseye
kıyamet günü rahmet nazarıyla bakmaz.”
[169]
1909-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.)'e
uğramıştım. İzanında sarkıklık vardı. Resulullah (s.a.v.):
“Ey Abdullah! İzarını yukarı çek!” buyurdu. Bunun üzerine izarımı yukarı çektim. Daha
sonra Resulullah (s.a.v.):
“Biraz daha yukarı çek!” buyurdu. Bunun üzerine izarımı biraz daha yukarı çektim.
Bundan sonra uygun olan şekli, araştırmaya çalıştım. Cemaattan biri:
“İzarıni nereye kadar
çektin!” diye sordu. Abdullah İbn Ömer:
“Bacakların yarısına
kadar çektim!” diye cevap verdi.”
1910- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ebu Hureyre, izarını
sürükleyen bir adam gördü. Bunun üzerine Ebu Hurevre, ayağıyla yere vurmaya
başladı. O sırada Ebu Hureyre Bahreyn valisi olup:
“Vali geldi, vali
geldi. Resulullah (s.a.v.);
“Yüce Allah, büyüklenerek izarını yerde sürükleyen
kimseye kıyamet günü rahmet nazarıyla bakmaz” buyurdu” diyordu.
[170]
1911- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Geçmiş ümmetlerden bîr adam omzuna kadar sarkan
saçları ve iki kaftanıyla kibirli bir şekilde yolda yürürken birdenbire yer
yarılıp bastığı toprakla birlikte onu içine almış, ta kıyamet kopuncaya kadar
orada kalmak üzere yerin içine doğru feryat ede ede batmaya devam ediyor.”
[171]
1912- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
altın yüzüğü yasaklamıştır.”
[172]
1913-
Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir adamın elinde altından bir yüzük görmüştü. Hemen o yüzüğü o adamın elinden
çıkarıp atmış ve:
“Sîzden birisi ateşten bir kor alıp da onu eline
koyuyor” buyurdu. Resulullah (s.a.v.)
gittikten sonra adama:
“Al yüzüğünü, onunla
faydalan!” denildi. Adam
“Hayır! Vallahi, onu
ebediyen alamam. Onu, Resulullah (s.a.v.) attı” dedi.
[173]
1914-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
altından bir yüzük yaptırmıştı. Onu takındığı zaman, taşını, avucunun içine
çevirirdi. İnsanlar da yüzükler yaptırmaya başladı. Daha sonra Peygamber (s.a.v.),
insanların bu halini görünce, minberin üzerine oturdu ve yüzüğü çıkarıp:
“Ben bu yüzüğü takıyor ve taşını içeriye çeviriyordum” dedi. Derken yüzüğü çıkarıp attı. Sonra da:
“Vallahi, onu ebediyen takmam!” buyurdu.
Bunun üzerine insanlar
da, altın yüzüklerini attılar.
[174]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
altından yüzük yaptırması, altının erkeklere haram kılınmasından öncedir.
Çünkü altının erkeklere haram olduğunu bildiren Resulullah (s.a.v.)'in, kendisinin
.alton takması düşünülemez.
Ayrıca altının daha
önce mubah olduğu halde, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu hareketiyle haram
kılınmış olması da mümkündür.
Yüzüğün üzerine,
sahibinin ismini ve Allah'ın ismini nakşetmek caizdir. Alimlerin çoğunun
görüşü bu şekildedir.
İhtiyaç gidermek
isteyen kimsenin, üzerinde Allah'ın isimlerinden biri yada Peygamber ve melek
ismi yazılı veya kutsal mekanlardan birinin resmi bulunan bir eşya bulunursa,
tuvalete girerken onu çıkarması gerekir. Bu; Hanefilerin, Şâfiîlerin,
Mâlikilerin ve Hanbelilerin görüşüdür. Buna uymamanın hükmü, mekruhluktur.
“Eğer bu eşya üzerinde
Kur'an'dan bir ayet veya ayetten bir kısım bulunursa, onunla tuvalate girmek ve
kaza-i hacatte bulunmak haramdır. Ancak kaybolma korkusu olduğunda yada bu ayet
muska halinde üzerine dikili olduğuna bu sakınca ortadan kalkar. Bu durumda o
ayetlerin üstü örtülerek veya cebe konularak gizlenmesi gerekir.
Buna göre bugün çokça
kullanılan cihazlardan biri olan cep telefonlarının üzerinde bu türden yazı ve
resim bulunduran kimselerin, bu hususa dikkat etmeleri gerekir.
Resulullah (s.a.v.),
yüzüğün taşını, hem muhafaza etmek ve hem de kibirden korunmak için bu şekilde
davranmıştır. Gerçi Resulullah (s.a.v.), bu konuda bir şey emretmemiştir. Dolayısıyla
yüzük istenildiği şekilde taşınabilir. Fakat efdal olan, bu konuda Resulullah (s.a.v.)'e
uymaktır. Selef, bu konuda yüzüğü hem avuç içine çevirmiş ve hem de çevirmemiştir.
1915-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
gümüşten bir mühür yüzük edinmişti. Bu yüzük onun elindeydi. Sonra Ebu Bekr'in
elinde bulundu. Ondan sonra Ömer'in elinde bulundu. Ondan sonra Osman'ın elinde
bulundu. Nihayet Eriş kuyusuna düştü. “Bu mühür yüzüğün nakşı, “Muhammed
Resulullah” idi.
[175]
1916-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
altın bir mühür yüzük edinmişti. Sonra onu attı. Daha sonra gümüşten bir mühür
yüzük edindi. Onun üzerine:
“Muhammed Resulullah” cümlesini nakşettirdi ve:
“Hiç kimse, benim bu yüzüğümün nakşı gibi kendi
yüzüğüne nakış yapmasın!”
buyurdu.
Peygamber (s.a.v.), bu
gümüş mühür yüzüğünü taktığı zaman, taşını avucunun içine çevirirdi. Muaykib'in
elinden Erîs kuyusuna düşen yüzük odur.
[176]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.),
yüzüğü, devlet adamlarının mühürleri gibi, resmi mühür konumunda kullandığı
için, resmi yazılarda karışma olmaması için, üzerindeki nakşı başkalarının
yapmasına izin vermemişti. Dolayısıyla Resulullah (s.a.v.)'in yüzüğü
kaybolunca, yerine yapılan yüzük, aslının yerinde kullanılacağı için onun
hükmünü alarak Hz. Osman, o yüzüğün benzerini yaptırmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
yüzüğündeki yazının aynısının, hiç kimsenin kendi yüzüğüne yazdırmamasını
emretmişti, Hz. Osman, bu yasağın, Resulullah (s.a.v.)'în hayatına özgü olduğunu,
vefatından sonra yazılmasının caiz olduğunu anlayarak yaptırdığı yüzüğe, “Muhammed
Resulullah” yazdırmıştı.
Resulullah (s.a.v.)'in,
yüzüğünün üzerine başka nakış yapılmamasını istememesi; bu işe bir bozgunculuk
karışmaması içindir. Çünkü Resulullah (s.a.v.), bu yüzüğü, sadece mühür maksadıyla
kullanmak için yaptırmıştır.
Yalnız yüzüğün
üzerine, sahibinin ismini ve Allah'ın ismini nakşetmek caizdir. Alimlerin
çoğunun görüşü bu şekildedir.
İhtiyaç gidermek
isteyen kimsenin, üzerinde Allah'ın isimlerinden biri yada Peygamber ve melek
ismi yazılı veya kutsal mekanlardan birinin resmi bulunan bir eşya bulunursa,
tuvalete girerken onu çıkarması gerekir. Bu; Hanefilerin, Şâfiîlerin, Mâlikilerin
ve Hanbelilerin görüşüdür. Buna uymamanın hükmü, mekruhluktur.
Eğer bu eşya üzerinde
Kur'an'dan bir ayet veya ayetten bir kisım bulunursa, onunla tuvalate girmek ve
kaza-i hacatte bulunmak haramdır. Ancak kaybolma korkusu olduğunda yada bu ayet
muska halinde üzerine dikili olduğuna bu sakınca ortadan kalkar. Bu durumda o
ayetlerin üstü örtülerek veya cebe konularak gizlenmesi gerekir.
Buna göre bugün çokça
kullanılan cihazlardan biri olan cep telefonlarının üzerinde bu türden yazı ve
resim bulunduran kimselerin, bu hususa dikkat etmeleri gerekir.
Resulullah (s.a.v.),
yüzüğün taşını avucunun içerisine çevirmesi; hem muhafaza etmek ve hem de
kibirden korunmak için bu şekilde davranmıştır. Gerçi Resulullah (s.a.v.), bu
konuda bir şey emretme mistir. Dolayısıyla yüzük istenildiği şekilde
taşınabilir. Fakat efdal olan, bu konuda Resulullah (s.a.v.)'e uymaktır. Selef,
bu konuda yüzüğü hem avuç içine çevirmiş ve hem de çevirme mistir.
Muaykib, Saîd b. Ebi'l-As'ın
azadlısıdır. Görüldüğü üzere bu rivayette, Eriş kuyusuna yüzüğü düşürenin
Muaykib olduğu bildirilmektedir.
Konu ile ilgili diğer
rivayetlerde ise bu yüzüğü düşürenin Hz. Osman olduğu ifade edilmektedir.
Alimler bu iki
rivayetin arasını şöyle uzlaştırmışlardır: Halifeler, bu yüzüğü parmaklarına
takmışlardı. Hz. Osman zamanında, yüzük çoğunlukla Muaykib'in elinde
bulunmuştur.[177] Hz. Osman'a lazım olup
istediği zaman Muaykib, Erîs kuyusunun başında bulunmuş ve tam Hz. Osman'a
verirken yüzük kuyuya düşmüştür. Yüzük aranmasına rağmen bulunamamıştır. Hz.
Osman'da bu yüzüğün bir benzerini yaptırmıştır.
[178]
Düşürmenin her ikisine de nispet edilmesi, bundandır.
Erîs kuyusu, Küba
mescidine yakın bir bahçenin içinde bulunmaktadır.
1917- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Romalılara mektup yazmak istediğ zaman sahabiler:
“Onlar mührü olmayan
mektubu okumazlar” dediler.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) mühür olarak kullanmak için bir yüzük edindi. Ben onun
beyazlığını Resulullah (s.a.v.)'in elinden halen görür gibiyim. Bu mühür
yüzüğün nakşı, “Muhammed Resulullah” idi.
[179]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.),
Iran Kisra'sına, Roma Kayser'ine ve Habeş Necâşî'sine hak dine davet etmek için
mektuplar yazmak istemişti. Ona, bunların mühürsüz mektup kabul etmedikleri
söylenmiştir.
Onların mühürsüz
mektup kabul etmemelerinin sebebi; mührün mektubu yazan kimseye delalet
etmesi, mektuba başkaları tarafından bir takım ilavelerin yapılmasını
engellemek, mektuba ciddiyet kazandırmak, sırlarının meydana çıkacağından
korkmaları, bir de onlara arz edilecek bir şeyi hiçbir kimsenin bilmemesi lazım
geldiğine tenbih etmek istemeleridir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)
yazı yazmayı bilmediği için, katibine yada sahabilerden birisine mektubu
yazdırıp hükümdarlara mektup göndermek istemesi ile, mecazi olarak, onun mektup
yazdığı ifade edilmiştir. İşin yapılmasını emreden, yaptıran kişi, onu bizzat
yapmış gibi ifade edilir.
1918-
Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Enes, günün birinde,
Resulullah (s.a.v.)'in elinde gümüş bir yüzük görmüştü. Bunun üzerine
insanlar, gümüşten yüzükler yaptırıp onu takındılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)
yüzüğünü çıkarıp attı. insanlar da taktıkları gümüş yüzükleri çıkarıp attılar.”
[180]
Açıklama:
Erkeklerin gümüş yüzük
takmaları caizdir. Hanelilere göre; hem erkeklerin ve hem de kadınların; demir,
bakır, pirinç gibi madenlerden yapılan yüzük takınmaları mekruhtur.
[181]
Erkeklerin altın yüzük
takmaları, dört imama göre de haramdır. Altın yüzüğün haram oluşu ile ilgili
bir çok hadis bulunmaktadır.
Sahabenin altın yüzük
taktığına dair rivayet nakledilmiştir.
Altın yüzüğün
erkeklere haram olduğu, görüşünde olan İslam Hukukçuları, altın yüzük takmanın
caiz olduğuna dair rivayetlere iki şekilde cevap vermişlerdir:
1- Herhangi
bir şeyi mubah kılan nas ile haram kılan nass, birbiriyle çatıştığı zaman haram
kılan nass tercih edilir. Bu, genel bir kuraldır. Buna göre erkeklerin altın
yüzük takmalarının haram oluşuna delalet edilir. O zaman caiz olduğunu
bildiren rivayetlere itibar edilmez.
2- Altın
yüzüğün caiz olduğuna işaret rivayetler, daha altın yüzük haram kılınmadan önce
varid olmuştur.
Kamil Miras, “Tecrid-i
Sarîh Tercemesi ve Şerhi”, 4/288-289'da, bu tür rivayetleri ve kendine göre
bazı görüşler ileri sürerek günümüzde nişan yüzüğü olarak adlandırılan altın halkanın
takılmasını erkeklere caiz olduğunu ileri sürse de, gözden kaçınlmaması gereken
asıl husus; bu adetin, Hıristiyaniara ait olmasıdır. Ayrıca bugün müslümanlar,
yaygın olarak, gümüş yüzük kullanıyorlarsa, yani artık bu durum örfleşmişse, bu
teamüle uymak daha doğru kabul edilir.
Resulullah (s.a.v.)'in
mührü, yüzüğünün kaşına nakşedilmiş oiduğu için, bu konudaki mühür kelimesi,
aynı zamanda yüzük manasına da kullanılmıştır.
1919- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
sağ eline gümüş bir yüzük takmıştı. Yüzükte Habeş işlemesi bir taş/boncuk
vardı. Yüzüğün taşım, avuç tarafına çevirirdi.”
[182]
1920- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sol elinin küçük
parmağına işaret ederek, Peygamber (s.a.v.)'in mühür yüzüğü şundaydı.”
[183]
Açıklama:
Bazı rivayetlerde
Resulullah (s.a.v.)'in yüzüğünü sağ eline, bazı rivayetlerde ise sol elin
taktığına işaret eden hadisler bulunmaktadır.
Alimler, birbirine
muhalif görünen bu hadislerin arasını uzlaştırma konusunda değişik Şeyler
söylemişlerdir.
Bazı alimler, her iki
tarafın da eşit olduğuna meyletmişler, yani sağa da, sola da yüzük takmanın
caiz olduğunu ve birini öbürüne tercihe delil bulunmadığını söylemişlerdir.
Bazı alimler de, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in yüzüğü önceleri sağ eline taktığını, ama daha sonra bu
adetini değiştirip sol eline takmaya başladığını söylemişlerdir.
Nevevî ise, alimlerin
yüzüğü sağa yada sola takmanın caiz oluşunda görüş birliğine vardıklarını,
fakat hangisinin daha faziletli olduğu hususunda ihtilaf ettiklerine işaret
ettikten sonra, İmam Mâlik'in sol ele yüzük takmayı müstehab, sağa takmayı ise
mekruh gördüğünü, Şâfiîlere göre ise sağ elin daha faziletli olduğunu söyler.
Hanefi alimleri ise,
Rafizilerden olan Ehl-i Bid'ate benzeyeceği için sol yüzük takmayı uygun
bulmamışlardır. Yüzüğü sağ ele takmak daha faziletlidir.
Bütün bu nakillerden
anlaşıldığına göre; yüzüğü, sağa ele de, sol ele de takmak caizdir. Ancak
hangisinin daha faziletli olduğu konusu tartışmalıdır.
1921- Hz.
Ali (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)'i kast ederek:
“O, beni, yüzüğümü
şuna takmaktan yada ondan sonra gelene takmaktan men etti.”
Açıklama:
Hadisin ravisi Asım,
bu iki parmağın hangisinde olduğunu bilememiştir.Yine beni keten ipek karışımı
elbise giymekten ve eyer yastıkları üzerine oturmaktan men etti.
[184]
Kadınların, kocaları
için semer üstüne koydukları erguvani kadifelerdir.
1922- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)'i:
“Ayakkabılardan çok temin edin. Çünkü insan ayakkabı
giydiği müddetçe ayakkabının binicisi olmakta devam eder” buyururken işittim.
[185]
1923- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi ayakkabı giyeceği zaman gîyemeye ilk
önce sağ ayağıyla başlasın. Çıkaracağı zaman sol ayağıyla başlasın. Giydiği
zaman ayakkabılarının her ikisini birden giysin. Çıkardığı zaman her ikisini
birden çıkarsın.”
[186]
Açıklama:
Hattâbî (ö.
388/998)'nin ifade ettiği üzere; devamiı surette tek ayakkabı ile yürümek,
başkalarının dikkatini çekebilir. Göze de çirkin görünebilir. Çünkü insanlar,
onun bir ayağının, ötekinden kısa olduğunu zannedebilirler.
İbn Hacer (ö. 852/1447)'e
göre ise; Hadisteki yasağa uymamak, insanın vakarım giderebilir. Ayrıca böyle
bir davranış, kişi için de bir zorluk ve tehlike arzedebilir. Çünkü insan, tek
ayakkabı ile yürürken dengeyi kaybedip düşebilir.
Bazıları, Tirmizî'nin
naklettiği:
“Resulullah (s.a.v.),
bazen tek ayakkabı ile yürürdü”
[187]
mealindeki hadis ile konumuzla ilgili hadisler arasında bir çelişki bulunduğunu
söyleyerek bu hadisleri reddetmek istemişlerse de, İbn Kuteybe (ö. 271/884)
onlara şu cevabı vermiştir:
“Biz deriz ki: Elhamdülillah
burada herhangi bir terslik yoktur. Çünkü bir kimsenin ayakkabısının tasması
koparsa, ya ayakkabıyı atar yada eline alır ve bir başka tasma buluncaya kadar
tek ayakkabı ile yürür.
iki ayakkabı, iki mest
ve diğer ikili olarak kullanılan elbiselerde bunlardan birinin kullanılıp
diğerinin kullanılmaması, çirkin ve hoş karşılanmayan bir harekettir. Yine
ridanın sadece bir omuza atılıp diğer omuzun açık bırakılması da çirkindir.
Fakat bir kimsenin ayakkabısının tasması kopabilir ve onu tamir ettirene kadar
bu halde bir-iki veya üç adım atabilir. Muhakkak ki bu, ne çirkindir ve ne de
kötü görünen bir harekettir.
Azın hükmü pek çok
yerde çoğun hükmüne muhalif olabilir. Görmüyor musun, namaz kılan bir kimsenin
rüku' halinde iken önündeki boş safa doğru bir-iki veya daha çok adım atması
caizdir de, yine rüku' halinde oiduğuhalde yüz veya iki yüz zira (arşın)
yürümesi caiz değildir.
Yine ridası düşünce
onu omuzlarına atıvermesi, namazda caizdir de, namazda elbisesini toplaması
veya uzunca bir iş yapması caiz değildir.
Yine bir kimse namazda
tebessüm ederse namazı bozulmaz, fakat kahkahayla gülerse namazı bozulur.
[188]
1924-
Ebu
Rezîn'den rivayet edilmiştir:
“Ebu Hureyre bir
defasında yanımıza çıkageldi. Eliyle kendi alnına vurup:
“Dikkat edin ki!
Sizler, benim kendimin sapıtıp sizlerin hidayete kavuşmanız için Resulullah (s.a.v.)
üzerine yalan söylemekte olduğumu konuşuyorsunuz. Dikkat edin ki! Doğrusu ben
şehadet ederim ki, ben Resulullah (s.a.v.)'i:
“Sizden birisi ayakkabısının bağı koptuğunda onu tamin
edip düzeltnıedikçe sakın diğeriyle yürümesin” buyururken işittim” dedi.
[189]
1925- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi ayakkabısının bağı koptuğu zaman yada
kimin ayakkabısının bağı koparsa, o bağı tamir edip düzeltmedikçe sakın bir
tek ayakkabıyla yürümesin. Bir tek mestle de yürümesin. Sol eliyle yemek
yemesin. Bir tek elbise içerisinde dizlerini dikmek suretiyle kaba etleri üzerine
oturmasın. Bir elbiseyi kendi bedenine sımsıkı şekilde sarıp bürünmesin.”
[190]
1926- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir tek elbiseye sımsıkı sarılmayı, bir elbise içerisinde dizlerini dikmek
suretiyle kaba etleri üzerine oturmayı ve kişi sırt üstü uzanmış olduğu halde
bacağını birini diğerinin üzerine koymayı yasaklamıştır.
[191]
1927-
Abbâd
b. Temîm'in amcası (Abdullah b. Zeyd) yoluyla rivayet edilmiştir:
“Abbâd'ın amcası
(Abdullah b. Zeyd), Resulullah (s.a.v.) mescitte sırt üstü yatarak bîr ayağını
diğerinin üzerine koyduğunu görmüştür.”
[192]
Açıklama:
Bir önceki hadiste
sırt üstü yatarak bir ayağı diğer ayağın üzerine koymak yasaklanırken burada
bu fiili bizzat Resulullah (s.a.v.)'in yaptığı belirtilmektedir.
Alimler, yasağın;
avret yerinin açılarak avret yerlerinin gözükmesi durumunda geçerli olduğu,
böyle bir durum sözkonusu olmadığında bu fiilin mutlak anlamda caiz olduğunu
belirtmişlerdir.
1928- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
erkeğin zaferan sürünmesini yasaklamıştır.”
[193]
1929- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Mekke'nin fehi günü
Ebu Kuhâfe, Resulullah'ın huzuruna getirilmişti. Başı ve sakalı, beyaz çiçekli
bir bitki olan Seğâme gibi bembeyazdı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bunun başını ve sakalını bir şeyle değiştirin. Fakat
siyaha boyamaktan kaçının” buyurdu.[194]
1930- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yadudiler ile Hıristiyanlar, saçlarını ve sakallarını
boyaınazlar. Saçlarınızı ve sakallarınızı
boyamak suretiyle onlara muhalefet ediniz.[195]
Açıklama:
Hadis, saç ve sakalı
boyamanın meşru olduğuna delalet etmektedir. Bu meşruiyetin illeti, Yahudi ve
Hıristiyanlara muhalefettir. Bu illet, saç ve sakal boyamanın müstehab oluşunu
ifade etmektedir. Çünkü Resulullah (s.a.v.), Yahudi ve Hıristiyan lara
muhalefette çok titiz davranır ve bunu emrederdi.
Şevkânî (ö.
1250/1834)'ye göre beyaz kılların boyanınasında iki menfaat vardır. Bunlar:
1- Saç ve
sakalı temiz tutmak.
2- Ehl-i
Kitaba muhalefet etmektir.
Açık bir şekilde
ağaran saçları ve sakalları boyamayı teşvik eden hadisler olduğu gibi, beyaz
kılları boyamayı yasaklayan hadisler de vardır. Bundan dolayı sahabe ve
tabiundan bir çok kişi, saç ve sakal boyamanın hükmü konusunda ihtilaf
etmişlerdir.
Bazıları, boyamanın
daha faziletli olduğunu söylemişler ve ağaran kılları değiştirmenin yasak oluşu
ile İlgili bir hadis rivayet etmişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.)'in saç
ve saka-lındaki ağarmış olan kıllarını boyamadığını ileri sürmüşlerdir.
Bazı alimler de, saç
ve sakalı boyamanın daha faziletli olduğunu söylemişler. Bu konuda nakledilen
hadisleri, sahabe, tabiun ve daha sonrakilerin uygulamalarını delil olarak almışlardır.
Yalnız bunlar da, kendi aralarında boyanın rengi konusunda ihtilaf
düşmüşlerdir.
Ibn Cerîr et-Taberî
(ö. 310/922)'ye göre; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in beyaz kılları boyamayı teşvik
eden ve onu yasaklayan tüm hadisleri sahihtir. Bunlar arasında bir çelişki
yoktur.
Bu konudaki emirler,
Ebu Kuhafe gibi saçı sakalı bembeyaz olanlar hakkındadır. Yasaklamalarda saçı
sakalı kır oian, yani siyahı da beyazı da bulunanlarla ilgilidir. ilk dönemdeki
alimlerin bu görüşte olmaları, kendi durumlarındaki farklılıktır. Yani
bazısının saçları kır, bazısının ki ise beyaz olmasıdır. Ayrıca bu konudaki
emir ve yasaklar, bağlayıcı değildir.
Buna göre saç ve
sakalı tamamen ağarmış olanların, saçlarını ve sakallarını, sarı ve kırmızıya
boyamaları müstehaptır.
Kır olan saç ve
sakalların boyanınası ise meşru değildir.
[196]
Kadı iyâz (ö.
544/1149) ise, bu meseleye farklı bakmış ve bu konuda saç boyamak adet olan
yerlerde boyamanın lüzumunu, adet olmayan yerlerde ise boyanınaması gerektiğini
yada ağaran saçları temiz olup boyamasına gerek duymayanların boyamamalarını,
aksi olanların ise boyamalarının müstehab olduğunu söylemektedir.
1931- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Cebrail (a.s), geleceği bir saat hakkında Resulullah
(s.a.v.)'le sözleşmişti. O saat geldi, fakat Cebrail gelmedi. Resulullah (s.a.v.)'in
elinde bir değnek vardı, onu elinden atıp:
“Allah vaadinden dönmez ve Resulleri de dönmez!”
buyurdu. Sonra etrafına bakındı. Tam o sırada sedirinin altında bir köpek
yavrusu gördü. Bunun üzerine:
“Ey Âişe! Bu köpek yavrusu buraya ne zaman girdi?” diye
sordu. Aişe:
“Vallahi, bilmiyorum!” dedi. Hemen emir verip köpek
oradan çıkarıldı. Bunun üzerine Cebrai! geldi. Resulullah (s.a.v.):
“Bana geleceğin saati vaat ettin. Ben de senin için
oturup bekledim. Fakat sen gelmedin” buyurdu. Bunun üzerine Cebrail:
“Benim gelmemi, evinde bulunan köpek engel oldu. Biz,
içinde köpek ve suret bulunan eve girmeyiz” dedi.”
[197]
1932-
Meymûne (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir gün hüzünlü bir şekilde sabahladı. Bunun üzerine Meymûne:
“Ey Allah'ın resulü!
Gerçekten gündüzden beri halini iyi görmüyorum” dedi. Resuluüah (s.a.v.);
“Doğrusu Cebrail benimle bu gece görüşeceğine dair
bana söz vermişti, fakat görüşmedi. Vallahi, bana verdiği sözü bozmuş değildir” buyurdu.
Resulullah (s.a.v.) o
gününü bu şekilde geçirdi. Sonra hatırına bizim çadırın altındaki köpek yavrusu
geldi. Hemen onun çıkarılmasını emretti. Bunun üzerine köpek yavrusu oradan
çıkarıldı. Sonra eline bir miktar su alarak onu köpek yavrusunun yattığı yere
serpti. Akşam olduğu zaman Cebrail, Resulullah (s.a.v.)'in yanına çıkageldi.
Resulullah (s.a.v.):
“Dün akşam benimle görüşeceğine dair bana söz
vermiştin?” dedi. Cebrail:
“Evet! Fakat biz,
içinde köpek ve suret bulunan eve girmeyiz” diye cevap verdi.
Resulullah (s.a.v.) o
gün sabaha eriştiğinde köpeklerin öldürüimesini emretti. Hattâ küçük bahçe
köpeklerinin bile öldürülmesini emrediyor, büyük bahçe köpeklerini
bırakıyordu.
[198]
Açıklama:
Küçük bahçe ile büyük
bahçe arasında fark yapılarak küçük bahçe köpeğinin öldürülmesi, ötekinin
bırakılması; büyük bahçenin her tarafını bekçi muhafaza etmeyip, köpeğin
bekçiliğine muhtaç olmasından, küçük bahçede buna ihtiyaç bulunmamasındandır.
Bununla birlikte köpeklerin öldürülmesi hükmü sonradan yürürlükten
kaldırılmıştır.
1933- Ebu
Talha (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Melekler, içerisinde köpek olan ve resim bulunan eve
girmez.”
[199]
Açıklama:
Ebu Davud'un sarihi
Sehârenfûrî (ö. 1346/1927)'ye göre; içerisinde resim bulunan bir eve rahmet
melekleri de girebilir. Böyle bir eve rahmet meleklerinin giremeyeceğini
bildiren hadislerin gene! hükümleri tahsis edilmiştir. Bununla birlikte yasak,
yukarıda açıklanan, insanlar tarafından tapınılan varlıklara ait olmak ve
kendisine ta'zim edilen eşya üzerinde bulunmak gibi özellikler taşıyan
resimlerle ilgilidir. Bu özellikleri taşımayan resimler, konu ile ilgili
hadislerin genel hükümlerinin dışında kalır.
1934- Resulullah
(s.a.v.)'in sahabisi Ebu Talha (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu melekler, içerisinde resim bulunan eve
girmezler” buyurdu.
Hadisin ravisi Büsr
der ki:
“Bir zaman sonra bu
hadisin ravisi Zeyd (b. Hâlid el-Cühenî) hastalanmıştı. Biz de onu ziyarete gittik.
Bir de baktık ki, kapısının üzerinde bir perde var, perdenin üzerinde de bir
resim var. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Meymûne'nin büyüttüğü
Ubeydulİah el-Havlânî'ye:
“İslam'ın ilk günlerinde
resmin yasaklandığını bize haber veren Zeyd b. Hâlid değil midir?” diye sordu.
Ubeydullah'da:
“Zeyd b. Hâtid bu
hadisi Ebu Talha'dan bize rivayet ederken hadisin sonunda “Elbisedeki nakış ve
resim müstesna!” dediğini işitmedin miydi?” diye cevap verdi.
[200]
1935- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bizim bir perdemiz
vardı. Üzerinde kuş resmi vardı. Biri içeri girdiği zaman, onu karşısında
bulurdu. Resulullah (s.a.v.):
“Bunu çevir! Çünkü ben her içeri girmemde onu görüyor
ve dünyayı hatırlıyorum” buyurdu.
Bir rivayette ise;
“Resulullah (s.a.v.) bize
onu kesip koparmayı emretmedi” ifadesi yer almaktadır.
[201]
1936- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Aişe'nin, içerisinde
resimler bulunan bir kumaşı vardı. Bu kumaş, rafın üzerine uzatılmıştı.
Peygamber (s.a.v.) ona doğru namaz kılıyordu. Aîşe'ye:
“Bunu benden geriye al!” buyurdu. Âişe:
“Bunun üzerine ben de
onu geriye alıp ondan yastıklar edindim” dedi.
[202]
(s.a.v.):Hanefilere
göre; üzerinde insan yada hayvan resmi bulunan yaygı üzerinde namaz kılmada bir
sakınca yoktur. Çünkü resimli yaygının ayakla altına alınması, resimlere değer
vermeme anlamındadır. Ancak resime ibadet etmeye benzeyeceği için yaygıdaki
resimler üzerine secde edilmemesi tavsiye edilmiştir. Yine bu resimler, baş
hizasından daha yukarıda, kişinin hizasında ve önünde asılı olarak bulunurken
namaz kılmanın mekruh olduğu söylenmiştir.
1937-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Kıyamet günü insanlardan azaba uğrayacak olanları,
resim/suret yapanlardır.”
[203]
Açıklama:
Heykel şeklinde
olmayan, kağıt, sergi, örtü, duvar gibi yerlere yapılan resimler hakkındaki
hadisler; bunun, mutlak olarak haram yada helal olduğunu göstermiyor, resmin
konusuna, ressam veya resmi kullananın maksadına ve kullanıldığı yere göre
çeşitli hükümler getiriyor.
1- Mukaddes
sayılan, tapınılan, uluhiyyet izafe edilen şeylerin resimlerini yapmak ve
kullanmak haramdır.
2- İslamî
ahkâm ve ahlâka aykırı olan çıplak insan vb. resimlerini yapmak ve kullanmak da
haramdır,
3- Bunların
dışında kalan resimlerden canlılara ait olmayanları mubahtır, yapmak ve
kullanmak serbesttir.
4-
Canlılara
gelince, hadislerden bir kısmı, Peygamberimiz (s.a.v.)'in bunları tasvip etmediğini,
diğer bir kısmı ise bilhassa çiğnenen sergide, yaslanılan yastıkta, oturulan
minderde.... Olduğu zaman caiz gördüğünü ifade etmektedir.
Bunlardan çıkan
netice; böyle resimlerin -dinî bir takdis ve ta'zime götürmedikçe- caiz
olduğudur. Titizlik gösterilen nokta, tevhidin korunmasıdır.
Tahâvî (ö.
321/933)'nin şu ifadesi bu anlayışı desteklemektedir: Rivayet ettiğimiz hadisler,
elbise üzerindeki resimleri, yasaklanan resimlerin dışına çıkarmaktadır.
Yasaklanan resimler, Hıristiyanların kilise duvarlarına yaptıkları veya
bezlere yapıp astıkları resimler kabilinden olanlardır.”
[204]
Resim hakkındaki
hadislerden anlaşıldığına göre; Resulullah (s.a.v.) önceleri, tevhid inancı,
pahlara yerleşinceye kadar resim hakkında titiz davranmış, sonraları mahzuru
olmayan noktalarda ruhsatlar vermiştir.
Bazı alimler, canlı-cansız
ayırımını gözönüne alarak üç boyutlu olmayan veya hayatî bir uzvu eksik bulunan
resimleri de cansızlara katmış, caiz görmüşlerdir. Çünkü bunların, mezkur şekil
ve eksikler içinde canlı olmaları mümkün değildir.[205]
1938-
Saîd
b. Ebi'l-Hasen'den rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Abdullah İbn
Abbas'a gelip ona:
“Ben şu suretleri yaparak
geçimimi ondan sağlayan bir adamım. Onlar ve sanatım hakkında bana bir fetva
ver!” dedi. Abdullah İbn Abbas, ona:
“Bana yaklaş!” dedi. O
da, Abdullah İbn Abbas'a yaklaştı. Sonra yine ona:
“Bana yaklaş!” dedi. O
da yaklaştı. Nihayet elini onun başının üzerine koyup:
“Sana Resulullah (s.a.v.)'den
dinlediğim bir hadisi haber vereceğim. Ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Her ressam cehennemdedir. Allah, ressamın yaptığı her
surete kıyamet gününde hayat verecek ve o canlı suret de cehennemde kendini
yapan sahibine azab edecektir”
buyururken işittim” dedi.
Bunun üzerine Abdullah
İbn Abbas, ressama:
“Mutlaka resim yapacaksan bari ağaç ve cansız seylerin
resmini yap” dedi.
[206]
1939- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Melekler, aralarında köpek ve çan bulunan yolcularla
arkadaşlık etmezler.”
[207]
1940- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildigme göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Çan, şeytanın düdükleridir.”
[208]
1941- Ebu
Beşîr el-Ensârî (r.a)'darı rivayet edilmiştir:
“Ebu Beşîr eİ-Ensârî,
bir seferde Resulullah (s.a.v.)'le birlikte bulunuyordu.
Ebu Beşîr der ki:
“Resulullah (s.a.v.)
bir elçi göndermişti.”
Hadisin ravisi
Abdullah İbn Ebi Bekr:
“Ravi Abbâd b.
Temîm'in, insanlar geceledikleri yerlerinde bulunurlarken dediğini sanıyorum”
dedi. Ona:
“Hiçbir devenin boynunda, kirişten/takıh bir yay ipi
yapılmış bir gerdanlık yada bir gerdanlık kalmasın, muhakkak kesilsin”
buyurdu.
[209]
Açıklama:
Hz. Peygamber'in,
develerin boyunlarına takılan bu iplerin kesilmesini emretmesi hakkında üç
görüş vardır:
1- Câhiliyye
döneminde yaşayan araplar develerin boynuna kiriş ve gerdanlık gibi şeyler
takarlar ve bunların göz değmesine mâni olacağını zannederlerdi. İşte Hz.
Peygamber, bu gibi şeylerin Aliah'dan gelen musibetleri önleyemeyeceğini
bildirmek için, onların kesilmesini emretmiştir. İmam Mâlik bu görüştedir.
2- Hayvanların
boynuna takılan bu gibi gerdanlıklar bazı hallerde onların boğazını sıkıp
ölümlerine sebep olacağı için, Rasûlullah bunların kesilmesini emretmiştir.
Hanefi İmamlarından İmam Muhammed bu görüştedir. Ebu Ubeyde de bu görüşü
tercih etmiştir.
3- Cahiliyye
araplan develerin boynuna kiriş takarlar ve bu kirişlere de çan asarlardı. Bu
çanlar da geceleyin düşmanın onların bulundukları yeri sezmesine sebep olurdu.
İşte burada esas yasaklanmak istenen, develerin boynuna kirişler takmak değil,
bu kirişlere çan asmaktır.
1942- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
hayvanını yüzüne vurmayı ve yüzüne
damga/nişan vurmayı yasaklamıştır.”
[210]
1943- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
yanından yüzüne damga vurulmuş bir eşek geçmişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Buna damga/nişan vuran kimseye Allah lanet eylesin” buyurdu.
[211]
1944- Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
yüzüne dağlanarak damga vurulmuş bir merkep gördü. Bunun üzerine yüze damga
vurma işini red etti. Sonra da:
“Allah'a yemin ederim ki, ben olsaydım onun yüzünü
damgalamazdım. Damgalamam gerekiyorsa, yüzünden en uzak bir yerini damgalardım” buyurdu.
Bunun üzerine
kendisine ait olan bir merkebe damga vurulmasını emretti. Merkep, iki kıç
kemiği üzerinden damgalandı. Böylece de kıç kemiği üzerine dağlama damgası
yapanların ilki oldu.
[212]
Açıklama:
Bu hadisler,
hayvanların yüzüne vurmanın dînen yasaklandığını ifâde etmektedir. Bu konuda
insan hakkındaki yasak ise, daha da şiddetlidir. Çünkü yüz insanın bütün güzelliklerinin
toplandığı yerdir.Yüze vurulduğu zaman orada eseri kalır. Hatta yüzde bulunan
ve büyük önemi haiz olan görme işitme, tatma ve koklama gibi duyu organlarının
bu yüzden zarar görmesi ve hatta tamamen tahrib olması da mümkündür.
Ancak hayvanların
yüzlerinin dışında vücudlarının diğer kısımlarına ateşle damga basmak caiz
olduğu gibi, gerektiği zaman yüzlerinin dışında kalan yerlerine zarar
vermeyecek şekilde vurmak da caizdir.
1945- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Annem Ümmü Süleym,
doğum yaptığında bana:
“Ey Enes! Şu çocuğa
bak! Hiçbir zarar dokunmadan onu Peygamber (s.a.v.)'e götür de ona tahnik
yapsın!” dedi.
Enes der ki:
“Bunun üzerine ben de
onu Peygamber (s.a.v.)'e götürdüm. Bir de baktım ki, Peygamber (s.a.v.)
üzerinde renkli bir elbise olduğu halde bahçede ve Mekke'nin fethi sırasında
geien develeri dağlayarak damgalıyordu.”
[213]
Hurma ve benzeri tatlı
bir şeyi, ağızda ezmek suretiyle yeni doğan çocuğun ağzına püskürüp ona
bereketli olması için yapılan fiildir. Bunun yapılmasının sebebi, yeni doğan
çocuğun ağzına giren ilk şeyin tatlı bir şey olmasıdır.
1950-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
çocuğun başının bazı yerlerini traş edip bazı yerlerinde dağınık bulut parçalan
gibi saç bırakmayı yasaklamıştır.”
Hadisin ravisi der ki:
Nâfı'ye:
“Kaza” nedir?” diye
sordum. Nâfi':
“Çocuğun başının bir
kısmını traş olunup bir kısmının terk olunmasıdır” diye cevap verdi.
[214]
Açıklama:
Hadis, müslümanların,
müslüman olmayanlara zihnen olduğu gibi şeklen de benzemeye çalışmalarının
doğru olmadığını belirtmektedir.
Şeklî benzeme, ilk
bakışta, önemsiz gibi görünebilir. Ama aslında, insanların davranışları,
giyinişleri, düşünce tarzları bir kültür eseridir. Toplumları değiştirmek,
onlara yeni kültür ve düşünceler enjekte etmek isteyenler, insanlann kılık
kıyafetlerini hiçbir zaman İhmal etmemişlerdir. İslâmi düşünce ile mücadelede
de kılık ve kıyafet değişimi her zaman önde tutulmuştur. Yeni bir kıyafete
bürünen kişi kendisini o kıyafetin mensubu oian camiadan hissetmeye, onlar gibi
yaşamaya ve hatta onlar gibi düşünmeye başlar. Düşüncenin ve inancın değişmesi
de, dinî düşünce tarzının değişmesi sonucunu doğurur. İslâmiyet, mensuplarının
inanç ve dini gayretlerini korumak için her türlü tedbiri almıştır.
Dolayısıyla çocukları
yabancılara benzeyecek şekilde tıraş etmek mekruhtur.
1951- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.):
“Yollarda oturmaktan sakının!” buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Bizim oralarda oturmamız kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü biz oralarda konuşuyoruz”
dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Oturmaktan başka bir çareniz yoksa, o halde yolun
hakkını verin!” buyurdu. Sahabiler:
“Yolun hakkı nedir?” diye
sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Gözü yummak, eziyet verici şeyleri men etmek, verilen
selamı almak, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak” buyurdu.
[215]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.)'in,
yol üstüne oturmayı yasaklaması; sayılan şartların yerine getirilemeyeceğinden
endişe ettiği içindir.
Kurtubî'ye göre
buradaki yasak; oturmanın haram olduğunu bildirmek için değil, sedd-İ zerîa
yani haram yollan tıkama ve doğruyu göstermek içindir.
Hadis; bir çok
faydaları bir araya toplamıştır. Hükümleri açıktır. Özetlemek gerekirse; yol
üstlerine oturmaktan kaçınılmalı, kimseye eziyet verilmemeli, gıybet, suizan,
yoldan geçenleri tahkir ve yol vermemek gibi şeyler eziyete dahil olduğu gibi,
yol üstünde oturanlar korkulacak kimseler ise ve bundan dolayı da halk oradan
geçemezse, bu da eziyetten sayılır.
“Gözü yummak”
ifadesiyle kast edilen husus; bir kimseye, sözle yada fiille hayırsız bir
saldırıda bulunmamaktadır.
1952- Esma
bint. Ebi Bekr (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bir kadın, Peygamber
(s.a.v.)'e gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Benim yeni gelin olacak bir kızım var. Vücudunda sivilce türü şeyler çıkan bir hastalığa yakalandı. Saçları
döküldü. Onun saçlarına başka bir
saç ekleyeyim mi?” diye sordu. Peygamber (s.a.v.):
“Saçına, başkasının saçından ekleyene ve saçına
başkasının saçından eklettirene Allah lanet etsin” buyurdu.
[216]
1953- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ensar'dan bir
kız/cariye evlenmişti. Derken hastalandı. Bundan dolayı kızın saçı döküldü.
Kızın/cariyenin yakınları, onun saçına takma saç eklemek istediler. Bunu
yapmadan önce de meseleyi Resulullah (s.a.v.)'e sordular. Resulullah (s.a.v.),
başkasının saçından kendi saçına saç ekleyene ve saç eklettirene lanet etti.”
[217]
1954-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
saç ekleyene, ekletene, dövme yapan ve yaptırana lanet etmiştir.”
[218]
Açıklama:
İslam bilginleri, dövme
yaptırmayı, Allah'ın yarattığı şekil ve surette kalıcı değişiklik meydana
getirdiği için caiz görmemişlerdir. Bundan doiayıda hem yapanı ve hem de yaptıranı
bu eylemden kaçmmalan gerektiğini belirtmişlerdir.
[219]
1955-
Abdullah İbn Mes'ûd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Allah dövme yapan ve
yaptıran kadınlara, yüzden kıl yolan ve yolduran kadınlara, güzellik için diş
törpilettiren kadınlara, Allah'ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lanet
etmiştir.
Bu söz, Esed oğulları
kabilesinden Ümmü Ya'kûb denilen bîr kadının kulağına gitmişti. Bu kadın, o
sırada Kur'an okuyordu. Hemen Abdullah İbn Mes'ûd'a gelip ona:
“Senden benim kulağıma
gelen bu söz de ne? Sen dövme yapanlara ve yaptıran kadınlara, yüzden kıl
yolduran kadınlara, güzellik için diş törpületenler kadınlara, Allah'ın
yarattığı şeklî değiştiren kadınlara lanet okumuşsun!” dedi. Abdullah İbn
Mes'ûd:
“Resulullah (s.a.v.)'in
lanet ettiklerine ben neden lanet etmeyecekmişim. Hem bu, Allah'ın Kitabı'nda
da var” dedi. Kadın:
“Doğrusu ben mushafın
iki kapağı arasındakiler! okudum. Fakat böyle bir şey bulamadım” dedi. Abdullah
İbn Mes'ûd:
“Gerçekten Kur'an-ı
okudunsa, mutlaka bulmuşsundur. Yüce Allah,
“Peygamber size neyi getirmişse onu alın! Sizi neyden
yasakladı ise hemen ondan vazgeçin”
[220]
mealindeki buyurdu” dedi. Bunun üzerine kadın:
“Gerçekten ben şimdi
senin hanımının üzerinde bundan bir şey görüyorum” dedi. Abdullah İbn Mes'ûd:
“Git de bak!” dedi.
Bunun üzerine kadın,
Abdullah İbn Mes'ûd'un hanımının yanına girdi. Fakat onda bununla ilgili bir
şey göremedi. Abdullah İbn Mes'ûd'un yanına gelip:
“Bir şey göremedim”
dedi. Abdullah İbn Mes'ûd:
“Bana bak! Böyle bir
sev onda olsaydı, onunla bir arada olamazdık” diye cevap verdi.
[221]
Açıklama:
Teknolojik ve cerrahî
tıptaki gelişmelere paralei olarak günümüzde giderek yaygınlık kazanan ve
tedaviden ziyade vücudun dış görünüşünü güzelleştirmeyi amaçlayan estetik
ameliyatlar hakkında, klasik fıkıh literatüründe özel bir açıklamanın
bulunmayışı gayet doğaldır. Ancak vücuda yapılan estetik veya tıbbî müdahalelerle
ilgili söz konusu hadislere İlave olarak sünnette ve fıkıh literatüründe yer
alan bazı açıklamalar bu konuya ışık tutacak niteliktedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)
döneminde Urfece adlı sahabinin savaşta burnu kopmuş, yerine gümüşten sun'i bir
burun yaptırmıştı. Ancak bu gümüş burnun koku yapması üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.),
bu sahabinin altından burun yaptırmasına izin verdi.
[222]
Burada Allah'ın
yarattığı şekli değiştirme değil, ihtiyacın bulunması ve tedavi amacı söz konusudur.
Klasik dönem
fakihlerinin muhtemel ve farazi olaylar üzerine yaptığı açıklamalar dikkate
alınırsa, onların vücut üzerinde yapılacak tasarruflarda tedavi kastının,
ihtiyaç veya zaruretin bulunmasını esas aldıkları görülür. Nitekim doğuştan
fazla bir uzvu, örneğin parmağı, dişi kestirmeyi, şaşılık, zihinsel engellilik,
yanıklar, yaratıldığı hal ve şekli değiştirme değil, hilkate, normale dönüş ve
bir zarann izalesi olarak değerlendirdiklerinden bu tür tedavi amaçlı müdahaleleri
caiz görürler.
Halbuki günümüzde
oldukça yaygın olan estetik cerrahî müdahalelerin önemli bir kısmı; burun,
çene, kulak, göğüs, bacak gibi organların daha güzel görünüp sahibini daha genç
göstermeyi sağlama gayesine matuftur. Yaşlanma ile ciltte meydana gelen
kırışıklıkların giderilmesi, yüz cildinin gerilmesi, vücut yağlarının
ameliyatla alınması gibi estetik ameliyatlarda, tedaviden ziyade estetik
duygusu insanlar arasında daha genç ve güzel görünme gayesi hakimdir.
Vücut üzerindeki
tasarruflar, özellikle estetik cerrahî müdahalelerle ilgili olarak şu kural ve
ölçüler zikredilerek genel bir değerlendirme yapılabilir:
1- Vücut
üzerinde tasarrufa, estetik cerrahî ve müdahaleye ancak bir tür tedavi olarak
tıbbî ihtiyaç ve zaruret halinde başvurulmalı, bu ölçünün dışına
çıkılmamalıdır.
2-
Daha
kolay ve basit başka bir yol ve usulün bulunmaması gerekir.
3-
Gaye aslî
yaratılışı değiştirmek olmamalı, doğuştan (=genetik olarak) taşıdığı özellik ve
şekli, yaşın ve tabiatın icabı mpudana gelen gelişmeleri değiştirme kastı
taşımamalıdır.
4- Hile,
aldatma ve yanlış anlamaya yol açmamalı, böyle bir amaç taşımamalıdır.
5- Karşı
cinse benzeme kastının bulunmaması gerekir.
6- Müdahalenin
yapılmasının galip zanna dayanan bir yaran, yapılmamasının da fiilî ve halen
mevcut bir zararı bulunmalıdır.
[223]
Kadına nispetle yüz,
güzelliğin aynası ve odak noktasıdır. Yaratılışın güzelliği de onda tezahür
eder. Allah her şeyi olduğu gibi yüzü de, ahenkli, dengeli ve mükemmel bir
şekilde yaratmıştır. Gerek bu anlayışın esas alınması ve gerekse de Hz.
Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilen bazı hadisler sebebiyle, yüzdeki kılları
yolmanın, kaşları inceltme ve kirpikleri uzatmanın şer'i hükmü İslam
alimlerini bir hayli meşgul etmiştir.
Konu ile ilgili
yasaklamayı bildiren hadislerin, hangi tür fiilleri kapsadığı İslam hukukçulan
arasındas tartışma konusu olmuştur.
Çoğunluğa göre;
kadının, kocası için ve onun izniyle yüzünde biten kılları alması, makyaj
yapması, harta kaşını düzeltmesi/inceltmesi caiz olup hadisteki yasak, kadının
dışarı çıkmak için yüz kıllarını yolması ve kal aldırması ile ilgilidir.
Hadiste yasaklanan kıl
koparmayı; yüzde sonradan biten ve yüzü çirkinleştiren yüz kılkoparma değil de,
kaşları inceltmek yada yukarı kaldırmak için kaş kıllarını yolma olarak
anlamak daha doğru görünmektedir.
Hadiste, gerek saç
ekleme ve boyama ve gerekse de yüz kıllarını yolma hakkında gelen yasak;
yaratılışı değiştirme, insanları aldatma, farklı görünme gibi gayelerle yapılan
sun'i müdahalelerle İlgilidir. Yoksa saçları bitmeyen veya anormal bir şekilde
dökülen kimsenin, erken yaşta saçı ağaran, yüzü/vücudu anormal bir şekilde
killanan çocuğun tıbbî müdahale ile, ilaçla veya ameliyatla tedavi olup normaî
bir yapıya kavuşturulmasında bir sakıncanın olmadığı açıktır.
Günümüzde yanlış ve
bilinçsiz bir şekilde kullanılan ilaçların, tabiat dengesindeki bozuklukların
vücudun hormonal dengesini de bozduğu ve bazen bu tür tedavi ve müdahaleleri
kaçınılmaz kıldığı aşikardır.
[224]
1956- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Peygamber (s.a.v.),
kadının, başına bir şey eklemesini men etmiştir.”
[225]
1957- Humeyd
b. Abdurrahman b. Avf tan rivayet ediîmiştir:
“Humeyd b.
Abdurrahman, Muaviye b. Ebi Süfyan hac yaptığı yıl minber üzerinde dinlemiştir.
Muaviye, muhafızın elinde bulunan saç demetini eline alıp:
“Ey Medineliler!
Alimleriniz nerede? Resulullah (s.a.v.)'i bu tür şeylerden yasaklarken ve:
“İsrail oğulları, ancak kadınları bunu kullandıkları
zaman helak olmuşlardır” diye
buyururken işittim”dedi.[226]
Açıklama:
İbn Hacer, bu olayın,
h. 51 yılında gerçekleştiğini belirtir.
1958- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cehennemliklerden görmediğim iki sınıf vardır:
1- Yanlarında sığır kuyrukları gibi kamçılar bulunup
onlarla insanları döven bir kavim!
2- Giyinmiş çıplak sallanarak yürümeyi öğreten kırıtkan
başları, Horasan develerinin eğilmiş hörgüçleri gibi bir takım kadınlar!
Bunlar, cennete giremeyecek ve onun kokusunu
duyamayacaklardır. Halbuki cennetin kokusu, şu kadar ve şu kadar uzaktan duyulacaktır.”
[227]
1959- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Bir
kadın:
“Ey Allah'ın resulü!
Kocamın bana vermediği bir şeyi, kocam bana verdi diyebilir miyim?” diye sordu.
Resulullah (s.a.v.):
“Verilmemiş bîr şeyle süs gösterişi yapan kimse,
yalandan iki elbise giyen kimse gibidir” buyurdu.
[228]
1960- Esma
bint. Ebi Bekr (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Bir kadm, Peygamber (s.a.v.)'e
gelip ona:
“Benim bir kumam var.
Kocamın bana vermediği malından bir şeyi yalandan verdi diye kocamdan yana
kumama gösteriş yapmamın bana bir günahı var mı?” diye sordu. Peygamber (s.a.v.):
“Verilmemiş bir şeyle süs gösterişi yapan kimse,
yalandan iki elbise giyen kimse gibidir” buyurdu.
[229]
Açıklama:
Burada kendisine
verilmeyen bir şeyi sanki verilmiş gibi görünen bir kimsenin iki yalandan
elbise giyen kimseye benzetilmesine sebep; böyle yapan bir kimsenin aslında bu
davranışında iki yalanın birden bulunmuş olmasıdır. Çünkü bu kimse, böyle bir
görüntü vermekle:
1-
Kendisinde olmayan bir malı varmış gibi göstermektedir.
2-
Bir malı
Allah kendisine vermediği halde o, Allah bu malı sadece kendisine vermiş gibi
görünmektedir.
Bu bakımdan böyle bir
kimse, iki parça yalandan elbise giyen kimseye benzetilmiştir.
Bir toplumda örf, adet
ve kural halini almış iyi tutum ve davranışlar veya bunları kazandıran
bilgilerdir.
Başta Kur'an-ı Kerim
ve hadis külliyatı olmak üzere, bütün bu ve benzeri kaynaklarda yüksek bir
ahlaka ulaşmanın şartlanna ve kuralların, dolayısıyla gerçek müslüman
kimliğinin ölçülerine yer verilmiştir.
İslam kültüründe “Edeb”
terimi, erken dönümlerden itibaren dinî literatürde geniş bir kullanım alanı
bulmuştur. Müslim (ö. 256/870)'in “Sahîh”i gibi bir çok hadis mecmuasında “Edeb”
bölümleri yer almaktadır.
Daha sonraları Edeb
ile ilgili birçok kitaplar yazılmıştır.
1961- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Bakî'de birisine:
“Ey Ebu'l-Kâsım!” diye
seslenmişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) seslenen adama dönüp baktı.
Adam:
“Ey Allah'ın
resulü (s.a.v.)! Ben seni kast emedim. Filancayı
çağırmıştım” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“İsmimle isimlenin, fakat künyemle künyelenmeyin!” buyurdu.
[230]
Yeni doğan çocuğuna
güzel bir isim koymak, öncelikle babanın sonra annenin görevlerindendir.
Konulan ismin, güzel bir mânâsının olması, İslâm inancına ve hükümlerine uygun
olması gerekir. Anlamı İslâmî akideye uygun olmayan, dinin yasakladığı bir
anlam taşıyan isimlerin çocuklara verilmesi uygun değildir. Çocuklarımıza
vereceğimiz isimler, Allah'a kulluk ifâde eden, İslâmî gayelere ve insan
haysiyetine uygun, çevremizdeki insanların genellikle hoşlanacakları, kulağa
hoş gelen, İslâm büyüklerinden hâtıra kalan mânâsı güzel olan isimlerden
herhangi biri olabilir. Daha önceden pek duyulmamış diye, yapmacık ifâdeler
taşıyan, İslâm toplumunda hiç kullanılmayan uydurma ve müslüman olmayanlara ait
isimlerin çocuklarımıza ad olarak verilmesi doğru değildir
Künye kelimesi “Kinayem”den
gelir. Bir kimseyi, açık olmayan bir şekilde zikretmeye kinaye denir. O
dönemde künye, isme galebe edecek şekilde rağbetteydi. Bir çok kimse, künyeleriyle
meşhur olmuştur. Künye normalde ilk erkek çocuğa nispetle elde edilir. Nitekim
Peygamber (s.a.v.) oğlu Kasım'ın doğumundan itibaren “Ebu'l-Kasım” yani
Kasım'ın babası diye künye almıştır. Bununla birlikte künye kullanımı, her zaman
erkek çocuğa nispetle kullanılmış değildir. Çok daha yaygın bir kullanımı
vardır. Örneğin, hadis rivayetinde en çok ismi geçen Ebu Hureyre, kedileri çok
sevdiği için Resulullah (s.a.v.) tarafından “Kedicik Babası” manasında “Ebu
Hureyre” diye künyelemiştir. Hz. Ali'yi de “Ebu Turab” diye künyelemiştir.
İslam dinine göre;
çocuklara ve hatta eşyaya verilecek İsim önemli bir mesele olduğu için bu
doğrultuda Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ismini veya künyesini kullanıp kullanmama
meselesi de alimler arasında önemli bir mesele olarak irdelenmiştir. Konu
üzerine, farklı yorumlara imkan veren pek çok hadis rivayet edilmiştir.
Dolayısıyla bu konuda farklı rivayetlerin çok olması, alimleri de farklı
görüşlere sevketmiştir. Bu görüşleri kısaca şöyle özetleyebiliriz:
1- Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in künyesini almak mutlaka mekruhtur. Buna delil; Buhârî,
İlm 38, Menakib 20, Edeb 106, 109; Müslim, Edeb 1, 3-5, 8; Tirmizî, Edeb 68;
İbn Mâce, Edeb 33; Dârimî, İsti'zan 58'de Ebu Hureyre'den “İsmimle
isimlenin, fakat künyemle künyelenmeyin”
şeklinde gelen hadistir.
2-
Resulullah (s.a.v.)'in künyesini almak mutlaka mubahtır. Buna delil; Ebu Dâvud
Edeb 68 (4968)'de gelen Hz. Aişe hadisidir. Yine İbn Ebi Şeybe'nin rivayetine
göre; Hz. Aişe'nin kız kardeşinin oğlu Muhammed İbn Eş'as, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
hem ismini ve hem de künyesini almıştır. Ayrıca İbn Ebi Hayseme'nin Zührî'den
yaptığı rivayete göre; Zührî, sahabi çocuklarından dördünün isminin Muhammed ve
künyesinin de Ebu'l-Kasım olduğunu belirtmiştir. Bunlara göre Resulullah (s.a.v.)'in
künyesini almayı yasaklayan hadisler nesh edilmiştir.
3- Resulullah
(s.a.v.)'in ismi ile künyesini bir kimsede birleştirmek caiz değilse de bir
adama Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sadece ismini yada künyesini koymada bir
sakınca yoktur. Bu görüş; İmam Şafiî, Zahirî alimleri ile İmam Ahmed'der.
rivayet edilmiştir. Delilleri; Ebu Dâvud, Edeb 67 (4966); Tirmizî, Edeb 68;
Ahmed b. Hanbel, 1/95, 2/312, 455, 433, 3/450, 5/364'de “Benim ismimle
isimlenmiş olan kimse, künyemi de almasın. Künyemi almış olan kimse de, ismimi
almasın” şeklinde Câbir'den gelen hadistir.
4-
Resulullah (s.a.v.)'in künyesiyle künyelenmek onun hayatındayken men edilmiş
olup ölümünden sonra onun künyesiyle künyelenmekte bir sakınca yoktur. Buna
delil; Hz. Ali'nin, Peygamber (s.a.v.)'e,
“Eğer senden sonra bîr
çocuğum dünyaya gelirse ona, hem senin ismini ve hem de künyeni vereceğim”
dediğinde, Hz. Peygamber (s.a.v.):
“Evet koyabilirsin” buyurması
ile ilgili Ebu Dâvud, Edeb 68, 4967; Tirmizî, Edeb 68'de Muhammed İbn Hanefiyye'den
gelen hadistir. İmam Malik ile Nevevî, bu görüştedir.
İmam Malik'e göre,
Resulullah (s.a.v.)'in künyesiyle künyelenmenin yasak olduğuna dair hadîsler,
Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatta bulunmasına kayıtlıdır. Sebebi de; “Muhammed”
yada “Ebu'l-Kâsım” diye çağrıldığında Resulullah (s.a.v.)'in kendisi çağnlıyor
diye dönüp sese yönelmesin ve muhatabın şahsiyeti ile Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
şahsiyeti hitap anında birbirine karışmasın diye böyle bir engel konulmuştur.
Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra artık sözü edilen bir
karışıklık imkanı kalmadığı için onun hem isminin ve hem de künyesinin bir
çocuğa koymakta bir sakınca kalmadığı ortaya çıkmaktadır.
Buna göre küçük yaşta
çocukların kulaklarına Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ismini ve künyesinin hoş
gelmesini sağlamak, onları bu İsim ve künyelere aşina kılmak için onlara
Resulullah (s.a.v.)'in isimlerinden birini koymak ve onun künyesiyle onları
çağırmak pek uygun olur. Çünkü bu durumda çocukların, hem birbirlerine hitap
ederken taşıdıkları isim ve künyeye saygılı olma ve hem de bu vesileyle Hz.
Peygamber (s.a.v.)'i sık sık anma bahtiyarlığına erişme sözkonusudur.
1962-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah'ın en çok sevdiği isimleriniz; “Abdullah” (Allah'ın
Kulu), “Abdurrâhman” (Rahmân'm Kulu)'dur.”
[231]
Açıklama:
Abdullah, “Allah'ın
kulu” ve Abdurrahman'da “Rahman'ın kulu” anlamına gelmektedir, Bu bakımdan bu
isimlerde Allah'ın rububiyetinin, bu ismi alan kimselerin ise kulluklarının
itirafı vardır. Dolayısıyla bu isimleri taşıyan kimselerin her çağrılışlarında
bu iki gerçek dile getirilmiş olmaktadır.
1963- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bizden bir adamın
oğlu dünyaya gelmişti. Adını Muhammed koydu. Bunun üzerine kavmi, ona:
“Sana Resulullah (s.a.v.)'in
ismini koymaya izin vermeyiz” dediler. Bunun üzerine o adam, çocuğunu sırtına
alarak yola çıktı. Nihayet çocuğu, Peygamber (s.a.v.)'e getirip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Bir oğlum dünyaya geldi. Adını Muhammed koydum. Fakat kavmin, bana:
“Resulullah (s.a.v.)'in
ismini koymana izin vermeyiz” diyorlar” dedi.. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Benim ismimi çocuklarınıza koyun, fakat künyemi
çocuklarınıza takmaym. Ben ancak Kasımım, sizin aranızda taksim
yaparım” buyurdu.
[232]
1964- Muğîre
b. Şu'be (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Neccâr oğulları
kabilesine geldiğim zaman Hıristiyanlar benden şöyle sorup:
“Sizler kitabınızda, Meryem
ile ilgili olarak “Yâ uhte Hârûn” Ey Harun'un kız kardeşi”
[233] ifadesini
okuyorsunuz. Halbuki Musa, İsa'dan şu kadar yıl önce ve şu kadar fetretten önce
yaşamıştır. Harun'da onun kardeşidir. Dolayısıyla Meryem, nasıl Harun'un
kardeşi olur?” dediler.
“Ben, Medine'ye
Resulullah (s.a.v.)'in huzuruna gelince, bu mesleyi ona sordum.” Resulullah (s.a.v.):
“Meryem zamanındaki insanlar, kendilerinden önce geçen
peygamberlerin ve salih kimselerin isimlerini çocuklarına isim yaparlardı”' buyurdu.
[234]
Açıklama:
Ayetin meali şu
şekildedir:
“Sonra Meryem onu İsa'yı yüklenerek kavmine getirdi.
Onlar hayıretler içinde şöyle dediler:
“Ey Meryem! doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın. Ey
Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz
değildi”
[235]
Bazılarına göre, Hz.
Meryem, Hz. Harun'un neslinden geldiği için bu adla anılmıştır. Bazılarına
göre ise Hz. Meryem, kendi zamanındaki Harun isimli bir şahsın kız kardeşidir.
Musa (a.s)'ın kardeşi olan Harun değildir.
1965- Semure
b. Cündeb (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
kölelerimize şu dört ismi vermemizi bizi yasakladı:
1-
Eflah:
Gayesine Erişen.
2-
Rebâh:
Kazanç Sağlayan.
3-
Yesâr:
KoIaylık Sağlayan.
4- Nâfi:
Faydacı/Menfaatçi.
[236]
Açıklama:
Bir müslüman, çocuğunun
şahsiyetini zedeleyecek ve onu toplum arasında küçük düşürecek isimler
vermekten kaçındığı gibi, onun karakterine, psikolojisine olumsuz yönde etki
edecek, ondaki isyankarlık duygusu, küçüklük yada büyüklük kompleksi doğrucak
isimler koymaktan sakınmalı, Allah ve Resulünün tavsiye ettiği kulluk, Allah
yolunda hizmet gibi ulvi duygular ilham eden isimler koymalıdır.
1966- Semure
b. Cündcb (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah katında en sevimli olan sözler dört tanedir:
1- “Subhânellâh” Allah'ı her türlü noksan
sıfatlardan tenzih ederim.
2- “El-Hamdulillâh” Hamd, Allah'a mahsustur.
3-
“Lâ ilahe
illallah” Allah'tan başka ilah yoktur.
4-
“Allahu Ekber”
Allah en büyüktür. Bunların hangisiyle başlarsan sana zarar vermez. Sakın
çocuklarına; Yesâr, Kolaylık Sağlayan, Rebâh, Kazanç Sağlayan, Necîh, Başarılı
olan, Eflah, Gayesine Erişen isimlerini koymayın. Çünkü sen bu isimlerden
birisini oğluna verdiğin takdirde ona:
“Orada mısın?” dersin. O da orada bulunmaz.
Dolayısıyla o da:
“Hayır” der.
[237]
1967-
Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Peygamber (s.a.v.)
çocuklara Ya'lâ, Bereket, Eflah, Yesâr, Nâfi' ve buna benzer isimler
konulmasını yasaklamak istedi. Daha sonra Peygamber (s.a.v.)'in bu isimler hakkında
sükut ettiğini gördüm. Bununla ilgili hiçbir şey söylemedi. Sonra Peygamber (s.a.v.)
bunları yasaklamadan dünyadan göçüp gitti. Daha sonra Ömer, bu isimlerin
konulmasını yasaklamak istedi. Sonra da o da bundan geri vazgeçti.”
[238]
1968-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Asiye İsyankar kadın ismini değiştirip:
“Sen “Cemile”, GüzeI Kadınsın” buyurmuştur.
[239]
Açıklama:
“Âsiye”, isyankar
kadın anlamına gelmektedir. Cahiliye Arapları, hiçbir kusur ve ayıbı kabule
yanaşmayıp her türlü kusur ve ayıba karşı çıkması temennisiyle kızlarına bu
ismi verirlerdi. Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.v.), bu tür isimleri
yasaklamakla birlikte insanın nefsini temize çıkarıp nefis muhasebesinden ve
tevazudan uzaklaştıracağı korkusuyla Asiye isminin yerine itaatkar kadın
anlamında “Mutla” ismini vermekten çekinmiştir. Bunun yerine güzel kadın
anlamına gelen “Cemîle”ye çevirmiştir.
1969-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Cüveyriye'nin ismi, “Berra”,
iyi olan kimse idi. Resulullah (s.a.v.) onun ismini “Cüveyriye”ye çevirdi.
Çünkü Resulullah (s.a.v.), birisi için:
“Berra'nın yanından
çıktı” denilmesini hoş görmüyordu.
[240]
1970- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Zeyneb'in ismi, “Berra”
idi. “O, kendisini temize çıkarıyor” denildi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.)
ona “Zeyneb” ismini verdi.[241]
1971- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kıyamet gününde Allah'ın en fazla gazab edeceği en
pis ve en kindar adam, “Meliku'l-Emlâk”, hükümdarların hükümdarı adıyla
isimlenen kimsedir. Allah'tan başka Melik yoktur.”
[242]
1972- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Anne bir kardeşi
Abdullah b. Ebu Talha doğduğunda onu Resulullah (s.a.v.)'e götürdüm. Resulullah
(s.a.v.) o sırada kaftan giymiş devesini katranlıyordu. Bana:
“Yanında hurma var mı?” diye sordu. Ben de:
“Evet, var” dedim. Ona
birkaç tane hurma verdim. O da bunları ağzına alıp çiğnedi, sonra çocuğun
ağzını açıp hurmayı içine püskürttü. Çocuk hurma çiğnemini yalamaya başladı. Resulullah
(s.a.v.):
“Ensar'ın sevdiği şey hurmadır” buyurup ona “Abdullah” ismini verdi.
[243]
1973- Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir oğlum dünyaya
geldi. Onu Peygamber (s.a.v.)'e getirdim. Ona “İbrahim” adını verdi. Ona
hurmayla tahnik yaptı.”
[244]
1974-
Urve İbnu'z-Zübeyr ile
Fâtıma bintu'I-Münzir İbnu'z-Zübeyr'den rivayet edilmiştir:
“Esma” bint. Ebi Bekr,
hiaet ettiği sırada Abdullah İbn Zübeyr'e hamile olarak Mekke'den çıkmıştı.
Küba'ya geldi. Küba'da Abdullah'ı doğurdu. Doğurduktan sonra bu nifaslı hafiyle
tahnik yaptırmak üzere onu Resulullah (s.a.v.)'in yanına çıktı. Resulullah (s.a.v.)
çocuğu ondan alarak kendi kucağına koydu. Sonra bir kuru hurma istedi.
Âişe der ki:
“Biz o hurmayı buluncaya kadar bir müddet aradık
durduk.”
Resulullah (s.a.v.)
bulduğumuz hurmayı çiğnedi. Sonra onu çocuğun ağzına tükürdü. Böylece çocuğun
karnına ilk giren şey, Resulullah (s.a.v.)'in tükrüğü oldu.
Sonra Esma der ki:
“Sonra Resulullah (s.a.v.)
çocuğu sıvazladı, ona hayır dua etti, sonra da ona “Abdullah” adını verdi. Daha
sonra bu çocuk, yedi veya sekiz yaşlarında iken Resulullah (s.a.v.)'e biat
etmeye geldi. Bunu, ona, babası Zübeyr emretmişti. Resulullah (s.a.v.) onun
kendine doğru geldiğini görünce gülümsedi. Sonra çocuk ona biat etti.”
[245]
Açıklama:
Hadiste, yeni doğan
çocuğa yapılan tahnik uygulamasından bahsedilmektedir. Bu uygulama, Medine'de
ikamet eden müslümanların devamlı bir adeti idi. Ayrıca hadiste, Abdullah'ın,
Medine'de doğan ilk muhacir çocuğu olması da özellikle de belirtilmektedir. Bu
da; Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirlerin, her şeylerini Mekke'de
bırakarak Medine'ye gelmiş olmaları hasebiyle bir kısım maddi sıkıntıları,
Medine'nin rutubetli havası, uyum zorlukları gibi bir takım problemleri
nedeniyle onların bu çeşit sıkıntılarını isitismar ederek Muhacirlerin
moralini bozmak, huzursuzluklarını artırmak için için bilinçli karalama
kampanyası yapılmaktaydı. Bunlardan birisi de, muhacirlerin artık Medine'de
doğum yapamayacaklan ile ilgili şayi idi. Bunun için de, “Yahudiler onlara
sihir yaptı. Artık onların çocukları olmayacak” deniyordu. İşte bu tür sözler,
muhacirleri üzmekteydi! İşte Abdullah'ın doğması, muhacirlerin morallerinin
düzeimesine sebep olmuştu. Medine'de Ensar'dan ilk doğan çocuğun ise; Mesleme İbn
Muhalled yada Nu'mân İbn Beşîr olduğu söylenmiştir.
1975- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e, yeni doğmuş çocuklar
getirilirdi. O da onlara bereketli olması dua edip ağzında yumuşattığı
hurmayla çocukların damağını ovardı/tahnik yapardı.”
[246]
1976- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Abdullah b. Zübeyr'i, tahnik ettirmek için Peygamber
(s.a.v.)'e getirdik. Bir hurma aradık, fakat onu bulmak bize hayli güç geldi.”
[247]
Açıklama:
Abdullah b. Zübeyr,
Hz. Aişe'nin kızkardeşi Esmâ'nm oğludur. Dolayısıyla da yeğeni olmaktadır.
1977- Sehl
b. Sa'd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Münzir b. Ebî Useyd
doğduğu zaman o Resulullah (s.a.v.)'in yanına getirildi. Resulullah (s.a.v.)
onu uyluğunun üzerine koydu. Babası, Ebû Useyd'de orada oturmaktaydı. Derken
Peygamber (s.a.v.) önünde bulunan bir şeyle meşgul oldu. Ebû Useyd, Resulullah'ın
meşgul olduğunu görünce oğlunun alınmasını emretti. Bunun üzerine oğlu,
Resulullah (s.a.v.)'in uyluğu üzerinden kaldırılıp geriye götürdüler.
Resulullah (s.a.v.) kendine gelerek:
“Çocuk nerede?”
diye sordu. Ebû Useyd:
“Ey Allah'ın resulü!
Biz onu geri götürdük!” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Onun adı ne?”
diye sordu. Ebû Useyd:
“Filân, ey Allah'ın
resulü!” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır! Fakat onun ismi Münzir'dir” buyurdu.
Böylece Resulullah (s.a.v.)
o çocuğa o gün “Münzir” adını verdi.
[248]
1978- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
ahlâkça insanların en güzeli idi. Benim bir kardeşim vardı ki, ona, “Ebû Umeyr”
denilirdi.
Hadisin râvisi:
“Zannederim memeden
ayrılmıştı” dedi. Resulullah (s.a.v.) bize gelip de onu gördüğü zaman:
“Ebu Umeyr! Ne yaptı Nugayr!” derdi. Ebû Umeyr, bu kuşla oynardı.
[249]
Açıklama:
Nugayr, Nigar
kelimesinin ismi tasgirdir. Nigar, serçe bütyüklüğünde kırmızı gagalı bir
kuştur. Ebu Umeyr’in bu cinsten bir kuşu vardı. Bir gün bu kuş Ölmüştü.
Resulullah (s.a.v.) kuşu göremeyince Ebu Umeyr'e kuşunu nerede olduğunu sormak
suretiyle şakalaşmaya çalışmıştır.
Ebu Umeyr, Enes'in,
anne bir kardeşidir. Bu çocuk sütten yeni kesilmişti.
1979- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
bana:
“Ey oğulcuğum/Evladım!” buyurdu.
[250]
1980-
Muğîre
b. Şu'be (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Resulullah (s.a.v.)'e,
benim sorduğum kadar hiçbir kimse “Deccâl” hakkında soru sormamıştır. Nihayet
Resulullah (s.a.v.), bana:
“Ey oğulcuğum/evladım! Deccal meselesinde seni bu
kadar sıkıntıya sokan şey nedir? Deccal, asla sana zarar vermeyecektir”
buyurdu. Ben:
“İnsanlar, onun
yanında su nehirleri ile ekmek dağları olacağını iddia ediyorlar” dedim.
Resulullah (s.a.v.):
“O, Allah'a karşı bundan daha çok daha değersizdir” buyurdu.
[251]
1981- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Medine'de Ensâr'm
meclisinde oturuyordum. Derken yanımıza telaşlı bir şekilde yada bir şeyden
korkmuş vaziyette Ebû Musa çıkageldi. Ona:
“Sana ne oldu?” dedik.
O da şöyle dedi:
“Ömer, yanına gitmem
için bana bir haberci gönderdi. Ben de kapısının yanına vardım, üç defa selâm
verdim, fakat Ömer selamıma cevap vermedi, bunun üzerine bende geri döndüm.
Sonra Ömer, bana:
“Bizim yanımıza
gelmekten seni ne alıkoyan şey nedir?” dedi. Ben de:
“Ben sana geldim,
kapma üç defa selâm verdim, fakat bana cevap vermediler bunun üzerine ben de
geri döndüm. Çünkü Resulullah (s.a.v.):
“Sizden birisi üç defa izin ister de kendisine izin
verilmezse geri dönü-versin”
buyurdu”
dedim. Bunun üzerine Ömer, bana:
“Peygamber'in böyle
söylediğina dair bir şahit getir. Yoksa canını yakarım!” dedi. Übeyy b. Ka'b:
“Ebu Musa'yla beraber
bu cemaatin en küçüğü bile gidip bu Şehadati yerine getirir” dedi. Ebû Saîd:
“Ben, bu cemaatin en
küçüğüyüm” dedim. Ubeyy, Ebu Said'e:
“O halde Ebu Musa'ya
birlikte git” dedi.
[252]
1982- Ebu
Musa cl-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Ebû Musa el-Eş'arî, Ömer b.
Hattâb'a gelip ona:
“es-Selâmu aleyküm!
Ben, Abdullah b. Kays'ım' dedi. Fakat Ömer, içeriye girmesi için ona izin
vermedi. Ebû Musa el-Eş'arî yine: es-Selâmu aleyküm! “Ben, Ebû Musa'yım.
es-Selâmu aleyküm! Ben, Eş'arî'yim” dedi. Sonra çekilip gitti. Ömer,
yanındakilere:
“Onu bana getirin! Onu
bana getirin!” dedi. Daha sonra Ebû Musa el-Eş'arî gelince, Ömer, ona:
“Ey Ebû Musa! Seni
geri döndüren şey nedir? Biz bir işle meşgul idik” dedi. Ebû Musa el-Eş'arî:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“İzin istemek, üç keredir. Sana izin verilirse içeri
girersin. İzin verilmezse geri dön!”
buyururken işittim' dedi. Ömer, ona:
“Resulullah'in böyle
söylediğine dair bana mutlaka şahit getirmelisin. Yoksa şöyle yaparım, şöyle
ederim” dedi.
Bunun üzerine Ebû Musa
el-Eş'arî de gitti. Ömer, Ebû Musa el-Eş'ari'nin ardından:
Eğer şahit bulup
getirirse, onu akşama minberin yanında bulursunuz. Eğer Şahit bulamazsa, onu
orada bulamazsınız. Akşam olunca Ebû Musa el-Eş'arî'yi orada buldular. Ömer:
“Ey Ebu Musa! Ne
diyorsun! Şahit buldun mu?” diye sordu. Ebû Musa el-Eş'arî:
“Evet! Übeyyb. Kâ'b'i buldum!”
dedi. Ömer:
Adildir' dedi. Sonra
da:
“Ey Ebu'l-Tufeyl! Bu
ne söylüyor?” dedi. Übeyy:
Ben, Resulullah (s.a.v.)'i
bunu söylerken işittim. Ey Hattab oğlu! Dolayısıyla sakın Resulullah (s.a.v.)'in
sahabileri üzerine bir azab olma!” dedi. Ömer:
“Subhânallah! Ben
ancak bir şey işittim. Dolayısıyla da onun bir aslı olup olmadığını tespit
etmek istedim!” diye cevâp verdi.
[253]
1983- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'i ziyarete
geldim, içeri girme hususunda ondan izin istemek için dışarıdan onu çağırdım.
Peygamber (s.a.v.):
“Kimdir o?”
diye sordu. Ben de:
“Ben!” diye cevap
verdim. Peygamber (s.a.v.), bu kapalı cevaptan hoşlanmayarak:
“Ben, ben!” diyerek
dışarı çıktı.
[254]
1984- Sehl
b. Sa'd es-Sâidî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Resulullah
(s.a.v.)'in kapısında durup odasının içine baktı. Bu sırada Peygamber (s.a.v.)'in
yanında, başını taradığı “Midrâ” denilen demir bir tarak vardı. Resulullah (s.a.v.),
onun baktığını görünce:
“Senin böyle baktığını bilseydim sununla gözünü
oyardım” buyurdu. Yine Resulullah (s.a.v.):
“İzin istemek böyle bakıp seyretme nedeniyle
konulmuştur”
buyurdu.
[255]
1985- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Peygamber (s.a.v.)'in
odalarından birisinin içerisine baktı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) elinde
yassı bir demirle o adamın üzerine yürüdü. Adama vurmak için sessizce üzerine
yürüdüğünü halen görür gibiyim.”
[256]
1986- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kimse, izinsiz olarak senin mahremiyetine
bakarsa, sen de ona çakıl taşı atarak onun gözünü çıkarırsan bundan dolayı sana
herhangi bir sorumluluk/günah söz konusu değildir.”[257]
1987- Cerîr
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e,
kasıtsız olarak ansızın bir kadını görmenin hükmünü sordum. O da, bana, gözümü
başka tarafa çevirmemi emretti.”
[258]
Açıklama:
İnsanın bilmeden ve farkında
olmadan kasıtsız olarak gözünün yabancı bir kadına çarpması, hemen o anda
gözünü başka bir tarafa çevirmek şartıyla mes'ûliyeti gerektiren bir hareket
değildir. Fakat ansızın gözüne çarpan bu kadına bakmaya devam edecek olursa,
bakışa devam ettiği andan itibar en günahkar olur. Çünkü o andan itibaren devam
eden bakışlar kendi İrâdesi ve isteğiyle olmuştur. Oysa Yüce Allah, Kur'an'da;
“Müminlere söyle, gözlerini harama bakmaktan
sakınsınlar, ırzlarını korusunlar”
[259]
buyurmuştur.
Barış, rahatlık,
esenlik; müslümanların birbirleriyle karşılaştıkları zaman karşılıklı olarak
sağlık ve esenlik dileklerini sunmaları anlamına geien bir İslam ahlakı terimi.
Bazı hadis
kitaplarında “Selâm” başlığı altında; selâm, kişisel davranışlar, oturup kalkma,
tıbbî hastalıklar ve çeşitli tedavi yolları, rukye, sihir, uğursuzluk, hastalık
bulaşması gibi konular ele alınır.
1988- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Binili olan kimse, yürüyene ve az olan da, çok olana
selam verir.”
[260]
1989-
Ebu
Talha (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Biz, evlerin önünde
olan açık avlularda oturmuş konuşuyorduk. Derken Resulullah (s.a.v.) çikageldi
ve yanımıza dikelip:
“Size ve bu yollardaki meclislere ne oluyor ki?
Yollarda meclisler kurmaktan sakının!”
buyurdu. Biz de:
“Biz ancak kendisinde
sakınca olmayan maksatlar için oturuyoruz. Oturduğumuz da bazı meselelerimizi
müzakere ediyor ve konuşuyoruz” dedik. Resulullah (s.a.v.):
“Eğer burada oturmayı terk etmeyecekseniz, o zaman
bunun hakkını verin. O hak da; gözü yummak, selamı almak ve güzel konuşmaktır” buyurdu.
[261]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.)'in,
yol üstüne oturmayı yasaklaması; sayılan şartların yerine getirilemeyeceğinden
endişe ettiği içindir.
Kurtubî'ye göre
buradaki yasak; oturmanın haram olduğunu bildirmek için değil, sedd-İ zerîa
yani haram yollan tıkama ve doğruyu göstermek içindir.
Hadis; bir çok
faydalan bir araya toplamıştır. Hükümleri açıktır. Özetlemek gerekirse; yol
üstlerine oturmaktan kaçınılmalı, kimseye eziyet verilmemeli, gıybet, suizan,
yoldan geçenleri tahkir ve yol vermemek gibi şeyler eziyete dahil olduğu gibi,
yoî üstünde oturanlar korkulacak kimseler ise ve bundan dolayı da halk oradan
geçemezse, bu da eziyetten sayılır.
“Gözü yummak”
ifadesiyle kast ediîen husus; bir kimseye, sözle yada fiille hayırsız bir
saldırıda bulunmamaktadır.
1990- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir müslümanın, diğer
müslüman üzerindeki hakkı altıdır. Resulullah'a:
“Ey Allah'ın resulü!
Onlar nedir?” diye soruldu. Resulullah (s.a.v.):
1- Ona rastladığın zaman selam ver.
2- Sem davete çağırdığı zaman davetine katıl.
3- Senden nasihat istediği zaman ona nasihat et.
4- Aksırdığı zaman Allah'a hamd ederse Elhamdülillah
derse, ona yerhamukellah diye dua et.
5- Hastalandığı zaman onu ziyarete git,
6- Öldüğü zaman mezara konuluncaya kadar cenazesinin
arkasından git” buyurdu.
[262]
Açıklama:
İslam dininin fert ve
toplum hayatına bütüncül yaklaştığı, insanın dünyada huzur, güven ve mutluluk
içinde yaşaması, ahiret hayatında da bu hayat çizgisini koruyabilmesi için
hayatın her alanına ölçülü ve gerekli açıklamalar getirdiği ve insanı
yönlendirdiği görülür, iman, dinin özü ve ibadetler ise dine bağlılığın adeta
simgesi olarak bilinmektedir.
Gerçek dindar
kimsenin, dine bağlılığı, hayatın her alanına yayması yaratıcıya bağlılığın
göstergesi sayılan şeklî davranışlarda olduğu kadar sosyal ilişkilerde, üçüncü
şahısların haklan konusunda ve toplumsal hayata ilişkin alanlarda da dinin
öğütlediği şekilde hak bilir, âdil, ölçülü ve fedakar olması gerekir.
Hak kelimesi, terim
olarak; İslam'ın şahıs veya eşya üzerinde bir yetki veya yükümlülük olarak
kişilere belirlediği yetki, sorumluluk ve tasarruf haklarını ifade eder.
İslam'da hakların
kaynağı, vahiy ve sünnete dayanır. Burada söz konusu hak ise, müslümanm müslüman
üzerindeki haklarıdır. Bunlar şunlardır:
Selam; barış,
rahatlık, esenlik; müslümanlann birbirleriyle karşılaştıkları zaman,
karşılıklı olarak sağlık ve esenlik dileklerini sunmalarıdır.
Selamın “Es-Selâmu
aleykum” şeklinde verilebileceği gibi, “Es-Selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve
berakâtuhu ve mağfiratuhu”
[263] şekillerinde
verilebileceği ve “Aleykum” kelimesinden sonra söylenen kelimelerden her birisi
için on sevap verileceği belirtilmektedir.
müslümanlar arasında,
bir dostluk ve iyi niyet işareti olan selâmı vermek sünnet; almak ise farzdır.
Düğün daveti dışında
diğer davaetlere katılmak mendubtur.
Hadisin zahiri esas
alınarak nasihat isteyen kimseye nasihat etmenin ve onuasla aldatmamanın farz,
nasihat istemeden nasihatta bulunmanın da mendup olduğu belirtilmiştir.
“Elhamdülillah” dediği
zaman, bunu duyan diğer müslümanın “Yerhamukellah” diye dua etmesi: Alimlerin
çoğu, bu hadise dayanarak aksırdıktan sonra “Elhamdülillah” diyen bir kimseye, “Yerhamukellah”
diye dua ediür. Aksıran kimsenin de, kendisine bu şekilde dua eden kimseye “Yehdikumullah
ve yuslîhu bâlekum” diye dua etmesi vaciptir demişlerdir.
Hastalanan müslüman
bir kimseyi ziyarete gitmenin farz olduğunu söyleyenler olduğu gibi, farz-ı
kifaye olduğunu söyleyenler de vardır. Cumhura göre ise mendubtur.
Hadisin metninde geçen
“müslümanm diğer müslüman üzerindeki
hakkı” ifadesinden, zimmilerin müslüman olmayan kimselerin hastalanmaları
halinde onları ziyarete gitmeme gibi bir anlam çıkarılmamalıdır.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.),
müslüman olmayan zimmî bir hizmetçisi hastalandığı zaman onu ziyarete gitmiş ve
ona yaptığı duanın bereketiyle o zimmî olan hizmetçisi müslüman olmuştur.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v.),
ölüm döşeğinde yatmakta olan amcasını ziyaret edip onu müslüman olmaya davet
etmiştir.
Bir müslümanm; ölen
müslüman kimsenin cenaze namazını kılması, defnedilinceye kadar cenazenin
ardından gitmesi, ona hayır duada bulunması üzerinde bulunan bir haktır.
1991- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
sahabileri, Peygamber (s.a.v.)'e:
“Kitap ehli bize selam
veriyor. Onların selâmını nasıl alalım?” diye sordular. Peygamber (s.a.v.):
“Ve aleykum!” deyin” diye cevap verdi.
[264]
1992-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yahudiler size selam verdikleri zaman, onların her
biri size:
“Es-Sâmu aleykum ölüm üzerine olsun” der. Sen de:
“Aleyke” senin üzerine olsun” de” buyurdu.
[265]
1993- Hz.
Âişe (r.anhâ'dan rivayet edilmiştir:
Beş-on kişilik bir
Yahudi heyeti, Resulullah (s.a.v.)'in yanına girmek için izin istedi. İçeri
girerken:
“Es-Sâmu aleykum”
dediler. Buna karşılık Aişe:
“Bel aleykumu's-Sâmu ve'1-la'netu” Bilakis ölüm ve
lanet, sizin üzerinize olsun” dedi.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ey Âişe! Doğrusu Allah, her hususta yumuşaklıkla
muamele edilmesini sever” buyurdu.
Bunun üzerine Aişe:
“Dediklerini işitmedin mi?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Ben de, “Ve aleykum” sizîn üzerinize de olsun” dedim” buyurdu.
[266]
Açıklama:
“Es-Sâm” kelimesi,
erken ölüm demektir. “Es-Sâmu aleykum” ise erken ölüm başınıza gelsin demektir.
Bütün melanet ve
düşmanlıklarını sinsice yürüten yahudiler, asr-ı saaddette müslümanlarla
karşılaştıkları zaman, selâm kelimesine çok yakın olan “Sâm” kelimesini kullanarak
hem zehirlerini kusmuşlar ve hem de selâm vermiş gibi görünmeye çalışmışlardır.
Fakat onların bu hali Resulullah'ın gözünden kaçmamış, ümmetini yahudilerin bu
entrikalarına karşı da uyararak onların bu sözde selâmlarına karşı nasıl
mukabele edeceklerini kendilerine öğretmiştir. Konumuzu teşkil eden bu hadis-i
şerifte yahudilerin bu tutumlarına karşı müslümanların “Ve aleykum” diyerek
cevap vermeleri emredilmektedir.
Alimler, Ehl-i kitab
selam verdikleri vakit selâmlarının alınacağında ittifak etmişlerdir.
Ancak, Yahudiler selam
yerine, selam kelimesine benzeyen fakat gerçekte selâm kelimesiyle taban
tabana zıt olan “Sam” erken ölüm kelimesini kullandıkları zaman onların bu
sözüne nasıl bir karşılık verileceği meselesi büyük bir önem kazanmaktadır.
Eğer onlara konumuzu
teşkil eden hadiste anlatıldığı şekilde “Ve aleykum sizin üzerinize de olsun
diyerek karşılık verilirse o zaman yahudilerin bu bedduasına iştirak edilmiş ve
bu erken ölümün hem yahudilerin hem de müslümanların başına gelmesi istenmiş
olur. Çünkü bu durumda “Ve aleykum” kelimesinin başında bulunan “Ve” atıf harfi
olabilir. Atıf harfi ise, cem ve iştirak ifade ettiğinden yahudinin müslümanlar
için ettiği erken ölüm duasının aynı şekilde yahudilere de şamil olmasından başka
bir mana ifade etmez. Bu ise yahudilerin selâm suretindeki bu sinsi
ihanetlerine yeterli bir cevap teşkil edemez.
İmam Nevevî şöyle
diyor:
“Bu hadis-i şerifte
geçen “Ve aleykum” kelimesinin başındaki “Vav” harfi rivayetlerin çoğunda
bulunmakla beraber, bazılarında da yoktur. Rivayetlerin çoğunluğuna bakarak bu
harfin bulunduğunu kabul edersek bu “Ve aleykum” cümlesini iki şekilde te'vil
edebiliriz:
1- Bu
cümleyi zahirine göre te'vil edebiliriz. Şöyle ki “Es-Sâmü aleykum” sözü “Ölüm
başınıza gelsin” demek olduğuna göre, bu söze “Ve aleykum” diyen kimse;
“Gerçekten biz
öleceğiz, siz de öleceksiniz, ölüm hususunda hepimiz aynı durumdayız. Hepimiz
öleceğiz” demiş olur.
2- “Ve
Aleyküm” kelimesinin başında bulunan “Vav” harfinin İştirak ve cem İfade eden atıf
vavı olmayıp başına geldiği cümlenin, kendinden önceki cümleyle ilgisini
kesmeye yarayan istinaf vav'ı olması mümkündür. Buna göre “Ve aleyküm”
cümlesi: “Layık ve müstahak olduğunuz, kötülenme sizin başınıza gelsin”
anlamına gelir.
Eğer bazı rivayetleri
dikkate alarak “Ve aleyküm” cümlesinin başında vav harfinin bulunmadığını kabul
edersek o zaman bu “Aleyküm” cümlesi, bilakis ölüm bizim üzerimize değil, sizin
üzerinize olsun, anlamına gelir”
Hattabî'nin
açıklamasına göre, bu mevzudaki rivayetlerin doğru olanı da vavsız olarak gelen
“Aleyküm” şekildeki rivayettir ki Tirmizî'nîn rivayeti
[267] ile
Nesâi'nin rivayetinde
[268] bu
cümle, vavsız olarak rivayet edilmiştir.
[269]
1994- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Yahudiler ile Hıristiyanlarca karşılaştığınız zaman
ilk önce selamı siz vermeyin. Onlardan birine yolda rastlarsanız, onu yolun dar
yerine sıkıştırın.”
[270]
Açıklama:
Hadis, müslümanlara
karşı zulüm ve haksızlık yapan müşriklere, Yahudilere ve Hıristiyanlara, yani
İslam dışı olan kimselerle karşılaşıldığı zaman onlara müslümanların gücünü ve
hakimiyetini göstermek için uçuruma düşürecek yada duvara çarptıracak kadar
değil de, onları yolun en dar yerine sıkıştırılmasını, böylece onların müslümanlara
karşı daha samimi, daha yumuşak, daha sevecen olmalannı sağlamayı
anlatmaktadır. Yoksa müslümanın, her önüne çıkan müşriklere karşı böyle
davranması söz konusu değil. Çünkü bu tavır, müslümanlara hor bakan İslam dışı
kimselerle alakalıdır. Bu, onlara yapılacak tavırlardan sadece bir tanesidir.
1995- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
bazı çocukların yanından geçerken onlara selam verdi.”
[271]
1996-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), bana:
“Senin yanıma girmek için iznin, perdenin kaldırılması
ve benim fısıltımı işitmendir. Bu durum, senin yanıma bu kadar yaklaşıp daha
sonra seni girmekten nehyedebilirim”
buyurdu.[272]
1997- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah'ın hanımı
Şevde, perde gerisinde durma hicap ayeti indikten sonra bir haceti için dışarı
çıkmıştı. Kendisi diğer kadınlardan daha uzun ve iri yapılı olup kendisini
tanıyanlardan gizli olamıyordu.” Derken onu Ömer gördü ve ona:
“Ey Şevde bil ki,
vallahi, bizden gizli olamıyorsun, nasıl dışarı çıktığına bir bak!” dedi.
Bunun üzerine Şevde
geri dönüp eve geldi. Resulullah (s.a.v.) benim evimde akşam yemeği yiyordu,
elinde etli kemik vardı. İçeri girip:
“Ey Allah'ın Resulü! Hacetim
için dışarı çıkmıştım, bunun üzerine Ömer bana şöyle şöyle söyledi” dedi.
Bunun üzerine Allah,
Resulullah (s.a.v.)'e vahiy indirdi. Sonra Resulullah (s.a.v.)'den vahyin
etkisi kaldırıldı. Bu sırada kemik halen elinde olup bir yere koymamıştı.
Sonra da:
“Durum şu ki, kendi ihtiyaçlarınız için dışarı
çıkmanız için size izin verildi”
buyurdu.
[273]
Açıklama:
Nur Suresi 31. ayette
kadınların, zikredilen kadın ve erkekler dışındaki kimselere zinetlerini göstermeleri
yasaklanmış ve onlara “Gizli zinetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmamaları”
emredilmişti. Eğer bu emir, Ahzab Suresi'nin bu ayeti ile birlikte okunursa,
kadınların burada emredildiği şekilde örtülerine bürünmelerirıin amacının
zinetlerini başkalarından gizlemek olduğu anlaşılır.Elbette bu amaç da ancak
dış elbisesinin kendisi sade olduğunda yerine getirilebilir, aksi taktirde
süslü ve dikkat çekici bir örtüyle örtünmek bu amaca uygun düşmeyecektir. Bunun
yanısıra, Allah sadece kadınlara örtülerine bürünerek zinetlerini gizlemelerini
emretmekle kalmıyor, örtünün bir ucunu yukarıdan aşağıya bırakmalarını da emrediyor.
Her sağduyulu insan buradan, vücut ve elbisenin zinetleri ile birlikte yüzün de
örtülmesi gerektiği sonucunu çıkanr. Daha sonra Allah bu emrin sebebini de
açıklıyor: “Bu, müslüman kadınların tanınması ve inciitilmemesi için en uygun
yoldur.” Elbette bu emir, erkeklerin ısrar edici bakışlarından, sarkıntılık
etmelerinden ve sataşmalanndan rahatsız olan, bunlan eğlenceli bulmayan, kötü
şöhretli ahlaksız sokak kadınlanndan biri gibi kabul edilmek istemeyen, tam
aksine ahlaklı, namuslu ev kadınları olarak tanınmak isteyen kadınlar içindir.
Böyle soylu ve şerefli
kadınlara Allah şöyle buyurmaktadır:
“Eğer gerçekten iyi kadınlar olarak tanınmak
istiyorsanız ve erkeklerin şehvet dolu bakış ve ilgileri sizi rahatsız
ediyorsa, insanların açgözlü bakışları önünde bütün güzellik ve fiziki
cazibenizi ortaya koyacak şekilde yeni gelinler gibi süslü bir şekilde sokağa
çıkmamalısınız. Tam aksine bütün ziynetlerinizi gizleyen ve yüzünüzü örten sade
bir örtü ile ve ziynetlerinizin şıkırtısı bile dikkati çekmesin diye ağırbaşlı
bir şekilde yürüyerek sokağa çıkmalısınız. Kendisini boyayıp süsleyen ve her
tür ziyneti takıp takıştırmadan dışarı adımını atmayan bir kadının, erkeklerin
dikkatini çekmekten başka bir amacı olamaz. Böyle yaptığı halde insanların,
açgözlü bakışlarından rahatsız olduğunu söyleyerek şikayet ediyorsa ve “Sokak
kadını” olarak tanınmak istemediğini, namuslu bir ev kadını olarak yaşamak
istediğini söylüyorsa, bu, sahtekarlıktan başka birşey değildir. Bu, gerçek
niyetini ifade eden bir kimsenin sözleri değildir, onun asıl niyeti
tavırlarında ve davranış tarzında görülmektedir. O halde diğer erkeklerin önüne
dikkat çekici bir şekilde çıkan bir kadının bu davranışı, onun davranışlarını
neyin yönlendirdiğini göstermektedir. İşte bu nedenle münasebetsiz kimseler,
hafif kadınlardan bekledikleri şeyleri bu kadınlardan da beklerler.” Kur'an
kadınlara şöyle der:
“Siz aynı anda hem sokak kadını, hem de namuslu bir
kadın olamazsınız. Eğer namuslu, saygıdeğer kadınlar olarak yaşamak
istiyorsanız, sokak kadınlarına yaraşan davranışlardan vazgeçmeli ve namuslu
kadın olmanızı sağlayacak bir hayat tarzı benimsemelisiniz.”
[274]
1998- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Dikkat edin ki! Sakın bir adam, dul bir kadının
yanında gecelemesin. Yalnız nikahlısı yada evlenmesi haram olan bir kimse
olursa o başka.”
[275]
1999- Ukbe
b. Amir (r.a)'tan rivayet edilmiştir; “Resulullah (s.a.v.):
“Kadınların yanına girmekten sakının!” buyurdu. Ensar'dan bir kimse:
“Ey Allah'ın resulü!
Bîr kadının kocasının erkek akrabaları hususunda ne buyurursun?” diye sordu.
Resulullah (s.a.v.):
“Kadının kocasının erkek akrabaları, ölümdür” buyurdu.
[276]
2000-
Abdullah İbn Amr İbnu'1-As (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hâşim oğullarından
birkaç kişi, Esma' bint. Umeys'in yanına girmişti. Derken Ebû Bekr'i Sıddık da
oraya girdi. Esma, o gün, Ebu Bekr'in nikâhı altında idi. Ebû Bekr, bu
kimseleri orada görüp bu durumdan hoşlanmadı. Bunu Resulullah (s.a.v.)'e
anlattı, sonra da:
“Fakat orada hayırdan
başka bir şey görmedim” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu Allah, Esma'yi kötü işlerden uzak kılmıştı” buyurdu. Sonra Resulullah (s.a.v..v) minberin
üzerinde ayağa kalkarak:
“Bu günümden sonra hiç kimse, beraberinde bir veya iki
kişi olmadan, kocası evde bulunmayan bîr kadının yanına girmesin!” buyurdu.
[277]
2001-
Safiyye bint. Huyey (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir;
“Peygamber (s.a.v.)
itikâfa girmişti. Ben de geceleyin onu ziyarete gidip onunla (mescidin
içerisinde) konuştum. Sonra evime dönmek üzere kalktım. Beni evime götürmek
için o da kalktı.
“Safiyye'nin evi,
Üsame b. Zeyd'ın hanesinde idi. Derken oradan Ensâr'dan iki kimse geçti.
Peygamber (s.a.v.)'i görünce hızlandılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.);
“Ağır olun! Bu kadın, Safiyye bint. Huyeyy'dir” buyurdu. Adamlar;
“Subhanallah, ey
Allah'ın resulü!” Resulullah (s.a.v.);
“Şüphesiz şeytan, insanın kanının aktığı yerden akar.
Ben de sizin kalblerinize kötülük atar
diye korktum” buyurdu yada “Kötülük”
kelimesi yerineşey” dedi.
[278]
Açıklama:
Hattâbî'ye göre bu
hadis; insanın iyi sonuç vermeyeceği belli olan işlerden ve kendisi hakkında
insanlann kötü zan beslemelerine sebep olacak davranışlardan uzak durmasının ve
hüsnü zan beslemelerine sebep olacak davranışlarda bulunarak halkın kendine
kötü zan beslemesi ihtimalini kaldırrrlasının müstehab olduğuna delalet
etmektedir.
2002- Ebu
Vâkıd el-Leysî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
etrafında insanlar birlikte mescide otururken huzuruna üç kişi belirdi. ikisi
Resulullah (s.a.v.)'e doğru yöneldi. Diğeri de başka bir tarafa doğru gitti. Bu
iki kimse, Resulullah (s.a.v.)'in karşısında durdu. ikisinden biri, mesciddeki
halkada bir boşluk bulup onların arasına oturdu. Diğer ise, cemaatın arkasında
bir yerde oturdu. Üçüncüsü ise çekip gitti. Resulullah (s.a.v.), konuşmasını
bitirince:
“Bu üç kişinin durumunu size bildireyim mi? Birincisi,
Allah'a sığındı. Allah'da onu barındırdı, ikincisi, cemaate sıkıntı vermekten
çekinip en arkaya oturdu. Üçüncüsü ise bu cemaattan yüz çevirdi. Allah'da ona
yüz çevirdi” buyurdu.
[279]
Açıklama:
Bu hadiste; bir ilim
meclisine oturan kimsenin, Allah'ın yakınında ve himayesinde olduğu ve onun,
meleklerin üzerine kanatlarını açacakları kimselerden olduğu, böyle bir meclisi
yarıp orta yerlerde ve önlerde oturmak isteyip de bundan haya eden kimsenin
arkalarda oturmasından dolayı Allah'ın da ona azab etmekten haya edeceği, böyle
bir meciise oturmaktan yüz çeviren kimseden Allah'ın da ondan yüz çevireceği
belirtilmektedir.
Ayrıca ilim meclisinde
daha iyi işitmek ve anlamak için konuşan kimseye yakın oturmanın müstehab
olduğu, ilim meclisinin kenanna oturmanın ve dinlemekte olan bir kimseyi
yerinden kaldırmamanın güzel edebden olduğu, ilim halkasında boş yer
bırakmayanlara ve hayır talebinde sıkışanlara övgünün olduğu ve meclistekilerin
soru sormasından önce ilmi anlatmaya başlamasının caiz olduğu ile ilgili
hükümler yer almaktadır.
2003-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir adanı, Cuma günü yada başka zamanlarda birisini
yerinden kaldırıp sonra da oraya oturmasın. Fakat 'yer açın, genişleyin” desin.”
[280]
2004- Câbir
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sakın sizden birisi Cuma günü din kardeşini oturduğu
yerinden kaldırmasın. Sonra da gidip onun yerine oturmasın. Fakat “Yer açın”
desin.”
[281]
2005- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kimse oturduğu yerden kalkıp da sonra oturduğu
yere geri dönerse, o kimse, o yerde hak
sahibidir.”
[282]
2006- Ümnıü
Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Kadın tabiatlı bir
kimse, evde Resulullah (s.a.v.)'in yanında bulunuyordu. Bu kimse, Ümmü
Seleme'nin kardeşine:
“Ey Abdullah b. Ebi
Ümeyye! Allah yarın size Taif'i fethini müyesser kılarsa ben sana Gaylan'ın
şişman kızını sana göstereceğim. Çünkü o kız, semizliğinden dolayı dört et
büklümüyle karşılar ve geriye döndüğü zaman ise sekiz et büklümüyle arkaya
döner” dedi. Resulullah (s.a.v.), onun bu dediklerini işitti. Bunun üzerine
hanımlarına;
“Bunlar, sizin yanınıza girmesin” buyurdu.
[283]
2007- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in hanımlarının yanına kadın
tabiatlı bir adam giriyordu: Peygamber (s.a.v.)'in hanımları, onu, ihtiyaç
sahibi olmayan kimselerden sayıyorlardı. Derken bir gün Peygamber (s.a.v.), o
kimse kadınlarından birisinin yanında iken içeri girdi.” Bu kimse:
“O kadın, karşıladığı
zaman semizliğinden dolayı dört et büklümüyle karşılar, geriye döndüğü zaman
ise sekiz et büklümüyle döner” diyerek bir kadını tavsif ediyordu. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Dikkat edin ki! Bu kimse, orada burada ne olduğunu
tanır halde görüyorum. Bu kimse, bir daha siz kadınların yanın sakın girmesin!” buyurdu.
Bunun üzerine
kadınlar, onu yanlarına girmektenmen ettiler.”
[284]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Muhannes”; ahlak, hareket ve sözünde kadınlara benzeyen kimsedir. Bazen
yaratılıştan kadına benzer. Dolayısıyla da tıpkı kadınlar gibi konuşur.
O kişinin kadına
benzemesi, kendi arzusuyla değildi. Bu kişi, bir tur hünsa kimse gibidir.
Hünsa: Hem erkeklik ve hem de kadınlık organı olan kimsedir. Peygamber (s.a.v.)'in
o kişiyi ilk gördüğünde bir şey dememesi bundan dolayı olabilir.
Bazen de doğuştan
benzemediği halde kendi arzusuyla kadınlara benzemeye çalışanlar vardır.
Bunlara da, “Muhannes” denilir. İşte sahih hadislerde lanet edildiği bildirilen
muhannesler bunlardır.
2008- Esma'
bint. Ebi Bekr (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Zübeyr, benimle
evlenmişti. Fakat kendisinin yeryüzünde mai ve köle nâmına atından başka hiçbir
şeyi yoktu. Ben onun atının yemini verir, nafakasına bakar, işlerini görür, su
devesi için çekirdek kırar, onun yemini ve suyunu verir, kovasını tamir eder,
hamur yoğururdum. Ekmek yapmayı beceremiyordurn. Benim için Ensar'dan bazı
komşu, kadınlar ekmek yapıyorlardı. Doğru kadınlardı. Zübeyr'e, Resulullah (s.a.v.)'in
parsellediği yerden çekirdeği başımın üstünde taşıyordum. Ki bu yer bir
fersahın üçte ikisi uzaklıktadır. Bir gün çekirdek başımın üzerinde olduğu
halde Resulullah (s.a.v.)'e rastladım. Beni çağırdı. Sonra beni arkasına
bindirmek için devesine:
Esma, Zübeyr'e:
“Utandım; fakat senin
kıskançlığını da bilirim” dedi. O da:
“Vallahi, başının
üzerinde hurma çekirdeğini taşıman, bana, onunla beraber deveye binmenden daha
güçtür” dedi. Esma:
“Bundan sonra babam
Ebû Bekr bana bir hizmetçi gönderdi de, o beni at bakıcılığından kurtardı ve
sanki beni âzâd etti” dedi.
[285]
Açıklama:
Esma, Hz. Âişe'nin kız
kardeşidir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)'in baldızı olmaktadır.
2009-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Üç kişi bir arada bulunduğunda, iki kişi diğerini
bırakıp da kendi aralarında birbiriyle gizli konuşmasın.”
[286]
2010- Peygamber
(s.a.v.)’in hanımı Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)
hastalandığı zaman Cebrail onu okur:
“Bismillâhi yubrike ve
min külli dâin yeşfîke ve min şerri hâsidin izâhasede ve şerri külli zî aynin
seni her türlü kötülükten uzak kılan, her hastalıktan sana şifa veren,
hasetliği kabardığı her hasetçinin şerrinden ve her nazarı değenin şerrinden
emin eyleyen Allah'ın ismiyle” derdi.
[287]
Dua, efsun, muska;
sihirbaz ve üfürükçülerin okudukları şeyler (anlamına gelmektedir).
İbn Hacer el-Askalânî
(ö. 852/1447), alimlerin şu üç şartın bulunmasıyla rukyenin caiz olacağı
üzerinde görüş birliği içerisinde olduklarını bildirmektedir:
a- Allah
Teala'nın kelamiyla âyetlerle, isimleri veya sıfatlarıyla olması;
b-
Arap
diliyle veya başka bir dille anlaşılır olacak şekilde yapılması;
c-
Yapılan
rukyenin bizzat faydasının dokunduğuna değil, umulan faydanın Allah Teâlâ
tarafından gönderildiğine inanılması.
[288]
Rukye; mubah, haram ve
şirk olmak üzere üç çeşittir:
Kur'ân-ı Kerim'den
ayetlerîe Allah Teala'nın isim ve sıfatlarıyla, arapça ve anlamı anlaşılır bir
dille yapıldığı takdirde mubahtır. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilen bir
hadis-i şerifte şöyle denilmektedir:
“Rasûlüllah (s.a.v.)
son hastalığında muavvizeteyni okuyup kendisine üflüyordu. Hastalığı
ağırlaştığı zaman onları okuyarak üzerine üflüyor ve onların bereketi için
elini meshediyordum.”
[289]
Yine Hz. Aişe (r.anhâ)
Rasûlüllah (s.a.v.)'m hastalığından bahsederken şunları söylemektedir: “Rasûlüllah
(s.a.v.) yatağa düştüğü zaman, Ihlas süresi ve Mu'avvize-teyn'in tamamını
okuyarak avucuna üfledi ve sonra elleriyle yüzünü ve vücudunun elinin
yetiştiği her tarafını mesnetti.”
[290]
Yine akrep sokmasına
karşı Fatiha suresi ile rukye yapıldığına dair hadis varîd olmuştur.[291] Ve
yine Rasûlüllah (s.a.v.)'m hastalanan bazı kimselere, Muavvizeteyn okuyup,
oniarı sağ eliyle meshettiği ve peşinden de şöyle söylediği rivayet
edilmektedir:
“Ey insanların Rabbi olan Allah'ım hastalığı gider;
buna şifa ver. Şifa veren yalnız sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur.
Hastalık bırakmayan şifa ver.”
[292]
Bu anlamda rivayet
edilen hadisler çoktur. Bazı alimler Rasûlüllah (s.a.v.)'in; “Göz değmesi ve hummanın dışında rukye
yoktur”.
[293] hadisine dayanarak, göz
değmesi, yılan ve akrep sokması dışında rukyenin caiz olmadığı kanatine
varmışlardır. Ancak diğer bazı alimler de bu hadisin, rukyenin en fazla faydalı
olacağı anlamına sarfedildiğini, “Zülfikardan başka kılıç yoktur” sözüne kıyas
yaparak cevaplandırmışlardır. Çünkü diğer hadislerde görüldüğü gibi, Rasûlüllah
(s.a.v.) başka şeyler için de rukyeye cevaz vermiştir.
Anlaşılmaz sözler,
anlamsız kesik harfler, bilinmeyen isimler, bilenlerin Arapçadan başka bir
dille rukye yapması, demir, tuz kullanarak veya ip bağlayarak rukye yapılması
haram kılınmıştır. Fayda verdiği tecrübe edilmiş uygulamalar bunun dışındadır.
Şabir (r.a)'dan şöyle rivayet edilmektedir:
“Rasûlüllah (s.a.v.)
rukye yapılmasını yasakladı. Amr İbn Hazm'ın çocukları gelip şöyle dediler:
“Ya Resûlullah! Biz
bir tür rukye yapardık ve onunla akrep sokmalarına karşı korunurduk.”
Resûlullah;
“Ona dönün onda bir kötülük görmüyorum. Sizden her
kim kardeşine fayda vermeye güç yetirirse ona faydalı olsun”
[294] demişti.
İzz b. Abdüsselam'dan
anlamı bilinmeyen harflerle yapılan rukye sorulduğu zaman, küfrü gerektirecek
anlamlar içerip içermediğinin bilinmemesinden dolayı buna cevaz vermemiştir.
Allah Teâlâ'dan
başkasına dua ederek, sığınarak veya yardım dilenerek yapılan rukye, şirktir.
Meleklerin, peygamberlerin, cinlerin ve benzeri varlıkların isimleriyle '
rukye yapmak gibi... Bunların tamamı Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktır. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Efsun, nazarlık boncuklar, ve muhabbet için yapılan
muhabbet muskaları şirktir.”
[295]
Yine; “içinde şirk bulunmayan şeyle rukye
yapmakta bir kötülük yoktur”
[296]
buyurmaktadır.
İbn Hacer bu konuyu
şöyle açıklamaktadır;
“Bazı rukyelerde şirk
bulunmaktadır. Çünkü onu yapanlar kendilerine dokunan zararı defetmek ve lavda
elde etmeyi Allah'tan başka kimselerden istemektedirler.”
[297]
Müslüman, tamamıyla
Allah Teâlâ'ya tevekkül etmekten başka şeylerden fayda dilemez. Nitekim
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız olarak Cennete girecektir.
Onlar, efsun yapmayanlar, teşe'um etmeyenler, vücudlarını dağlamayanlar ve
ancak Rablerine tevekkül edenlerdir.”
[298]
Kendiliğinden, istenmediği halde müslüman kardeşine rukye yapması bunun
dışındadır. Bu Rasûlüllah (s.a.v.)'in şu hadisine göre müstehaptır.
“içinizden her kim kardeşine
yardım etmeye güç yetiriyorsa bunu yapsın.”
[299]
2011-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Nazar/göz değmesi, gerçektir. Eğer kaderin önüne
geçen bir şey olsaydı, onun önüne göz değmesi geçerdi. Sizden boy abdesti
almanız istenildiğinda boy abdesti alın.”
Türkçe'de kem göz
manasına gelmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki
göz değmesinin temelinde yatan esas sebep kişinin kıskançlık duygusudur. Ve bu
duygunun, baktığı kimseye yansıması ve onu te'sir altında bırakmasıdır. Nazar
boncuğu takmakla bu kıskançlık dolu bakışların tesirinin azaltılması veya başka
yönlere yansıtılması amaçlanmaktadır.
Nazar ile kıskançlık
arasında yakın bir münasebet vardır. Elmalılı Hamdi Yazır, bu münasebeti şöyle
ifade ediyor:
“Kıskançlıklarından az
daha Hz. Peygamber'i nazara uğratacaklar, aç ve kötü gözlerinin şerriyle
ellerinden gelse onu helak edeceklerdi. Demek ki, öfkenin bedende bir hükmü
bulunduğu gibi, gözlerin de karşılarındakine bakışlanna göre iyi veya kötü bir
hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur çarpar; mıknatıslar ve manyetize eder.
Kimi de aldığı teessürle hasedinden bir gayze düşer, türlü türlü su-i kasde ve
hilelere kalkışır ki, maddî veya manevî hangisi olursa olsun hedefine vardığı
zaman, isabet-i ayn değmesi veya nazar tabir olunur. Bunun hakkında uzun
uzadiya sözler söylenmiş, inkâr edenler, ispat edenler olmuştur. Keyfiyeti ne
olursa olsun isabet-i ayn vardır.”
[300]
Nazann gerçek olduğunu
kabul edince, ondan korunma yollarını da öğrenmek gerekir. Bunun için de,
dinimizin bize müsaade ettiği yollara baş vurmak, sakındırdığı yollardan da
kaçınmak durumundayız.
Nazar kavramının
batıdaki ifadesi, psikokinezidir. Nazar olayında iyi niyet ve yoğuşmaya göre
alıcı ile verici uçlardan geçen bir “Ark” oluşmaktadır. Gıbta, övünme, imrenme
gibi dostça duygular, hatta ebeveynlerin; çocuklanna sevgisi, nazarın küçük
dozda uğratma sebebidir. Nazara uğrayan kişi, çok sık esner ve sıkılır. Asıl
uğursuz nazar, “Haset” duygusundan gelişir. Bu duyguda, düşmanlık, kin ve
intikam mevcuttur. Nazann dozajında bu haset duygusunun şiddeti çok önemlidir.
Haset duygusu ne kadar şiddetli olursa, nazarın gücü de o kadar şiddetli olur.
[301]
Gözlerin
elektromanyetik ışınlar yoiİadığı konusu, Sovyetler Birliğinde yoğun bir
şekilde araştırılmaktaydı. Yayının dalga boyu yaklaşık yüzde sekizmidir. Yani
radyo dalgalanyla enfraruj kızılötesi dalgalar arasındadır.
[302]
2012- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Zurayk oğulları Yahudilerinden Lebid b. A'sam adında
bir yahudi, Resulullah (s.a.v.)'e sihir yaptı. Bundan dolayı Resulullah (s.a.v.),
bazı işleri yapmadığı halde o iş kendisine yapıyorum gibi geliyordu. Nihayet
bir gün yada bir gece Resulullah (s.a.v.) dua etti. Sonra tekrar dua etti,
sonra tekrar dua etti”. Sonra bana:
“Ey Âişe! Kendisinden
fetva istediğim şey hakkında Allah bana o şey hakkında fetva verdi. Bana iki
kişi/Cebrail ile Mikail geldi. Biri başımın ucuna ve diğeri de ayak ucuma
oturdu. Başucumda olan, ayak ucumda olana yada ayak ucumda olan, baş ucumda
olana:
“Bu kimsenin rahatsızlığı nedir?” diye sordu. O da;
“Büyülenmiştir” dedi.
Öteki:
“Onu kim büyüledi?”
dedi. Diğeri:
“Lebid b. A'sam” diye
cevâp verdi. Öteki:
“Bu büyü, hangi şeyle
yapılmıştır?” dedi. Diğeri:
“Bir tarak, saç
döküntüsü ve erkek hurma tomurcuğu ile yapılmıştır” diye cevap verdi. Öteki:
“Bu büyü, nerededir?” diye
sordu. Diğeri:
“Zû Ervan kuyusunda”
dîye cevâp verdi.
Âişe demiş ki:
“Daha sonra Resulullah
(s.a.v.) sahabilerinden bazı kimselerle birlikte oraya gitti. Sonra bana:
“Ey Âişe! Vallahi, kuyunun suyu kına ıslatılmış su
gibi kırmızımtırak, hurması da şeytanların başları gibi idi” buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın resulü! O büyüyü (çıkarıp) yakmadın mı!” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır, yakmadım! Allah bana şifa verdi. O büyüyü
çıkarmak suretiyle sihrin kötülüğünün insanlar arasında yayılmasını istemedim.
Kuyunun kapatılmasını emrettim. Kuyu da kapatıldı” buyurdu.”
[303]
İnsana yönelik olarak
tabiat üstü gizli güçlerin yardımı ve aracılığıyla belli bir maksadı
gerçekleştirmek ve belli bir gayeye ulaşmak için uygulanan ve etkili olduğu
kabul edilen eylem; bir şeyin veya olayın gerçek hüviyetinden uzak olarak başka
bir halinin gösterilmesi.
Sihir, İslâm'ın kesin
olarak yasaklayıp reddettiği bir inanç ve işlem olup tabiat kuvvetleriyle
insanlara bir takım etkilerin yapıldığı söylenen ilkel bir anlayış ve olgudur.
Tevhid inancının insanların hayatından uzak kaldığı dönemlerde toplumlann ilkel
inançlara saplanmasıyla ve özellikle totem inancının yaygın olduğu kitleler
arasında çeşitli göz boyama yollarıyla yapılan sihir, eski İran, Çin,
Mezopotamya, Arap yarımadası, Mısır ve Hindistan'da rastlanan bir meslek
haline getirilmiştir. Allah inancının ve sağlam düşüncenin zayıfladığı dönemlerde
daha çok rastlanan bir olay olan sihir, bazı toplumlarda dinî törenlere bir
inanç haline getirilmiş ve Allah'ın kudreti unutularak bir çok sihirbaz ve
kâhinin sözleri geçerli kılınmıştır. İslâm'ın sihirbaz ve kâhinleri kınaması,
insanları basit inanç ve düşüncelerle oyalayıp onları gerçek Allah inancından
uzaklaştırarak ilkel ve akıl dışı anlayışlara sürüklemelerini engellemek
içindir.
Bütün bunlara
bakıldığında sihir, hayal olan şeyleri gerçekmiş gibi göstermek suretiyle
insanlar üzerinde aldatıcı bir tesir oluşturmaktan ibaret bir olaydır. Buna
rağmen bir gerçek yönünün olduğu ve hakikaten etki yaptığı kabul edilmektedir.
[304]
2013- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir Yahudi kadını,
Hayber'de Resulullah (s.a.v.)'e zehirli bir koyun eti getirmişti. O da ondan
yemişti.
“Daha sonra kadının
zehirli koyun eti getirdiği anlaşılınca bu kadın Resulullah (s.a.v.)'e
getirildi. Resulullah (s.a.v.) kadına bunun sebebini sordu. Kadın:
“Seni öldürmek istedim”
diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Allah seni bu iş üzerine musallat kılacak değildir” buyurdu. Ravi der ki:
“Yada “Benim üzerime musallat kılacak değildir” buyurdu. Sahabiler:
“Bu kadını öldürelim
mi?” diye sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır!”
buyurdu. Enes:
“Ben, o zehirli etin
bıraktığı siyahlık yada yeşillik gibi etkiyi zaman zaman Resulullah (s.a.v.)'in
küçük dili üzerinde görür dururdum” dedi.
[305]
2014. Hz. Aişe
(r.ahhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bizden birisi
rahatsızlandığı zaman Resulullah (s.a.v.) onu sağ eliyle sıvazlar ve sonra da:
Ezhibi'1-bâse babben'n-nâsi, ve'ş- fi ente'ş-şâfî lâ
şîfâe illâ şifâuke, şi-fâen lâ yuğâdiru sakamen” Ey insanların Rabbi! Şu
hastalığı gider. Şifa ihsan eyle. Şifa veren ancak Sen'sin. Senin şifandan
başka hiçbir şifa yoktur. Bu hastaya Öyle bir şifa ver ki, hasta üzerinde
hiçbir hastalık izi bırakmasın”
derdi.
Resulullah (s.a.v.)
hastalanıp ağırlaşınca elini tuttum. Onun bu yapmakta olduğunu ona yapmak
istedim. Elini elimden çekti. Sonra da:
“Allahümme'ğfir lî vec'alnî maa'r-refîki'1-a'Iâ” Allah’ın!
Beni mağfiret eyle ve beni en yüksek refik ile birlikte kıl” buyurdu.
Aişe der ki:
“Resulullah (s.a.v.)'e bir bakayım dedim. Bir de
baktım ki, Resulullah (s.a.v.)'in ölüm ile ilgili emir tamam olmuş.”
[306]
2015-
Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), ailesinden biri hastalandığı
zaman onun üzerine Fe-lak ve Nas surelerini okuyup üfürürdü. Vefat ettiği
hastalığa tutulunca, ben kendisine üfürmeye ve onu kendi eliyle sıvazlamaya
başladım. Çünkü onun eli, bereketlilik açısından, benim elimden daha büyüktü.”[307]
2016-
Esved'den rivayet edilmiştir;
“Âişe'ye, okuma
tedavisinin/rukye yapmanın hükmünü sordum. O da:
“Resulullah (s.a.v.), Ensar'dan bir ev halkına bütün
zehirli haşerelere karşı okuma tedavisi/rukye yapmalarına izin vermiştir” diye
cevap verdi.
[308]
2017- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bir kişi, kendisinde
bulunan bir şeyden dolayı rahatsızlandığı zaman yada kendisinde bir çıban veya
bir yara olduğunda Resulullah (s.a.v.) parmağını mübarek tükürüğünden biraz
sürer ve ıslak parmağını temiz bir toğrağa koyardı.
Hadisin ravisi Süfyân,
kendi şehadet parmağını yere koyarak Resulullah (s.a.v..v)'in bu fiilini
göstermiştir.
Parmağına bulaşan
toprakla hastanın yaralı veya ağrıyan yerini sıvazlayıp kaldırır, sonra da:
“Bismillah! turbetu ardinâ. Birîkati ba'dina, li-yuşfâ bihi sekîmunâ, biîzni
rabbinâ” (Allah'in adıyla, bazımızın tükrüğüyle şu arzımızın toprağı, Rabbimizin
izniyle hastamıza şifa verilmesi içindir” diyerek şifa temenni ederdi.
[309]
2018- Hz. Âişe
(r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir;
“Resulullah (s.a.v.), Aişe'ye, göz değmesinden dolayı
okuma tedavisi yapmasını emretti.”
[310]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
göz değmesine karşı yapılmasını emrettiği rukye, Ayete'l-Kürsî gibi Mlah'in
isimleri, sıfatlan ve yüce Allah'ı zikretme ile ilgili ayetleri okumak
suretiyle Allah'tan şifa ve korunma dilemektir.
2019- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Zehirli hayvan sokmasında,
yan taraflarda çıkan sivilce gibi yaralarda
göz değmesinde okuma tedavisine izin verildi.”
[311]
2020-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Ümmü Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
hanımı Ümmü Seİeme'nin evinde bir cariyenin/kız çocuğunun yüzünde sarılık
görüp:
“Bu cariyeye/kız çocuğuna göz değmiş, yüzündeki
sarılık nedeniyle ona hemen okuma tedavisi yapın” buyurdu.
[312]
2021- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
yılan sokmasına karşı okuma tedavisi/rukye yapmak için Amr oğullarına izin
vermişti.
Hadisin ravisi
Ebu'z-Zübeyr der ki: Câbir b. Abdullah'ı şöyle derken işittim:
“Resulullah (s.a.v.)'in
yanında oturduğumuz bir sırada bizden birisini bir akreb sokmuştu. Bunun
üzerine bir adam:
“Ey Allah'ın resulü!
Okuma tedavisi/nıkye yapayım mı?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Sizden her kim din kardeşine yarar sağlayabiliyorsa
onu yapsın!” buyurdu.
[313]
2022- Avf b.
Mâlik el-Eşcaî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz cahiliye
döneminde okuma tedavisi yapardık. Günün birinde Resulullah (s.a.v.):
“Ey Allah'ın resulü!
Bu hususta ne buyurursun?” diye sorduk. O da:
“Bana okuma tedavisi şeklinizi gösterin! İçerisinde
şirk olmadıkça rukyede bir sakınca yoktur!” buyurdu.
[314]
Açıklama:
2090 nolu hadisin
açıklamasında da geçtiği üzere, rukye; mubah hamm ve olmak özere üç kısma
aynlmaktadır. Bu hadiste, Arapların cahiliye döneminde durumunu ortaya
koymaktar. dönemi Araplar; afetler ile yabancı, isimlerden ve anlaşılmaz
sözlerden oluşan kelimelerle islam
gelince bu iptal olmuştur. Çünkü bu, haram olan rukye kısrrnna ffnndded Bu tur
rukyenin haram Alınmasının denlennden birisi de; bu tür rukyelerde yabancı
isimler anlaşılmaz sözlerden oluşan kişiyi küfre ve şirke götürecek sözler
içermekteydi.
imam Suyûtî, su üç
şart. içeren rukyenin caiz olduğu hususunda alimlenn ittifak ettiklerini
belirtmiştir:
1-
Rukyenin;
Allah'ın sözlerinden, isimlerinden ve sıfatlarından oluşması.
2- Arapça ve
manası anlaşılır olması
3-
Rukyenin
bizzat etkisi olmayıp aksine etkisinin Allah'ın takdiriyle olduğuna inanmak.
[315]
2023- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
sahabilerinden bazı kimseler bir seferde idiler. Arap kabilelerinden bir
kabilenin yanında konaklayıp onlara kendilerini misafir almalarını istediler.
Fakat onlar, bu sahabileri misafir almak istemediler. Derken kabilenin reisini
akrep sokmuştu. Kabileden bazı kimseler, sahabilerin yanına gelip onlara:
“içinizde okuma
tedavisi yapan birisi var mı? Çünkü kabilenin reisini zehirli bir hayvan
sokmuştur yada isabet almıştır” dediler. İçlerinden birisi:
“Evet” diye cevap
verdi. Bu kişi, kabile reisinin yanına varıp ona Fatiha suresini okumak
suretiyle rukye yaptı. Bunun üzerine adam iyileşti. Bu sahabiye, yaptığı bu iş
karşılığında bir sürü koyun verdiler. Fakat o, bu koyunları kabul etmek istemeyip:
“Bu meseleyi,
Peygamber (s.a.v.)'e anlatayım da ondan sonra bakarız” dedi.
“Medine döndüğünde
Peygamber (s.a.v.)'e gelip durumu ona anlatıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Vallahi, Fatiha suresinden başka bir şeyle okuma tedavisi yapmadım” dedi. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Fatiha suresinin, bu kadar etkili bir okuma tedavisi
olduğunu nereden bildin?” deyip
sonra da:
“Onlardan koyunları alın. Bana da sizinle birlikte bir
pay ayırın!” buyurdu.
[316]
(s.a.v.):Fatiha
Suresine; Allah kelâmının başında bulunduğu yahut namazda ilk okunan sûre veya
tümüyle ilk inen sûre olarak Fatiha sûresi denilmiştir. Fatiha suresinin bir
çok ismi vardır. Bu olaydan dolayı, Fatiha suresinin bir isminin de “Rukye”
olduğu belirtilmiştir.
[317]
2024- Osman
b. Ebi'I-Âs es-Sekafî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Osman b. Ebi'l-Âs,
müslüman oldu olalı vücudunda duyduğu bir ağrıdan dolayı Resulullah (s.a.v.)'e
şikayette bulundu. Resulullah (s.a.v.), ona:
“Elini vücudunun ağrıyan yerine koy, üç defa “Bismillah
Allah'ın adıyla” de! Yedi defa da “Eûzu billahi ve kudretihi min şerri mâ
ecidu ve uhâziru (acısını duyduğum ve sakınıp sığınmaya çalıştığım ağrının
şerrinden Allah'a ve O'nun kudretine sığınırım” de!” buyurdu.[318]
2025- Osman
b. Ebi'l-Âs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Osman b. Ebi'l-Âs,
Peygamber (s.a.v.)'e gelip:
“Ey Allah'ın resulü!
Doğrusu şeytan; benimle namazım ve kıraatimin arasına girip perde oldu. Namaz
ile kıratımı karıştırıp beni onlarda şüpheye düşürüyor” dedi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Bu, “Hınzib” adında bir şaytandır. Onu hissettiğin
zaman hemen ondan Allah'a sığın ve sol tarafına üç defa tükür” buyurdu.
Osman b. Ebi'l-Âs:
“Resulullah (s.a.v.)'in
bu tavsiyesini yaptım. Bunun üzerine Allah, o şeytanı benden giderdi” dedi.
[319]
Açıklama:
“Hinzib”, namaz kılan
kimseyi şaşırtma görevini üstlenmiş şeytanın adıdır.”
2026- Câbir
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Her derdin bir devası
vardır. Dolayısıyla derdin devasına rastlanıldığı zaman o dert Yüce Allah'ın
izniyle düzelir.
[320]
Resulullah (s.a.v.): “Her derdin bir devası vardır”
buyurduysa mutiaka vardır. Bugün henüz çaresiz dertler varsa devası
keşfedilemediğindendir. Resuluüah (s.a.v.) kan aldırmanın ve dağlamanın birer
tedâvî şekli olduğunu haber verdiyse, onlar mutlaka birer sahih tedavi şeklidir.
Bunların bu asırda tıp âleminden kalkmış olması hadisin sıhhatine asla
dokunamaz. Çünkü his ve tecrübeye dayanan bilgilerin çoğunlukla dayanakları,
bilimsel teorilerdir. Onlara yüzde yüz güvenmeye ise imkan yoktur. Örneğin,
bugün “Gülmek, neşelenmek hayat kaynağıdır” diye bir nazariye ortaya çıkar,
yarın bakarsınız bunun tam aksini iddia eden bir nazariye çıkmıştır. Ağlamanın
vücut için daha faydalı olduğundan bahseder. Dolayısıyla bunlara itimat
olunamaz. Resûîüllah (s.a.v.)'in haber verdiği bir şeyin imkânsız olduğu alken
ve şer'an sabit olursa bu takdirde o haber bizim için müteşabihlerden olur.
İslam'ın özüne aykırı olmamak kaydıyla yorumlamır.
[321]
2027- Âsim
b. Ömer b. Katâde'den rivayet edilmiştir:
Cabir b. Abdullah,
hanemize gelmişti. Bu sırada bir kimse, çıban veya yaradan dolayı
rahatsızlığını şikayet ediyordu. Cabir, ona:
“Rahatsızlığın nedir?”
diye sordu. Adam:
“Çıbanım, bana çok
sıkıntı veriyor” dedi. Cabir:
“Delikanlı! Bana bir
hacamatçı/kan alıcı kimse getir” dedi. Adam:
“Ey Ebû Abdullah!
Hacamatçıyı ne yapacaksın?” dedi. Câbir:
“Yaraya hacamat şişesi
taktıracağım” dedi. Adam:
“Vallahi, buna
sinekler konuyor veya elbise değiyor, dolayısıyla da bu bana eziyet veriyor,
bana zor geliyor?” dedi. Cabir, adamın bundan geri durduğunu görünce:
Resulullah (s.a.v.)i:
“Eğer sizin ilaçlarınızdan bir şeyde hayır varsa bu,
hacamat bıçağında veya bal içmede yada ateşle dağlamadadır. Ancak ben, dağlamayı
sevmiyorum”
diye buyururken işittim'
dedi.
Bunun üzerine
Hacamatçı geldi ve hacamat yaptı. Bunun arkasından adamın duyduğu rahatsızlık
geçti.
[322]
2028-
Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ümmü Seleme kan
aldırmak için Resulullah (s.a.v.)'den izin istemişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)
Ebu Taybe'ye Ümmü Seleme'den kan almasını emretti.”
[323]
Açıklama:
Kan, genellikle o
dönemde baş, bilek, ense gibi kadınların yabancı erkeklere göstermesi caiz
olmayan yerlerden alındığı için, bu hadisin zahiri zımnen, kadınların saçlarını
ergenlik çağına gelmemiş çocuklara ve süt kardeşi gibi kendilerine nikah düşmeyen
yakınlarına göstermelerinin caiz olduğunu ifade etmektedir.
Ebu Taybe'nin, ya Ümmü
Seleme'nin süt kardeşi yada ergenliğe girmemiş bir çocuk olduğu ileri
sürülmüştür.
Bazı alimlere göre;
Ebu Taybe, Ümmü Seleme'ye mahrem olmayıp yabancı bir erkek bile olsa böyle
tedavi edici pozizyonda bulunan bir kimsenin, hastanın vücudundan bakması
gerekli ve zorunlu olan yere bakmasının caiz olduğunu söylemişlerdir.
2029- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), Hendek
savaşı günü kolundan yaralanan Übeyy b. Ka'b'a bir doktor gönderdi. O da, onun
bir damarını kesti. Sonra da üzerini dağlama tedavisi yaptı.”
[324]
2030-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
kan aldırdı. Kan alan kimseye ücretini ödedi ve burnuna da ilaç damlattı.”[325]
Açıklama:
Kan alan kimseye ücret
ödenmesi ile ilgili olarak 1526 nolun hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
2031- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
kan aldırırdı. Kan aldırmanın ücreti hususunda hiç kimseye haksızlık etmezdi.”
[326]
Sözlükte; “Emmek”
anlamına gelen “Hacm” kökünden gelir. Tıbbî tabir olarak “Kan aldırma” diye
ifade edilir. Bu işi yapan kimseye, “Hacim” yada “Haccâm” denir. îhticam, kan
aldırma talebidir. Kan alma işinde kullanılan alete, “Mihcem” yada “Mihceme”
denir. Genellikle sığır boynuzundan yapılır. İçi boş ve iki ağızlı bir alettir.
Mihcem, bazem Haccâm'ın emdiği kanı toplayan alete ve hatta kan almada deriyi
yarmak üzere kullanılan ucu sivri alete de denir. Aslında bu yarma aletinin
ismi, “Mişraf”tır
O dönemde kan, iki
şekilde alınmaktaydı:
Mihcem denilen alet
alınır; geniş ağzı, kan alınmak üzere belirlenen yere tatbik edilir. Haccâm'da,
aletin diğer ağzından aletin içindeki havayı ağzıyla emer. Alet içerisinde hava
azaldıkça kanın dahili tazyikinin de tesiriyle kan ince damarlardan aletin
içine, deri mesamatından akmaya başlar. Böylece hacamat yapılan yerdeki kan
tıkanıklığı izale olur. önceden duyulan ağrı ve sızı hafifler veya tamamen yok
olur.
Mişrat yada mihcem
denilen ucu sivri bir aletle derinin üzeri yarılır. Bu durumda, rnihcem'in
havası emildikçe kan, bu yanlan yerden daha kolay ve daha çabuk akmaya başlar.
Taberânî (ö. 360/970)'nin, Semure'den naklettiği rivayette; Peygamber (s.a.v.)
bu tarzda kan aldırmıştır.
Kan aldırma ile; kanı
alman kişinin kan yapıcı merkezleri uyarılarak, genç ve dinamik kan
hücrelerinin oluşması sağlanır. Bu hücreler, solunum hücreleri alyuvarlar/kırmızı
kan hücreleri yada savunma akyuvarlar/beyaz kan hücreleridir.
Bu yeni oluşan genç ve
dinamik hücreler, hastalıklara karşı daha amansız bir mücadele vererek
hastalıkların uzaklaşmasına sebep olduğu gibi, çevre şartlarına karşı daha
sağlam olmamızı sağlar ve vücuttaki işe yaramayan temel taşı niteliğindeki
ihtiyar hücrelerin uzaklaşmasına ve bunların yerine genç hücrelerin
yerleşmesine yardımcı olurlar. Yapılan gözlemlerde, kan aldıran kişi de,
hastalıklara karşı mukavemetin geliştiği, baş ağrısının ortadan kalktığı, grip
gibi hastalıklara yakalanmadığı görülmüştür. Dolayısıyla kansere akrşı
mukavemetin ve Aids'e karşı müdafaanın elde edebileceği de düşünülmektedir.
2032-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Humma ateşli hastalık, cehennemin kükremesİndendir.
Dolayısıyla onu suyla serinletin.”
[327]
Açıklama:
“Humma”, sıtma gibi
ateşli hastalıklara genel olarak verilen isimdir. Bu hadiste; bir yandan ateşli
hastalıklarda uygulanabilecek bir tedavi yoluna işaret edilirken, diğer taraftan
cehennemin kaynaması, yani cehennem ateşinin şiddeti, insanların bizzat yaşamış
veya müşahade etmiş olabilecekleri bir olaya benzetilerek insanlar
uyarılmaktadırlar.
Ateşli bir hastalığın,
hastayı ateşler içerisinde kıvrandırarak eritip bitirmesi, cehennem hayatından
çok küçük bir numunedir. Bunun için bir hastalığa düşmemek için önlem alındığı,
bir hastalığa düşünce de kurtuluş çareleri arandığı gibi, ebedi hayatta
cehennem azabına uğramamak için bu dünyada gereken şeyler yapılmalıdır. Yine bu
dünyada yapılacak ve asılları temizliğe, yani “Su”ya dayanan ibadetlerin
serinliği, ahirette cehennem ateşini etkisiz hale getirecektir.
Ateşli hastalıkların
tedavisinde, hastalığın çeşidine ve hastalığa göre yöntemleri değişmekle
beraber, genel olarak, soğuk su kullanımı faydalı olmaktadır.
2033- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Hastalığı sırada
Resulullah (s.a.v.)'in ağzına ilaç akıttık. Bunun üzerine bize:
“Bana ilaç akıtmayın” diye işaret etti. Biz:
“Resulullah (s.a.v.)'in bunu istememesi ile ilgili
işareti, hastanın ilaçtan hoşlanmamasından ibarettir” deyip ilaç vermeye devam ettik. Resulullah (s.a.v.)
aydınca:
“Ben sîzi bana ilaç vermekten men etmedim mi? Sîzden
ağzına ilaç akıtılmayan hiç kimse kalmasın. Amcam Abbâs hariç. Çünkü bana ilaç
verdiğiniz de o sizinle birlikte bulunmadı” buyurdu.
[328]
2034- Ümmü
Kays bint. Mihsan (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Henüz yemek yemeyen
küçük bir oğlumla birlikte Resulullah (s.a.v.)'in yanına girdim. Bu oğlumu,
uzre denilen boğaz hastalığından dolayı tedaviye tabi tutmuştum. Resulullah (s.a.v.):
“Niçin boğaz hastalığını böyle bir tedavi uygulamak
suretiyle çocuklarınızın boğazım elle sıkıştırıp dürtüyorsunuz” Şu Udi
Hindi'yi kullanın. Çünkü onda yedi türlü şifa vardır. Zatu'1-cenb/göğüs zarı
iltihabı hastalığının ilacı ondandır. O, uzre denilen boğaz hastalığı için
burna çekilir. Göğüs zarı iltihabı hastalığı için ise suyla hastaya ağızdan
verilip içirilir” buyurdu.
[329]
Açıklama:
“Kust”, topalak
dedikleri bir ottur. iki çeşit olur: Birincisi, Hindistan'da biter; siyah,
hafif ve tatlı olur. ikincisi ise Şam'da biter, Şemşad ağacı renginde ve hoş
kokulu olur. Bunun bir de beyaz renkli olanı vardır ki acı olur.
İbnü'l-Kayyim'in
açıklamasına göre; doktorlar zâtü'l-cenbi, hakiki ve hakiki olmayan diye iki
kısma ayırırlar:
Göğsü kaplayan ve
akciğerleri kuşatan sulu zarda meydana gelen iltihaptır. Bu hastalığın ateş,
öksürük, kesik sancı ve nefes darlığı gibi belirtileri vardır. Hadiste tavsiye
edilen ilaç ise bu hastalığın ikinci kısmı için faydalıdır.
Bir takım kaba ve
zararlı yellerin bazı yerlerde tıkanıp kalmasının meydana getirdiği ve
hakikisine benzeyen bir sancıdan ibarettir. Ancak hakiki zâtülcenbde sancı
kesik kesik, hakiki olmayan da ise devamlıdır.
Ud-i hindinin kokusu;
nezleyi giderir, yağı sırt ağrısına fayda verir, îç uzuvları takviye eder,
vücuttaki gazı çıkarır, zâtülcenb hastalığına faydalıdır.
“İbn Sina, Ûd-i
hindî'nin bademciklerin tedavisinde ilaç oİarak kullanıldığını zikrediyor.”
Bugünkü tıpta
bademciklerin çıkarılmış olmasına rağmen boğazdaki lenfa halkasının iltihaplanmaları,
boğaz ağrısına ve komplikasyonlara sebep olacağı belirtilmekte, tedavi için
aspirin veya diğer ağrı kesiciler kullanılmakta, hastanın alerjik olmadığı
biliniyorsa da antibiyotik olarak penisilin tercih edilmektedir.
[330]
2035- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, o, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu işitmiştir:
“Gerçekten çörek otunda her derde bir deva vardır.
Ölüm hariç”
[331]
Açıklama:
Doç. Dr. Sefa Saygılı,
konuyla ilgili olarak Maren Franz adlı bir Alman'ın “Tabiattan Gelen Şifa
Kaynağı: Çörekotu” ile ilgili çalışmasından alıntılar yaptığı bir bölümü “Zafer
Dergisi”nin Mayıs 2000 sayısında şöyle dile getirmektedir:
“Sevgili Peygamberimiz
(s.a.v.) 14 asır önce şöyle buyurmuştu:
“Şu kara tanede çörek otu ölümden başka her derde
deva vardır.”
O zamanlardan günümüze
kadar geçen asırlar boyunca, bu ufak taneli gıdada her hastalığa şifânın
olabileceğine birçok kimse dudak bükmüştü. Ama müslümanların yapması gerekeni
Maren Franz adlı bir Alman yaptı ve çörek otunun sağlığımız üzerindeki
faydalannı araştırıp, bu konudaki yayınlan bir araya getirdi.
Sonuçta: Tabiattan
Gelen Şifa Kaynağı: Çörekotu adıyla dilimize tercüme edilen 96 sayfalık bir
kitap ortaya çıktı. Üstelik, Peygamberimizin çörek otuyla ilgili hadisinin
kendisini uyardığını ve bu sözü rehber alarak bu kitabı hazırlamaya giriştiğini
önsözde belirterek.
Bu yazımızda Maren
Franz'm kitabından yoia çıkarak, çörek otunun mucizevi tesirlerini tanıtmaya
çalışacağız.
Çörek otunun tohumunda
doymamış yağ asiti, eterli yağ, vitaminler ve organizma için zaruri oian ve çok
az miktarda tüketilmesi gereken değerli maddeler bulunur. Bu maddelerin
karışımı, hasta kişinin iyileşmesine vesile olur.
Çörek otu tohumunda
bulunan doymamış yağ asitinin metabolizmaya müsbet yönde tesir ettiği,
bağışıklığı arttırdığı ve allerjiyi durdurduğu ispatlanmıştır. Bu sebepten
çörek otunun astım, bağışıklığın zayıflığından meydana gelen marazlar ile
sinir ve deri hastalıklannda başarılı sonuçlar vermesine şaşırmamalıdır.
Bu iyileştirici tesir,
çörek otunu yemeklerde de kullanılan ve sevilen bir gıda haline getirmiştir.
Zamanımızda özellikle ABD ve Avrupa'nın büyük ülkelerinde çörek otuna talep çok
artmış, istekler karşılanamaz hâle gelmiştir. Almanya'da ise çörek otu tohumu
ve yağı, saf veya hap şeklinde eczanelerde ve baharatçılarda yer almaya
başlamıştır.
Sağlam bir savunma
sistemine sahip olan kişi, kendini genelde iyi hisseder ve nadiren hastalanır.
Çünkü rahatsızlıklara karşı mukavemeti fazla demektir. Böyle olunca mikrop,
virüs ve mantarlarla baş edebilir.
Savunma sistemi
zayıfladığında, şu hastalıklar ortaya çıkabilir:
1- Mikroplu
hastalıklar, bilhassa sık sık grip olma ve mesane iltihabı.
2- Deri,
mukoza ve bağırsakta mantarla oluşması.
3- İnatçı
herpes (uçuk).
4- Sindirim
sistemi bozukluklarından meydana gelen ishal ve zayıflama.
5- Kaşıntılı
deri hastalıkları.
6- Kronik
(müzmin) rahatsızlıklar,
7- Kanda
dolaşım bozukluğu, yüzde belirli solukluk.
8- Kronik
yorgunluk.
9- Uyku
bozukluktan.
Saymış olduğumuz bu
hastalıklara yakalanmamak için savunma (immux) sistemimizin kuvvetli olması
gerekir. Çörek otunun ise, immun sistemi güçlendirdiği binlerce yıldan beri
bilinmektedir. Çörek otu, savunma sistemini dengelemekte ve mümkün olduğu kadar
iyi çalışmasını sağlamaktadır.
Çörek otunun bu
özelliği nereden kaynaklanır? Bilim adamları, bu sorunun cevabını modern
teknolojinin yardımıyla bulmuşlardır. “Çörek otunun tohumunda organizmayı destekleyen
yüzden fazla madde vardır.”
Çörek otunun tohumunda
takriben %38 oranında karbonhidrat, %35 oranında çeşitli yağlar, %21 oranında
da albumin bulunur. Geri kalan %6 ise, yüzden fazla maddeden oluşur. Bu orana
çok değerli olan doymamış yağ asitleri de dahildir. Linolen asidi, alfa
linolenasidi ve iç yağı bunlar arasındadır. Eterli yağlar olarak kofur,
nigellon, alfapinen vb. mevcuttur. Çok az miktarda bazı vitaminler mineraller
(demir, kalsiyum, magnezyum, çinko ve selen) ve amino asitleri vardır.
Doymamış yağ asitleri
ve eterli yağ, savunma sisteminde çok yararlıdır. Vitamin ve mineraller, savunma
sisteminin işlemesinde önemli rol oynar. Çörek otunun tesiri, çok sayıdaki bu
maddelerin kanşımından gelmektedir.
Doymamış yağ asitleri,
metabolizmaya yardım eder. Hücrelerin büyümesi, gelişmesi ve yenilenmesinde
yine buna ihtiyaç vardır. Ayrıca vücudun ihtiyacı olan hormonların gelişmesinde
yardımcı olur. Yine alerjik sinyaller gönderen histamin gibi maddelerin
artmasını engeller.
İşte doymamış yağ
asitlerin faydaları:
1- Hormanlarm
yapımına katkıda bulunduklarından, sağlıklı bir savunma-hormon ve sinir
sisteminin oluşumunu sağlar.
2- Savunma
ablukasının kaldırılmasında yardımcı olur.
3- Savunma
hücrelerinin gereğinden fazla çalışmasını engeller.
4- Hücrelerin
dağılımı, yenilenmesi ve hücre duvarlannm sağlam olmasına katkıda bulunur.
5- Kandaki
kolesterolü normale döndürür.
6- Kan
damarlarının gerginleşmesini ve dolaşım hızını tanzim ederek tıkanmayı önler.
7- Tansiyonu
düşürüp damar sertleşmesi ve kalp enfarktüsü riskini azaltır.
8- Yaraların
çabuk iyileşmesine, derinin pürüzsüz olmasına yardım eder.
İnsan vücudu, doymamış
yağ asitlerini üretemediği için, dışarıdan almaya mecburdur. Bir gram çörek otu
yağı, bu açıdan günlük ihtiyacımızı karşılamaktadır.
1- Çörek
otundaki nigellon ve alfa-pinen gibi eterti yağlar, solunum borusunu genişletip
kramp gidericidir. Aynca ifraa geliştirip öksürüğü hafifletir. İltihap
giderici, ağn dindiriri ve idrar söktürücüdür. Devamlı kullanımda kan sekerini
düşürür.
2- Çörek
otundaki Bl, B2 ve B6 vitaminleri, birçok enzimlerin üretiminde önem taşır,
Zira bunlar, savunma ablukalarını yok eder ve boyun altı bezini; dolayısı ile
savunma sistemini güçlendirir. Folasidi vitamini ise, kalp ve tansiyon
hastalıklarının riskini azaltır. Bunun yanısıra hücre yenilenmesinde de
lüzumludur.
3- Beta
karotin, A, E ve C vitamini, selen gibi antioksitler vücudun savunma sistemini
güçlendirir. Selen, vücudun zehirli maddeleri atmasında yardımcı olur.
Tabii muhtevası ile
savunma sistemine, metabolizma ve hormonlara iyi gelen çörek otu, vücudu toksin
adı verilen zehirli maddelerden temizler, kan dolaşımını güçlendirir ve
bağırsaklann düzenli çalışmasını sağlar. Cildi parlaklaştinr. Düzgün bir cilde,
parlak saç ve gözlere sebep olur. Sağlıklı ve hayât dolu bir görünüm sağlar.
Çörek otu savunma
(immun) sistemini güçlendirdiğinden, kanser, AİDS gibi çağın hastalıklanna karşı
tavsiye edilmektedir. Yine tansiyon ve ateş düşürücü ve tabii antibiyotik
tesirleriyle yaygın hastalıklara şifâ olmaktadır. Başta astım ve polen alerjisi
olmak üzere alerjik hastalıklara, saç dökülmesine ve kepeğe karşı da
tesirlidir.
Maren Franz'ın
kitabından naklettiğimiz bu satırlar, çörek otunu “Ölümden başka her derde deva”
olarak tarif eden Peygamberimizin (s.a.v.) yüceliğini gözler önüne sermektedir.
Çünkü Efendimiz (a.s.v.) çörek otunun daha yeni keşfedilen bu mucizevî
özelliklerini asırlar öncesinden görmüş ve bunu da, kıyamete kadar gelecek olan
insanlann en iyi anlayacağı şekilde ifade etmiştir: “Çörek otuna kıymet verin,
zira o ölümden başka her derde şifadır.”
[332]
2036-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Aişe'nin
yakınlarından birisi öldüğü zaman ölen kimsenin hanesinde kadınlar toplanır,
sonra da dağılırlardı. Yalnız ölenin ailesi ve yakınları kaldığı zaman, Aişe,
bir çömlek içerisinde fundan yada kepekten yapılan “Telbîne bulamacı”
yapılmasını emrederdi, sonra da bu bulamaç pişirilirdi. Sonra tirit yapılır, bu
bulamaç onun üzerine dökülürdü. Daha sonra Aişe, kadınlara:
“Bundan yiyin! Çünkü ben, Resulullah (s.a.v.)'i: “Telbîne
bulamacı, hastanın kalbini rahatlatır ve bazı üzüntüleri giderir” buyururken işittim” derdi.
[333]
2037- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Peygamber (s.a.v.)'e
gelip ona:
“Kardeşim ishale
yakalandı” dedi. Resulullah (s.a.v.)'de:
“Ona bal şerbeti içir!” buyurdu. Bunun üzerine o adam, kardeşine bal şerbeti
içirdi. Sonra bu adam, tekrar Resulullah (s.a.v.) gelip ona:
“Ben kardeşime bal (şerbeti) içirdim. Fakat bu işlem,
onun ishalini artırmaktan başka birşey yapmadı” dedi.
Resulullah (s.a.v.) bu
tavsiyeyi o adama üç defa tekrarladı. Sonra dördüncüde adam tekrar geldi.
Resulullah (s.a.v.) yine ona:
“Ona bal şerbeti içir!” buyurdu. Adam:
“Vallahi, ona bal şerbeti
içirdim. Fakat bu, onun ishalini artırmaktan başka birşey yapmadı' dedi. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allah doğru söylemiştir. Kardeşinin karnı ise yalan
söylemiştir” buyurdu.
Daha sonra adam
kardeşine yine bal şerbeti içirdi. Kardeşi hemen iyileşti.”
[334]
Açıklama:
İbnu'l-Kayyim, hadisin
“Allah sözünde doğrudur, fakat kardeşinin karnı yalancıdır” bölümünü açıklarken
şöyle der:
“Burada ilâcın mutlak
surette faydasının olduğuna, hastalığın devam etmesi bizzat ilâcın kusurundan
değil, hastanın karnında fasit maddelerin çok bulunduğuna işaret etmiştir.”
Daha sonra
İbnu'l-Kayyim, Tıbb-ı Nebevi ile diğer tıbbı karşılaştırarak şöyle der:
“Tıbb-ı Nebevi, diğer
tıp gibi değildir, kâmil akıl, nübüvvet nuru ve vahyin mahsûlüdür. Diğer
tıpların ekserisi tahmin, zan ve tecrübeye dayanır. Birçok hastalıkların Tıbb-ı
Nebevî'den fayda görmemesi normaldir. Çünkü bundan tam bir îman ve iz'an ile
şifâsına inananlar fayda görür.”
Bu sadırlara şifâ olan
Kur'ân gibidir. Buna inanmayanların sadırları şifâ bulmaz. Bilâkis Kur'ân,
münafıklann küfürlerini ve kalblerindeki hastalıklarını artırır. Kur'ân, canlı
kalblere, temiz ruhlara şifâ olduğu gibi Tıbb-ı Nebevi de temiz bedenlere
şifâdır, insanların Tıbb-ı Nebevi'den yüz çevirmeleri Kur'ân'dan şifâ
istemekten yüz çevirmeleri gibidir. Binâenaleyh kusur ilâçta değil, hastalık
mahallinin ve hastanın tabiatının pis olup ilâcı kabul etmeyişîndendir.
[335]
Balın birçok faydalan
vardır: Mide, damarlar ve, diğer organları temizler, ihtiyarlara ve
balgamlılara faydalıdır. Soğuk algınlığını önler, göğsü ve ciğerleri temizler,
bevli arttırır.
[336]
içindeki şekerli, vitaminli ve diğer şifalı maddeler bakımından zengin olan,
kolay sindirilme kabiliyeti bulunan bal, insan beslenmesinde çok yarayışlı, kuvvetli
bir besin maddesidir. Eski hekimlikte birçok dertlere deva olarak
kullanılmıştır. Bugün de yaraların tedavisinde, boğaz hastalıklarında İlâç
olarak kullanılmaktadır.
[337]
Baldan te'min edilen
arı sütü de bazı hastalıklann tedavisinde kullanılmaktadır. Bilhassa yorgunluk,
takatsizlik, cilt bozukluklan, asabiyet, saç dökülmesi, mafsal iltihapları,
yüzdeki buruşukluklar gibi hastalıklarda bundan istifâde edilmektedir.
Diğer bir hadiste ise
şöyle buyurulur:
“Şifâ üç şeye münhasırdır: Bal şerbeti içmek, hacâmet
âleti vurmak kan aldırmak ve ateşle dağlamak. Fakat ümmetimi son bir ihtiyaç
olmadıkça ateşle dağlamaktan menederim.”
[338]
Balın şifâ oluşu
hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmaktadır:
“Rabbin bal arısına: 'Dağlardan, ağaçlardan ve
insanların sizin için yaptığı şeylerden kendinize evler edinin' diye vahyetti.
Sonra bütün meyvelerin tamamından ye. Ve Rabbinin sana has kıldığı yoldan git
diye emretti. Onun karnından muhtelif renklerde bîr şerbet çıkar ki, onda
insanlar için şifâ vardır. Bunda da tefekkür eden kavim için âyetler vardır.”
[339]
2038- Üsâme
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Veba, bir azabtır
yada İsrail oğullarından bir kavme veya sizden önce geçen bir ümmet üzerine
gönderilmiş bir azabtır. Sizler, onun bir yerde çıktı işittiğiniz zaman o vebalı yere gitmeyin.
Sizin içerisinde bulunduğunuz uerde bu hastalık meydana çıkarsa ondan kaçmak
için oradan çıkmayın.”
[340]
Veba ilk çağlardan
beri tanınan bir hastalıktır. Eskiden ağır ve öldürücü, salgın yapan
hastalıkların hepsi veba ismi altında toplanmıştı.
Vebanın belirtisi
koltuk altı, kulak arkası ve yumuşak etlerde siyahlık veya solgunluktur.
Veba hastalığının
bulaşması: Veba basili, herşeyden evveİ farelerde salgın bir şekilde hastalık
yapar. İnsaniara da farelerden geçer. Arada vasıta olan hayvanlar pirelerdir.
Pireler hasta fareleri ısırarak onların kanında dolaşan veba mikroplarını alır
insanlara geçerlerse bu pirelerin insanları ısırması ve pisliklerini deri
üzerinde bırakmalan sebebiyle kaşın malar hâsıl olur. Bu kaşınmalar esnasında
pire pislikleri içinde bulunan veba basilleri deri üzerindeki ufacık
sıyrıklardan vücuda girerler. Bu suretle sağlam insanlar veba mikrobunu almış
ve hastalığa bulaşmış olurlar.
Bugünün tıbbında veba
hastalığından korunmak için vebalı hastalara izolasyon ve karantina mutlak
surette tatbik edilmelidir.
Vebalı hasta ve
şüpheli şahıslanz! bulaşık yerden aynlmasina müsaade edilmez. Bulaşık bölgeden
gelen yolcuların doğrudan doğruya memleket içine girmesine izin verilmez.
Afetzede bölgelerde
fare mücadelesi hiç ihmal edilmemelidir. Pire mücadelesi için gerekli malzeme
te'min edilmeli, hastalık foküsleri tayin edilmelidir.
Milton diyor ki:
“Vebadan korunma,
kemirici hayvanlarla ve pirelerle mücadele tedbirleri almakla ve hastanın
kat'ı surette tecrîti ile olur.”
Vebadan korunma
hususunda Hz. Peygamber (s. a.v.) ise şöyle buyurur:
“Bir yerde taun (veba)'un bulunduğunu işitirseniz
oraya gitmeyiniz. Bulunduğunuz yerde meydana gelmişse oradan da ayrılmayınız.”
Hadisin birinci kısmı
dışarıdan gelinerek hastalık alınmasını önleyici, ikinci kısmı ise hastalığın
bulaşık bölgeden etrafa yayılmasını durdurucudur. Bir insanın salgmh bölgeden
dışarı çıkabilmesi için ancak sağlam olması gerekir. Bu emir daha henüz
hastalanmamış, fakat vücuduna mikrop girmiş olanları başka bir deyimle kuluçka
dönemindekileri de kapsamaktadır.
Zehebî (v. 748/1347)
şöyle diyor:
“Veba hastalığı blan
yere gitmemenin iki faydası vardır. Birincisi kötü havayı teneffüs edip hasta
olmaktan korunmak, ikincisi de hastalarla oturup kalkıp hastalığın ulaşmasını
önlemek.”
Veba hakkındaki Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in emri hudut ve sahillerden bir ülkeye veya bir şehre
bulaşıcı hastalığın girmemesi için alınan en köklü tedbirdir.
Karantina'nm bugünkü
tarifi şudur:
“Bulaşıcı bir
hastalığın bulaşmasına maruz kalmış ve maruz kalmış olmasından şüphe edilen
insan veya evcil hayvanların, hastalığın en uzun kuluçka dönemi boyunca, böyle
olmayanlarla temasını önlemek için hareket serbestliğinin sınıflandırılmasıdır.”
Hastalık bulaştıktan
sonra ne gibi tedbirler alınacağını bildiren Resûl-i Ekrem hastalığa sebeb olan
ve zararları dokunan hayvanlarla mücadeleyi de emretmiştir.
[341]
2039-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ömer b. Hattâb, Şam'a
gitmek üzere yola çıkmıştı. Yermuk yakınında bir köy olan “Serğ” denilen yere
vardığında onu ordu komutanları olan Ebû Ubeyde İbnu'l-Cerrah ve arkadaşları
karşılayarak Şam'da veba ortaya çıktığını kendisine haber verdiler.
Abdullah İbn Abbas der
ki: Bunun üzerine Ömer:
“Bana ilk muhacirleri
çağırın!” dedi. Ben de onları çağırdım. Onlarla istişarede bulunup Şam'da veba
hastalığının ortaya çıktığını onlara haber verdi. Derken görüş ayrılığına
düştüler. Bâzıları:
“Sen bir iş için yola
çıktın, biz ondan geri dönmeni uygun görmüyoruz” dediler. Bâzıları da:
“Senin beraberinde
olanlar, insanların geri kalanı ve Resulullah (s.a.v.)'in sahabileridir. Onları
bu vebanın üzerine götürmeni uygun görmüyoruz” dediler. Ömer, onlara:
“Yanımdan kalkın!” dedi. Sonra da:
“Bana Ensâr'ı çağırın!” dedi.
Onları da çağırdım.
Ömer, onlarla istişare etti. Fakat onlar da, muhacirlerin yolunu tuttular ve
onlar gibi ihtilâf ettiler. Ömer, onlara da:
“Yanımdan kalkın!”
dedi. Sonra da:
“Bana, Mekke'nin
fethine katılan muhacirlerinden burada bulunan Kureyş ihtiyarlarını çağır!”
dedi. Onları da çağırdım. Onlardan ikisi bile Ömer'in yanına ihtilâfa düşmedi.
Sonra da:
“Biz insanları
Medine'ye geri döndürmeni, onları bu vebanın üzerine götürmemeni uygun
görüyoruz” dediler. Bunun üzerine Ömer cemaata seslenip:
“Ben sabahleyin
hayvanın sırtmdaydım. Siz de binin!” dedi. Ebû Ubeyde İbnu'l-Cerrah:
“Allah'ın kaderinden
kaçmak için mi?” dedi. Ömer:
“Ey Ebu Ubeyde! Bunu
senden başkası söylemeliydi!” deyip sonra da:
“Evet, Allah'ın
kaderinden, yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz. Ne buyurursun. Senin develerin
olsa da iki taraflı bir vadiye inseler, tarafların biri verimli, diğeri çorak
olsa, verimli yerde otlatsan Allah'ın kaderiyle otlatmış, çorak yerde otlatsan
da Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz miydin?” dedi.
Az sonra Abdurrahman İbn
Avf geldi. Bir haceti için gitmişti. O:
“Bu hususta bende bir
bilgi var. Ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Bir yerde veba olduğunu işitirseniz, o yere gitmeyin!
Bir yerde veba ortaya çıkar da siz de orada bulunursanız, ondan kaçmak için o
yerden çıkmayınız!” buyururken
işittim, dedi.
Abdullah İbn Abbâs:
“Bunun üzerine Ömer İbnu'l-Hattâb,
Allah'a hamd etti, Sonra oradan ayrılıp Medine'ye geldi” dedi.
[342]
Açıklama:
Hz. Ömer'in hilafeti
ve hicretin 17. yılının sonlannda ortaya çıkan bu felaket; Suriye Mısır ve
Irak'ı istila edip aylarca sürmüştür. Hastalığın en hızlı günlerinde, üç gün
içerisinde yetmiş bin kişinin öldüğü belirtilmektedir. Suriye ve İrak'taki
İslam ordusunun kayıbı yirmibeş bin civarında olduğu söylenmektedir. Bu veba
sırasında ileri gelen bazı sahabilerde hayatını kaybetmiştir.
Bu veba, Emvas vebası
adıyla meşhurdur.
2040- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (ş.a.v):
“Hastalık bulaşması yoktur, Safer'de uğursuzluk
yoktur, baykuşun öt meşinde bir uğursuzluk yoktur” buyurdu. Bir bedevi:
“Ey Allah'ın resulü! O
halde develere ne oluyor ki, kumda geyik gibi oluyorlar da uyuzlu deve gelip
aralarına geliyor ve hepsine uyuz bulaştırıyor” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“O halde o uyuz deveye hastalığı kim bulaştırdı?” buyurdu.
[343]
2041- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Hastalık yayan hayvanı, sağlam olan hayvanın yanına
götürmeyin.”
[344]
Herhangi bir şeyde
bulunduğu zannedilen ve işlerin ters gitmesine sebep olarak ileri sürülen hal.
Değişik çağiarda pek
çok kişi ve toplumlar çevrelerinde gördükleri bir takım eşyalarda, hayvanlarda
ve tabiat olaylarında uğursuzluk bulunduğuna inanmıştır. Çağımızda bu uğursuzluk
anlayışını üzerinden atamamış pek çok insan görülür. Bu tipteki insanlar,
uğursuz olarak niteledikleri şeylerden, kendilerine bir kötülük ve zarar
geleceği inancındadır. Daima bu tür şeylerden uzak durmağa çalışırlar. Hiç bir
dinî ve ilmî kaynağı olmayan “Uğursuzluk” anlayışına sahip olsalar, hayatların
her safhasında korku ve endişe içinde bulunurlar.
Aslında hiç bir şeyde
uğursuzluk yoktur. Hiç bir şey doğuştan uğurlu değildir. Uğursuzluk olsa olsa
herkesin kendisinde, kendi yorumunda ve anlayışındadır. Halk arasında sık sık
kullanılan “Uğurlu geldi” veya “Uğursuz geldi” gibi sözler birer zan ve
kuruntudan ibarettir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)
bîr hadis-i şerifinde,
“İslâm'da teşe'üm uğursuz sayma, kötüye yorma yoktur;
en iyisi tefe'ül iyiye yormadır”
[345]
buyurarak, bu zararlı anlayışın İslam'da bulunmadığını ifade etmiştir. Diğer
bir hadiste ise: “Eşya da uğursuzluk
yoktur, Safer'de uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur”
[346] buyurulmuştur.
Bütün bunlardan sonra
şöyle denebilir:. Ay ve güneş tutulması, köpek havlaması, baykuş ötmesi, kedi
ve köpeğin yolda yürüyen bir kişinin önünden geçmesi, merdiven altından geçmek,
on üç rakamı, salı günü işe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak veya
tırnak kesmek vb. gibi pek çok şeyde uğursuzluk bulunduğuna inanmak, batıldır.
Zira böyle şeylerde, ne iyilik ne de kötülük vardır. Bir eşyayı bir olayı mutlaka
bir şeye yormak gerekiyorsa, Peygamber Efendimizin tavsiyesi doğrultusunda,
iyiye yormak icab eder.
[347]
Hadisin metninde geçen
“Advâ” kelimesi, hastalık bulaşması demektir. Resulullah (s.a.v.), bu sözüyle;
cahiliyye döneminden kalma inancı yıkmak istemektedir. Çünkü Araplar, cahiliyye
döneminde hastalığın Allah'ın fiiliyle değil de, hastalığın tabiatı icabı
insana bulaştığına inanıyorlardı.
İşte Resulullah (s.a.v.),
bu sözüyle; Arapların bu batıl inançlarına cevap vermiş, her şeyde olduğu
gibi, hastalığın bulaşmasında da Allah'ın fiilinin dikkate alınması
gerektiğini, Allah hastalığın bulaşmasını yaratmazsa, insanın kendi kendine hiçbir
şey yapamayacağını belirtmektedir.
Safer, bîr hastalıktır
ki, insanın karnına arız olup benzini kehribar gibi sarartır. Cahiliye
döneminde Araplar, bu hastalığın, bir başkasına sirayet edeceğine inanırlardı.
“Baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur” ifadesiyle kastedilen ise cahiliye inancına göre
öldürülen kimsenin organları kabirde çürüdükçe başından çıkıp geceleri öttüğü
ve oraya buraya sıçrayıp uçtuğuna İnanılan kuştur.
2042- Ebu
Hureyrc (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)'i:
“Herhangi bir şeyi uğursuzluğa yormak yoktur. Bu tür
şeylerin en iyisi, Fel’dir”
buyururken işittim. Ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Fe'l nedir?” diye soruldu. Peygamber (s.a.v.):
“Sizden birisinin duyacağı güzel sözdür?” buyurdu.
[348]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Tıyera” kelimesi, uğursuzluğa yorma demektir. Araplar, cahîliyye döneminde
kuşları ve geyikleri ürkütüpde hayvan sağ tarafa giderse, onunla teberrükte
bulunup işlerine, güçlerine-veya yollarına devam ederler, sol tarafa giderse
yapacakları şeyden dönerler ve uğursuzluk yorumunda bulunurlardı. Bu suretle
bir çok zaman yapacakları işlerden geri kalırlardı. İslam dini, bunu yasaklamış
ve zarar veya yarar hususunda hiçbir etkisi olmadığını haber vermiştir.
Başka bir hadiste; “Herhangi bir şeyi uğursuzluğa yormak,
şirktir” buyurulmuştur. Yani uğursuzluğun, fayda veya zarar verdiğine
inanmak şirktir. Çünkü cahiiiyye devri Araplan, uğursuzluğun etkisine inanırlardı
ki, bu da, şirktir.
Herhangi bir işi hayıra
yormaktır. Hem sevindirici ve hem de üzücü bir işte kullanılır. Resulullah (s.a.v.)'in
bu şekilde fe'li sevmesi, sonuç itibariyle yüce Allah'tan bir hayır ve fayda
ummayı gösterdiği içindir. Çünkü insan, kuvvetli veya zayıf bir sebepten dolayı
Allah'tan bir fayda beklerse, ümit cihetine hata etmiş olsa bile, onun bu
bekleyişi hayırdır. Bu tür fe'le, şu tür bir örnek verebiliriz: Hastası olan
bir kimsenin, dışardan birinin: “Ey Salim” sözünü işiterek hayıra yorması yada
bizim hastada selamete erer demesi.
Fe'I denilince,
zamanımızda avuca bakmak, bir tasa bakmak, kahve fincanına bakmak veya bu tür falcılara
başvurarak işlerinin iyi gidip gitmeyeceğine baktırmak anlaşılıyorsa, bu, fe'l
değil, doğrudan doğruya kehanete girmektedir. Buna inanmak ise, küçük şirktir.
2043-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Eğer uğursuzluk diye bir şey gerçek olsaydı bu;
1- Sert başlı, atta,
2- Dar, evde,
3- İsyankar, kadında olurdu.”
[349]
Açıklama:
Alimler, bu
rivayetlerde belirtilen üç şeyde uğursuzluk olup olmadığı hususunda ihtilaf
etmişlerdir.
İmam Mâİik (ö.
179/795) ile bir topluluğa göre; bu rivayetlerden maksat, zahirî manalarıdır.
Yüce Allah bir evi zarar ve öîüme sebep yaratabilir. Muayyen bir kadın ve at
yahut ev de Allah'ın kaza ve kederiyle bazen helâka sebep olabilir. Hadisin
manası; bazen bu üç şeyde uğursuzluk meydana gelir demektir.
Hattâbî (ö. 388/998)
ile diğer birçok alim ise; bu rivayetierdekİ üç şeyin, yasak olan uğursuz
saymadan istisna edildiğini belirtmişlerdir. Bu görüşte olan alimlere göre, bu
hadisin manası; “Uğursuz sayma yasaktır, fakat bir kimsenin içinde oturmaktan
hoşlanmadığı bir evi, beraberce yaşamaktan hoşlanmadığı bir hanımı veya
hoşlanmadığı bir atı varsa onlardan ayrılsın” demektir.
Bazıları da, “Evin
uğursuzluğu darlığı ve komşularının kötülüğünden ibarettir. Kadının uğursuzluğu
doğurmaması, gevezeliği ve şüpheli işler yapmasıdır. Atın uğursuzluğu ise üzerinde
harp edilmemesi yahut fiyatının pahalılığı, hizmetçinin uğursuzluğu ise kötü
ahlâklı olması, kendisine ısmarlanan şeylere kulak asmaması gibi şeylerdir”
demişlerdir.
Aynî (ö. 855/1451)
diyor ki:
“Bu konuda sahih olan
mana; uğursuz saymanın bütün çeşitlerinin iptal edilmesidir. Resulullah (s.a.v.)'in
“Uğursuz sayma yoktur; uğursuzluk üç şeydedir”
buyurması cahiliye devrinin itikadını anlatmaktadır. Çünkü o devirde Araplar,
bu üç şeyde uğursuzluk olduğuna inanırlardı. Yoksa bu hadis “Müslümanlann
itikadınca üç şeyde uğursuzluk vardır” manasını ifade etmez.”
Bu rivayetlerin
bazısında Resulullah (s.a.v.)'in; “Eğer
uğursuzluk namına bir şey varsa bu atta, kadında, evdedir” buyurmuş olması
bizce bu konudaki ihtilâfa meydan vermeyecek kadar açıktır. Çünkü hadisin
manası şudur: “Eğer uğursuzluk namına bir şey sabit olsaydı şu üç şeyde sabit
olurdu, lâkin uğursuzluk namına bir şey sabit olmamıştır. Binaenaleyh bunlarda
da uğursuzluk yoktur.”
Ebu Davud'un sarihi
Sehârenfûrî (ö. 1346/1927)'ye göre ise uğursuzluk iki çeşittir:
1-
Gerçekten, zahirde mevcut olan uğursuzluk.
2- Zahirde
vücudu olmadığı halde var olduğu vehmedilen uğursuzluk. Bazı kimseler
kendilerine ait olan bazı şeylerde uğursuzluk bulunduğuna inanarak bu türden
bir vehim hastalığı içine düşerler. Kafalarına yerleşen bu varsayım kendilerine
öyle hükmetmeye başlar ki zamanla hastalık haline dönüşür.
Onlan bu hastalıktan
kurtarmanın en kestirme yolu bu kimselerin o şeylerle ilgisini kesmektir.
Günümüzde bazı
şeylerin kendisine uğursuzluk getirdiği vehmine kapılan kimseleri tedavi için
“Telkin yoluyla tedavi” denilen bir tedavi yöntemi uygulanmaktadır. Kendilerini
terketmek ev ve at kadar kolay olmayan şeylerin kendisine uğursuzluk
getirdiğine inanan kimseler için bu tedavi usulünden başka bir yöntem yoksa da,
ev ve at gibi terk edilmesi kolay olan şeylerden vehme kapılan hastalann en
kısa yoldan tedavisi onu terk etmeleridir.
2044-
Muâviye İbnu'l-Hakem es-Sülemî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Cahiliyc döneminde bazı şeyler yapıyorduk, kahinlere gidiyorduk” dedim.
Resulullah (s.a.v.):
“Artık kahinlere gitmeyin!” buyurdu. Ben:
“Herhangi bîr şeyi
uğursuzluğa yorardık” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Bu, sizden birisinin nefsinde bulduğu bir şeydir.
Sakın bu size engel olmasın!”
buyurdu.”
2045- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bazı kimseler,
Resulullah (s.a.v.)'e kahinleri sordular. O da:
“Onların bildikleri bir şey yoktur!” buyurdu. Bu kimseler:
“Ey Allah'ın resulü!
Kahinler bazen bir şey söylüyorlar, o da gerçek çıkyor?” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Bu söyledikleri, cinin sözüdür. Cin bu sözü, kulak
hırsızlığıyla meleklerden çalıp kapar ve dostunun kulağına tavuk sesi
şeklinde atar” buyurdu.
[350]
Falcılara, bakıcılara,
gaibten haber veren kimselere verilen isimdir. Falcılık, bakıcılık sanatına da
“Kehânet” denilir.
İslâm'ın tebliğinden
önce kâhinler geleceğe yönelik bazı bilgileri haber verirler, kâinattaki gizli
sırlan bildiklerini iddia ederlerdi.
Kâhinlerin cahiliyye
toplumu içinde önemli yerleri vardı. Onlara bazı hususlar sorulur, düşünceleri
alınırdı. Her kabilenin bir şâiri bir hatibi olduğu gibi, bir kâhini de olurdu.
Kâhinler, insanlar arasından anlaşmazlıkları çözümler, rüyaların yorumunu
yapar, işlenen suçlann faillerini belirlerler, hırsızlık olaylarını açığa
çıkarırlardı.
Kâhinler, genellikle
kabilenin ileri gelenleri arasından oiurdu. Kâhinllik babadan oğula da
geçebilirdi. Kabilenin efendisi aynı zamanda kâhini de olabiliyordu.
Gaibi yalnız Allah biiir.
Yaratıkların gaibi bilme'iddiası kehânetten başka bir şey değildir. Sihir
yapmak, yıldızlardan hüküm çıkarmak, fal oklarına inanmak
[351]
İslâm tarafından yasaklanmıştır.
Kâhinlerin
yardımcıları şeytanlardır. Şeytanlar, gökyüzündeki meleklerin konuşmalarına
kulak misafiri olur, aldıkları bilgileri kahinlere ulaştırırlardı. Kâhinler de
bu bilgileri değişik kılık ve kalıplara sokarak insanlara aktarırlardı.
Gökyüzü meleklerin
koruması altına alınmış; şeytanların meleklere yaklaşması engellenmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de bu durum şöyle açıklanmaktadır:
“Biz yakın göğü bir ziynetle, yıldızlarla süsledik.
Ve göğü, itaat dışına çıkan her türlü şeytandan korumak için yıldızlarla
donattık. Onlar, şeytanlar, Mele-i Âlâyı melekler topluluğunu dinleyemezler;
her taraftan atılırlar, kovulurlar. Onlar için sürekli bir azab vardır. Yalnız
meleklerin konuşmalarından bir söz kapan olursa, onu da delici bir alev takib
eder.”
[352]
2046-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
sahabilerinden Ensar'dan bir kimse bana şunu haber vermiştir:
Kendileri, bir gece
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte otururlarken bir yıldız kaymış ve ortalık
aydınlanmıştı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), onlara:
“Böyle bir şey kaydığı zaman cahiliyye döneminde ne
derdiniz?” diye sordu. Sahabiler:
“Allah ve Resulü daha
iyi bilir. Biz, “Bu gece büyük bir adam doğdu” ve “Bu gece büyük bir adam öldü”
derdik” diye cevap verdiler. Resulullah (s.a.v.):
“Yıldız, ne bir kimsenin ölümü için kayar ve ne de
hayatı için. Fakat Yüce Rabbimiz bir şey takdir buyurduğunda arşı taşıyan
melekler teşbih ederler. Arkasından onlardan sonra gelen gök halkı teşbih
eder. Bu teşbih, şu dünya semâsının sakinlerine ulaşır. Sonra arşı
taşıyanların arkasından gelenler, arşı taşıyan meleklere:
“Rabbiniz ne buyurdu?” diye sorarlar.
“Onlar da, onlara, Allah'ın ne buyurduğunu onlara
haber verirler. Böylece gök sakinleri, birbirleriyle haberledirler, nihayet
haber şu dünya semâsına ulaşır. Bu esnada cinler, kulak hırsızlığı yaparak
konuşulanı kaparak onu dostlarına aktarırlar ve bu yıldızla taşlanırlar. Olduğu
gibi getirdikleri haber haktır. Fakat onlar ona yalan karıştırırlar ve ialvede
bulunurlar” buyurdu.”
[353]
2047-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımlarından birisinden rivayet edildiğine göre,
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim Arrâf denilen bir falcıya gidip ona bir şey
sorarsa bu kimsenin kırk gecelik namazı kabul olunmaz.”
[354]
Açıklama:
Arraf, kahin türlerindendir.
Arrâfa bir şey soran kimsenin namazının kabul edilmemesinden maksat; sevabının
yok olmasıdır. Namazı iade etmek gerekmez.
2048- Şerîd
(r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Sakif heyetinin
içerisinds cüzamlı bir adam vardı. Peygamber (s.a.v.), ona:
“Biz senin biatim aldık. Artık sen geri dön!” buyurdu.
[355]
Açıklama:
Sakif, Taif teki bir
kabilenin adıdır. Bu kabile İslam'ı kabul ederek içlerinden seçtikleri beş
kişilik bir heyeti hicretin 9. yılında Medine'ye gönderdiler. Heyet, Tebük
savaşından sonra Ramazan ayında Medine'ye gelip bir müddet orada kaldılar. Daha
sonra da memleketlerine geri döndüler.
2049-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir; “Resulullah (s.a.v.):
“Yılanları ve sırtı iki beyaz çizgili ve kısa kuyruklu
olanı öldürün. Çünkü bu iki yılan türü, hamile kadına çocuğunu düşürür ve gözü
köreltir” buyurdu.
Hadisin ravisi der ki:
“Abdullah İbn Ömer
bulduğu her yılanı öldürüyordu. Derken Ebu Lübâbe b. Abdulmünzir yada Zeyd b.
Hattâb onu bir yılan kovalarken gördü. Ona:
“Gerçekten evlerde
yaşayan ev yılanların öldürülmesi yasak edildi” dedi.
[356]
2050-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'le
birlikte Mina'da bir mağaradayken “Mürselât Suresi” inmişti. Biz, bu sureyi
Peygamber (s.a.v.)'in ağzından sıcağı sıcağına alıyorduk. Derken karşımıza
yılan çıktı. Peygamber (s.a.v.):
“Onu öldürün!”
buyurdu.
Derhal yılanın üzerine
atıldık, fakat yılan kaçıp gitti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allah sizi onun kötülüğünden koruduğu gibi onu da
sizin kötülüğünüzden korudu” buyurdu.[357]
2051- Ümmü
Şerîk (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.), Ümmü Şerîk'e, zehirli alaca kelerleri
öldürmesine izin verdi.”
[358]
Açıklama:
Keler ile ilgili
olarak 1878 nolu hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
2052- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim zehirli kertenkeleyi ilk vuruşta öldürürse ona şu
ve şu kadar sevab vardır. Kim de onu ikinci vuruşta öldürürse, birinciden daha
aşağı olmak üzere ona şu ve şu kadar sevab vardır. Kim de onu üçüncü vuruşta
öldürürse ona da ikinciden daha aşağı olmak üzere şu ve şu kadar sevab vardır.”
[359]
Açıklama:
Zehirli kertenkelenin
öldürülmesinin nedeni, insanlara eziyet verici hayvanlardan olmasından
dolayıdır.
2053- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir karınca, peygamberlerden birisini ısırmıştı. O da
emir verip karıncaların yuvasını yaktırdı. Bunun üzerine Allah, ona:
“Seni bir karınca ısırdı diye tesbihde bulunan
ümmetlerden bir ümmeti yaktın” diye
vahyetti.[360]
Açıklama:
Hattâbî'ye göre
karınca öldürme emri, sadece insanlara zarar verici durumda olan iri yapılı ve
uzun ayaklı kannca türlerine mahsustur.
2054-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kadın, bir kedi sebebiyle azaba uğratılmıştır; bu
kadın, kediyi ölünceye kadar hapsetmiş ve bu kediden dolayı cehenneme
girmiştir. Kadın kediyi hapsettiği zaman onu doyurmamış, ona su vermemiş ve
yeryüzündeki haşerattan yemesi için onu salıvermemiştir.”
[361]
Açıklama:
Yusuf el-Kardavî, bu
hadisle ilgili olarak şu yorumu yapmaktadır:
“Açlıktan ölünceye
kadar kedinin hapsedilmesi, o kadının kalbinin donukluğuna, Allah'ın zayıf
yaratıklarına karşı katılığına, merhamet işıklannın onun kalbine girmediğine
dair en açık bir delildir. Cennete ise ancak merhametli olanlar girer. Allah,
ancak, merhametlilere merhamet eder. Eğer o kadın yerdekilere merhamet etseydi,
Yüce Allah da ona merhamet ederdi. Şüphesiz bu ve benzeri hadisler, insani
değerler açısından islam için övünç kaynağı sayılmaktadır. Öyle ki her canlı
mahlûka hizmet ediliyor, her yaş ciğer taşıyan canlıyı gözetmekten dolayı ecir
veriliyor.”
[362]
2055- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir adam yolda
giderken çok susamıştı. Bir kuyu buldu. Ona inip su içti, sonra çıktı. Bir de
ne görsün, dilini çıkarmış soluyan, susuzluktan ıslak toprağı yalayan bîr
köpek. Adam kendi kendine:
“Gerçekten bana gelen
susuzluğun aynısı bu köpeğe de gelmiş” deyip kuyuya indi ve mestini suyla
doldurdu. Mesti ağzıyla tutup kuyudan çıktı, sonra da bu suyu köpeğe içirdi.
Allah onun bu iyiliğini kabul etti ve onu bağışladı.
Bu olayı dinleyen
sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu hayvanlara olan davranışımızdan dolayı bizim için sevab var mıdır?” diye
sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Her karaciğeri yaş olan (hayvan)da bizim için bir
sevab vardır” buyurdu.
[363]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Her karaciğeri yaş olan hayvanda bizim
için bir sevab vardır” ifadesinden maksat; her canlıyı doyurup sulamakta ve
yardımda bulunmakta sevab olmasıdır. Canlıya, “Karaciğeri yaş olan” ifadesinin
kullanılması ise ölünün cismi ve ciğerleri kuruduğu içindir.
2056- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bir köğek, bir defasında, bir su kuyusu etrafında
dolaşıyordu. Az daha susuzluk onu öldürüyordu. Aniden İsrail oğulları
fahişelerinden bir fahişe onu gördü. Hemen mestini/ayakkabısını çıkarıp onunla
köpeğe su çekti ve bu suyu ona içirdi. Bu yaptığı iş sebebiyle o kadın
bağışlandı.”
Açıklama:
Hadis, her türlü
durumlarda hayvanları himaye etmenin ve onları korumanın sevab ol dugunu
belirtmekte, dolayısıyla müslümanları böyle davranmaya teşvik etmektedir.
2057- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i şöyle buyururken
işittim:
“Yüce Allah: “Adem oğlu dehre sövüyor. Halbuki dehr
Benim. Gece ve gündüz benim elimdedir”
buyurdu.
[364]
Açıklama:
Hadiste “Dehr”den
maksat; gece ile gündüzü döndüren ve bütün işleri bunların içinde çeviren
Allah'tır. Dolayısıyla “Dehre sövmeyin” demekten maksat, dehrin yaratıcısına
sövmeyin demektir.
Burada “Dehr Benim”
demekten maksat ise; ben dehrin sahibiyim ve yaratıcısıyım demektir.
2058- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi dchre sövmesin. Çünkü dehr, ancak
Allah'tır. Yine sizden birisi, üzüme “Kerm” demesin. Çünkü kerm, müslüman
kişidir.”
Bir rivayette ise:
“Çünkü kerm, müminin kalbidir” ifadesi yer almaktadır.
[365]
Açıklama:
“Üzüm” manâsına olan “Meb”e,
“Kerm” adı verümesinin fenalığını alimler şöyle açıklamışlardır: “Kerm” lafzı,
Araplar arasında hem üzüm, hem üzüm çubuğu, hem de üzümden yapıian şarâb manâsına
kullanılırdı. İnsanlar “Kerm” adını işidince çok kere şarâbı hatırlarlar, bu
suretle gönüllerinde şarâba karşı bir arzu ve heyecan uyanır ve bu heyecan ile
şarâb içtikleri de olurdu. Peygamber (s.a.v.) alkollü içkinin haramlığını
doğrulatmak için üzüne kerm denilmesini nehy ederek bu adın unutulmasını ve
yalnız üzüm adının söylenmesini istemiştir.
“Kerm ancak müminin kalbidir” cümlesinin manâsı şudur: Kerm şarâb, kerem ve
cömertliğin temeli kabul edilerek üzüm suyundan yapılan şarâba kerem denilmiş,
sonra da bu kelime hafifletilip “Kerm” yapılmıştır. Peygamber (s.a.v.) bu
câhiliyet hâtırası ve düşüncesini red ederek: “Kerm şarâb, kerem ve
cömertliğin kaynağı sanılır. Halbuki kerem ve takvanın karargâhı, müminin
kalbidir” buyurmuş oluyor.
[366]
2059-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi kölesine “Rabbine su ver”, “Rabbini
doyur”, “Rabbine ışık getir” demesin. Yine sizden bir köle de efendisine; “Rabbim”
demesin, bunun yerine “Seyyidim”, “Mevlâm” desin. Yine sizden birisi, erkek
kölesine; “Kölem”, cariyesine de “Kadın kölem” demesin. Bunun yerine “Delikanlım”,
“Kızım” ve “Evladım” desin.”
[367]
Açıklama:
Burada köleler,
efendiler, hizmet edenler ile hizmet edilenler arasındaki hitap tarzlarının ne
olması gerektiği en veciz şekilde öğretilmektedir. Dolayısıyla da bu grupta yer
alan müslümanların bu tarzda birbirlerine hitap etmeleri gerektiği
istenilmektedir.
2060- Sehl
b. Huneyf (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi “Nefsim pis oldu” demesin. Bunun yerine
“Nefsim kötü oldu” desin.”
[368]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.),
“Habuse” (pis oldu) kelimesinin çirkinliği ve İnsan üzerindeki nefret
uyandırıcı olumsuz etkisi sebebiyle ümmetine bu kelimeyi bırakıp yerine daha
edebî ve nefret uyandırıcı yönü daha az olan “Lekıse” (kötü oldu) kelimesinin kullanılmasını
tavsiye etmiştir.
2061- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
İsrail oğullarından yüzüğünün içerisine misk kokusu dolduran bir kadından
bahsetti. Misk, kokuların en güzelidir.”
[369]
2062- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kime fesleğen/reyhan sunulursa onu red etmesin. Çünkü
fesleğenin taşınması hafif ve kokusu ise güzeldir.”
[370]
2063-
Nâfi'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Ömer,
koku süründüğü zaman karışıksız öd, ve ödle karıştırılmış kâfur sürünürdü.
Sonra da “Resulullah (s.a.v.) işte böyle kokulanırdı” derdi.
[371]
Şiir, insanlar
üzerinde etkisi olan bir beyan çeşididir. Cahiliyye döneminde, en az sihirbazlar
kadar şairlerin de toplum üzerinde etkileri vardı. Bu etki, iyiliğe olduğu
kadar kötülüğü de ait olup hatta kötü yönü ağır basıyordu. Müşriklerin, Resutullah
(s.a.v.)'e; “O, bir şairdir” diye iftira atmalarında bîr küçümseme, bir
kötüleme vardı. Kur'an, bu iddiayı; Enbiya: 21/21, Yâsîn: 36/69, Saffât:
37/36, Tür: 52/30, Hakka: 69/41 gibi ayetlerde cevaplandırarak Resulullah (s.a.v.)'in
“Şair” ve vahyin de “Şiir” olmadığını belirtmiştir. Yine Kur'an, “Şuarâ”
(şairler) ismini taşıyan bir sureye yer vermiş ve bu surenin 26/224-227
ayetlerinde şairleri, “Yapmadıklarını söylemek”le karalamıştır.
Resulullah (s.a.v.)'in
İslamı tebliğ ederken şiir ve şair olayını küçümsememiş olması dikkat
çekicidir. Bir taraftan müşrik şairlerle mücadele etmiş, bir taraftan da müslüman
şairleri himaye ve taltif etmiş, Kur'an'ın kotülediği kötü şairlere cevap
vermeye, müslümanların morallerini güçlendirecek şiirler yazmalan teşvik etmiş
ve kendisi de çeşitli zamanlarda şiir söylemiştir. Etrafından ayırmadığı üç
meşhur şairi vardı. Bunlar;
1- Hassan b.
Sabit.
2- Abdullah İbn
Revâha.
3- Ka'b b.
Mâlik.
Hz. Peygamber (s.a.v.
) için şir, hem iyiye ve hem de kötüye kullanılabilecek bir silah idi. Çünkü
mümin kişi, bedeniyle ve malıyla olduğu kadar diliyle de cihad etmekle mükellef
idi. Bu nedenle de şairlerine, çeşitli zamanlarda Mekkeli müşriklere ve
kafirlere karşı şiir söylemelini teşvik etmişti.
Resulullah (s.a.v.),
batıl ve heva adına olan şiirleri redderken, Hak yolunda edep adına olan
şiirleri övmüş ve şairlerine iltifatlarda bulunmuş ve onları şiir söylemeye
teşvik etmişti. Hendek kazılırken, kendisi de uzunca bîr şiir söylemişti.
İslam alimleri, buna
bağlı olarak şiir hakkında bazen lehte ve bazen de aleyhte açıklamalarda
bulunmuşlardır. Bunu yaparken de; kötü olan ve iyi olan ve insanları mutlu ve
huzurlu olmaya götüren şiirlerinde söylenmesi ve ezberlenmesi gerektiğini
belirtmişlerdir.
2064- Şerîd
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir gün Resulullah (s.a.v.)'in
terkisine binmiştim. Resulullah (s.a.v.), bana:
“Hatırında Ümeyye b. Ebi Sait'in şiirinden bir şey var
mı?” diye sordu. Ben de:
“Evet, var” dedim.
Resulullah (s.a.v.):
“Hıh!”
buyurdu.
“Ben de, ona, Ümeyye
b. Ebi Sait'in bir beytini okudum. Resulullah (s.a.v.) tekrar bana:
“Hıh!” buyurdu.
Sonra Resulullah (s.a.v.)'e
bir beyit daha okudum. O yine:
“Hıh!”
buyurdu.
Böylece Resulullah (s.a.v.)'e
yüz beyit okudum.
[372]
Açıklama:
Ümeyye b. Ebi Salt,
cahiliye dönemi şairlerindendi. İslam'ın ilk devirlerine de yetişmişti. Fakat
iman etmek ona nasip olmamıştı. Cahiliye döneminde ibadet ederdi. Şiirlerinde
Allah'n birliğinden çok söz ederdi. Bundan dolayıdır ki, Resulullah (s.a.v.)
onun şürini beğenir vs okundukça daha fazlasını dinlemek isterdi.
“Burada “Hıh”
kelimesinden maksat; anlattığın şeyi daha anlat, daha ziyade et demektir.
Türkçe'de bu manada burundan konuşmak şartıyla “Hî” denilir.
2065- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Arabın söylediği sözlerin en iyi söz parçası,
Lebîd'in şu sözüdür: "Dikkat edin ki! Allah'tan başka her şey batıldır.”
[373]
2066-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kimsenin karnının içi, onu bozacak bir irinle
dolması şiirle dolmasından daha lıdır.”
[374]
Açıklama:
Hadis; görünüşte, şiir
ezberlemeyi ve okuyanları kötülemektedir. Bunu da, karına iri dolmasıyla
kıyaslamak suretiyle ifade etmektedir. Burada şiiri kötüleme, görünüşte, mutlak
ve genel, yani burada şiir söylemek yada ezberlemek; az olmuş-çok olmuş, içerik
bakımından iyi olmuş-kötü olmuş, herhangi bir ayırım yapılmaksızın hepsi toptan
kötülenmiş gibi. Halbuki buradaki kötüleme, mutlak olamayıp kayıtlıdır. Çükü
kişi, içini tamamıyla şiirle doldurup Allah'ı anma ve İlme yer vermesi gibi
durumlarda kötüleme söz konusudur. Buhârî'nİn bu hadisi kaydettiği bab başlığı
da bunu göstermektedir. O halde şiir ile ilgili bu kötüleme, bu hususta
düşülecek aşırılıkla ilgilidir.
“Karnın dolması”
ifadesiyle; sadece kalbi, vacip ve müstehab olan vazifeleri unutturacak kadar
kedisiyle meşgul eden kötülenmiş şiirler kastedilmiş olmayıp etkili söz, sihir,
çeşitli oyun gibi kalbi katıiaşıp Allah'tan uzaklaşamayı, itikadında bir takım
şüphe ve vesveseler doğması, insanların birbirlerine karşı soğuması, küsme, kin
ve nefretlerine sebep olan her çeşit bilgi ve kültür buna dahildir.
Buna göre hadisin
içine; insanı, her çeşit dini atmosferden koparılıp maneviyattan uzaklaştırılması
için bilinçli ve sistemli şekilde yürütülen sanat, spor, folklor, politika,
magazin, kehanet, fütirizm, yıldız fası, dedikodu, eğlence gibi hususlar
girmektedir.
2067-
Büreyde (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim nerdeşir oynarsa, elini, domuz eti ve domuz
kanıyla boyamış gibi olur.”
[375]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.),
gerek çocuklar için ve gerekse de büyükler için bazı kayıtlar çerçevesinde
oyuna yer verdiği görülmektedir.
Oyun ile iigili
rivayetler incelendiğinde, Sünnette, oyunların üç grupta ele alındığı görülür:
Bu tür oyunlar, hayata
hazırlayıcı mahiyettedir. Bunlara, gerek çocuklar ve gerekse de büyükler
teşvik edilmiştir. Erkekler için atış, yüzme, ata binme, atletizm; kızlar için
ise bebeklerle ve ev işleriyle ilgili oyunlar gibi.
Bu tür oyunlar, dinen
yasaklanmıştır. Uğursuzluk çıkarma, kumar, bahisli yarışmalar gibi. Bunlara
mutlaka yasaklanmış bir husus bulaşmaktadır veya bulaşma ihtimali vardır.
Aslında meşru olan bütün oyunlar, bu şekle döküldüğü takdirde zararlı bir hale
dönüşür. Yasaklanmış olan veya bu hüviyete girmiş olan oyunlardan herkesin uzak
durması gerekmektedir.
Bu tür oyunlar,
insanların hoş vakit geçirmelerine yardımcı olan oyunlardır. Yasaklanmış
cinsten olmamak kaydıyla meşgul edip eğlendirici her çeşit oyun, bu çerçevede
değerlendirilebilinir. Örneğin, güvercin, kuş ve köpeklerle yapılacak oyunlara
genelde cevaz verilmiştir. Fakat burada mekruh görülen husus, bütün vaktini bu
tür oyunlara harcanmasıdrr.
Hadisin metninde geçen
“Nerd”in; ne tür bir oyun olduğu, “Nerdeşir” adlandırmasının anlam ve kaynağı
konusunda farklı açıklamalar vardır.
Bir açıklamaya göre
nerdeşir; kendisiyle oynanan taşları bulunan kısa tahtadır.
Kimi alimler de,
nerdin; insanı çalışıp kazanmayı bırakacak şekilde yıldızlardan medet umma
noktasına getirdiği ve oyunun konuluş esprisinin davranışları yönlendirme
olduğu gerekçesiyle haram kılındığını ileri sürmüşlerdir.
Fakat “Nerd” için
getirilen açıklamaların hiçbirisi günümüzde tavla olarak adlandınlan oyunu
içerecek mahiyette ve açıklıkta değildir. Ancak Şevkanî'nin, nerd ve nerdeşîrin
anlamı ile ilgili olarak naklettiği açıklamalar göz önünde tutulduğunda, nerd
ve nerdeşirin günümüzde “Tavla” adıyla bilinen oyundan biraz daha değişik bir
oyun olduğu sonucu da çıkabilmektedir.
Bu itibarla,
hadislerde geçen nerd ve nerdeşir kelimelerinin günümüzdeki tavla oyununu kesin
olarak anlattığını söylemek pek doğru olmayabilir. [376]
Günümüzde daha çok
hoşça vakit geçirmek için oynanan tavlanın dini hükmü konusunda değişik
görüşleri ileri sürülmüştür.
[377]
Uyku sırasında aynen
uyanıkmış gibi çeşitli olayların yaşanması hali, düş. Rüya çağlar boyunca bütün
toplumlarda büyük önem görmüştür. Rüyanın mahiyeti ve kökeni hakkında çok
şeyler yazılıp söylenmiştir. Ancak bu yazılıp söylenenler her topluma ve her
kültüre göre ayn ayrı olagelmiş ve hep değişkenlik areetmiştir.
Tarihte bazı
toplumlarda rüyaya büyük önem verilmiş ve bazan bu rüya tabirleri kitaplar
halinde toplanmıştır. Umumiyetle rüya, uyanıklık halinin bir uzantısıdır;
etkisinde kalınan sevindirici veya üzücü olayların uyku halinde yaşanması
olayıdır. İslâm'da rüya hukukî bir kaynak ve deül değildir. Yalnız gören kişi
ile alakalıdır. O kişi de bu rüyasını hayıra yorar ve bu rüya yaİnız kendisini
bağlar.
Rüya, “Allah Teâlâ'nm
melek vasıtasıyla hakikat veya kinaye olarak kulun şuurunda uyandırdığı enfusî
idrakler ve vicdanî duygular veya şeytanî telkinlerden meydana gelen karışık
hayallerden ibarettir” şeklinde de tarif edilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'in
birçok yerinde rüyadan söz edilmiştir. Hz. İbrahim (a.s), oğlu İsmail (a.s)'i
rüyada boğazlama emri almış ve bu rüyayı uygulamaya teşebbüs etmiştir.
[378]
Yusuf (a.s)'da
rüyasında on bir yıldızla, ay'ın kendisine secde ettiğini görmüş
[379]
Mısır hükümdarının ve hapishanedeki iki kişinin gördükleri rüyaları tabir
etmiştir.
[380]
Kur'ân-ı Kerim'de Hz.
Peygamber'in görmüş olduğu rüyalardan söz edilmektedir.
[381]
islam bilginleri,
ayetlerdeki sınırlı bilgilerden, özellikle de Hz. Peygamber (s.a.v.)'in rüya
ile ilgili çıklmlrından hareketle, ynca kişisel tecrübe ve bilgilerinin de
yardımıyla rüyanın mahiyeti, çeşitleri ve yorumu konusund zengin bir bilgi
birikimi ve iitertğr oluşturmuşlardır.
İslam bilginleri,
insanın içinde bulunduğu iç ve dış şartlardan kaynaklanan nefsanî rüyanın
psikolojik ve fizyolojik şartlarla ilgili olabileceğini kabul etmekte ve
peygamberlerin gördüğü sadık rüyalan, vahiy kapsamında olduğu için bunu
tartışma dışı tutmaktadırlar.
İslam dünyasında ve ve
Bati'da bilginlerin, rüyanın kaynağı ve mahiyeti konusunda özel araştırmalar ve
bu konuda bazı açıklamalar yaptıklan bilinmektedir.
Günümüzde “Rüya
Tabirleri” adıyla yayımlanan kitaplann içeriğinin, rüyanın gerçek manasıyla pek
ilgisi yoktur. Bu sebeple rüyanın tabiri, bir bakıma tahmin ve temenni niteliğindedir.
Yalnız rüyayı, keşif
ve sezgi gibi vasıtalarla birlikte “İlham” kapsamında değerlendirme, ancak
ilhamın objektif bir delil değil sadece o şahsı ilgilendiren bir delil olduğunu
unutmamak gerekir.
Özetle belirtmek
gerekirse; peygamberlerin gördüğü veya tabir ettiği rüyalar dışında kalan rüya
ve tabir, kesin bilgi ifade etmez. Bu sebeple rüyalarla, dinî hükmü belirlemek
veya geçersiz kılmak ve buna göre de hayatı yönlendirmek caiz değildir. Rüya
gibi rüyanın yorumu da, rüyayı gören şahsı ilgilendirdiğinden başkalarının bu
yorumu esas alarak onun üzerine hüküm bin etmesi uygun olmaz.
[382]
2068- Ebu
Katâdc (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Rüya Allah tarafmdandır. Hulm ise, Şeytandandır.
Sizden birisi hoşlanmayacağı bir hulm gördüğü zaman, uyanınca hemen sol
tarafına üç defa tükürüp Şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın. Böylece Şeytan
ona zarar veremez!” buyururken
işittim.
[383]
Açıklama:
Rüya ile Hulm, her
ikisi de uyuyan kimsenin gördüğü düş manasına gelirse de, ço ğunlukla güzel
düşlere “Rüya”, korkunç ve çirkin olanlarına “Hulm” denilmek âdet olmuştur
Bundan dolayı hadiste, teşrif izafeti kabilinden rüya Allah'a izafe edilmiş,
hulm ise şeytan; nisbet olunmuştur.
Rüya genel olarak iki
kısma ayrılır:
Bu tür rüyalar,
uyanıklık âleminde doğru çıkan rüye lardır. Peygamberlerin, onlara uyan salih
müminlerin gördükleri rüyalar bu tür rüyalardı Bazan dindar olmayan insanlar da
bu tür rüyaları görürler.
Bu tür rüyalar üç
grupta ele alınabilir.
a- Yoruma ve
tabire ihtiyaç göstermeyecek kadar açık seçik rüyalar, Hz. İbrahim'in rüyası
gibi.
b- Kısmen
yoruma, ihtiyaç gösteren rüyalar. Hz. Yusufun rüyası gibi...
c-
Tamamen
tabir ve yoruma ihtiyaç gösteren rüyalar. Mısır hükümdarının gördüğü rüya
gibi..
Bu tür rüyalar da bir
kaç kısma ayrılır
a- Şeytanın
uyuyan kişiyle oynaması ve onu üzmesine sebep olan rüyalar. Mesela kişi
rüyasında başının koparıldığını ve kendisinin başının peşinden gittiğini görür.
Ya da korkunç ve tehlikeli bir duruma düştüğünü ve hiç bir kimsenin kendisini
kurtarmaya gelmediğini görür.
b-
Meleklerin haram bir şeyi uyuyan için helal kıldığına veya haram bir iş teklif
ettiklerine dair olan ve aklen muhal ve imkansız olan buna benzer işlerle
ilgili rüyalar.
c- Kişinin
uyanık iken üzerinde konuştuğu veya olmasını temenni ettiği bir şeyi uyanık
iken itiyad haline getirdiği bir şeyi rüyasında görmesi.
Bu durumda rüyanın üç
çeşit olduğu görülmektedir.
1- Allah
tarafından bir müjde olabilen bir rüya. Buna, rahmanı rüya denir.
2- Kişinin
uyanık iken önem verip kalben meşgul olduğu bir şeyle ilgili olarak gördüğü
rüya.
3- Şeytan
tarafından korkutulan kişinin gördüğü rüya. Buna, şeytanî rüya adı verilir.
Kötü bir rüya gören bir müslümanın yapacağı işler:
Gördüğü rüyanın
şerrinden ve şeytanın şerrinden üç kez Allah'a sığınır. Şöyle der:
“Allah'ım, bu rüyanın
şerrinden ve rahmetinden uzak kalmış olan şeytanın şerrinden sana sığınırım.”
Rüyanın hayıra dönüşmesi için dua eder, Bu tür rüyayı hiç bir kimseye anlatmaz.
müslüman gördüğü iyi
bîr rüyadan ötürü uyanınca Allah'a hamdeder. Bu rüyadan dolayı sevinir, bunu
bir müjde kabul eder. Rüyayı sevdiği bir kimseye anlatır, sevmediğine kesinlikle
anlatmaz.
[384]
Kadı İyâz (ö.
544/1149)'a göre; üç defa tükürme emri, gördüğü rüyada hazır bulunan şeytanı
kovmak, onu tahkir etmek ve rezil etmek içindir.
2069- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kıyametin kopma zamanı yaklaşınca müslümanm rüyası
hemen hemen yalan çıkmayacaktır. Sizin en doğru rü'ya göreniniz, en doğru
söyleyeninizde. Hem müslümanın rüyası, Peygamberliğin kırkbeş cüz'ünden bir
cüz'dür. Rüya üç kısımdır:
1-
Salih rü'ya
olup Allah'dan müjdedir.
2- Diğeri şeytanın verdiği üzüntüdür.
3- Kişinin kendi kendine konuştuğu şeylerdendir.
Sizden birisi rüyasında hoşlanmadığı bir şey görürse
hemen kalkıp namaz kılsın ve onu hiçkimseye söylemesin.”
[385]
2070- Ubâde İbnu's-Sâmit
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Müminin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüz'ünden
bir cüz'dür.”
[386]
Açıkalama:
“Rüya” kelimesi,
sözlükte; “Rü'yet” kökünden gelip Türkçede “Düş” kelimesinin karşılığıdır. “Rü'yd”
gözle görmek, “Rüya” ise beyinle görmektir.
Beyin, ruhun gözü ve
dürbünü gibidir. Ruh, gördüklerini beyin aracılığıyla uykuda hayale gösterir.
Rüya, şuur altına yerleşen birtakım düşünceler biçiminde tanımlanır. Uzmanlara
göre, rüya, şuur üzerindeki iradenin uyku enasında kalkmasıyla hayal ve his
merkezinin aklın kontrolünden çıkmasıdır. İnsan uykuya dalmasıyla birlikte ruh,
asıl vatanı olan ruhlar alemine gider, fakat bedenden bütünüyle aynlmaz.
Rüyalar üç kısma
ayrılır:
Uyanıkken günlük
yaşantımızda meşgul olduğumuz, bizi, zihnen ve bedenen yoran şeylerle ilgili
rüyalardır. Kur'an bu tür rüyalar için “Edğasü ahlâm” ifadesini kullanır.
Şeytan, insanın ezeli
düşmanı olduğu için, uyanıkken olduğu gibi, uyurken de insana zarar verme
mahiyetinde görülen rüyalardır.
Allah tarafından
doğrudan doğruya veya bir melek aracılığıyla bildirilen ilahî telkindir ki, bu
tür rüyalarda görüntüden öte, şekilden hakikate geçilecek manalar gizlidir.
Salih Rüya, Salih müminden
sadır olduğu zaman peygamberliğin cüzlerinden bir cüzdür. Salih rüyanın,
peygamberliğin kaç cüzü olduğu hususunda çeşitli hadislerde farklı rakamlar
belirtilmiştir.Bu farklılıklar, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, bu ifadeleri
kullandığı zamanın farklı olmasından ileri gelmektedir.
Şöyleki: Hz. Peygamber
(s.a.v.)'e gelen vahyin 13. yılında, “Rüya, peygamberliğin 26 cüzünden biri”
olduğunu söylemiş olmalı. Bu ise hicret zamanına rastlmaktadır. Vahyin 20.
yılında 1/40, 22. yılında 1/44, ondan sonra 1/45, hayatının sonunda ise 1/46
demiş olmalı. 40'tan sonraki rivayetler zayıftır. 50 diyen rivayetin küsurat
ifade etmesi ihtimal dahilindedir. 70 diyen rivayet ise, mübalağa içindir.
Bunun dışındakiler ise, sabit değildir.
2071- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim beni rüyasında görürse gerçekten beni görmüştür.
Çünkü şeytan benim şeklime giremez.”
[387]
Açıklama:
Rüyada Resulullah (s.a.v.)'in
görülmesi meselesi, bazı farklı yorumlara sebep olmuştur. Yani ne suretle
görülürse görülsün, bu görme, gerçek bir görme midir? Yoksa görmenin gerçek
olması için Resulullah (s.a.v.)'i, bilinen nitelikleriyle ve asıl hüviyetiyle
görmek şart mıdır? Çünkü Resulullah (s.a.v.}, her defasında bilinen şartlan ve
asıl hüviyetiyle gözükmeyebilir. Yalnız alimlerin ittifak ettiği husus;
şeytanın, Resulullah (s.a.v.)'in hüviyetine girememesidir. Çünkü yüce Allah,
şeytana, bu imkanı tanımamıştır. Aksi takdirde şeriata yalan karışma olasılığı
söz konusu olur ki, o zaman dine güven kalmaz. Bu sebeple de yüce Allah,
şeytanı, kişinin uyanık halinde Resulullah (s.a.v.)'in suretine girmekten men
ettiği gibi, uyku halinde de o surette gözükmekten men etmiştir.
2072- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), yanına gelip:
“Düşümde başımın
kesildiğini ve onu kovaladığımı gördüm” diyen bir bedeviyi men ederek:
“Uyku sırasında şeytanın seninle oynadığını herkese
haber verme!” buyurdu.
[388]
2073-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir; “Bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e
gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben bu gece rüyamda yer ile gök arasında yağ ve bal yağdıran bir bulut gördüm.
Halkın da bundan elleriyle avuçladıklannı gördüm. Kimisi çok alıyordu, kimisi
az alıyordu. Bir de gökyüzünden yere ulaşan bir ip gördüm. Senin onu alarak
yükseldiğini gördüm. Sonra senin ardından onu bir adam alarak yükseldi. Sonra
onu bir başka adam aldı. Onda ip koptu. Sonra onun için ipi eklediler ve o da
yükseldi.
Bunun üzerine Ebû
Bekr:
“Ey Allah'ın resulü!
Babam sana feda olsun! Vallahi, bana izin verirsen bu rüyayı çok iyi bir
şekilde yorumlayacağım” dedi.Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse bu rüyayı yorumla!” buyurdu. Ebû Bekr:
“Bulut, İslâm'ın
bulutudur. Yağan yağ ve bal ise Kur'ân'dır. Onun lezzeti ve yumuşaklığıdır.
İnsanların bundan avuçlamaİarına gelince, kimi Kur'ân'i çok öğrenir, kimi az
öğrenir. Gökten yere ulaşan ip ise senin üzerinde bulunduğun hakdır. Onu
tutuyorsun, Allah da seni onunla yükseltiyor. Daha sonra senden sonra gelen bir
adam onu tutuyor ve onunla yükseliyor. Sonra yine onu başka bir adam onu tutuyor
ve o da onunla yükseliyor. Sonra onu başka bir adam tutuyor, onda ip kopuyor.
Sonra bu adam için ip ekleniyor ve onunla yükseliyor. Şimdi babam sana feda olsun,
bana haber ver ey Allah'ın resulü! İsabet mi ettim? Hatâ mı ettim?” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Bazısında isabet ettin, bâzısında ise yanıldın” buyurdu. Ebû Bekr:
“Vallahi, ey Allah'ın
resulü! Hata ettiğim yönleri mutlaka bana söyle! Hata ettiğim hususlar nedir?”
dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Yemin etme”
buyurdu.
[389]
2074-
Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bîr gece ben, uyuyan kimsenin gördüğü yerde kendimizi
Ukbe b. Râfi'nin evindeymîşiz gibi gördüm. Orada bize İbn Tâb hurmasından bir
hurma getirildi. Ben de bu rüyayı; “Dünyada yükselme, ahirette de iyi sonuç
bizim içindir ve dinîmiz kemale ermiştir” yorumaldım.”
[390]
Açıklama:
İbn Tâb hurması;
Araplar arasında Rutabu b. Tâb, Temru İbn Tâb, Azku İbn Tâb, Urcunu İbn Tâb
isimleriyle anılan meşhur ve makbul bir hurma türüdür.
İbn Tab, Medine'de
yaşamış bir kimsedir. “Tâbe” fiili de, güzel oldu, atamalandı ve kemale erdi
anlamlarına gelmektedir.
Resulullah (s.a.v.)'in
rüyasında görmüş olduğu “İbn Tâb Hurmaları”, İslam'ın güzelliğine ve kemaline
yorumlanmıştır. Dolayısıyla “Tâbe”, güzel oİdu ve kemale erdi manalarına geldiği
gibi, iman da aslında tatlı hurmaya benzer.
2075-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ben kendimi rüyada bir misvakla dişlerimi ovarken
gördüm. Derken beni iki kişi çekti. Bu iki kişinin biri, diğerinden daha yaşlı
İdi. Ben misvakı bunlardan en küçüğüne uzattım. Bana:
Büyüğüne ver!” denildi. Ben de onu büyüğüne verdi.”
[391]
2076-
Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ben kendimi rüyada Mekke'den hurmalıkları olan bir
yere hicret ediyor gördüm. Zihnim, bu yerin, Yemame yada Hecer olduğu fikrine
gitti. Bir de baktım ki, cahiliyede Yesrib diye anılan Medine şehri idi.
Ben yine bu rüyamda kendimi kılıç sallarken gördüm.
Kılıcın başı koptu. Bir de baktım ki, bu, Uhud savaşı gününde müminlerden
İsabet alanlara işarettir. Sonra onu tekrar salladım. Bu defa kılıç, olduğundan
daha güzel şekline döndü. Bir de baktım ki, bu, Allah'ın getirdiği fetih ve
müminlerin bir yere toplanmasıdır.
Yine bu rüyada boğazlanan bir takım inekler ile
Allah'ın yaptığının daha hayırlı olduğunu gördüm. Bir de baktım ki, bunlar,
Uhud gününde müminlerden şehid olan bir cemaata işarettir.
Asıl hayır, Uhud günü musibete uğramalarının ardından
Allah'ın sonradan onlara hayır türünden getirdiği şeyler ve Bedir gününden
sonra Allah'ın bize verdiği doğruluk ve sebat mükafatıdır.”
[392]
2077-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Müseylimetu'l-Kezzâb/yalancı
müslümancık, Peygamber (s.a.v.) zamanında Medine'ye gelip:
“Muhammed kendisinden sonra bu işi bana bırakırsa ona
tâbi olurum” demeye başladı.
Medine'ye kendi
kavminden birçok İnsanın arasında gelmişti. Peygamber (s.a.v.) beraberinde
Sabit b. Kays b. Şemmas olduğu halde Müseylime'nin yanına gitti. Peygamber (s.a.v.)'in
elinde bir hurma dalı parçası vardı. Arkadaşlarının içinde Müseylime'nin
karşısında durup:
“Benden şu parçayı istemiş olsan bile onu sana vermem.
Ben, Allah'ın senin hakkındaki emrine haksızlık edemem. Bana itaatten geri
dönersen Allah mutlaka seni tepe leye çektir. Öyle zannediyorum ki sen, sende
gördüğüm eşkale göre rüyamda bana gösterilen uğursuz kimsesin. İşte şu kimse
benim hatibim Sabit'tir! Benim tarafımdan sana gereken cevabı o verecektir” buyurdu.
Sonra Müseylime'nin
yanından ayrılıp gitti.
Abdullah İbn Abbâs der
ki: Ben, Ebu Hureyre'ye Peygamber (s.a.v.)'in, Müseylimetu'l-Kezzâb'a:
“Sen, sende gördüğüm eşkale göre rüyamda bana
gösterilen uğursuz kimsesin” sözünün
mahiyetini sordum. Ebû Hureyre bana şöyle haber verdi:
Peygamber (s.a.v.):
“Bir defa ben uyurken rüyamda iki kolumda iki bilezik
gördüm. Bunlar kadın süsü olduğu için bu rüyam beni bir hayli meşgul etti.
Derken rüyamda bana onları üfürmem vahy edildi. Ben de bunlara üfürdüm.
Bunların ikisi de uçtu. Ben, bunları;
“Benden sonra çıkacak iki yalancı peygamber” diye
yorumladım. Bunlardan birisi, San'a'nın reisi Ansı (Esved) ve diğeri de
Yemame'nin reisi Müseylime idi”
buyurdu.
[393]
2078- Semure
b. Cündeb (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
sabah namazını kıldığında yüzünü cemaata doğru çevirip:
“içinizden biri geceleyin bir rüya gördü mü” diye sorardı.
[394]
İsİamî litereatürde “Bir
şeyi veya bir kimseyi üstün kılan özellikler” anlamı amellerin, vakitlerin,
şahısların, şehirlerin, ülkelerin, kabilelerin, yerleşim birimlerinin ve aletlerin
benzerlerinden üstünlüğünü anlatmak için kullanılmış ve bunların her birine
dair çok esere kaleme alınmıştır. Bunlar arasında sahabiler için “Fezailu's-Sahabe”,
Kur'an “Fezâilu'l-Kur'an”, Hz. Peygamber (s.a.v.) için “Hasais” faziletleriyle ilgili
olanlar önemli yer tutar.
2079- Vasile
İbnu'1-Eska' (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'i:
“Doğrusu Allah, İsmail oğullarından Kinâne'y
seçmiştir. Kinâne Kureyş'i seçmiştir. Kureyş'ten de Hâşim oğullarım seçmiştir.
Beni de Hâ oğullarından seçmiştir”
buyururken işittim.
[395]
2080- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet ediMiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ben Mekke'de bîr taş bilirim. Peygamber olarak gönderilmezden
önce bana selam verirdi. Ben onu şimdi de pekala biliyorum.”
[396]
2081- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Ben
kıyamet gününde Adem oğullarının efendisi, kendisinden ötürü ilk kabri yarılan
ve ilk şefaat isteyen ve kendisine ilk şefaat hakkı verilen olacağım.”
[397]
2082- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) su
istemişti. Bunun üzerine ona geniş bir kap içerisinde su getirildi. Derken
cemaat o kabın içerisinden abdest almaya başladı.
Enes der ki:
“Kalabalığı altmış ile
seksen kişi kadar tahmin ettim. Suya bakıyordum. Parmaklarının arasından su
kaynıyordu.”
[398]
Açıklama:
Mucize kelimesi,
sözlükte; “Acz” kökünden türetilmiş bir kelime olup aciz bırakan, güçsüz
kılan, karşı konulmaz harika olay anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise;
peygamberin elinde, peygamberlik davasında doğruluğunu ispat için Allah
tarafından tabiat kanunlarına aykırı olarak yaratılan harikulade olay olup
başkaları tarafından bir benzeri getirilemez.
Mucize; bütün
yaratıkların, melek, cin ve insanların güçlerini aşmakta olup peygamberliği
tasdik ve doğrulama mahiyetindedir.
Mucizenin meydana
gelmesi, aklen imkansız değildir. Aslında her an insanın çevresinde meydana
gelen olaylar ve hayatın kendisi, mucizeler kümesidir.
iki şey arasında
sabit, değişmez bir nispet olarak kabul edilen tabiat kanunu bir tecrübe sonucu
keşfedilir ve hüküm olarak ifade edilir. Bu hüküm, mutlak zaruri değüdir. Çünkü
aynı sebepler, daima aynı sonuçlan vermez.
Mucizenin temelinde üç
temel unsur vardır:
1-
Kafirlerin yada müşriklerin istekte bulunması.
2- Bu
kimselere karşı meydan okumanın olması
3- Müminlerin
imanının artması
Bazen kafirler,
peygamberden mucize getirmesini isterler. Peygamber de, onlara karşı meydan
okuma mahiyetinde Allah'ın izniyle mucize getirir. Örneğin, Semud kavmi, Hz.
Salih (a.s)'dan; kayanın içinden dişi bir deve getirmesini istemişlerdi. Hz.
Salih (a.s)'da, peygamberliğinin bir kanıtı olma mahiyetinde, onların bu
isteğini yerine getirmişti. Yine Mekkeli müşrikler de, Mekkî surelerin tam 25
yerinde açıkça Hz. Peygamber (s.a.v.)'den mucize getirmesini istemişlerdi.
Kur'an'ın, bu tür karşı çıkışlara karşı cevabı, susturcu ve geçersizleştirici
idi.
Bazen de kafirler,
peygamberden mucize istemeseler bile, peygamber, peygamberliğinin bir kanıtı
olarak onlara mucize yada mucizeler göstermişti. Örneğin, Hz. Musa (a.s)'in,
elini koynuna koymasıyla elinin beyazlaşması, asanın büyük bir yılana dönüşmesi
ve diğer 9 mucizesi gibi.
Bazen de Rabbani
yardım ve desteklemeyle müminlerin imanının artması ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
peygamberliğini kanıtlama mahiyetinde bir çok mucize meydana getirmiştir. Bu
tür mucizeler, hadislerde geçmektedir. Bu tür rivayetler, lafzi mütevatir
olmayıp manevi mütevatirdir. Inakrı küfrü gerektirmez. Zaten bu tür mucizeler,
inanç esasları içerisinde yer almamaktadır.
Kurtubî (ö.
671/1273)'de konu ile ilgili olarak şöyle der:
“Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
parmaklarından su akıtması kıssa, birkaç yerde büyük toplulukların huzurunda
meydana gelmiş ve bu nedenle de pek çok yollardan gelmiştir. Bu kıssayı anlatan
rivayetlerin toplamı, kesin bilgiyi ve manevi tevatürü ifade etmektedir.”
Kadı İyâz (ö.
544/1149) ise “Şifâ”da der ki:
“Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
parmaklarından su akıtması ve yemeği çoğaltması ile ilgili kıssayı; sika ve çok
sayıdaki kimselerin, yine çok sayıdaki kimselerden, bunlarda çok sayıdaki
kimselerden, bunlarda sahabilerden rivayet etmiştir. Bunlar, bu kıssanın;
Hendek savaşı, Buvât gazvesi, Hudeybiye umresi, Tebük gazvesi gibi bir çok
yerlerde ve müslümanlar çevreler ile askerlerin operasyonları sırasında gerçekleştiğini
haber vemişlerdir.”
Sahabeden hiçbiri, bu
kıssayı anlatan raviye ters bir harekette bulunmamış ve bu kıssa kendilerine
anlatıldığında inkar yoluna gitmemişlerdir. Aksine bu kıssayı görenin söylediği
gibi anlatmışlardır. Daha öncede belirttiğimiz üzere, bu çeşit olayların hepsi,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in mucizelerinden olduğu kesinlik kazanmaktadır.”
[399]
2083- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ümmü Mâlik, kendisine
ait kırbadan küçük bir yağ tulumunun içinde Peygamber (s.a.v.)'e yağ hediye
ederdi. Daha sonra bu kadının oğulları gelip ondan katık isterlerdi, fakat
evlerinde yiyecek hiçbir şey olmazdı. Ümmü Mâlik, içerisinde Peygamber (s.a.v.)'e
hediye ettiği yağ tulumunun yanına gittiğinde onun içinde daima bir miktar yağ
bulurdu. Böylece o kabın içindeki yağ, evinin katığını idare edip dururdu.
Nihayet Ümmü Mâlik, bir gün o yağ tulumunu sıktı. Sonra da Peygamler (s.a.v.)'in
yanına geldi. Peygamber (s.a.v.), ona:
“Sen o yağ tulumunu sıktın mı?” diye sordu. Ümmü Mâlik:
“Evet, sıktım!” diye
cevap verdi. Peygamber (s.a.v.):
“Eğer sen o yağ tulumunu sıkmadan bıraksaydın onda
daima yağ mevcut olacaktı” buyurdu.[400]
2084-
Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bîr adam yiyecek
istemek için Peygamber (s.a.v.)'e gelmişti. Peygamber (s.a.v.)'de, ona yarım
deve yükü arpa verdi. Bu adam, bu arpayı ölçeğe vuruncaya kadar; kendisi,
hanımı ve misafirleri bu arpadan yemeye devam ettiler. Nihayet adam, bu arpayı
ölçeğe vurunca arpa tükendi ve tekrar Peygamber (s.a.v.)'e geldi. Peygamber (s.a.v.),
ona:
“Eğer o arpayı ölçmemiş olsaydın, muhakkak ondan yemeye
devam edecektiniz ve o sîzin rızkınız olmaya devam edecekti” buyurdu.”
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
bereketiyle az şeyin çoğalması ile ilgili olaylar, çeşitli zamanlarda ve
değişik yerlerde meydana gelmiştir.
Bu olayı gören
sahabiler, rivayet etmek suretiyle olaya tanıklık ettiklerini göstermektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
bazen az miktardaki bir suya dokunmak suretiyle suyun çoğalmasını sağlamış,
sahabiler de bu sudan, hem içmişler ve hem de abdest almışlar, bazen de az
miktardaki yemeğe dokunmak yada dua etmek suretiyle yemek çoğalmış ve herkes
karnı doyuncaya kadar o yemekten yemişler. Örneğin, Hendek savaşı sırasında
1000 kişiyi, bir küçük Ölçek arpa ve bir keçi yavrusuyla doyurmuş, bir sefer
sırasında aç kalan müslümanlar yanlarından bir avuç dolusu kadar hurmayı
getirip bir serginin üzerine koymuşlar, herkes kaplarını getirip doldurmasına
rağmen sergi üzerindeki hurmadan hiç azalma olmamıştır. Bu tür olayların
meydana geldiği sırada Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanında pek çok sahabi olup bu
olayları bizzat görmüşlerdir.
2085- Muâz İbn
Cebel (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Tebük gazası yılında Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte yola çıktık. Resulullah (s.a.v.) sefer sırasında namazları
cem1 ederdi/birleştirerek kılardı.
Şöyle ki: “Öğle ile ikindiyi beraberce ve akşam ile
yatsıyı beraberce kıldı. Nihayet bir gün namazı geciktirdi. Sonra çıkarak öğle
ile ikindiyi birleştirerek kıldı. Sonra çadırına girdi. Biraz sonra çıkarak
akşam ile yatsıyı beraberce kıldı”. Sonra da:
“Sîz yarın inşaallah Tebük pınarına varacaksınız. Siz
oraya kuşluk zamanı olmadan varmayacaksınız. Sizden herkim o pınarın yanına
varırsa ben gelinceye kadar sakın onun suyundan hiç bir şeye dokunmasın” buyurdu.
Derken o pınarın
yanına vardık. iki kişi pınarın başına bizden önce varmıştı. Pınarın suyu,
ayakkabı tasması gibi azar azar su akıyordu. Resulullah (s.a.v.) o iki adama:
“Bunun suyundan bir şeye dokundunuz mu?” diye sordu. Onlar:
“Evet!” diye cevâp
verdiler.
Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.) onlara sitem etti. Onlara Allah'ın dilediği kadar söz
söyledi. Sonra cemâat elleriyle pınardan azar azar su aldılar. Hattâ bir şeyin
içinde su toplandı. Resulullah (s.a.v.) onun içinde ellerini ve yüzünü yıkadı.
Sonra suyu pınara iade etti. Hemen pınar şarıl şanl su akıttı yada bol su
akıttı.
Hadisin râvisi Ebû
Alî, Enes b. Mâlik'in bu iki kelimeden hangisini söylediğinde şüphe etmiştir.
Nihayet insanlar sularını aldılar. Sonra da:
“Ey Muâz! Uzun bir hayata mazhar olman ve burasının
bahçelerle dolup taşdığını görmen yakındır” buyurdu.
[401]
2086- Ebu
Humeyd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte Tebük gazasına çıktık. Nihayet Vâdi'l-Kurra'da bir kadının bahçesine
geldik. Resulullah (s.a.v.):
“Bu bahçenin hurma mahsulünü tahmin edin!” buyurdu. Biz de bahçenin hurma mahsulünü tahmin
ettik. Resulullah (s.a.v.)'de bahçenin mahsulünü on vesk olarak tahmin etti.
Bahçenin sahibi kadına:
“Biz inşaallah sana geri dönünceye kadar bu bahçenin
mahsulünü kaç ölçek geldiğini say!”
buyurdu. Bunun üzerine biz yolumuza, devam ettik. Nihayet Tebük'e geldik.
Resulullah (s.a.v.):
“Bu akşam sizin üzerinize şiddetli bir rüzgâr esecek.
Sizden hiç kimse bu rüzgârın estiği bırada ayağa kalkmasın. Kimin devesi varsa
ipini sağlam bağlasın!” buyurdu.
Daha sonra şiddetli
bir rüzgâr esti. Derken bir adam ayağa kalktı ve rüzgâr onu götürerek Tayy'ın
dağlarına attı.
Bunun üzerine Eyle
hükümdarı İbnü'I-Almâ'nın elçisi Resulullah (s.a.v.)'e bir mektup getirdi. Ona
bir de beyaz kaür hediye etti. Resulullah (s.a.v.)'de ona bir emanname yazdı ve
bir de kaftan hediye etti. Sonra yola devam ettik. Nihayet Vadi'l-Kurra'ya
geldik. Resulullah (s.a.v.) kadına bahçesinin kaç ölçek mahsulü olduğunu
sorup:
“Bahçenin mahsulü kaç vesk geldi?” diye sordu. Kadın:
“On vesk!” diye cevâp
verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ben acele ediyorum. Sizden kim dilerse benimle
beraber acele gelsin. İsteyen kalsın!”
buyurdu. Biz de yola çıktık. Medine'ye yaklaştığımızda: işte Tâbe! İşte Uhud!
Uhud öyle bir dağdır ki, o bizi sever ve biz de onu severiz' buyurdu. Daha sonra
da:.
“Doğrusu Ensar hanelerinin en lısı, Neccar oğulları
hânesidir. Sonra Abdu'l-Eşhel oğulları hanesi, sonra Abdui-Haris b. Hazrec
oğulları hanesi, sonra Sâide oğulları hânesidir. Ensârın her hanesinde hayır
vardır” buyurdu.
Derken Sa'd b. Ubade, bize
yetişti. Ebû Useyd, ona:
“Görmedin mi,
Resulullah (s.a.v.) (sırayla) Ensâr hanelerinin hayırlılarını söyledi, bizi de
en sona bıraktı' dedi. Bunun üzerine Sa'd b. Ubâde, Resulullah (s.a.v.)'e
yetişip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Ensar hanelerinin hayırlılarını (sırayla) söylemişsin, bizi de en sona
bırakmışsın!” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Hayırlılardan olmanız size yetmiyor mu?” buyurdu.”
Hicaz bölgesinin
kuzeyinde Medine ile Şam arasında bir yerin adıdır. Tebük seferinde savaş
olmadı. Hicretin dokuzuncu yılında yapılmıştır. Bu sefer, Taif kuşatmasından ve
Veda haccından önce yapılmıştır. Bu gaza, Resulullah (s.a.v.)'in bizzat
bulunduğu gazaların sonuncusudur. Tebük seferi, Bizanslılar ile müslümanlar
arasındaki siyasî münasebetlerin üçüncü safhasını oluşturur.
2087- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte Necd tarafında gazazaya gittik. Dönüşte Resulullah (s.a.v.) ulu ağacı
bol olan bir vadide bize yetişti. Resulullah (s.a.v.), ağacın altında konakladı
ve kılıcını ağacın dallarından birine astı. Ordudakiler de ağaç altında gölgelenmek
için vadiye dağıldılar. Resulullah (s.a.v.), bize:
“Ben uyurken bir adam bana geldi ve kılıcı aldı. Ben
de hemen uyandım, Adam başımın ucunda dikilmişti. Elindeki, kınından sıyrılmış
kılıçtan başka bir şey fark de etmedim.”
Bana:
“Seni benden kim koruyabilir?” dedi. Ben de:
“Beni senden Allah
korur” dedim. Adam tekrar ikinci defa:
“Seni benden kim koruyabilir?” dedi. Ben de:
“Beni senden Allah
korur” dedim.
“Bunun üzerine adam, kılıcı kınına koydu. Bunları
yapan adam, işte şurada oturuyor”
buyurdu.
Resulullah (s.a.v.), o
adama bir şey yapmadı.
[402]
2088- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Allah'ın beni peygamber gönderdiği İlim ve hidayet
yolu, toprağa inen bol yağmur gibidir. İndiği toprağın bir kısmı güzel olup
suyu emerek bol bol ot ve çayır bitiren verimli bir topraktır. Bir kısmıda suyu
içerisine çekmeyip dışarıda tutar. Allah bu sudan insanları faydalandırır.
İnsanlar suyu İçerler, hayvanlarını sularlar, ekin ekerler. Diğer bir kısmı da
ne suyu tutar ve ne de ot bitirir. İşte Allah'ın dinini iyi öğrenen fikheden,
Allah'ın beni peygamber olarak gönderdiği şeyleri öğrenip öğreterek faydalı
olan kimse ile, gönderildiğim Allah'ın yolunu kabul etmeyip başını bile
kaldırmayan kimsenin durumu da buna benzer.”
[403]
2089- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz benim ve Allah'ın benimle gönderdiği şeyin
misâli, bir adamın şu misâli gibidir: Bu adam, kavmine gelip onlara:
“Ey kavmim! Ben gözlerimle düşman ordusunu gördüm. Ben
gerçekten soyunmuş bir uyarıcıyım. Kurtulmaya bakın!” der.
Kavminden bir grup ona itaat eder. Geceleyin yola
düşerek yavaş yavaş giderler. Onlardan bir grup da, onu yalanlayarak
yerlerinde sabahlarlar ve ordu sabah baskını yaparak onları helak eder.
Köklerini kurutur. İşte bana itaat edip getirdiğime tâbi olanlar ile bana isyan
edip getirdiğim hakkı yalanlayanların misâli budur.”
[404]
Açıklama:
Soyunmuş uyarıcıyla
kastedilen; korkunç haber getiren kimsedir. Eskiden Araplar'ın âdetine göre bir
adam bir topluluğu korkutmak ve kendilerine korkunç bir haber vermek İsterse
elbisesini çıkarır, eğer uzakta ise bu elbiseyle onlara işarette bulunurdu. Bununla,
musibet haberi verdiğine işaret ederdi. Bunu, genellikle, topluluğun öncüsü ve
gözcüsü durumundaki kimse yapardı.
2090- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Benim ile ümmetimin misali, ateş yakıp da ateşe düşen
kelebek ve benzeri şu hayvanları ateşe girmemeleri için kovalayan adamın
misali gibidir, ûte siz ateşe koşarsınız bense sizin belinizden tutanım.”
[405]
2091- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Benim misalim ile diğer peygamberlerin misali, köşede
bir kerpiçtik yer dışında en güzel ve en iyi şekilde bir ev yapan kimseye
benzer. İnsanlar içini dolaşmaya başlayıp bu kimseye hayıret edip:
“Şuraya kerpiç konulması
gerekmez miydi?” derler.
“İşte ben, o kerpicim. Ben, peygamberlerin
somıncusuyum.”
[406]
Açıklama:
Yüce Allah, Kur'an'da;
Hz. Muhammed (s.a.v.)'in, peygamberlerin sonuncusu
[407]
olduğunu belirtmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'de bir çok hadiste, peygamberlerin
sonuncusu olduğunu ve kendisinden sonra bir peygamberin daha gelmeyeceğini
bildirmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)
daha hayattayken Müsellemetü'l-Kezzâb, daha sonra başka yalancı peygamberler ve
günümüzde ise İran'da “Bahailik”in kurucusu Mirza Ali Muhammed (ö.1850),
Hindistan'da “Kadıyanilik”in kurucusu Mirza Gulam Ahmed, Amerika'da Moon,
Türkiye'de ise iskender el-Ekber sahte peygamberliğini ilan etmişlerdir.
İskender el-Ekber, ilk
önce kendisini “Mehdi” ardından da peygamberliğini ilan edip
ısalet Nurları” adında
bir de kitap indirildiğini iddia etmiştir. Kitabın kapağında yüce Allah’ın adı
bulunması gerekirken “İskender el-Ekber'e aittir” ifadesi yer almaktadır.
Baştan sona saçma sapan cümleler ve hezeyanlarla dolu olan bu kitapçık; “Eğer
insanlar sadık peygamberlerine tabi olmazlarsa, onlan arkalarına takacak sahte
peygamberlerin çıkacağı” gerçeğini açık-seçik ortaya koymaktadır. Eğer
insanlar içerisinde şüphe bulunmayan Allah'ın vahyi Kur'an'a sanlmazlarsa, bu
ümmetin içinden çıkıp kendi elleriyle yazdıkları sahte peygamberlerin kitaplarına
uyar hale gelebilirler.
2092- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır;
“Yüce Allah, iyi kullarından olan bir ümmete rahmet
etmek istedi zaman o ümmetin peygamberini ümmetten önce yanına alır. O peygambe
onlar için, varacakları yerde hazırlık ve şefaat yapacak bir öncü ve onlardi
önce giden bir kimse kılar.
“Allah, kötü yolda giden bir ümmetin yok olmasını
istediği zaman ise ümmetin peygamberi daha hayattayken o ümmete azab eder.
Peygambei gözünün önünde onları yok eder. Onlar, peygamberlerini yalanladıkları
emrine isyan ettikleri zaman Allah onları yok etmek suretiyle peygamberi de
hoşnut eder.”
2093- Cündeb
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'i:
“Ben, havuzun başına sizden önce varacağım” buyururken işittim.
[408]
2094- Sehl
b. Sa'd (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)'i:
“Ben Havzı kevsere sizden önce varacağım. Kim buraya
gelirse suyunu içer ve bundan sonra asla susuzluk görmez. Havuzun başına, benim
onları ve onların da beni tanıdıkları bazı kimseler getirilecek, fakat
arkasından benim ile onların arasına engel girecektir” buyururken işittim.”
[409]
2095. Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: "Peygamber (s.a.v.):
Bunlar bendendir'
buyurur. Ona:
Onların senden sonra
neler işlediklerini sen bilemezsin!' denilir. Ben de:
Benden sonra yolunu
değiştiren benden uzak olsun!' derim.[410]
2095-
Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.):
“Bunlar bendendir” buyurur. Ona:
“Onların senden sonra
neler işlediklerini sen bilemezsin!” denilir. Ben de:
“Benden sonra yolunu değiştiren benden uzak olsun!” derim.[411]
2096-
Abdullah İbn Amr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Benim cennetteki
Havzım, bir aylık yol mesafesindedir. Onun köşeleri düzdür. Suyu gümüşten daha
beyaz ve kokusu miskten daha güzeldir. Bardakları ise gökyüzünün yıldızları
gibidir. Kim ondan su içerse bir daha asla susuzluk çekmez.”
[412]
2097- Ukbe
b. Âmir (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir gün çıkıp Uhud şehidleri üzerine, cenaze namazı kıldırdı, sonra da oradan
ayrılıp minbere çıktı, sonra da:
“Ben, sizin Kevser Havuzuna ilk önce varanınız
olacağım. Ben size şahitlik yapacağım. Vallahi, ben şu anda Kevser Havuzunu
seyretmekteyim ve bana yeryüzünün hazinelerinin anahtarı veya yeryüzünün
anahtarları verildi. Vallahi, ben sizin hakkınızda benden sonra müşrik
olacağınızdan korkmuyorum, fakat sizin dünyalıkları elde etmek için
yarışmanızdan korkuyorum” buyurdu.
[413]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.),
Uhud şehidlerine kıldığı bu cenaze namazını, Uhud şehitleri defnedildikten
sekiz sene sonra kılmıştır.
[414]
Konumuzu teşkil bu
hadis, “Şehidler üzerine cenaze namazı kılmak caizdir” diyenler ile “Cenaze
kabre konduktan sonra üzerine cenaze namazı kıhnabilir” diyen Hanefilerin
delilidir.
Bazı fıkıh alimlerine
göre, bu hadiste geçen “Salat” kelimesi, cenaze namazında okunan dua anlamında
kullanılmış olması da mümkündür. İbn Hibban'da “Sahih”inde bu görüşü
savunmuştur.
İmam Nevevî ise bu
konuda şöyle der:
“Bu hadiste geçen
“Salat” kelimesiyle kasdedilen, cenaze namazı değil, cenaze duasıdır. Çünkü
“Cenazeye namaz kılar gibi namaz kıldı” demek, adeti üzere “Ölülere dua ettiği
gibi dua etti” demektir.
2098- Harise
b. Vehb (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Harise, Peygamber (s.a.v.)'in
havzının; San'a ile Medine arası kadar olduğunu Peygamber (s.a.v.)'den işitmiştir.”
[415]
2099- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Havuzun kapları nasıldır?” diye sordum. Resulullah (s.a.v.);
“Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim
ki, onun kapları, gökyüzünün yıldız toplulukları ile yıldızlarından daha
çoktur. Dikkat edin ki! Onlar, mehtapsız bir gecedeki yıldızlar gibi olan
cennetin kaplarıdır. Her kim bu kaplardan içerse ömrünün sonuna kadar susamaz.
Havuzun cennetten çıkan iki oluğu gürül gürül akar. Ondan kim içerse bir daha susamaz.
Genişliği, uzunluğu gibi olup Amman ile Eyle arası kadardır. Suyu sütten daha
ak ve baldan daha tatlıdır” buyurdu.[416]
2100- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.):
“Havuz başında benim yanıma bana sahabilik etmiş kimselerden
bazıları muhakkak gelecektir. Nihayet onlar bana doğru kaldırılıp ben onları
gördüğüm zaman onlar benim önümden koparılıp alınırlar. Bunun üzerine muhakkak
ben:
“Rabbim! Onlar benim sahabiciklerimdir, onlar benim
sahabiciklerimdir” diyeceğim. Bunun
üzerine muhakkak bana:
“Doğrusu sen onların
senin ardından neler ihdas ettiklerini bilmezsin?” denilecek.”
[417]
Açıklama:
Ahirette her
peygamberin bir havuzu olacaktır. Bu havuzdan, hem peygamberin kendisi ve hem
de ümmetinden Allah'ın dilediği kimseler içecektir. Yalnız diğer
peygamberlerden farklı olarak Hz. Peygamber (s.a.v.)'e iki tane havuz
verilecektir:
1- Kıyamet
günü, mahşer yerinde Hz. Peygamber (s.a.v.)'e verilecek Kevser havzudur. Bu
havuzdan, Kıyamet günü, Hz. Peygamber (s.a.v.), herkesin susadığı o zar
şartlarda ümmetine su verecek, ümmetini rahatlatmaya çalışacaktır. Hz.
Peygamber (s.a.v.) ile ümmeti, Kıyamet günü, bu havuzun başında buluşup bir
araya gelecektir.
2-
Cennette,
Kevser nehrinden akacak olan suyun bir araya toplanmasıyla oluşacak havuzdur.
Çeşitli rivayetlerde; Kevser nehrinden, kanallar aracılığıyla bu havuza suların
akıtılacağı ifade edilmektedir.
Havuz ve Kevser, çok
sayıda sahabe tarafından nakledilmiş gaybî bir hakikattir.
2101- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Uhud savaşı günü
Resulullah (s.a.v.)'in sağında ve solunda, üzerlerinde beyaz elbise bulunan iki
adam gördüm. Bunları, daha önce ve daha sonra hiç görmedim. Yani Cebrail ile
Mikail'i kast etmektedir.”
[418]
2102- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
insanların en güzeli, en cömerdi ve en cesuru idi. Medine halkı bir gece gerçekten
düşman baskınından korumuştu. İnsanlar sesin geldiği tarafa doğru gitmişlerdi.
Bu sırada Resulullah (s.a.v.), Ebu Talha'ya ait Mendub adında çıplak bir atın
üstüne atlayarak onu düşman sesinin geldiği tarafa doğru sürdü. Medinelileri
geride bırakıp ileriye geçmişti. Nihayet Resulullah (s.a.v.), Ebu Talha'nın
atının üzerinde ve kılıcı boynunda olarak geri dönerken Medinelileri (yolda)
karşıladı. Resulullah (s.a.v.), onlara:
“Düşmanlar zarar verebilecek bir korkuyla bizi
korkutamadılar, onlar ciddi bir korkuyla bizi korkutamadılar” buyurdu. Daha sonra da:
“Biz bu atı bir derya bulduk yada bu at muhakkak bir
derya gibi akıcıdır” buyurdu.” Enes;
“Halbuki bu at, yavaş ve durgun olmakla tanınırdı” dedi.
[419]
Açıklama:
Cesaret; kişinin,
korku ve çekingenlik halinden uzak olarak değerli bir işe girme halini ifade
eder. Cesaret sahibi kimse, tehlikeye ve riske girmekten korkmaz. Kişide,
cesaretin oluşması, kişiyi; yürekli, atılgan ve yiğit bir hale getirir.
Cesareti olmayan kimse; çekingen, korkak ve kendine güveni olmaz. Cesaretli
olmak, her babayiğidin harcı değildir. Herkes cesaretli olmayabilir. Cesaretli
olan kişi; hem kendisine güven duyar ve hem de sıkıntılara karşı göğüs
germesini iyi bilir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
cesur oluşu; herkes tarafından bilinen bir husustur. Doğmadan önce babasını,
altı yaşında iken annesini, sekiz yaşında iken dedesini yitirmesine rağmen o,
hiçbir zaman yılgınlık göstermemiştir. Sıkıntılara ve musibetlere karşı göğüs
germesini bilmiştir. Peygamberliğini ilan ettiğin de, insanların çoğu, ona
düşman kesilmiş; onun delirdiğini, cinlendiğini, sihirbaz olduğunu ileri
sürmekten geri durmamışlardır. Fakat o, Allah'a olan imanı sayesinde bütün bu
iftiralara ve yalanlara karşı mücadelesini sürdürmüştür. Mekke'de geçirdiği on
üç yıl boyunca, hep iftira ve karalamalara maruz kalmıştır. Yine de o, cesur
olmayı hep sürdürmüş ve davasından hiç taviz vermemiştir.
Medine'de ise;
münafıklara, Yahudilere diğer karşı gelenlere hep cesaretle hareket etmiş, bir
çok savaşta geriye kaçmamış, yerini terk etmemiş, ölümle burun buruna kaldığı
zamanlarda bile arkasına dönüp geriye kaçmamış, sahabilerini terk etmemiş,
düşmanla karşılaşmaktan hiç çekinmemiştir.
Huneyn savaşı
sırasında İslam ordusu pusuya düşürüldüğünde, müslümanlann çoğu, çil yavruları
gibi Allah Resulünü yalnız, bırakıp kaçtıklarında Resulullah (s.a.v.), yerini
terk etmemiştir. Çünkü kaçmak, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yakışır bir tavır
değildi. O, imanın tadını, Şehadetin kokusunu, cihadın özünü, özellikle de
peygamberlik misyonunun gerektirdiklerini çok iyi biliyordu.
2103-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
iyilik yapma hususunda insanların en cömerdi idi. En cömert olduğu zaman da,
Ramazan ayı idi. Cebrail, Resulullah (s.a.v.)'le her sene Ramazan ayında
buluşurdu. Bu buluşma, Ramazan ayı bitinceye kadar devam ederdi. Resulullah (s.a.v.),
Cebrail'e Kur'an'ı arz ederdi. Cebrail, Resulullah (s.a.v.)'le buluştuğunda
Resulullah (s.a.v.) hayır işleri yapma hususunda sürekli esen rüzgardan daha
cömert olurdu.”
[420]
Açıklama:
Burada Resulullah (s.a.v.)'in,
Ramazan ayının her gecesinde Cebrail'le buluşup o zaman kadar inen Kur'an
ayetlerini müzakere etmeleri söz konusu edilmektedir. Vefat ettiği sene iki
defa Kur'an'ı mukabele etmişlerdi.
Diğer bir hususta,
Resulullah (s.a.v.)'in çok cömert olmakla birlikte Kur'an'ı müzakere etmeleri
sebebiyle bu ay içerisinde gaybî hususlara daha çok muttali olmasından dolayı
bu ay içerisinde daha fazla cömert davranıyordu. Abdullah İbn Abbâs, onun
cömertliğini; hiçbir engele rastlamayarak salıverilmiş rüzgara benzetmesi, onun
cömertlik ile hayır dağıtmada rüzgardan daha hızlı olmasından dolayıdır.
2104-
Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Medine'ye geldiğinde üvey babam Ebu Talha elimden tutup beni Resulullah (s.a.v.)'e
götürdü. Ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Enes, akıllı bir çocuktur. Senin hizmetinde bulunsun” dedi.
Emes devamla der ki:
“Gerek yolculukta ve
gerekse de şehirde ikamet ettiği sırada Resulullah (s.a.v.)'e hizmette
bulundum. Allah'a yemin ederim ki, yaptığım bir şeyden dolayı bana: “Bunu niçin
yaptın?”, yapmadığım bir şey için de: “Bunu niçin şöyle yapmadın?” demedi.
[421]
2105- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
ahlak yönünden insanların en güzellerindendi. Bir gün beni bir hacet için bir
yere göndermek istedi. Ben, ona:
“Vallahi, ben gitmem”
dedim.
“Halbuki içimden
Allah'ın nebisi (s.a.v.)'in bana emrettiği yere gitmek geliyordu. Derken dışarı
çıktım. Derken çocukların yanma uğradım. Onlar sokakta oyun oynuyorlardı.
Aniden Resulullah (s.a.v.) arkamda kafamı tuttu. Ona baktım. Gülerek:
“Ey Enescik! Sana
emrettiğim yere gittin mi?” diye sordu. Ben de:
“Evet! Gidiyorum, ey
Allah'ın resulü!” dedim. Enes:
“Allah'ın adına yemin
ederim ki, ben, Resulullah (s.a.v.)'e dokuz sene hizmette bulundum. Yaptığım
bir şey için bana: “Niçin şöyle şöyle yaptın!” Yapmadığım bir şey İçin de bana:
“Şöyle şöyle yapsaydın!” dediğini bilmiyorum” dedi.
[422]
Açıklama:
Enes, Resulullah (s.a.v.)'in
vefatına kadar ona hizmet etmiş, her vakit onunla birlikte bulunmuş ve onun
yanından ayrılmamıştır.
2106- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'den
bir şey istenilip de onun “Hayır” dediği asla vaki değildir.
[423]
2107- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“İslam üzerine
Resulullah (s.a.v.)'den istenilmiş olan herhangi bir şeyi mutlaka vermiştir.
Bir defasında Resulullah (s.a.v.)'e bir kimse gelmişti. Resulullah (s.a.v.), o
adama iki dağ arasıfnı dolduracak kadar çok koyun vermişti. Daha sonra bu kimse
kavminin yanma dönüp onlara:
“Ey kavmim! müslüman
olunuz. Çünkü Muhammed, fakirlikten korkmaksızın büyük ihsanda bulunuyor” dedi.
[424]
2108- İbn
Şihâb'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Mekke'nin fethi gazasını yaptı ve Mekke'yi fethetti. Sonra Resulullah (s.a.v.)
beraberinde bulunan müslümanlarla birlikte
Huneyn'e doğru yola çıktı. Nihayet düşmanla Huneyn mevkisinde
çarpıştılar. Netice itibariyle; Allah, dinine ve müslümanlara yardım etti.
Resulullah (s.a.v.) o gün Safvan b. Ümeyye'ye yüz tane deve verdi. Sonra yüz
daha, sonra yüz daha verdi.
İbni Şihâb der ki:
“Bana, Saîd b.
Müseyyeb rivayet edip dedi ki: Safvân b. Ümeyye:
“Allah'a yemin ederim
ki, Resulullah (s.a.v.) bana verdiğini verdi. Ama o, bana göre, insanların en
nefret edilecek olanı idi. Bana vermekte devam etti. Nihayet o bana göre
insanların en sevimlisi oldu” dedi.
[425]
Açıklama:
Safvan b. Ümeyye ve
benzerleri, Müellefe-i Kulub/kalbi İslam'a ısındırılacak kimseler içerisinde
olduğu İçin Resulullah (s.a.v.) onlara Huneyn gazasında bolca iyilikte bulunmuştur.
Böylece onun kalbini daha İslam'a ısındırmı, nefreti sevgiye dönüşmüştür.
2109- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) bir defasında
bana:
“Bize Bahreyn'in malı gelirse sana muhakkak şu kadar,
şu kadar ve şu kadar veririm”
buyurdu. Bunu söylerken iki eliyle de bütün mala işaret etti.
Derken Bahreyn'in malı
gelmeden önce Peygamber (s.a.v.) vefat etti. Bu ma! onun vefatından sonra Ebû
Bekr'e geldi. O da bir dellâla emretti. O da:
“Her kimin Peygamber (s.a.v.)'de
alacak bir vaadi veya borcu varsa hemen gelsin!” diye seslendi. Bunun üzerine
ben kalkıp Ebu Bekr'in yanma vardım. Ona:
Gerçekten Peygamber (s.a.v.)
bana:
“Bize Bahreyn'in malı gelirse sana muhakkak şu kadar,
şu kadar ve şu kadar veririm”
buyurdu” dedim. Bunun üzerine Ebu Bekr, derhal bir avuç para avuçladı. Sonra da
bana: “Bunu say!” dedi. Ben bu paralan saydım. Paraların, beşyüz adet olduğunu
gördüm. Bu defa Ebu Bekr, bana:
“Bununla birlikte iki
mislini daha al” dedi.
[426]
2110- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Bu akşam benim bir oğlum dünyaya geldi. Ona, büyük
babam İbrahim'in adını verdim”
buyurdu.
Sonra da onu, Ebu Seyf
adında bir demircinin hanımı Ümmü Seyfe süt annesi olarak teslim etti. Bir
defasında çocuğu getirmek için yola çıktı. Ben de onu tâkib ettim. Ebû Seyf in
yanına yaklaştık. Ebu Seyf, demirci körüğünü üfürüyordu. Ev dumanla dolmuştu.
Ben Resulullah (s.a.v.)'in önünde hızlı yürüyerek:
“Ey Ebu Seyf! Körüğünü
durdur! Resulullah (s.a.v.) geldi!” dedim. Bunun üzerine o da durdu. Peygamber
(s.a.v.) çocuğun getirilmesini istedi. Çocuk getirildiğinde Resulullah (s.a.v.)
onu bağrına bastı. Allah'ın söylemesini dilediği şeyleri ona söyledi.
Enes der:
“Allah'ın adına yemin
ederim ki, çocuğu, Resulullah (s.a.v.)'in önünde can çekiştirirken gördüm.
Resulullah (s.a.v.)'in gözleri yaşardı ve sonra da:
“Göz yaşam, kalb üzülür, fakat biz ancak Rabbimizin
razı olacağını söyleriz. Vallahi, ey İbrahim! Biz senin için üzülüyoruz” buyurdu.[427]
İbrahim, hicretin 8.
yılında Zilhicce ayında dünyaya gelmiştir, ibrahim'in ölümü üzerine Resulullah
(s.a.v.) gözyaşı dökmüştür. Gözyaşı dökmesi, insan tabiatının gereği olan bir
haldir.
2111- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Aile efradına
Resulullah (s.a.v.)'den daha fazla acıyan hiçkimse görmedim. İbrahim,
Medine'nin yüksek taraflarındaki köylerinden birinde süt anneye verilmişti.
Resulullah (s.a.v.) biz de beraberinde olmak üzere gider ve o eve girerdi. Ev
tüterdi. İbrahim'in süt babası demirci idi. Resulullah (s.a.v.) çocuğu alır,
öper, sonra geri dönerdi.
Hadisin ravisi Amr der
ki: İbrahim vefat edince, Resulullah (s.a.v.):
“İbrahim benim oğlumdur. O memede iken öldü. Onun iki
tane süt annesi vardır. Süt müddetini cennette tamamlayacaktır”
buyurdu.
[428]
2112- Hz.
Âîşe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bedevilerden bir grup
insan, Resulullah (s.a.v.)'in yanına gelmişti. Bunlar bir münasebetle,
sahabilere:
“Sizler çocuklarınızı
öpüp sever misiniz?” diye sordular. Sahabiler:
“Evet!” dediler.
Bedeviler:
“Fakat biz, Allah'a
yemin olsun ki, bizler çocuklarımızı öpüp sevmeyiz” dediler. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Eğer Allah sizin gönüllerinizden rahmet ve şefkati
çekip çıkarmışsa ben ne yapabilirim!”
buyurdu.
[429]
2113- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Akra' b. Habis,
Peygamber (s.a.v.)'i, torunu Hasan'ı öperken gördü. Bunun üzerine Akra,
Peygamber (s.a.v.)'e:
“Benim on çocuğum var.
Fakat onlardan hiçbirini şimdiye kadar hiç öpmedim” dedi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu merhamet etmeyen kimseye merhamet olunmaz!” buyurdu.
[430]
2114- Cerîr
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim insanlara merhamet etmezse Yüce Allah'ta ona
merhamet etmez.”
[431]
Açıklama:
Hadis; çocuklara,
zayıflara, düşkünlere, hatta bütün insanlara ve hayvanlara merhamet etmeyi
kapsamaktadır. Yani mümin olsun, kafir olsun bütün insanları içermektedir.
Merhamet; canlılara
yiyecek-içecek vermek, hayvanlara ağır yük yüklememek; dövme, acıktırma, yarma
gibi vasıtalarla onlara karşı haddi aşmamaktır.
Mümin olsun, kafir
olsun bütün insanlara, kendinin olsun yada olmasın bütün hayvanlara acımayan,
hayvanı doyurup sulamayan, yükünü hafifletmeyen, insafsızca döğen veya
insanlara acımayan, insafsızca davranan, kötü davranan kimse, ahirette Allah'ın
rahmetine nail olmayacaktır.
“İyilik yaparsanız kendi nefsiniz için yaparsınız”
[432]
Duyurularak her türlü insana ve hayvana veya canlıya yapılan merhametin, sonuç
itibariyle kişinin kendine yaptığına dikkat çekilmiştir.
Mümin kul; solcu,
sağcı, inançlı, inançsız, laik gibi her türlü insana ve diğer canlılara karşı
merhametli davranmak zorundadır. Çünkü inandığı dinin temelinde; inanmayan
insana karşı saygılı olma, hoşgörülü olma, barışçı olma, hak ve özgürlüklerini
verme vardır.
2115- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
perdesi gerisindeki bekar kızlardan daha utangaçtı. Bir şeyden hoşlanmadığı
zaman onu yüzünden anlardık.”
[433]
Utanmak demektir.
Kınamayı gerektiren bir söz ve davranıştan dolayı kişinin Allah'a ve insanlara
karşı utanması, “Haya” sözüyle ifade edilmiştir.
Haya, insan ahlakı
için en güzel bir ölçüdür. İnsanın haddini bilmesi, utanacak bir işten dolayı
sıkılıp yüzünün kızarması, büyük bir fazilettir. Bu fazilet, sahibini
kötülüklerden uzak tutar. Utanıp kınanmayacağı işler yapmasına da sebep olu
Gerçek haya, kişinin, yüce yaratıcına karşı duyacağı hayadır.
Burada hayanın imana
bağlanması, utanmanın yerini ve ölçüsünü dinin ve imanın tayin etmesidir.
2116-
Abdullah b. Amr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
çirkinlik sahibi (fahiş) ve çirkinliğe sürüklenebilen birisi mütefahhiş
değildi. Çünkü Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu sizin en iyi olanınız, ahlak bakımından en
iyi olanınızdir”
buyurdu.”
[434]
2117- Simâk
b. Harb'ten rivayet edilmiştir:
“Câbir b. Semure'ye:
“Resulullah (s.a.v.)'in
meclislerinde bulunur muydun?” diye sordum. O da;
“Evet! Çok defalar
bulundum. Sabah namazını kıldığını namazgahından güneş doğuncaya kadar
kalkmazdı. Güneş doğduğunda oturduğu namazgahından kalkardı. Sahabiler bu
arada konuşurlar, bazen cahiliye dönemindeki işlerini ele alırlardı, sonra da
bunlara gülerlerdi. Resulullah (s.a.v.) ise tebessüm ederdi” dedi.
[435]
2118- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
seferlerinden birinde idi. Enceşe denilen kara tenli bir kölesi kısa vezinli
nağmeler söyleyerek develeri hızlı sürüyordu. Resulullah (s.a.v.), ona;
“Ey Enceşe! Cam şişeleri gibi olan kadınların
bindikleri hayvanları yavaş bir şekilde sürüp götür!” buyurdu.
[436]
2119-
Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
sabah namazını kıldığı zaman Medine'nin hizmetçileri içlerinde su bulunan
kaplarıyla gelirlerdi. Resulullah (s.a.v.) kendisine getirilen her kabın
içerisine mutlaka elini daldırırdı. Bazen Resulullah (s.a.v.)'e soğuk olan
sabahta gelirlerdi. Resulullah (s.a.v.) yine elini su kabına daldırırdı.”
[437]
Açıklama:
Onlar, bunu, Resulullah
(s.a.v.)'in dokunduğu ve içine mübarek elini daldırdığı şeyle teberrük için
yapıyorlardı.
2120- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Doğrusu Resulullah (s.a.v.)'i,
berber traş ederken gördüm. Sahabileri etrafında dolaşıyordu. öyle ki sahabileri,
bir tek kılın dahi yere değil muhakkak bir insan eline düşmesini istiyorlardı”
[438]
2121- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Aklında bir şey bulunan soru sormak
isteyen bir kadın:
“Ey Allah'ın resulü!
Benim sana gizli bir ihtiyacım var” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Ey filanca kimsenin annesi! Dar yolların hangisini
istersen bak, orada senin hacetini yerine getireyim” buyurdu.
Derken Resulullah (s.a.v.)
yolların birinde o kadınla tenhaya çekildi. Nihayet kadın sormak İstediği şeyi
sorup hacetinden kurtulmuş oldu.
[439]
2122- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
iki şey arasında muhayyer kılındığında tercih edeceği şey, günah olmadığı
müddetçe, o muhakka en kolay olanını tercih ederdi. Eğer günahı gerektiren bir
şey olursa, Resulullah (s.a.v.), ondan halkın en uzak bulunanı olurdu.
Resulullah (s.a.v.), Yüce Allah'a karşı saygısızlık olma hali hariç kendi nefsi
için asla kin tutup öç almamıştır.”
[440]
Açıklama:
Haram veya mekruh
olmamak şartıyle iki şeyin en kolayını seçmek müstehabdır.
Kadi İyâzder ki:
“İhtimal Peygamber (s.a.v.)'in
burada muhayyer bırakılması Allah tarafındandır. Onu iki ceza arasında yahut
kâfirlerle harbetmek veya onlardan cizye almak hususunda yahut ümmetinin
ibadette mücahede derecesine varıp varmaması hususunda muhayyer bırakmıştır. O
bunların hepsinde kolay olanı seçerdi.
Hz. Aişe'nin günah
olmamak şartıyle sözü onu kâfirler yahut münafıklar muhayyer bıraktığı zaman
tasavvur olunabilir. Muhayyerlik Allah'dan yahut müslümanlardan gelirse
ibaredeki istisna munkati olur.”
[441]
2123- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) Allah yolunda cihad etmesi hali
hariç hiçbir şeye; ne bir kadına ve ne de bir hizmetçiye asla eliyle
vurmamıştır. Hiçbir şey, söz ve fiil türünden, Resulullah (s.a.v.)'den asla
herhangi bir eziyet ve zarar görmemiştir. Resulullah (s.a.v.), durup dururken
hiçbir arkadaşından İntikam almamıştır. Sadece Allah'ın haram kıldığı
hususlardan bir şeyi çiğnemiş olma hali hariç. Bu durumda kim Allah'ın
haramlarından birini çiğnerse o zaman Resulullah (s.a.v.), Allah için intikam
alırdı.”
[442]
Açıklama:
Hadis, bütün
rivâyetleriyle, Peygamber (s.a.v.)’in şahsı namına kimseden intikam almadığım
göstermektedir. Gerçi LJkbe b. Ebî Muayt ve Abdullah b. Hatal gibi bazı
müşriklerin Öldürülmesini emir buyurmuştur. Fakat bunlar yalnız Peygamber (s.a.v.)'e
eziyetle kalmayıp Allah'ın haram kıldığı şeyleri de çiğneyip geçerlerdi. Öldürülmeleri
bundandır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Allah'ın hürmetini ayaklar altına alanlar
hakkında son derece titiz davranır cezalannı verirdi.
Bâzılarına göre
Peygamber (s.a.v.)'in şahsı nâmına intikam almaması, küfre vardırmayan
sebeplerle eziyet olunduğu zamana mahsustur. Nitekim bağırıp çağırmak suretiyle
kendisine ezada bulunan Bedeviyi ve elbisesinden şiddetle çekerek omuzunda eser
bırakan bir başkasını affetmesi bu kabildendir.
Dâvûdî intikam
almamayı mala mahsus görmüş, ırzı hakkında eza verenlerden hakkını aldığını
söylemiştir.
2124- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte bir öğlen namazı kıldım. Sonra Resulullah (s.a.v.) ailesinin yanına
çıktı. Ben de onunla birlikte çıktım. Onu bir takım Çocuklar karşıladılar.
Resulullah (s.a.v.) onlardan her birinin iki yanağını eliyle dokunup okşadı. Bu
vesileyle onun eline ait bir serinlik yada bir koku hissettim. Resulullah (s.a.v.)
sanki elini koku satan bir attariye tablası yada attariye sepeti içinden
çıkarmış gibiydi.”
[443]
2125- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'in
kokusundan daha güzel kokan ne bir anber, ne bir misk ve ne de herhangi bir
koku kokladım.
Yine ben, Resulullah (s.a.v.)'in
dokunması kadar yumuşak hiçbir şeye; ne atlas ipeğine ve ne de bir ipeğe asla
dokunmuş değilim.
[444]
2126-
Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Ümmü Süleym'in yanma gelir, orada öğle uykusunu uyurdu. Ümmü Süleym, bazen de
Peygamber (s.a.v.) için meşinden yapılma bir döşek yayar, o da onun üzerinde
öğle uykusuna yatardı.
Peygamber (s.a.v.)'in
terlemesi çok olurdu. Ümmü Sülem'de, Peygamber (s.a.v.)'in terini toplar ve onu
kokunun içine veya cam ile sırçadan yapılmış şişelerin içerisine koyardı.
Peygamber (s.a.v.) bir defasında:
“Ey Ümmü Süleym! Bu yaptığın nedir?” diye sordu. Ümmü Süleym:
“Senin terindir. Ben
onu güzel kokumun içine karıştırıyorum” dedi.
[445]
Açıklama:
Ümmü Süleym ile ilgili
olarak 1699 nolu hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
2127- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Doğrusu Resulullah (s.a.v.)'in üzerine soğuk bir
sabahda vahiy indirilirdi. Sonra onun alnından ter boşanırdı.”
[446]
2128- Ubâde
İbnu's-Sâmit (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Allah'ın Peygamberi (s.a.v.),
kendisine vahiy indirildiği zaman bundan dolayı sıkıntıya maruz kalır ve
yüzünün rengi değişirdi.”
2129- Ubâde
İbnu's-Sâmit (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Üzerine vahiy
indirildiği zaman Peygamber (s.a.v.) başını öne eğer, sahabîleri de başlarını
öne doğru eğerlerdi. Vahiy kalktığı zaman ise başını kaldırırdı.”
Açıklama:
Vahiy kelimesi
sözlükte; gizli konuşmak, emretmek, ilham etmek, ima ve işaret etmek, acele
etmek, sesienmek, fısıldamak, mektup yazmak, iletişim kurmak gibi değişik
analamlara gelmektedir. Vahyin sözlük anlamında kullanımı ile ilgili olarak
[447]
Terim olarak ise Allah tarafından peygamberlerine ve özellikle de Hz. Muhammed
(s.a.v.)'e ulaştırılan ilahî vahiydir. İlahî vahye mazhar olan peygamberlerin
isimleri, Kur'an'da bir çok vesilelerle zikredilmektedir.
Vahiy, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e
değişik şekillerde gelmiştir:
Vahyin ilk geliş
şekli, Resulullah (s.a.v.)'in uyku halinde iken gördüğü sadık rüyalardır. Hz.
Peygamber (s.a.v.), sonradan meydana gelecek hakikatleri bu rüyalarla
görmekteydi.Bu rüyalara, “Rüya'yı Sâdika” ve “Rüya'yı Sâliha” denirdi.
Hz. Peygamber (s.a.v.)
uyanıkken, melek görünmeksizin vahy Resulullah (s.a.v.)'in kabine ilka ederdi.
Cebrail, insan şekline
bürünüp Hz. Peygamber (s.a.v.)'e vahiy getirirdi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'e en
kolay gelen vahiy şekli budur.
Bazen vahiy,
Resulullah (s.a.v.)'e çıngırak/zil sesine benzer bir sesle gelirdi. Bu,
Resulullah (s.a.v.)'e gelen vahyin en ağır şekliydi. Bu durumda melek
görünmezdi. Vahyin bu şekli, tehdit ve korkutmayı ifade eden ayetlere mahsustu.
Cebrail bazen asli
suretine bürünerek ilahî emri Hz. Muhammed (s.a.v.)'e getirirdi. Bu şekildeki
görmesi, iki defa gerçekleşmişti. Birincisi, peygamberliğin başlangıcında Hıra
mağarasında gerçekleşmişti. ikincisi de, miracda Sidretu'l-Munteha'da meydana
gelmişti.
Resulullah (s.a.v.)
uyanıkken yüce Allah'la konuşması şeklinde meydana gelen vahiydir. Miraç
gecesinde namazın beş vakit olarak farz kılınması ve Bakara Suresinin son üç
ayetinin vasıtasız bir şekilde direkt vahyedilmesi gibi.
Cebrail, ResuluÜah (s.a.v.)'e
uyku halinde iken vahiy getirmişti Bazı tefsirciler, “Kevser” suresinin bu
şekilde indiğini belirtmiştir.
2130-
Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ehl-i Kitap olanlar
saçlarını alınları üzerine aşağıya doğru salıverirlerdi. Müşrikler ise
başlarının saçlarının ayırırlardı. Resulullah (s.a.v.) olumlu yada olumsuz
emrolunmayan hususlarda Ehl-i Kitaba uygun hareket etmekten hoşlanırdı. Bundan
dolayı Resulullah (s.a.v.) alnındaki saçlarını/perçemini aşağıya doğru
sarkıtırdı. Bundan bir müddet sonra ise başının saçlarını iki tarafa ayırdı.”
[448]
Kadî İyâz'ın ifadesine
göre; bazı alimler, saç sarkıtmanın neshedildiğini, dolayısıyla alına ve
kulakların arkasına saç sarkıtmanın caiz olmadığını söylemişlerdir. Kadı İyâz,
saçları ayırmanın vacip değil de caiz olması olasılığı üzerinde durup şunları
söylemiştir:
“Caiz ki, saçlarını
ayırması Ehl-i kitaba muhalefet hususunda kendi içtihadıyla olmuştur. Bu
takdirde saç ayırmak müstehabdir. Bundan dolayıdır kî, Selef bu hususta ihtilâf
etmiş, bir takımlan saçlarını ayırmış, diğerleri kulaklarının yumuşağına kadar
salmışlardır. Peygamber (s.a.v.)'in uzun saçı olduğu, saçı ayrılırsa ayırdığı,
ayrılmazsa hâli üzere bıraktığı hadiste geçmektedir.”
[449]
Nevevî'de der ki:
“Kısacası:
“Sahîh ve tercih
edilen görüşe göre saçı, hem sarkıtmak ve hem ayırmak caizdir. Fakat ayırmak
daha faziletlidir.”
Yine Kadı Iyaz'ın
ifadesine göre;
“Ehl-i kitaba uyma
meselesinin yorumu hususunda alimler ihtilâf etmişlerdir. Bâzılarına göre,
Peygamber (s.a.v.) bunu ilk zamanlarda Ehl-i kitabın kalblerini İslâm'a
yatıştırmak için yapmıştır. Buna hacet kalmayıp İslâmiyet zafer kazanınca
birçok şeylerde Ehl-İ kitaba muhalif hareket ettiğini açıkça bildirmiştir.
Bazılarına göre ise, vahy gelmeyen hususta Peygamber (s.a.v.)'in Ehi-i kitab
şeriatlanna tâbi olması ihtimal ki emrolunmuştu. Ancak bu, Ehl-i kitabın
değiştirmedikleri bilinen hususlarda aittir.”
[450]
Kısacası:
Resulullah'ın vahy gelmeyen hususlarda kitâb ehline uymaktan hoşlanması ve
müşriklere benzemeyi istememesi, Ehl-i kitâb olanların müşriklerden daha fazla
hakka ve hakikate yakın olmalarından ve hiç değilse bir Peygamber'in şeriatına
vâris bulunmalarından dolayı idi. Bu sebeple haklarında vahy gelmemiş bulunan
vakıalarda geçmiş şeriatların Allah tarafından red edilmemiş hükümleri ile amel
edilmesi prensip olarak emrolunmuş ve bu, şer'î ve fer'î bir delil olmuştur.
Peygamber'in
vazifesinin başında şirkle, putperestlikle mücadele bulunduğundan, tuvalet,
Siyim, yeme, içme gibi haricî şekillerde bile onlara benzemekten çekinirdi.
Putperestlik rejimi tamamıyla yıkıldıktan sonra müşriklere benzemek sakıncası
kalmayınca Peygamber de saçlarını iki bukle hâlinde iki tarafa bırakmaya
başlamıştır.
2131-
Berâ'
b. Âzib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
orta boylu, omuzlarının arası geniş, saçı kulaklarının yumuşağına inecek kadar
çok idi. Üzerinde kırmızı çizgiler bulunan bir elbise vardı. Ben Resulullah (s.a.v.)'den
daha güzel hiçbir şey görmedim.”
[451]
Açıklama:
Kur'an-ı Kerim, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'i, “Üstün yaratılışlı” ve “En güzel örnek” olarak
nitelemiştir. Onun üstün yaratılışına, fizyolojik Özellikleri dahil olduğu gibi
fizyonomik Özellikleri de girer. Dolayısıyla da Hz. Peygamber (s.a.v.), gerek
dış görünüşü ve gerekse de iç alemi ve ahlakıyla en üst düzeydedir. Üstün
yaratılışı, İslam'ın şahsında getirdiği üstün ahlak ilkeleriyle birleşince,
benzersiz kişiliğini oluşturmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
insan olarak, son derece yumuşak huylu, ağırbaşlı, ciddi ve vakur idi. Şefkat,
merhamet ve yumuşak kalplilikte eşsizdi. Çevresini oluşturanlara karşı güler
yüzlü davranırdı. Ayırım yapmaksızın bütün akrabalarına ve bütün sahabilerine
karşı gayet nazik davranırdı.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
bu güzel insani özelliklerinden dolayı peygamberlik görevini başarıyla
sürdürmüş ve çevresindeki insanların çoğalmasını sağlamıştır. Hatta o sırada
var olan zenginler ve köleler arasında oluşmuş sosyal tabakla mücadele ederek
müminlerin eşit ve kardeş olduklarını belirtmekle, onlar arasında seçkin
olmayan ve sınıfsız bir toplum oluşturmaya çalışmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
eğer sahabilerine karşı sert ve kaba davranmış olsaydı, elbette etrafında hiç
kimse kalmazdı. Bunun aksine o, insanlara karşi şefkatli, merhametli ve yumuşak
davranmıştır.
Kendisine karşı
yapılan bütün eziyetlere, zulüm ve işkencelere karşı eşsiz bir sabır ve tahammül
gücü göstermesinin yanında bu kötü davranışları yapanlara karşı kin tutmayıp
affı yeğlemesi, onun ayn bir insani özelliğidir.
İbnü'l-Hümâm (ö.
861/1457), hadisteki elbiseyi; kırmızı ve yeşil çizgili olarak dokunmuş Yemen
kumaşından yapılmış iki kat elbise olarak tarif edip bu elbisenin sadece
kırmızı bir kumaş olmadığını kaydetmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), sadece
kırmızı kumaştan biçilmiş elbisenin kullanılmasını yasaklamıştır.
İbn Melek (ö.
885/1480) gibi bazı sarihler de, hadisin metninde geçen “Kırmızı bir elbise
içerisinde” ifadesini; “İçinde kırmızı çizgiler bulunan elbise” diye kayıtlamışlardır.
Bununla birlikte
hadis, zahire yorumlansa bile, bununla kırmızı giymenin caiz olduğuna delil
getirilmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), bu elbiseyi, kırmızı giymeyi
yasaklamadan önce giymiş olabilir.
2132-
Katâde'den
rivayet edilmiştir: “Enes b. Mâlik'e:
“Resulullah (s.a.v.)'in
saçı nasıldı?” diye sordum. O da:
“Saçı, kıvırcık ve düz değildi. Kulakları ile omuzları
arasına kadar uzanan hafif dalgalı bir saçı vardı” dedi.
[452]
2133- Câbir
b. Semurc (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
geniş ağızlı, göz kapağı uzun, topuklarının eti az îdi.
Hadisin ravisi der ki:
Simâk'a:
Hadisin metninde geçen
“Dalîu'1-fem' nedir?” diye sordum. O da:
“Geniş ağızlı
anlammdadır” dedi. Ravi tekrar:
“Hadisin metninde
geçen “Eşkelu'1-Ayn' nedir?” diye sordu. Simâk:
“Göz kapağı uzun”
analmındadır” dedi. Ravi tekrar:
“Hadisin metninde
geçen Menhusu'1-akib' nedir?” diye sordum. Simâk:
“Topuğunun eti az
olan” anlamındadır” dedi.
[453]
2134-
Cureyrî'den rivayet edilmiştir: Ebu t-Tufeyl e:
“Resulullah (s.a.v.)'i
gördün mü?” diye sordu. O da:
“Evet, onu gördüm. O,
beyaz ve sevimli yüzlü idi” dedi.
Müslim der ki:
“Ebu't-Tufeyl, yüz
yılında vefat etti. O, Resulullah (s.a.v.)'in sahabüerinden vefat eden en son
kimse idi.”
[454]
2135- İbn
Sîrîn'den rivayet edilmiştir: “Enes b. Mâlik'e:
“Resulullah (s.a.v.)
saçını hiç boyadı mı?” diye soruldu. O da:
“Doğrusu birkaç beyaz
kıl dışında saçının ağarması namına bir şey görmedi. Ebu Bekr ile Ömer ise
saçlarını, kına ve ketemle boyarlardı” dedi.
[455]
2136- Ebu
Cuhayfe (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'i
gördüm. Alt çenesinin altında ve sakalında ağarmış beyazlık vardı. Ali'nin
oğlu Hasan, ona benzemektedir.”
[456]
2137- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
sakalı ile başının ön tarafı ağarmaya başlamıştı. Yağ süründüğü zaman bu
beyazlık belli olmazdı. Başının saçı dağıldığı zaman ise bu beyazlık belli
olurdu. Sakalının kılları çoktu.
Derken bir adam:
“Yüzü kılıç gibi
parlak mıydı?” diye sordu. Câbir:
“Hayır! Aksine ay ve
güneş gibi olup yuvarlak çehreli idi. Omzundaki mührü de gördüm. O mühür,
güvercin yumurtası kadardı. Vücut tenine benziyordu” diye cevap verdi.
[457]
2138- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'in
sırtında güvercin yumurtası gibi bir peygamberlik mührü gördüm.”
2139- Sâib
b. Yezîd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Teyzem beni
Resulullah (s.a.v.)'e götürüp ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Kız kardeşimin oğlu rahatsızdır” dedi.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) başımı sıvazladı ve bana bereket duasında bulundu. Sonra
abdest aldı. Ben de abdest suyundan içtim. Sonra arkasından kalkıp iki omuzu
arasındaki gerdek çadırının koca düğmeleri/keklik yumurtası gibi peygamberlik
mührüne baktım.
[458]
2140-
Abdullah b. Sercis (r.a)tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'i
gördüm. Onunla ekmek ve et de yedim veya tirit yedim”
Hadisin ravisi der ki:
Abdullah b. Sercis'e:
“Peygamber (s.a.v.)
senin için Allah'tan mağfiret diledi mi?” diye sordum. O da:
“Evet! Senin için de
diledi!” dedi. Sonra da,
“Hem kendinin, hem erkek müminler ile kadın
müminlerin günahı için Allah'tan istiğfarda bulun”
[459]
ayetini okudu.
Abdullah der ki:
“Sonra Peygamber (s.a.v.)'in
arka tarafına dolandım. iki omuzunun arasındaki peygamberlik mührüne baktım.
Sol küreğinin başında parmakları bir araya getirilmiş el gibi. Üzerinde
siğiller emsali benler vardı.”
[460]
Açıklama:
Hâtem kelimesi;
hatimden alınmadır. Hatim: Tamamlamak sonuna varmak demektir. Hâtem mühür
manâsına gelir ki: Burada ondan sonra Peygamber gelmeyeceğine delil manasınadır.
Kadı Beyzâvîder ki:
“Nübüvvet mührü
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Senem)'in iki omuzu arasındaki eserdir. Geçen ümmetlerin
kitaplannda bunun sıfatı beyan edilmiş, geleceği va'd edilen Peygambere bir
alâmet olmuştur. Bu Peygamber onunla bilinecektir. Bir de Peygamberliğine
dokunulmaktan korunmak için verilmiştir. Vesikalandmlan bir şeyin mühürle
korunduğu gibi.”
Peygamberlik mührü ile
ilgili rivayetlerin bâzısında mührün üzerinde etten yazılmış
“Muhammedurresulullah” cümlesi olduğu bildirilmektedir. Bir rivayette ise
içinde “Allahu vahdeh” (Allah birdir) dışında ise “Nereye dilersen oraya git,
çünkü muzaffersin” yazılı olduğu bildirilmiştir. Fakat bu rivayet çok zayıftır.
Bazıları peygamberlik mührünün nurdan olduğunu söylemişlerdir. Hz. Âişe'nin:
“Peygamber (s.a.v.) vefat ettikten sonra mührü
araştırdım. Fakat onun kaldırıldığını gördüm” dediği rivayet olunur.
Bu peygamberlik
nişanesinin yeri ve şekline gelince, Hz. Peygamber'in iki kürek kemiği arasında
bulunduğu, şeklinin de gerdek çadırının iri düğmesi veya keklik yumurtası
büyüklüğünde oiduğu hadislerde geçmektedir. Onun, bir et beninden yahut iki et
beninin birleşerek güvercin yumurtası kadar büyümesinden ibaret olduğuna dâir
rivayetler de vardır. Bunlar onun durum ve mahiyeti hakkında itimada layık
sahih haberlerdir. Bunlar dışında bir takım efsânevi rivayetler de vardır ki
bunları hadis alimleri redd etmişlerdir. Ibn Hacer el-Heytemi; hadis
râvilerinin, peygamberlik mührü ile Hz. Peygamber'in mührünü birbirine
karıştırdıklarını söyler.
2141-
Enes
b. Mâlik (r.a)tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
ne çok uzun ve ne de çok kısa idi. O, ne saf beyaz ve ne de fazla esmer idi. O,
ne kısa kıvırcık saçlı ve ne de düz uzun saçlı İdi. Kırk yaşını doldurunca
Allah onu peygamber olarak gönderdi. (Açık davetin başladığı andan itibaren) on
sene Mekke'de ve on sene de Medine'de kaldı. Başında ve sakalında yirmi tel
beyaz kıl yoktu. Allah onun ruhunu altmışıncı senenin başında aldı.”
[461]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.),
on üç yıl Mekke'de ve on yılda Medine'de olmak üzere toplam yirmi üç yıl
peygamberlik yapmıştır. Mekke'deki ilk üç yıl gizli davet dönemidir. Enes, bu
üç yıllık dönemi hariç tutarak geri kalan on yılı belirtmiştir.
2142-
Enes b. Mâlik (r.a)tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
altmış üç yaşında iken vefat etti. Ebu Bekr'de altmış üç.yaşında iken vefat
etti. Ömer'de altmış üç yaşında İken vefat etti” ."
2143-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
kendisine vahiy geldiği sırada Mekke'de on üç sene ve Medine'de ise on sene
kaldı. Altmış üç yaşında iken de vefat etti.”
[462]
2144- Cübeyr
b. Mut'im (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır
“Ben Muhammed'im. Ben Ahmed'im. Ben Mâhî Silen'im.
Küfür benimle silinip yok olur. Ben Haşir toplayanım. insanlar kıyamet günü
benim izim sıra toplanılır. Ben Akıb'im. Âkıb, kendisinden sonra peygamber
olmayandır.”
[463]
Açıklama:
“Muhammed” kelimesi,
diğer insanlara göre daha çok övülen demektir. İşte onun, dininin ve ümmetinin
Tevrat'ta övülmüş üstün niteliklerinin çokluğundan dolayı Allah daha iyi bilir
ya “Muhammed” diye adlandırılmıştır. öyle ki övülen niteliklerinin çokluğundan
dolayı Hz. Musa (a.s) bile bu ümmetten olmayı temenni etmişti.
“Ahmed” ismi;
sayanlann ve hesapçıların sayamayacağı kadar çok olan övülmüş sıfatlarından
dolayı göktekilerin, yerdekilerin, dünyadakilerin ve ahirettekilerin övdükleri
kimse demektir.
Allah'ın, kendisiyle
küfrü mahvedeceği kimse demektir. Çünkü küfür, Hz. Peygamber (s.a.v.)'le
mahvedildiği kadar hiçbir kimseyle mahvedilmemiştir. Ehl-i kitaptan geride
kalanlar dışında, o, peygamber olarak görevlendirildiğinde yeryüzündeki yaşayan
herkes kafir idi. Çünkü o sırada yeryüzünde yaşayan insanlar arasında
putperestler, gazaba uğramış Yahudiler, sapıklığa düşmüş Hıristiyanlar, Rabbe
ve Ahireti kabul etmeyen materyalist Sabiiler, yıldızlara tapaniar, ateşe
tapanlar, peygamberlerin getirdiği ilahi şeriatı tanımayan ve kabul etmeyen
filozoflar bulunmaktaydı.
İşte yüce Allah,
bunları, Resulullah (s.a.v.)'le mahvetti. Böylece Allah'ın dini, her dine üstün
geldi. öyle ki O'nun dini, dünyanın her yerine ulaştı. Onun daveti, güneş
ışınlarının yayılışı gibi bütün bölgelere yayıldı.
“Haşr” kelimesi,
“Katlamak” ve “Bir araya getirmek” anlamındadır. Çünkü İnsanlar, onun önünde
haşrolunacaklardır. Sanki o, insanları bir araya getirmek için peygamber
olarak gönderilmiştir.
Peygamberlerin
ardından sonuncu olarak gelen kimse demektir. Çünkü ondan sonra bir peygamber
gelmeyecektir.
“Âkıb” kelimesi,
“Âhir” sonuncu manasmdadir. Çünkü Resulullah (s.a.v.), peygamberlerin
sonuncusu durumundadır. Bundan dolayı da genel anlamda “Âkıb”" diye
adlandırılmıştır. Yani peygamberlerin ardından en sonuncu gelen demektir.
2145- Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullâh (s.a.v.)
bize kendisinin isimlerini söyleyip:
“Ben Muhammed'im. Ben Ahmed'im. Ben Mukaffî Bütün peygamberlerin
en sonunda geleniyim. Hâşir'im. Nebiyyu't-Tcvbe Tevbe peygamberi
Nebiyyu'r-Rahmet Rahmet peygamberi”
buyurdu.
[464]
Yine bu da aynj
anlamdadır. Bu da, kendinden önce geçen kimselerin izlerini kapatan demektir.
Çünkü Allah, daha önce geçen peygamberlerin izlerini onunla kapatmıştır.
Buna göre Mukaffî,
kendisinden önce geçen peygamberleri izleyip onların sonuncusu olan demektir.
Allah'ın, kendisiyle
yeryüzündeki insanlara tevbe kapısını açtığı kimse demektir. Çünkü Allah,
onların tevbelerini, Resulullah (s.a.v.)'den önce yeryüzündeki insanlara
benzeri görülmemiş bir şekiîde kabul etti. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.), en çok
bağışlanma dileyen ve en çok tevbe eden bir insandı. Hatta insanlar, bir tek
oturuşunda onun yüz defa şöyle dediğini saymışlardır:
“Rabbim! Beni bağışla.
Tevbemi kabul eyle. Doğrusu tevbeleri kabul eden Tewâb ve günahları bağışlayan
Gafûr) ancak Sen'sin.”
[465]
Yine Resulullah (s.a.v.)
şöyle derdi:
“Ey insanlar! Rabbimize tevbe edin. Çünkü ben, günde,
yüz kere yüce Allah'a tevbe ederim.”[466]
Yine Resulullah (s.a.v.)'in
ümmetinin tevbesi de, diğer ümmetlerin yaptıkları tevbeierden daha mükemmel,
kabul olması daha çabuk ve yapılması daha kolaydır. Bu ümmetten önceki
kimselerin tevbeleri, en zor işlerdendi. Hatta İsrail oğullarının buzağıya
tapmalarının tevbesi, kendilerini öldürmekti. Bu ümmete gelince, bu ümmetin,
yüce Allah katında bir üstünlüğe sahip olmalarından ötürü Allah onların
tevbeîerini pişmanlık ve günahı terk etmek saymıştır.
Allah'ın, alemlere
rahmet olarak gönderdiği kimse demektir.
Allah, Resulullah (s.a.v.)'den
dolayı mümin kafir demeden bütün yeryüzü halkına merhamet etmiştir. Müminler
ise, Allah'ın bu merhametinden en çok pay alanlardır. Kafirlere gelince,
onların Ehl-i kitap olanları, Resulullah (s.a.v.)'in gölgesinde, eman ve
güvencesi altında yaşamışlardır. Onun ve ümmetinin öldürdüğü kafirler ise
cehenneme atılmışlardır. Öylece ahirette kendilerine azabı şiddetlendirmekten
başka bir faydası olmayan uzun hayattan öldürülerek kurtarılmış oldular.
2146- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) bir iş yaptı ve bu o işin
yapılmasına izin verdi. Daha sonra bu, sahabilerden bazılarına ulaştı. Sanki
onlar bundan hoşlanmadılar ve bu işi yapmaktan uzaklaştılar. Onların bu hali
de Resulullah (s.a.v.)'e ulaştı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) hutbe okumak
üzere ayağa kalkıp:
“Bir takım insanların hali nedir ki, benim hakkında
izin verdiğim bir şey, beni tarafımdan onlara ulaşıyor da onlar bu işten
hoşlanmıyorlar ve onu yapmaktan uzaklaşıyorlar. Allah'a yemin ederim ki, ben,
onların Allah'ı en iyi bileni ve O'ndan en çok korkanıyım” buyurdu.”
[467]
2147-
Abdullah İbnu'z-Zübeyr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, halkın
kendisiyle hurma bahçelerini suladıkları Harre arkı içinden gelen su yüzünden
Zübeyr'den davacı olmuştu. Zübeyr'i dava eden bu Ensârlı zat, Zübeyr'e:
“Suyu bırak! Önünü
kesme, kendi haline) akıp gitsin!” demişti.
Zübeyr, onun bu
isteğini kabul etmemişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.)'in yanına gidip
davalaştılar.
Peygamber (s.a.v.),
Zübeyr'e:
“Ey Zübeyr! Bahçeni sula ve sonra da suyu bırak,
komşuna gitsin” buyurdu. Bunun
üzerine Ensârlı zat öfkelendi, sonra Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Zübeyr halanın oğlu olduğu için mi böyle hüküm veriyorsun?” dedi.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.)'in yüzünün rengi attı. Sonra:
“Ey Zübeyr! Kendi bahçeni iyice sula. Sonra da
suyu, bahçe duvarının temeline yada
ağaç köklerine erişinceye kadar salma!” buyurdu.
Zübeyr sözlerine devam
ederek:
“Vallahi,
“Rabbîn hakkı için, onlar aralarında meydana gelen
her çekişmede senin hakem kılmadıkları sürece iman etmiş olmazlar. Sonra
nefislerinde bir şüphe/darlık bulmazlar”
[468] ayetinin,
bu olay hakkında indiğini zannediyorum” dedi.
[469]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.),
Zübeyr ile şikayetçi durumunda olan kişi arasında ilk verdiği hükümde, iyi
komşuluk münasebetleri açısından müsamahalı davranmış, kendi yakınının biraz
feragat etmesini gerektirecek şekilde hüküm vermişti.
Karşıdakinin bunu
anlamadığını görünce, Zübeyr'e: Suyu bahçede ağaçların köklerine kadar iyice
işleyinceye kadar bekletmek suretiyle hakkını son haddine kadar kullanmadıkça
komşu bahçeye saimamasını emretti.
Yalnız burada
Resulullah (s.a.v.)'in öfkeli anında bile olsa her zaman hakki söylediğini
unutmamak gerekir.
Resulullah (s.a.v.)'in
ilk hükmüne itiraz eden kişi, eğer müslüman idiyse, şüphesiz ki bu yaptığı iş,
şeytanın saptırmasına ve nefsinin arzulanna kapılmaktan başka bir şey değildir.
Fakat bu kimsenin, hakiki bir müslüman olmayıpmünafıklardan biri olması ve
kabilesi, Ensar topluluğundan olduğu için onun Ensârî diye anılmış olması
ihtimali de vardır.
2148- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, o, Resulullah (s.a.v.)'in şöyle
buyurduğunu işitmiştir:
“Ben size neyi yasaklarsam ondan sakının. Neyi de
emredersem gücünüz yettiği kadar onu yapın. Sizden öncekileri, ancak çok soru
sormaları ve peygamberlerine karşı ihtilaf etmeleri helak etmiştir.”
2149- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Müslümanlardan günahı en büyük olan kimse, haram
olmayan bir şeyi sorup da sorusu nedeniyle o şeyin haram kılınmasına sebep olan
kimsedir.”
[470]
2150- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e,
sahabilerinden bir şey ulaştı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) hutbe okuyup:
“Bana Cennet ile Cehennem gösterildi. Fakat iyilik ve
kötülük bugün gibisini görmedim. Siz benim bildiğimi bilseydiniz muhakkak az
güler, çok ağlardınız” buyurdu.
Enes der ki:
“Gerçekten Resulullah
(s.a.v.)'in sahabilerine bu günden daha şiddetli bir gün gelmedi. Herkes
başlarına elbiselerini örttüler ve içten gelen bir inlemeyle ağlıyorlardı.
Derken Ömer İbnu'l-Hattâb ayağa kalkarak:
“Biz Rab olarak
Allah'a, din olarak İslâm'a, Peygamber olarak Muhammed'e razı olduk” dedi. Bir
adam da ayağa kalkarak:
“Benim babam kimdir?”
diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Senin baban filândır” diye cevâp verdi.
Bunun üzerine;
“Ey iman edenler! Çok soru sormayın. Çünkü sorduğunuz
sorular size açıklanırsa o zaman o sorular zorunuza gider”
[471]
âyeti indi.
[472]
2151-
Ebu
Musa el-Eş'arî (r,.a)'tan rivayet edilmiştir:
Peygamber (s.a.v.)'e,
hoşlanmadığı bazı şeyler soruldu. Bu sorular çoğaltılınca, öfkelendi. Daha
sonra insanlara:
“Bana istediğinizi sorun!” buyurdu. Birisi ayağa kalkıp:
“Benim babam kimdir?”
diye sordu. Peygamber (s.a.v.):
“Baban, Huzeyfe'dir” buyurdu.
Ömer İbnu'l-Hattâb,
Resulullah (s.a.v.)'in yüzünde öfke eserini görünce:
“Ey Allah'ın resulü!
Biz, Allah'a tevbe ediyoruz” dedi.
Hadisin ravilerinden
Ebu Kurayb'ın rivayetinde şu ifade yer almaktadır: O kimse:
“Ey Allah'ın resulü!
Benim babam kimdir?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Baban, Şeybe'nin azadhsı Sâlim'dir” buyurdu.
[473]
2152- Talha
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte hurma ağaçlarının tepelerinde bulunan bir kavmin yanına uğradım.
Resulullah (s.a.v.):
“Bunlar ne yapıyorlar?” diye sordu. Etrafında bulunan kimseler:
“Onu aşılıyorlar.
Erkek hurmanın çiçek tozlarını dişininkine koyuyorlar. Böylelikle aşılanıyorlar”
dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bunun hiçbir fayda vereceğini zannetmiyorum” buyurdu.
Bu topluluk,
Resulullah (s.a.v.)'in bu sözünü haber alarak hurmalara aşılama yapmayı
bıraktılar. Sonra Resulullah (s.a.v.) bunu haber aldı ve:
“Bu onlara fayda verirse yapsınlar. Çünkü ben ancak
bir zanda bulundum. Zandan dolayı beni sorumlu tutmayın. Fakat size Allah'tan
gelen bir şeyden bahsedersem onu hemen alın. Çünkü ben, Yüce Allah adına asla
yalan söyleyecek değilim” buyurdu.
[474]
2153- Enes
(r.a) ile Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
hurma aşılaması yapmakta olan bir topluluğa uğramıştı. Onlara:
“Bunu yapmasanız daha iyi olur” buyurdu.
Enes der ki:
“Bunun üzerine
hurmalar o sene, aşısız koruk çıkardılar. Resulullah (s.a.v.) onların yanına
uğramıştı. Onlara:
“Hurmalarınıza ne oldu?” buyurdu. Onlar:
“Sen böyle böyle
söylemiştin!” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Sizler dünya işinizi daha iyi bilirsiniz!” buyurdu.
[475]
Açıklama: Peygamberlerin
görevi, insanlığı din hususunda ve genel olarak dünya ve ahiret mutlu edecek
dosdoğru yoiu tebliğ ediğ öğretmektir. Teknik ve maddi ilimleri öğretmek değil.
Çünkü dinî olmayan ilimler, daima değişir.
Dünya işleri; zamanın,
mekanın, çevrenin ve şartların değişmesi ve daha başka sebeblerle her zaman
aynı durumda kalmaz. Onlarla ilgili bilgiler her an değişebilir. Onları belli
bir seviyede tutmak mümkün değildir. Bugün kabul edilen bir teori yarın bir
başkası tarafından çürütülebilir.
2154- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim
ki, sizden birisine kesinlikle öyle gün gelecek ki beni göremeyecektir. Sonra
beni kendileriyle birlikte görmesi, kendisine ailesi ve malının bir misli daha
verilmesinden daha sevimli gelecektir.”
[476]
2155- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Meryem oğluna, insanların en yakın olanı benim.
Peygamberler, anneleri ayrı baba bir kardeştirler. Benim ile onun arasında bir
peygamber yoktur” buyururken
işittim.
[477]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)
ile Hz. Isa arasında peygamber olup olmadığı alimler arasında tartışma konusu
olmuştur. Bazılarına göre, bu iki peygamber arasında hiçbir peygamber gelmemiştir.
Bazılarına göre ise bu
iki peygamber arasında Cercis ile Halid b. Sinan adında iki peygamber
gelmiştir.
Bu ihtilafı gidermek için
bu hadis; “Resulullah (s.a.v.) ile Hz. İsa arasında müstakil bir şeriat sahibi
bir peygamberin olmadığı” şeklinde yorumlanmıştır.
2156- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Doğan her çocuğa mutlaka şeytan dokunur. Onun bu dokunması
nedeniyle her çocuk, doğarken feryat ederek ağlar. Ancak Meryem oğlu ve annesi
bunun dışındadır” buyurdu.
Ebu Hureyre:
“İsterseniz
“Rabbim! Ben onu ve onun neslini kovulmuş şeytandan
Sana sığındınyorum”
[478]
ayetini okuyabilirsiniz” dedi.
[479]
2157- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Meryem oğlu İsa,
hırsızlık yapan bir adam gördü. Ona:
“Çaldın mı?” diye
sordu. Adam:
“Asla! Kendisinden
başka ilah olmayan Allah hakkı için!” dedi. Bunun üzerine İsa:
“Allah'a inandım,
fakat kendimi yalanladım!” dedi.
[480]
2158- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e gelip:
“Ey insanların en hayırlısı!”
dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“İnsanların en hayırlısı olan, İbrahim (a.s)'dırî” buyurdu.
[481]
Açıklama:
Hz. İbrahim (a.s),
kendi zamanının ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'den önceki tüm devirlerin en hayırlısı
olmakla birlikte bu üstünlük, Resulullah (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilmesiyle
son bulmuştur.
2159- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Peygamber ibrahim (a.s), seksen yaşındayken
keserle/Kadûm köyünde sünnet oldu.”
[482]
2160- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Biz, ölen bir
canlının tekrar diriltümesinden şüphe etmeye İbrahim'den daha haklıyız. Hani
İbrahim, Rabbine:
“Rabbim! Ölüleri nasıl
dirilttiğini bana göster!” demişti. Rabbi de:
“İnanmadın mı yoksa?”
buyurmuştu. İbrahim:
“Hayır! İnandım! Fakat
kalbimin gözümle görerek yatışması için soruyorum” demişti.”
[483]
Allah Lût peygambere
de rahmet eylesin. Gerçekten çok sağlam bir kaleye sığınmıştı.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.):
“Eğer ben zindanda Yusuf'un kaldığı gibi uzun zaman
hapis yatsaydım, onu hapisten çıkarmaya gelen davetçi kimsenin o davetini mutlaka
kabul ederdim” buyurdu.
[484]
Açıklama:
Lut peygamberin sağlam
bir kaleye sığınmasıyla kastedilen, şu ayettir:
“Kavmine: “Benim size karşı bir kuvvetim olsaydı yada
sarp bîr kaleye sığınabilseydim!”
demişti”
[485]
2161- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İbrahim (a.s), şu üç
konu hariç asla yalan söylememiştir. Bu yalanlardan ikisi, Allah'ın zatı/rızası
hakkındadır; biri;
“Ben gerçekten hastayım”
[486]
diğeri de;
“Belki bu işi, putların şu büyüğü yapmıştır”
[487]
sözüdür. Birisi de, hanımı Sare hakkında söylediği sözdür.
Bu olay şöyle
olmuştur:
“İbrahim (a.s),
beraberinde Sare olduğu halde zalim bir hükümdarın memleketine gelmişti. Sare,
insanların en güzeli idi. İbrahim, Sare'ye:
“Bu zalim, senin benim
eşim olduğunu bilirse, senin için bana galebe çalar seni benden alır. Eğer sana
sorarsa, kendinin benim kız kardeşim olduğunu haber ver. Çünkü sen İslâm'da
benim kız kardeşimsin. Zira yeryüzünde seninle benden başka müslüman bilmiyorum”
dedi.
Nihayet İbrahim, o
zalim hükümdarın memleketine girdi. Hükümdarın adamlarından biri, Sâre'yİ
gördü. Derhal zalim hükümdarın yanına varıp ona:
“Gerçekten senin
memleketine öyle bir kadın geldi ki, bu kadının senden başkasına âit olması
yakışık olmaz” dedi.
Zalim hükümdar, hemen
Sâre'ye adam göndererek onu yanına getirtti. Bunun üzerine İbrahim (a.s),
kalkıp namaza durdu. Sâre, zalim hükümdarın yanına girince, hükümdar elini ona
uzatmaktan kendini alamadı. Fakat eli şiddetli bir şekilde tutuldu. Bunun
üzerine zalim hükümdar, ona:
“Allah'a dua et de
elimi salsın! Sana bir zarar vermeyeceğim” dedi. O da dua etti. Fakat zalim
hükümdar saldırışını tekrarladı. Eli ilk defakinden daha şiddetli bir şekilde
tutuldu. Zalim hükümdar, Sâre'ye yine ilk defadaki sözlerine benzer sözler söyledi.
O da dua etti. Fakat zalim hükümdar aynı hareketi yine tekrarladı. Eli ilk iki
tutuluştan daha şiddetli bir şekilde tutuldu. Artık zalim hükümdar:
“Allah'a dua et,
benirn elimi salıversin. Allah şahidim olsun ki, sana bir zarar vermeyeceğim'
dedi. O da dua etti ve zalim hükümdarın eli serbest kaldı. Bu sefer zalim
hükümdar, Sâre'yi getiren adamı çağırarak:
“Sen bana ancak bir
şeytan getirmişsin, bana insan getirmemişsin! Bunu hemen memleketimden çıkar.
Hâceri de ona ver!” dedi.
Hadisin ravisi der ki:
“Sâre yürüyerek
İbrahim'in yanına geldi. İbrahim (a.s), onun geldiğini görünce ona:
“Ne haldesin?” diye
sordu. Sâre:
“Hayırdır. Allah,
facirin elini men etti. Bana da bir hizmetçi hediye etti” dedi. Ebû Hureyre: “Ey
gökyüzü suyunun oğulları! İşte anneniz bu kadındır” dedi.[488]
Mazin konuyla ilgili
olarak der ki:
“Allah'tan gelen bir
hükmü tebliğ hususunda yalan söylemekten bütün peygamberler masumdurlar. Bu
husustaki yalanın azı ve çoğu eşittir. Fakat tebliğ türünden olmayıp
sıfatlardan sayılan dünya işlerine ait ufak bir yalanın meydana gelmesi mümkün
müdür, değil midir. Bu hususta selef ile halefden iki meşhur görüş rivayet
olunmuştur.”
[489]
Kadı İyâz'da bu konu
ile ilgili olarak şöyle der:
“Sahih olan şudur ki:
Tebliğe ait hususlarda peygamberlerin yalan söylemesi düşünülemez. Küçük
günahları onlara caiz görelim, görmeyelim ve yine söylenen yalan az olsun, çok
olsun hüküm budur. Çünkü peygamberlik makamı, yalana tenezzü! etmez. Yalanı
caiz görmek, Peygamberlerin sözlerine güveni kaldırır.”
[490]
Muhammed Ali Sâbûnî'de
konuyla ilgili olarak şöyle der:
“Bu hadisi şerifte,
Hz. İbrahim (a.s)'ın masum olmadığını gösteren herhangi bir delil yoktur.
Aksine bu hadisi şeriften, Hz. İbrahim (a.s)'ın masum olduğu anlaşılmaktadır.
Çükü Hz. Peygamber (s.a.v.), bu üç yalanla; hakiki anlamda olan yalanı kastetme
mistir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu sözüyle, ancak sanki Hz. İbrahim (a.s)'ın
yalan gibi görünen ama aslında yalan olmayan haberlerini açıklamayı istemişti.
Bunun ise hakiki ve asıl şekli yalan değildir...”
Açıklama:
Hz. İbrahim (a.s)'ın
kavmine olan, “Ben hastayım”
[491] ve “Aksine
o putları kırma işini, putların şu büyüğü yapmıştır”
[492]
sözlerine gelince ise bunlar; kavmi ve onların taptıkları ilahlarla, alay etme
ve hakaret etme cinsinden olan sözlerdir. Buna göre Hz. İbrahim (a.s), “Ben,
hastayım”
[493] sözüyle; mecazi olarak, “Ben;
sizin işitmeyen, fayda sağlamayan ve sahibine bir şey kazandırmayan bu putlara
uymanızdan dolayı hastayım” demek istemiştir: Nitekim bir kimse manen hasta
olduğunda, bedenen de hasta olur...
Hz. İbrahim (a.s.),
hususi olarak; kavmini, cehalet ve sapıklık içerisinde gördüğünden dolayı
onları, hidayete ve dosdoğru yola böyle söylemekle davet etmiştir. Fakat onlar,
sapıklık ve cehalet içerisinde gözleri görmeyen kör kimseler gibi kaldılar! Kendilerine
yapılan hakikati ve gerçeği göremediler!
Hz. İbrahim (a.s)'ın, “Aksine
o puttan kırma İşini, putların şu büyüğü yapmtştr”
[494]
sözüne gelince ise bu söz; hakiki anlamda söylenilmiş bir yalan değildir. Ancak
bu, sözün kesin bir hüccet ve parlak bir delil cinsinden olan söz gibidir. Zira
Hz. İbrahim (a.s.), kavmine, bu konu ile ilgi delilleri getirmek istediği
sırada ona; “Bu putları kıran kimdir?” diye sordular. Hz. İbrahim (a.s)'da;
kavmini ve pulları alay ederek ve hakaret eder bir vaziyette, büyük puta işaret
etmiştir. Daha sonra da Hz. ibrahim (a.s), söylemiş olduğu bu sözden dolayı
kavmini şaşırmış olarak gördüğünde, onlara, şu cevabı vermiştir:
“Eğer
konuşabiliyorlarsa, bu kırma işini, kırılan putlara sorun!.”
[495]
Hz. İbrahim (a.s)'in,
hanımı Sare ile ilgili “Sen kız kardeşimsin” sözüne gelince ise, bu sözle
ancak; “İnanç ve iman kardeşliği kastedilmiştir. Nitekim Yüce Allah, din
kardeşliğiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Müminler ancak kardeştir.”
[496]
Yüce Allah, bu
sözüyle, soy kardeşliğini değil, din kardeşini kastetmiştir. Çünkü Sare, Hz.
İbrahim (a.s)'ın kız kardeşi değil, hanımıydı.
Bu sözlerin hepsi
sadece üstü kapalı söylenen sözlerden olup sahibini cezalandırmayan ve işleyene
de günah gerektirmeyen ve yalan sayılmayan sözlerdir.
Nitekim Araplar, üstü
kapalı söylenen sözlerden dolayı söz söyleyen kimsenin sorumlu tutulamayacağına
ile ilgili şöyle derler:
“Kuşkusuz üstü kapalı
konuşmayla, yalandan uzak kalınır.” Yani “Üstü kapalı konuşma; müslüman bir
kimsenin, haram olan yalana düşmesini engeller” demektir.
Hz. İbrahim (a.s)'ın
bu sözünde de, Peygamberlerin masum oluşuna zarar verici kasten yalan söylemeyi
gösteren bir unsur yoktur. Sadece bu söz, mubah olan üstü kapalı sözler
cinsindendir. Allah, hakkı söyleyen ve dosdoğru yola iletendir.
[497]
2162- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biri yahudilerden ve
diğeri de müslümanlardan olmak üzere iki kimse birbirlerine sövmüşlerdi. müslüman:
“Muhammed (a.a.v)'m
âlemier üzerine seçkin kılan Allah'a yemin ederim” dedi. Yahudi ise:
“Musa (a.s)'ı
alemlerin üzerine seçkin kılan Allah'a yemin olsun” dedi.
Tam bu sırada müslüman
olan kimse, elini kaldırarak yahudinin suratına bir tokat indirdi. Yahudi
hemen Resulullah (s.a.v.)'e giderek müslüman olan kimseyle aralarında geçeni
ona haber verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Beni Musa'dan daha hayırlı çıkarmayın. Çünkü insanlar
kıyamet günü bayılıp yere düşecekler. Fakat ilk ayıları ben olacağım. O anda
bir de bakacağım ki, Musa Arş'ın bir tarafından tutmuştur. Bilemem, Musa (a.s)
ölenler arasındaydı da benden önce mi dirildi! Yoksa Allah'ın
istisna ettiği bahtiyar kimselerden miydi!” buyurdu.
[498]
Açıklama: Hz.
Musa'nın kıyamet gününde herkesten önce dirilmiş olması, onun, her hususta
diğer peygamberlerden daha üstün olmasını gerektirmez. Bu hususta ölçü, genel
vasıflara göredir. Gerçek üstünlük, Hz. Peygamber (s.a.v.)'dedir. Tevazusu
gereği, kendi üstünlüğünü düe getirmekten kaçınmıştır.
2163- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yüce Allah'ı kast ederek: “Benim hiç bir kulumun: “Ben,
Yunus b. Metta (a.s)'dan daha hayırlıyım” demesi yakışık almaz” demiştir.”
[499]
Açıklama: Metta,
Hz. Yunus'un annesinin yada babasının adıdır. Peygamberlikleri ve tebliğ ettikleri
dinlerin hak olması yönünde peygamberler arasında bir aymm yapmak yada birini
diğerine tercih etmek doğru değildir.
Bu husus, bütün
peygamberler için böyle olmakla birlikte Hz. Peygamber'in bu hususta sadece
kendisin Hz. Yunus'tan üstün görülmesinden endişe ederek ümmetini özellikle Hz.
Yunus üzerinde uyarmak istemesi, ümmetinin:
“Sen Rabbinin hükmüne sabret, balık sahibi Yunus gibi
olma! Hani o sıkıntıdan yutkunarak (Allah'a) seslenmiştir..”
[500]
ayetine bakarak kendisini Hz. Yunus'tan daha üstün görüp Hz. Yunus'a da bir
hata isnad etmelerinden korkmasından kaynaklanmaktadır.
Asilca yüce Allah, son
peygamber Hz. Muhammed'i, diğer peygamberlerde olmayan, pek çok meziyetlerle
bezeyerek, onu, diğer peygamberlerden üstün kılmıştır. Çünkü o son
peygamberdir. Yüce Allah Ahzab suresinin 40, ayetinde onun peygamberlerin
sonuncusu olduğunu, Sebe suresinin 28. ayetinde de onun bütün insanlara
müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderildiğini haber vermiştir.
Durum böyle iken, Hz.
Peygamber, tabiatında bulunan eşsiz tevazu gereği kendisinden bahsederken
devamlı olarak tevazu göstermiş, yüksek meziyetlerin ifade etmekten
kaçınmıştır.
2164- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
İnsanların Allah katında en çok ihsana nail olanı kimdir?” diye soruldu.
Resulullah (s.a.v.):
“İnsanların en fazla takva sahibi olanıdır” buyurdu. Onlar:
“Size amel yönüyle
kerem sahibi kimseyi sormuyoruz” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse şeref yönünyle Allah'ın peygamberi Yusuf
(a.s)'dır. O, Allah'ın peygamberi Ya'kub'un oğlu, o da Allah'ın peygamberi
İshak'ın oğlu, o da Allah'ın dostu İbrahim'in oğludur” buyurdu. Soruyu soran kimseler:
“Biz sizen bunu da
sormuyoruz” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Siz Arapların asıllarını mı soruyorsunuz? Arapların
cahiliyet döneminde hayırlı olanları, ilim üzere hareket edecek olurlarsa,
islam döneminde de en hayırlıdırlar” buyurdu.
[501]
2165- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
ırmaktadır:
“Zekeriyya (a.s), marangoz idi.”
[502]
2166- Saîd
b. Cübeyr'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbnAbbas'a:
“Peygamberi
Musa(a.s)'m Hızır(a.s)'m arkadaşı” dedim. Bunun üzerine Abdullah İbn Abbâs şunu
söyledi;
“Ben Kâ'b'ı dinledim” derdi ki: Resulullah (s.a.v.)'ı şöyle
buyururken işittim:
“Musa (a.s), İsrail
oğulları içerisinde hutbe okumak için ayağa kalktı. Ona:
“İnsanların en alimi kimdir?” diye soruldu. Musa:
“En âlim benim” diye
cevap verdi.
Musa bu husustaki bilgiyi
Allah en iyi bilendir” diyerek Allah'a havaîe etmediğinden dolayı Allah onun
doğru olmayan bu tavrını ortaya koymak istedi. Bunun üzerine Allah, ona:
“iki denizin kavuştuğu yerde benim kullarımdan bir kul
var, o senden daha âlimdir” dîye vahy
indirdi. Musa:
“Ey Rabbim! Benim için
onunla buluşmanın yolu nedir?” diye sordu. Ona:
“Bir zenbilin içine
bir balık koyarak sırtına al. Bu balığı nerede kaybedersen, o zat oradadır”
denildi.
Bunun üzerine Musa
yola koyuldu. Onunla birlikte hizmetçisi de yola çıktı. Bu zat Yûşa' b. Nun
idi. Musa (a.s)bir zenbilde bir balık taşıyordu. Hizmetçisi ile birlikte
yürüyerek gittiler. Nihayet bir kayaya vardılar. Orada gerek Musa (a.s) ve
gerekse hizmetçisi uyuya kaldılar.Derken zenbildeki balık harekete gelerek
zenbilden sıçrayıp denize düştü. Allah ondan suyun akıntısını kesti. Hattâ (su)
kemer gibi oldu. Balık için bîr kana! meydana gelmişti. Musa ile hizmetçisi
için şaşacak bir şey olmuştu. Günlerinin kalan kısmı ile o geceyi de yürüdüler.
Musa'nın arkadaşı ona haber vermeyi unutmuştu.Musa (a.s) sabahlayınca
hizmetçisine:
“Sabah kahvaltımızı
getir. Gerçekten bu yolculuğumuzda sıkıntılarla karşılaştık” dedi. Ama
emrolunduğu yeri geçinceye kadar yorulmadı. Hizmetçi:
“Gördün mü? Kayaya
geldiğimizde gerçekten ben balığı unuttum. Ama onu hatırlamayı bana ancak
şeytan unutturdu ve denizde şaşılacak bir şekilde yolunu tuttu” dedi. Musa:
“İşte bizim
istediğimiz de buydu” dedi.
Hemen izlerini takip
ederek geriye döndüler. Kendi izlerini takip ediyorlardı. Nihayet kayaya
geldiler. Orada örtünmüş bir adam gördü. Üzerinde bir elbise vardı. Musa, ona
selâm verdi. Hızır, ona:
“Senin bu yerinde
selâm ne gezer” dedi. Musa:
“Ben Musa'yım!” dedi.
Hızır;
“İsrail oğullarının
Musa'sı mı?” dedi. Musa:
“Evet!” dedi. Hızır:
“Sen, Allah'ın
ilminden bir ilmi bilmektesin ki, Allah onu sana öğretmiştir. Onu ben bilmem.
Ben de Allah'ın ilminden bir ilim üzerindeyim ki, onu bana öğretmiştir. Sen
bilmezsin” dedi. Musa (a.s), ona:
“Sana öğretilenden
hakkı bana öğretmek suretiyle sana tâbi olabilir miyim?” diye sordu. Hızır:
“Sen benimle beraber
sabretmeye güç yetiremezsin?” İyice bilmediğin bir şeye nasıl sabredebilirsin
ki?” dedi. Musa:
“Beni, inşaallah
sabırlı bulacaksın. Sana hiç bir hususta karşı gelmem” dedi. Hızır, ona:
“O halde bana tâbi
olursan, bana hiç bir şey sorma. Tâ ki kendim sana ondan bir şey anıp
söyleyinceye kadar!” dedi. Musa:
“Tamam!” diye cevap
verdi.
Daha sonra Hızır ile
Musa deniz sahilinden yürüyerek yola koyudular.Derken yanlarına bir gemi
uğradı. Bunlar kendilerini gemiye almaları hususunda gemicilerle konuştular.
Gemiciler Hızır'ı derhal tanıdılar. ikisini de ücretsiz olarak gemiye bindirdiler.
Derken Hızır geminin
tahtalarından birine vurarak onu çıkardı. Bunun üzerine Musa, ona:
“Bu adamlar bizi
parasız gemilerine bindirdiler. Sen onların gemisine kastederek yolcularını
boğmak için gemiyi deliyorsun. Gerçekten çok büyük bir iş yaptın” dedi. Hızır,
Musa'ya:
“Ben, sana; benimle
beraber sabretmeye güç yetiremezsin demedim mi?” dedi. Musa:
“Unuttuğumdan dolayı
beni sorumlu tutma. Bu işte benim başıma güçlük de çıkarma” dedi.
Bundan sonra gemiden
çıktılar. Sahilde yürürlerken bir de baktılar ki, bir çocuk diğer çocuklarla
oynuyor. Hızır hemen onun kafasından tutarak eliyle onu kopardı ve çocuğu
öldürdü. Bunun üzerine Musa, Hızır'a:
“Masum bir canlıyı
kısas hakkın olmaksızın öldürdün? Gerçekten yadırganacak bir şey yaptın!” dedi.
Hızır:
“Ben sana benimle
beraber sabretmeye güç yetiremezsin demedim mi?” dedi. Musa, Hızır'a:
“Fakat bu birinciden
daha şiddetli idi” deyip sonra da:
“Bundan sonra sana bir
şey sorarsam bir daha benimle arkadaşlık etme. Benim tarafımdan özür
derecesine vardın!” dedi.
Yine yürüdüler.
Nihayet bir köye vararak köylülerden yiyecek istediler. Köylüler, onları,
misafir kabul etmekten kaçındılar. Bu defa o köyde yıkılmak üzere olan bir
duvar buldular. Hızır onu doğrulttu. Hızır eliyle şöyle işaret ediyor. Eğrilmiş
diyordu. Onu doğrulttu. Musa, ona:
“Bir kavim ki;
kendilerine geldik, fakat bizi misafir kabul etmediler ve bizi doyurmadılar.
İstesen bunun için bir ücret alabilirdin!” dedi. Hızır, Musa'ya:
“Artık bu, seninle
benim aramızın aynlmasıdır. Sabredemediğin şeyin yorumunu/iç yüzünü sana haber
vereceğim” dedi.
Resulullah (s.a.v.)
sözüne devamla:
“Allah, Musa'ya rahmet eylesin. Dilerdim ki, Musa
sabretmeliydi de Hızır'la beraber görüp geçirdiklerini bize anlatmalıydır” buyurdu.
Hadisin râvisî der ki:
Resulullah (s.a.v.) sözüne devamla:
“Musa'nın ilk muhalefeti, dalgınlık eseri idi” buyurdu. Yine Resulullah (s.a.v.) sözüne devamla
şöyle buyurdu:
“Bu sırada bir serçe
kuşu gelerek geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla bir yudum su
aldı. Bunun üzerine Hızır, Musa'ya:
“Benim ilmim ile senin ilmin, Allah'ın ilminden ancak
şu serçenin gagasıyla denizden eksilttiği şu bir yudum su kadar bile eksiltmez” dedi.
Saîd b. Cübeyr der ki:
Abdullah İbn Abbâs şu âyeti okuyordu:
“Önlerinde bir hükümdar vardı ki, işe yarar geminin
hepsini gasben alacaktı” ve
“Çocuğa gelince: O, kâfirdi” ayetini de okuyordu.
[503]
Açıklama:
Hadisçilerden ve
tarihçilerden bazıları, Hızır ile Musa kıssasında ismi geçen Musa'nın, İmran'ın
oğlu Musa değil de, Mişan'ın oğlu Musa olduğunu zannetmişlerdir. Bundan dolayı
da peygamber olan Musa'yı değil de bu Musa'nın kıssada geçtiğini ileri
sürmüşlerdir. Musa b. Mişan, Hz. Musa (a.s)'dan önce yaşamış olup Hz. Yusuf
(a.s)'ın torunudur. Bundan dolayı da bu Musa'ya, “Birinci Musa” adı
verilmiştir.
Kıssa, Kur'an'ın Kehf:
18/60-82 ayetleri arasında da geçmektedir. Burada Hızır'ın hayatı meselesine de
kısaca temas etmek gerekmektedir:
1- Bazı
alimler, Hızır'ın ebedi hayata mazhar olduğunu ve ölmediğini, zaman zaman görüldüğünü
ileri sürerler.
Merhum Elmalılı Hamdi
Yazır, Hızır'ın, hiç vefat etmediğini ve arasıra görüldüğünü iddia edenlerin
Tasavvuvçular olduğunu ve kendisi de Hızır'ın yaşamadığı görüşünü kabul
etmektedir.
[504]
2- Bir çok alim de, naklî ve aklî deliller ileri
sürerek Hızır'ın öldüğünü ileri sürmüşlerdir. İbn Kayyım, konuyla ilgili olarak
Ebu'l-Ferec Ibnü'l-Cevzî'den şunu nakletmiştir:
“Hızır'ın dünyada
yaşamadığına dair dört tane delil vardır:
1- Kur'an.
2- Sünnet.
3- Muhakkik
alimlerin icmâ.
4- Ma'kûl.
A-
Kur'an'a
gelince, bu, yüce Allah'ın şu buyruğudur:
“Senden önce hiçbir beşere ebedilik vermedik.”
[505]
Eğer Hızır yaşamaya devam etseydi, “Ebedileşmiş” olurdu.
B- Sünnete
gelince,
1- Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Şu gecenizi görüyor musunuz? Bu geceden sonra gelecek
yüzyılın başında bugün hayatta olan kimselerden hiçbiri yeryüzünde
kalmayacaktır.”
[506]
Bu, Buhârî ile Müslim'in
üzerinde ittifak ettiği bir hadistir.
2- Müslim'in
“Sahîh”inde Câbir b. Abdullah (r.anhümâ)'nın şöyle dediği geçmektedir:
“Resulullah (s.a.v.)'in,
vefatından az bir zaman önce şöyle buyurmuştu:
“Bugün canlı olanların hiçbiri, o hayatta iken-
üzerine yüz sene gelmeyecektir.”
[507]
C- Muhakkik
alimlerin icmâına gelince; Buhârî ile Ali b. Mûsâ er-Rizâ'nin:
“Hızır ölmüştür”
dediklerini ve Buhârî'ye, Hızır'ın hayatta olup olmadığı ile ilgili soru
sorulunca onun şöyle dediğini anlattı:
“Bu nasıl olabilir?
Çünkü Peygamber (s.a.v.):
“Şu gecenizi görüyor musunuz? Bu geceden sonra gelecek
yüzyılın başında bugün hayatta olan kimselerden hiçbiri yeryüzünde
kalmayacaktır” buyurmaktadır.
[508]
İbnü'l-Cevzî sözüne
devamla der ki: H
Açıklama:
“Hızır'ın öldüğünü
söyleyenlerden bazıları şunlardır: İbrahim b. İshâk el-Harbî, Ebu'l-Hüseyin
İbnü'l-Münâdî. Bu ikisi, dinî konularda imamlardır. İbnü'l-Münâdî, “Hızır
sağdır” diyen kimselerin sözünü çok çirkin bulurdu.
Kadı Ebu Ya'lâ'da, “Hızır'ın
öldüğü” ile ilgili görüşü; İmam Ahmed'in bazı talebelerinden nakledip bazı
ilim adamlarının: “Hızır sağ olsaydı, Peygamber (s.a.v.)'e gelmesi gerekirdi”
şeklindeki sözünü de delil olarak getirmiştir.
(İbnü'l-Cevzî devamla)
der ki: Bize ..
Câbir b. Abdullah
(r.a)'tan, o da Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu haber verdi:
“Nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki,
Musa sağ olsaydı, bana tabi olmaktan başka bir şey yapmazdı.”
[509]
Buna göre Resulullah (s.a.v.)
ile birlikte Cum'a ile cemaat namazı kılmayan ve onunla cihad etmeyen birisi
nasıl sağ olabilir?
Görmüyor musun! Hz.
Isa (a.s}, yeryüzüne indiğinde, Peygamberimizin peygamberliği hususunda bir
zedelenme olmaması için, bu ümmetin imamının arkasında namaz kılacak ve öne
geçmeyecek.
Ebu'l-Ferec
(İbnü'l-Cevzî devamla) der ki: Hızır'ın varlığını ispat edip bu ispatının içerisinde
yer alan bu şeriattan uzaklaşmayı unutan kimsenin anlayışı ne kadar da kıttır!
D. Ma'kûl olan delile
gelince, bunun on yönü bulunmaktadır:
Hızır'ın sağ olduğunu
ispat edip onun, Hz. Adem (a.s)'in sulbünden gelme çocuğu olduğunu söyleyen
kişinin görüşü, iki yönden bozuktur:
a- Tarihçi
Yuhannâ'nin kitabında geçtiği üzere; Hızır'ın ömrü, şu an altı bin yaşındadır.
Böyle bir ömür, olağanüstü hususlarla ilgili olarak, İnsan için söz konusu
olamaz.
b- Eğer
Hızır, Hz. Adem (a.s)'ın sulbünden gelme çocuğu olsaydı yada -iddia ettikleri
gibi- Adem'in çocuğunun çocuğundan olma dördüncü bir kimse ve Zulkarneyn'in
veziri olsaydı; onlann vücut yapısı, bizim vücut yapımız (gibi) olmayıp aksine
uzunluk ve genişlik olarak daha aşırı büyük olurdu.
Buhârî ile Müslim'in “Sahîh”lerinde,
Ebu Hureyre (r.a) yoluyla Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu geçmektedir:
“Allah, Adem'i, altmış zira' boyunda yarattı. Bundan
sonra insanlar, kısalarak geldi.”
[510]
Hızır'ı gördüğünü iddia
eden hiçbir kimse, onu, bu irilikte ve insanlann en eskisi olarak görmüş
değildir.
Asıl nüshada
bulunmamaktadır.
Eğer Hızır, Hz. Nuh
(a.s)'dan önce yaşamış olsaydı, Hz. Nuh (a.s)'la birlikte gemiye binerdi.
Böyle bir şeyi ise hiç kimse nakletmemiştir.
Dördüncüsü: Alimlerin
ittifakına göre; Hz. Nuh (a.s) gemiden indiğinde, beraberinde bulunan kimseler
ölmüş, akabinde onların soyları da ölmüş ve sadece Hz. Nuh (a.s)'ın soyu
kalmıştır. Buna delil, yüce Allah'ın şu sözüdür:
“Nuh'un zürriyetini, baki kıldık.”
[511]
İşte bu, “Hızır, Hz.
Nuh (a.s)'dan önce (sağ) idî” diyen kimsenin görüşünü reddetmektedir.
Bu, doğru olup Adem
oğullarından birinin, doğduğu günden dünyanın sonuna kadar yaşasa ve doğumu
da, Hz. Nuh (a.s)'dan önce olsa; elbette bu, en büyük mucizelerden/belgelerden
ve olağanüstü durumlardan biri olurdu ve bu haber, Kur'an'ın bir çok yerinde
geçerdi. Çünkü böyle bir durum, en büyük Rububiyet mucizelerinden/belgelerindendir.
Yüce Allah, Kur'an'da,
Hz. Nuh ile ilgili olarak onu 950 yıl yaşattığını belirtip
[512] onu
bir mucize/belge saymıştır. Buna göre dünyanın sonuna kadar yaşattığı kimsenin
hali nasıl olur?!
İşte bundan dolayıdır
ki, ilim adamlanndan birisi:
“Bu düşünceyi,
insanlar arasına, ancak şeytan atmıştır” demiştir.
Hızır'ın sağ olduğu
ile ilgili görüş, Allah'a karşı bilgisizce ileri sürülmüş iftira mahiyetinde
bir görüş olup böyle bir şey ise, Kur'an nassıyla haramdır.
ikinci öncül, gayet
açıktır. Birinci öncül ise: Eğer Hızır'ın sağ olduğu sabit olsa, onun sağ
olduğuna dair Kur'an'da, Sünnette ve icmâı ümmette bir deli! olurdu.
İşte Allah'ın kitabı
ortada! Onun içeresinde Hızır'ın sağ olduğu ile ilgili nerede bir bilgi var?
İşte Resulullah (s.a.v.)'in
sünneti (de ortada)! Onun içerisinden bunu gösteren bir bilgi nerede?
İşte ümmetin alimleri
de ortada! Onlar, Hızır'ın sağ olduğu hususunda hiç icma ettiler mi?
Hızır'ın sağ olduğunu
savunan kimselerin tutundukları tek şey, halk arasında anlatılan hikayelerdir.
Adamın bîri, Hızır'ı gördüğüne dair bir hikaye anlatır.
Allah için, bu ne
garip bir şey! Sanki Hızır'ın belli bir alameti var da gören kimse onu bu
hikayeler sayesinde mi tanıyor? Bu kimselerin çoğu, gördükleri şahsın: “Ben
Hızırım” demesine aldanıyor.
Bilinen şu ki: Böyle
bir sözü ortaya atan kimsenin sözünü, Allah'tan bir delil olmaksızın doğrulamak
caiz olmaz.
Buna göre Hızır'ı
gördüğünü söyleyen kimse, kendisinin “Hızır” olduğunun söyleyen kimsenin
yalancı birisi değil de, doğru sözlü birisi olduğu nereden biliyor?
Hızır'ın, Kelîmullah
olan Hz. Musa (a.s)'dan ayrılmış ve onunla arkadaşlığını sürdürmeyip ona şöyle
dedi:
“İşte bu, benim senin
arandaki ayrılıktır.”
[513]
Buna göre Hızır, Hz.
Musa (a.s) gîbî birisinden ayrılmayı kendisine uygun görüp, sonra Cum'a namazı
ile cemaat namazına gelmeyen, ilim meclislerine gitmeyen, şeriattan hiçbir şey
bilmeyen ve şeriattan sapmış olan cahil abidlerle nasıl bir araya gelebilir?
Bunların her biri: “Hızır
dedi ki”, “Bana Hızır geldi”, “Hızır bana tavsiye etti ki” gibi şeyler
söylüyorlar.
Doğrusu Hızır'ın,
Kelîmullah olan (Hz. Musa')dan ayrılıp abdest almasını ve namaz kılmasını
bilmeyen cahil kimselerle dostluk peşinde koşması şaşılacak bir durum!!.
İslam ümmeti, bir
kimsenin; “Ben Hizırım” deyip “Ben, Resulullah (s.a.v.)'i şöyle şöyle derken
işittim” şeklindeki sözüne farz edilip, dinî konularda o kimsenin sözüne itibar
edilmez ve onun sözüyle delil getirilmez.
Yalnız “Hızır,
Resulullah (s.a.v.)'e gelmedi, ona bey'at etmedi” denilmesi ya da bu cahil kimsenin,
kendisini kastederek: “Bana bir peygamber gönderilmedi” demesi ile ilgili
sözlerde küfürden bazı şeyler vardır.
Onuncusu: Eğer Hızır
sağ olsaydı, elbette kafirlere karşı cihad etmesi, Allah yoİunda gayret
göstermesi, ordu safında bir saat yer alması, Cum'a'ya “İle cemaata gelmesi ve
ilim öğrenmesi; onun için, ıssız yerler ile çöllerdeki vahşi hayvanlar
içerisinde çokça gezmesinden daha değerlidir. Böyle bir şey, Hızır için yermeyi
ve ayıplamayı gerektiren bir durum olmaz mı?”
Hafız İbn Kesîr, el-Bidâye
ve'n-Nihâye, 1/334'de Hızır'ın öldüğünü savunma mahiyetinde birinci delil olan
ayeti açıklamaya yönelik olarak İbnü'l-Cevzî'nin şu sözünü ilave etmiştir:
“Eğer Hızır, insan ise, o zaman”
[514] bu
ayetin genel hükmünün kapsamı içerisine girmektedir. Sahih bir delil
olmaksızın Hızır'a ayrı bir statü vermek caiz olmaz. Hızır'ın, özel bir statüde
bulunduğuna dair Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından bir delil de nakledilmiş
değildir ki kabul edilsin.”
Daha sonra İbn Kesîr,
el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1/334'de sözüne devamla der ki:
“Bunlardan, yani
İbnü'l-Cevzî'nin, “Ucâletu'l-Muntazir fî Şerhi Hâli'l-Hızır” adlı kitabında
getirdiği delillerden birisi de, yüce Allah'ın, Âl-i İmrân: 3/81'deki şu
sözüdür:
“Hani Allah,
peygamberlerden: “Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri
tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz'
diye söz almış, “Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?” dediğinde, “Kabul
ettik” cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine Allah: 'O halde şahit olun; ben de
sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim” buyurmuştu.”
Abdullah İbn Abbâs der
ki:
“Allah, gönderdiği
peygamberlerin hepsinden: “Eğer Muhammed'i gönderdiğimde sen sağ isen ona
inanıp yardım edeceksiniz!' şeklinde söz almıştı. Yine Allah, gönderdiği peygamberlerin
hepsine, ümmetlerinden: ‘eğer siz hayatta iken Muhammed peygamber olarak
gönderilirse, ona inanıp yardım edin” şeklinde söz almalarını emretti.”.
Bu hadisi, Buhârî
rivayet etmiştir.
Hızır, eğer peygamber
yada veli ise, mutlaka bu ahdin kapsamına girmiştir. Eğer Resulullah (s.a.v.)'in
zamanında hayatta olsaydı, onun için en şerefli durum, gelip Resulullah (s.a.v.)'in
önünde durup Allah'ın indirmiş olduğu hükümlere iman etmesi ve düşmanlarının
kendisine kötülük dokundurmalarına fırsat vermemek için yardım etmesi olacaktı.
Hızır, eğer veli ise,
Ebu Bekr es-Sıddîk ondan daha üstündür. Eğer peygamber ise, Musa ondan daha
üstündür.
İmam Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/387'de Câbir b. Abdullah'tan naklen Resulullah (s.a.v.)'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:
Nefsimi elinde
bulunduran Allah'a yemin ederim ki, Musa sağ olsaydı, bana tabi olmaktan başka
bir şey yapmazdı.”
Bu, kesin ve dinden
olan ilm-i zarurat diye bilinen bir husustur.
Bu ayeti kerime, bütün
peygamberler, faraza, Resulullah (s.a.v.) zamanında hayatta olup mükellef
kimseler olsalardı, hepsi de ona tabi olacaklarına, onun emri altına
gireceklerine ve onun şeriatının genel kapsamı ile ilgili kurallara
uyacaklarına delalet etmektedir.
Nitekim Resulullah (s.a.v.)
miraca çıkacağı gece Kudüs'de peygamberler (in ruhlarıy)la buluştuğu zaman,
hepsinin üstündeki bir makama yükseltildi. Namaz vakti geldiğinde, Cebrail,
Allah'ın emriyle ona, onlara imamlık yapmasını söyledi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.), onların ikamet yurdunda ve velayet yerlerinde onlara
imamlık yapmak suretiyle namaz kıldırdı.
İşte bu da, onun en
büyük önder, en büyük imam ve son peygamber olduğunu göstermektedir. Allah'ın
salât ve selâmı, bütün peygamberlerin üzerine olsun.
Bu böylece bilindikten
sonra, -zaten her mümin bunu bilmektedir- Hızır hayatta olsaydı, Resulullah (s.a.v.)'in
ümmeti arasına girerdi. Onun şeriatına uyardı. Başka yapacağı bir şey de
kalmazdı. Zaten israil oğullarının son peygamberi ve beş Ulu'1-Azm peygamberden
biri olan Meryem oğlu Isa (a.s)'da, ahir zamanda yeryüzüne indiği zaman,
Resulullah (s.a.v.)'in tertemiz şeriatıyla hükmedecektir. Başka bir yöne
sapmasına imkan yoktur.
Bilindiği üzere, bir
gün dahi Hızır'ın, Hz. Peygamber (s.a.v.)'le buluştuğuna veya savaş
sahnelerinden birinde onun yanında bulunduğuna delalet eden sahih bir sened
nakledilmiş değildir. Örneğin, Bedir savaşında, doğru sözlü ve sözleri tasdik
edilen Hz. Peygamber (s.a.v.), Rabbine dua edip yardım isterken kafirlere karşı
takviye beklerken şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın! Eğer şu müslümanlardan olan topluluğu, kafirlerin
galip gelmesi şeklinde helak edersen, yeryüzünde sana ibadet olunmaz!”
O bir avuç mücahid
arasında müslümanların önde gelen şahsiyetleri, büyük melekler, hatta Cebrail
vardı. Nitekim Hassan b. Sabit, Araplar arasında en çok övgüye mazhar olmuş bir
kasidesinde şöyle demişti:
“Bedir kuyusunun
yanında, meleklerin önderleri ve Cebrail Gelip sancağımızın altına, Muhammed'in
yanına girdi.”
Eğer Hızır o zaman
hayatta olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sancağının altında durması, onun için
makamların en şereflisi ve gazaların en büyüğü olurdu. Fakat Hızır, gelip o sancağın
altına girmedi. Bu da, Hızır'ın o zaman hayatta olmadığını göstermektedir.
[515]
Peygamber Efendimize
iman ederek O'nu gören ve müslüman olarak ölen kimseler.
Lügat itibariyle ashab,
arkadaş manasına gelen “Sâhib” kelimesinin çoğuludur, islâm ıstılahında ise “Hz.
Peygamber'in arkadaşları” için, daha geniş kapsamıyla Resulullah'ı gören
müminler için kullanılmıştır. Sahabî ve çoğulu olan sahabe terimleri de aynı
manayı ifade eder.
Sahabî sayılabiİmek
için az da olsa Resulullah ile görüşmek şarttır. Bu sebeple Hz. Peygamber
döneminde yaşamış, O'na iman etmiş, hatta O'nunla haberleşip yazışmış, O'na destek
sağlamış kişiler ashâbtan sayılmaz. Meselâ o dönemin meşhur Habeşistan Kralı
Necâşî Ashame böyledir.
Hz. Peygamber'in
arkadaşları ve yakın dostları olan Sahabe-i Kiram, O yüce Peygamber (s.a.v.)'in
şahsiyet ve dostluğundan çok istifade etmiş, kendilerine örnek alarak O'nun
istediği gibi müslüman olmaya çok gayret göstermişlerdir. İslâm'ın güçlenip
yayılması için canlarıyla başlarıyla çalışmışlar, bu yolda, ölüm de dahil olmak
üzere hiç bir şeyden çekinmemişler, Allah ve Resulünü, çoluk-çocuklanndan,
mallarından, hatta canlarından daha çok sevmişlerdir; Allah yolunda hiç
çekinmeden yurtlarından hicret etmiş ve kanlarını akıtarak canlarını
vermişlerdir. Böylece Ashab-ı Kirâm'ın, Hz. Peygamberle beraber olmaktan kazandıkları
üstünlükleri ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu ve benzeri özelliklerinden dolayı
sahabe, Kur'an-ı Kerîm'in müteaddit yerlerinde bizzat Allah'u Teâlâ tarafından,
hadîsi şeriflerde de Peygamberimiz tarafından methedilmektedir.
“İslam'da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar
ile onlara güzellikle tabi olanlar yok mu? Allah onlardan razı olmuştur. Onlar
da Allahdan razı olmuşlardır. Allah bunlar için, kendileri içinde ebedî
kalıcılar olmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük
bahtiyarlıktır.”
[516]
“O ağacın altında müminler sana bey'at ederlerken,
andolsun ki Allah onlardan razı olmuştur da kalplerindekini bilerek üzerlerine
manevî bir kuvvet (moral) indirmiş ve onları yakın birfetih ile
mükafatlandırmıştır”
[517]
“Muhammed Allah'ın Resulu'dur. O'nunla beraber olanlar
(ashab) da kâfirlere karşı çetin ve metin, kendi aralarında merhametlidirler.
Onları rükû1 edici, secde edici olarak görürsün. Onlar Allah'dan daima fazl-u
kerem ve rıza isterler. Secde izinden meydana gelen nişanları yüzlerindedir.”
[518]
Peygamber Efendimiz'in
Allah'tan alarak tebliğ ve yaşayışında tatbik ettiği veya bizzat kendisinin
koyduğu dînî esasların, daha sonraki müslüman nesillere ancak ashaba dayanan
sıhhatli nakillerle ulaşabildiği düşünülecek olursa, İslâm açısından ashab-ı
kiramın gerçekten bu övgülere ve kendilerine saygı gösterilmesi konusundaki
ikazlara lâyık oldukları açıkça anlaşılır.
[519]
Fezâîlu's-Sahâbe:
Sahbilerin faziletleri ve bu konuda meydana gelen literatür için kullanılan
bir tabirdir.
Kaynaklarda yaygın
olarak Fezâilu's-Sahâbe şeklinde geçen bu tamlamanın; “Fezâilu Ashâb”, “Menâkıbu's-Sahâbe”,
“Fezâilu Ashâbi'n-Nebî”, "Ma'rifetü's-sahâbe” tarzınd kullanıldığı da
görülmektedir.
Sahabilerde fazilet
konusu kabul edilen hususların başında; Aşere-i Mübeşşereden, Muhacirlerden,
Ensârdan, Ehl-î Beyt ve Ehl-i Bedir'den olmak, Uhud ve Hendek gazveleri ile
Bey'atü'r-Rıdvan'da bulunmak, ümmühâtu'l-mü'mininden olmak gelmektedir.
Bunlardan başka fert olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından cennetle
müjdelenmek, ilk müslümanlar arasında yer almak, imanı uğrunda işkence görmek,
büyük malî yardımlarda bulunmak, savaşlardan birinde veya bir kaçında bulunmak
gibi hususlar ile buna benzer daha bir çok konular Fezâîlu's-Sahâbe konusuna
girmektedir.
Bütün sahabiler,
fazilet bakımından aynı seviyede değildir. İslama giriş önceliğine sahip olmak,
İslam dini için büyük fedakarlıklarda bulunmak gibi sebeplerden dolayı
sahabiler arasında fazilet, tabaka ve mertebe farklılığı vardır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'i
bir defa gören sahabi ile hayatı boyunca ona hizmet eden sahabinin
faziletlerinin eşit olmayacağını göz önünde bulunduran muhaddisler, özellikle
İslam'a giriş önceliğini esas alarak ashabı 5 yada 12 veya 17 tabakaya
ayırmışlardır.
[520]
2167- Ebu
Bekr es-Sıddîk (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz mağarada iken
başlarımızın üzerinde müşriklerin ayaklarını gördüm. Bunun üzerine:
“Ey Allah'ın resulü!
Birisi ayaklarına baksa, ayaklarının altında bizi görecek!” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Ey Ebu Bekr! Üçünsücü Allah olan iki kişiyi sen ne
zannediyorsun!” buyurdu.
[521]
Açıklama:
Hz. Ebu Bekr'in asıl
adı, Abdullah b. Osman b. Amir b. Ka'b b. Sa'd b. Teym b. Mürre et-Teymî'dir.
Cahiliyye döneminde “Abdulkabe” Kabe'nin kulu diye adlandırılmıştır. Bunun
dışında başka isimleri olduğu da söylenmiştir. Cehennemden azad edildiği için
ona “Atik” ve İsrâ gecesinin sabahında Resulullah (s.a.v.)'i tasdik etmede
herkesten önce davrandığı için “Sıddîk” diye lakablandmlmıştır.
Hz. Ebu Bekr, Fil
olayından 2 yıl sonra Mekke'de doğmuştu. Cahiliyye döneminde Kureyş'in ileri
gelenlerindendi. Cahüiyye döneminde çok yaygın olmasına rağmen hiç içki
içmemişti. Pek çok konuda kendisine danışılır, görüşü alınırdı. Kabilesine
yakın olmaya çalışan kimselerin üstlendiği diyet ve borç-alacak meseleleri,
kendisine götürülürdü. Arap soyunu ve tarihini iyi bilen birisiydi. Maharetli
bir tüccardı.
Hz. Ebu Bekr,
erkeklerden İslamı ilk kabul eden kimseydi. Bundan dolayı da bir çok sıkıntıya
ve güçlüğe katlanmıştı. Kendisini Allah'ın dinine hizmet etmeye adamıştı. Bir
çok insan, onun sayesinde İslama girdi. Cennetle müjdelenen sahabilerin çoğu,
onun vasıtasıyla müslüman olmuşlardı.
Hz. Ebu Bekr,
Resulullah (s.a.v.)'in sahabileri içinde, Resulullah (s.a.v.)'in en çok sevdiği
kişiydi. Hem küçüklükten arkadaşı ve hem de Allah, Resulullah (s.a.v.)'i
peygamber seçtiğinde onun can yoldaşıydı. Ayrılmaz gölgesi gibi her zaman
yanında yer almıştı. Mekke'de malıyla ve canıyla hem Resulullah (s.a.v.)'in ve
hem de sahabilerin koruyucusu durumundaydı. Mekke'den Medine'ye hicreti
sırasında Resulullah (s.a.v.)'in yol arkadaşıydı.
Kısacası: Hz. Ebu
Bekr, bütün sıkıntılı anlarda cesareti, atılganlığı, direnç ve metanetiyle
tanınıyordu. Resulullah (s.a.v.) ile birlikte bütün savaşlara katılmıştı.
2168- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) bir gün
minbere oturup:
“Bir kul ki, Allah ona ya dünya nimetlerini vermek ile
kendi katındakileri vermek arasında onu muhayyer bırakmış, o da Allah'ın
katındakileri seçmiştir” buyurdu.
Bunun üzerine Ebu
Bekr, ağladı, ağladı. Sonra da:
“Sana babalarımızı ve
annelerimizi feda ettik!” dedi.
Ebu Saîd der ki:
“Muhayyer bırakılan
kişi, Resulullah (s.a.v.) idi. Ebu Bekr'de onu en iyi bilenimiz idi.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.), Ebu Bekr'in bu halini görünce:
“Doğrusu malı ve arkadaşlığı hususunda insanların bana
en çok cömeri olanı, Ebu Bekr'dir. Eğer Rabbimden başka birisini dost
edinseydim Ebu Bekr'i dost edinirdim.
Ancak islam kardeşliği
ve sevgisi bundan
daha geneldir. Mescitte Ebu Bekr'in havhası geçidi dışında asla hiçbir
havha/gecii bırakılmasın” buyurdu.
[522]
Açıklama:
Bu hadis, Hz. Ebu
Bekr'in; arkadaşlığıyla ve malıyla Allah Resulü'ne ne kadar yardımc olduğunu
göstermektedir. Bu nedenle de Hz. Ebu Bekr'in, Resulullah (s.a.v.) nezdinde
fevka İade önemli bir yere sahip olduğu da anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Ebu Bekr,
gerek Mekke'de ve gerekse de Medine'de en kritik anlarda Resulullah (s.a.v.)
ile birlikte olmuş, onunla bütüi savaşlara katılmış ve bu birlikteliğiyle
ünsiyet sağlayıp ona manevi destekte bulunmuştur.
İsrâ gecesinin
ertesinde Resulullah (s.a.v.)'i desteklemesi, hicret sırasında ve özellikle di
mağaradaki beraberliklerinin önemine işareten;
“Üzülme! Şüphesiz Allah bizimle bera berdir”
[523]
tesellisine yer verilmiş olması, Hz. Ebu Bekr'in hadiste temas edilen arkadaşlığının
önemini göstermektedir.
Hudeybiye barış
anlaşması sırasında herkes anlaşmadan memnuniyetsizliğini gösterirken, Hz. Ebu
Bekr, bu anlaşmada ResuluIIah (s.a.v.)'in görüşü doğrultusunda hareket etmesi:
onun manevi desteklerinden biridir.
Hadisin Arapça
metninde geçen “Sohbet” kelimesi, “Karşılıklı konuşmak” anlamından ziyade “Arkadaşlık”
ve “Birliktelik” anlamına gelmektedir. Buna göre bu kelimenin buradaki anlamı, “ResuluIIah
(s.a.v.)'e arkadaşlık eden” veya “Birlikteliği olan” şeklindedir.
Görüldüğü üzere bu
hadiste; ResuluIIah (s.a.v.)'in, Muhammedî Risaieti'nin tebliğ, tespit ve
takririnde Hz. Ebu Bekr'in arkadaşlığının önemli katkısına yer vermektedir.
Dolayısıyla da bu arkadaşlığın içerisine; ünsiyet, teselli, güç kazandırma,
dayanışma, manevi destek ve katkılar girmektedir. Hz. Ebu Bekr'in hayatını ve
onun, ResuluIIah (s.a.v.)'ie olan münasebetlerini iyi bilen kişilere bu husus
açıktır.
“Halil”; sevgisi,
hiçbir boşluk kalmayacak şekilde kalbe nüfuz etmiş, gonüle sevgiyi sokmuş
dosttur. “Halil” ile kastedilen sevgi; her çeşit eksiklikten uzak, benliğin
tamamını saran bir sevgidir ki, ResuluIIah (s.a.v.), bu derecedeki bir sevgiyi,
Allah'ın vermiş olduğunu belirtmektedir.
İşte Resulullah (s.a.v.)
ile Hz. Ebu Bekr arasındaki bağ, böyle bir temele dayanınaktadır.
[524]
Yine bu hadis; Hz. Ebu
Bekr'in mal yönüyle de İslama yaptığı katkılarına da değinmektedir. Çünkü Hz.
Ebu Bekr, Mekke'de iken; ya köle olan müslümanları hürriyete kavuşturuyor yada
onları sahibinden alıp özgürlüğe ulaştırıyordu. müslümanlara ve Özellikle de
ResuluIIah (s.a.v.)'e maddi ve manevi her türlü1 yardım ve desteğini yapıyordu.
Medine'de iken; yine müslümanlara yardımını sürdürüyordu. Örneğin, Tebük gazası
sırasında Hz. Ömer malının yarısını verirken, Hz. Ebu Bekr, ailesini Allah ve
Resulü'ne havale ederek, malının tamamını vermişti. Hz. Aişe, babası Hz. Ebu
Bekr öldüğünde tek bir dinar ve tek bir dirhem bırakmadığını belirtir. Hz.
Aişe'nin bir başka rivayetinde; Hz. Ebu Bekr'in, Resulullah (s.a.v.)'e kırk bin
dirhem infak ettiğini söyler.
“Havha”, kapıdan
ziyade ışık almak ve istenen yere geçmek gayesiyle “Duvarda açılan oyuk yada
delik” anlamına gelmektedir.
Evleri Mescidi
Nebevi'ye bitişik olan sahabiler, Mescidi Nebevİ'ye kolaylıkla girip çıka
bilmek için havha oyuk
veya delik yada kapı açmışlardı. Bazen cünup olarak ve bazen de nayızh olarak
Mescidi Nebevi yol edinilmişti. Bunun üzerine ResuluIIah (s.a.v.), ilk önce
kapların kapatılmasını emretti. Sahabiler, kapıların kapatılması emriyle
kapılarını kapatıp onun yerine Mescidi Nebevi'ye girişe imkan verecek havha
(delik yada oyuk) açtılar. Daha sonra da kapamakla emrolundular.
Birincide, Hz. Ali'nin
evinin sadece mescide açılan bir kapısı olduğu için onun kapısının kapatılması
istisna edildi. ikinci de ise, Hz. Ebu Bekr'in evinin Mescidi Nebevi'ye açılan
bir havhası olduğu için onunda havhasınm kapatılması istisna edildi.”
[525]
2169- Amr
İbnu'I-Âs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Amr İbn'1-As'i, Zâtu Selasil savaşı için hazırlanan askeri birlik üzerine komutan
tayin edip onu askerin başında savaşa göndermişti.
Amr der ki:
“Bu seferden
döndüğümüzde Resulullah (s.a.v.)'in yanına geldim ve ona:
“İnsanlar içerisinde
sana en sevgili olan kimdir?” diye sordum. Resulullah (s.a.v.):
“Âîşe'dir” diye
cevap Verdi. Ben:
“Erkeklerden kimdir?”
diye sordum. Resulullah (s.a.v.):
“Âişe'nin babası Ebu Bekr'dir” diye cevap verdi. Ben:
“Sonra kimdir?” diye
sordum. Resulullah (s.a.v.):
“Ömer'dir” diye
cevap verdi. Sonra da bazı kimselerin adlarını saydı.
[526]
Açıklama:
Zâtu Selasil, Şam
tarafında Cüzam oğulları kabilesine ait bir sudur. Hicretin 8. yılında burada müslümanlar
ile kafirler arasında savaştığı için bu savaşa bu yerin adı verilmiştir.
Bu askeri birliğin
içerisinde Ebu Bekr ile Ömer'de vardı. Amr İbnu'1-Âs, Ebu Bekr ile Ömer'in
kendi birliğinin içerisinde birer er olarak kalmasından dolayı galiba
Resulullah (s.a.v.) beni onlardan daha çok seviyor gibi bir düşünceye kapılmış,
bundan dolayı da savaş sonrası Resulullah (s.a.v.)'in yanına giderek ona en çok
kimi sevdiği ile ilgili bu sorulan sormuştur.
2170- Cübeyr
b. Mut'im (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir kadın, Resulullah
(s.a.v.)'den bir şey istemişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) kadına daha
sonra tekrar gelmesini emretmişti. Bunun üzerine kadın:
“Ey Allah'ın resulü!
Daha sonra gelip de seni bulamazsam o zaman ne buyurursun?” diye sordu.
Hadisin ravisi Muhammed
der ki: Babam Cübeyr:
“Sanki kadın, bu
sözüyle, Resulullah (s.a.v..y)'in ölümünü kastediyordu” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Beni bulamazsan o zaman Ebu Bekr'e git” diye cevap verdi.
[527]
2171- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir; “Resulullah (s.a.v.), hastalığı sırasında
bana:
“Bana Ebu Bekr'i ve kardeşin (Abdurrahman')ı çağır da
bir yazı yazdıracağım. Çünkü ben bir hevaskarın temenni (ve arzuya) düşmesinden
ve bir sözcünün de: “Ben daha haklıyım' demesinden endişe ediyorum. Halbuki
Allah ve müminler, Ebu Bekr'den başkasına rıza göstermez” buyurdu.
[528]
Açıklama:
Hadiste kastedilen
husus şudur: Resulullah (s.a.v.) ölüm döşeğinde iken yerine bir halife bırakmayı
düşünmüş, bunun için en lâyık Ebû Bekr'i gördüğünden oğlu ile ikisini
çağırtarak bu husustaki vasiyetini yazdırmak istemiştir. Buna sebep olarak da
çıkması sözkonusu olan kargaşayı göstermiş: “Çünkü ben halife olmaya hevesli
bir kimsenin, halife ben olacağım demesinden yahut birinin, bu hak benimdir
diye iddia etmesinden korkarım. Böyle bir iddiaya Allah ve müminler razı
değildir. Yalnız Ebû Bekr müstesna. Bu hususta o hak iddia ederse, onu Allah
da, mü'minler de kabul eder demiştir.
Nevevî der ki:
“Bu hadiste Ebû Bekr-i
Sıddîk'ın faziletine açık delil vardır. Peygamber (s.a.v.) vefatından sonra
meydana gelecek bâzı şeylere işaret buyurmuş, müslümanların Ebû Bekr'den başka
kimsenin hilâfetini kabul etmeyeceklerini haber vermiş ve bunların hepsi olmuştur.”
[529]
2172- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Bugün içinizden kim oruçlu olarak sabahladı?” diye sordu. Ebu Bekr:
“Ben oruçluyum” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Bugün sizden kim bir cenazenin ardından gitti?” diye sordu. Ebu Bekr:
“Ben gittim” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Sîzden bugün kim bir miskin kimseyi doyurdu?” diye sordu. Ebu Bekr:
“Ben doyurdum” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Bugün sizden kim bir hasta ziyareti yaptı?” diye sordu. Ebu Bekr:
“Ben yaptım” dedi.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bu özellikler bir kimse de toplandığında o kimse
muhakkak cennete girmiştir” buyurdu.
[530]
2173- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Bir kimse kendisini
ait bir sığırı üzerine
yük yükleyerek önüne katıp götürürken sığır o şahsa doğru dönüp dile
gelerek:
“Ben bu iş için yaratılmadım. Fakat ben, ancak
ekincilik için yaratıldım” dedi”
buyurdu. İnsanlar, şaşkınlık ve dehşetle:
“Subhanallah! Bîr
sığır hiç konuşur mu?” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ben buna inanıyorum, Ebu Bekr'de, Ömer'de inanır” buyurdu. Ebu Hureyre der ki: Resulullah (s.a.v.):
“Bir çoban, koyun
sürüsü içerisinde bulunurken sürüye bir kurt saldırdı ve koyunlardan birini
alıp götürdü. Çoban da onu aradı. Nihayet o koyunu kurttan kurtardı. Bunun
üzerine kurt, çobana dönüp dile gelerek:
“Kurtların seni koyunlarından uzaklaştırıp benim onlar
arasında kalacağom gün, yaşlanman sebebiyle onların benden başka bir çobanı
olmayacağı gün onları benden kim kurtarır?” dedi. İnsanlar:
“Subhanallah!”
dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ben buna inanıyorum, Ebu Bekr'de, Ömer'de inanır” buyurdu.
[531]
Açıklama:
Bu hadis, Resulullah (s.a.v.)'in
haber verdiği hususlarda Ebu Bekr ile Ömer'in hiç tereddüt etmeksizin iman
etmeleri ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'e her hususta en yüksek derecede
teslimiyetlerini çok açık bir şekilde göstermektedir.
2174-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ömer İbnu'l-Hattâb
şehit edilip de cenazesi teneşirinin üzerine konuldu. Derken cenazesi
kaldırılmadan önce insanlar onun etrafını çepeçevre kuşatarak ona dua ediyor,
sena ediyor ve üzerine salâvat getiriyorlardı. Ben de içlerinde idim. Arkamdan
omuzumdan tutan bir adamdan başka beni hiçbir şey heyecanlandırmadı. Ona baktım
ki, o Ali'dir!
Ömer'e rahmet okudu ve
sonra da:
“Geriye hiç bir kimse
bırakmadın ki, benim için onun ameli gibi amelle Allah'a kavuşmak seninkinden
daha makbul olsun. Allah'a yemin olsun ki! Ben Allah'ın seni iki dostunla
birlikte koyacağını biliyordum. Çünkü
ben çok defalar Resulullah (s.a.v.)'i:
“Ben, Ebû Bekr ve
Ömer'le beraber geldim, Ebû Bekr ve Ömer'le beraber girdim, Ebû Bekr ve
Ömer'le beraber çıktım' buyururken işitiyordum. Seni Allah'ın onlarla beraber
edeceğini umuyor yada biliyordum” dedi.
[532]
Açıklama:
Hz. Ömer, Mekke'de
Ficar savaşından dört yıl kadar önce dünyaya gelmiştir. Seviyeli bir çevrenin
içerisinde yetişmiş ve iyi bir eğitim görmüştü. Cahiliye döneminde Kureyş toplumunun
ileri gelenlerinden sayılan grubun içerisinde bulunuyordu.
Resulullah (s.a.v.)'in
peygamber olarak gönderilişinin 5. yılında müslüman olmuştur. Yüce Allah
onunla İslam'ın gücünü artırdı. Onun müslüman olması bir fetih, hicret etmesi
bir zafer, devlet yönetimini ele alması bir rahmet olmuştur.
Mecusi Ebu Lu'lu'umun
onu öldürmesi dolayısıyla dünyadan şehid olarak Ahİrete göçtü. Hicretin 23.
yılının zilhicce ayının çıkmasına dört gün kala şehid edilmiş, hicretin 24.
yılının muharrem ayının ilk hilalinin göründüğü gecenin ertesi günü 1
muharrem'de defnedilmiştir.
Hak ile batılı en
kesin bir şekilde fark edici olmasından dolayı ona “Faruk” denilmiştir.
2175- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
Uyuduğum esnada gördüm
ki, insanlara bana arz olunuyorlar. Üstlerinde de gömlekler vardı. Bu
gömleklerin bazısı insanların üzerinde göğüs hizasına kadar varıyor ve bazısı
da bundan daha aşağıya kadar varıyordu. Bu sırada Ömer İbnu'l-Hattâb da gelti.
Onun üstünde, eteklerini yerde sürüdüğü bir gömlek vardı' buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Bunu, neyle yorumladın?” diye sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Din ile” dîye
cevap verdi.
[533]
2176-
Abdullah İbn Ömer İbnu'l-Hattâb (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Uykuda bulunduğum sırada gördüm kî, bana, içinde süt
dolu olan bir kadeh getirildi. Ondan o kadar çok içtim ki, kanmışlık
alametlerinin tırnaklarımdan sızdığını duyuyorum, içtikten sonra artığımı Ömer
İbnu'1-Hattâb'a verdim” buyurdu.
Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Bunu, neyle yorumladın?” diye sordular. Resulullah (s.a.v.);
“İlim ile”
diye cevap verdi.
[534]
2177- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ben bir defa uyurken kendimi bir su kuyusunun başında
gördüm. Kuyunun üzerinde bir kova vardı. O kuyudan Allah'ın dilediği kadar su
çıkardım. Sonra kovayı Ebû Kuhafe'nin oğlu Ebu Bekr aldı. O da, o kovayla bir
yada iki kova su çıkardı. Allah ona mağfiret buyursun! Vallahi, onun su çekişinde
bedence bir zayıflık vardı. Sonra kova, daha büyük bir kovaya döndü. Onu, Hattab'ın
oğlu (Ömer) aldı. Artık insanlardan hiç bir yiğit görmedim ki, Ömer b.
Hattab'ın çıkardığı gibi su çıkarsın. Nihayet insanlar, (kendileri ve
hayvanları gereği gibi suya kandıkları için) develerini ağıllarına kapadılar.”
[535]
2178-
Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Bir defasında rüyamda cennete girdim ve orada bir ev
yada bir köşk gördüm. Bu köşk kimin içindir?” diye sordum. Melekler:
“Ömer İbnu'l-Hattâb
içindir” dediler.
“Oraya girmek istedim. Fakat Ey Ömer! Senin
kıskançlığını hatırladım. Dolayısıyla oraya girmekten vazgeçtim”
buyurdu. Ömer, bunu duyunca ağladı ve:
“Ey Allah'ın resulü!
Sana karşı da hiç kıskançlık yapılır mı?” dedi.
[536]
2179- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ömer, Resulullah (s.a.v.)'in
yanına girmek için izin istedi. Bu sırada Resulullah (s.a.v.)'in yanında Kureyş
kabilesinden bazı kadınlar vardı. Onlar, Resulullah (s.a.v.)'le yüksek sesle
konuşuyorlar ve sesleri Resulullah (s.a.v.)'in sesinden yüksek bir tonda olarak
konuşmayı çoğaltıyorlardı. Ömer izin isteyince, kadınlar ayağa kalkarak perdeye
doğru koşuştular. Resulullah (s.a.v.)'de içeri girmesi için ona izin verdi.
Resulullah (s.a.v.) kadınların bu haline gülüyordu. Ömer, gülmesinin sebebini
öğrenmek üzere ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Allah senin bütün ömrün boyunca memnun edip güldürsün!” dedi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Şu benim yanımda olan kadınların haline şaştım.
Onlar, senin sesini işitince perdeye doğru koşuştular” dedi. Ömer:
“Ey Allah'ın resulü!
Sen onların çekinmesine benden daha lâyıksın!” deyip sonra kadınlara dönerek:
“Ey düşmanları,
nefisleri olan kadınlar! Resulullah (s.a.v.)'den çekinmi-yorsunuz da, benden mi
çekiniyor sunuz?” dedi. Kadınlar:
“Evet, senden
çekiniyoruz. Çünkü sen, Resulullah (s.a.v.)'den daha sert ve daha katı
yüreklisin!” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, (y Ömer!
Şeytan asla seninle karşılaşmak istemez. Hatta sen bir yolda giderken şeytanla
karşılaşacak olsan şeytan muhakkak senin yolundan başka bir yola yönelip gider” buyurdu.
[537]
2180- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ömer İbnu'l-Hattâb
bir defasında Resulullah (s.a.v.)'in yanına girmek için izin istemişti. Bu
sırada Resulullah (s.a.v.)in yanında Kureyş kabilesinden bazı kadınlar vardı.
Bunlar, seslerini, konuşma sırasında Resulullah (s.a.v.)'in sesinden daha
yüksek bir tonda olarak konuşuyorlardı. Ömer izin isteyince, bu kadınlar, hemen
kalkıp perdeye doğru koşuştular.”
2181- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden önceki ümmetler içerisinde bazı muhaddesun Allah
tarafından kendilerine söz söylenen kimseler vardı. Eğer benim ümmetim
içerisinde bunlardan bir kimse varsa, ki olacaktır muhakkak ki Ömer İbnu'l-Hattâb
onlardandır.”
[538]
Açıklama:
Hz. Ömer'in “Muhaddesun”dan
olması durumunu, konuyla ilgili bir çok hadis olmasınra rağmen aşağıda gelen
iki hadis açıkça ortaya koymaktadır.
2182-
Abdullah İbn Ömer (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (r.a.) söyle
demiştir:
“Ben üç hususta Rabbime
muvafakat ettim:
1- Makam-ı
İbrahim hakkında
[539]
2-
Hicab/örtü hakkında.
[540]
3-
Bedir
esirleri hakkında.[541]
2183-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Münafıkların reisi
Abdullah b. Übey öldüğünde, oğlu Abdullah b. Abdullah, Resulullah (s.a.v.)'e
gelip ondan babasına kefen yapmak için gömleğini istedi. Resulullah (s.a.v.)'de
gömleğini ona verdi. Arkasında Resulullah (s.a.v.)'den babasının cenaze
namazını kıldırmasını istedi. Resulullah (s.a.v.), cenaze namazını kıldırmak
için ayağa kalktı. Hemen Ömer ayağa kalkıp Rasulüllah (s.a.v.)'in elbisesini
tutup:
“Ey Allah'ın Resulül Allah
onun/münafıkların cenaze namazını kıldırmanı sana yasaklamışken onun cenaze
namazını mı kıldıracaksın?” dedi. Resulullah (s.a.v.)'de:
“Allah, “Onlar için bağışlama dile yada bağışlama
dileme. Eğer onlar için yetmiş kere bağışlama dilesen bile Allah onları asla
bağişlamayacaktır”
[542] buyurarak beni serbest bırakmıştır.
Dolayısıyla ben istiğfarı, yetmişten daha da fazla artıracağım” buyurdu.
Ömer:
“Doğrusu o, bir
münafıktır” dedi.
Resulullah (s.a.v.),
onun cenaze namazını kıldırdı. Bunun üzerine;
“Onlardan Ölen bir kimse için asla cenaze namazı
kıldırma! Kabirlerinin başında durma!”[543] ayeti indi.
[544]
Açıklama:
Hz. Ömer (r.a.),
olayları anlamada, çare bulmada takip edilen gelişme neticesine göre; isabetli
hedeflerin tahmin ve tespitinde fevkalade kabiliyet ve sezgiye sahipti.
Hz. Ömer (r.a), gerek
Resulullah (s.a.v.)'in sağlığında ve gerekse vefatından sonra çok isabetli
teşhislerde bulunmuş ve doğru kararlar vermiştir.
Rivayetlerde; Hz.Ömer
(r.a)'m şu doğru tespitleri, vahyin inmesine de sebep olmuştur:
1- Hz.
İbrahim (a.s)'ın makamının namazgah edinmesini istemesi üzerine
[545]
ayeti inmiştir.
2- Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in hanımlarının örtünmelerini istemesi üzerine
[546]
ayeti inmiştir.
3-
Resulullah (s.a.v.)’in hanımlarının kıskançlık etmeleri üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
onları boşadığı takdirde Yüce Allah'ın, kendilerinin yerine O'na güzel kadınlar
vereceğini söylemesi üzerine” [547] ayeti
inmiştir.
4- İçkinin
yasaklanmasını istemesi üzerine
[548]
ayetleri inmiştir.
5- Bedir
savaşında esir edilen müşriklerin öldürülmesini istemesi üzerine
[549] ayetleri
inmiştir.
6-
Münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy'in cenaze namazını, Resulullah (s.a.v.)'e
kılmamasını söylemesi üzerine
[550] ayeti
inmiştir.
7- iki
olayında, Hz.Aişe'nin tertemiz olduğunu Resulullah (s.a.v. )'e söylemesi
üzerine
[551] ayeti inmiştir.
8- iki
kimsenin Resulullah (s.a.v.)'e gelerek bir konuyu sormaları üzerine bunlardan
birisi Resulullah (s.a.v.)'in vermiş olduğu hükmü beğenmeyerek Hz. Ebu Bekr'e
giderler ve daha sonrada Hz. Ömer'e giderler. Hz. Ömer'de, Resulullah (s.a.v.)'in
hükmünü beğenmeyen kimsenin boynunu kılıçla uçurur. Bunun üzerine
[552]
ayeti inmiştir. .
9- Bir yahudinin,
Cebrail (a.s.) hakkında ileri-geri konuşmasının ardından ona verdiği cevap
üzerine
[553] ayeti inmiştir.
10- Yüce
Allah'ın, insanı; “Çamurun özünden yarattığını ve onun geçirdiği evreleri” işitince
[554] “Yapıp
yaratanlarin en güzeli olan Allah pek yücedir” demekle, ayetin sonuna uygun
sözü söylemiştir.
Hafız İbn Hacer
el-Askalani:
“Nakil İtibariyle bu
muvafakat'in 15'ine vakıf olduk” diyor. Suyuti'de, “Tarihu'l-Hulefa"da,
bunları, ve çıkarıyor.
2184- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
benim evimde iki uyluğunu veya iki baldırını açmış olarak yaslanmıştı. Derken
Ebû Bekr içeri girmek için izin istedi. Resulullah (s.a.v.) o halde iken ona
izin verdi. Onunla bir müddet konuştu. Sonra Ömer izin istedi. Yine aynı
vaziyette ona da izin verdi. Onunla da bir müddet konuştu. Sonra Osman izin
istedi. Resulullah (s.a.v.) hemen oturdu. Elbisesini düzeltti.
“Hadisin râvisi Muhammed:
“Bu bir günde oldu
demiyorum” dedi.
Osman içeri girdi.
Onunla da bir müddet konuştu. Osman dışarı çıktığı zaman, Âişe, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü! Ebû Bekr içeri girdi. Ona
güleryüz göstermedin ve aldırış etmedin. Sonra Ömer içeri girdi. Ona da
güleryüz göstermedin ve aldırış etmedin. Sonra Osman içeri girdi. Hemen
oturdun ve elbiseni düzelttin!” dedi.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Kendisinden melekler utanan bir kimseden ben niye
utanmayayım mı?” buyurdu.
[555]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
nesebi ile Hz. Osman'ın nesebi, Abdumenaf ta birleşir. Hz. Osman, Resulullah (s.a.v.)'in
kızı Rukiyye ve onun ölümünden sonra da diğer kızı Ümmü Külsüm'le evlenmesinden
dolayı “Zu'n-Nureyn” iki nur sahibi lakabıyla şöhret bulmuştur.
Hz. Osman,
cömertlİğiyİe ve fedakarlıklarıyla tanınan bir kimseydi. Servetini İslam uğrunda
cömertçe harcıyan bahtiyar kimselerdendi.
Hicretin 35. yılının
zilhicce ayının 18. günü ikindiden sonra öldürülmüştür.
2185- Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir defasında Medine'nin bahçelerinden birinde dayanmış olduğu halde yanındaki
bir değneği su ile çamur arasına dikmeye çalışırken aniden bir adam kapıyı
çaldı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Kapıyı aç! Onu cennetle müjdele!' buyurdu. Bir de
baktım ki, o gelen kimse, Ebû Bekr idi. Ben ona kapıyı açtım ve onu cennetle
müjdeledim. Sonra başka bir kimse daha kapının açılmasını istedi”. Resulullah (s.a.v.) yine:
“Kapıyı aç! Onu cennetle müjdele!” buyurdu. Ben kapıya doğru gittim. Bir de baktım ki, o
gelen kimse, Ömer idi. Ona da kapıyı açtım ve onu cennetle deledim. Sonra başka
bir kimse daha kapıyı çaldı. Bu defa Peygamber (s.a.v.) oturdu ve:
“Kapıyı aç! Başına gelecek musibetlere karşı onu
cennetle müjdele!”
buyurdu. Kapıya
gittim. Bir de baktım ki, o gelen kimse, Osman b. Affan idi. Ona da kapıyı
açtım ve onu cennetle müjdeledim. Peygamber (s.a.v.)'in dediğini ona söyledim.
Osman:
“Allah’ın! Bu
musibetlere karşı bana sabır ihsan eyle! yada kendisinden yardım istenilecek
ancak Allah'tır”
[556]
dedi.
[557]
2186- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Tebük seferine giderken Medine'de yerine bıraktığı Ali'ye:
“Sen, bana; Harun'un, Musa'nın yanında aldığı yer
mesabesindesin. Şu kadar var ki, benden sonra Peygamber yoktur” buyurdu.
[558]
Açıklama:
Hz. Ali, ilk müslümanlardandı.
Küçük yaşta İslama girmesinde, Resulullah (s.a.v.)'in terbiyesi altında
olmasının büyük etkisi olmuştur. Çünkü Mekke halkı bir kıtlık yılıyla karşı
karşıya kalmış, o yıl Resulullah (s.a.v.), Hz. Ali'yi, babasından almıştı. Bu
nedenle Hz. Ali, Resulullah (s.a.v.)'in yanında bulunmaktaydı. Tebük dışında
bütün savaşlara katıldı.
Hz. Ali, Resulullah (s.a.v.)'in
kızı Fatıma ile evlendi. Resulullah (s.a.v.)'in soyu, bu yolla devam etti. İşte
Hz. Ali'nin; Resulullah (s.a.v.)'e damat olması, İslama yaptığı hizmetleri, küçük
yaştaki İslama teslimiyeti, onun, Resulullah (s.a.v.) ve diğer sahabilerin
yanında önemli bir yere sahip olmasını sağlamıştı.
Resulullah (s.a.v.),
Hz. Alî'yi Medine'de kendi yerine bırakarak Tebük gazasına çıkmıştı.
Münafıkların, Hz, Ali'yi küçük düşürücü sözlerinden ötürü, Hz. Ali, silahına
sarılarak yolda Resulullah (s.a.v.)'e yetişip münafıklann kendisiyle ilgili
sözlerini ona nakletti. Resulullah (s.a.v.), Hz. Ali'ye; Tur dağına Allah ile
görüşmek için giden Hz. Musa (a.s)'ın, gideceği zaman yerine, kendisine en
yakın olan kardeşi Hz. Harun'u bırakıp gittiğini hatırlattı. Hz. Harun, Hz.
Musa (a.s)'m hem kardeşi ve hem de yardımcısı durumundaydı. Bu nedenle Hz. Musa
(a.s)'m yanında önemli bir yere sahipti. İşte Resulullah (s.a.v.)'de, Hz.
Ali'yi, Hz. Harun'un bu önemli yerine koymaktadır.
2187- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Muâviye b. Ebî Süfyân, Sa'd'a emir
verip Ali'yi kastederek:
“Ebû Türaba sövmekten
seni ne menetti?” dedi. O da:
“Resulullah (s.a.v.)'in
Ali'ye söylediği üç sözü hatırladığım müddetçe ben Ali'ye asla sövemem. Bu üç
şeyden bir tanesinin benim için olması, bana, kızıl develerden daha sevimli
olurdu.”
1- Ben,
Resulullah (s.a.v.)'in Ali'ye hitaben söylerken işittim: Resulullah (s.a.v.)
gazalarından birinde Ali'yi Medine'de kendi yerine vekil olarak bırakmıştı.
Ali, Resulullah (s.a.v.):
“Ey Allah'ın resulü!
Beni, kadın ve çocuklarla beraber geride mi bıraktın?” dedi. Resulullah (s.a.v.),
ona:
“Sen kendinin, benim tarafımdan Harun'un Musa'ya
yakınlığı menzilesinde olmana razı değil misin? Şu kadar var ki, benden sonra
Peygamber yoktur” buyurdu.
2- Yine
Resulullah (s.a.v.)'i, Hayber günü:
“Bu sancağı mutlaka Allah ve Resulünü seven, Allah ve
Resulü de kendisini seven bir zata vereceğim” buyururken işittim. Biz sancak için hepimiz uzandık.
Fakat o:
“Bana Ali'yi çağırın!” buyurdu. Ali gözlerinden rahatsız olduğu halde
getirildi. Resulullah (s.a.v.) onun gözüne tükürdü ve sancağı ona verdi. Allah
da Hayber'in fethini ona müyesser kıldı.
3- Bir de;
“De ki: Gelin, bizim ve sizin çocuklarınızı çağıralım”
[559]
ayeti inince Resulullah (s.a.v.) Ali'yi, Fatma'yı ve Hasan ile Hüseyin'i çağırarak:
“Allah’ın! Benim ailem bunlardır” buyurdu.
[560]
Açıklama:
Ebu Turab, Hz. Ali'nin
lakabıdır. Emevi yöneticileri, Hz. Ali'ye söverken onun ismini kullanarak değil
de lakabını kullanarak küfretmİşlerdir. Hatta kendileri küfretmekle yetinmeyip
sahabileri, insanları, kısaca herkesi Hz. Ali'ye karşı sövmeleri için
zorluyorlardı. Metinde de görüldüğü üzere idarecilik yetkilerini kullanarak
bunu insanlara emrediyorlardı. Hz. Ali'ye sövmekten kaçınan kimselere çeşitli
şekillerde zorluklar çıkarmışlar, güçlerinin yettiğine de baskı yapmışlardır.
Kaçınanlara zulüm etmişlerdir. 2270 nolu hadis de buna bir örnektir.
2188- Sehl
b. Sa'd (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), Hayber'in fethi
günü:
“Bu sancağı öyle bir adama vereceğim ki, Allah onun
elinde Hayber'in fethini müyesser kılacak. O, Allah'ı ve Resulünü sever, Allah
ve Resulü de onu sever”
buyurdu.
Sehl der ki:
“Artık insanlar o gece
sancağı kime verecek diye konuşarak gecelediler. Sabahlayınca erkenden
Resulullah (s.a.v.)Jin yanına vardılar. Her biri sancağın kendisine verilmesini
umuyordu. Derken Resulullah (s.a.v.):
“Ali b. Ebi Tâlib nerede?” diye sordu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
O, gözlerinden rahatsızdır” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Hemen ona haber gönderin!” buyurdu. Bunun üzerine Ali Resulullah (s.a.v.)'e
getirildi. Resulullah (s.a.v.) onun gözlerine tükürdü ve ona iyileşmesi için
dua etti. Ali derhal düzeldi. Hattâ hiç ağrısı yokmuş gibi oldu. Resulullah (s.a.v.)
sancağı ona verdi. Ali;
“Ey Allah'ın resulü!
Onlarla, bizim gibi müslüman oluncaya kadar mı savaşacağım?” diye sordu.
Resulullah (s.a.v.):
“Ey Ali! Onların içine yavaşça gir. Tâ onların sahasına
in(ip ordugahını kurarsın, sonra da onları İslâm'a davet et! İslâm hususunda
üzerlerine vacip olan Allah'ın haklarını onlara haber ver. Allah'a yemin
ederim ki, senin sayende Allah'ın bir tek kişiye hidâyet vermesi, senin için
kırmızı develerin senin olmasından daha hayırlıdır” buyurdu.
[561]
2189- Yezîd
b. Hayyân'dan rivayst edilmiştir:
“Ben, Hus'ayn b. Sebrâ
ve Ömer b. Müslim, Zeyd b. Erkam'e gittik. Yanına oturduğumuz zaman Husayn,
ona:
“Ey Zeyd! Gerçekten
sen çok hayırla karşılaştın. Resulullah (s.a.v.)'i gördün, hadisini dinledin,
onunla beraber gazaya katıldın ve arkasında namaz kıldın. Ey Zeyd! Gerçekten
sen çok hayırla karşılaştın. Ey Zeyd! Bize, Resulullah (s.a.v.)'den
işittiklerini rivayet et!” dedi. Zeyd:
“Ey kardeşim oğlu!
Vallahi, yaşım geçti, vaktim ilerledi. Resulullah (s.a.v.)'den bellediklerimin
bazısını unuttum. Dolayısıyla size ne rivayet etmişsem kabul edin, neyi rivayet
etmemişsem onu benimle mükellef tutmayın!” dedi. Sonra şunu söyledi:
“Resulullah (s.a.v.)
bir gün Mekke ile Medine arasında “Humm” denilen bir suyun başında aramızda
hutbe okumak üzere ayağa kalktı. ilk önce Allah'a hamd etti, senada bulundu,
öğüt verip hatırlatma da bulundu. Sonra da:
“Bundan sonra; haberiniz olsun ki, ey insanlar! Ben
ancak bir insanım. Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim de ona icabet etmem
yakındır. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunların birincisi; içinde doğru yol ve nur
bulunan Kltabullah'dır. O halde Kitâbullah'ı alın ve ona sarılın!” buyurdu. Böylece insanları Allah'ın kitabına teşvik
edip gönülleri ona rağbet ettirdi. Sonra da:
“Bir de, Ehl-İ Beytimi bırakıyorum. Ehl-i beytim
hakkında size Allah'ı hatırlatırım! Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı
hatırlatırım! Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım!” buyurdu. Husayn, ona:
“Ey Zeyd! Resulullah (s.a.v.)'in
Ehl-i beyti kimlerdir? Kadınları, Ehl-i beytinden değil midir?” diye sordu.
Zeyd:
“Resulullah (s.a.v.)'in
kadınları, onun Ehl-i beytindendir. Fakat onun asıl Ehl-i beyti, Resulullah (s.a.v.)'den
sonra sadaka almaları haram olanlardır” diye cevap verdi. Husayn:
“Onlar kimlerdir?” diye
sordu. Zeyd:
“Onlar; Ali'nin ev
halkı, Akîl'in ev halkı, Cafer'in ev halkı ve Abbâs'ın ev halkıdır” dedi.
Husayn:
“Bunların hepsine
sadaka almak haram kılınmış mıdır?” diye sordu. Zeyd:
“Evet!” diye cevâp
verdi.
[562]
Açıklama:
Humm, Cuhfe'ye üç mil
mesafede bulunan bir meşe ağacıdır. Orada o meşe ağacına izafe edilen meşhur
bir göl vardır. O göle, “Gadiru Humm” denilir.)
2190-
Hehl b. Sa'd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Medine'ye Mervan
hanedanından bir kimse vali tâyin edilmişti. Bu kimse, Sehl b. Sa'd'ı çağırarak
Ali'ye sövmesini emretti. Sehl, buna razı olmadı. Vali, ona:
“Madem ki, Alî'ye
sövmeye razı olmuyorsun, hiç olmazsa “Allah, Ebû Turab'a lanet etsin” de!”
dedi. Bunun üzerine Sehl:
“Ali'nin Ebû Turab'dan
daha sevimli hiçbir ismi yoktur. Bu isimle çağrıldığı zaman gerçekten sevinirdi”
dedi. Bu defa vali:
“Bize onun kıssasını
haber ver! Ona, niçin Ebû Turab ismi verildi?” dedi. Sehl şunu söyledi:
“Resulullah (s.a.v.)
Fâtıma'nm evine gelmişti.
Ali'yi evde bulamamıştı. Fâtıma'ya:
“Amcan oğlu Ali
nerede?” diye sordu. Fâtıma:
“Aramızda tartışma
türü bir şey oldu. Benimle bozuştu. Bunun üzerine evden çıkıp gitti. Yanımda
öğle uykusuna yatmadı” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), bir kimseye:
“Bak! Şu Ali nerede?” buyurdu. Adam gidip baktı, sonra da geldi ve:
“Ey Allah'ın resulü!
Ali, mescitt uyuyor” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) mescide Ali'nin
yarıma geldi. Ali yan uzanmış, örtüsü bir tarafından sıyrılmış, vücudu toprağa
bulanmış bir vaziyetteydi. Resulullah (s.a.v.):
“Ebu Turab! Kalk, Ebu Turab! Kalk” diyerek onun bedeninden toprağı silkmeye başladı.
[563]
Açıklama:
Ebu Turab, “Toğrağin
babası” demektir.
2191- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) bir gece
uyuyamamıştı. Derken:
“Keşke bu gece sahabil erimden elverişli birisi beni
muhafaza etse!” buyurdu. Âişe der ki:
“Tam bu sırada bir silah sesi işittik.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“O kimdir?”
diye seslendi.
“Ey Allah'ın resulü!
Sa'd b. Ebi Vakkâs! Seni bekleyip muhafaza edeyim diye geldim” dedi.
Âişe:
“Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) uyudu, hatta biz
onun horlamasını işittik” dedi.
[564]
Açıklama:
Sa'd b. Ebi Vakkas,
ilk müslümanlardandır. müslüman olduğunda 17 yaşındaydı. Cennetle müjdelenmiş
sahabiler içerisinde yer almaktadır. Resulullah (s.a.v.)'in kendilerinden razı
olarak vefat ettiği altı kişilik şura heyeti üyelerinden biridir, Kufe'yi şehir
haline getiren Sa'd b, Ebi Vakkas olmuştur. Hicretin 55. yılında Medine dışında
Akik denilen yerde vefat etmiştir. Cenaze namazını Mervan kıldırmıştır. Vefat
ettiğinde sahih olan rivayete göre 80 yaşındaydı.
2192- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Uhud savaşı günü Sa'd için kendi babasını ve annesini birlikte anmıştır.
Sa'd der ki:
Müşriklerden bir kimse (o gün) müslümanlardan hayli can yakmıştı. Peygamber (s.a.v.),
Sa'd'a hitaben:
“Babam annem sana feda olsun, ok at!” dedi.
“Ben o müşrik için
aşağısına saplamak için demiri olmayan bir ok çekip fırlattım ve böğründen
isabet ettirdim. Hemen yere düştü, avret yeri açıldı. Düşmanının vurulması
sebebiyle Resulullah (s.a.v.) ferahlayıp gülümsedi. Hatta gülerken azı
dişlerini gördüm.”
[565]
2193- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
"Sa'd b. Ebi
Vakkâs hakkında Kur'an'dan bir çok ayet inmiştir:
1- Sa'd'ın
annesi, Sa'd İslam dininden dönmedikçe ebediyyen onunla konuşmayacağına ve
yiyip içmeyeceğine dair yemin edip:
“Sen, Allah'ın, sana;
annen ile babana iyilik vasiyyet ettiğini söylüyorsun. Ben senin annenim. Ben
de sana dini terk etmeni emrediyorum” dedi.
Sa'd (devamla) der kî:
“Annem üç gece
bekledi, Nihayet açlıktan bayıldı. Bunun üzerine Umare adında bir oğlu kalkıp
ona su içirdi. Annem Sa'd'a beddua etmeye başladı. Bunun üzerine Yüce Allah,
Kur'ân'daki şu âyeti indirdi:
“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye
etmişizdir. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi körü körüne bana
ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin..”
[566]
2- Sa'd der
ki:
“Resulullah (s.a.v.)
büyük bir ganimet almıştı. Bir de baktım ki, ganimetin içinde bir kılıç var!
Hemen onu alarak Resulullah (s.a.v.)'e getirdim ve ona:
“Bu kılıcı bana
bahşet! Ben hâlini bildiğin bir kimseyim” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Onu aldığın yere iade eti” buyurdu. Ben de gittim tam onu ganimet yerine koymak
istediğim sırada nefsim beni ayıpladı ve tekrar dönüp Resulullah (s.a.v.)'in
yanına gelip ona;
“Bunu bana ver!”
dedim. Resulullah (s.a.v.), bana sesini şiddetlendirerek:
“Onu aldığın yere koy!” buyurdu. Bunun üzerine Yüce Allah,
“Sana ganimetleri soruyorlar.”
[567]
ayetini indirdi.
3- Sa'd der
ki:
“Ben hastalanmıştım.
Peygamber (s.a.v.)e haber gönderdim. O da hemen yanıma geldi. Ona;
“Bana izin ver, malımı
dilediğim yere taksim edeyim” dedim. Resulullah (s.a.v.) buna razı olmadı. Ona:
“Öyleyse malımın
yarısını!” dedim. Buna da razı olmadı. Ona:
“Öyleyse üçte birini!”
dedim. Buna ses çıkarmadı. Artık bundan sonra malın üçte birini vasiyet etmek
caiz oldu.
4- Sa'd der
ki:
“Ensar ve
muhacirlerden oluşmuş birkaç kişinin yanına geldim. Bana:
“Gel seni doyuralım ve
sana içki içirelim' dediler. Bu mesele, içki haram kılınmazdan önce idi.
Onların yanına bir bostan içindeyken vardım. Bir de baktım ki, yanlarında
kızartılmış bir deve kellesi ve bir testi de içki var! Onlarla beraber yedim,
içtim. Derken onların yanında Ensar ile Muhacirlerden bahsedildi. Ben:
“Muhacirler, Ensar'dan
daha lıdır1 dedim. Bunun üzerine bir adam başımın iki çenesini yakaladı ve
bana o deve kellesiyle vurarak burnumu yaraladı. Hemen Resulullah (s.a.v.)'e
gelerek ona durumu haber verdim. Bunun üzerine Yüce Allah benim hakkımda
içkinin hükmünü indirdi.”
Açıklama:
“Şarab, kumar,
dikili taşlar ve oklar şeytan işi pis şeylerdir.”
[568]
2194- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Peygamber (s.a.v.)'le
birlikte altı kişiydik. Müşrikler, Peygamber (s.a.v.)'e:
“Biz yanına geldiğimiz
zaman şunları yanından kov, dolayısıyla bize karşı herhangi bir söz ve fiille
cüretkarlıkta bulunmasınlar” dediler.
Sa'd der ki:
“Ben, Abdullah İbn
Mes'ud, Huzeyl kabilesinden bir kimse, Bilal ve isimlerini söyleyemeyeceğim iki
kişi daha altı kişilik bir topluluk idik. Resulullah (s.a.v.)'in gönlüne
Allah'ın, düşmesini dilediği bir şey düşmüş ve kendi kendine konuşmuştu. İşte
bunun üzerine Yüce Allah,
“Sabah-akşam Rablerine sırf O'nun rızasını dileyerek
dua eden kimseleri yanından kovma.”
[569] ayetini
indirdi.
[570]
2195- Ebu
Osman'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
savaştığı şu günlerin bazısında Peygamber (s.a.v.)'in maiyetinde Talha ile
Sa'd b. Ebi Vakkâs'tan başka hiç kimse kalmadı.
[571]
Talha, İslam'ın ilk
dönemlerinde Ebu Bekr'in teşvikleri sonucu müslüman olmuştur. Medine'ye hicret
etti. Resulullah (s.a.v.) onu Ebu Eyyub el-Ensari ile kardeş yaptı. Bedir savaşı
hariç bütün gazalara katılmıştır. Cennetle müjdelenmiş sahabiler içerisinde yer
almaktadır.
Hicretin 36. yılında
Mervan tarafından öldürülmüştür, öldüğünde 60 yaşındaydı.
Zübeyr, ilk müslümanlardandır.
müslüman olduğunda 15 yaşındaydı. Daha küçük yaşta müslüman olduğunu
söyleyenler de vardır. Cennetle müjdelenen on kişi içerisinde yer almaktadır.
Hz. Ebu Bekr'in kızı Esma'yla evlendi.
Hicretin 36. yılında
Cemel vakasından vazgeçip yoldan dönüp gelirken bazı serserilerin saldırısı
üzerine öldürülmüştür. Öldürüldüğünde 66 yada 67 yaşında idi.
2196- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Hendek günü insanları cihada çağırdı. Zübeyr, bu çağrıya katıldı. Sonra
Resulullah (s.a.v.) insanları yine cihada çağırdı. Yine Zübeyr bu çağrıya
katıldı. Resulullah (s.a.v.) yine insanları cihada çağırdı. Zübeyr yine bu
çağrıya katıldı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Her peygamberin havarileri/yardımcıları vardır. Benim
havarim de, Zübeyrdir” buyrudu.[572]
2197-
Abdullah İbnu'z-Zübeyr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben ve Ömer b. Ebî
Seleme, küçük olduğumuz için Hendek savaşı günü, kadınlarla birlikte Hassan'ın
kalesinde idik. Bazen o bana belini eğiltip sırtına çıkarak dışarıya bakardım.
Bazen de ben ona belimi eğiltip sırtıma çıkarak o dışarıya bakardı. Babam
Zübeyr'i atının üzerinde silâhlı olarak Kureyza oğulları tarafına geçtiğinde
onu tanıyordum.
Abdullah b. Zübeyr der
ki: Ben bunu babama anlattım. Babam:
“Evladım! Beni gördün
mü?” dedi. Ben de:
“Evet!” dedim. Babam:
“Doğrusu Allah'ın
adına yemin ederim ki, o gün, Resulullah (s.a.v.) benim için kendi anne ve
babasını bir arada zikrederk:
“Babam ve annem sana feda olsun” buyurdu” dedi.[573]
2198- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Hıra dağının üzerinde Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha ve Zübeyr'le birlikte
buluduğu sırada o taştan ibaret olan Hıra dağı sallandı. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Sakin ol!
Senin üzerinde Peygamber'dcn yada Sıddîk'dan veya Şehid'den başka hiç
kimse yoktur” buyurdu.
[574]
2199-
Urve'den rivayet edilmiştir: Aişe, bana:
“Allah'a yemin ederim ki, senin iki baban yani baban
Zübeyr ile deden Ebu Bekr, “Kendilerine yara isabet ettikten sonra yine
Allah'ın ve Resulünün davetine icabet eden kimseler zümresindendir”
[575]
dedi.
[576]
2200- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Her ümmetin bir Emîn'i vardır. Ey Muhammed ümmeti!
Bizim Emîn'i-miz de, Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrâh'tır.”
[577]
Açıklama:
Ebu Ubeyde, bir günde
müslüman olan beş kişi arasındadır. Hz. Ebu Bekr'in teşvikiyle müslüman
olmuştur. Medine'ye hicret ettiğinde Sa'd b. Muaz'la kardeş yapılmıştı. Bu ümmetin
emini/ güvenilir kimsesi idi. Bedir ve daha sonraki gazalara katılmıştır. Amvas
olayı sırasında veba hastalığına yakalanarak sahih olan rivayete göre hicretin
18. yılında vefat etmiştir. Öldüğünde 58 yaşında idi.
2201-
Huzeyfe
(r.a)'tan rivayet edümiştir: “Necranlılar, Resulullah (s.a.v.)'e gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Bize Emin/güvenilir bir kimse gönder” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Size hakkıyla Emin ve hakkıyla da Emin bir kimse
muhakkak göndereceğim” buyurdu.
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
bu sözü üzerine sahabiler, bu yüce emin oima niteliğine mazhar olmak istediler.
Bunun için beklemeye başladılar. Nihayet Resulullah (s.a.v.), (onlara) Ebu
Ubeyde İbnu'l-Cerrâh'ı gönderdi.
[578]
Necran heyeti,
hicretin 9. yılında Yemen gelmişti. Bunlar geldiklerinde henüz Hıristiyan
idiler. müslüman olup memleketlerine dönecekleri zaman yurtlarına emin bir
emirin gönderilmesini Resulullah (s.a.v.)'den İstemişlerdi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.)'de onlara Ebu Ubeyde'yi göndermiştir.
2202- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.), torunu Hasan için:
“Allah’ın! Doğrusu ben onu seviyorum. Onu sen de sev
ve onu seveni sev” buyurdu.
[579]
Açıklama:
Hz. Hasan, Hz. Ali'nin
büyük oğludur. Seçkin, güzel, akıllı, vakarlı, cömert, övgüye layık, çokça hayır
işleyen, dindar, İtibarlı ve dedesine çok benzemekteydi.
Hasan, hicretin 3.
yılında Ramazan ayında doğmuştur. Hz. Peygamber'den 13 hadis rivayet etmiştir.
37 yaşında hilafete geçmiş, altı-yedi ay kadar Irak, Hicaz, Horasan, Yemen
taraflanna hükümran olduktan sonra bir barış anlaşması sonunda hilafet görevini
bırakarak Medine'ye çekilmiştir. Hicretin 49. yılında zehirlenerek Medine ölmüş
ve Baki' kabristanlığına defnedilmiştir,
Hz. Hüseyin ise, Hz,
Ali'nin küçük oğludur. Hicretin 4. yılında doğmuştur. Hz. Hasan hicretin 40
yılında zehirlenerek öldürülmüş, Hz. Hüseyin ise hicretin 61. yılında 54 yaşındayken
Kerbela'da Aşure günü şehid edilmiştir.
Hz. Hasan ile Hz,
Hüseyin, örnek alınacak ve yolu takip edilecek örnek imamlar ile raşid
önderlerdendir. ikisine de çok haksızlık yapılmıştır. Fakat onlar, her zaman
İslam'ın ve Resulullah (s.a.v.)'in izi sıra gitmişler ve bundan da hiç
vazgeçmemişlerdir.
2193- İyâs,
babası (Seleme)'den rivayet etmiştir:
“Ben, Peygamber (s.a.v.),
Hasan ve Hüseyin binmiş oldukları halde, ben, Resulullah (s.a.v.)'in gri
renkteki katırını(n ipinden tutup çekip götürdüm. Nihayet şu çocuk onun önünde
ve şu da onun arkasında olduğu halde onları Peygamber (s.a.v.)'in hücresine
götürdüm.”
[580]
2194- Hz. Âişe
(r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
bîr sabah üzerinde siyah yünden yapılmış nakışlı bir örtü olduğu halde mescidin
avlusuna çıkmıştı. Derken Ali'nin oğlu Hasan geldi. Peygamber (s.a.v.) onu bu
örtünün içine aldı. Sonra Hüseyin geldi. O da Hasan'ın yanına girdi. Sonra
Fatıma geldi. Peygamber (s.a.v.), onu da bu örtünün içine aldı. Sonra Ali'de
geldi. Onu da oraya soktu. Bu suretle hepsi örtünün içine girmiş oldu. Daha
sonra Peygamber (s.a.v.),
“Ey Ehl-i beyt! Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak
ister”
[581] ayetini okudu.
[582]
Açıklama:
Ehl-i beytin kimlerden
oluştuğunu görmek için 2269 nolu hadise bakabilirsiniz.
2195-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Zeyd b.
Hârise'yi, Kur'an'da,
“Onları babalarının adlarıyla çağırın. Bu, Allah
katında daha doğru bir harekettir”
[583] ayeti inene kadar hep “Muhammed'in oğlu Zeyd” diye
çağırırdık.”
[584]
2196-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) Rumlar
üzerine bir ordu göndermek istedi. Ordunun başına da Üsâme b. Zeyd'i komutan
tayin etti. Bazı insanlar, Üsâme'nin komutan olmasına itiraz ettiler. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.) ayağa kalkıp:
“Siz onun komutanlığına dil uzatıyorsanız, siz bundan
önce onun babasının komutan olmasına da dil uzatmıştınız. Allah hakkı için
Zeyd komutanlığa tamamıyla Iayıksa ve o bana insanların en sevimlilerinden
biri ise doğrusu Üsâme'de babasından sonra bana insanların en sevimlilerindendir” buyurdu.
[585]
Açıklama:
Mute harbinde,
Üsame'nin babası Zeyd b. Harise de şehit olmuştu. Peygamber (s.a.v.), bu
yenilginin intikamını almak için Rumlara karşı bir ordu hazırlayıp ordunun
başına da Zeyd'in oğlu Üsame'yi geçirmişti. Üsame, bu sırada 18 yaşındaydı.
Üsame'nin genç olması, azadlı bir kölenin olması ve sahabe içerisinde ondan
daha söz sahibi kimseler olması gibi nedenlerden dolayı bazı kimseler onun
komutan olmasına itiraz etmişlerdi. Resulullah (s.a.v.) bu sırada hasta idi. Hastalığı
devam edince ordunun hareketi de ertelendi. Resulullah (s.a.v.)'in vefatı
üzerine onun bu arzusunun Ebu Bekr yerine getirdi. Böylece Resulullah (s.a.v.)'in
en son ve Ebu Bekr'in ilk donattığı ordu işte bu Üsame ordusu oldu.”
2197-
Abdullah b. Ebi Müleyke'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah b. Cafer,
bir defasında maziyi anarak Abdullah İbn Zübeyr'e:
“Ben, sen ve Abdullah İbn
Abbâs beraberce Resulullah (s.a.v.)'î karşıladığımız zamanı hatırlar mısın?”
dedi. Abdullah İbn Zübeyr:
“Evet, hatırlarım.
Resulullah (s.a.v.), benim ile Abdullah İbn Abbâs'ı terkisine almıştı da seni
de almamıştı” dedi.[586]
2198-
Abdullah b. Cafer (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir seferden geldiği zaman Ehl-i beytinin çocukları tarafından karşılanırdı.
Bir defasında yine bir seferden geldi. Ben onun önüne geçirildim. Resulullah (s.a.v.)'de
beni önüne bindirdi. Sonra Fatıma'nın iki oğlunun biri de getirildi.
Resulullah (s.a.v.) onu da terkisine bindirdi. Bu suretle bir hayvan üzerinde
üç kişi olduğumuz halde Medine'ye dahil edildik.”
[587]
2199- Hz.
Ali (r.a)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Kendi zamanındaki kadınların en hayırlısı, İmran'ın
kızı Meryem'dir. Kendi zamanındaki kadınların en hayırlısı da Huveylid'in kızı
Hatice'dir” buyururken işittim.
[588]
Açıklama:
Hz. Hatice'nin soyu ile
Resulullah (s.a.v.)'in soyu, Kusayy'da birleşir. Resulullah (s.a.v.)'in
hanımlarının nesep yönünden kendisine en yakın olanı Hz. Hatice'dir. Resulullah
(s.a.v.)'in Hatice'yle olan evliliği 24 yıl sürmüştür. Resulullah (s.a.v.)'in,
İbrahim'den başka bütün çocukları Hatice'den doğmuştur.
2200- Ebu
Musa (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah şöyle buyurmaktadır:
“Erkeklerden kemale erenler çoktur. Kadınlardan ise
Meryem bint. İmran ile Firavun'un hanımı Asiye'den baka kemale eren yoktur.
Kadınlar üzerine Aişe'nin üstünlüğü, tiridin diğer yiyecekler üzerine
üstünlüğü gibidir.”
[589]
Açıklama:
Firavunun hanımı
Asiye, Musa'nın hayatta kalmasına vesile olmuş, sonradan Musa'ya iman etmiş ve
Musa gibi Firavun'un zulmüne uğramış, onun işkenceleri altında hayatını
kaybetmiştir.
Meryem de namusunu ve
iffetini muhafaza etme hususunda kale kadar sağlam bir iradeye ve ruha sahipti.
Cebrail'in ona ruh üfürmek suretiyle hamile kalmış ve hamilelikten İsa (a.s)
dünyaya gelmiştir.
Bazı alimler, Asiye
ile Meryem ile ilgili naslan delil getirerek bunların peygamber olduğunu ileri
sürmüşlerdir. İmam Eş’ari, kadın peygamberlerin sayısını altıya çıkarmıştır ki
bunlar; Havva, Sare, Hacer, Musa'nın annesi, Asiye ve Meryem’dir. Çoğunluğa
göre ise kadınlardan pengamber gelen olmamıştır.
2201- Ebu
Hureyre (r.a)'dan rivayet edilmiştir: “Cebrail, Peygamber (s.a.v.)'e gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
İşte Hatice! Sana doğru yönelmiş gelmektedir. Beraberinde bir kap vardır ki,
içinde katık yada yiyecek veya içecek vardır. Sana geldiği zaman ona Rabbi'nden
ve benden selam söyle. Ayrıca ona, cennette inciden yapılmış bir köşkü de
müjdele. O evde, ne gürültü olacak ve ne de sıkıntı!” dedi.
[590]
2202- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Hatice'yi
kıskandığım kadar hiçbir kadını kıskanmamışımdır. Halbuki Hatice, Resulullah (s.a.v.)'in
benimle evlenmesinden üç yıl önce vefat etmişti. Onu kıskanmamın nedeni,
Resulullah (s.a.v.)'in ondan sık sık bahsetmesini işitiyor olmamdır. Doğrusu
Yüce Rabbi, Peygamber'e;
“Hatice'yi cennette
inciden yapılmış bir köşkle müjdelemesini emretmiştir. Şu da var ki, Resulullah
(s.a.v.) bazen koyun keserdi, sonra da o koyunun etini Hatice'nin
yakınlarına/samimi dostlarına hediye ederdi.”
[591]
2203- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.), Hatice vefa edinceye kadar onun
üzerine evlenmedi.”
2204- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Hatice'nin kızkardeşİ
Hale bint. Huveylid, Resulullah (s.a.v.)'in yanına girmek için istemişti. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.), Hatice'nin izin istemesini hatırladı. Bundan
memnunluk duyarak:
“Allah’ın! Huveylid'in kızı Hale!” buyurdu.
Bunun üzerine ben
kıskandım ve ona:
“Allah sana onun yerine ondan daha hayırlısını
vermişken, bir zaman önce ölmüş Kureyş'in kocakarılarından çenelerinin içi
kırmızı bir kocakarıyı ne anıp duruyorsun!” dedim.
[592]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.),
Haie'nin sesini işitince, onu, Hatice'nin sesine benzeterek sevincinden
titreyerek: “İşte Hale” demiştir.
Hz. Aişe'nin “Kocakarı”
ifasesiyle kastettiği kişi, Hz. Hatice'dir. Resulullah (s.a.v.)'in Hz. Âişe'nin
bu sert cevabına cevap vermeyişi, bu tür kıskançlığın kadınların tabiatında
olduğunu bildiği için azabı gerektirmediğinden dolayı ona bir şey dememiştir.
2205- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bana üç gece rüyamda göster/ildin. Melek, senin suretini
bana ipekli beyaz bir kumaş parçası içerisinde getirip:
“Bu resmin sahibi, senin müstakbel eşindir” dedi. Nihayet ben senin yüzünü açınca baktım ki, o
suret sendin. Meleğin o sözü üzerine ben:
“Eğer şu rüyam
bana Allah tarafından
gösterilmişse Allah kendi takdirini yerine getirir” dedim.
[593]
Açıklama:
Hz. Âişe, Ebu Bekr'in
kızıdır. Annesi, Ümmü Ruman bint. Amr'dır. Hz. Aişe, keskin bir zekaya, ince
anlayışlılığı ve bir de ilmî kudretinin üstünlüğüdür. Peygamber (s.a.v.)'in
vefatından sonra sahabiler bir mesele hakkında tereddüt ettiklerinde Âişe'ye
başvururlardı, Aişe'de onlann bu meselelerini gözerdi.
2206- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), bana:
“Ben senin benden razı olduğun ve bana öfkeli
bulunduğun zamanı iyi bilirim”
buyurdu. Ben:
“Bunu nerden biliyorsun?” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Benden razı isen: “Hayır, Muhammed'in Rabbi hakkı
için” diyorsun. Eğer Öfkeliysen: 'Hayır, ibrahim'in Rabbi hakkı için” diyorsun” buyurdu. Ben:
“Evet! Vallahi, ey Allah'ın resulü! Doğru söylüyorsun.
Fakat ben, dargın olduğum zaman
zatından ve sevginden değil sadece isminden uzaklaşıyorum” dedim.
[594]
2207- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Âişe, Resulullah (s.a.v.)'in
yanında kızlarla oynardı.
Âişe der kî:
“Arkadaşlarım bana gelirlerdi, fakat Resulullah (s.a.v.)'den
utanıp çekinirlerdi. Resulullah (s.a.v.)'de onları bana gönderirdi.”
[595]
2208- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“İnsanlar,
hediyelerini Âişe'nin (nöbet) gününe denk getirmeye çalışırlar, bununla
Resulullah (s.a.v.)'i memnun etmek isterlerdi.”
[596]
2209- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
hanımları, Resulullah (s.a.v.)'in kızı Fâtima'yı Resulullah (s.a.v.)'e
gönderdiler. O, Resulullah (s.a.v.)'in yanına girmek için izin istedi. Bu
sırada Resulullah (s.a.v.) benimle beraber örtünün altında uzanmıştı.
Resulullah (s.a.v.) ona izin verdi. Fâtıma:
“Ey Allah'ın resulü!
Hanımların beni sana gönderdiler. Senden,
Ebû Kuhafe'nin oğlunun kızı hakkında adalet istiyorlar” dedi. Ben
susuyordum. Resulullah (s.a.v.) ona:
“Ey kızcağızım! Sen benim sevdiğimi sevmez misin?” dedi. Fâtıma:
“Evet, severim” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“O halde Aişe'yi sev!” buyurdu.
Açıklama:
Fâtıma, Resulullah (s.a.v.)'den
bunu işitince kalktı ve Peygamber (s.a.v.)'in hanımlarının yanına dönerek
onlara kendisinin Resulullah (s.a.v.)'e söylediğini ve Resulullah (s.a.v.)'in
kendisine söylediği sözü haber verdi. Onlar, Fatıma'ya:
“Bize hiç bir şey
yaptığını görmüyoruz. Hemen Resulullah (s.a.v.)'e geri dön ve ona: “Gerçekten hanımların Ebû Kuhafe'nin oğlunun
kızı hakkında senden adalet istiyorlar” de!” dediler. Fâtıma:
“Allah'ın adına yemin
ederim ki, Âişe hakkında ben Resulullah (s.a.v.)'e ebediyyen söz söyleyemem”
dedi.
Aişe der ki:
“Bunun üzerinePeygamber (s.a.v.)'in hanımları,
Resulullah (s.a.v.)'in hanımı Zeyneb bint. Cahş'i Peygamber (s.a.v.)'e
gönderdiler. Zeyneb, Resulullah (s.a.v.)'in yanında diğer kadınlara nispetle
mertebe bakımından onlardan bana denk denk/rakip bir kadındı. Din hususunda
Zeyneb'ten daha hayırh hiç bir kadın görmedim. Allah'tan onun kadar korkan,
onun kadar doğru söyleyen, onun kadar akrabalık bağına önem veren, ondan çok
sadaka veren, verdiği sadakada nefsini onun kadar horlayıp o amelle Yüce
Allah'a yakınlık gösteren yoktu. Ancak mizacmdaki hiddetten kaynaklanan bir
kükremesi vardı ki, ondan da çabuk dönerdi.Zeyneb, Resulullah (s.a.v.)'in yanına
girmek için izin istedi. Resulullah (s.a.v.) ise Aişe ile beraber onun
örtüsünün altında Fâtıme'nin girdiği zamanki halde bulunuyordu. Resulullah (s.a.v.)
ona da izin verdi.” Zeyneb:
“Ey Allah'ın
resulü! Hanımları beni
sana gönderdiler. Ebû
Kuhafe'nin (oğlunun) kızı hakkında senden adalet istiyorlar' dedi. Sonra
da benim aleyhime atıp tuttu ve hakkımdaki sözü uzattı. Ben, Resulullah (s.a.v.)
gözetiyor, bana onun hakkında konuşmaya izin verecek mi diye gözüne bakıyordum.
Zeyneb konuşmasına devam etti. Nihayet Resulullah (s.a.v.) benim kendimi
savunmama bir şey demeyeceğini anladım. Zeyneb'e atıp tutmaya başlayınca, ona
yaptığım hücumda kendisine aman vermedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.)
gülümseyerek:
“Bu, Ebû Bekrin kızıdır!” buyurdu.
[597]
Açıklama: Resulullah
(s.a.v.)'in hanımları, Resulullah (s.a.v.)'den sevgi ve kalb muhabbeti konusunda
adalet istiyorlardı. Çünkü Resulullah (s.a.v.)'in, Aişe'ye karşı hepsinden
fazla bir sevgisi vardı. Alimler, kadınlar arasında sevgi konusunda adaletli
olmanın ve eşit davranmanın lazım gelmediği hususunda ittifak etmişlerdir.
Resulullah (s.a.v.)’in
dokuz hanımı vardı. Bunların evleri ayrı ayrı İdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) her
gece sırayla birinin yanında kalırdı. Yaşlı olanlardan sırasını Aişe'ye veren
vardı. Bu sebeple Resulullah (s.a.v.) Aişe'nin yanında daha fazla kalıyordu.
Sahabiler de Resulullah (s.a.v.)'e Aişe'yi daha çok sevdiğini bildikleri için
Aişe'nin yanında kaldığı günü bekleyerek o günde Peygamber (s.a.v.)'e
hediyelerini veriyorlardı.
Ayrıca Resulullah (s.a.v.)'e
vahiy sadece Aişe'nin yatağında olduğunda iniyordu. Diğer hanımlanyla birlikte
olduğunda vahiy hiç inmemişti.
[598]
Bundan dolayı da Aişe'ye olan ilgisi daha fazlaydı.
2210- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) vefat
ettiği hastalığı sırasında Aişe'nin nöbet gününün gecikmesinden dolayı onu
araştırıp:
“Bugün benrfieredeyim! Yarın kimin yanında olacağım!” derdi.
“Nöbet gününü gelince,
Allah, onun ruhunu benim ciğerim ile boğazım arasında aldı.”
[599]
2211- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'i,
vefatından önce göğsüne dayalı olduğu halde kulak verdiğinde:
“Allah’ın! Beni bağışla! Bana merhamet eyle ve beni
Refik'e peygamberler/melekler topluluğuna ilhak eyle” buyururken
işittim.
[600]
2212-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah
(s.a.v.) sağlıklı iken:
“Hiç bir Peygamber kendisine cennetteki yeri
gösterilip sonra muhayyer bırakılmadıkça ruhu kabzedilmemiştir” buyururdu.
Âişe der ki:
“Resulullah (s.a.v.)'in
vefatı yaklaşınca başı benim dizimin üzerinde olduğu halde bir müddet bayıldı.
Sonra ayıldı. Gözünü tavana dikti. Sonra da:
“Allah’ın! Refik-i Â'layı isterim!” buyurdu.
Âişe der ki:
“Şu halde Resulullah (s.a.v.) bizi tercih etmiyor” dedim. Yine Âişe:
“Anladım ki, bize sıhhatlıyken söylediği:
Hiç bir Peygamber cennetteki yerini görüp sonra
muhayyer bırakılmadıkça ruhu kabzolunmamıştır” sözü, sahihmiş” dedi.
Âişe:
“Bu, Resulullah (s.a.v.)'in söylediği son söz, “Allah’ın!
Refîk-ı Â'layı isterim!” oldu.”
[601]
2213- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
sefere çıktığı zaman kadınları arasında kur'a çekerdi. Bir defa kur'a Âişe ile
Hafsa'ya düştü. Bundan dolayı ikisi birden Resulullah (s.a.v.)'le beraber
sefere çıktılar. Resulullah (s.a.v.) gece olduğunda Âişe'yle birlikte yürür,
onunla konuşurdu. Derken Hafsa, Âişe'ye:
“Bu gece benim deveme binmez misin? Ben de senin
devene bineyim. Sen de gör, ben de göreyim” dedi. Âişe:
“Tamam!”
diye cevap verdi. Hafsa'nın devesine bindi. Hafsa da Aişe'nin devesine bindi.
Az sonra Resulullah (s.a.v.) Aişe'nin devesine geldi. Üzerinde Hafsa vardı.
Selâm verdi, sonra onunca birlikte yürüdü. Nihayet bir yere indiler. Âişe,
Resulullah (s.a.v.)'i aradı ve kıskandı konağa indikleri zaman ayaklarını izhır
otlarının içine koyup:
“Rabbim! Bana bir akreb veya yılan musallat et de beni
soksun. Ben, Resulullah (s.a.v.)'e bir şey söylemeye güç yetiremeyeyim” demeye başladı.
[602]
Açıklama:
İzhır, kokulu bir ot
olup İçerisinde çoğunlukla zehirli hayvanlar ve haşereler olur.
2214- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Aişe'nin kadınlara üstünlüğü, tirit yemeğinin diğer
yemeklere olan üstünlüğü gibidir”
buyururken işittim.
[603]
2215-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz, Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir;
Resulullah (s.a.v.):
“Ey Âişe! Bu yanımdaki Cebrail'dir. O, sana selam
ediyor” buyurdu. Ben de:
“Ve alehi's-Selâm ve Rahmetullah” Selam ve Allah'ın rahmeti,
onun üzerine de olsun” diye karşılık
verdim.
Âişe, Resulullah'ı
kastederek:
“O, benim göremediğim (Cebrail'i) görüyordu” dedi.
[604]
2216- Hz. Aişe
(r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bir zamanlar onbir
kadın bir yerde oturup kocalarının durumlarından hiçbir şey saklamayıp
birbirlerine anlatacaklarına dair aralarında sözleşmişlerdi. Bunlardan;
“Benim kocam, sarp dağ
başında arık bir deve etidir. Kolay değil ki, çıkılsm, semiz değil ki insanlar
tarafından evlerine taşınsın!” dedi.
“Kocamın halini açığa
çıkarıp yayamam. Çünkü korkarım. Onun hallerini bitirmeden bırakamam. Onun
fenalıklarını sayacak olursam gizli-açık her halini sayıp dökmek zorunda
kalacağım. Bu ise imkansızdır” dedi.
“Benim kocam, aklı kıt
bir insandır. Konuşursam boşanırım, susarsam kocamdan uzak düşerim” dedi.
“Kocam, Necid çölünün
gece hayatı gibidir. Ne sıcaktır, ne soğuk olup mutedil huyda bir kimsedir.
Ondan ne korkulur ve ne de bıkılır!” dedi.
“Kocam içeri girerse
avdan gelen pars gibi olup koynumda mışıl mışıl uyur. Dışarı çıkarsa arslan
kesilir. Evdeki masrafı sormaz” dedi.
“Kocam oburdur. Yemek
yerse silip düpürür, içerse su kabını kurutur, yatarsa yorganına sarınır,
hüznümü gidermek için elini elbiseme bile sokmaz!” dedi.
“Kocam, tohumsuzdur
yada işinin bilmeyen ahmak bir kimsedir. Ahmaklığından işleri üzerine
yığılmıştır. Her dert onu bulur. Ya başını yarar, ya kolunu kırar, yada ikisini
birden yapar!” dedi.
“Kocamın kokusu,
zaferan gibi hoş kokar. Teni de, tavşana dokunur gibi yumuşaktır!” dedi.
“Kocamın evi yüksek
direklidir, kılıcının kını uzundur, ocağının külü çoktur, evi de İnsanların
toplantı yerine yakın bir kimsedir” dedi. Yani kocamın evi harikadır, kendisi
uzun boyludur, evi misafir kabul edilecek bir yerdedir.
“Kocam, Mâlik'dir. Hem
ne kadar Mâlik! Mâlik bundan çok daha hayırlıdır. Onun bir çok devesi vardır.
Onların çökecek geniş yerleri vardır. Yaylım yerleri azdır. Ud sesini
işittiklerinde boğazlanacaklarını anlarlardı” dedi.
“Kocam Ebû Zer'dir.
Kocam Ebû Zerr, iyi huylu bir kimsedir! Zinerten kulaklarımı şakırdattı. Bazularımı
tombullaştırdı. Beni sevindirdi. Benim de gönlüm ferah oldu. Beni “Şık” denilen
dağ başında küçük bir koyun sürücüğü olan bir kabile içerisinde buldu. Sonra
beni atları kişner, develeri böğürür, ekinleri sürülüp daneler samanından
ayrılı, müreffeh bir aileye kattı. Onun yanında ne konuşsam red olunmam. Uyurum,
sabah olunca da uyurum. Bol bol süt içerim, artık içecek halim kalmaz.
Ebû Zer'in annesine
gelince; Ebû Zer annesi iyi huylu bir kadındır! Ambarlan büyük, evi geniş...
Ebû Zer'in oğluna gelince;
Ebû Zer'in oğlu, iyi huylu bir kimsedir! Yatağı soyulmuş hurma lifi gibi. Onu,
ancak bir kuzunun budu doyurur.
Ebû Zer'in kızına
gelince; Ebû Zerin kızı, iyi bir huylu kızdır! Annesine ve babasına
itaatkardır. O dilber kızın vücudu, elbiseni doldurur. Güzelliği, akranlarının
kıskançlığına sebep olur.
Ebû Zer'in cariyesine
gelince; Ebû Zer'in cariyesi, sadakatli bir cariyedir! Aile sırlarımızı
ortalığa yaymaz. Evmİzin azığını döküp saçmaz. Evimizi de kuş yuvasına
çevirmez, temiz tutar.
Tulumlarımızda süt
çalkalanırken Ebû Zer çıkıp gitti. Yolda bir kadına rastiadı. Kadının yanında
pars gibi çevik iki çocuğu vardı. Bu iki çocuk, kadının böğrünün altındaki
memeleriyle oynuyorlardı. Kocam bu kadını sevmiş, bu sebeple hemen beni boşayıp
onunla evlendi. Ben de ondan sonra eşraftan bir adamla evlendim. Yürüyüşü iyi
olan ata biner. Eline “Hattı' türü mızrak alır. Evime birçok deve getirir. Bana
her hayvandan bir çift verip:
“Ey Ümmü Zer! Akrabana
da ver!” derdi. Ama onun bana verdiği her şeyi toplasam Ebû Zer'in kaplarının
en küçüğünü bile doldurmaz” dedi.
[605]
2217- Misver
b. Mahreme (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i minberde:
“Hişâm b. Muğîre oğulları, kızlarını, Ali b. Ebi Talib'e
nikahlamak için benden izin istediler. Ben onlara izin vermiyorum. Tekrar
ediyorum, onlara izin vermiyorum. Ancak Ebu Talib'in oğlu Ali, benim kızımı
boşayıp onların kızıyla evlenmek isterse o başka. Çünkü kızım, benden bir
parçadır. Onu rahatsız eden şey, beni de rahatsız eder ve onu üzen şey beni de
üzer” buyururken işittim.
[606]
Açıklama:
Hz. Ali'nin dünürlük
yaptığı kadın, Ebu Cehlin kızı Cüveyriye'dir. İsminin Cemile olduğunu
söyleyenler de vardır. Bu kadın, aslında İyi bir müslüman olmuştu.
Fakat Resulullah (s.a.v.),
kızı Fatıma'nın annesini ve kız kardeşlerini kaybettikten sonra hayatta yalnız
kaldığını bildiği için kadınların yaradılışında bulunan kıskançlık duygusunun
da ilavesiyle üzüntüsünün son haddine varacağını ve etrafında derdini dökebileceği
bir kimsesi de olmadığı için bunalıma sürükleneceği ve dolayısıyla dinî yönden
büyük bire tehlikeyle karşı karşıya kalacağını düşünerek kızı Fatıma hakkında
endişeleniyordu. Bu endişesini, bir hutbesinde dile getirdi. Hz. Ali, Ebu Cehl'in
kızına dünürlük yaparken,
“Size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın”
[607]
ayetinin genel hükmüne sarılmıştı. Fakat Resulullah (s.a.v.j'in bunu hoş
karşılamadığını anlayınca, hemen vazgeçti.
Hz. Peygamber {s.a.v.j'in,
kendi kızı ile Ebu Cehl'in kızının bir nikâh altında toplanmalarını iki
sebepten dolayı yasaklamıştır: Birincisi; bu nikâhın Hz. Fatıma'ya eziyet
vermesidir. Bu durumda Hz. Peygamber 'in kendisi de eziyet duyacak ve buna
sebep olan Hz. Ali ile Hz. Faîima'ya karşı beslediği şefkatten dolayı bu
evlenme teşebbüsüne engel olmuştur.
ikincisi ise;
kıskançlık dolayısıyla Hz. Fatıma'nın fitneye düşeceğinden korkmasıdır.
Bazı alimler: “Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in maksadı, Ebu Cehl'in kızı ile Hz. Fatıma'nın bir nikâh
altında toplanmalarını yasaklamak değildir. Sadece Allah'ın lütfuyla bunların
bir araya gelemeyeceklerini bildirmiştir” demişlerdir. Çünkü bir rivayette
geçen, “Ben ne helali haram ve ne de haramı helal kılarım” sözü de; Ebu
Cehl'in kızının Hz. Ali'ye aslında helal olduğunu bildirmektedir.
Yine Yüce Allah, Hz.
Peygamber (s.a.v.)in kızı ile Allah düşmanı bir kimsenin kızının
birleşmesini daha önce
haram kılmış olması ve Resulullah (s.a.v.j'in, "Vallahi, Allah resuuun
kızı, Allah düşmanının kızı ile bir erkeğin (Nikâhı) altında kesinlikle bir va
gelmez" sözüyle; Allah'ın bir yasağını haber vermek istemiş olması da
mümkündür.
Bu takdirde ResuluIIah
(s.a.v.)'in kızının, aduvvullah (Allah'ın düşmanmjın kızıyla bir nikâh altında
birleştirilmesi konusu haram olan nikâhlar içerisine girer.
[608]
Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
Hz. Ali'nin evliliğine, Ebu'I-Âs olayını hatırlatması; Hz. Ali'nin de, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e, Fatıma'nın üzerine bir başkasıyla evlenmeyeceğine dair
söz verdiği intibaını güçlendirmektedir. Dolayısıyla da Hz. Ali'den bu sözüne bağlı
kalmasını yada kızını boşaması gerektiğini belirtmektedir.
Başka bir rivayette
Hz. Peygamber (s.a.v..y)'in, konuşma sırasında Ebul-As meselesini, Ali'ye örnek
olarak vermektedir. Çünkü Ebu'l-As, Zeyneb üzerine ikinci bir kadınla evlenmeyeceğine
söz vermiş ve bu sö2üne hep sadakat göstermiş, aynca müslüman olmadan önce de müslüman
olduktan sonra da Zeyneb'e daima iyilik etmiş, onu hiç üzmemiştir.
2218- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber ölüm
döşeğinde iken Peygamber (s.a.v.)'in hanımları, onun yanında idiler. Onlardan
hiçbirini terk etmemişti. Derken Fatıma yürüyerek geldi. Yürüyüşü, Resulullah
(s.a.v.)'in yürüyüşünden farklı değildi.
Resulullah (s.a.v.),
Fatıma'yı görünce, onu hoşça karşılayıp:
“Merhaba! Kızım” buyurdu.
Sonra onu sağına yada
soluna oturttu. Sonra ona, bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Fatıma aşın
derecede ağladı. Onun ağlamasını görünce, yanına çağırıp ikinci defa ona bir
şeyler fısıldadı. Bu defa Fatıma güldü.
Fatıma'ya:
“Resulullah (s.a.v.)
kadınların arasından sır söylemek için seni seçti. Sonra da sen ağlıyorsun?”
dedim.
Resulullah (s.a.v.),
yanımızdan kalktığı zaman Fatıma'ya:
“Resulullah (s.a.v.),
sana ne söyledi?” diye sordum. Fatıma:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'in
sırrını açığa çıkaramam!” dedi. Resulullah (s.a.v.) vefat edince, Fatıma'ya:
“Senin üzerinde olan
hakkım namına yemin ediyorum ki, bana, Resulullah (s.a.v.)'in sana ne
söylediğini söyle!” dedim. Fatıma:
“İşte şimdi olur.
Evet! Birinci defa bana fısıldadığında Cebrail'in her sene kendisine bir yada iki
defa Kur’an-ı arzettiğini, bu
kez ise
iki defa arzettiğini haber verip:
“Ben, ecelimin yaklaştığını görüyorum. Allah'tan kork!
Sabret! Çünkü ben, senin için ne iyi öncüyüm!” buyurdu.
Ben de gördüğün
şekilde ağladım. Benim ağladığımı görünce, bana tekrar fısıldayıp:
“Ey Fatıma! Müminlerin kadınlarının hanımefendisi yada
bu ümmetin kadınlarının hanım efendisi olmak istemez misin!” buyurdu.
“Ben de gördüğün
şekilde güldüm”dedi.
[609]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
7 çocuğu vardı. Bunlardan 3'ü erkek idi. Bunlar;
a- Kasım.
b- Abdullah.
c-
İbrahim'dir. 4 tanede kızı vardı. Bunlar ise;
a- Rukiyye.
b- Zeynep.
c- Ümmü Gülsüm.
d- Fahma'dır.
Hz. Fatıma, Resulullah
(s.a.v.)'in peygamberlikle görevlendirilmesinden kısa bir müddet önce dünyaya
gelmiştir. Hicretin 2. yılında Bedir savaşından önce Hz. Ali'ye evlenmiştir.
Fakat gerdeğe, Uhud savaşından sonra girmiştir. Hz. Fatıma; Hasan, Hüseyin,
Ümmü Gülsüm ve Zeynep adlı çocuklan dünyaya gelmiştir. Evlendiğinde 15 yaşında
idi.
Resulullah (s.a.v.)'in
diğer kızları, Resulullah (s.a.v.) daha hayattayken ölmüşken, Hz. Fatıma,
Resulullah (s.a.v.) 'den sonra ölmüştür. Resulullah (s.a.v.)'in soyu, Hz.
Fatıma'nın çocuklan yoluyla devam etmiştir. Çünkü Rukiyye'den doğan Abdullah
küçükken ölmüş, Ümmü Gülsüm'ün çocuğu olmamış, Zeynep'den doğan Ali küçükken ölmüş
ve oğlu Umâme'nin de çocuğu olmamıştır.
Resulullah (s.a.v.),
Hz. Fatıma'yı çok sever, çok ikramda bulunur ve onunla hoşnut olurdu.
Hz. Fatıma, çok
sabırlı olduğu sürece dindar, değişik üstünlüklere sahip, kendisini kötülüklerden
sürekli koruyan, kanaatkar ve Allah'a çokça şükreden bir kadın idi. Hatta Hz.
Ali, Ebu Cehil'in kızı Ümmü Cemile'yi onun üzerine kuma olarak getirmek
istediğinde, Resulullah {s.a.v.) buna razı olmamıştı. Yalnız Ebu Cehil'in
kızının isminin ne olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır.
Hz. Fatıma'da,
babasına çok düşkündü. Hatta Resulullah (s.a.v.)'in hastalığı sırasında
babasının ölecek olması nedeniyle ağlamıştı. Ardından Resulullah (s.a.v.)'in
aile çevresi içinde kendisine ilk kavuşacak kişinin kendisi olduğunu ve onun,
bu ümmetin hanımlarının efendisi olduğunu haber vermesi üzerine gülmüş ve
sevinmiştir.
Hz. Fatıma, Resulullah
(s.a.v.)'in ölümünden 5 ay veya buna yakın bir müddet sonra ölmüştür. 24 yada
25 yıl yaşamıştır.
2219- Üsâme
b. Zeyd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Cebrail (a.s),
Aİlah'm peygamberi (s.a.v.)'in yanına sahabeden Dıhye'nin suretinde gelmişti.
Bu sırada Peygamber (s.a.v.)'in yanında hanımlarından Ümmü Seleme bulunuyordu.
Resulullah (s.a.v.) Cebrail'le konuşmaya başladı. Sonra Cebrail kalkıp gitti.
Bunun üzerine Allah'ın peygamberi (s.a.v.), Ümmü Seleme'ye:
“Bu kimdir?” diye
sordu. Yada kendi dediği gibi bir soru sordu. Ümmü Seleme:
“Bu, Dıhye'dir” dedi.
Daha sonra Ümmü Seleme şöyle der ki:
“Allah'a yemin ederim
ki, Nihayet Allah'ın peygamberi (s.a.v.)'in bizim bu haberimizi ve Cebrail'den
aldığı vahyi bildiren hutbesini İşitİnceye kadar doğrusu ben Cebrail'i, ancak
Dıhye sanmıştım.
“Ravi der ki: Yada
Ümmü Seleme buna benzer bir söz söyledi.”
[610]
Açıklama:
Ümmü Seleme,
Habeşistan'a ilk hicret edenlerdendi. Kocası Ebu Seleme, orada vefat etti.
Resulullah (s.a.v.) onunla evlenmek suretiyle onu teselli etti.
Dıhye, Bedir ve diğer
gazvelere katılmış sahabilerin en güzellerindendi. İslam'a davet için komşu
ülkelere elçiler gönderildiğinde Dihye'de Bizans kayserine gönderilmişti.
Cebrail, işte bu sahabenin suretinde Resulullah (s.a.v.)'e gelirdi.
2220-
Müminlerin annesi Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.),
hanımlarına hitaben:
“Sîzin ölümümden sonra bana en çabuk kavuşacak
olanınız, eli uzun olanımzdır'”
buyurdu.
Aişe der ki:
“Bu söz üzerine
Resulullah (s.a.v.)'in hanımları, hangisinin eli daha uzundur diye kollarını
uzadıp ölçmeye başladılar.
Yine Aişe der ki:
“İçimizde Zeyneb bint. Cahş, en uzun kollu idi. Çünkü
o, kendi el emeğiyle çalışır ve kazandığım da sadaka olarak fakirlere verirdi.”
[611]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
hanımlarından ilk vefat eden, Zeyneb bint. Cahş oldu. Zeyneb gerçekten eli
açık ve cömert bir kimseydi. Dolayısıyla Resulullah (s.a.v.) burada kinayeli
bir söz söyleyerek bununla Zeyneb'i kastetmiştir. Resulullah (s.a.v.)'in
hanımları, bu gerçeği, ancak Zeyneb vefat ettikten sonra anlamışlardır.
2221- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Ümmü Eymen'in yanına gitti. Resulullah (s.a.v.)'Ie birlikte ben de gittim. Ümmü
Eymen, Resulullah (s.a.v.)'e, içierisinde şerbet bulunan bir kap verdi. Bu,
Resulullah (s.a.v.)'in oruçlu olduğu güne mi rastladı, yoksa o şerbeti arzu mu
etmedi bilmiyorum. Derken Ümmü Eymen, Resulullah (s.a.v.)'e bağırıp çağırmaya
ve atıp tutmaya başladı.”
2222- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'in vefatından sonra,
Ebu Bekr, Ömer'e:
“Haydi Ümmü Eymen'e
gidelim. Resulullah (s.a.v.) onu nasıl ziyaret ediyordu ise, biz de onu ziyaret
edelim” dedi.
Ebû Bekr der ki: Ümmü
Eymen'e vardığımızda ağladı. Ebû Bekr ile Ömer, ona:
“Niye ağlıyorsun?
Resulullah (s.a.v.)'in, Allah'ın katındaki makamı Resulü onun için daha hayırlıdır”
dediler. Ümmü Eymen:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'in
Allah katındaki makamının daha hayırlı olduğunu bilmiyorum diye ağlamıyorum.
Ağlamamın nedeni; gökten vahy kesildi de ona ağlıyorum” dedi.
“Bunun üzerine her
ikisini ağlama hissi kapladı. Sonra Ümmü Eymen'le birlikte onlar da ağlamaya
başladılar.”
[612]
Açıklama:
Ümmü Eymen, Üsame b.
Zeyd'in annesidir. Zeyd b. Harise'nin de hanımıdır. Ümmü Eymen, aslen Habeşli
olup Resulullah (s.a.v.)'in babası Abdullah'ın cariyesi idi. Amine, Resulullah
(s.a.v.)'i doğurduğunda Ümmü Eymen onu emzirmiş ve devamlı olarak Resulullah (s.a.v.)'e
dadılık yapmıştı. Ürnmü Eymen, Resulullah (s.a.v.)'in vefatından beş ay sonra
vefat etmiştir.
2223- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
hanımları dışında Medine'de Ümmü Süleym'in evinden başka hiç kimsenin evine
sürekli girmezdi. Sadece annem Ümmü Süleym'in yanına sürekli girerdi. Resulullah
(s.a.v.)'e, bunun sebebi soruldu. O da:
“Doğrusu ben ona acıyorum. Çünkü onun erkek kardeşi
benim yanımda şehit oldu” buyurdu.[613]
Açıklama:
Ümmü Süleym ile ilgili
olarak 1699 nolun hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
2224- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cennete girdim. Orada bir ayak sesi işittim.
“Bu kim?”
diye sordum.”
“Bu, Enes b. Mâlik'in
annesi Gumeysâ bint. Milhân” diye cevap verildi.
[614]
Açıklama:
Gumeysa, Enes b.
Mâlik'in annesi Ummü Süleym'in ismidir.
2225- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bana cennet gösterildi. Orada Ebu Talha'nın hanımı
Ümmü Süleym'i gördüm. Sonra önümde bir tıkırtı işittim. Bir de baktım ki,
karşımda Bilâl.”
[615]
Açıklama:
Bilâl'ın fazileti ile
ilgili bilgiler 2317 nolu hadiste gelecektir.
2226- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ebu Taîha'nın, Ümmü
Süleym'den bir oğlu vefat etti. Ümmü Süleym, ev halkına:
“Ebu Talha'ya oğlunun
öldüğünü ben söylemedikçe hiçkimse oğlundan bahsetmesin” diye tenbih etti.
“Daha sonra Ebu Talha
geldi. Ümmü Süleym, ona akşam yemeği getirdi. Ebû Talha yiyip içti. Sonra Ümmü
Süleym, ona, bundan önce yaptığının en güzeliyie süslendi. Ebu Talha'da Ümmü
Süleym'e yakınlık gösterdi. Ümmü Süleym, Ebu Taîha'nın kendisiyle cinsel
ilişkide bulunup doyduğunu görünce, ona:
“Ey Ebu Talha! Ne
dersin? Bir kavim, bir aileye, emânetlerini ariyet olarak bıraksa, sonra da
emânetlerini geri isteseler, ev halkı o emanetleri vermeyebilirler mi?” diye
sordu. Ebû Talha:
“Hayır!” dedi. Ümmü
Süleym:
“Öyleyse oğlunu ariyet
olarak emanet edilmiş bir emanet olarak hesaba kat!” dedi. Bunun üzerine Ebû
Talha hiddetlenip cinsel birlikteliği kastederek:
“Beni buna bulaştırıp,
sonra da bana oğlumu haber verdin!” dedi.
Bunun üzerine Ebu
Talha hemen kalkıp Resulullah (s.a.v.)’in yanına vardı. Ona, olanı anlattı.
Resulullah (s.a.v.):
“Bârekellâhu lekumâ fî ğâbiri leyletikuma” Geçen
geceniz hakkında Allah size bereket ihsan etsin?” buyurdu.
Derken Ümmü Süleym
hâmile kaldı. Daha sonra Resulullah (s.a.v.) bir seferde idi. Ümmü Süleym'de
beraberinde bulunuyordu. Resulullah (s.a.v.) bir seferden Medine'ye geldiğinde
oraya geceleyin girmezdi. Medine'ye yaklaştılar. Ümmü Süleym'i doğum sancısı
tuttu. Bu sebeple Ebû Talha onun başında kaldı. Resulullah (s.a.v.) yola devam
edip gitti. Ebû Talha:
“Rabbim! Hiç şüphesiz
sen biliyorsun ki, ben, senin Resulün sefere çıktığında onunla birlikte çıkmam
ve o Medine'ye girdiği zaman onunla birlikte Medine'ye girmem benim çok hoşuma
gider. Fakat gördüğün şu olay sebebiyle burada hapsolunmuş haldeyim” dedi.
Bunun üzerine Ümmü Süleym, Ebu Talha'ya:
“Ey Ebu Talha!
Duyduğum doğum sancısını duymaz oldum. Artık yürü!” dedi, Hep birlikte yürüdük.
Ebu Talha ile Ümmü Süleym, Medine'ye geldikleri zaman Ümmü Süleym'i yine doğum
sancısı tuttu ve bir oğlan çocuğu doğurdu. Annem Ümmü Süleym, bana:
“Ey Enes! Bu çocuğu
yarın sabah Resulullah (s.a.v.)'e götürmedikçe hiç kimse bu çocuğa bir yiyecek
vermesin” dedi.
Sabah olunca, onu
yüklendim ve onu Resulullah (s.a.v.)'e getirdim. Resulullah (s.a.v.)'e,
beraberinde hayvanları damgalamakta kullanılan bir damga aleti olduğu halde
rastladım. Resulullah (s.a.v.), beni görünce:
“Bu çocuğu, Ümmü
Süîeym mi doğurdu?” diye sordu. Ben de:
“Evet!” dedim.
Hemen dağlama âletini
bıraktı. Ben de çocuğu götürüp Resulullah (s.a.v.)'in kucağına koydum. Resulullah
(s.a.v.), Medine'nin Acva hurmasından bir hurma istedi. Getirilen hurma
eriyinceye kadar ağzında çiğnedi. Sonra çiğnediklerini çocuğun ağzına çaldı.
Çocuk onu yalamaya başladı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), yanındakilere:
“Ensâr'ın hurmaya olan sevgisine bakın” buyurdu.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.) çocuğun yüzünü sildi ve ona “Abdullah” ismini verdi.
[616]
Açıklama:
Ebu Talha, Ensar'tn
ileri geîenlerindendi. Bütün savaşlarda Resulullah (s.a.v.)'le birlikte
bulundu. Hicretin 38 yılında vefat etti. Cenaze namazını, Hz. Osman kıldırdı.
Resulullah (s.a.v.)
hernekadar sefer dönüşünde Medine'ye geceleri girme adet yoksa da ev halkının,
Resulullah (s.a.v.)'in gelmekte olduğunu bildiği için geceleyin Medine'ye
girmekte bir sakınca görmemiştir. Resulullah (s.a.v.)'in sefer dönüşünde
Medine'ye geceleyin girmemesinin sebebi; kadınların, kocaları için hazırlıksız oİmaiarı,
bu nedenle de Resulullah (s.a.v.) ile sahabiler Medine'nin dışında bekleyerek
kadınların kocalarına süslenmeleri ve gerekli ihtiyaçlarını gidermek suretiyle
kocalanna hazır vaziyette bulunmaları için zaman tanımaktır.
2227- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) sabah namazı vaktinde
Bilal'e:
“Ey Bilal! Bana İslam'da sence en fazla faydası umulan
bir amelini söyle. Çünkü ben, bu gece, cennette önümde senin ayakkabılarının
tıkırtısını duydum” buyurdu. Bilal:
“Ben, İslam'da gecenin
yada gündüzün bîr saatinde tertemiz paklanarak o temizlikle Allah'ın bana
takdir ettiği kadar namaz kılmamdan kendimce daha faydası umulan bir amel
işlemedim” dedi.
[617]
Açıklama:
Bilal, müslüman olan
ilk sahabüerdendi. müslüman olunca çeşitli ağır işkencelere maruz kaldı. Bütün
bu işkence ve baskılara rağmen "AİSah Birdir" demekten asla
vazgeçmemiştir. Ebu Bekr, onu satın alarak azad etmiştir. Bilal, önce Habeşistan'a,
sonra da Medine'ye hicret etmiştir. Yerleşik zamanda ve seferde hiçbir zaman
Resulullah (s.a.v.)'den aynlmamıştır. Hicret zamanında Resulullah {s.a.v.),
Bilal ile Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrâh arasında kardeşlik bağı kurmuştu. Tam
manasıyla Peygamber aşıkı olan Bilal, Resulullah (s.a.v.) vefat ettikten sonra
artık Medine'de kalmaya tahammül edemeyip sevgisinin kemalinden dolayı orayı
terk etmiştir. Bilal, hicretin 20. yılında Şam'da vefat etmiştir.
2228-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Şu “İman edip de salih amel işleyenler, bundan
böyle sakındıkları ve imanlarında sebat ettikleri müddetçe daha önceden
yedikleri şeyler hususunda kendilerine bir günah yoktur”
[618]
ayeti indiği zaman, Resulullah (s.a.v.), bana:
“Senin bu kimselerden olduğun söylendi” buyurdu.
[619]
Açıklama:
Abdullah İbn Mes'ud'un
annesi, Ümmü Abd'dır. Babası da annesi de Huzeyl kabilesindendir. Babası,
cahiliye döneminde vefat etmişti.
Abdullah İbn Mes'ud,
İslam'a ilk giren altı kişinin altıncısıdır. Bu sebeple de sahabilerin
kıdemlilerindendi. önce Habeşistan'a, sonra da Medine'ye hicret etmiştir. Bedir
savaşından itibaren bütün gazalara katılmıştır. Kur'an hıfzı ve kıraati
hususunda maharetliydi. Hafızasında çok hadis olduğu halde hadislerin
lafızlarında son derece dikkatli olmaya çalıştığından dolayı çok hadis rivayet
etmemiştir. Rey ekolü, Abdullah İbn Mes'ud'a dayanır, Hicretin 32. yılında
Medine'de vefat etmiştir.
2229- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben ve kardeşim,
Yemen'den Medine'ye geldik. O sırada Peygamber (s.a.v.)'in yanına sıkça girip
çıkması ve onun yanında sürekli kalması nedeniyle Abdullah İbn Mesudu ve
annesini, Resulullah (s.a.v.)'in ev halkından olduğunu zannederdik.”
[620]
2230-
Ebu'l-Ahves'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Mes'ud
vefat ettiği zaman, Ebu Musa el-Eş'arî ile Ebu Mes'ud'un yanında bulundum.
Biri, diğerine:
“Abdullah İbn
Mes'ud'un kendinden sonra bir benzerini geride bıraktığını zannediyor musun?”
diye sordu. O da:
“Sen böyle söyledin.
Doğrusu bize perde çekildiği zaman ona Resulullah'ın
huzuruna girme için izin veriliyordu. Biz ortada bulunmadığımız zaman da o
hazır bulunuyordu” dedi.
[621]
2231-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Mes'ud;
“Her kim bir şeyi gizlerse, kıyamet gününde gizlediği
şeyle gelir”
[622]
ayetini okuyup sonrada da:
“Bana kimin kıraati
üzere okumamı emrederdiniz. Gerçekten ben Resulullah (s.a.v.)'e yetmiş küsur
sûre okumuşumdur. Resulullah (s.a.v.)'in sahabileri gerçekten bilirler ki, ben,
Allah'ın kitabını onların en iyi bileniyim. Kendimden daha iyi bilen birini bilsem
mutlaka onun yanına gider bilmediklerimi öğrenirdim” dedi.
Hadisin ravisi Şekîk:
“Sonra ben Muhammed (s.a.v.)'in
sahabilerinin içerisinde oturdum. Abdullah İbn Mes'ud'un bu sözlerini cemaattan
hiç kimsen reddettiğini ve Abdullah İbn Mes'ud'u ayıpladığını işitmedim”dedi.
[623]
2232-
Abdullah İbn Mcs'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kendisinden başka
ilah olmayan Allah adına yemin ederim ki, ben, Allah'ın kitabından her bir
surenin nerede indiğini ve her bir ayetin kimin hakkında nazil olduğunu kesin
olarak bilmekteyim. Allah'ın kitabına benden daha bilgili bir kimsenin var
olduğunu ve sevemin de beni kendine ulaştıracağını bileydim, muhakkak ben deveme
binip onun yanına gider bilmediklerimi ondan öğrenirdim.”
[624]
2233-
Mesrûk'tan rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Amr'ın
yarımdaydık. Bir ara Abdullah İbn Mes'ud'dan bir hadis andık. Bunun üzerine
Abdullah İbn Amr:
“Bu kimse yok mu?
Resulullah (s.a.v.)'den buyururken işittiğim bir şeyden sonra onu sevmekte
devam edceğim. Resulullah (s.a.v.)'i:
“Kur'an'ı şu dört kişiden okuyun:
1- Abdullah İbn Ümmü Abd-Resulullah (s.a.v.) isimleri
saymaya Abdullah İbn Mes'ud'dan başladı.
2- Ubeyy b.
Ka'b.
3- Ebu Huzeyfe'nin azadlısı Salim.
4- Muaz b. Cebel'den” buyururken işittim' dedi.[625]
Açıklama:
Abdullah İbn Mes'ud,
annesi Ümmü Abd'e nispetle “Abdullah İbn Ümmü Abd” diye de meşhur olmuştur.
2234- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
zamanında Kur'an'ı dört kişi ezberlemişti. Bunların hepsi de Ensar'dandı: Muaz
b. Cebel, Übeyy b. Ka'b, Zeyd b. Sabit ve Ebu Zeyd.”
[626]
Açıklama:
Übeyy b. Ka'b,
Medine'de ilk vahiy katiplerindendir. Kur'an'i bizzat Resulullah (s.a.v.)'den
öğrenmiştir. Ünlü bir Kur'an okuyucusu ve Kur'an öğretmeniydi. Hicretin 30.
yılında vefat etmiştir.
2235- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), Übeyy'e:
“Doğrusu Yüce Allah
sana Kur'an okumamı bana
emretti” buyurdu. Übeyy:
“Benim adımı sana Allah
mı andı?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet! Senin adını bana Allah andı” buyurdu. Bunun üzerine Übeyy ağlamaya başladı.”
[627]
2236- Câbîr
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sa'd b. Muaz'm
cenazesi, sahabileri huzurundayken Resulullah (s.a.v.):
“Sa'd b. Muaz'ın ölümünden dolayı Rahman'ın arşı
sarsıldı” buyurdu.
[628]
Açıklama:
Sa'd b. Muaz, Ensardan
olup Evs kabilesinin lideri idi. Bedir, Uhud ve Hendek savaşına katılmıştı.
Hendek savaşında yaralanmıştı. Yaralı olduğu halde Beni Kureyza Yahudileri
hakkında hüküm vermesi için hakem olarak tayin edilmişti.
Sa'd b. Muaz,
Medine'ye gönderilen Mus'ab b. Umeyr eliyle müslüman olduktan sonra İslama
fevkalade hizmeti geçen şahıslardan biriydi. Medine'de İslamın kökleşip
gelişmesine büyük bir katkı sağlamıştı. Onun unutulmaz katkılarından biri de,
Bedir savaşı öncesinde Mekkeli müşriklerin kervanını takip etmek için yola
koyulduğunda Mekke ordusuyla karşı karşıya gelme söz konusu olduğunda Sa'd, her
halükarda Resulullah (s.a.v.)'in yanında yer alacaklarını belirtti. Çünkü Akabe
bey'atına göre, Medineli müslümanlar, Resulullah (s.a.v.)'i sadece Medine'de
koruyacaklarına dair söz vermişlerdi.
Arş, Allah'ın
yarattığı bir şeydir ve Allah'ın emrine tabidir. Allah, arşın titremesini
dilediği zaman, arş titrer. Aynı zamanda arşa, Sa'd'a karşı bir sevgi hissi
verilmişti. Tıpkı Uhud dağına, Resulullah (s.a.v.)'in sevgisi hissi
verilmesinde olduğu gibi.
İşte Sa'd b. Muaz'ın
ölümü üzerine, Allah'ın emriyle arş titredi. Böylece arş, Sa'd'a, sevgi ve
saygısını belirtmekteydi. Burada arş, Sa'd için titremesi; Sa'd'in ruhunun kendisine
doğru gelmesine olan sevincindendi.
Bazı alimler de, arşın
titremesini; arşı taşıyan meleklerin titremesi şeklinde anlamışlardır.)
2237-
Berâ' İbn
Âzib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e,
ipskten yapılmış bir kaftan hediye edildi. Peygamber (s.a.v.)'in sahabileri, bu
elbiseye dokunup yumuşak olmasına hayıret etmeye başladılar. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Siz bu elbisenin yumuşak olmasına mı şaşırıyorsunuz?
Doğrusu Sa'd b. Muaz'ın cennetteki mendilleri bundan dah hayırlı ve daha
yumuşaktır” buyurdu.[629]
Açıklama:
Bu elbiseyi,
Resulullah (s.a.v.)'e, Dumetu'l-Cendel hükümdarı Ukeydir b. Abdulmelik hediye
etmişti.
2238- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), Uhud savaşı günü
eline bir kılıç alıp:
“Bunu benden kim
alacak?” diye sordu. Sahabiler, hemen ellerini açıp orada bulunan her bir
insan:
“Ben! Ben!” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Fakat onu hakkıyla kim alacak?” diye sordu. Bunun üzerine cemâat kılcı almaktan vaz
geçti. Derken Ebû Dücâne Simak b. Hareşe:
“Onu hakkıyle ben
alırım!” dedi. Enes:
“Ebu Dücane, o kılıcı,
hem aldı ve hem onunla müşriklerin başlarını yardı” dedi.
[630]
Açıklama:
Ebu Dücane, Ensar'dan
olup bu “Ebu Dücane” künyesiyle meşhurdur. Bedir ve Uhud savaşlarında bulunmuş,
Mus'ab b. Umeyr'le birlikte düşman oklanna karşı Peygamber (s.a.v.)e siper olmuş,
dolayısıyla bir çok yerinden yaralanmıştı. Ebu Dücane, Yemame savaşında şehit
olmuştu.
2239- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Uhud savaşı günü
olduğu zaman babam örtülmüş olarak getirildi. Babamın kulak, burun gibi
organları kesilmiş haldeydi. Ben üstündeki örtüyü kaldırmak istedim. Kavmim
bana bunu yasakladı. Sonra tekrar örtüyü kaldırmak istedim. Kavmim bunu bana
yine yasakladı. Daha sonra o örtüyü Resulullah (s.a.v.) kaldırdı yada örtünün
kaldırılmasını emretti. Bunun üzerine babamın üstündeki örtü kaldırıldı. Bu
sırada Resulullah (s.a.v.) ağlayan yada feryat eden bir kadın sesi işitti.
Bunun üzerine:
“Bu kadın kimdir?” diye sordu. Orada bulunan kimseler:
“Amr'ın kızı yada Amr'ın
kızkardeşidir” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Niçin ağlıyorsun? Şchid, kaldırılana kadar melekler
ona kanatlarıyla gölgelendirip duracaklardır” buyurdu.
[631]
Açıklama:
Cabir'in babası
Abdullah İbn Amr, Uhud savaşında düşmanın zalimane işkencesine uğrayarak şehid
edilmişti. Şehidin burnu, iki kulağı kesilerek müsle yapılmıştı. Resulullah (s.a.v.),
şehidin kızkardeşi Fatıma ağlamaya başlayınca onu teselli etmiştir.
Hadisin ravisi,
Cabir'in, “Amr'ın km” mı, yoksa “Amr'm kızkardeşi” mi dediği hususunda şüphe
etmiştir. Bu durumda Amr'm kızı olursa, o zaman bu kadın, Cabir'in halası olur.
Eğer Amr'ın kızkardeşi olursa o zaman bu kadın, Abdullah'ın halası olur. Bunun
yanı sıra metinde “Oğul” kelimesi de düşmüş olabilir.
2240- Ebu
Berze (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
gazalarından birinde bulunuyordu. Derken Allah, ona ganimet verdi. O da,
sahabilerîne:
“Bir kaybınız var mı?” diye sordu. Sahabiler:
“Evet! Filân, filân ve
filân kimse yoktur” dediler. Sonra yine:
“Bir kaybınız var mı?” diye sordu. Sahabiler:
“Evet! Filân, filân ve
filân kimse yoktur” dediler. Sonra tekrar:
“Bir kaybınız var mı?” diye sordu. Sahabiler bu defa:
“Hayır, yoktur”
dediler. Peygamber (s.a.v.):
“Fakat ben Cüleybib'i göremiyorum. Onu hemen arayın” buyurdu.
Bunun üzerine
sahabiler, onu, ölenlerin içinde aradılar. Onu, kendisinin öldürdüğü yedi kişinin
yanı başında buldular. Düşmanlar onu öldürmüşlerdi. Peygamber (s.a.v.) gelip
onun baş ucunda durup:
“Yedi kişi öldürdü. Sonra onu öldürdüler. Bu şehid,
bendendir. Ben de ondanım! Bu bendendir, ben de ondanım” buyurdu.
Daha sonra Peygamber (s.a.v.)
onu iki kolunun üzerine koydu. Çünkü Cüleybib'in Peygamber (s.a.v.)'in
kollarından başka hiçbir kolu yoktu.
Hadisin ravisi:
Onun için bir kabir
kazıldı ve kabrine konuldu” dedi, fakat yıkamayı zkretmedi.”
[632]
Açıklama:
Cüleybib'in nispeti
yoktur. Bu isim, “Cilbab” isminin ismi tasgiridir. Enes'in rivayet ği bir
hadiste, Cüleybib'in Ensar'dan bir kadınla evlendirilmesi anlatılmaktadır.
2241- Ebu Zerr
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kavmimiz Gıfâr
kabilesinin arasından çıktık. Onlar, haram ayı helâl yapıyorlardı. Ben,
kardeşim Üneys ve annemizle birlikte yola çıktık. Bir dayımıza misafir olduk.
Dayımız bize ikram ve ihsanda bulundu. Derken kavmi, bize hased edip dayıma:
“Sen ailenin yanından
çıktığın zaman Üneys onlara muhalefet etti” dediler. Sonra dayımız geldi.
Kendisine söylenen sözleri bize söyledi. Ben de:
“Şimdiye kadar bize
geçen iyilikleri» muhakkak surette bulandırdm. Bundan sonra sana yaklaşmak yok”
dedim.
Hemen en az on ve en
çok elli arasında sayılan değişen develerimizi yanaştırdık ve üzerlerine
bindik. Dayımız elbisesine sarınarak ağlamaya başladı. Biz yolumuza devam
ettik. Nihayet Mekke'nin kenarına indik. Derken Üneys, bizim develerimiz ile
onîarın misli develer nâmına şür yarışma girdi. Her iki taraf kâhine gidip
şiirlerini onun önünde okuyarak hangisinin daha iyi şiir okuduğuna hükmetmesini
istediler. Kahin de, şiir okuma yarışında Üneys'i daha başarılı buldu. Bunun
üzerine Üneys yanımıza develerimizle, bir misli de beraberlerinde olduğu halde
geldi.
Ebû Zer, ravisi
Abdullah İbn Sâmit'e:
“Ey kardeşim oğlu!
Ben, Resulullah (s.a.v.)'e kavuşmamdan üç sene önce namaz kıldım” dedi.
Abdullah İbn Sâmit:
“Kim için namaz
kıldın?” diye sordum. Ebu Zerr:
“Allah için!” dedi.
Ben tekrar:
“Bu namazları kılarken
hangi tarafa doğru dönüyordun?” dedim. Ebu Zerr:
“Rabbimin beni
yönelttiği tarafa yöneliyordum. Yatsı namazını, gecenin sonunda bir zaman
oluncaya kadar kılardım. Güneş üzerime vuruncaya kadar bir örtü gibi serilirdim”
dedi.
Üneys bir defasında
Ebu Zerr'e:
“Benim Mekke'de bir
hacetim var. Sen burada benim işlerimi gör!” dedi.
Daha sonra Üneys yola
düşüp nihayet Mekke'ye vardı. Yanıma dönmekte biraz gecikti. Sonra geldi. Ona:
“Ne yaptın?” dedim. O
da:
“Mekke'de senin
dininde bir adama rastladım. Kendisini Allah'ın gönderdiğini söylüyor” dedi.
Enes;
“İnsanlar onun
hakkında ne söylüyor?” dedim. O da:
“Şâir, kâhin, sihirbaz
diyorlar” dedi. Üneys de şâirlerdendi. Üneys:
“Ben gerçekten
kâhinlerin sözünü dinledim, fakat onun söylediği sözler kâhinlerin sözü gibi
değil. Onun sözünü şâir türlerine tatbik ettim, fakat benden sonra ona şiir
demeye kimsenin dili varmaz. Vallahi, o hakikaten doğru konuşan bir kimse, ona
iftirada bulunanlar ise gerçekten yalancıdırlar” dedi. Ebû Zerr, Üneys'e:
“O halde senin benim
işlerime bak, ben de gidip o kimseyi göreyim' dedim ve Mekke'ye geldim. O kimse
hakkında bilgi araştırmak için Mekkelilerden zayıf bir adam buldum. Ona:
“Kendisine sapık
dediğiniz kimse nerededir?” diye sordum. Bu kimse, bana doğru işaret edip Mekkelilere:
“İşte şu sapığı
tutun!” dedi.
Az sonra vadinin
sakinleri bütün topaç ve kemiklerle üzerime saldırdılar. Nihayet bayılarak
yere düştüm. Kalktığım zaman dikili taşlar gibi kıpkırmızı olmuştum. Hemen
zemzeme giderek üzerimden kanlan yıkadım ve suyundan içtim.
Doğrusu kardeşim oğlu!
Orada geceli gündüzlü tam otuz gün kaldım. Zemzem suyundan başka yiyeceğim
yoktu. Ama semizlendim. Hattâ karnımın büküntüleri kıvrıldı. Karnımda açlık
zafiyeti hissetmedim. Bir ara Mekkeliler mehtaplı bir gecede ansızın uyudular.
Kabe'yi kimse tavaf etmiyordu. Onlardan iki kadın, İsaf ve Naile putlarına dua
ediyorlardı. Tavafları esnasında yanıma geldiler. Ben:
“Bu iki putun birini
diğerine nikâh edin” dedim. Fakat onlar bu putlara yaptıklara dua sözlerinden
vaz geçmediler. Tekrar yanıma geldiklerinde hiç kinaye yapmaksızın açık bir
şekilde onlara putları kastederek:
“Odun gibi erkeklik
aleti, ötekinin fercine olsun” dedim.
Bunun üzerine kadınlar
velvele kopararak gittiler. Giderlerken:
“Keşke şuan yanımızda
yardıma gelecek neferlerimizden biri burada olsaydı ya!” diyorlardı. Az sonra
Resulullah (s.a.v.) ile Ebû Bekr yukarıdan aşağıya doğru inip gelirlerken bu
kadınlarla karşılaştılar. Resulullah (s.a.v.), onlara:
“Size ne oldu?” diye
sordu. Kadınlar:
“Kâ'be ile örtüleri
arasında bir sapık var” dediler. Resulullah (s.a.v.), onlara:
“O size ne söyledi?” diye sordu. Kadınlar:
“O bize ağza
alınmayacak kadar büyük bir söz söyledi” dediler. Resulullah (s.a.v.) gelip
Hacerü'l-Esved'i öptü. Arkadaşıyla birlikte Kabe'yi tavaf etti. Sonra namaz
kıldı. Namazını bitirince, ben, ona:
“Es-Selâmu aleyke yâ
Resulullah!” Ey Allah'ın resulü! Allah'ın seiamı üzerine olsun” diyerek ona
İslâm selâmıyîa ilk selâmlayan ben oldum. Resulullah (s.a.v.), bana:
“Ve aleyke ve Rahmetullahi” Ve Allah'ın selamı ve rahmeti
senin üzerine de olsun” buyurdu.
Sonra bana:
“Sen kimsin?” diye
sordu. Ben:
“Gıfâr kabilesindenim”
dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) elinin kaldırıp parmaklanı alnına
koydu. Ben, kendi kendime:
“Benim Gıfâr
kabilesine mensub olmamdan hoşlanmadı' dedim. Bunun üzerine elini tutmaya
kalkıştım. Arkadaşı derhal beni bundan men etti. Çünkü arkadaşı, onu benden
daha iyi biliyordu. Sonra Resulullah (s.a.v.) başını kaldırdı ve:
“Ne zamandan beri buradasın?” diye sordu. Ben:
“Geceli gündüzlü otuz
günden beri buradayım” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Burada seni kim doyuruyordu?” dedi. Ben:
“Zemzem suyundan başka
yiyeceğim yoktu, ama semizlendim. Hattâ karnımın kıvrımları kırıldı. Karnımda
da bir açlık zaafı görmüyorum” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Zemzem, gerçekten mübarektir. O hakikaten doyurucu
yemektir” buyurdu. Ebû Bekr:
“Ey Allah’ın
resulü! Bu gece onu doyurmak için bana
izin ver!' dedi. Daha sonra Resulullah (s.a.v.)
ile Ebû Bekr gittiler. Ben de onlarla beraber gittim. Ebû Bekr bir kapı açtı ve
bize Tâifin kuru üzümünden avuçlamaya başladı. Bu, Mekke'de yediğim ilk yemek
oldu. Sonra orada kaldığım kadar kaldım, Sonra Resulullah (s.a.v.)'e geldim.
Resulullah (s.a.v.), bana:
“Bana gerçekten hurmalı bir yerin semti gösterildi.
Onun Medine'den başka bir yer olacağını sanmıyorum. Sen kendi kavmine benden
bir şeyler tebliğ eder misin?”
Ola ki, Allah senin
vasıtanla onlara bir fayda sağlar ve onlar hakkında sana ecir verir' buyurdu.
Sonra Üneys'in yanına geldim. Üneys, bana:
“Ne yaptın?” diye
sordu. Ben de:
“Ben şu işi yaptım:
Gerçeği tasdik edip kesin olarak müslüman oldum” dedim.
“Ben senin dinine
karşı değilim. Çünkü ben de tasdik edip müslüman oldum” dedi. Bunun üzerine
annemize geldik. Ona müslüman olmasını anlattık. O da;
“Ben sizin dininize
karşı değilim. Çünkü ben de tasik edip müslüman oldum” dedi.
“Bunun üzerine
eşyalarımızı develere yükleyerek yola koyulduk. Nihayet kavmimiz Gıfâr
kabilesine geldik. Geldiğimizde onların da yansı müsİüman olmuştu. Onlara,
Eymâ' b. Rahada el-Gıfâri önderlik/imamlık ediyordu. Gıfar kabilesinin geri
kalan yarısı da:
“Resulullah (s.a.v.)
Medine'ye geldiği zaman müslüman oluruz” dediler.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.) Medine'ye geldi. Nihayet Gıfar kabilesinin geri kalan yarısı da
müslüman oldu. Derken Eşlem kabilesi de Medine'ye gelip onlar da:
“Ey Allah'ın resulü!
Kardeşlerimizin teslim oldukları hakikatlere biz de teslim oluyoruz” diyerek
müslüman oldular. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Gıfâr kabilesine Allah mağfiret buyursun! Eşlem
kabilesine de Allah selametli kılsın!”
buyurdu.
[633]
Açıklama: Ebu
Zerr'in asıl adı, Cündeb İbn Cenâde'dir. ilk müslüman olan beş kişinin
beşincisidir. İslam'ı kabul edilmesi, hiçbir davet edilmeksizin kendi arzusuyla
ve çok kuvvetli bir iradenin eseriyle gerçekleşmiştir.
Ebu Zerr, ilimde, zühd
ve takvada, doğru ve düzgün söz söylemede, ihlas ve samimilikte başlı başına
bir şahsiyetti.
İdari ve mali işlerde
kendine özgü ictihadlan vardı. Örneğin, bir kimsenin iki dirheme, iki dinara
sahip olup bir yerde biriktirmesini Kur'an'da kotülenen
[634] Kenz”den
sayardı. Bundan dolayı da malı mülkü çok olan sahabilere bu görüşünden dolayı
eleştirilerde bulunurdu.
Tebük seferine
giderken devesi yolda yürüyemediğinden Ebu Zerr, ağırlığını sırtına alıp
yürümüş ve yolda Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yetişmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'de:
“Ebu Zerr yalnız gezer, yalnız yaşar, yalnız ölür” buyurmuştur.
Açıklama:
Ebu Zerr, Muaviye'nin
emirliği döneminde onun idaresini her vesileyle açıktan tenkit etmiş, bu
eleştirilerinin halk üzerinde etki göstermesi üzerine Muaviye, Ebu Zerr'in
Medine'ye aldırılması hususunda Hz. Osman'dan rica etmiş, bunun üzerine Ebu
Zerr, Hz. Osman'ın halifeliği döneminde Rebeze'ye sürgün edilmiş ve orada
hicretin 32. yılında vefat etmiştir. Vefat ettiğinde yanında hanımı ile kölesinden
başka hiç kimse yoktu.
2242- Cerîr
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), müslüman
olduğumdan beri beni yanına girmekten men etmemiş ve beni gördüğü zaman da hep
gülümsemiştir.
Bir rivayette ise şu
ilave vardır: Atın üzerinde duramadığımı Resulullah (s.a.v.)'e şikayet ettim. O
da eliyle göğsüme vurup:
“Allah’ın! Onu sabit kıl, onu doğruyu bulmuş Mehdî ve
doğruya götürücü Hâdî kıl” buyurdu.[635]
Açıklama:
Cerir b. Abdullah,
hicretin 10. yılında müslüman oldu. Cerir, kavminin reisi idi. Hz. Peygamber fs.a.v.)
tarafından Yemen'e zekat memuru olarak gönderildi. Medain'in fethinde hazır
bulundu. Kadisiye savaşında İslam ordusunun sağ kanadına komutan olmuştur.
Kufe'de ikamet edip hicretin 51. yada 54 yılında vefat etmiştir.
2243- Cerîr
b. Abdullah el-Becelî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), bana:
“Ey Cerir! Beni, şu Zulhalasa'dan kurtarmaz mısın?” buyurdu.
Zulhalasa, Has'am
kabilesine ait oîup Yemenlilerin Kabe'si diye anılan bir ev idi.
Bunun üzerine ben,
yüzelli süvarinin başında yola çıktım. Ben at üstünde duramazdım. Bunu, “Resulullah
(s.a.v.)'e anmıştım. O da eliyle göğsüme dokunup:
“Allah’ın! Sen bu Cerir'i at üstünde sabit kıl! Onu,
doğruyu bulmuş (Mehdî) ve doğruya götürücü (Hâdî) kıl'!” diye dua etti.
Hadisin ravisi der ki:
“Cerir gidip içi
putlarla dolu olan o evi ateşe verip yaktı. Sonra bunu müjdelemek için Resulullah
(s.a.v.)'e bizden Ebû Ertât künyesine sahip bir adamı gönderdi. Bu adam, Resulullah
(s.a.v.)'e gelerek ona:
“O evi, katran
sürülmüş uyuz deve halinde Onu gicikli deve gibi bırakmadıkça sana gelmedim” dedi.
Açıklama:
Bu başarıdan dolayı Resulullah
(s.a.v.), Ahmes kabilesinin atlarına ve süvarilerine beş defa bereket duasında
bulundu.
[636]
2244-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
helaya girmişti. Ben de onun için abdest suyu koydum. Heladan çıkınca:
“Bunu kim koydu?” diye sordu. Orada bulunanlar:
“Abdullah İbn Abbâs!”
dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Allah’ın! Onu dinî konularda fakih/ince kavrayışlı
kıl!” diye dua etti.
[637]
Açıklama:
Abdullah İbn Abbas,
Resulullah (s.a.v.)'in amcası Abbâs'in oğlusur. Annesi, müminlerin annesi
Meymune'nin kızkardeşi olan Ümmü'1-Fadl Lubabe'dir. Hicretten 3 yıl kadar önce
Mekke'de boğmuştur. Teyzesi Meymune dolayısıyla çok defa Resulullah (s.a.v.)'in
evinde kalma fırsatını bulmuş, bundan dolayı da Resulullah (s.a.v.)'den çok
faydalanmıştır.
Resulullah (s.a.v.)'in
yakın ilgisi ve terbiyesi altında büyüdüğü için ve fıtrat olarak da keskin bir
zekaya sahip olmasından dolayı İslamî ilimlerde ve özellikle de tefsir alanında
otorite olmuştur.
Resulullah (s.a.v.)'den
sonra Raşid halifelere ilmi danışmanlık yapmış, Ali tarafından Basra valiliğine
tayin edilmiş, sonra kendisi bu görevden ayrılarak Hicaz'a dönmüştür. Abdullah
İbn Zübeyr, Abdulmelik b. Mervan'a karşı kıyam hareketine giriştiğinde Muhammed
İbn Hanefiyye ile birlikte ailesini alıp Mekke'ye göçmüştür. Israrlara rağmen
Abdullah İbn Zübeyr'e biat etmemiştir. Daha sonra kendi taraftarlarıyla
birlikte Taife göçmüş, orada ilimle ve öğretimle meşgul olmuş, hicretin 68.
yılında 70 yaşlarındayken Taif de vefat etmiştir.
2245-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Uyurken bir rüya
gördüm. Sanki elimde ipekten dokunmuş kalın bir kumaş parçası vardı. Ben
cennetin içerisinde gitmek istediğim bir yer olduğunda o kumaş parçası muhakkak
oraya uçardı.
Daha sonra bu rüyamı kızkardeşim
ve müminlerin annesi Hafsa'ya anlattım. Hafsa'da bu rüyayı Peygamber (s.a.v.)'e
anlattı. Peygamber (s.a.v.):
“Ben, Abdullah İbn Ömer'i, Allah'ın sınırlarını ve
kulların haklarını yerine getiren iyi bir kimse olarak görüyorum” buyurdu.
[638]
Açıklama:
Abdullah İbn Ömer, Hz.
Ömer'in oğludur. Hz. Ömer'le birlikte müslüman olmuş ve onunla birlikte hicret
etmiştir. Yaşça küçük olduğundan Bedir savaşına katılamamıştır. Bundan sonraki
gazalara ve daha sonraki fetihlere katılmıştır. müslümanlara arasında halifelik
ile ilgili ortaya çıkan meselelere karışmamıştır.
Abdullah İbn Ömer,
zekası ve şahsi kabiliyetleri sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.v.)'in eğitim ve
öğretiminden en çok yararlanan gençlerden olmuştur. Hicretin 73. yılında 86
yaşındayken Mekke'de vefat etmiştir.
2246-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
sağlığı sırasında (sahabilerden) birisi bir rüya gördüğünde gelip bunu
Resulullah (s.a.v.)'e anlatırdı. Ben de, Resulullah (s.a.v.)'e anlatayım diye
rüya görmeyi istemiştim. Resulullah (s.a.v.) zamanında mesddde uyurdum, genç
bir delikanlı idim. Bir keresinde rüyamda sanki iki meleğin beni alıp cehenneme
götürdüklerini gördüm. Bir de baktım ki, cehennem, kuyunun içi gibi örülmüştü.
Cehennemin, kuyunun makara konulan dikmeleri gibi iki dikmesi vardı. Kuyunun
içine baktım, bir de ne göreyim, İçerisinde tanıdığım birtakım kimseler var.
Hemen:
“Eûzu billahi mine'n-Nâr, Eûzu billahi mine'n-Nâr,
Eûzu billahi mine'n-Nâr” Cehennemden Allah'a sığınırım, Cehennemden Allah'a
sığınırım, Cehennemden Aliah'a sığınırım” demeye başladım. Derken bu iki meleği, başka bir melek karşıladı.
Bana:
“Korkma” dedi. Rüyamı
Hafsa'ya anlattım. Hafsa da, Resulullah (s.a.v.)'e anlatmış, o da:
“Abdullah, ne güzel bir kimsedir! Keşke gecenin bir
kısmında kalkıp da gece namazı kılmayı adet edinse!” buyurmuş.
Abdullah b. Ömer
bundan sonra geceleyin çok az uyur oldu.
[639]
2247- Ümmü Süleym
(r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Ümmü Süleym, oğlu Enes'i, Resulullah'a
getirip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu, oğlum Enes'tir. Sana hizmet edecektir. Onun için Allah'a dua etsen” dedi.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allahümme! Eskir mâlehu ve veledehu ve Bârik lehu fî
mâ a'teytehu” Allah’ın! Bu çocuğun malını, evladını çoğalt. Ona verdiğin
şeylerde onun için bereket ihsan eyle!”
diye dua etti.”[640]
Açıklama:
Enes b. Malik, hicret
sırasında henüz 10 yaşında idi. Annesi Ümmü Süleym tarafından Resulullah (s.a.v.)'e
hizmet etmek üzere teslim edilmişti. Bunun üzsrine Enes, on yıl Resulullah (s.a.v.)'e
hizmet edip onun eğitim ve öğretim altında yetişmiştir. Resulullah (s.a.v.)'in
duasına mazhar olmuş. Bundan dolayı da evlat, mal ve uzun ömür nimetlerine nail
olmuştur. Hicretin 90 yada 93. yılında 103 yaşındayken Basra'da vefat etmiştir.
2248-
Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir gün bize uğramıştı. Derken annem Ümmü Süleym, Resulullah (s.a.v.)'in sesini
işitti. Ona:
“Babam-annem sana feda olsun, ey Allah'ın resulü! Bu,
Enesciktir” dedi.
Resulullah (s.a.v.)
benim için dua etti. Bunlardan ikisini dünyadayken gördüm. Üçüncüsünün ahirette
olduğunu ümit etmekteyim.”
[641]
2249- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben çocuklarla
oynarken Resulullah (s.a.v.) yanıma geldi. Bize selam verdi. Beni hacete
gönderdi. Bu sebeple annemin yanına dönmekte geciktim. Eve geldiğim zaman
annem, bana:
“Niye geciktin?” diye
sordu. Ben de:
“Resulullah (s.a.v.)
beni bir hacet için bir yere gönderdi” dedim. Annem:
“Haceti neymiş?” diye
sordu. Ben de:
“O, bir sırdı” dedim.
Annem:
“Resulullah (s.a.v.)'in
sırrını sakın bir kimseye söyleme!” dedi. Enes:
“Allah'ın adına yemine
derim ki, bu sim bir kimseye söyleyecek olsam sana söylerdim ey Sabit!” dedi.
[642]
Açıklama:
Burada ismi geçen “Sabit”,
hadisin ravisidir.
2250- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'i,
Abdullah b. Selâm için söylediği hariç yürüyen bir canlı için;
“Bu cennettedir” derken işitmedim.
[643]
Açıklama:
Abdullah b. Selam,
İsrailoğullanndan ve Yusuf (a.s)'ın soyundandır. Resulullah (s.a.v.)'in
Medine'ye hicretinden sonra müslüman olmuştur. Cahiliye devrinde adı Husayn
iken Resulullah (s.a.v.) ona “Abdullah” ismini vermiştir. Hicretin 43. yılında
Medine'de vefat etmiştir.
2251- Kays
b. Ubâd'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Medine'de bir
takım insanların içinde bulunuyordum. Aralarında Peygamber (s.a.v.)'in
sahabilerinden bâzıları da vardı. Derken yüzünde huşu'dan eser bulunan bir
kimse geldi. Cemaattan birisi:
“İşte bu,
cennetliklerden bir kimsedir. İşte bu, cennetliklerden bir” kimsedir dedi. Bu
kimse, caiz olacak kadar okuyarak iki rekat namaz kıldı. Sonra dışarıya çıktı.
“Ben de onun peşine
düştüm. Evine girdi. Ben de girdim. Biraz konuştuk. Bana yakınlık hissedince,
ona;
“Biraz önce insanların
yanına girdiğin zaman bir adam senin hakkında şöyle, şöyle sözler söyledi. Şunu
söyledi” dedim. Abdullah b. Selâm:
“Subhânallah! Hiç bir
kimseye bilmediği bir şeyi söylemek yakışmaz. Bunu niçin söylediğini sana
anlatayım: Ben, Resulullah (s.a.v.) zamanında bir rüya gördüm. Bu rüyayı
Resulullah (s.a.v.)'e anlattım. Şöyle ki: Rüyamda kendimi bir bahçede gördüm. Abdullah
b. Selam, burada bahçenin genişliğini, çimenini ve yeşilliğini anlattı.
Bahçenin içinde demirden bir direk vardı. Bu direğin alt kısmı yerde ve üst
kısmı gökte idi. Tepesinde bir kulp/çember vardı. Bana:
“Buna çık!” denildi.
Ben de, ona:
“Yapamam!” dedim.
Derken bana bir hizmetçi geldi. Arkamdan elbisemi tutarak beni kaldırdı.
-Abdullah b. Selam, hizmetçinin, kendisini arkasından tutarak kaldırdığını
eliyle tarif etmiş.
“Bunun üzerine ben de
direğe çıktım. Tâ direğin tepesine vardım ve direğin kulpundan tuttum. Bana:
“Tutun!” denildi. Bir
de uyandım ki, kulp elimdedir. Bu rüyayı Peygamber (s.a.v.)'e anlattım.
Peygamber (s.a.v.); bana:
“O bahçe, İslam'dır. Bu direk de, İslâm'ın direğidir.
Kulp da, çok sağlam imanı temsil eden Urvetu'l-Vuskadır. Sen ölünceye kadar
İslâm dini üzere kalacaksın!”
buyurdu.
Hadisin ravisi:
“İnsanların yanına
huşuyla giren bu adam, Abdullah b. Selâm'dır” dedi.
[644]
2252- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hassan b. Sabit, (bir
defasında) mescitte şiir okurken Ömer, Hassân'm yanına uğrayıp oan göz ucuyla
dik dik bakmıştı. Bunun üzerine Hassan:
“Ben bu mescitte
senden daha hayırli olan kimse hazır iken de şiir okurdum” dedi. Sonra Hassan, Ebu
Hureyre'ye dönüp:
“Allah aşkına, sana
sorarım. Sen, Resulullah (s.a.v.)'in, Hassân'a:
“Haydi sen de benim
tarafımdan müşriklere şiirlerinle cevap ver!” dediğini ve “Allah’ın! Hassân'ı,
Ruhu'1-Kuds ile destekle!” diye dua ettiğini işitmedin mi?” dedi. O da:
“Allah’ın! Şahit ol
ki, evet onun böyle dediğini işittim” dedi.
[645]
Açıklama:
Hassan b. Sabit, “Peygamber'in
şairi” adıyla meşhur olup Ensar'ın Hazrec kolundandır. Resulullah (s.a.v.)'i,
düşmanlarının saldırılarına karşı şiirleriyle savunduğu için bütün müslümanlar
arasında fevkalade bir şöhret ve hürmete mazhar olmuştur. 120 yaşındayken vefat
etmiştir. Ne ilginçtir ki, babası ve dedesi de 120 yaşındayken vefat etmiştir.
2253- Berâ' İbnu'1-Âzib
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i, Hassan b. Sâbit'e:
“Onlara hicvet yada Cebrail beraberinde olduğu halde
onlara şiirle cevap ver!” buyururken
işittim.
[646]
2254-
Lrve'den rivayet edilmiştir:
“Hassan b. Sabit, bir
ara ifk olayından dolayı Aişe aleyhine çok konuşanlar arasındaydı. Bu sebeple
ben de ona ağır söz söyledim. Bunun üzerine Aişe, bana:
“Ey kızkardeşimîn oğlu! Bırak onu! Çünkü o, şiirleriyle
Resulullah (s.a.v.)'i savunurdu”
dedi.[647]
2255-
Mesrûk'tan rivayet edilmiştir:
“Aişe'nin yanına
girmiştim. Yanında Hassan b. Sabit vardı. Ona, şiir ve kendisine ait
beyitlerden kasideler okuyordu. Şöyle diyordu: “İffetlidir, akıllıdır, hiçbir
kuşkuya yer bırakmaz. Dedi kodu ve iftirayla sabahlamaz.” Bu şiir üzerine Aişe,
Hassân'a:
“Ama sen böyle
değilsin?” dedi. Mesruk dedi ki: Ben de, Âişe'ye:
“Niye bu adamın, senin
yanına girmesine izin veriyorsun? Allah,
“Onlardan her bir kişiye, günah olarak ne işlemişse onun
karşılığı ceza vardır. Onlardan elebaşılık yapıp bu günahın büyüklüğünü
yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır”
[648] buyurmadı
mı?”dedim. Aişe:
“Gözlenin kör
olmasından daha çetin bir azab olur mu? Ama bilesin ki, yine de o, müşriklere
karşı şiirleriyle Resulullah (s.a.v.)'i savunmuş birisidir” dedi.
[649]
Açıklama:
Ifk olayında Hz.
Aişe'ye iftira atıldığında Hassan b. Sabit de iftira atan topluluk içerisinde
görülmüş, bu nedenle de eleştiriye tabi tutulmuştur. Fakat Hassân'ın,
düşmanlarına karşı Resulullah (s.a.v.)'i savunması onun bu kusurunu
hafifletmiştir. Zaten Âişe'nin “Sen böyle
değilsin” ifadesinde de bu olaya atıfta bulunulmaktadır.
Hassan ömrünün sonunda
kör olmuştu. Dolayısıyla “Gözlenin kör olmasından daha çetin bir azab olur mu”
sözüyle de buna işaret edilmiştir.
2256-
Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Hassan b. Sabit:
“Ey Allah'ın resulü!
Bana, Ebu Süfyân hakkında hiciv için izin ver” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Ben onun akrabası olduğum halde bunu nasıl yapacaksın?” diye sordu. Hassan:
“Senin kerim kılan
Allah'a yemin ederim ki, senin Haşim oğulları soyunu, Kureyş'in soyları
arasından hamurdan kıl çeker gibi çekip çıkaracağım” dedi. Sonra da:
“Doğrusu şeref
yüksekliği, Haşim hanedanından Mahzum kızının oğullarına aittir. Senin baban
ise köledir” deyip bu kasideyi okudu.
[650]
Açıklama:
Mahzum kızından
maksat; Abdullah, Zübeyr ve Ebu Talib'in annesi olan Fatıma bint. Amr b. Âiz b.
İmran b. Mahzum'dur. Kötülenen ise Ebu Süfyan'dır. Ebu Süfyan'dan maksat;
Resulullah (s.a.v.)'in
amcası Haris'in oğlu Ebu Süfyan'dır. Ebu Süfyan o sırada Resulullah (s.a.v.) ile
müminlere eziyet ediyordu. Sonradan müslüman olmuştur.
“Senin baban ise köledir” ifadesinden maksat ise bu, Ebu Süfyan'a karşı
yapılmış bir sövgüdür.
2257- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Annemi İslâm'a davet
ediyordum. Kendisi müşrik idi. Bir gün yine onu İslam'a davet ettim. Bana,
Resulullah (s.a.v.) hakkında hoşlanmadığım sözler işittirdi. Bunun üzerine
ağlayarak Resulullah (s.a.v.)'e gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben, annemi İslâm'a davet ediyordum. Fakat o, İslam'ı kabul etmekten
kaçınıyordu. Bugün kendisini yine İslam'a davet ettim. Bana senin hakkında
hoşlanmadığım sözler işittirdi. Dolayısıyla Ebu Hureyre'nin annesine hidâyet
vermesi için Allah'a dua et!” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allah’ın! Ebu Hureyre'nin annesine hidâyet ver!” diye dua etti. Ben, Allah'ın peygamberi (s.a.v.)'in
bu duasına sevinerek çıktım. Eve gelip kapıya dayandığımda kapının kapalı
olduğunu gördüm. Derken annem ayak seslerimi işitti ve bana:
“Olduğun yerde dur, ey Ebu Hureyre!” dedi. Bir de suyun şırıltısını işittim. Annem
yıkandı, gömleğini giydi. Acele baş örtüsünü sardı. Sonra da kapıyı açtı. Sonra
da:
“Ey Ebu Hureyre! “Eşhedu enlâ ilahe illallah ve eşhedu
enne Muhammeden abduhu ve Resûluhu” Ben, Allah'tan başka ilâh olmadığına
şehâdet ederim. Muhammed'in O'nun kulu ve Resulü olduğuna da şehâdet ederim” dedi.
Ben hemen Resulullah (s.a.v.)'in
yanına geri döndüm. Sevincimden ağlayarak onun yanına geldim. Ona:
“Ey Allah'ın
resulü! Müjde! Allah
senin duanı kabul
etti ve Ebu Hureyre'nin annesine hidâyet verdi”
dedim.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) Allah'a hamd etti, övgüde bulundu ve hayırlı sözler
söyledi. Sonra da ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Annem ile beni, mümin kullarına, onları da bize sevdirmesi için Allah'a dua
et!” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allah’ın! Şu kulcağızını -yâni Ebu Hureyre'yi- ve
annesini mümin kullarına, mü'minleri de bunlara sevdir!” diye dua etti.
Artık yaratılmış hiç
bir mümin yoktur ki, beni işitsin veya görsün de beni sevmemiş olsun.
[651]
Açıklama:
Ebu Hureyre'nin asıl
adı, Abduşşems idi. Resulullah (s.a.v.)'in ona Abdurrahman isminin verdiği
nakledilmiştir. Hayber'in fethi sırasında Yemen'den gelip müslüman olmuştur.
Medine'ye gelince, Ashabı- Suffa içerisinde yer almış, fakirlik ve ihtiyacın
bütün şiddetlerine katlanarak Peygamber (s.a.v.)'den bir an ayrılmamıştır.
Bundan dolayı da ezberlediği hadis sayısı çoktur. Çok hadis rivayet etmesinden
dolayı eleştirilere tabi tutulmuş, o da bu eleştirilere cevap vermiştir. Ayrıca
bu konuda 146 nolun hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
Hicretin 56., 57., ve
58. yılları olmak üzere vefatıyla ilgili üç rivayet bulunmaktadır.
2258- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Siz, Ebu Hureyre'nin
Resulullah (s.a.v.)'den çok hadis rivayet ettiğini söylüyorsunuz. Varılacak
yer Allah'ın huzurudur. Ben fakir bir adam idim. Resulullah (s.a.v.)'e boğaz
tokluğuna hizmet ediyordum. Muhacirleri pazar yerlerindeki pazarlık meşgul
ediyordu. Ensârı da
mallarına bakmak meşgul ediyordu.
Derken Resulullah (s.a.v.):
“Kim elbisesini yere açıp yayarsa, artık benden
işittiği hiçbir şeyi asla unutmayacaktır!” buyurdu.
Bunun üzerine ben,
Resulullah (s.a.v.) sözünü bitirinceye kadar derhal elbisemi yere yaydım. Sonra
o elbiseyi kendime doğru topladım. İşte bundan sonra artık Resulullah (s.a.v.)'den
işittiğim hiçbir şeyi asla unutmadım.”
[652]
2259- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bazı kimseler: “Ebu
Hureyre çok hadis rivayet etti” diyorlar. Varılacak yer Allah'ın huzurudur.
Bîr de onlar: Neden Muhacirler ile Ensâr, Ebu Hureyre'nİn hadisleri kadar çok
hadis rivayet etmiyorlar” diyorlar. Bunun sebebini size haber vereyim:
“Ensâr'dan olan
kardeşlerimi topraklarında çalışmak meşgul ediyordu. Muhacirlerden olan
kardeşlerimi de pazar yerlerindeki pazarlık işi meşgul ediyordu. Ben ise boğaz
tokluğuna Resulullah (s.a.v.)'in hizmetine devam ediyordum. Onların Resulullah
(s.a.v.)’in yanında bulunmadığı vakit ben bulunuyor, onlar unuttuğu vakit ben
belliyordum. Gerçekten bir gün Resulullah (s.a.v.):
“Hanginiz benim şu hadisimden büyük bir pay almak için
elbisesini yere yayar, sonra da onu göğsüne doğru toplarsa, artık o kimse
benden işittiği hiçbir şeyi asla unutmayacaktır!” buyurdu.
Bunun üzerine ben,
Resulullah (s.a.v.) daha sözünü bitirmeden hemen üzerimde bulunan bir kaftanımı
yere yaydım. Sonra o kaftanı göğsüme doğru topladım. İşte o günden sonra
Resulullah (s.a.v.)'in bana söylediği hiç bir şeyi asla unutmadım. Eğer
Allah'ın kitabında indirdiği şu iki âyet olmasaydı; ebediyyen bir şey rivayet
etmezdim:
“İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara
apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah ve hem de bütün
lanet ediciler lanet eder. Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği
açıkça ortaya koyanlar başkadır. Zira ben onların tevbelerini kabul ederim. Ben
tevbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim.”
[653]
2260- Hz.
Ali (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
beni, Zübeyr'i ve Mikdâd'ı gönderdi ve:
“Hemen “Hah” bostanına gidin! Orada bir câriye var,
beraberinde de bir mektup var. O mektubu ondan alın!” buyurdu. Hemen atlarımızı koşturarak yoîa koyulduk.
Birden kadın karşımıza çıktı. Ona:
“Mektubu çıkar!”'
dedik. Kadın:
“Bende mektup yok!” dedi.
Biz de:
“Yâ bu mektubu
çıkarırsın yada elbiseni soyunursun!” dedik. Bunun üzerine örülü saçlarının
arasından mektubu çıkardı. Biz de bu mektubu Resulullah (s.a.v.)'e getirdik.
Bir de ne görelim, mektub da:
“Hâtıb b. Ebi
Beltea'dan, Mekkeli halkının müşrik insanlarına!” diyor, onlara Resulullah (s.a.v.)'in
bazı işlerini haber veriyordu. Resulullah (s.a.v.):
“Ey Hâtıb! Bu nedir?”dedi.
Hâtıb:
“Üzerime varmakta
aeele etme, ey Allah'ın resulü! Ben Kureyş içerisinde alakası olan bir
kimseyim. Süfyân:
“Onların müttefiki
idi, ama kendilerinden değildi” dedi. Seninle beraber bulunan muhacirlerden
onlara akraba olanlar var. Bu akrabalık sebeliyle ailelerini himaye
ediyorlardı. Benim nesep yönünden onların arasında yakınlığım olmadığı için
onlardan dost edinip onunla akrabamı himaye etmelerini arzu ettim. Bunu, küfür
etmek veya dinimden dönmek için yapmadım. müslüman olduktan sonra küfre razı
olduğum için de yapmadım” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Doğru söyledi!” dedi. Ömer ise:
“Ey Allah'ın resulü!
Bana izin ver de şu münafığın boynunu vurayım!” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Şüphesiz o Bedr'de bulunmuştur. Ne biliyorsun, ola
ki, Allah Bedir gazilerinin lerine vâkıf olup da: “Dilediğinizi yapın! Sizi
affettim” buyurdu” dedi.
Bunun üzerine Yüce
Allah,
“Ey iman edenler! Benim düşmanım ile sizin düşmanınızı
dost edinmeyin!”
[654]âyetini
indirdi.[655]
Açıklama:
Hatıb, Muhacirlerden
ve Bedir gazvesine katılanlardandı. Hatıb, hicretin 6. yılında Peygamber (s.a.v.)
tarafından Mısır Mukavkıs'ina elçi olarak gönderilmiş, orada beş gün kalmış,
bir takım hediyelerle dönüp gelmiştir.
Hz. Ebu Bekr'in
halifeliği döneminde Mısır'a gönderilmiş ve Mısırlılarla barış anlaşması
yapmış, bu anlaşma hicretin 20. yılına kadar devam etmiştir. Hzicretin 30,
yılında Hz. Osman zamanında vefat etmiş olup cenaze namazını Hz. Osman
kıldırmıştır.
Mevdudi bu ayetin
yorumunda şöyle der:
“Küfür ile İslâm'ın
birbirlerine karşı savaş ettikleri bir dönemde, bir mümin, sırf iman ettikleri
için müminlere karşı savaşan bîr kafir ile -sebep ne olursa olsun- İslâm'a
zarar verecek bir işe girişemez. Böyle bir davranış imanla çelişir;
dolayısıyla, kişisel ihtiyaçlarını karşılamak için, niyeti kötü olmasa bile,
bir müminin böyle davranması doğru değildir. Kim böyle bir girişimde bulunursa
yoldan çıkmıştır.”
[656]
2261- Ümmü
Mübeşşir (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ümmü Mübeşşir,
Peygamber (s.a.v.)'i, Hafsa'nm yanında:
“İnşallah, ağacın altında biat eden “Ashâbu'-Şecere”den
hiç kimse cehenneme girmez”
buyururken işitmişti. Hafsa:
“Evet, ey Allah'ın
resulü!” dedi.
Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.), Hafsa'yı azarladı. Hafsa:
“Sizden hiçbiriniz müstesna olmamak üzere ceheneneme
herkes mutlaka uğrayacaktır”
[657]
ayetini söyledi. Peygamber (s.a.v.):
“Allah, “Sonra takvaya erenleri kurtarırız, zalimleri
ise orada diz üztü düşmüş bir halde bırakırız”
[658]
buyurdu” dedi.
[659]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)
hicretin 6. yılında umre yapmak maksadıyla Medine'den yola çıkmışlardı.
Hudeybiye'ye vardıklannda Kureyş'e sadece Allah'ın evini ziyaret için Mekke'ye
geldiklerini haber vermek için Huzaİ kabilesinden Hıraş b. Ümeyye'yi Mekke'ye
gönderdi. Hıraş, Mekke'ye varıp meseleyi anlatınca onu Öldürmek istediler,
sonra Resulullah (s.a.v.)'in yanına gelip başından geçenleri ona anlattı. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.) bu İşi çözüme kavuşturması için Hz. Osman'ı
Mekke'ye gönderdi. Hz. Osman'ın öldürüldüğüne dair Resulullah (s.a.v.)'e bilgi
ulaşınca sahabiler Resulullah (s.a.v.)'e “Semure” denilen bir ağacın altında “Mekkelilerle
savaşmadan ayrılmamak üzere” biat ettiler. Daha sonra Hz. Osman sağsalim geldi.
Uzun müzakerelerden sonra Hudeybiye barış anlaşması yapıldı. İşte İslam
Tarihi'inde “Biatu'r-Rıdvan” adıyla meşhur olan biat budur.
[660]
2262- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)’in
yanında idim. Kendisi, Mekke ile Medine arasında bulunan Ci'rane'de
konaklamıştı. Yanında Bilâl vardı. Derken bir bedevi adam, Resulullah (s.a.v.)'e
gelip ona:
“Ey Muhammedi Bana
vâadettiğini yerine getirmeyecek misin?” dedi. Resulullah (s.a.v.), ona;
“Müjde!”
dedi. Bedevi:
“Bana bu müjde
kelimesini çok söyledin!” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) öfkeîi bir
şekilde Ebû Musa ile Bilâl'e dönerek:
“Bu adam müjdeyi reddetti. Bari sîz kabul edin!” buyurdu. Onlar:
“Kabul ettik, ey
Allah'ın resulü!” dediler.
Sonra Resulullah (s.a.v.)
içinde su bulunan bir tas istedi. Elleri ile yüzünü onun içinde yıkadı, içine
de ağzındaki suyu püskürdü. Sonra da:
“Bundan için ve yüzlerinize, göğüslerinize serpin.
Size müjdeler olsun!” buyurdu.
Ebû Musa ile Bilâl, su
kabını aldılar ve Resulullah (s.a.v.)'in emrettiğini yaptılar. Daha sonra Ümmü
Seleme perdenin arkasından:
“Kabınızın içinde
bulunan o suda anneniz için de artırın!” diye seslendi. Bunun üzerine onlar da
Ümmü Seleme'ye bir miktar su artırdılar.
[661]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.), Huneyn
gazasından alınan ganimetlerin Taif dönüşünde Ci'rane'de bölüştüreceğine söz
vermişti. Bedevi, ganimetteki hissesinin hemen verilmesini istedi. Resulullah (s.a.v.),
“Müjde” demekle, ya taksimin
yaklaştığını yada sabrederse bol sevab kazanacağını anlatmak istemiştir.
2263- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
Huneyn'den ayrılınca amcam Ebu Amir'i bir askeri birlik üzerine komutan yaparak
onu Evtas'a gönderdi. Ebu Amir, (birkaçbin kişiyle buraya kaçıp sığınan düşman
komutanlarından Dureyd b. Sımmeyle karşılaştı. Bu çarpışmada Dureyd öldürüldü.
Askerlerini de Allah hezimete uğrattı.
Ebu Musa der ki:
“Peygamber (s.a.v.)
beni de Ebû Amir'le birlikte göndermişti. Muharebe sırasında Ebû Amir dizinden
yaralandı. Cüşem oğullan kabilesinden bir adam, Ebu Amir'e bir ok fırlatmış ve
oku onun dizine isabet ettirerek yere çökertti, Ben hemen onun yanına vararak:
“Amca! Seni kim vurdu?” diye sordum. Ebu Amir, Ebû Musa'ya işaret ederek
katili gösterip:
“Benim katilim, işte
şudur. Görüyor musun? Beni, işte şu kimse vurdu!” dedi.
Ebû Musa der ki:
“Bunun üzerine hemen
katile doğru bilerek yönelip koştum ve ona yetiştim. Adam beni görünce dönüp
kaçmaya başladı. Ben de onun peşine düştüm. Ona:
“Utanmıyor musun? Sen
Arab değil misin? Yerinde dursana!” demeye başladım. Bunun üzerine adam
gitmekten vaz geçti. ikimiz de karşı karşıya geldik. Ben ve o, iki kılıç
darbesiyle birbirimize girdik. Ona bir kılıç vurarak onu öldürdüm. Sonra Ebû
Âmir'in yanına dönerek:
Allah senin düşmanını
öldürdü' dedim. Ebu Âmir:
“O halde dizimdeki şu
oku çıkar!” dedi.
Oku çıkardım. Fakat
okun yerinden çok su boşaldı. Bunun üzerine Ebu Âmir dedi ki:
“Ey kardeşim oğlu!
Resulullah (s.a.v.)'e git, benden ona selâm söyle ve ona:
“Ebu Âmir, sana: “Benim
için Allah'tan istiğfar dilesin” diyor” de.
Ebû Musa devamla der
ki:
“Ebû Âmir, (ölmeden
önce) beni askerler komutan tâyin etti. Biraz yaşadı, sonra da öldü. Ben,
Peygamber (s.a.v.)'e döndüğümde yanına girdim. Kendisi bir odada hurma
dalından dokunmuş bir yatak üzerinde idi. Yatağının üzerinde bir döşek vardı.
Yatağın örgüleri ^Resulullah (s.a.v.)’in sırtında ve yanlarında iz bırakmıştı.
Kendi durumumuz ile Ebu Âmir'in başına geleni Peygamber (s.a.v.)'e anlattım.
Sonra da dedim ki:
“Ebu Amir: “Peygamber
(s.a.v.)'e: “Benim için Allah'tan istiğfar dilesin” de” dedi.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) su istedi. Getirilen sudan abdest aldı. Sonra ellerini
kaldırıp:
“Allah’ın! Ebu Âmir
Ubeyd'e mağfiret eyle!” diye dua etti. Dua ederken ellerini o kadar kaldırdı
ki ben onun iki koltuğunun beyazlığını gördüm. Sonra da:
“Allah’ın! Onu, kıyamet gününde şu yarattıklarının yada
insanlardan çoğunun üstünde yüksek bir makamda kıl!” diye dua etti. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Bana istiğfar eyle” dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Allah’ın! Abdullah b. Kays'in günahını bağışla ve onu
kıyamet gününde makbul bir yere koy!”
diye dua etti.
Açıklama:
Ebu Musa'nın oğlu Ebu
Bürde:
“Bu dualardan birisi
Ebu Âmir için ve diğeri de babam Ebu Musa el-Eş'arî içindir” dedi.
[662]
Abdullah b. Kays, Ebu
Musa el-Eş'arî'nin ismi ve künyesidir.)
2264- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır;
“Ben, Eş/arî
topluluğunun gece vakti evlerine girdikleri zaman okudukları Kur'an seslerini
pek iyi tanırım. Yolculuk sırasında ben, Eş'arîlerin konakladıkları yerleri
gündüzleyin gözlerimle görmemiş olsam bile onların konak yerlerini geceleyin
okudukları Kur'an seslerinden tanırım. Eş'arîlerden düşmana karşı hikmetli söz
söyleyen/Hakîm adında bir kimse vardı. Bu kimse, süvarilere yada hadisin ravisi,
“Düşmana” dedi. rastladığı zaman onlara:
“Arkadaşlarım, size,
kendilerini beklemenizi emrediyor” derdi.
[663]
Açıklama:
Eş'ariler, Yemen'de
büyük bir kabilenin ismidir. Bu kabilenin büyük babası, Eş/ar, Sebe' neslinden
Nebt b. Eded adındaki kimsedir. Gövdesi kıllı olduğu için “Çok kıllı” demek
olan Eş'arî lakabını almıştır. Ebu Musa el-Eş'arî, bu kabileye mensuptur. Ebu
Musa el-Eş'arî, Hayber'in fethi sırasında Resulullah (s.a.v.)'le buluşmuştur.
2357 nolu hadiste onların durumu anlatılacak.
2265- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Eş'ariler gazada yiyecekleri biter veya Medine'deki
çoluk çocuklarının yiyecekleri azalırsa ellerinde (kalan) yiyeceği bir elbisenin
içinde toplar, sonra da onu aralarında bir kabın içinde eşit bir şekilde
paylaştırırlardı. Dolayısıyla onlar bendendir, ben de onlardanım.”
[664]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'în
“Eş'ariler bendendir, ben de onlardanım”
buyurması, iftihar sebebiyle söylenmiş bir sözdür. Bu ifadeyle; Eş'arilerin,
Resulullah (s.a.v.)'e nispeti ve yakınlığı gayet açık bir şekilde anlatılmış
olunmaktadır.
2266-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Müslümanlar, Ebû
Süfyân'a bakmıyor ve onunla bir mecliste öttürmüyorlardı. Bunun üzerine Ebu
Süfyan, Peygamber (s.a.v.)'e :
“Ey Allah'ın
peygamberi! Üç şey var ki; onları bana ver!” dedi. O da:
“Tamam”
buyurdu. Ebû Süfyân:
“Bende, Arabm en iyisi
ve en güzeli Ümmü Habîbe bint. Ebu Süfyân var. Onu sana vereyim!” dedi.
Peygamber (s.a.v.):
“Tamam!”
buyurdu. Ebu Süfyan:
“Oğlum Muaviye var. Onu huzurunda kâtip yaparsın!”
dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Tamam!”
buyurdu.
“Beni emir yaparsın.
Böylece vaktiyle müslümanlara karşı çarpıştığım gibi kâfirlere karşı da
çarpışırım” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Tamam!”
buyurdu.
Hadisin ravisi Ebu
Zumeyl:
“Eğer bunu Peygamber (s.a.v.)'den
istememiş olsaydı, Resulullah {s.a.v.) ona bunu vermezdi. Çünkü Resulullah (s.a.v.)'den
bir şey istenilirse mutlaka: “Evet!” cevabını verirdi” dedi.
[665]
Açıklama:
Ebu Süfyan b. Harb,
Mekke'nin fethi sırasında müslüman olmuştur. Bundan önce İslam'a ve müslümanlara
karşı çok şiddetli düşmanca faaliyetler sürdürmüştür. Mekke'nin fethinden sonra
Huneyn gazasına katılarak hem kendisi ve hem de yeni müslüman olmuş Mekke'nin
ileri geleri yüzer deve ve kırkar ukiyye gümüş almışlardı.müslüman olduktan
sonra Taif ve Yermük savaşlarına katılmıştır.Hz. Osman zamanında hicretin 34.
yılında vefat etmiştir.
2267- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz Eş'ariler
Yemen'de iken Resulullah (s.a.v.)'in peygamber olarak ortaya çıkış haberi bize
ulaşmıştı. Ben ve iki kardeşim -ki onların biri Ebu Bürde ve diğeri de Ebû
Ruhm'dur. Ben en küçükleriyim- kavmimizden elli küsur kişi yada elli üç veya
elli iki kişi. Resulullah (s.a.v.)'in yanına gitmek üzere muhacir olarak
Yemen'den yola çıktık:
“Ebu Musa sözüne şöyle
devam etti: Bir gemiye bindik. Gemimiz bizi Habeş hükümdarı Necâşî'nin
memleketinin sahiline attı. Onun yanında Ca'fer b. Ebû Tâlib ile arkadaşlarına
rastladık. Ca'fer:
“Bizi buraya Resulullah
(s.a.v.) gönderdi. Burada oturmamızı emretti. Siz de bizimle beraber kalın!”
dedi.
Biz de toptan hepimiz
Medine'ye gelinceye kadar onunla beraber orada kaldık. Daha sonra Hayber'i
fethettiği gün Resulullah (s.a.v.)'e kavuştuk. Bize ganimetten hisse verdi.
Yada Ebu Musa:
“Resulullah (s.a.v.)
bize ganimetten bahşiş verdi” dedi. Hayber'in fethinde bulunmayan hiç bir
kimseye ganimetten hisse ayırmadı. Yalnız kendisiyle birlikte bulunanlara hisse
verdi. Ancak Ca'fer ve arkadaşlarıyla birlikte bizim gemimizde bulunanlar
müstesna! Gazilerle beraber onlara da hisse ayırdı. Bunun üzerine bazı insanlar
bize yâni gemide bulunanlara:
“Biz hicrette sizi
geçtik” diyorlardı.
Ebu Musa devamla der
ki:
“Derken Esma bint.
Umeys -ki bizimle beraber Habeşistan'dan gelenlerden biridir- ziyaret için
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hafsâ'nm yanına girdi. Esma, muhacir kafilesi
içerisinde Necâşî'nin memleketi Habeşistan'a hicret etmişti. Derken Ömer,
Hafsâ'nm yanına girdi. Esmâ'da o sırada Hafsâ'nm yanında idi. Ömer, Esma'yi
görünce:
“Bu kim?” diye sordu.
Hafsa' da:
“Esma bint. Umeys”
dedi. Ömer Iatifeli bir şekilde:
“Şu, Habeşistanlı
kadın mı? Şu deniz yolculuğuna katılan mı?!” diye sordu. Esma:
“Evet!” diye cevap
verdi. Bunun üzerine Ömer:
“Hicrette biz sizi
geçtik. Dolayısıyla Resulullah (s.a.v.)'e biz sizden daha layıkız ve daha yakın
oluyoruz” dedi. Bunun üzerine Esma kızıp Ömer'e:
“Yanıldın, ey Ömer!
Hayır! Vallahi, siz, Resulullah (s.a.v.)'le birlikte idiniz. Aç olanınızı
doyurur, câhilinize vaaz ediyordu. Biz ise uzaklarda, düşmanlar diyarında yada
toprağında Habeşistan'da idik. Bu da, Allah ve Resulü uğrundaydı. Allah'a yemin
ederim ki, senin söylediğini Resulullah (s.a.v.)'e anmadıkça ne yemek yerim ve
ne de su içerim. Eziyet ediliyor ve korkutuluyorduk. Bunu, Resulullah (s.a.v.)'e
söyleyeceğim ve ondan sorup cevap İsteyeceğim. Valiahi, ne yalan söylerim ve ne
de saparım. Bundan fazla da bîr şey söylemem” dedi. Peygamber (s.a.v.) gelince,
Esma ona:
“Ey Allah'ın
peygamberi! Ömer şöyle şöyle söyledi” dedi.Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“O benim nezdimde sizden fazla hak sahibi değildir.
Onun ve arkadaşlarının bir hicreti, sizinse ey gemi yolcuları! iki hicretiniz
vardır!” buyurdu. Esma:
“Gerçekten Ebû Musa
ile gemi yolcularını gruplar halinde bana geldiklerini gördüm. Bana bu hadisi
soruyorlardı. Resulullah (s.a.v.)'in onlar için söylediklerinden kalblerinde
daha büyük ve daha sevindirici dünyâda hiç bir şey yoktu” dedi.
Açıklama:
Ebu Musa el-Eş'arî'nin
oğlu Ebu Bürde der ki: Esma:
“Gerçekten Ebû Musa'yı
görmüşümdür. Kendisi bu hadisi benden tekrar tekrar söylememi istiyordu” dedi.
[666]
2268- Âiz b.
Amr'dan rivayet edilmiştir:
“Ebu Süfyân birkaç
kişi içerisinde bulunan Selman, Suheyb ve Bilal'ın yarıma geldi. O
topluluktakiler:
“Vallahi, Allah'ın
kılıçları, şu Allah düşmanının boynundan nasiplerini almadı” diye
hayıflandılar. Ebu Bekr:
“Bu sözünüzü,
Kureyş'in şeyhine ve efendisine mi söylüyorsunuz?” dedi.
Daha sonra Ebu Bekr,
Peygamber (s.a.v.)'e gelip konuşulanları ona anlattı. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.):
“Ey Ebu Bekr! Ola ki, sen onları öfkelendirdin.
Doğrusu sen onları öfke-lendirdiysen muhakkak Allah'ı da öfkelendirmiş olursun” buyurdu.
Bunun üzerine Ebu
bekr, onların yanlarına gelip:
“Ey kardeşlerim! Ben
sizleri öfkelendirdim mi?” diye sordu. Onlar da:
“Hayır! Allah sana
mağfiret buyursun, ey kardeşçiğim” dediler.
[667]
Açıklama:
Selman, İranlıdır.
Eski adı, Mabih idi. Ahir zaman peygamberinin Arabistan'da çıkacağına dair
duyumlar üzerine yollara düşmüş, nihayet köle olarak Medine yahudüerinden birine
satılmıştı. Resulullah (s.a.v.) Medine'ye hicret edince iman etti. Ebu Derda'
ile kardeş yapıldı. Sa'd b. Ebi Vakkas'la geçen bir olay üzerine kendisine “İslam'ın
oğlu” lakabını kendisi vermiştir. Köle olduğu için Bedir ve Uhud savaşına
katılamamıştır. Hendek savaşından İtibaren bütün gazalara katılmış, hicretin
35. yılında Medain valisi iken vefat etmiştir.
Suheyb, Musul
havalisinde Arap evladından Nemr b. Kasit ailesine mensuptur. Babası, Kisra'nın
oradaki amili idi. Rumlar ile İranlılar arasında meydana gelen savaşta Suheyb,
Rumlara esir düşmüştür. Küçük yaşta esir edilip Rum diyarında yetiştiği için
Arapça'yı unutmuştur. Yeniden öğrendiyse de çetrefilli konuştuğu için “Rûmî”
diye anılmıştır. Bir hayli zaman sonra Abdullah b. Cud'an tarafından satın
alınıp sonra da hürriyetine kavuşturulmuştur. ilk müslümanlardandır. ?Bütün
servetini ve ailesini Mekke'de bırakarak Medine'ye hicret etmiştir. Bedir'den
itibaren bütün gazalara katılmıştır. Hicretin 34. yada 38 yılında vefat ettiği
söylenmektedir.
Bilal ile ilgili bilgiler
daha önce geçmişti.
2269- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz Ensar hakkında
“O zaman içinizden iki zümre zaaf göstermek istemişti.
Halbuki onların velisi Allah'dı”
[668]
ayeti indi. Ayette sözkonusu edilen bu iki zümre; Selime oğullan ile Harise
oğullandır. Biz Ensarîİer, Yüce Allah'ın, “Halbuki
onların velisi Allah'dı” buyruğundan dolayı bu ayetin inmesinden memnunluk
duyuyoruz.
[669]
Açıklama:
Ensar ile ilgili
olarak 60 nolu hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
2270- Zeyd
b. Erkam (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Allah’ın! Sen Ensar'ı, Ensar'ın oğullarını ve
oğullarının oğullarını mağfiret eyle!' diye dua etti.”
[670]
2271- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
bir takım Ensar çocuklarının ve kadınlarının düğün yemeğinden mutlu bir
şekilde dönüp geldiklerini gördü. Bunun üzerine Allah'ın peygamberi (s.a.v.)'e
ayağa kalkıp dikilerek:
“Ey Ensar kadınları ile çocukları! Allah şahit olsun
ki, sizler bana insanların en sevimlilerindensiniz” buyurdu.
Peygamber (s.a.v.) bu
sözüyle bütün Ensar'ı kastediyordu.
[671]
2272- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sahabilerim! Doğrusu Ensar, benim karnım/cemaatımdır
ve çantam/sırdaşlarımdır. Gerçekten insanlar çoğalacaklar ve azalacaklar. O
halde siz, Ensar'ın iyilik edenlerinden iyiliklerini kabul edin. Kötülük
yapanlarının kusurlarını da affedin.”
[672]
2273- Ebu
Useyd el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Ensar mahallelerinin en hayırlısı; Neccâr oğulları
mahallesi, b. Abdu'l-Eşhel oğulları mahallesi, sonra Haris b. Hazrec oğulları
mahal sonra Sâide oğulları mahalleşidir ve Ensar mahallelerini hepsinde hayırıdır”
buyurdu.
Ebu Seleme der ki: Ebu
Useyd:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'in
üzerinden yalan söylemekle itham oiunur rnuyı Yalancı bir kimse olsaydım fazilet
yönünden olan bu sıralamaya kendi kavr Sâide oğullarından başlardım” dedi.
Resulullah (s.a.v.)'in
Ensar'ı bu şekilde sınıflaması, Sa'd b. Ubâde'ye ulaşır Bunun üzerine Sa'd b.
Ubâde'nin gönlünde bir kırgınlık meydana geldi. Kendi kendine:
“Biz bu fazilet
yönünden olan sınıflamada geriye bırakıldık. Biz böy Ensar'ın dört kabilesinin
en sonuncusu olduk. Hemen eşeğimi eyerleyin! Resulü (s.a.v.)'e gideceğim” dedi.
Kardeşi Sehl ise onunla konuşarak:
“Resulullah (s.a.v.)'e
red cevabı vermeye mi gideceksin? Halbuki o bu işi iyi bilendir. Sana hayırlı
olma açısından dördün dördüncüsü olman yetmiyor” dedi. Bunun üzerine Sa'd
gitmekten geri dönüp:
“Allah ve Resulü en iyi
bilendir” deyip eşeğinin eyerinin çözülmesini emre ve bunun üzerine eşeğinin
eyeri çözüldü.
[673]
Sa'd b. Ubâde, ilk
Akabe biatma katılanlardandı. Kabilesinin reisi idi. Resulullah (s.a.v.)'in
vefatından sonra Ebu Bekr'e biat etmeyerek Şam tarafına gitmiş ve hicretin 15.
yılında Havran'da vefat etmiştir.
2274- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Cerîr b.
Abdullah eî-Becelî'ye birlikte bir sefer çıktık. O, bana hizmet etmeye
çalışıyordu. Ona;
“Bana hizmet etmeye
çalışma!” dedim. Cerîr:
“Ben, Ensar'ı,
Resulullah (s.a.v.)'e öyle bir hizmet yaparlarken gördüm kü, artık Ensar'dan
herhangi birisiyle yoldaşlık edersem muhakkak ben de ona hizmet edeceğime yemin
ettim” dedi.
[674]
2275- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Eşlem kabilesi ki, Allah onları barış içerisinde
sürekli kılsın. Gıfâr kabilesi ki, Allah onlara mağfiret eylesin. Bunu ben
kendim söylemiyorum. Bunu, Yüce Allah söylüyor.”
[675]
Bu kabile, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'ie barış anlaşması imzalamış ve bu anlaşmaya bağlı kalmıştı.
Bu sebeple de Hz. Peygamber {s.a.v.), onlara övgüde bulunmuştur.
Bu kabile ise,
Hicaz'da Mekke ile Medine arasında yaşardı. İslam öncesi tarihi hakkında
yeterli bilgi yoktur. Gıfâr kabilesinden ilk müslüman olan zat, Ebu Zerr'dir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
bu iki kabileye dua etmesi, Islamiyeti, savaşsız bir şekilde kendi istekleriyle
kabul ettikleri içindir.
Cahİliyye döneminde
Gıfâr kabilesi, hacıları soymakla suçlanirdı. Hz. Peygamber (s.a.v.), onlardan
bu lekeyi silerek geçmiş suçlannın af olduğunu bildirmek istemiştir.
Bu iki kabile, diğer
Arap kabilelerine nazaran kuvvet ve itibar yönüyle daha geri de olmalarına
rağmen onlardan daha önce İslamı benimsemişler ve İslamı kabul etmede onları
geçmişlerdir. Böylece İslam'ın şeref ve İzzetine, onlardan önce bu iki kabile
nail olmuştu.
2276- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kureyş, Ensar, Müzeyne, Cüheyne, Eşlem, Gıfâr ile
Eşca kabileleri benim yardımcılarımdır. Onların Allah ve Resulünden başka
yardımcısı yoktur.”
[676]
2277- Adiyy
b. Hatim (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Ben, Ömer İbnu'I-Hattâb'a gelmiştim. O,
bana:
“Resulullah (s.a.v.)'in
yüzünü ve sahabilerinin yüzlerini sevindirip ferahlatan ilk sadaka, senin,
Resulullah (s.a.v.)'e getirmiş olduğun Tayy kabilesinin sadakasıdır” dedi.
[677]
Açıklama:
Adiyy b. Hatim,
hicretin dokuzuncu yada onuncu yılında müslüman olmuştur. Daha önce
Hıristiyandı. Resulullah (s.a.v.)'in vefatından sonra birçok kimse irtidat
ederek İslam'dan dönerken o müslümanlığını korumuş ve kavminin zekatını
getirerek Hz. Ebu Bekr'e vermiştir. Irak'ın fethinde bulunmuş, sonra da Kufe'ye
yerleşmiştir. Sıffin savaşında Hz. Ali'nin safında yer almıştır. Bir rivayete
göre 120 ve diğer bir rivayete göre ise 180 yıl yaşamıştır.
2278- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Tufeyl ve onun
arkadaşları, Resulullah (s.a.v.)'e gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Devs kabilesi kafir olup İslam'a girmekten kaçındı. Dolayısıyla sen o kabile
aleyhine beddua et” dediler. Devs kabilesi helak oldu da denilmiştir. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allah’ım! Sen, Devs kabilesine hidayet eyle ve onları
İslam'a getir!” diye dua etti.
[678]
Açıklama:
Tufeyl b. Amr, Devs
kabilesindendir. Mekke'de müslüman olmuş, sonra memleketine dönmüş, Resulullah
(s.a.v.) Medine'ye hicret edinceye kadar kavmini İslam'a davet etmiştir. Fakat
onlar, Tufeyl'in sözünü dinlememişler, İslam'a girmekten kaçınmışlar, zina
etmeye ve faiz yemeye de devam etmişlerdir. Resulullah (s.a.v.)'in onlara
beddua etmesini istemiş, fakat Resulullah (s.a.v.) onlara hidayete ermeleri için
dua etmiştir.
2279- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İnsanlar maden yatakları gibi cins cins bulursunuz.
İnsanların cahiliye dönemindeki iyi kimseleri, İslam'a girip aynı tavrı
sürdüklerinde İslam'da da iyi kimselerdir. İnsanların iyilerini şu (devlet)
idaresi/işi konusunda en isteksiz görürsünüz. İnsanların kötülerini de bir
kısma bir yüzle ve bir kısmı da bir başka yüzle gelen ikiyüzlü görürsünüz.”
[679]
2280- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Kureyş kadınları; deveye binen kadınların en hayırlisı,
çocuğa karşı en şefkatlisi ve sorumluluğu altındaki kocasının emanetlerine
karşı çok titizdir” buyururken
işîtmiştir.
[680]
2281- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), Ebu
Ubeyde İbnu'l-Cerrâh ile Ebu Talha arasında kardeşlik bağı kurmuştur.”
[681]
2282- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Medine'deki evinde Kureyş ile Ensar arasında dostluk anlaşması yaptı.”[682]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.),
Mekke'den Medine'ye hicret ettiğinde Medine'deki Ensar ile Muhacirler arasında
kardeşlik bağı kurmuştu. Bu kardeşlik bağı; bir eşi ve benzeri daha gösterilemeyen
pek asil düşüncelerle kurulmuş bir yardımlaşma ve dayanışma olayıdır. Bu kardeşlik
bağının gayesi; kardeşlerin birbirine yardım, ihsanda bulunma, nasihat ve
rehberlik ve bir de zevi'l-erhamdan önce birbirlerine mirasçı olmalarıydı
2283- Cübeyr
b. Mut'im (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İslam'da dostluk anlaşması yoktur. Herhangi bir
anlaşma cahiliye döneminde olmuşsa İslam ona ancak sıkıca bağlı kalma dışında
ilave yapmamıştır.”
[683]
Açıklama:
“İslam'da dostluk anlaşması yoktur” ifadesinden maksat; ger'an yasak olan miras ittifakı
gibi şeylerdir. Cahiliye devrinden beri yapılagelen herhangi bir ittifak ise;
İslam'ın özüne ters olmadığı müddetçe İslam bu tür anlaşmaları ancak
kuvvetlendirir ve kardeşlik ile din hususundali yardımlaşma ittifakını
güçlendirir. Hılfulfudl anlaşmasında olduğu gibi.
2284- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Akşam namazını
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte kıldık. Sonra da birbirimize:
“Otursak, nihayet
yatsı namazını da Resulullah (s.a.v.)'le birlikte kılsak” deyip oturduk.
Nihayet Resulullah (s.a.v.) yatsı namazını kıldırmak üzere yanımıza çıktı.
Bize:
“Buradan hiç
ayrılmadınız mı?” diye sordu. Biz de:
“Ey Allah'ın resulü!
Seninle birlikte akşam namazını da kılıncaya kadar oturalım diye kendi
aramızda sözleştik” dedik. Resulullah (s.a.v.):
“Güzel yaptınız yada isabet ettiniz!” buyurdu.
Daha başını semaya
doğru kaldırdı. Resulullah (s.a.v.)'in başını semaya doğru kaldırması çok kere
yapüğı bir adeti değildi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Yıldızlar, sema için emniyet kaynağıdır. Yıldızlar
yok olup gittikleri zaman semaya vaat olunduğu şeyler gelir. Ben de sahabilerim
için bir emniyet kaynağıyım. Ben de gittiğim zaman sahabilerime vaat
olundukları tehlikeli şeyler gelip çatar. Sahabilerim de, ümmetim için emniyet
kaynağıdır. Sahabilerim de gittikleri zaman ümmetime de vaat olundukları
sıkıntılı işler gelip çatar” buyurdu.
[684]
2285- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İnsanlar üzerine öyle
bir zaman gelecektir ki, insanlardan bir cemâat gaza edecekler, onlara:
içinizde Resulullah (s.a.v.)'i
gören hiç kimse var midir?” denilecek. Onlar da:
“Evet, var!” diye
cevap verecekler. Bunun üzerine onlara fetih müyesser kılınacak. Sonra
insanlardan bir cemâat gaza edecekler, onlara da:
“İçinizde Resulullah (s.a.v.)'e
sahâbîlik etmiş bir kimseyi gören var mı?” denilecek. Onlar da:
“Evet, var!”
diyecekler. Bu sebeple onlara fetih müyesser kılınacak. Sonra insanlardan bir
cemâat yine gaza edecekler, onlara:
“İçinizde Resulullah (s.a.v.)'e
sahâbilik eden bir kimsenin arkadaşını gören var mıdır?” denilecek. Onlar da:
“Evet, var!” diye
cevap verecekler. Bu sebeple onlara fetih müyesser kılınacaktır.”
[685]
2286-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Ümmetimin en hayırlısı, beni takip eden asırdır
Sahabe. Sonra onları takip edenlerdir Tabiûn. Sonra da onları takip edenlerdir
Etbau't-Tabün. Sonra öyle bir topluluk gelir ki, ihtirasları sebebiyle onlardan
birinin şehadeti yemininin ve yemini de şehadetinin önüne geçer.”
[686]
Açıklama:
“Sahabe” kelimesi, sölükte;
bir arada bulunmak, sohbet etmek, arkadaşlık etmek anlamına gelmektedir. Terim
olarak ise; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in peygamber oluşundan ebedi aleme göç
edinceye kadar onunla birlikte olan, onun tebligatını, sözlerinin, nasihatlarını
işiten, hareketlerini gören, emirlerinin ve tavsiyelerini can kuşağıyla
dinleyip yerine getiren müminlerdir.
“Tabiun” kelimesi ise
sözlükte; tabi olmak, peşinden gitmek ve görüşlerini benimsemek gibi anlamlara
gelir. Terim olarak ise; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sahabilerinden herhangi birisiyle
görüşüp konuşan kimseye denir.
“Etbau't-tabiîn” ise
tabiundan sonra gelip onlarla görüşüp konuşan kimseye denir.
Bu hadis, fazilet ve
derece sıralamasında ilk önce sahabeye, sonra tabiuna ve daha sonra da etbau't-tabiune
yer vermektedir.
Zaten hadisçiler, bu
fazilet sıralamasını göz önünde bulundurarak Resulullah (s.a.v.)'in
hadislerinden sonra, bağlayıcılık noktasında sahabilerin hadislerini mevkuf,
Tabiumun hadislerini maktu ve etbau't-tabiinin hadislerini de maktu şeklinde
temel almıştır.
Övgüye mazhar olan bu
üç nesle, İslam şeriatında “Selef veya “Mutakaddimûn” denilmektedir. Bu
nesiller, Kur'an'ın övgüsüne de mazhar olmuştur. Onlar, şeriata bağlılık, İslam
içinm fedakarlık, dış baskı ve etkilerden uzak bir şekilde seçkin niteliklere
sahiptirler.
2287- İmrân
b. Husayn (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) söyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu sizin en hayırlı olanlarınız, benim asrimdır.
Sonra onları takip edenlerdir. Sonra onları takip edenlerdir. Sonra onları
takip edenlerdir.”
İmran: “Resulullah (s.a.v.)
kendi asrından sonra iki defa mı, yoksa üç defa mı dedi bilemiyorum” dedi.”
Sonra onların ardından
öyle bir topluluk gelir ki, onlardan şahadet etmeleri istenmediği halde
şehadet edecekler, hıyanet edecekler, hiçkimse tarafından güven duyulmayacaklar,
adak adayacaklar, fakat bu adaklarını yerine getirmeyeceklerdir. Bunların
arasında tıkabasa yemek, içmek hayatın gayesi olduğundan şişmanlık ortaya
çıkacaktır.”
[687]
2288-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
hayatının sonunda, bir gece bize yatsı namazını kıldırdı. Selam verince, ayağa
kalkıp:
“Bu gecenizi görüyorsunuz! İşte bu geceden itibaren
geçecek yüz senenin başında bugün yeryüzünde olanlardan hiç kimse
kalmayacaktır” buyurdu.
[688]
2289- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'i,
vefatından bir ay önce:
“Siz bana kıyameti mi soruyorsunuz? Onun bilgisi ancak
Allah katındadır. Allah'a yemin ederim iti, yeryüzünde bugün doğmuş hiçbir
canlı üzerine yüz sene geçmez”
buyururken işittim” dedi.
[689]
2290- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
Tebük seferinden dönünce, kendisine kıyametin ne zaman kopacağını sordular.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bugün doğmuş olan herhangi bir canlı yeryüzünde
mevcutken yüzüncü yıl gelmez” buyurdu.[690]
2291- Ebu
Saîd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Halid b. Velid ile
Abdurrahman b. Avf arasında bir dargınlık vardı. Derken Halid, Abdurrahman'a
sövdü. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Sahabi terimden hiçbirine sövmeyin. Çünkü sizden
birisi Uhud dağı kadar altın infak etse yine de onlardan birisinin bir avuç
hurma sadakasına erişemez, hatta bunun yarısına da ulaşamaz” buyurdu.
[691]
2292- Üseyr
b. Câbir'den rivayet edilmiştir:
“Kufeliler, Ömer'e
gelmişlerdi. İçlerinde Üveys'le alay eden bir kimse vardı. Ömer:
“Burada Karanîlerden
kimse var mı?” diye sordu. Bunun üzerine Veysel Karânî'yle alay eden bu adam
geldi. Ömer şöyle dedi:
“Doğrusu Resulullah (s.a.v.):
“Size Yemen'den Üveys/Veysel adında bir adam, Yemen'de
sadece annesini bırakarak gelecektir. Onda bir beyazlık vardır. Allah'a bu
beyazlığın vücudundan gitmesi için dua etti. Allah'da bu beyazlığı onun
vücudundan giderdi. Bu beyazlıktan sadece dinar yada dirhem büyüklüğü kadar bir
yer kaldı. Sizden her kim ona kavuşursa Üveys'ten size dua etmesini istesin” buyurdu.
[692]
Açıklama:
Üveys/Veysel
el-Karânî, Peygamber (s.a.v.) zamanında yaşamış, fakat Peygamber (s.a.v.)'le
görüşemediği için ona tabi olamamıştır. Annesine karşı çok itaatkarlı olması
dillere destandı. Yemen'lidir: Herhangi bîr irşada teşvik edilmeden kendiliğinden
İslam'ı ve Peygamber (s.a.v.)'i kabul etmiştir. Hz. Ömer'i halifeliği
sırasında Medine'ye gelmiş, Hz. Ömer ondan kendisi için Allah'a dua etmesini
istemiş, sonra da Basra'ya gidip oraya yerleşmiştir. Sıffin savaşında Hz.
Ali'nin safında yer alırken hicretin 37. yılında şehid olmuştur.
2293- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Siz muhakkak Mısır'ı fethedeceksiniz. Mısır öyle bir
yerdir ki, orası “Kırat” isminin kullanıldığı bir yerdir. Orasını fethettiğiniz
zaman halkına iyi davranın. Çünkü onların bir zimmet ve akrabalık hakkı vardır
yada bir zimmet ve evlilik meydana gelen bir akrabalık hakkı vardır. Orada iki
adamın bîr kerpiç yeri için kavga ettiklerini görürsen hemen oradan çıkın” buyurdu. Ebu Zerr:
“Abdurrahman b.
Şurahbil b. Hasene ile kardeşi Rabîa'yt bir kerpiç yeri için kavga ederlerken
gördüm. Bunun üzerine derhal oradan çıktım” dedi.
[693]
2294- Ebu
Berze (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Arap kabilelerinden birine bir adam gönderdi. Onlar bu kimseye sövmüşler ve
onu dövmüşlerdi. Bunun üzerine bu kimse, Resulullah (s.a.v.)'e gelip başından
geçenleri ona anlattı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Sen Uman halkına gitmiş olsaydın, onlar sana
sövmezlerdi ve dövmezlerdi” buyurdu.
[694]
Açıklama:
Uman, Bahreyn'de
bulunan bir şehrin adıdır. Bazılarına göre ise burada “Uman”la kastedilen, Yemen'den
sonra gelen şehirdir.
2295- Ebu
Nevfel'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbnü'z-Zübeyr'i
Medine'nin dağ yolunda gördüm. Kureyşliler ile insanlar, onun yanından geçmeye
başladılar. Nihayet Abdullah İbn Ömer'de onun yanına uğradı. Başında durarak:
“Es-Selâmu aleyke ya
Ebâ Hubeyb! es-Selâmu aleyke ya Ebâ Hubeyb! es-Selâmu aleyke ya Ebâ
Hubeyb!” Selam senin üzerine olsun, ey Ebu Hubeyb! Selam senin üzerine
olsun, ey Ebu Hubeyb! Selam senin üzerine olsun, ey Ebu Hubeyb! Allah'a yemin
ederim ki, ben seni bundan men edip durdum. Allah'a yemin ederim ki, ben seni
bundan men edip durdum. Allah'a yemin ederim ki, ben seni bundan men edip
durdum.”
“Allah'a yemin ederim
ki, benim bildiğime göre sen hakîkaten çok oruç tutan, çok namaz kılan,
akrabaya çok yardım eden bir adamdın. Allah'a yemin ederim ki, en kötüsü sen
olan bir ümmet en lı bir ümmetdir” dedi.
Sonra Abdullah İbn
Ömer oradan ayrıldı. Abdullah'ın orada durup bu şekilde konuşması Haccâc'ın
kulağına ulaşmıştı. Hemen Abdullah İbnü'z-Zübeyr'in cesedinin yanına
görevliler gönderdi. Ceset, asılı olduğu hurma ağacının gövdesinden indirilerek
yahûdilerin kabristanına konuldu. Sonra annesi Esma bint. Ebu Bekr'e haber
gönderdi. Fakat o gelmekten kaçındı. Haccâc tekrar birini ona göndererek:
“Ya gelirsin yada seni
saçlarından sürükleyecek birini mutlaka gönderirim” dedi. Esma gelmekten yine
kaçındı. Sonra da:
“Allah'a yemin ederim
ki, bana saçlarımla beni sürükleyecek bir kimse göndermedikçe ben senin yanına
varmam!” dedi. Bunun üzerine Haccâc:
“Bana tabaklanmış
sığır derisinden yapılma ayakkabılarımı gösterin!” dedi. Ayakkabılarını aldı.
Sonra kibirli bir şekilde koşarak yola düştü ve Esmâ'nm yanına girdi. Ona,
Abdullah İbnü'z-Zübeyr'i kastederek:
“Allah'ın düşmanına ne
yaptığımı gördün mü?” dedi. Esma:
“Gördüm ki, ona
dünyasını berbat ettin. Fakat o da senin ahretini berbat etti. Duydum ki, ona,
“Ey iki kuşaklının oğlu!” dermişsin. Allah'a yemin ederim ki, iki kuşakhbenim.
Bunlarınbiri ile hayvanlarınüzerindenResulullah (s.a.v.)'in yiyeceği ile Ebu
Bekr'in yiyeceğini kaldırırdım.Diğeri de, bir kadına lâzım olan kuşaktır.Dikkat
et ki,Resulullah (s.a.v.), bize:
“Sakif kabilesinde bir yalancı ve bir can alıcı vardır” demişti. Yalancıyı gördük. Can alıcıya gelince, bunun
ancak sen olacağını zannediyorum” dedi.
Bunun üzerine Haccâc,
onun yanından kalktı. Bir daha da onun yanına bir şey için müracaat etmedi.
[695]
Açıklama:
Ebu Hubeyb; Abdullahb.
Zübeyr'in künyesidir. Haccâc-ı Zâlim bir çarpışmada Abdullah b. Zübeyr'i şehid
etmiş ve cesediniMedine'nin dağ yollarından birinde tepesi üstü bir ağaca
asmıştı. Gelip geçen halk bunu görüyordu. Nihayet Abdullahb.Ömer (r.a) oradan
geçerken asıh cesedi görmüş ve ona selâm vererek hakkında sitayişkâr sözler
söylemiştir.
“Seni bundan men edip dururdum” sözünden maksadı; seni bu adamla uğraşmaktan ve kendisiyle
uzun uzadıya çekişme ve münakaşaya dalmaktan men ederdim. Beni dinlemedin.
İşte bu hal başına geldi, demektir.
Esma' bint. Ebi Bekr,
Abdullah İbnü'z-Zübeyr’in annesidir.
2296- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Eğer din, Süreyya yıldızının yanında olsaydı Fars'dan
bir kimse Ravi: yada Fars oğullarından bir kimse” dedi muhakkak ona gider ve
ona uzanıp alırdı.”
[696]
2297-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İnsanları, içerisinde işe yarar yük ve binek bir
devesi neredeyse bulunamayan yüz deve gibi bulacaksın.”
[697]
İyilik, da genişlik,
güzel davranış. Birr, müslümanlann gerek kendi aralarında gerekse İslâm
devletinin gayr-i müslim vatandaşlarına karşı güzellik ve adaletle davranmaları
anlamında kullanıldığı gibi, müslüman'ın Allah'a karşı olan görevlerini İfa
ederken işlediği salih amellerin bütünü anlamına da gelmektedir. Birr takvanın
kendisidir. Allah'ın emrine uyup, ilâhî murakabeyi yakînen kavramaktır.
Tasavvuru, şuuru, ameli ve Allah'a yönelişi birleştirmek demektir. Ferdin ve
toplumun vicdanına hükmeden tasavvur ile ferdin ve toplumun hayatını düzenleyen
amel, Allah'ın istediği ölçüler dahilinde birleşirse işte o zaman birr
gerçekleşir. Çünkü Kur'an genel olarak toplum hayatında hakkaniyet ve sevgiyi
özellikle vurgulamaktadır. Yani başkalarına karşı hakkı gözetmek ve sevgi
göstermek, Kur'an'in insanlar için emridir. İşte bu, birr ile açıklanabilen
geniş, bol ve sürekli olan birdir.
[698]
Akraba ve yakınları
ziyaret etme, hallerini ve hatırlarını sorma, gönüllerini alma anlamında bir
İslam ahlâkı terimi.
İslam'da insanlar
arası ilişkilere önem verildiği gibi özellikle yakınlardan başlayarak anne ve
babanın ve sırayla diğer akrabaların ziyaret edilip gözetilmesi prensibi son
derece önemlidir.
Ahlâk, terbiye ve
nezâket kuralları. Birini ziyafete davet etme mânâsını ifade eden edep,
İslâm'ın güzel saydığı söz ve davranışlardır. Bu itibarla edep, insanların
kendisine davet olunan bilumum , zarafet, usluluk ve güzel ahlâk demektir.
Edeb, insanı ayıplanma
ve kötülenme sebeplerinden koruyan nefsin köklü bir kuvvetidir. “Nefs edebi”
ve “Ders edebi” olmak üzere ikiye ayrılan edeb'in birincisi acelecilik ve
sinirlilik gibi doğuştan olan edeb, ikincisi ise daha sonra elde edilen ve “Mekârim-i
ahlâk” güzel ahlâk olarak da isimlendirilen edebtir .
2298- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e gelip
ona:
“Hoş sohbette
bulunmama insanların en layık olanı kimdir?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Annen!”
diye cevap verdi. Adam:
“Sonra kim?” diye
sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Sonra annen!”
diye cevap verdi. Adam tekrar:
“Sonra kim?” diye
sordu. Resûlullah (s.a.v.):
“Sonra annen!”
diye cevap verdi. Adam dördüncü defa:
“Sonra kim?” diye
sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Baban!”
diye cevapladı.
[699]
Açıklama:
İslam dini aileye
büyük önem verir. Ailenin temel unsurları anne, baba ve çocuklardır. Aile
bireyleri arasında bir takım karşılıklı haklar vardır. Aile içerisinde çocuk
açısından en çok hukuku olan annedir. Çünkü çocuğa en fazla hizmeti geçen
annedir. Anne hamile kaldığı andan itibaren çocuk ile ilgili bir takım
zorluklar çeker, doğum olayı ile hayatî tehlikesi gündeme gelebilir, doğumdan
sonra da çocuğun emzirilmesi, giydirilmesi, temizliğinin yapılması, eğitilmesi
gibi bir çok hallerde öncelikle anne ilgilenir. İşte annenin bu hizmetlerine,
çocuğun maddi bir karşılıkla ödemesi mümkün değildir. Yapabileceği tek şey,
annesinin kendisine sunduğu anneliğin bilincinde olması ve minnettarlığının
farkında olmasıdır. Çocuk üzerinde elbette babanın da haklan var. Çünkü maddi
ihtiyaçlarının sağlanmasında gerekli fedakarlıkları genellikle baba yapar.
Dolayısıyla İslam dini, çocuğun annesine ve babasına karşı olan sevgi ve saygı
duymasına dikkat çeker.
2299-
Abdullah İbn Amr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Peygamber (s.a.v.)'e
gelip ondan cihada gitmek için izin istiyordu. Peygamber (s.a.v.), ona:
“Annen-baban sağ mıdırlar?” diye sordu. Adam:
“Evet, sağdırlar”
dedi. Peygamber (s.a.v.):
“O halde önce onların rızasını alma hususunda çalış” buyurdu.
[700]
Açıklama:
Bu izin isteyen
kimsenin, Muaviye b. Cahime yada Cahime b. Abbas olduğu ileri sürülmüştür.
Cihada katılmak
istenen bu kimseye, anne-babasının rızasının şart koşulması, bu cihadın genel
bir cihad ve herkese farz olan cihad değil de gönüllülerden oluşan bir askeri
birlik olması ihtimalini kuvvetlendiriyor.
Anne-baba ile cihad
arasındaki fazilet tertibi; olaylara, vaziyetlere, cihadın zorunlu veya ihtiyari
olmasına göre değişir.
2300-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Beşikte iken sadece üç kişi konuşmuştur:
1- Meryem'in
oğlu İsa,
2- İsrail
oğulları zamanında yaşayan Cüreyc'in arkadaşı. Cüreyc, âbid bir adamdı. Bir
manastır yaptırdı. Onun içinde yaşıyordu. Derken annesi geldi. Cüreyc namaz
kılıyordu. Ona:
“Ey Cüreyc!” dedi.
Cüreyc:
“Rabbim! Anneme mi
cevap vereyim, yoksa namazıma mı devam edeyim!” deyip namazına yöneldi. Annesi
gitti. Ertesi gün olunca, annesi ona yine geldi. Cüreyc yine namaz kılıyordu.
Ona:
“Ey Cüreyc!” diye
seslendi. Cüreyc:
“Rabbim! Anneme mi
cevap vereyim, yoksa namazıma mı devam edeyim!” deyip namazına yöneldi. Annesi
gitti. Ertesi gün olunca annesi tekrar geldi. Cüreyc yine namaz kıhyordu. Ona:
“Ey Cüreyc!” diye
seslendi. Cüreyc:
“Rabbim! Anneme mi
cevap vereyim, yoksa namazıma mı devam edeyim!” deyip namazına yöneldi. Annesi:
“Allâhım! Fahişelerin
yüzünü görmedikçe, bu oğlumun canını alma!” diye dua etti.
Derken İsrail oğullan,
Cüreyc'i ve ibâdetini konuşur oldular. Bu arada güzelliği dillere destan olmuş
fahişe bir kadın vardı. Bu kadın:
“İsterseniz sizin için
onu fitneye/zinaya düşürürüm!” dedi.
Bunun üzerine bu kadın
cinsel ilişkide bulunmak için kendisini Cüreyc'e teklif etti. Cüreyc, ona
iltifat göstermedi. Daha sonra kadın, Cüreyc'in manastırında barınmakta olan
bir çobana gidip kendisini ona teslim etti. O da onunla zina etti. Kadın
bundan dolayı hamile kaldı. Çocuğu doğurduğu zaman:
“Bu çocuk,
Cüreyc'dendir!” dedi. Halk, Cüreyc'e gelip onu manastır'dan aşağı indirdiler
ve manastırını yaktılar. Onu da dövmeye başladılar. Bunun üzerine Cüreyc:
“Size ne oluyor?”
dedi. Halk:
“Bu fahişeyle zina
ettin ve senden bir çocuk doğurdu” dediler. Cüreyc:
“Çocuk nerede?” diye
sordu. Bunun üzerine çocuğu Cüreyc'e getirdiler. Cüreyc:
“Beni bırakın, namaz
kılayım!” dedi. Bunun üzerine Cüreyc namaz kıldı. Namazı bitirdikten sonra
çocuğa gelip onun karnına dokundu ve:
“Ey çocuk! Senin baban
kimdir?” dedi. Çocuk:
“Filân çobandır” diye
cevap verdi. Bunun üzerine halk, Cüreyc'e yönelip onu öpmeye ve elleriyle de
Cüreyc'i sıvazlamaya başladılar. Ona:
“Sana manastırını
altından yapalım” dediler. Cüreyc:
“Hayır! Onu eskisi
gibi çamurdan yapın” dedi. Onlar da manastırı eskisi gibi yaptılar.
3- Bir
zamanlar bir çocuk annesinin memesini emiyordu. Oradan şahlanmış bir ata
binmiş, kılık-kıyafeti güzel bîr adam geçti. Çocuğun annesi:
“Allah’ın! Oğlumu,
bunun gibi yap!” diye dua etti. Çocuk hemen annesinin memesini bırakıp o adama
doğru dönerek baktı ve:
“Allah’ın! Beni onun
gibi yapma!1 dedi. Sonra annesinin memesine dönerek emmeye başladı.
Ebu Hureyre; Ben,
Resulullah (s.a.v.)’in şehadet parmağı ağzında ve onu emmeye taşlayarak
çocuğun nasıl emdiğini anlatmasını halen görür gibiyim” dedi.
Resulullah (s.a.v.) sözüne
devamla buyurdu ki:
“Sonra o emzikli kadının yanından bir câriye
geçirdiler. Sahipleri onu hem dövüyor ve hem de ona: “Sen zina ettin! Hırsızlık
ettin!” diyorlardı. Câriye ise:
“Hasbiyellâhu ve
ni'me'l-vekîl” Bana Allah yeter! O ne güzel vekildir” diyordu. Çocuğun annesi:
“Allah’ın! Oğlumu bu
câriye gibi yapma!” diye dua etti. Çocuk hemen annesinin memesini emmeyi
bıraktı ve cariyeye bakarak:
“Allah’ın! Beni bu
câriye gibi yap!” dedi.
İşte buradan itibaren
kadın ile çocuk konuşmaya başladılar: Anne:
“Boğazı tıkanası!
Güzel kıyafetli bir adam geçti. Ben:
“Allah’ım! Oğlumu
bunun gibi yap!” dedim. Sen:
“Allah’ın! Beni bunun
gibi yapma!” dedin. Bu cariyeyi hem döverek ve hem de ona:
“Sen zina ettin!
Hırsızlık ettin!” diyerek yanımızdan geçirdiler. Ben:
“Allah’ın! Oğlumu
bunun gibi yapma!” diye dua ettim. Sen:
“Allah’ın! Beni bunun
gibi yap!” dedin' dedi. Bunun üzerine çocuk, annesine:
“O adam, zalim bir
kimseydi. Bundan dolayı “Allah’ın! Beni onun gibi yapma!” dedim. Bu cariyeye
ise:
“Sen zina ettin!”
diyorlar. Halbuki cariye zina etmemiştir. Cariyeye:
“Hırsızlık ettin!”
diyorlar. Halbuki cariye hırsızlık yapmamıştır. Bu sebeple de “Allah’ın! Benî
bunun gibi yap!” dedim” diye cevap verdi.
[701]
Açıklama:
Aynî'ye göre;
Resulullah (s.a.v.) bu hadisi beşikte konuşanların üçten fazla olduğunu
bilmezden önce söylemiştir. O kendisine gelen vahye dayanarak üç kişinin
beşikte konuştuğunu haber vermiştir. Yoksa beşikte konuşanların sayısı yedidir.
Yusuf (a.s)'a şahitlik eden çocuk, Firavun'un ateşe atmak istediği kadının çocuğu,
Yahya (a.s) bunlardandır.
2301-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resûlullah (s.a.v.)
bir gün:
“Burnu yere sürtülsün, burnu yere sürtülsün, burnu
yere sürtülsün” buyurdu.
“Ey Allah'ın Resulü?”
Kimin burnu sürtülsün” diye soruldu. Resûlullah (s.a.v.):
“İhtiyarlığı anında anne-babasından birine yada her
ikisine yetiştiği halde cennete giremeyen kimsenin” buyurdu.
[702]
Açıklama:
Bu hadis, anne-babaya
itaata teşvik etmekte ve bunun sevabının büyük olduğunu bildirmektedir.
Anneye-babaya, özellikle de ihtiyarladıkları zaman nafakalarını sağlamak ve
hizmetlerinde bulunmak gibi itaatlar cennete girmeye sebep davranışlardandır.
Bu hususta kusur eden evlatlar, cennete girme nimetine nail olamayacaktır.
2302-
Abdullah İbn Ömer (r.a)tan rivayet edilmiştir:
“Bedevilerden bir kimse,
Mekke yolunda Abdullah İbn Ömer'e rastlamıştı. Abdullah İbn Ömer, ona selam
verdi. Onu, binmekte olduğu bir merkep üzerine bindirip başındaki sarığı da o
bedeviye verdi.
Hadisin ravisi İbn
Dinar der ki: Biz, Abdullah İbn Ömer'e:
“Allah sana iyilik versin.
Bunlar, bedevi Araplardir. Bunlar, az şeyle memnun olurlar” dedik. Bunun
üzerine Abdullah İbn Ömer:
“Bu adamın babası,
babam Ömer İbnu'l-Hattâb'ın sevgili bir dostu idi. Ben de Resulullah (s.a.v.)i:
“İyiliğin en iyisi; çocuğun, babasının samimi dostlarına
iyiliği ve ve ilgiyi devam ettirmesidir” buyururken işittim” dedi.
[703]
Açıklama:
Burada babanın samimi
dostlarıyla ilgilenmenin, onlara ihsan ve ikramda bulunmanın fazileti ifade
edilmiştir. Bu ifade, o İyiliklerin yapılmasına kendisi sebep olduğu için
bizzat babasına da bir iyilik ve ikram olmasını gerektirmektedir. Bu hükmün
içerisine; annenin, dedelerin, hocaların, karı-kocanın dostları da girmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Hatice'nin samimi dostlarına ikramda bulunması ile
ilgili hadisler daha önce geçmişti.
[704]
2303- Nevvâs
b. Sem'ân el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'e,
“Birr” ile “İsm”in ne olduğunu sordum. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Birr iyilik ve hayır, ahlakın güzel olmasıdır. İsm
kötülük, vicdanı tırmalayan ve insanların bilmesinden hoşlanmadığın şeydir” diye cevap verdi.
[705]
2304- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yüce Allah yaratacağı
mahlukatı yaratıp onlarla ilgili yaratma işini tamamladığı zaman,
akrabalık/rahim, ayağa kalkıp:
“Rabbim! Burası,
akrabalık bağlarını kesmekten sana sığınanların makamıdır” dedi. Allah:
“Evet, öyledir.
Sen, seninle bağlılığını muhafaza edenlere Benim de iyilik etmeme; senden onu
kesenlerden Benim de onu kesmeme razı olmaz mısın?” buyurdu. Akrabalık:
“Evet, olurum” dedi.
Allah:
“Bu hüküm, sadece sana mahsustur” buyurdu. Daha sonra Resulullah (s.a.v.):
“Akrabalık bağlarını koparanların Allah'ın rahmetinden
mahrum kalacaklarını öğrenme mahiyetinde isterseniz Yüce Allah'ın, “Demek siz
iş başına gelecek olursanız yeryüzünde bozgunculuk çıkaracaksınız ve akrabalık
bağlarınızı koparacaksınız öyle mi? işte onlar, Allah'ın lanetlediği,
kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir. Kur'ân'ın anlamını düşünmüyorlar
mı? Yoksa kalblerinin üzerinde kilitleri mi var (ki hiçbir hakikat,
gönüllerine girmiyor)?”
[706] ayetlerini okuyun” buyurdu.
[707]
2305- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Rahim/akrabalık, Arşa asılmış vaziyette: “Benimle bağ
kurana Allah da bağ kursun. Benimle bağı koparana Allah da (onunla olan) bağı
koparsın” der.”
[708]
2306- Cübeyr
b. Mut'im (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Akrabayla ilişkiyi kesen cennete giremez.”
[709]
2307-
Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Her kim rızkının bollaştırılmasını yada ecelinin geri
bırakılması kendisini sevîndirirse akrabalık bağını korusun” buyururken işittim.
[710]
Açıklama:
Hadis, akrabalık
bağının rızkı artıracağına, eceli geciktireceğine delalet etmektedir.
Burada karşımıza hemen
meşhur soru çıkar: Eceller ile rızıklar takdir edilmiştir. Onlar ne artar, ne
de eksilir. Çünkü yüce Allah:
“Ecelleri geldiği zaman ne bir an geri ve ne de bir an
geri bırakılırlar, ne de bir an önceye alınırlar”
[711]
buyurmuştur.
Alimler, bu soruya
birkaç şekilde cevap vermişlerse de bunlar içerisinde en sahih olan görüş
şudur:
Ecelin fazla olması,
ömrün bereketiyle ve sahibini hayırlı İşlere muvaffak kılmakla olur. Bu suretle
kişi, kısa ömürde, başkalarının uzun ömürlerinde yapamadıkları hayırlı işleri
yapar, onlardan çok yaşamış gibi olur.
İmam Nevevî, bu görüşün
en doğru görüş olduğunu belirtmiştir.
2308- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir kimse:
“Ey Allah'ın resulü!
Benim bir takım hısımlarım var ki, onlar benimle akrabalık bağlarını kesip
koparırlarken ben onlarla olan akrabalık bağımı sürdürüyorum. Onlar bana
kötülük yaparlarken ben onlara iyilik yapıyorum. Onlar bana karşı cehalet
ortaya koyarlarken ben onlarla ilgili hayırlı rüyalar görüyorum” dedi. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Eğer sen gerçekten söylediğin gibiysen, sen onlara
ancak (ileride onları yakacak olan) sıcak bir kül yedirmektesin. Sen bu hal
üzere devam ettiğin müddetçe senin yanında muhakkak Allah tarafından onların
eziyetlerini senden uzaklaştıran bîr yardımcı (melek) bulunmaya devam
edecektir” buyurdu.
[712]
Akraba Bağı (Sıla-i rahim):
İster mirastaki akrabalan olsun, ister mirastaki akrabaları olmasın, kişi ile
soyu arasındaki her bağdır.
Kadı İyâz der ki:
“Hiç kuşkusuz,
akrabalık bağı, farzdır. Bu bağı koparmak, büyük günahtır. Bununla birlikte
akrabalık bağının dereceleri vardır. En alt derecesi, selamı ve konuşmayı terk
etmektir. Bu bağın ölçüsü; selam vermek bile olsa, konuşmaktır. Akrabalık
bağının kimlere farz olduğu, yapabilme ve ihtiyacın durumuna göre farklılık
gösterir. Dolayısıyla akrabalık bağı; bazılarına göre, farz ve bazılanna göre
ise müstehabtır. Buna göre sıla-i rahmin bir kısmı meydana gelse, fakat
akrabalık bağının maksadı oluşmamış olsa, buna, akrabalık bağını kesmek
denilmez.”
2309- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Birbirinize kin tutmayın. Biribirinizle
hasetlcşmeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları! Birbirinizle
kardeşler olun. Bir müslümanın (din) kardeşinden üç günden fazla küs durması
helal olmaz.”
[713]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.), müslümanlar
arasında üç günden fazla devam edecek küsüşmeleri yasaklamıştır. Yalnız üç güne
kadar küsmenin mubah olduğu, hadisin mefhumunda mevcuttur. Üç güne kadar olan
küsmeler, affedilm iştir.
Kızgınlık ve
öfkelenmek, insanoğlunun fıtratında vardır. Bundan ötürü, eski haline dönmesi
ve kızgınlık halinin geçmesi için bu miktardaki küsmeye müsamaha edilmiştir.
Yasaklanan küsme; karşılaştığında selam vermemek, konuşmamak ve İlgiyi
kesmektir. Kafir kimseye küsmenin, bir müddeti yoktur. Fakat dinine zarar
verecek yada meşru bir nedenle kişiyle ilginin kesilmesi caizdir. Örneğin,
şer'i emirlere karşı asi olan kimselere, bundan vazgeçmesi için küsülebilir. Resulullah
(s.a.v.), Tebük savaşına katılmayan Ka'b b. Mâlik ve iki arkadaşıyla elli gün
boyunca konuşmayı halka yasaklamıştı.
2310-
Ebu
Eyyûb el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir müslümanın din kardeşinden üç geceden fazla küs
durması helal olmaz. Birbirleriyle karşılaştıkları zaman birisi yüzünü şu
tarafa çevirir ve diğeri de bu tarafa çevirir. Halbuki bu iki müminin en hayırlısı,
selamı ilk önce verendir.”
[714]
2311-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Delilsiz zandan sakının. Çünkü delilsiz yere olan zan,
sözlerin en yalan olanıdır. Birbirinizin eksikliğini görüp işitmeye
çalışmayın. Birbirinizin özel mahrem hayatını araştırmayın. Hislerinize yenik
düşüp menfaatte aşırıya gitmeyin. Biribirinizle ha s eti eşmeyin. Birbirinize
buğzetmeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları! Kardeşler olun.”
[715]
Açıklama:
Bu hadiste, sû-i
zandan sakınma vardır. Üzerinde hiçbir kötülük alameti görülmeyen bir kimseyi kötülükle
töhmet altına almaya “Zan” denir. Bu yersiz ve sebepsiz yere birini kötülemektir.
Bu şüphesiz kötü bir zandır. Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmede mü'minleri bundan sakındırmıştır:
“Ey iman edenler! Zandan çokça sakının. Çünkü zannın
bir kısmı günahtır”
[716]
Yasak edilen zannın içine,
açıkça şüpheli yerlerde gezen kimse hakkındaki zan, dünya işlerinde yapılan zan
ve Allah Teâlâ'ya karşı duyulan hüsnü zan girmez. Ancak Uluhiyetle ve
Peygamberlikle ilgili zanlar haram olan zanlara dahildir. Çünkü iman ve tasdik
hususunda yakîn kesin bilgi şarttır.
Mevdudi'de zan ile
ilgili olarak şöyle der:
“Burada kişi mutlaka
zannetmekten değil, fazlaca zannetmekten ve her zannettiğine tabî olmaktan
menedilmiştir. Bunun sebebi olarak da, zarının bir kısmının günah olması gösterilmiştir.
Bu emri iyice kavrayabilmek için zarının kısımlarını ve zannın ahlaki öneminin
ne olduğunu incelemek gerekir.”
Zannın bir kısmı
ahlaken beğenilmiş ve dinen makbul görülerek övülmüştür. Söz gelimi Allah,
Peygamber ve mü'minler hakkında hüsn-ü zanda bulunmak, su-i zan duymaya bir
neden olmadıkça insanlar hakkında güzel zanlar beslemek bu kategoriye girer.
Zannın ikinci kısmı,
fiilen başka çare kalmaması durumundaki zandır. Örneğin mahkemelerde şahitler
hakkında gerekli inceleme yapıldıktan sonra, galip zanna göre hüküm verilir.
Çünkü mutlak gerçeği bilmek mümkün olmadığından şahitlerin ifadesine dayanarak
bir karar verme zorunluluğu vardır ve galip zanna göre karar verilir. Bu
bakımdan insanlar arasında karar verme zorunluluğu olan birçok muamelatta,
mutlak gerçeği bilmek mümkün olmadığından galip zanna dayanılarak hüküm
verilir.
Zannın üçüncü çeşidi
de her ne kadar su-i zan ise de günah sayılmayan, caiz olmak özelliği
taşıyandır. Mesela: Bir kimse veya zümrenin yaşayış ve hareketlerinde yahut davranışlarında
ve başkalan ile olan muamelelerinde hüsn-ü zanna layık olmayan görüntüler varsa
ve buna su-i zan duymak için makul sebepler mevcut ise, İşte o zaman bu zan
günah değildir. Böyle bir durumda şeriat asla kişinin ahmaklık sergileyerek
mutlaka o hareketlere hüsn-ü zan göstermesini emretmiyor. Fakat bu caiz görülen
su-i zanin son sının, onun mümkün olan kötülüklerinden kurtulmak için ihtiyatla
hareket etmekle yetinilmesidir. Daha ileri giderek, sırf zan üzerinde durarak o
kişiye karşı herhangi bir muamelede bulunmak doğru değildir.
Dördüncü çeşit zan
gerçekte günah olan zandır. Kişinin başka birine sebepsiz yere su-i zan
beslemesi veya başkaları ile ilgili kanaat ve görüşlerinde daima su-i zanı ön
plana alması yahut dış görünüşleri ve hareketleri temiz iyi bir insan olduğunu
gösteren kişilere su-i zan beslemesldir. Bunun gibi, birinin herhangi bir sözü
ve hareketinde iyilik ve kötülük ihtimali eşit olup bizim de sırf su-i zandan
hareket ederek onu kötülüğe yorumlamamız da günahtır. Mesela, iyi bir insan bir
topluluktan kalkıp giderken kendi ayakkabısı yerine başka birinin ayakkabısını
giyse, bizim de onun mutlaka çalmak niyeti ile yaptığına karar vermemiz gibi.
Halbuki bu hareket dalgınlıktan da olabilir... İyi ihtimali bırakıp da kötü
ihtimali tercih etmek su-i zandan başka bir şey olamaz.
Bu incelemelerden
sonra zannın bizatihi bir davranış olarak yasak olmadığı meydana çıkmaktadır.
Aksine, bazı durumlarda iyidir de, bazı durumlarda kaçınılmaz, bazı durumlarda
bir dereceye kadar caiz olup daha fazlası caiz olmayandır. Bazı durumlarda da
tamamen caiz değil ve yasaktır. Bu bakımdan zandan veya su-i zandan mutlaka
sakınınız buyurulmamış, ama çok fazla zan beslemekten sakının buyurulmuştur.
Bu buyruğun
arkasından, emrin sebebini açıklamak için de, bazı zaniann günah olduğu buyruğu
yukandaki buyruğa eklenmiştir.
Bu ilahi uyandan,
kişinin zanna dayanan bir kanaat elde etmeye çalışırken veya bir kimse hakkında
karar vermek için harekete geçerken bunlan düşünüp taşınıp ölçmesi ve bu zan ve
tahminin günah olup olmayacağını gözönüne alması gerektiği sonucu çıkmaktadır.
Hakikaten bu zan gerekli midir, böyle bir zan için makul sebeplerim var mıdır,
kendisine dayanarak davranış gösterdiğim bu zan caiz midir gibi tedbirleri,
Allah'tan korkan herkes elbette almalıdır. Zan ve tahminlerini alabildiğine
başıboş bırakmak ve rasgele, sebepsiz olarak zanlara dayanınak Allah'tan
korkmayan ve ahirette hesaba çekileceğini düşünmeyen kişilerin işidir.”
Yine Mevdudi,
kişilerin özel mahrem hayatını araştırmanın yasak olması ile ilgili olarak da
şöyle der:
[717]
“Yani insanlann
sırlarını, gizli yönlerini araştırmayın, birbirinizin kusurlarını soruşturmayın,
başkalarının hal ve hareketlerini araştırmayın. Bu hareketler ister su-i zandan
dolayı yapılsın, yahut kötü niyetle birine zarar vermrk için yapılsın veya
sadece kendi merakını gidermek için yapılsın, her durumda da şeriatın
yasakladığı şeylerdir. Başkalarının üzerine perde çekilmiş hallerini
araştırması, o perdenin arkasına uzanarak kimin ne ayıbı var, kimin ne kusuru
var, kimin ne biçim gizlenmiş hataları var diye Öğrenmeye çalışması bir
müslümanın işi değildir. iki kişinin konuşmasına kulak kabartmak, komşuların
evlerinin içini merak etmek, çeşitli yollarla başkalarının aile hayatını veya
onlann şahsi davranışlannı araştırmak büyük bir ahlaksızlıktır ve bundan
binbir kötülükler ortaya çıkar. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a.v.) bir
hutbesinde bu kimselerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur.
“Ey dili ile iman etmiş de henüz iman kalplerine tam
girmemiş olanlar! müslümanların gizli hallerini araştırmayınız. Çünkü, kim
onların gizliliklerini araştınrsa Allah'da onun gizliliğini araştırır.
Allah'da kimin gizliliğini araştınrsa evinde dahi onu rezil ve rüsvay eder.”
Hz. Muaviye, Hz.
Peygamber'den (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittim demektedir: "
“Eğer insanlann gizli hallerinin peşine düşüp
araştırırsanız onlan ifsad eder yoldan çıkarırsınız veya nerdeyse yoldan çıkar
hale getirirsiniz.”
[718]
Bir başka Hadîsi
Şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Biri hakkında kötü zan beslemişseniz, hiç olmazsa onu
araştırmayın.” Cassas,
Ahkamu'l-Kur'an Bir başka hadiste de Allah'ın Rasulü (s.a.v.) şöyle demiştir:
“Kim birinin gizli kusurunu görür ve üzerine bir perde
çekerse, sanki o, diri olarak toprağa gömülmüş kız çocuğunu ölümden kurtarmış
gibi olur.” (Cassas, Ahkamu'l-Kur'an)
Kusurların araştırılması ve insanlann gizli yönlerinin soruşturulmasınm yasak
olduğunu belirten bu emir sadece şahısİar için değil, İslam devleti için de
geçerlidir.”
[719]
2312- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Birbirinize haset etmeyin. Kendiniz almak
istemediğiniz halde din kardeşinizi zarara sokmak için bir malın fiyatım
artırma yarışına girmeyin. Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin.
Bir kısmınız, diğer bir kısmımzın alışverişi üzerine alışveriş yapmasın. Ey
Allah'ın kulları! Kardeşler olun. müslüman Müslümamn kardeşidir. Ona zulmetmez.
Yardıma muhtaç olduğu zor bir zamanda onu yalnız bırakmaz. Onu küçük görmez.
Takva, işte buradadır.”
Resulullah (s.a.v.) bu
son cümleyi göğsüne işaret ederek üç defa tekrarladı.
“Bir kimsenin, müslüman kardeşini küçük görmesi; onun,
kötü bir kişi olduğunun hükmedîlmesî için yeterlidir. Her Müslümamn kanı, malı
ve ırzı diğer müslümamn üzerine haramdır.”
[720]
2313- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu Allah, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz.
Fakat kalplerinize ve amellerinize
bakar.
[721]
Açıklama:
Sindî'ye göre; yani
amellerinizi ve kalplerinizi ıslah edin, düzeltin. Gayret ve çalışmalarınızı,
bedenlerinizin güzelliğine ve mallarınızı çoğaltmak için uğraşmayın.
Allah kulunu suretinin
güzelliğiyle veya malının çokluğuyla kabul buyurmaz, onu katında yüceltmez.
Yine kulunu suretinin çirkinliğiyle veya malının azlığıyla da kabul buyurmaz,
yüceltmez. O, kulunu amelinin güzelliğiyle ve kalbinin ihlaslı olması, yani
niyetinin sırf Allah rızası olmasıyla kabul buyurur, katında yüceltir. Yine O,
kulunu amelinin çirkinliğiyle ve niyetinin bozukluğuyla reddeder.
2314- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Pazartesi ve Perşembe günleri cennet kapıları açılır.
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayan her bir müminin lehine günahları bağışlanır.
Yalnız kendisi ile din kardeşi arasında kin ve düşmanlık bulunan kimse bu
mağfiretten yararlanamaz”. O iki kişi
hakkında:
“Birbiriyle barışıncaya kadar bu iki kişiyi
mağfiretten uzak tutun! Birbiriyle barışıncaya kadar bu iki kişiyi mağfiretten
uzak tutun! Birbiriyle barışıncaya kadar bu iki kişiyi mağfiretten uzak
tutun!” denilir.
[722]
2315- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu Yüce Allah,
kıyamet gününde:
“Sırf Benim azametim (ve taatım) için birbirini
sevenler nerededirler? Benim gölgemden başka hiçbir gölge bulunmayan bugünde
Ben onları kendi gölgemde gölgelendiririm” buyurur.
[723]
2316- Ebu
Hureyrc (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kimse, diğer bir
beldede bulunan din kardeşini ziyarete gitmek için yola koyulmuştu. Allah, bu
kimsenin geçeceği yol üzerine insan suretinde gözcü bir melek oturttu. O kimse,
meleğin yanına gelince, melek ona:
“Nereye gitmek
istiyorsun?” diye sordu. Adam:
“Şu beldede bulunan
bir (din) kardeşimi ziyaret etmek istiyorum” dedi. Melek:
“O din kardeşini
ziyaret etmende kendin için düşündüğün bir menfaatin var mı?” diye sordu. Adam:
“Hayır, yoktur.
Doğrusu ben onu sadece Yüce Allah için sevmekteyim” dedi. Bunun üzerine melek,
o kimseye:
“Doğrusu ben,
Allah'ın, sana: “Sen o kimseyi Allah için sevdiğin gibi muhakkak Allah'da seni
sevmektedir” müjdesini iletmek için yolladığı elçisiyim” dedi.
[724]
2317- Sevbân
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Hasta ziyareti yapan kimse, hastanın yanından
dönünceye kadar cennetin hurmalıktı yolu üzerindedir.”
[725]
2318- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Şüphesiz Yüce Allah, kiyamet gününde:
“Ey Ademoğlu! Ben hasta oldum da, fakat sen Beni
ziyarete gelmedin!” diyecek. Âdemoğlu :
“Rabbim! Ben seni nasıl ziyaret edebilirim. Sen
âlemlerin Rabbisin!” diye cevap verecek. Yüce Allah:
“Bilmez miydin ki, filânca kulum hasta oldu. Sen onu
ziyarete gitmedin. Bilmez miydin ki, onu ziyarete gitmiş olsaydın, Beni, onun
yanında bulurdun” buyuracak. Daha
sonra da:
“Ey Ademoğlu! Senden yiyecek istedim, fakat Beni
doyurmadın!” diyecek. Ademoğlu:
“Rabbim! Seni nasıl doyurabilirim ki! Sen âlemlerin
Rabbisin!” diyecek. Yüce Allah:
“Bilmez misin ki, filânca kulum senden yiyecek istedi,
sen onu doyurmadın. Bilmez miydin ki, onu doyurmuş olsaydın, bunu, Benim
katımda bulacaktın!” buyuracak. Daha sonra:
“Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, fakat Bana su
vermedin!” buyuracak. Ademoğlu:
“Rabbim! Ben sana nasıl su verebilirim ki! Sen
âlemlerin Rabbisin!” diye cevap verecek. Yüce Allah:
“Filânca kulum senden su İstedi, fakat sen ona su
vermedin! Ona su vermiş olsaydın, bunun karşılığını Benim katımda bulurdun!” buyuracak.
[726]
Açıklama:
Yüce Allah'ın,
hastalığı kendisine nispet etmesi; kulunu şereflendirmek ve ona yakınlığını
bildirmek içindir. Maksat kulun hastalığıdır.
“Beni onun yanında
bulurdun” cümlesinin mânâsı: Benim sevab ve ikramımı bulurdun, demektir.
Hastalık hakkında: “Beni
onun yanında bulurdun” denilmesi ve yiyecek ile içecek hakkında ise: “Bunun
karşılığını benim katımda bulurdun” buyurulması, hasta ziyaret etmenin
sevabının daha çok olduğuna işaret içindir.
2319- Hz.
Aîşe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'den daha fazla hastalığı şiddetli
olan hiçbir kimse görmedim.”
[727]
2320-
Abdullah İbn Nes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
hastalığında vücudu hummanın hararetinden şiddetle sarsıldığı sırada onun
huzuruna girmiştim. Derken elimle ona dokundum. Sonra da ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Siz hummanın hararetinden dolayı çok ızdırap çekiyorsunuz” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Evet. Ben, sizden iki kişinin ızdırap çekmesi kadar
şiddetli bir ızdırap çekmekteyim” buyurdu.
Ben:
“Bu hummanın sizin
için muhakkak iki kat ecri vardır” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Evet!” buyurdu.
Sonra da:
“Kendisine hastalık veya başka bir şeyden dolayı bir
eza isabet eden bir müslüman kimseye, Allah bu eza sebebiyle onun günahlarını,
ağacın kendi yapraklarını dökmesi gibi döker” buyurdu.[728]
Açıklama:
Humma, sıtma gibi
ateşli hastalıklara genel olarak verilen isimdir. Bu hadiste; bir yandan
ateşli hastalıklarda uygulanabilecek bir tedavi yoluna işaret edilirken, diğer
taraftan cehennemin kaynaması, yani cehennem ateşinin şiddeti, insanların
bizzat yaşamış veya müşahade etmiş olabilecekleri bir olaya benzetilerek
insanlar uyarılmaktadırlar.
Ateşli bir hastalığın,
hastayı ateşler İçerisinde kivrandırarak eritip bitirmesi, cehennem hayatından
çok küçük bir numunedir. Bunun için bir hastalığa düşmemek için önlem alındığı,
bir hastalığa düşünce de kurtuluş çareleri arandığı gibi, ebedi hayatta
cehennem azabına uğramamak için bu dünyada gereken şeyler yapılmalıdır. Yine bu
dünyada yapılacak ve asılları temizliğe, yani “Su”ya dayanan ibadetlerin
serinliği, ahirette cehennem ateşini etkisiz hale getirecektir.
Ateşli hastalıkların
tedavisinde, hastalığın çeşidine ve hastalığa göre yöntemleri değişmekle
beraber, genel olarak, soğuk su kullanımı faydalı olmaktadır.
Peygamberlerin çeşit
çeşit mihnetlere, musibetlere uğramaları; onların sabırlarının, tahammüllerinin,
Allah'a yakından tevekkül ve bağlılıklarının derecesine göre derecelerini yükseltmek
için verilmiş imtihanlardır. Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadiste:
“Mihnet ve meşakkat yönüyle insanlann en zorlu
imtihana maruz kalanları Peygamberlerdir. Sonra ümmetleri arasında emsaline
kıyâsen en şerefli ve yüksek derecede olanlardır” buyurmuştur.
Alimlerin çoğu,
hadisin metninde geçen bu Abdullah İbn Mes'ud hadisini delil getirerek;
hastalığın, hem dereceyi yükselteceğine ve hem de günahların bağışlanmasını
gerektireceğini söylemişlerdir. Bunlar, bu hadiste; Abdullah'ın,
“Bu hummanın sîzin
için muhakkak iki kat ecri vardır” sözünü, Resulullah'ın tasdik etmesi,
hastalığın derece yükselmesine sebeb olacağına ve Peygamberin,
“Ağacın kendi yapraklarını dökmesi gibi döker” sözü de, günahların bağışlanmasına vesile olacağına
delâlet ettiğini söylemişlerdir.
Bazıları da sadece
günâhların bağışlanacağını, derecelerin yükseimeyeceğini söylemişlerdir.
Alimlerin çoğu,
hastalık sebebiyle bağışlanan günâhların, küçük günahlar olduğu ve büyük
günâhlar için istiğfar gerektiği içtihadında bulunmuşlardır.
2321-
Esved'den rivayet edilmiştir:
“Aişe Mina'da
bulunduğu sırada Kureyş'ten bazı gençler onun yanına girmişti. Aişe, onlara:
“Sizleri güldüren şey nedir?” diye sordu. Onlar da:
“Filanca kimse çadırın
ipi üzerine düştü. Az daha boynu yada gözü gidiyordu” dediler. Bunun üzerine
Aişe:
“Gülmeyin! Çünkü ben,
Resulullah (s.a.v.)'i:
“Bir müslüman(ın ayağına yada vücudunun herhangi bir
yerin)e bir diken yada ondan büyük bir şey batarsa, bundan dolayı o kimseye bir
derece verilir ve bir günahı silinir”
buyururken işittim” dedi.
[729]
2322- Ebu
Saîd (r.a) ile Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “İkisi, Resulullah (s.a.v.)’i:
“Mümin bir kimsenin başına devamlı bir surette bir
sızı, bir meşakkat, bir hastalık, bir hüzün, hatta kendisini üzen bir keder gelirse
bundan dolayı o kimsenin günahlarından bazısı örtbas edilir”
buyururken işitmişler.
[730]
2323- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah'ın;
“Her kim bir kötülük işlerse bu kötülük sebebiyle ceza
görür”
[731]
ayeti inince, bu ayet, müslümanlara çok ağır geldi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Orta yolu tutun! Doğru olanı arayın! müslümanm başına
gelen her bir musibetten dolayı ona bir kefaret vardır. Hatta vücudundan
sıyrılan her sıyrıkta veya batan her dikende bile (bir) kefaret vardır!” buyurdu.
[732]
2324- Atâ' İbn
Ebi Rebâh'tan rivayet edilmiştir: “Abdullah İbn Abbâs, bana:
“Sana cennetliklerden
olan bir kadın göstereyim mi?” dedi. Ben de:
“Evet, göster” dedim.
Abdullah İbn Abbâs şöyle dedi:
“Şu siyah tenli kadın!
Bu kadın, Peygamber (s.a.v.)'e gelip:
“Beni sara hastalığı
tutuyor, dolayısıyla sara nöbetim sırasında açılıyorum. Allah'a benim için dua
et!” dedi. Peygamber (s.a.v.), kadına:
“İstersen sabret cennet senin olsun. İstersen de sana
şifa vermesi için Allah'a dua edeyim!”
buyurdu. Bunun üzerine Kadın:
“Sabrederim! Fakat ben
sara nöbetim geldiğinde açılıyorum! Bari Allah'a dua et de sara nöbetim
geldiğinde açılmayayım!” dedi.
Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.) kadına dua etti.
Açıklama:
Bunun üzerine kadının
sara nöbeti sırasında edep yerleri açılmaz oldu.[733]
2325- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Yüce Rabbinden rivayet etmekte olduğu kudsi hadiste:
“Muhakkak ki Ben, kendi nefsime ve kullarıma zulmü
haram kıldım. Dolayısıyla birbirinize zulmetmeyin” buyurdu.
[734]
2326- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Zulümdan sakının. Çünkü zulüm, kıyamet gününde
karanlıklar olacaktır. Cimrilikten de sakının. Çünkü cimrilik, sizden öncekileri
helak etmiş, onları birbirlerinin kanlarını dökmeye ve haramlarını helal
saymaya sevketmiştir.”
[735]
Herhangi bir şeyi
kendi yerinden başka bir yere koymak,
Dinî anlamdaki manası
ise, hak yemek, eziyet, işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, hadda
aşmak söz ve fiilde aşın gitmek demektir.
Alimler zulmü üç kısım
halinde incelemişlerdir:
1- İnsanın
Allah'a karşı işlediği zulüm, şirk ve küfürdür.
“İmân edip de imânlarına zulüm karıştırmayanlar (var
ya) işte korkudan emin olmak için onların hakkıdır ve doğru yolu bulanlar da
onlardır”
[736]
âyeti inince, bu âyetin ifâde ettiği, imâna zulüm karıştırma meselesi ashabın
nefsine ağır geldi ve,
“Hangimiz nefislerine
zulmetmez?” dediler: Bunun üzerine Yüce Allah:
“Şüphesiz ki, şirk büyük bir zulümdür”
[737]
âyetini indirdi. Böylece bu âyette söz konusu olan zulüm keiimesinden şirk
kastedildiği anlaşılmıştır.
[738]
Açıklama:
Âyetteki “Şirk büyük
bir zulümdür” ifadesi ile de, şirk'e düşen insanların hikmet ve akıl yönünden
ne kadar zavallı olduklarına ve ahmaklık içinde bulunduklarına işaret edilerek
şirkin çirkinliği dile getirilmiştir.
[739]
Yüce Allah'ın
varlığını, birliğini inkâr etmek zulüm olduğu gibi, imân esaslanndan herhangi
birini inkar etmek de zulüm ve küfürdür. Bütün bu hususlarda ilgili çeşitli
âyetler vardır:
“Onlardan her kim, Allah'ın ilâhhğını inkâr ederek “İlâh
o değil, benim!” derse, biz onu cehennemle cezalandırırız. İşte biz, zalimlere
böyle ceza veririz!”
[740]
2- İnsanlar
arasındaki zulüm. Bu da, insanların kendi hemcinslerine karşı işledikleri suçlar,
günahlar ve haksızlıklardır. Bilindiği gibi zulüm kavramı, Kur'an'da çok geniş
bir kullanım alanına sahiptir, insanla insan arasındaki zulüm de, bu geniş
alanda büyük bir yere sahip bulunmaktadır. Zaten zulüm denince ilk olarak akla
insanların birbirlerine karşı olan hareketlerindeki yanlış, kötü ve zararlı
davranışları zulüm olarak tanıtılmış, bunların işlenmemesi istenmiş ve
işleyenler tenkid edilmiştir.
Adam öldürmek,
hırsizlılık yapmak, erkeklerin erkeklerle temasta bulunması homoseksüellik ve
yol kesip kötülükte bulunmak, zina yapmak, suçlu insanları bırakıp suçsuzlan
cezalandırmak, Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmemek gibi.
3- İnsanın
kendi kendine zulmetmesidir. Bu hususta da çeşitli âyetler vardır.
Yukarıda sayılan
çeşitlerden hangisi olursa olsun, zulüm, yaratılış düzeninde bozukluk ve
sapmalara sebep olmaktadır. İnsanın dışındaki bütün varlıklar, yaratılış
düzenini bozmamakta, nasıl yaratılmışlarsa, öyle hareket etmektedirler.
Allah'ın emir ve yasaklarını dinlemeyen, zulüm yollarına düşen insanlar ise,
insanın yaratılış gayesinin dışına çıkmaktadırlar. Bu halleriyle de, varlıklar
arasında en büyük zalimlerden olma durumuna düşmektedirler. Onun için Allah ve
Râsulü genel olarak zulmü yasaklamışlardır. Bir de, bütün peygamberler insanları
Allah'a inanmaya ve O'nun emir ve yasaklarına uygun hareket etmeye
çağırmışlardır. Bu davete kulak vererek imâna gelen ve ibadete sarılanlar
huzur, saadet, mutluluk ve başarı elde etmişlerdir. Bu davete kulak vermeyerek
peygamberlerin yoluna muhalefet edenler ise, zalimlerden olmuşlar ve başlanna
büyük musibetler gelmiştir. Kur'an'da, peygamberlerin emrini dinlemeyen nice
topluluklann başına gelen felâket ve musibetler haber vermiştir. Bu bilgiler,
zulüm işleyen zalimlerin sonu açısından son derece ibret vericidir.
[741]
Ayrıca şirkin mahiyeti
hususunda 98 nolu hadisin açıklamasına da bakabilirsiniz.
2327-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) söyle
buyurmaktadır:
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez.
Tehlikeli durumlarda onu yardımsız bırakmaz. Bir kimse din kardeşinin ihtiyacı
hususunda yardımcı olursa Allah da zor bir duruma düştüğünde ona yardımcı olur.
Her kim bir Müslümamn sıkıntısını giderirse Allah da buna karşılık kıyamet
gününün sıkıntılarından bir sıkıntıyı o kimseden giderir. Kim de bir Müslümamn
günahını yada suçunu örterse Allah da kıyamet günü o kimsenin dünyada işlediği
bir günahı yada suçu örter.”
[742]
Açıklama:
Nevevî'ye göre; burada
örtbast etmekten maksat, eziyet ve fesatla meşhur olmayan iyi hal sahipleridir.
Eziyet ve fesatla meşhur olan kimseye gelince onun suçunu örtbas etmemek ve
vereceği zarardan korkulmazsa onu gerekli yerlere bildirmek müstehab olur.
Çünkü örtbas etmek, onu daha fazla eza ve fesada yönlendirir, saygın şeyleri
çiğnemeye ve daha fazlasını yapmaya cesaretlendirir. Henüz yapılmakta olan bir
suçu gören kimse, suçu işleyen kimseye İtiraz etmek ve elinden geliyorsa onu
men etmesi vaciptir. Ertelemesi helal değildir.
Müslümamn suçunu
örtbas etmek; kendisine gizlice tenbih ve nasihatta bulunmaya engel değildir.
Bu hüküm, açıktan suç ve günah işlemeyen kimseler hakkındadır. Günümüzde olduğu
gibi, her günahı pervasızca göz önünde yapanlar bundan hariçtir.
[743]
2328- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), sahabilere:
“Müflis nedir? Bilir misiniz?” diye sordu. Sahabiler:
“Bize göre, müflis;
hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.);
“Gerçekten benim ümmetimden müflis; kıyamet gününde
namaz, oruç ve zekatla gelecek olan kimsedir. Ama şuna sövmüş, buna zina
iftirasında bulunmuş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, diğerini de
dövmüş olarak gelecek. Onun hasenatından bir kısmı şuna verilir ve bir kısmı da
buna verilir. Eğer üzerinde olan kul hakları ödenmeden önce hasenatı tükenirse
bu defa o alacaklı kulların günahlarından alınıp bu kimsenin üzerine yüklenir.
Sonra da cehenneme atılır” buyurdu.
[744]
2329- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kıyamet gününde bütün haklar mutlaka sahiplerine
verilecektir. Hatta boynuzsuz koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacaktır.”
[745]
2330- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu Yüce Allah, zalime mühlet verir. Yakalayacağı
zaman ona göz açtırmaksızm ansızın yakalar” buyurdu,
Sonra da,
“İşte Rabbin, zalim memleketleri cezalandırdığı zaman
böyle cezalandırır. Çünkü Onun cezası çok acı, çok çetindir”
[746] ayetini
okudu.
[747]
2331- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biri muhacirlerden ve
diğeri de Ensar'dan olmak üzere iki genç çocuk kavga ettiler. Bunun üzerine
muhacir yada muhacirler:
“Yetişin, ey
muhacirler!”' diye seslendi. Ensar'lı olan kimse de:
“Yetişin, ey Ensar!” diye
bağırdı. Derken Resulullah (s.a.v.) çıkıp:
“Ne bu cahiliyet halkı davası?” diye sordu. Sahabiler.
“Bir şey yok, ey
Allah'ın resulü! Sadece iki genç çocuk kavga etmişler, biri diğerinin kıçına
vurmuş” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.}:
“O halde zararı yok! Kişi zalim de olsa mazlum da olsa
(din) kardeşine yardım etsin. Eğer din kardeşi zalimse onu zulmünden alıkoysun.
Çünkü onu zulmünden alıkoymak, o kimseye karşı yapılmış bir yardımdır. Eğer
(din) kardeşin mazlum ise zulüm eden kimseye karşı) ona yardımda bulunsun”
buyurdu.
[748]
2332- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Mümin mümine karşı, birbirini bağlayan bir yapı gibidir.”
[749]
2333- Nu'mân
İbn Beşîr (r,a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Birbirlerine merhamet, şefkat ve sevgi konusunda
müminleri bir vücut gibi görürsün. Vücudun bir organı rahatsız olursa, diğer
organlar uyumadan ve hararetle birbirlerini ona çağırırlar.”
[750]
Lütfü Çakan bu hadisle
ilgili olarak şöyle der:
“Bilinen bir gerçektir
ki, her birliğin ve birlikteliğin, öncelikle yerine getirilmesi gerekli
birlik-içi bazı görev ve sorumlulukları bulunur. Aynı peygambere inanan
müminler birliği demek olan “Ümmet” için de bu tür görev ve sorumluluklar söz
konusudur. Hadisimiz bunları, sevgi, acıma merhamet ve dayanışma olarak
belirlemektedir. Biz bunlan ortak tek bir kelime ile “Duyarlık” diye ifade
edebiliriz.
Hadisimiz, aynı imanı
paylaşan insanlann yani din kardeşlerinin, renk, dil, yurt ve kültür
farklılıklarına rağmen, şekil ve görevleri değişik olan organlardan meydana
gelmiş bir vücud gibi olduklarını, daha doğrusu olmaları lazım geldiğini, bunun
da sevgi ve merhamette, bir başka ifade ile, tasa ve kıvançta yani tepkilerde
görülmesi gereğini tespit ve ilan etmektedir. Birbirine göz kulak olmak, yek
diğerini koruyup kollamak yani dayanışma, işte bu duygu bağının ve tepki
ortaklığının tabiî ve maddi sınır tanımayan bir sonucu olmaktadır. Böylece
müminler topluluğunun tek vücuda benzeme noktasını da bütün sonuçlanyla
birlikte “Duyarlık” teşkil etmektedir.
Sevgi, şefkat ve
dayanışma bakımından bir vücudun organlarına benzetilen müslümanların, öncelikle
birbirlerinden müstağni kalamayacakları, yek diğerine karşı duyarsız olamayacakları
ortadadır. Çünkü bu duyarlık, ortaklaşa sahip olunan İslâm imanından kaynaklanmaktadır.
müslümanın inanç ve kader birliği içinde bulunduğu İnsanlar ve milletler adına
gerektiğinde özveride bulunması, onlarla iyi ve kötü günlerinde dayanışma
içinde olması, tasa ve kıvançlarını paylaşması, hem hakkı hem de görevidir. Bu
ise, yine hadisimizin ifadesine göre, her hangi bir uzuv ve organdaki
rahatsızlığın, vücudun diğer organlarını etkilemesi kadar tabii, harta
zaruridir. Gayr-i tabiî olan bunun tersidir. Nitekim;
“Müslümanların derdini derd edinmeyen onlardan
değildir”
[751] beyanı,
bu noktayı yeterince açık biçimde gözler önüne sermektedir. Vücud bütünlüğüne
karşı duyarlığını kaybetmiş, onunla duygusal ve sinirsel bağlarını koparmış
olan organın, sadece görüntüde o bünyeye dahil olmaktan öte, vücud
fonksiyonları açısından hiç bir önem taşımadığı açıktır. Aynı şekilde sosyal
bir bünye olan ümmet birimlerinin de “Duyarlık” çerçevesi dışında kalmaları
halinde birbirleri için herhangi bir anlam ifade etmeyecekleri, sadece, elem ve
hasret konusu olacakları bilinmektedir. Çünkü özü, iç dinamikleri çürümüş,
sözü ve görüntüsünden başka hiç bir şeyi kalmamış bir yapı, sadece izdırap
konusu olabilir. Hatta belki de böyle bîr yapının varlığı, yokluğundan daha
fazla üzüntü vesilesi olur. Nitekim dağılan ümmet yapısının ızdırabını terennüm
etmiş olan “Hisli yürek” merhum Akif, bu noktaya şöyle işaret etmektedir:
“Duygusuz olmak kadar dünyada lakin dert yok,
Öyle salgmmış ki mel'un, kurtulan birferd yok
Kendi sağlam... Hissi ölmüş, ruhu ölmüş milletin!
İşte en korkuncu hüsranın, helakin, haybetin!”
[752]
“Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-İ Peygamberden?
Ki uzaklardaki bir mü 'mini indise diken,
Kalb-i pakinde duyarmış o musibetten acı,
Sizden elbette olur ruh-i Nebî davacı!..”
[753] Ümmetin
derdi
müslümanlar olarak
uzunca bir zamandan beri, başta başımız olmak üzere ümmet bünyemizin kalb ve
kafa gibi önemli bir çok nahiyesinde büyük ve ciddi rahatsızlıklar bulunmaktadır.
Bu bir gerçek. Yine aynı şekilde, ümmet-i Muhammed'in, Kur'an'ın ifadesiyle;
“Dinlerine uymadıkça asla razı edemeyeceği”
[754] haçlı
ve siyon güç odaklan tarafından planlı ve bilinçli bir şekilde içine itildiği
elem ve ızdırabı, giderek sanki daha az hisseder olduğu, yörtetimler düzeyinde
bunun daha da yoğunlaştığı gözlemlenmektedir. Bu da bir başka kahredici
gerçektir. Tepkisizlik ya da gecikmiş cılız tepkilerimizle, organlar arası
irtibatları oldukça zayıflamış, duyarlığı büyük ölçüde kaybolmuş bir vücudu
andırmaktayız. Zira karşı koymak için değil, tıbbî ve İnsanî yardım için bile
bünye dışı ve düşman odakların iznini kollama zilletini, imdat çağıran mümin
çevrelerin yüzüne marifetmiş gibi, yüksek siyasetmiş gibi sunabiliyoruz. Onlar
“Bire on” anlayışıyla güç kullanırken, biz “Ona bir” oranına bile sahip
çıkmayı, “Küresel değerlere aykırı” görebiliyoruz. İslâm dünyasının hemen her
bölümünde yıllardır yaşanan trajedi bizim bu yürekler acısı tutum ve tavrımızı
tüm kör gözlere sokacak kadar netleştirdi. “Ba'de harabi'l-Bosna” ilân edilen
“Dayanışma günü” bilmem ki geçmiş kayıplara ve duyarsızlığa kefaret olacak
mıdır? Oysa,
“O iman. ittihad
isterdi bizden, vahdet isterdi.
Nasıl “Bünyân-ı mersüs”
olmamız lazımsa gösterdi!”
[755]
Yaşanan acıyı giderek
arttıran bir başka gerçek de İslâm ümmetinin her ünitesinin, bir başka gerekçe
ve ve bahane ile ana üniteden aynlığı yeğlemesi, başına gelenleri, onun asıl
sorumluları olan “Dost ve müttefikler”Ie halletme basiretsizliğini
sürdürmesidir. Bu derece bir başı bozukluk şimdiye dek bu çapta görülmemişti.
Halbuki,
“Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan!
Hey sıkılmaz ağlamazsan, bari gülmekten utan!
“His” denen devletliden olsaydı halkın behresi,
Payitahtından bugün taşmazdı sarhoş na'resü.”
[756]
“Karadağ haydudu, Sırp
eşşeği, Bulgar yılanı,
Sonra Yunan iti,
çepçevre kuşatsın vatanı!”
Kimsesiz ailelerden
kimi gitsin bıçağa,
Kimi bin türlü
fecaatle çekilsin kucağa!.[757]
Ne bir yaşındaki masum
için beşikte hayat,
Ne seksenindeki mazlum
için eşikte necat.
0, baltalarla
kesiktir; bu, süngülerle delik
Öbek öbek duruyor
pıhtı pıhtı kanla kemik!"
Siz, ey bu yangını
İzhar eden beş altı sefil,
Ki ettiniz bizi
Hırvafla Sırb'a karşı rezil!"[758]
Akif merhumun
tanımıyla "Karadağ haydudu" ve "Sırb eşşeği"nin
Bosna-Hersek'te gerçekleştirdiği müslüman kıyımına seyirci kalmak batıya
yakışsa bile doğuya yani müslümanlara yakışmadığı, onların kimlikleriyle asla
barışmadığı ortadadır. Artık müslümanlar arasında sevgi, şefkat ve dayanışma
bağlan yeterince çalışmıyorsa, inananlar bünyesi, organlarının derdini
yekdiğerine aktaramıyor ve birlikte ağlayamıyor, beraber çare arayamıyorsa,.
aslında başkalarını suçlamaya da hakkı kalmamış demektir. Bize öyle gelmektedir
ki, müminler arası duyarlığı, Özellikle bizim açımızdan, ülke sınırlarından
önce ilke sınırları, yani maddi manialardan evvel, doktriner engeller
önlemektedir. Yüreklerin duyarlığı ile kafaların şartlanmışhğı çatışması her
şeyi alt-üst etmektedir. Yetmiş yılı aşkın bir süredir hep bu anlamsızlığı, bu
çatışmayı yaşamaktayız. Ümmet bünyesinin hiç bir yerindeki rahatsızlığa dostça
ve etkili bir biçimde çare bulamamanın mahcubiyeti, aczi ve sorumluluğu işte bu
noktadan, bu anlamsızlıktan kaynaklanmaktadır.
Hadisimizdeki “Mümin”
slüeti, yani sevgi, merhamet ve dayanışma üçgeninde birleşmiş bir ümmet
bünyesi, her türlü rahatsızlığın kesin merhemidir. O halde müslümanlar artık
kendilerine gelmelidir.
“Tükürün cephe-i
lakaydma şarkın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim,
gayreti halkın tükürün.
Tükürün ehl-i salîb
'in o hayasız yüzüne!
Tükürün onların asla
güvenilmez sözüne!..
Medeniyyet denilen
maskara mahluku görün,
Tükürün maskeli
vicdanına asrın, tükürün.”
[759]
Mahcubiyetimiz mümin
duyarlığını sistemleştirdiğimiz gün bitecektir.[760]
2334- Nu'mân
İbn Beşîr (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Müslümanlar bir adam gibidir. Gözü ağrırsa bütün
vücudu ağırır. Başı ağrısa da bütün vücudu ağırır.”
[761]
2335- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Birbiriyle sövüşen iki kimsenin söyledikleri şeylerin
günahı, saldırıya uğrayan/mazlum olan kişi haddi aşmadığı müddetçe sövmeye ilk
başlayan kimseye aittir.”
[762]
Açıklama:
Hadis, bir müslümana
sövmenin günah olduğunu açıkça ifade etmektedir. Nitekim diğer bir hadiste;
“Müslümana sövmek fısktır. Onu öldürmekse küfürdür”
[763]
buyurulmaktadır.
Karşılıklı olarak
birifairlerine söven iki kişiden sövüşmeyi ilk başlatanın günahı bellidir.
Sövüşmeyi başlattığı için bir günah işlemiş olduğunda şüphe yoktur.
Kendisine sövüldüğü
için karşısındakine küfürle karşılık veren öbür kimsenin verdiği bu karşılığın
da bir günah olduğu kesindir.
önce kendisine
sövüldüğü için aynı şekilde karşılık vermek durumunda kalan şahıs karşılık
verirken sövmede karşısında kinden daha da ileri gitmediği sürece her ikisinin
günahı da sövmeyi ilk başlatanın üzerinde kalır. Saldırıya önce uğramış olan
kişi, bu günahlardan kurtulur. Fakat bu kişi karşılık vereyim derken küfürde
saldırıyı, ilk başlatandan daha da ileri gidecek olursa dengeyi bozan kısmın
günahı kendi üzerinde kalır. Gerisinin günahı ise yine küfrü ilk başlatanın
olur.
2336- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sadaka hiçbir malı eksiltmez. Allah, affeden bir
kulun ancak şerefini artırır. Bir kimse Allah için alçakgönüllük gösterirse
Allah o kimsenin ancak derecesini yükseltir.”
[764]
2337- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
sahabilere:
“Gıybet nedir? Bilir misiniz?” diye sordu. Sahabiler:
“Allah ve Resulü daha
İyi bilir!” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Gıybet; kardeşini, hoşlanmadığı bir şeyle anırtandır”
buyurdu. Bu sırada Resulullah (s.a.v.)'e:
“Benim söylediğim şey,
kardeşim de varsa o zaman ne buyurursun?” diye soruldu. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Söylediğin şey kardeşin de varsa ona gıybet etmiş
demektir. Eğer söylediğin şey onda yoksa o zaman ona iftira etmiş olursun” buyurdu.
[765]
Açıklama:
Mevdudi, “Gıybet” ile
ilgili olarak şunları söyler:
“Gıybet, şöyle tarif
edilir; “Birinin, herhangi bir kimsenin arkasından, duyduğu zaman hoşuna
gitmeyeceği sözler söylemesidir.” Bu tarif bizzat Peygamberimiz tarafından
yapılmıştır.
Müslim, Ebu Davud,
Tirmizi, Nesei ve diğer muhaddislerin naklettiği, Hz. Ebu Hureyre'nin rivayet
ettiği hadisi şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) gıybeti şöyle tarif buyurmuştur.
“Gıybet, kardeşinin, hoşuna gitmeyecek şekilde
anılmasıdır." "Söylediğim şeyin kardeşimde olduğunu görmüşsem ne
olacak?" denilince Hz. Peygamber (s.a.v..) buyurdu ki: "Eğer
söylediğin şey kardeşinde varsa gıybet etmiş oluyorsun, dediğin onda yoksa
iftira etmiş olursun.”
İmam Malik’in Hz.
Muttalib bin Abdillah'dan naklettiği bir hadisin ifadesi de şöyledir: “Adamın
biri Hz.Peygamber'e “Gıybet nedir?” diye sordu. Peygamberimiz de (s.a.v.);
“İşittiği zaman hoşuna gitmeyecek şekilde kişi
hakkında konuşmandır” buyurdu. Adam;
“Ya Rasulallah! Ya
sözüm doğru ise” deyince Peygamberimiz (s.a.v.):
“Eğer sözün yanlışsa, o zaten iftiradır” buyurdu.”
Bu buyruklardan,
birinin arkasından yalan sözlerle suçlanmasının iftira olduğu ve var olan
kusurlarının söylenmesininse gıybet olduğu anlaşılmaktadır.
Bu hareket ister açık
İfadeli sözlerle yapılsın, ister kinaye ve işaretler ile yapılsın her şekli ile
haramdjr. Bunun gibi bu hareketin kişinin hayatında yapılması, yahut Öldükten
sonra yapılması, iki şekilde de haramiılığı aynıdır.
Ebu Davud'un rivayetine
göre, Maiz bin Malik El-Eslemi'ye zina suçundan dolayı recm cezası verildiği
sırada, Peygamberimiz (s.a.v.) yolda yürürken bir sahabinin kendi arkadaşına
şöyle söylediğini işitti:
“Şu adama bak! Allah onun suçlarını perdelemişti,
fakat nefsi köpek gibi öldürülmeye kadar peşini bırakmadı.” Bir miktar yol aldıktan sonra “Kokuşmuş bu merkebin leşinden yiyin” buyurdu. Onlar da:
“Ya Rasulallah! Onu
kim yiyecek?” deyince, Peygamber Efendimiz,
“Biraz evvel sizin söylediğiniz, kardeşinizin
haysiyetini rencide eden sözler, bu merkebin leşini yemekten daha çok çirkindir” buyurdu.
Bu haramın dışında
kalan gıybetler ancak şu şekilde olanlardır: Birinin arkasından veya öldükten
sonra onun kötülüğünü söylemek şeriat nazarında doğru bir mecburiyet halini almışsa
ve bu mecburiyet gıybet olmadan yerine gelmiyorsa ve bu gıybet yapılmazsa
gıybete nisbetle çok daha büyük bir kötülük ortaya çıkacaksa bu gıybetin
haramiılığı ortadan kalkar.
Hz. Peygamber (s.a.v.)
bu istisna olan gıybeti şöyle ifade buyurmaktadır:
“En kötü zulüm, bir müslümanın haysiyet ve şerefine haksız
yere hücum etmektir.”
[766] Bu
buyrukta “Haksız yere” şartı “Haklı yere” yapılabileceğini göstermektedir.
Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.v.) hayatında gördüğümüz bazı örneklerden “Haklı
yere”den ne kastedildiğini ve hangi durumlarda gıybetin gerektiği kadar caiz
olabileceğini öğrenmekteyiz.
Bir gün bir bedevi
gelip Peygamberimiz'in (s.a.v.) arkasında namaz kıldı. Namaz bitince de “Ey Allah! Bana da, Muhammed'e de merhamet
et, ikimizin dışında hiç kimseyi bu merhamete ortak kılma” diyerek çekip
gitti.
Peygamberimiz (s.a.v.)
ashabına şöyle dedi:
“Ne diyorsunuz, bu adam mı daha çok şaşkın yoksa
devesi mi? Ne dediğini duymadınız mı?”[767]
Açıklama:
Peygamberimiz (s.a.v.)
bu sözü adamın arkasından söyledi. Çünkü o bedevi selam verir vermez çekip
gitmişti. O, Peygamberimiz'in (s.a.v.) önünde çok yanlış bir söz söylemişti, bu
yanlış söz karşısında Peygamberimiz'in susması başkalarının böyle sözlerin bir
dereceye kadar caiz olabileceği yanlış kanaatine gitmesine sebep olabilirdi. Bu
yüzden Hz. Peygamber'in (s.a.v.) o sözü reddetmesi gerekiyordu.
Yine bir keresinde
Fatıma bİnti Kays adındaki kadına iki kişi evlenme teklifinde bulundu. Biri
Hz. Muaviye, diğeri Hz. Ebu El-Cahın idî. Kadın gelerek Peygamberimiz'e (s.a.v.)
akıl danıştı. Peygamberimiz (s.a.v.);
“Muaviye müflistir, Ebu El-Cahm ise kanlarını çok
döver,” buyurdu.
[768]
Burada bir kadının
müstakbel hayatı sözkonusudur. Ve Hz. Peygamber'den akıl danışmıştır. Bu
durumda Peygamberimiz (s.a.v.) o iki sahabeye ait bildiği kusurları söylemeyi
gerekli bulmuştur... Birgün Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Aişe annemizin yanında
iken biri gelerek görüşme izni istedi. Hz. Peygamber (s.a.v.);
“Bu adam kabilesinin çok kötü bir kişisidir”, buyurdu, sonra dışarı çıktı, o adam ile çok yumuşak
bir eda ile görüştü. Tekrar içeri girince Hz. Aişe validemiz,
“Onun hakkında dışarı çıkmadan önce bazı şeyler
söylemenize rağmen, daha sonra çok iyi bir eda ile konuştunuz.” deyince Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle cevap verdi:
“Kıyamet günü Allah katında en kötü mevki birinin
çirkin sözlerinden korkup da onunla münasebeti terkedenlerin mevkii olacaktır”
[769]
Bu hadiseye dikkat
ederseniz Peygamberimiz'in bu kişi hakkında kötü kanaatte olmasına rağmen
onunla güzel bir şekilde konuşmasının, ahlakının icabı olduğunu göreceksiniz.
Ama Hz. Peygamber (s.a.v.) bu adamla merhamet ve şefkatlice konuşurken, ailesi
gördüğü takdirde yanlışlıkla onu samimi dostu zanneder de daha sonra bunu
suistimal eder düşüncesi ile Hz. Aİşe'yi bu adam kabilesinin çok kötü bir
kişisidir diye ikaz etmiştir. Bir keresinde Hz. Ebu Süfyan'ın karısı Hint binti
Utbe, Peygamberimiz'e gelerek;
“Ebu Süfyan cimri bir
adamdır. Bana ve çocuklarına yetecek kadar gerekli masrafı yapmıyor” dedi.
[770]
Kocanın bulunmadığı
sırada, kadın tarafından yapılan bu şikayet her ne kadar gıybet ise de Hz. Peygamber
(s.a.v.) bunu caiz görmüştür. Çünkü haksızlık yapanı, bu haksızlığı giderecek
güçte olan birine şikayet hakkı vardır. Hz. Peygamber'in (s.a.v.) bu gibi
örneklerinden faydalanılarak fakih ve muhaddisler şu kaideyi ortaya
koymuşlardır.
“Gıybet, ancak şer'an
doğru bir maksat için gerektiği takdirde ve o gıybet olmadan o gereklilik
ortadan kalkmadığı takdirde caizdir.” Daha sonra bu kaideye dayanarak İslam
alimleri gıybetin aşağıdaki şekillerini caiz kabul etmişlerdir:
1- Zulme
uğrayan kişinin bu zulmü ortadan kaldırabilecek güçte olduğuna İnandığı kimseye
zalim kimseyi şikayet etmesi.
2-
Düzeltilip ıslah edilmesi niyeti ile haksızlıklan ve kötülükleri giderebilecek
yetkide olan kimselere bir kişi veya zümrenin kötülüklerinin anlatılması.
3- Fetva almak
gayesi iîe bir müftüye veya bir İslam alimine, bir kişinin yanlış hareketlerini
konu edinen bir olayın anlatılması.
4- Bir
kişinin veya kişilerin şerlerinden sakınsınlar diye diğer insanlara bilgi
verilmesi. Mesela, hadis ravilerinin, şahitlerin, kitap yazarlarının
eksiklerini, hatalarını açıklamak bütün alimlerce caiz değil, hatta vacip kabul
edilmiştir. Çünkü bu açıklama olmadan şeriatı yanlış rivayetlerin
yayılmasından, mahkemeleri adaletsizlikten ve insanları özellikle İlim
araştıncılarını sapıklıklardan korumak mümkün olmaz. Yuva kurmak isteyenlerin
karşiki şahıs hakkında yahut yanından ev alınmak istenen kimsenin komşuluğu
hakkında yahut birisi ile iş ortaklığı kurulmak istendiği taktirde veya birine
bir emanet verilmesi gerektiğinde kendisinden bilgi istenen kişinin bu
kimselerin iyi ve kötü taraflarını bilmediğinden dolayı zarara uğramasın diye
soran kişiye açık açık anlatması gerekir.
5- Fısk,
fücur ve çeşitli ahlaksızlıklar yayan yahut dini düşüncelerde sapık fikirler ve
bid'atler dağıtan veya Allah'ın kullannı dinsizlik, eziyet ve zulüm fitnelerine
boğan kimselerin kötülüklerini herkese karşı ilan ederek tenkit etmek, bunları
anlatmak da gıybet değildir.
6- Kötü bir
lakapla meşhur olan kimseleri bu lakap dışında tanıtmak mümkün değilse küçültmek
ve hafife almak niyeti ile değil de kişiyi tanıtma niyeti ile o kötü lakabın
kullanılması da gıybet değildir.
[771]
Bu istisnai durumlar
dışında birinin arkasından çirkin söz söylenmesi kesin olarak haramdır. Bu
çirkin söz doğru ise gıybettir, yalan ise iftiradır, iki kişiyi birbirine
düşürmek için ise düzenbazlıktır. Şeriat bu üçünü de yasaklamıştır.
İslam toplumunda bir
müslümanın, yanında başka birinin gıybetinin yapılmasını, yalan yere töhmet
altında bırakılmasını sessizce dinlemesi doğru değildir, onu derhal reddetmesi
gerekir. Hiçbir şer'i mecburiyet olmadığı halde birinin mevcut kusurlarının
ortaya dökülmesinin günah olduğunu ve bu hareketi yapanların Allah'tan
korkarak böyle günahlardan uzak kalmalarını da telkin etmesi gerekir. Hz.
Peygamber (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Bir kimse bir müslümanın aşağılandığı ve onun şeref
ve haysiyetine saldırıldığı sırada onu korumuyorsa, Allah Teala da onun
kendinden yardım istediği durumlarda himaye etmez.
Ve eğer bir kişi müslümanın şeref ve haysiyetine
saldırıldığı ve ona hakaretler yapılıp, aşağılandığı sırada onu korursa Allah
da kendisinden yardım istediği durumlarda ona yardım eder.”
[772]
Bu günahı işlediğini
veya işliyor olduğunu anladığı an ilk görevi, Allah'a tevbe etmesi ve bu haram
işten derhal vazgeçmesidir. Bundan sonra ona düşen ikinci görev, yaptığı bu
günahı gidermektir. Ölmüş bir kimsenin gıybetini yapmışsa onun hakkında çokça
Allah'tan af dilemesi, eğer yaşayan bir kimsenin gıybetini yapmışsa, bu gıybet
gerçek dışı ise bile daha önce yanlannda bühtan ettiği kişilere gidip yaptığı
hareketin yanlış ve asılsız olduğunu belirtmesi gerekir. Yaptığı gıybet kişide
var olan kusurları ihtiva ediyorsa, bundan sonra asla onu kötülememeli, daha
önce yaptığı gıybetten dolayı af dileme sadece gıybeti yapılan kişinin durumdan
haberi olması halinde yapılmalıdır, aksi takdirde sadece tevbe ile
yetinilmelidir. Çünkü o kişinin durumdan haberi yoksa gıybet yapanın özür
dilemek için “Ben senin gıybetini yapmıştım” demesi o adamı üzer, onun da
içinde bir takım nahoş duygular doğabilir, denmektedir.
[773]
2335- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah dünyada bir kulunufn günahını) örterse onu
kıyamet gününde de örter.”
[774]
2339- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Peygamber (s.a.v.)'in
yanına girmek için izin istemişti. Peygamber (s.a.v.):
“Ona izin verin! O, aşiretin ne kötü oğludur! yada
aşiretin ne kötü adamıdır!” buyurdu.
Adam, Resulullah (s.a.v.)'in
yanına girince, Peygamber (s.a.v.) ona yumuşak sözler söyledi.
Âişe der ki: Ben:
“Ey Allah'ın resulü! Biraz önce sen onun için
söylediğini söyledin. Sonra da ona yumuşak sözler söyledin!” diyerek bunun sebebini sordum. Peygamber (s.a.v.):
“Ey Âişe! Kıyamet günü Allah katında mevki bakımından
insanların en kötüsü, dünyada kötülüğünden korunmak için insanların terk ettiği
yada karşılaşmak ve konuşmaktan kaçındığı kimsedir” buyurdu.
[775]
Açıklama:
Bu adamın adı, Uyeyne
b. Hısn'dır. Henüz tam müslüman olmamıştı. Hz. Peygamber (s.a.v.}, insanlar onu
tanısınlar ve onun halini bilmeyenlerin onun hakkında yanlışa düşmesini
engellemek istemiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra mürtedlerle
birlikte dinden dönmüş, esir oiarak Hz. Ebu Bekr'e getirilmişti. Böylece
Resulullah (s.a.v.)'in onun hakkında: “Aşiretin ne kötü adamıdır” şeklinde
söylemiş olduğu sözü ortaya çıkmış oldu. Çünkü onun kötülüğü, Resulullah (s.a.v.)'in
nitelediği gibi ortaya çıkmıştır. Peygamber (s.a.v.) ancak onu ve buna benzer
kimselerin kalplerini İslam'a ısındırmak için yumuşak konuşmuştur.
2340- Cerîr
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır;
“Yumuşak
davranmaktan mahrum olan
kimse, hayırdan da
mahrum olur.”
[776]
2341.
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre,
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ey Âişe! Doğrusu Allah, Refik kullarına karşı çok
lütufkardır. Rıfkı sever. Sertliğe karşı vermediği, hatta ondan başkalarına da
vermediği şeyleri rıfka verir.”
[777]
2342-
Peygamber
(s.a.v.)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu yumuşak davranmak, bir şeyde bulunursa onu
süsler. Bir şeyden de alınırsa onu lekeler.”
[778]
Açıklama:
Hadisin Arapça
metninde geçen “Rıfk”; arkadaşlarla iyi geçinmek, insanlarla ilişkilerde iyi
hareket etmek, yumuşak davranma ve günaha girmemek kaydıyla daima her işte en
kolay olanı seçmektir.
2343- İmrân
b. Husayn (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir defasında
Resulullah (s.a.v.) seferlerinden birinde iken Ensar'dan bir kadın da dişi
devesi üzerinde yolculuk ediyordu. Kadının canı sıkılıp deveye lanet etti.
Resulullah (s.a.v.) bu lanet sözünü işitti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bu devenin üzerinde bulunanları alın, deveyi de
serbest bırakın. Çünkü o, lanetlenmiştir” buyurdu.
İmran:
“Ben o deveyi halen insanlar arasında yürürken görür
gibiyim. Ona hiç kimse sataşmıyordu” dedi.
[779]
2344- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sıddîk bir kimseye lanetçi olmak yakışık almaz.”
[780]
2345- Zeyd
b. Eslem'den rivayet edilmiştir:
“Abdulmelik b. Mervan,
kendisine ait döşeme, minder, yastık gibi bazı (ev) eşyalarını Ümmü Derdâ'ya
göndermişti. Gecelerden bir gece olunca Abdulmelik geceleyin kalkıp hizmetçisini
çağırdı. Hizmetçi gelmekte ağır davranıp huzuruna geç kalınca, Abdulmelik ona
lanet etti. Sabah olunca Ümmü Derdâ', Abdulmelik'e:
“Geceleyin ben senin
ne söylediğini işittim. Sen hizmetçini çağırdığın sırada ona lanet ettin” deyip
sonra da şöyle dedi:
“Ben, Ebu Derdâ'nın
şöyle dediğini işittim: Resulullah (s.a.v.):
“Lanet ediciler, kıyamet gününde şefaatçılar ve
şahidler olamazlar” buyurdu.
[781]
Açıklama:
Hadis, lanetçilerin
kıyamet gününde şefaatlerinin kabul edilmeyeceğini haber vermektedir.
Şehadet kelimesine
gelince, bazı alimlere göre lanetçinin kıyamet gününde şehadeti kabul
edilmeyecektir.
Bazı alimlere göre de
lanetçinin şehadeti dünyada kabul edilmez. Çünkü onlar, fasıklar zümresine
girmektedirler.
2346- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Müşriklerin aleyhine beddua et!” denildi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ben lanetçi olarak gönderilmedim. Ben ancak rahmet
olarak gönderildim” buyurdu.
[782]
Açıklama:
Lanet etmek, dua
yoluyla birşeyin Allah'ın rahmetinden kovulmasını ve uzaklaştırılmasını
istemektir. Belli bir şahsa bu manada kesin bir şekilde lanet etmek asla caiz
değildir. Ancak Ebu Cehil gibi küfür üzere öldüğü kesin olarak bilinen
kimselere lanet etmekte bir sakınca görülmemiştir. Dolayısıyla zina isnadından
dolayı eşler arasında başvurulan lânetleşme olayında, lanetin yöneltildiği eş
kesin bir şekilde belli olmadığından sözü geçen lanetleşmede bir sakınca
bulunmadığı gibi, ölüp gitmiş olan bir kafir ya da bid'atçi için; “Eğer küfür
üzerinde ya da bid'at üzerinde ölmüş ise Allah ona lanet etsin” demekte de bir
sakınca görülmemiştir. Çünkü bu tür lanette bir kesinlik yoktur. Sadece bir
şarta bağlılık vardır.
“Allah rüşvet verene de alana da lanet etsin”
[783]
“Allah kendini kadınlara benzeten erkeklerle,
erkeklere benzeten kadınlara lanet etsin” gibi bazı hadislerdeki lanet ise muayyen bir şahsa yöneltifmemiştir.
Bilakis kimlikleri meçhul kimselere yöneltilmiş bir lanettir. Bu sebeple bu tür
lanetlerde bir sakınca yoktur.
Ama müslümana yakışan,
hiçbir kimseye lanet okümamaktır. Çünkü Cenab-ı Hak İbus dahil herhangi bir
şeye lanet etmemizi bize vâcib kılmamıştır. Zira peygamber (s.a.v.):
“Mümin sövüp sayıcı lanet edici, hayasızca konuşucu ve
edebsiz değildir.”
[784]
Açıklama:
Lanet etmekle ilgili
olarak 1463 nolu hadisin açıklamasına da bakabilirsiniz.
2347- Hz. Aişe
(r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
yanına iki adam girdi. Bu iki adam, Resulullah (s.a.v.)'le, ne olduğunu
bilmediğim bazı şeyler konuştular. Bunlar, Resulullah (s.a.v.)'i öfkelendirdiler.
Resulullah (s.a.v.)'de onlara lanet etti ve onlara ağır sözler söyledi. Bu iki
adam dışarıya çıkınca, ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Şu iki adamın kazandığı hayırdan kim bir şey kazanabilir?” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Nedir o?”
buyurdu. Ben de:
“Sen onlara lanet
ettin ve onlara ağır sözler söyledin!” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Sen benim Rabbime koştuğum şartı bilmiyor musun? “Allah’ın!
Ben ancak bir insanım. müslümanlardan hangisine lanet veya ağır sözler söylersem
bunu onun için bir temizleme ve ecir kıl” dedim” buyurdu.
[785]
2348- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah’ın! müslümanlardan herhangi bir kimseye ağır
söz söylemiş yada lanet etmiş yada değnekle vurmuş olursam sen bu fiillerimi o
kul için bir temizlik ve rahmet kıl.”
[786]
2349- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ümmü Süleym'in
yanında yetim bir kız vardı. Ümmü Süleym, Enes'in annesi-dir. Resulullah (s.a.v.)
bu yetim kızı görüp latife mahiyetinde:
“O, sen misin?
Hakikaten büyümüşsün! Yaşın büyümesin!' dedi. Bunun üzerine yetim kız ağlayarak
Ümmü Süleym'e dönüp geldi. Ümmü Süleym, ona:
“Sana ne oldu, ey
kızcağız?” diye sordu. Kız:
“Allah'ın peygamberi (s.a.v.)
bana “Yaşın büyümesin” diye beddua
etti. Şimdi artık benim yaşım ebediyen büyümeyecek. Yahut ömrüm uzamayacak!” dedi.
Ümmü Süleym acele baş
örtüsünü sarınarak hemen dışarı çıktı. Resulullah (s.a.v.)'e rastladı.
Resulullah (s.a.v.), ona:
“Neyin var, ey Ümmü Süleym?” diye sordu. O da:
“Ey Allah'ın
peygamberi! Sen benim yetim kızıma beddua mı ettin?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Neymiş o, ey Ümmü Süleym?” buyurdu. Ümmü Süleym:
“O kız, bana, senin onun hakkında “Yaşı büyümesin” ve
“Ömrü uzamasın” diye beddua ettiğini söyledi” dedi.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) güldü. Sonra da:
“Ey Ümmü Süleym! Bilmez misin ki, benim Rabbime şartım
vardır. Ben, Rabbîme şart koşup: “Ben ancak bir beşerim. Beşerin razı olduğu
gibi razı olur, beşerin kızdığı
gibi kızarm. Dolayısıyla
ümmetimden herhangi biri aleyhine hak etmediği halde duada
bulunursam, bunu onun için bir temizlenme, bir arınma ve bir yakınlık vesilesi
kıl ki, kendisi kıyamet gününde bunlarla Allah'a yaklaşsın” dedim” buyurdu.
[787]
2350-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben çocuklarla
birlikte oyun oynuyordum. Derken Resulullah (s.a.v.) geldi. Ben derhal bir
kapının arkasına gizlendim. Resulullah (s.a.v.) benim saklandığım yere gelip
bana:
“Git, Muaviye'yi bana çağır” buyurdu. Ben
de gidip geri geldim. Resulullah (s.a.v.)'e:
“O, yemek yiyor” dedim.
Resulullah (s.a.v.), bana:
“Git, Muaviye'yi bana çağır” buyurdu.
Ben de Muaviye'nin
yanına gidip geri geldim. Resulullah (s.a.v.)'e:
“Yemek yiyor” dedim.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allah onun karnını doyurmasın!” buyurdu.”
2351- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Şunlara bir yüzle ve bunlara da başka bir yüzle gelen
iki yüzlü kimse, insanların en kötüler indendir.”
[788]
İş, söz ve
davranışlarda gösterişe yer verme; bir iyiliği veya salih bir amelî Allah'ın
rızasını kazanmak niyetiyle değil, insanların beğenisi için yapma. Bu
davranışta bulunan kimseye riyakâr veya müraî denir.
Riya, insanlar
arasında manevî nüfuz, şan ve şöhret, maddî çıkar sağlamak için yapılır.
Dünyaya âit bu tür maddî ve manevî çıkarları elde etmek için, dinin insanlar
tarafından kutsal değerlere karşı beslenen bağlılık ve hürmet duygularının
âlet edilmesi, riyanın en kötü şeklidir. Bu tür davranışlar, hilekârlık ve
yalancılıktır. İnsan şeref ve haysiyetine hakarettir.
Riyanın her çeşidi
ahlaksızlık olduğu halde, ibadetlerde riyakâr olmak çok daha büyük bir
ahlâksızlıktır. Çünkü ibadet, Allah için yapılır. Allah'ın rızası dışında bir
amaçla; gösteriş olarak ibadet yapmak, Allah nzasını ortadan kaldırır. Gösteriş
için ve bir çıkar düşüncesiyle Kur'ân okumak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât
vermek, hacca gitmek, sadaka vermek, ibadetlerin sevabını boşa çıkarır.
2352- Ümmü
Gülsüm bint. Ukbe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, o, Resulullah (s.a.v.)'i
şöyle buyururken işitmiştir:
“İnsanların arasını düzelten, bunun için hayırlı söz
söyleyen ve hayırlı söz ulaştıran kimse yalancı değildir.”
İbn Şihab der ki:
“Ben, insanların
söyleye geldiklerinden hiçbir şey hususunda yalana ruhsat verildiğini
işitmedim. Ancak şu üç şeyde yalan söylemenin caiz olması hali hariç:
1- Savaş
hali.
2- İnsanların
arasını düzeltip ıslah etmek.
3- Kocanın,
hanımına ve hanımın da kocasına karşı aile düzenini sağlamak için söyledikleri
sözler.”
[789]
Açıklama:
Yalan, kişinin gerçeği
saklayıp bildiğinin aksini söylemesidir. Yalan, insanı Allah Teâla'nın
nzasından uzaklaştırıp Cehennem'e götürmesidir. Ayrıca yalan insanları
birbirine düşürür, güven duygusunu yok eder, toplum içinde karışıklıklara sebep
olur; dostlukları yıkar, yerine düşmanlık tohumlan eker. Yalan er geç ortaya
çıkacağından, yalancılar, kendilerine güvenilemeyen, saygı duyulmayan ve
sevilmeyen insanlar durumuna düşerler. Kısaca yalan, insanı dünyada da ahirette
de felâkete sürükler.
Kadı İyâz, 3 yerde
yalan söylemenin ittifakla caiz olduğunu söylemiştir. Ancak bu yerlerde mubah
olan yalandan kastın ne olduğu meselesi ihtilaflıdır:
1-
Bazılarına göre; bir maslahattan dolayı söz konusu hadiste geçen üç yerde yalan
söylemek mutlak surette caizdir. Yasaklanan yalan, zararlı onladır. Örneğin,
zalim bir kimse, bir kimsenin yanında gizlenmekte olan kimseyi öldürmek istese
“Nerede olduğunu bilmiyorum” diyerek yalan söylemesi ittifakla vacip olur.
2- Bazılarına
göre ise yalan söylemek hiçbir şekilde caiz değildir. Hadiste belirtilen 3
yerde yalan söylemenin caiz olmasından maksat; tevriyeli yani kapalı ve
ihtimalli söz söylemektir. Örneğin, bir adam, hanımına; iyi bakacağını, ona
şöyle şöyle elbise alacağına vaad edip de kalbinden “Allah takdir ettiyse
yapanm” diye niyet ederse bu bir tevriyedir. Yine dargın kimseleri banstırmak
için iki taraftan her birine güzel sözler nakledip tevriye yapar.
Kan-kocanın
birbirlerine yalan söylemelerine gelince; bundan maksat, birbirlerine sevgi
göstermeleri ve yapması lazım gelmeyen şeyleri vaad etmeleridir.
İmam Beyhakî'de yalan
ile ilgili olarak şunlan söyler:
“Yalanın mertebeleri
vardır. Çirkinlik ve haram yönünden en büyüğü; Allah'a, sonra Peygamber (s.a.v.)'e
yapılan, sonra kişinin kendisine, lisanına ve diğer organlanna, sonra
anne-babasına, sonra müslüman olan en yakınlarına karşı yapılan yalandır. Bu
yalan türü, insanın; kendisine, malına, ailesine ve çocuklarına verdiği
zarardan daha büyüktür. Daha sonra yemin üzere yapılan yalan, yemin üzere
yapılmayan yalandan daha büyüktür. Bunu, kişiyi övmede dalkavukluk, ifrat ve
çirkinliği gerektiren yalan izlemektedir. Bu tür yalanın en çirkin olanı ise
kişinin yüzüne karşı yapılan yalandır. Bunu, herhangi bir şeye kendisini kaptıran
kimseye bir fayda sağlamayan ve gereksinim duymayan düşüncesizlik izlemektedir.
Susmak, böyle bir kimsenin İşine yaramaz. Bunu; çok konuşmak, az sözle
yetineceğine sözü uzatmak ve bir defa da yapabiİeceği şeye karşı tereddüt etmek
ve onu tekrar tekrar sormak izlemektedir.”
[790]
2353-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “ Hz. Muhammed (s.a.v.):
“Haramlığı çok şiddetli olan çirkin işin ne olduğunu
sîze haber vereyim mi? O, insanlar arasında koğuculuktur, söz taşıyıp yaymaktır” buyurdu. Yine Hz. Muhammed (s.a.v.):
“Doğrusu kişi doğru söyleye söyleye nihayet Sıddîk çok
doğru sözlü olan kimse olarak yazılır. Kişi yalan söyleye söyleye de nihayet
yalancı yazılır” buyurdu.[791]
Kırıcı, üzücü ve
dargınlığa sebebiyet veren sözleri birinden diğerine taşıma. Koğuculuk
dinimizce kötü sayılan ve yapılması kesinlikle haram kılman bir davranıştır.
Kur'an-ı Kerim'de bu ve benzeri davranışlara sahip kimse şöyle tasvir
edilmiştir:
“Diliyle iğneleyen, koğuculuk eden, iyiliği daima
önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar
dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye
aldırış etmeyin!”
[792]
2354-
Abdullah İbn Mcs'ud (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesizlik “Doğruluk”, kişiyi iyiliğe, iyilik de
cennete götürür. Kişi devamlı surette doğru söyleye söyleye nihayet Allah
katında “Sıddîk” çok doğru sözlü olan kimse diye yazılır. “Yalan” da, kişiyi
sapıklığa, sapıklık da cehenneme götürür. Kişi devamlı surette yalan söyleye
söyleye nihayet Allah katında “Yalancı” dîye yazılır.”
[793]
Açıklama:
Doğruluk, 6 şeyde
aranır ve bunlar bir kimsede bulunduğu zaman takdirde doğruluğun kemal mertebesi
meydana gelmiş olur. Bu üstün dereceye sahip olan kimseye de "sıddîk"
denir. Doğruluğun 6 bölümü şunlardır:
Söylenen sözün gerçeğe
uyması, vakıaya aykırı düşmemesi.
Bunun anlamı,
ihlastır. Hayrîı bir işe kalp ile niyet edip gafil olmaksızın Allah'a
yönelmekle olur.
Hayırlı olduğuna
İnanılan bir şeyi yapmaya koyulmak ve bundan güçlenmek.
İşlemeye koyulduğu ve
azmettiği hayırlı bir işi başarmakta sebat gösterip onu tamamıyla yerine
getirmek.
Gizli ve açık yapılan
bütün amelleri eşit tutup amellere riya karıştırmaksızın hareket etmek.
Korku halinde ve
emniyet halinde fark gözetmeksizin doğruluğa devam edip ondan aynlmamak.
Doğruluktaki özellik,
İnsanı, iyi amellere yani bire götürür. Esasen birin anlamı, Allah katında
makbul olan ve kendine günah karışmayan ameller ve ibadetlerdir. Böyle makbul
ve iyi ameller de, insanı, cennete götürür. Bu iyi ve güzel vasıfların zıddı
olan yalan ise, insanı kötü amellere ve günah işlere götürür. Günahlar da
büyüdükçe insanı cehenneme iletir. Yalanın her çeşidini işleyip de bütün
günahlara düşen kimseye “Kezzâb” büyük yalancı denir.
2355- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Gerçek kuvvetli, rakiplerini yere seren kimse
değildir. Gerçek kuvvetli kimse ancak öfke sırasında kendisine hakim olan
kimsedir.”
[794]
2356-
Süleyman b. Surad (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“İki adam, Peygamber (s.a.v.)'in
yanında birbirine sövdü. Bunlardan birinin kızgınlıktan dolayı gözleri
kızarmaya ve şah damarları şişmeye başladı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ben bir kelime biliyorum ki, eğer şu kimse o kelimeyi
söylese hissetmekte olduğu kızgınlık hali muhakkak ondan gider. O kelime: “Eûzu
billahi mine'ş-şeytânirracîm” Allah'ın huzurunda kovulmuş
şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım” sözüdür” buyurdu. Kızgın halde bulunan kimse, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ben de bir delilik mi
görüyorsun?” dedi.
[795]
Açıklama:
Bu hadiste; Allah
yolunda olmayan öfkenin, şeytânın vesvese vermek suretiyle insanın içini
dürtüşdürmesinden ileri geldiği, öfkeli kimsenin “Eûzu billahi
mine'ş-şeytânirracîm” Allah'ın huzurunda kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a
sığınırım” demek suretiyle Allah'a sığınması gerektiği ve böylece kişide,
öfkenin gitmesine sebep olduğu ile ilgili bilgiler vardır.
Bu şiddetli öfkeye
sahip olan kimsenin:
“Bende bir delilik mi
görüyorsun?” sözüne gelince, bu, Allah'ın dinini anlamayan, yüce şerîatının
nurlanyla temizlenip aydınlanmamış olan ve istiazenin delilere mahsûs olduğunu
vehmeden, öfkenin şeytânın vesvese verip dürtüşdürmesinden ileri geldiğini
bilmeyen bir kimsenin sözüdür. Halbuki bu dürtüşdürmeyle insan, i'tidâl
hâlinden çıkar da bâtıl konuşur, kötü fiile kalkışır, kin ve buğza niyyet eder
ve öfke sonucu diğer çirkin işlere girişir. İşte bundan dolayı Peygamber (s.a.v.)
tekrar tekrar tavsiye isteyen birine sâdece öfkelenme öğüdünü vermiştir. Bende
delilik mi görüyor musun? diyen kimsenin münafıklardan yahut da câhil
bedevilerden olması muhtemeldir.”
[796]
2357- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah cennete Adem'e suret verdiği zaman onu dilediği
kadar bıraktı. İblis onun etrafında dolaşmaya ve onun ne olduğuna bakmaya
başladı. Nihayet Adem'in içinin boş olduğunu görünce onun, nefis temayüllerine
hakim olamaz bir şekilde yaratılmış olduğunu anladı.”
[797]
2358- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi (din) kardeşiyle kavga ettiği zaman
onun yüzüne vurmaktan sakınsın.”
[798]
2359- Hişâm
b. Hakim b. Hizamdan rivayet edilmiştir:
“Hişâm, Şam'da bazı
insanların yanına uğramıştı. Bunlar, güneşe karşı dikilip başlarının üzerine zeytinyağı
dökülmüştü. Orada bulunanlara:
“Bu nedir?” diye
sordu. Ona:
“Vergi vermedikleri için
cezalandırılıyorlar” denildi.
Bunun üzerine Hişâm:
“Haberiniz olsun ki,
ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Doğrusu Allah dünyada azab eden kimselere muhakkak
azab edecektir” buyururken işittim”
dedi.
[799]
2360- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam oklarıyla
birlikte mescide uğramıştı. Resulullah (s.a.v.), ona:
“Oklarının uçlarına sahip ol!” buyurdu.
[800]
Açıklama:
İnsanların topluca
bulundukları mescit, pazaryeri, sokak, alışveriş merkezi, parklar gibi yerlerde
keyfi olarak insanlara zarar verici silah türleri taşımak doğru değildir. Eğer
kişi böyle yerlere zorunlu olarak silahıyla gelmişse hiçbir kimseye zarar
vermemek için gerekli tedbirleri alması gerekmektedir. Bugün düğünlerde, maç
çıkışlarında yada değişik ortamlarda kullanılan silahların insanlara zarar
verdiği televizyon kanallarında ve gazetelerde açıkça bir şekilde görülmektedir.
2361- Ebu
Hureyrc (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, ResuluIIah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi (din) kardeşine silahla işaret etmesin.
Çünkü İşaret eden herhangi biriniz, bilmez ki, belki şeytan eline hız verir de
(din kardeşini vurur,) bu suretle de cehennemden bir çukura yuvarlanır.”
[801]
2362- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir defasında bir adam yolda yürürken yol üzerinde
bir diken dalı buldu. Onu (alıp) yolun kenarına attı. Yüce Allah, onun bu
davranışını hüsnü kabul buyurup günahlarını bağışladı.”[802]
2363-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kadın, bir kedi sebebiyle azab olundu. Onu
ölünceye kadar hapsetti. Bundan dolayı da cehenneme girdi. Kadın kediyi
hapsettiği zaman onu; ne doyurdu, ona ne su içirdi ve ne de ona yeryüzünün
haşerelerinden yemesine izin verdi.”
[803]
2364- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a) ile Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah
(s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İzzet, O'nun izandır. Kibriya da, O'nun ridasıdır. Allah:
“Kim bu sıfatları almada bana ortak olmaya çalışırsa ona azab ederim”
buyurdu.”
[804]
Büyüklenmek, büyüklük
taslamak, ululuk iddia etmek, kendini başkalarından yüksek görerek onları
aşağılamak gibi anlamlara gelmektedir.
Kibir inkârda önemli
bir rol oynadığından Allah Teâlâ Kur'an'da kibirden ve bu kelimenin türevleri
olan istikbâr, müstekbir ve kibriya'dan sık sık bahsetmektedir.
Kibir, haram olan kötü
huylardan birisidir. Ahlâkî bir özellik olarak kibir, başkalarını küçük görmek
ve onlarla alay etmek anlamıyla düşünülürse bu özellik insanı dinden çıkaran
bir özellik değildir. Ancak haramdır, insanı dinden çıkarabilecek fiiller
işlenmesine sebep olabilir. Böyle bir özellik sahibi de cehennemde kibrinin
cezasını çektikten sonra Allah'ın affıyla ve mağfiretiyle cennete girecektir.
Nitekim bîr âyet-i kerime'de Yüce Allah:
“Biz onların kalplerindeki kin ve hasedi çıkaracağız”
[805]
buyurarak, cennete giren insanların kalbinden dünyadaki ahlâkî kusurlarının
temizleneceğini anlatmaktadır.
Bu tür hadisler,
ahlâkî bir kusur olan kibrin Allah katında ne derece kötü kabul edildiğini
anlatmaktadır.
Bir başka kibir şekli
olan hakka karşı büyüklenmek ise kâfirlikle bir kabul edilmiş ve lanetlenmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur: "Mütekebbirler kıyamet gününde,
insan yeklinde küçük karıncalar gibi hasredilir. Bütün her taraflarından zillet
onları kuşatır..[806]
Hz. Peygamber (s.a.v.)
kibri zemmettiği gibi, kibrin olumlu karşıtı olan tevâzuyu da övmüştür. Bir
hutbelerinde Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Şanı yüce olan Allah bana şöyle vahyetti: Mütevazı
olun! Öyle mütevazı olun ki, biriniz diğerine karşı övünmede bile bulunmasın.”
[807]
İslâm bir ahlâkî kusur
olan kibir, Allah'ın rahmetinden kovulma sebebidir.
Ancak bir kibir daha
vardır ki Kur'an bunu “Müstekbir” ifadesiyle ifade etmiştir. Müstekbirler, Allah
iri arzında bizzat kendi güzelliklerini tesis etmek için gayret gösteren azgınlar
ve zorbalardır. Bunlar Allah'ın kullarını kendi köleleri yapmak için Allah'ın
dinine karşı büyüklenirler. Allah Teâlâ bu çeşit insanlar için şöyle
buyurmaktadır:
“İşte âhiret yurdu; Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve
bozgunculuk çıkarmayı istemeyenlere armağan kılarız. Güzel sonuç
muttakilerindir.”
[808]
2365- Cündeb
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bir adam:
“Vallahi, Allah
filanca kimseyi affetmez” dedi. Bunun üzerine Yüce Allah:
“Benim filanca kimseyi affetmiyeceğime dair yemin eden
bu kişi kim oluyor! Ben o filanca kimseyi muhakkak bağışladım. Senin amelini de
boşa çıkardım” buyurdu.
[809]
2366- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Nice kapılardan kovulmuş pejmürde insan vardır ki,
Allah'a bir şeyin meydana gelmesi için yemin ederse muhakkak Allah onu bu
yemininde doğru çıkarır.”
[810]
2367- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kimse: “İnsanlar
helak oldu” derse kendisi onların en fazla helak olanıdır.”
[811]
2368- Hz. Âişe
(r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Cebrail bana komşuyu o derec tavsiye etti ki,
nerdeyse komşunun komşuya mirasçı olacağını zannettim.”
[812]
Ev, işyeri, arazi,
köy, şehir ve ülke bakımından yakın olanların birbirlerine göre aldıkları ad.
Ailemizden sonra en
yakın sosyal çevremizi komşularımız meydana getirir. İyi veya kötü günlerimizde
şartlar en yakın çevre ile temas halinde bulunmayı gerektirir. Darlık zamanında
yardımlaşma, normal zamanlarda ziyaretleşme, sır sayılabilen halleri gizleme
birbirinin hâlinden etkilenme, hatta komşunun mülkünü saün almada öncelik
hakkına sahip olma (şûfa) komşulukla ilgili bir dizi hak ve sorumlulukların
kaynağım teşkil etmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de
komşu ilişkisinden söyle söz edilir:
“Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara,
yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki
bulunduğunuz kimselere iyilik edin.”
[813]
2369- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Maruftan hiçbir şeyi
sakın hor görme! Velev ki, (din) kardeşini güler-yüzle karşılaman bile!”[814]
Açıklama:
Maruf ile ilgili
olarak 44 nolurı hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
2370- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
kendisine bir hacet isteyen geldiği zaman yanında oturan kimselere dönüp:
“Şefaat edin! Ecir kazanın! Allah, Peygamber'inin
dilinden niyaz ve şefaat ile ilgili dilediğini yerine getirsin” buyururdu.[815]
2371- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İyi arkadaş ile kötü arkadaşın misali, misk taşıyan
ile körük üfüren kimsenin durumu gibidir. Misk taşıyan kimse, ya san (ondan)
verir yada (onu) satın alırsın veya o miskten güzel bir koku duyarsın. Körük
üfüren kimse ise ya elbiseni yakar yada ondan pis koku duyarsın.”
[816]
2372-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bana bir kadın geldi. Beraberinde de iki kızı vardı.
Kadın benden bir şeyler istedi. Fakat yanımda bir tek kuru hurmadan başka bir
şey bulamadı. Ben o bir hurmayı kadına verdim. Kadın bu hurmayı aldı ve onu
iki kızı arasında paylaştırdı. Kendisi o hurmadan hiçbir şey
yemedi. Sonra
kadın kalkıp iki kız çocuğuyla birlikte çıkıp gitti. Derken Peygamber (s.a.v.)
benim yanıma girdi. Ona bu olayı anlattım. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Gerek kadın ve gerekse de erkek olsun, kız
çocuklarından dolayı bir şeyle imtihan olunup onlara iyi bir şekilde bakarsa o
kız çocukları o kimse için cehennem ateşine karşı birer perde olurlar” buyurdu.
[817]
2373- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah(s.a.v.):
“Bir kimse, ergenlik çağına girmelerine kadar iki kız
çocuğunun her türlü bakımını üstlenip bunları yerine getirirse, kıyamet gününde
benimle birlikte şöyle gelir” buyurup
parmaklarını bir araya getirdi.
[818]
2374- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Müslümanlardan birinin üç çocuğu ölürse, yemini
yerine getirecek kadarı hariç, o kimseye cehennem ateşi dokunmaz.”
[819]
Açıklama:
Hadis, çocuğunu kaybeden
anne ve babalara büyük bir teselli sebebi olan bu müjde, çocuklarının hayatı ve
sağlığı hususunda titredikleri halde ecel gereğince onları kaybetmiş olanlara
mahsustur. Dolayısıyla çocuklarının sağlığına gerekli önem ve dikkat
göstermeyerek ölümlerine şahit olan anne ve babalar için bu müjde sözkonusu
değildir. Bu tür kimselerden, kıyamet günü çocuklarının hayatından hesaba
çekilirler.
Hadiste “Yemini yerine getirecek kadarı hariç” ifadesiyle
kastedilen;
“Sizden hiçbirisi müstesna olmamak üzere cehenneme
uğrayacaktır. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür”
[820] ayetinde
takdir olunan yemindir. Buna göre üç çocuğunun ölüm acısıyla ve bu gönül
dağlayan ateşle yanan anne ve baba, cehennem ateşini ya hiç görmeyecek yada
geçerken görecek veya günahı kadar orada kalacak demektir.
2375- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kadın, Resulullah
(s.a.v.)'e gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Erkekler senin hadisini/sözlerini alıp gidiyorlar. Sen bize kendinden bir gün
ayır da, o günde sana gelelim. Bize Allah'ın sana öğrettiklerinden bizlere de
öğretirsin” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Şu ve şu günde toplanın!” buyurdu.
Bunun üzerine kadınlar
belirtilen günde toplandılar. Resulullah (s.a.v.) onların yanlarına gelerek
Allah'ın kendisine bildirdiğinden onlara bir şeyler öğretti. Sonra da:
“Sizden hiç bir kadın yoktur ki: Gözü önünde
çocuklarından üç tanesini âhirete göndersin de, bu çocuklar ona cehennemden
bir perde olmasınlar” buyurdu. Bunun
üzerine bir kadın:
“İki tanesini de, iki
tanesini de, iki tanesini de!” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“İki tanesini de, iki tanesini de, iki tanesini de!” buyurdu.
[821]
2376- Ebu
Hassân'dan rivayet edilmiştir: “Ebu Hureyre'ye:
“Benim iki oğlum öldü.
Sen bize Resulullah (s.a.v.)'den ölülerimiz hakkında gönüllerimizi hoş edecek
bir hadis söylemez misin?” dedim. Ebu Hureyre:
“Evet, söylerim”. Resulullah
(s.a.v.):
“Onların küçükleri, cennet halkının cennetten hiç
ayrılmayan küçükleridirler. Onlar, babalarına yada anne-babasını karşılar,
beni şimdi senin şu elbisenin kenarından tutuşum gibi -Resulullah burada eliyle
o tutuşu işaret edip göstermiştir- elbisesinden tutar ve artık Allah onu
(annesiyle ve) babasıyla birlikte cennete katıncaya kadar hiç bırakmaz yada onu
tutmaktan hiç vazgeçmez” buyurdu.
[822]
2377- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir kadın, bir küçük
çocuğunu Peygamber (s.a.v.)'e getirip ona:
“Ey Allah'ın
peygamberi! Bu çocuk için Allah'a dua et! Doğrusu ben üç tanesini toprağa
gömdüm” dedi. Peygamber (s.a.v.):
“Üç çocuk mu?”
buyurdu. Kadın:
“Evet!” dedi.
Peygamber (s.a.v.):
“Muhakkak cehennemden çok sağlam bir duvarla
korunmuşsun” buyurdu.
[823]
2378- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki, Allah
bir kulu sevdiği zaman, Cebrail'i çağırıp:
“Ben filânca kimseyi
seviyorum, onu sen de sev!” der.
Bunun üzerine o
kimseyi Cebrail de sever. Sonra semâda seslenerek:
“Gerçekten Allah filânca
kimseyi seviyor, onu siz de sevin!” der.
Artık gök ehli de o
kimseyi sever. Sonra yerdeki insanların gönüllerine o kimse hakkında Allah
tarafında sevgi ve kabul konulur.
Allah bir kula da
öfkelendiği zaman Cebrail'i çağırıp ona:
“Ben, filânca kimseye
buğzediyorum. Ona sen de buğzet!” der. Bunun üzerine Cebrail o kimseye
buğzeder. Sonra gök ehli arasında:
“Allah filanca kimseye buğzedîyor, ona siz de
buğzedin!' diye seslenir. Bunun üzerine onlar da ona buğzederler. Sonra yerdeki
(insanların gönlüne Allah tarafında o kimse hakkında bir nefret ve buğz konulur” buyurdu.
[824]
2379- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah {s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ruhlar, grup grup toplanmış cemaatlardır. Bundan dolayın
birbirleriyle dünyada tanışanlar kaynaşırlar. Birbirleriyle (dünyada)
anlaşamayanlar görüş ayrılığına düşerler.”
[825]
Açıklama:
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre; ruhlar, bir araya gelmiş toplu cemaatlerdir. Yahut da
muhtelif türlerden ibarettir. Allah'ın yarattığı bir hikmete mebni olarak,
onlar böyle farklı cemaatler oluşturmuşlardır. Bazılarına göre de, Allah
onları, birbirlerine uygun vasıflarda ve huylarda yaratmıştır. Bazılarına göre
aslında, Allah ruhları toplu halde yaratmıştır. Sonra onları ait oldukları
bedenlere girmek suretiyle birbirlerinden ayrılmışlardır. Dolayısıyla bu
dünyada huylan birbirine uyan kimseler anlaşıp bir araya gelirler. Huyları
birbirlerini tutmayan kimseler biribirleriyle anlaşmayıp biribirlerine ters
düşerler.
[826]
Hattâbî'yc göre ise
ruhların anlaşması, başlangıçta onların şekavet ve saadet yönünden birbirlerine
benzer halde yaratılmalanndan kaynaklanmaktadır. Şaki olarak yaratılanlar birbirleriyle
anlaşırlar. Dolayısıyla ruhlar iki kısımdır: Bunların cesetleri, dünyada karşılaştıkları
zaman, aynı kısımdan olan ruhlan taşıyanlar anlaşırlar. Aynı cinsten olan ruh
sahipleri ise anlaşamazlar. Bîr başka ifadeyle, ruhlar, ruhlara, şerliler de şerlilere meylederler.”
Bazılarına göre ise
göre ruhların böyle birbiriyle anlaşarak farklı cemaatler haline gelmeleri,
dünyaya gelmelerinden önce ruhlar âleminde olmuş ve ruh cemaatlerindeki bu
farklılık, yaratılışlarındaki farklılıktan ileri gelmiştir. Fakat ruhlar
dünyaya geldikten sonra çeşitli etkiler altında kalarak kendilerinde değişiklikler
meydana gelmiş ve neticede söz konusu cemaatler arasında karşılıklı kopmalar ve
katılmalar meydana gelmiştir.
2380- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir bedevi Resulullah
(s.a.v.)'e gelip ona:
“Kıyamet ne zaman
kopacaktır?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.), ona:
“Sen kıyamet için ne hazırladın?” buyurdu. Bedevi:
“Allah ile Resulünün
sevgisini!” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“O zaman sen sevdiklerinle berabersin!” buyurdu.[827]
2381-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e
gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Henüz kendilerine katılmamış olduğu bir topluluğu seven bir kimse hakkında ne
buyurursunuz?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Kişi sevdikleriyle beraberdir!” buyurdu.
[828]
Açıklama:
İbn Battâl'a göre; bir
kimse bir kulu sırf Allah rızası için severse muhakkak Allah onian cennetinde
bir araya getirecektir. Velev ki ameli, sevdiği kimsenin amelinden az olsun. Bunun
sebebi, o kimsenin, saühleri, taat ve ibadetlerinden dolayı sevmesidir. Yüce
Allah, salîhlere verdiği sevabı ona da verir. Çünkü niyet, asıldır. Amel,
niyete bağlıdır.Allah ise fadl-u ihsanını dilediğine verir.
2382- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Bir kimse hayır
türünden bir yapar, insanlar da bu işten dolayı onu överlerse, böyle övülen bir
kimse hakkında ne buyurursunuz?” diye soruldu. Resulullah (s.a.v.):
“Bu, müminin peşin müjdesidir” buyurdu.
[829]
Açıklama:
Cennetlik olan mü'min
o kimsedir ki, Allah onu lı şeyleri yapmaya muvaffak eder. Sonra onun bu lı işi
yaptığını halk arasında yayar ve böylece herkes durumdan haberdar olur.
Nihayet herkes veya halkın çoğunluğu o kimseyi
ile o kadar anar ki kendisi de bunu çokça işitir. Tabii, adamın o lı
şeyleri sırf Allah rızâsı için yapması ve gösterişten riyakârlıktan uzak oiması
şarttır. Aksi takdirde o iş hayır olmaktan çıkıp veba! hâline gelmiş olur. Bir
de adamın olan şeyden dolayı halkın takdir ve sevgisini talep etmemesi, bu
hususta bir gayret içine girmemesi gerekir. Çünkü bir da ihlâs zedelendiği
zaman pek kıymeti kalmaz. Cehennemlik olan da o kimsedir ki kötü ve fena şeyler
işler. Allah onun bu durumunu insanlara duyurur ve neticede o kişi halkın
diline düşer. Herkes onu fenalık ve kötülük ile anar. Nihayet kendisi de halkın
bu tepkisini çokça duyar.
Kader kelimesi,
Kur'an-ı Kerim'de, defalarca zikredilmiştir.
“O'nun katında her şey, bir “Mikdâr”a ölçüye göredir”
[830]
“Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz
onu ancak belli bir “Kader” ölçü ile indiririz”
[831]
“Biz, her şeyi bir “Kader”e ölçüye göre yarattık”
[832]
Bütün bu ayetlerden
çıkan sonuç şudur: Kaderden maksat; Allah'ın, bu alem için ortaya koyduğu
sağlam düzen, genel kanunlar ve sebepleri müsebbeplere bağlayan ilahi
kanunlardır.
Kader; hiçbir şekilde
tembelliğin sebebi, günah işlemenin vesilesi ve sözü zorla söylettirmenin yolu
olmamalı. Bilakis Kader, büyük işlerin ardında büyük gayelerin gerçekleştirilmesi
için bir yol kabul edilmesi gerekir.
Meydana gelecek
şeyleri Allah'ın bilmesi ve bu bilmeye göre o şeylerin meydana gelmesi insan
üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Çünkü bilmek, etkinin sıfatı değil, bilinmeyen
şeyleri açığa çıkarmanın sıfatıdır. Örneğin, bu; kişinin, oğlunun zeki
olduğunu, derslerine çalıştığını, bütün konulan kavrayıp ezberlediğini bilmesi
ile bunları yapması için çocuğu zorlaması arasındaki fark gibidir. Bunları
bilmenin, çocuğun başarısı üzerinde hiçbir etkisi olmadığı açıktır.
Şüphesiz Kader,
kaderle önlenir. Örneğin, açlık kaderse yemek yemekde kaderdir, susuzluk
kaderse su içmekde kaderdir, hastalık kaderse bundan kurtulmak için tedavi ve
sağlıklı olmakta kaderdir, tembellik kaderse çalışmak ve gayret etmekte
kaderdir. Böylece kader, kaderle giderilir. Dolayısıyle Kader'in, ayakbağı veya
baskı aracı olması sözkonusu değildir.
Anlatıldığına göre;
Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrah, veba hastalığından kaçan Hz. Ömer;
“Allah'ın kaderinden
mi kaçıyorsun?” diye sormuştu. Hz. Ömer'de:
“Evet, Allah'ın
kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyorum” diye cevap vermişti.
Açıklama:
Yani Hz. Ömer, burada,
“Hastalık ve veba kaderinden sağlık ve afiyet kaderine kaçıyorum” cevabını
vermişti.
Daha sonra Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrah'a,
çorak arazi ile verimli arazi arasındaki farkı örnek verip develerinin otlaması
için çorak araziden verimli araziye geçmek suretiyle bir kaderden diğer kadere
geçtiklerini İfade etti.”
[833]
Resulullah (s.a.v.) ve
ashabı, başarısızlığa boğulanların mazeret gösterdiği yanlış anlamayı
kendilerine kanıt yapacak azimsiz zayıf kişilerin karaktersizliği gibi gevşek
ve çabasız davranabilirdi. Fakat Resulullah (s.a.v.), gerçeği, açığa çıkarmak
için gelmiştir. Gevşemedi, zayıflamadı ve Allah'ın kullarına vaadettiği yardım
kanununa sarılarak büyük risaletini gerçekleştirmek için kaderi desteğine aldı.
Fakirliğe çalışmayla,
bilgisizliğe ilimle, hastalığa ilaç ve tedaviyle, küfür ve isyana cihadla karşı
koydu. Keder ve hüzünden, acizlik ve tembellikten Allah'a sığındı.
Zaferle sonuçlanan
bütün gazveleri, Allah'ın irade ve kaderine göre meydana gelen O'nun yüce
iradesinin bir belirtisinden başka bir şey değildir.
Resulullah (s.a.v.),
kaderin yanlış anlaşılmasından sakındırmış ve yanlış anlayan kimselere karşı
konulmasını emretmiştir.
2383-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Doğru olan ve
doğruluğu Allah tarafından tasdik edilmiş olan Resulullah (s.a.v.) bize şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisinin yaratılış maddesi annesinin karnında
kırk günde tamamlanır. Sonra yaratılış maddesi olan sperm yine bu şekilde bu
kırk günlük müddet içerisinde kan pıhtısı halini alır. Sonra yine bu şekilde
bir çiğnem et haline gelir. Bu kırkar günlük üç merhaleden sonra dördüncü merhalede
bir melek gönderilir. Bu melek ona ruh üfürür. Melek, dört kelimeyle; rızkını,
ecelini, amelini şaki ve said olduğunu yazmakla emrolunur.
Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim
ki, sîzden birisi cennet ehlinin ameliyle amel etmekte devam eder, nihayet
kendisi ile cennet arasında bir arşından başka mesafe kalmaz. Bu sırada meleğin
anne karnında yazdığı yazı o kişinin önüne geçer. Bu defa o kimse, cehennem
ehlinin ameliyle amel etmeye devam eder.
Yine sizden birisi cehennem ehlinin ameliyle amel
eder, nihayet kendisi ile cehennem arasında ancak bir arşın mesafe kalır. Bu
sırada meleğin anne karnında yazdığı yazı, o kişinin önüne geçer. Bu defa da o
kimse cennet ehlinin amelîyle amel eder ve böylece cennete girer.”
[834]
Açıklama:
Hadisin zahirine göre;
insan, anne karnında kırkar günlük üç devre kaldıktan sonra Allah, ona ruh
üfürmek için bir melek gönderir. Bu devrelerin toplamı dört ay eder. Dört aydan
sonra anne karnındaki cenine, melek tarafından ruh üfürülür. Doğduğu zaman
yiyip içeceği rızkı, eceli, ameli, bedbaht mı, yoksa bahtiyar mı olacağı
yazılır.
Yalnız ceninin
canlılığının, mahiyeti hiçbir zaman bilemeyeceğimiz ruhun üflenmesiyle aynı şey
olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Çünkü günümüzde ulaşılan ayrıntılı tıbbî
bilgiler, ceninin, döllenmeden itibaren ayrı bir canlılık ve bütünlük
kazandığını, safha safha oluşum ve yaratılışının tamamlandığını, ilk birkaç
haftadan itibaren organlarının teşekkül ettiğini, hatta kalp atışlannın
hîssediidiğini ortaya koymaktadır.
Allah'a hüsnü zanda
bulunmak, Allah'a sıdk ve cennet ehlinin ameli ve itikadıyla yönelen kişinin,
Allah bereketini artıracağına ve onu hayır ile sona erdireceğine inanmamızı
gerekli kılar. Biz, bu meseleyi, bozuk inançlı veya riyakar yada kalbi
hastalıklı ve zahirde cennet ehlinin amelini işleyen veya gizli günahlar
işleyen, ama batında cehennem ehlinin amelini işleyen bir kişinin
bulunabileceği şeklinde düşünüyoruz. Bu gibilerin akıbeti kötüdür. Ancak
Allah'ın büyük şirkin dışındaki günahları bağışlaması mümkündür.”
[835]
2384- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yüce Allah, anne rahmine bir melek görevlendirir. Bu
melek:
“Ey Rabbim! Bir nutfe/spermdir! Ey Rabbim! Bîr kan
pıhtısıdır! Ey Rabbim! Bir çiğnem etti” der.
Allah bir mahluk yaratmak istediğinde, melek;
“Ey Rabbîm! Erkek midir, dişi midir? Bedbaht mıdır,
bahtiyar mıdır? Rızkı nedir? Eceli nedir?” diye sorar.
İşte bunlar, anne karnındayken böylece yazılır.”
[836]
Açıklama:
Kur'an'da insanın
yaratılış ve tekamül safhaları dokuz kademe halinde şöyle anlatılmaktadır:
“Andolsun biz insanı, çamurdan süzülüp çıkarılmış bir
özden yarattık. Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra
nutfeyi alaka aşılanmış yumurta yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et
haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere iskelete çevirdik; bu kemikleri
etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yap
ıpyaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir. Sonra siz, bunun arkasından
mutlaka öleceksiniz. Sonra siz, kıyamet gününde muhakkak diriltileceksiniz.”
[837]
2385- Hz.
Ali (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz Bakîu'l-Garkad
mezarlığında bir cenazede idik. Derken yanımıza Resulullah (s.a.v.) gelip
oturdu. Biz de etrafına oturduk. Beraberinde bir baston vardı. Başını eğip
bastonuyla yeri çizmeye başladı. Sonra da:
“Sizden hiç bir kimse ve dünyaya gelen hiç bir canlı
yoktur ki, Allah onun cennetteki ve cehennemdeki yerini takdir etmiştir.
Herkesin bedbabht ve bahtiyar olduğu da yazılmıştır!” buyurdu. Bunun üzerine bir adam:
“Ey Allah'ın resulü! 0
halde biz, ameli bırakıp bu (ilahî) yazımız üzere durmayalım mı? Amelin yararı
ne?” dedî. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Her kim bahtiyarlardan ise, bahtiyar kimselerin
ameline varacak ve her kim de bedbahtlardan ise, bedbaht kimselerin ameline
varacaktır” buyurdu. Sonra da:
“Amel edin! Herkese imkân verilmiştir. Bahtiyarlara,
bahtiyar kimselerin ameli müyesser olacaktır. Bedbahtlara ise, bedbaht
kimselerin ameli müyesser olacaktır”
buyurdu.
Sonra da,
“Her kim malını Allah yolunda verir, Allah'a karşı
gelmekten sakınır ve o en güzeli tasdik ederse, Biz ona en kolaya hazırlarız.
Fakat kim cimrilik eder, kendisini müstağni görürse ve o en güzel olanı
yalanlarsa Biz de ona en güç olanı hazırlayacağız”
[838] ayetini
okudu.
[839]
Açıklama:
Şu halde kula düşen
görev, niçin yaratıldıysa onun gereğini ifa etmek ve yaratana kar kulluk
vazifesini hayatının sonuna kadar sürdürmektir.
İnsanın said/bahtiyar
veya şaki/bedbaht olması, ezelî takdirin eseri olduğun göre kişinin serbest
hareketi ve irade sahibi olarak davranması mümkün mü, hakkında! takdir onun
için bir özür değil mi?
Ezelî takdir kulun
iradesini engellemez ve onun için özür değildir. Çünkü ezeli takdir Allah'ın
ilim ve iradesinin esendir. Allah, insanın dünyada kendi irade ve isteği ile
iman veya küfrü seçmekle said veya şaki olacağını ezelde bildiği ve böyle irade
ettiği için o insanın veya şaki olacağını ezelde bildiği ve böyle İrade ettiği
için o insanın said veya şaki olacağını ezelde takdir buyurmuştur, ilim vasfı
bilinen şeyi baskı altında tutmaz. Sâdece onun mahiyet ve durumunu aydınlığa
çıkarır. Onun için Keiâmcılar ve Felsefeciler “İlim malûma tabidir”
demişlerdir. Bu gerçeği bir misal ile açıklayalım:
Rasathane uzmanları
yaptıkları ilmi hesaplar neticesinde bir yıl sonra Güneş'in veya Ay'ın
tutulacağını, tutulma şeklini, gününü, saatini ve izlenebileceği ülkeleri
bilebilirler. Uzmanların, ilmin ışığında tesbit ettikleri istikbale ait bu
olayı rapor ettikten bir yıl sonra olayın aynen meydana geldiğini görüyoruz.
Uzmanların, olaydan bir yıl önce yaptıkları takdir ve tesbitın veya tanzim
ettikleri raporun tesiriyle bir yıl sonra Güneş veya Ay'ın tutulma olayının
meydana geldiği iddia edilebilir mi? Elbette böyle bir iddia gülünçtür.
Güneş'in ve Ay'ın tutulmasının sebebi uzmanlann takdir ve rapor tanziminden
tamamen ayrı bir takım tabiî sebeplerdir. Eğer uzmanlar bu ilmî hesaplan
yapmamış olsaydılar, tutulma olayları olmayacak mıydı? Burada uzmanların ilim
ve tespitlerinin tutulma olaylarına baskı yapmadığı, zorlayıcı olmadığı açıkça
biliniyor.
Allah Teâla'nm kul
hakkındaki ezeli takdiri kul için suçluluktan kurtarıcı bir mazeret olamaz ve
onu baskı altında tutmaz.
[840]
Garkad: Uç metre kadar
boyu olan, kökü ve dalları beyaz böğürtlen ağacına benzer, kaim yapraklı,
dallan dikenli, çiçeklerini boynu uzun olan bir ağaçtır. Koni şeklinde meyvesi
vardır. Medine'de İçerisinde bu ağacın bolca yetiştiği bir mezarlık vardır ki,
bu mezarlığa “Bakîu'l-Garkad” denilir. Bugün bu mezarlık, “Cennetu'l-Bakî
adıyla anılmaktadır.
2386- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Suraka b. Mâlik b. Cu'şum, Resulullah'ın yanına
gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Bize, şimdi yaratılmışız gibi dinimizi açıkla. Bugünün ameli, kalemlerin yazıp
da yazıların kuruduğu, takdirlerin cereyan ettiği işler içinde midir? Yoksa
yeniden meydana gelecek işler için midir?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır! Bugünkü iş, yeniden meydana gelecek işler için
değildir. Fakat kalemlerin yazıp kuruduğu, takdirlerin cereyan ettiği işler
içindir” buyurdu.
Suraka:
“O halde amel ne
içindir?” dedi.
Hadisin ravisi Zuheyr
der ki: Sonra hadisin diğer ravisi Ebu'z-Zübeyr bir şey söyledi. Fakat ben onu
anlamadım. Ne söylediğini ona sordum. O da:
“Amel edin! Herkese
imkan verilmiştir!” dedi.
[841]
Açıklama:
Allah'ın yazısı,
Ievhi, kalemi ve sahifeler gibi hususlar, tamamen iman edilmesi gereken
şeylerdendir. Bunlann keyfiyetlerine ve sıfatlarına gelince, bunların ilmi Allah'a
aittir. Yaratılmışlar, O'nun ilminden dilediği miktar müstesna hiçbir şeyi
ihata edemezler.[842]
2387- İmrân
b. Husayn (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Cennetliklerin, cehennemliklerden ayrıldığı belli oldu mu?” diye soruldu.
Resulullah (s.a.v.):
“Evet, belli oldu” buyurdu. Ona:
“O halde amel edenler,
ne hususta amel edecekler?” diye soruldu. Resulullah (s.a.v.):
“Herkese, yaratıldığı şey için imkan verilmiştir” buyurdu.
[843]
2388- Sehl
b. Sa'd es-Sâidî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Gerçekten bir kimse, cehennemliklerden olduğu halde
insanlara görünen hususlarda cennetliklerin amelini işler. Gerçekten bir kimse
de, cennetliklerden olduğu halde insanlara görünen hususlarda cehennemliklerin
amelini işler.”
[844]
2389- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Adem ile Musa
tartıştı. Musa, Adem'e:
“Ey Adem! Sen bizim
atamızsııı. Bizi yasak ağaçtan yemen sebebiyle mahrumiyete düşüp bu davranışın sebebiyle cennetten çıkardın”
dedi. Adem'de, Musa'ya:
“Sen, Musa'sın! Allah
seni kelamıyla seçkin kıldı. Senin için Tevrat'ı/Levh-i mahfuzu eliyle yazdı.
Bu suçu işleyeceğim; daha beni yaratmazdan kırk yıl önce Allah'ın bana takdir
ettiği bir şeyden dolayı mı beni kınıyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Böylece Adem, Musa'ya galip geldi” buyurdu.
[845]
Açıklama:
Hz. Adem ile Hz.
Musa'nın tartışması konusu, Hz. Adem'in cennetteyken kendisine yasaklanmış olan
ağaçtan yiyerek cennetten kovulmaya ve dolayısıyla bütün insanların cennetten
uzak kalmasına sebep olmasıdır.
Hz. Musa, Hz. Adem'e
bunun hesabını sormuştur. Hz. Âdem de bunun, kendi yaratılmasından kırk sene
önce Levh-i Mahfuz'a yazıldığını, dolayısıyla işlenmesi, kendi yaratılışından
kırk sene önce yazılmış olan bir olayı, işlemiş olmaktan dolayı kullar
tarafından hesaba çekilmesinin doğru olamayacağını söyleyerek kendisini
savunmaktadır.
Bu münakaşanın; Hz.
Musa'nın sağlığında yapılmış olması da mümkündür.
Kadı İyâz'in
açıklamasına göre; Hz. Muhammed'in sağlığında İsrâ gecesinde Beyt-i Makdis'de
bir araya gelip onlara namaz kıldırdığı gibi Hz. Musa'nın da Hz. Adem'le bu
münakaşayı sağlığında yapmış olması mümkündür.
Görüldüğü gibi Hz.
Adem bu münakaşada Cennetten çıkmasına sebep olan hatanın kendi yaratılışından
kırk sene önce takdir edildiğini söylemiştir. Hz. Adem'in söylediği bu
takdirden maksad, kader değildir. Söz konusu hadisenin Levh-i Mahfuz'a
yazılması olayıdır. Çünkü Allah'ın takdiri, ezelî olduğundan kader için “Kırk
sene önce” gibi bir başlangıç göstermek mümkün değildir. Bütün ravilerin
ittifakiyle bu münakaşada davayı kazanan Âdem aleyhisselâm olmuştur.
Hattâbî'ye göre; Hz.
Adem'in, Hz. Musa'ya galebesi Hz. Musa'nın onu kınamaya hakkı olmaması
noktasındadır. Çünkü hiç kimsenin bir rabb tavrıyla diğer bir kulu günahından
dolayı kınamaya hakkı yoktur. Bu hakk Allah'a aittir.
Aliyyu'l-Kâri'ye göre;
Hz. Adem'in galip geldiği nokta Allah'ın ezeîi ilminin şaşmayacağı noktasıdır”
Binâenaleyh her ne
kadar insanlar, kaderlerini göstererek Allah'a karşı kendilerini savunamazlarsa
da insanların bİribirlerini Allah'a karşı olan günahından dolayı muahezeye de
haklan yoktur.
“Bu bakımdan kulların günahına bir rabb bakışıyla
bakmayınız, ancak onlara bir kul tavrıyla bakınız” buyurulmuştur.
[846]
Ayrıca Âdem (a.s.)'ın
bu münakaşada haklı olmasının bir yönü de Musa (a.s.)'ın onu Allah tarafından
affedilmiş olan bir günahından dolayı hesaba çekmiş olmasıdır. Elbette Allah'ın
affettiği bir günahtan dolayı, bir kulu hesaba çekmeye ya da kınamaya kimsenin
hakkı ve salahiyyeti yoktur.
2400-
Abdullah İbn Amr İbnu'1-Âs (r.a)'tan rivayet edilmişir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Allah, mahlukatın takdirlerini, gökleri ve yeri
yaratmasından Elli bin sene önce yaratmıştır. Onun arşı, gökleri ve yeri
yaratmazdan önce su üzerinde idi” buyururken
işittim.
[847]
2401-
Abdullah İbn Amr İbnu'1-Âs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, o, Resulullah (s.a.v.)'i
şöyle buyururken işitmiştir:
“Doğrusu bütün Adem oğullarının kalpleri bir kalp gibi
Rahman'ın parmaklarından iki parmak arasındadır. Rahman, onu dileyeceği yere
çevirip dönderir.”
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.):
“Allahümme! Musarrife'l-kulûb! Sarrif kulûbenâ alâ
tâatike” Ey kalpleri çeviren Allah’ın! Kalplerimizi Sana taat etmeye çevir!” buyurdu.
[848]
2402-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Her şey bir kaderledir. Hatta acizlik ve zekalı olma
yada zekalı olma ve acizlik bile!”
[849]
2403- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kureyş müşrikleri, Resulullah (s.a.v.)'le kader
hakkında tartışmaya gelmişlerdi. Bunun üzerine, “Yüz üstü cehenneme
sürüklenecekleri gün onlara: “Tadın cehennemin dokunuşunu!” denir. Biz her şeyi
bir kaderle yarattık ayeti indi.”
[850]
2404-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Ebu Hureyre'nin, Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurdu diyerek rivayet ettiği şu hadisten daha küçük günaha benzer
hiçbir şey görmedim: Peygamber (s.a.v.):
“Allah, Adem oğluna zinadan payını takdir etmiştir.
Hiç şüphesiz Adem oğlu, ezelde takdir olunan bu paya erişecektir. Dolayısıyla
gözlerin zinası, mahremi olmayan kadına şehvetle bakmaktır. Dili zinası, zevkle
konuşmaktır. Nefis temenni eder ve şehvetlenir. Cinsel organ ise bunu ya
gerçekleştirir yada arzularım yalanlar”
buyurdu.
[851]
Açıklama:
Allah'ın, Ademoglunun
zinadan payını yazmasından maksat; o payı levh-i mahfuz'da tespit etmesidir.
“Âdemoğlunun zinadan payı” sözüyle kasdedilen ise insanın işleyeceği harama
bakmak, harama dokunmak, dille zina yapmak gibi onu zinaya götüren sebeplerdir.
Ancak peygamberler günah işlemediklerinden onlar için zinadan bir nasip
yazılması söz konusu değildir.
Bazılarına göre bu
sözle kasdedilen, insanoğlunun yaratılışında var olan şehvet ve kadınlara meyi
gibi şehevî kuvvetlerdir. Ancak peygamberler günahlardan masum olduklarından,
onlar için zina söz konusu değildir.
Nefsin zinaya karşı
beslediği temenni ve şehevî arzuları, cinsel organın tasdik etmesinden maksat;
cinsel organın, nefsin bu isteğine uyarak zina etmesidir. Yalanlamasından maksat
ise, cinsel organın, nefsin bu isteğine uymayıp onu reddetmesi, bir başka
ifâdeyle zinadan kaçınması ya da buna muvaffak olamamasıdır. Dolayısıyla Allah
insanları zinaya zorlamamıştır. Fakat kimin ne yapacağını önceden bildiği için
herkesin zina ile ilgili olarak yapacağı fiilleri daha onlar dünyaya gelmeden
levhi mahfuz'unda tespit etmiştir.
2405- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Her doğan çocuk, fıtrat üzere doğar. Sonra o çocuğu;
anne-babası ya yahudileştirir, ya Hıristiyanlaştırır yada Mecusileştirir. Tıpkı
bir hayvanın, sapasağlam bir hayvan doğurması gibi. Sizç hiç böyle doğan bir
hayvanda kesik organ görebiliyor musnuz?” buyurdu.
Sonra Ebu Hureyre:
“İsterseniz,
“O halde sen, yüzünü Allah'ın o fıtratına çevir ki o,
insanları bunun üzerinde yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değişme olmaz”
[852] ayetini
okuyun” dedi.
[853]
Açıklama:
I. Lütfü Çakan bu
hadisle ilgili olarak şunları söylemektedir:
“Nesiller üzerinde
önceki kuşağın ya da yakın ve hakim çevrenin etkisini, ulaşabileceği en acı
boyutuyla gözler Önüne seren hadisimiz, geleceğin neslini yoğurma ve
dolayısıyla nesli koruma görevinin ciddiyetine dikkat çekmektedir. Bu arada
insan fıtratının temizliğini, sadeliğini ve İslâm'ın bu fıtrata hitab ettiğini
ve uyum gösterdiğini belirlemektedir.
Hatta hadisin buraya
almadığımız kısmında fıtratın temizliği, bütün organları tam olarak doğan
hayvan yavrularına teşbih edilmekte, insanların bu tam yaratılışlara müdahale ile
kulaklarını, kuyruklarını kestikleri örnek verilmekte, İslâm telkini dışındaki
telkinlerin bu dış müdahalelere benzediği, temiz ve mükemmel yaratılışı bozduğu
belirlenmektedir.
Bu arada hadisin
ortaya koyduğu bir Önemli gerçek de din duygusu ve hakikat aşkının insanın
fıtratında, mayasında mevcut olduğudur. Nitekim Allah Teâlâ Rum sûresi'nin 30.
âyetinde bu gerçeği şöylece bildirmektedir:
“Sen yüzünü dosdoğru dîne, tam bir ihlas ile çevir.
(Bu din) Allah'ın o fıtratıdır ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah'ın
yarattığı değiştirilmez. En doğru dîn budur. Fakat İnsanların çoğu bilmezler.”
Demektir ki
müslümanlık, insan fıtratının doğruluğuna şehâdet ettiği bir dindir. Peki ya
fıtrat nedir?
Fıtrat aslî yaratılış
(hilkat-i asliyye) demektir. Fıtrat, hakkı kabul ve idrak kabiliyetidir.
Mealini verdiğimiz âyet-i kerimede fıtrat, her ferde has olan özel fıtrat
değil, bütün insanlığın insan olarak yaratılışlarına esas olan ve hepsinde
müştereken bulunan fıtrat-ı külliye, fıtrat-ı ula ve fıtrat-ı asliyye
anlamındadır.
Fıtrattaki hakka
temayül yeteneği, kulakların işitilebilecekleri işitmeye, gözlerin görülebilecekleri
görmeye kabiliyetli olarak yaratılmış olması gibidir. Yani dış müdahalelerden,
şartlandırmalardan uzak fıtrat-ı selime sahibinin, yaratanını tanımaması
mümkün değildir.
Ne var ki böylesine
fıtrat-ı selime sahibi olan çocuğun gelişme ve kainatı algılama çağında, yakın
çevresi başına üşüşür ve onu kendi iç dünyaları doğrultusunda etkilemeye
çalışırlar. Bunda da genellikle başarılı olurlar. Yakın çevrenin temel
elemanlan ise, anne ve babadır. Hadisimiz, anne ve babanın tertemiz bir fıtrata
sahip olan yavrularına, elbise giydirir gibi dinî kişilik kazandırdıklarını
işaret etmekte ve tabiî dolayısıyla onlara sorumluluklarını hatırlatmaktadır.
Dînî şekillenmede tesirleri açık ve inkar edilemez olan ebeveynin geleceğin
neslini yoğurmada ve yetiştirmede en büyük pay sahibi olduğu da böylece
belirlenmiş olmaktadır.
Hadisimizde, insan
özüne uygun olan İslâm'a yönelebilecek çocukların Yahudi, Hrİstİ-yan veya
mecusî yapılmasından söz edilmesi, hiç şüphesiz o günkü müslümanlarm çevrelerinde
bu inanç gruplarının bulunmasından dolayıdır. Hadisimizin bazı rivayetlerinde
“Ya da müşrik yaparlar”
[854]
kaydına da rastlamaktayız. Bugün dinsizlik dahil, İslâm dışı bütün inanç
sistemlerini düşünebiliriz. Yine bugün ana okullarını, mürebbiyeleri, okulları
ve radyo-televizyon, teyp-video, internet gibi iletişim ve haberleşme
araçlarını da çocukları etkilemekte anne-babaya ilhak edebiliriz. Zira,
anne-baba fonksiyonunu ya doğrudan doğruya ya da tercih ettikleri etkilenme
ortamları vasıtasıyla gerçekleştirirler. Sonuçtan sorumlu olan daima anne-baba,
yani ailedir.
Kendilerini ve aile
fertlerini, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden korumak ve kollamakla
görevli bulunan günümüz müslümanları,
[855] nesillerini
kendi inançları üzerinde yaşama azm ve iradesine sahip kılmanın, onlara bu
bilgi ve iman donanımını temin etmenin büyük önem kazandığı bir zamanda
yaşamaktadırlar. Haberleşme ve iletişim vasıtaları çağımızda, tüm kesimleriyle
dünyalılann adeta annesi-babası haline gelmiştir. Bu güçlü tesir odaklarına
karşı yeterli tedbir alınmaz, onların olumsuz etkilerinden çocuklar uzak
tutulamazsa, hadisimizin ifadesiyle nesillerin yahudileşmesi, hristiyanlaşması
ya da mecusîleşmesi veya müşrikleşmesİ, dinsizleşmesi beklenmeyen değil,
önceden bilinen acı sonuç olacaktır.
İslâm'a karşı yabancı
bu yıkım ve şartlandırmayı, daha önce böyle bir beyin yıkama ameliyesine tabi
tutulmuş, gönülleri işgal edilmiş, böyle yapılmasının çağdaşlık, ilerilik ve
fazilet olduğuna inandırılmış bizden kişilerin yürüttüğü düşünülecek olursa,
mücadele ve mukavemetin ne derece zor ve fakat gerekli olduğu anlaşılacaktır.
Eğitim-öğretim yoluyla
kültür yapısı ve gönül dünyası bulandırılmış ya da tabii zemininden
uzaklaştırılmış nesillerin ne tür kabullere yöneleceklerini ve hangi
davranışları sergileyeceklerini kestirmek artık meçhul değildir.
Her ümmetin kendi
insanını yetiştirmesi hem en tabiî hakkı hem de nesil ve değerlerini
yaşatabilmek için en temel görevidir. Bu konuda İslâm ümmetine fıtrat en büyük
yardımcıdır. O halde bu büyük yardımcıya rağmen, müslümanlar, müslüman nesiller
yetiştiremezlerse beyan edecekleri herhangi bir mazeretleri kalmamış demektir.
Zira hadisimiz açıkça, İslâm'ın en büyük gücünün ve gelişme imkanının, insan
özüne uygun olmasından kaynaklandığını ifade etmektedir. Bunun için de “İslâm,
tabii ve fıtrî bir din” “Sıbğatullah Allah boyası” olarak tarif edilegelmiştir.
Hicret'ten sonra
Medine'de ilk doğan muhacir çocuğu Abdullah b. ez-Zübeyr'in o günki müslümanlar
arasında sebep olduğu büyük sevinç, şirk ve küfre bulaşmadan yetişecek ilk
müslüman neslin ufukta belirmiş olmasının sevinci olsa gerektir. Müslümanların,
müslüman nesiller yetiştiğini gördükçe sevinmesi pek tabiîdir.
Unutmayalım ki,
çocuklarımızı iyi birer müslüman olarak yetiştirmek, geleceğin neslini yoğurmak
demektir. müslüman olmadıktan sonra nesiller, nerde nasıl yetişirlerse
yetişsinler, ne farkeder? Hepsi yanlış, bütün emekler heder.[856]
2406- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e
müşriklerin çocuklarının ahiretteki durumu soruldu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allah, onların ne işleyeceklerini en iyi bilendir” buyurdu.
[857]
Açıklama:
İbn Hacer
el-Askalânî'nin açıklamasına göre; İslam alimleri müşrik çocuklarının
âhi-retteki durumları hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bu konudaki görüşleri şu
şekilde özetlemek mümkündür:
1- Bu
çocukların durumu, Allah'ın iradesine bağlıdır. İsterse onları cehenneme atar,
isterse cennetine koyar.
Bu, iki Hammad ile
İbnü'l-Mubarek ve İshak bu görüşüdür. Beyhaki'de, İmam-ı Şafii'nin bu
görüşte olduğunu söylemiştir. Delilleri ise konumuzu teşkil eden hadiste geçen:
“Allah onların ne işleyeceklerini en iyi bilendir” ifadedir. Ayrıca
Cebriyeciler de bu görüştedir.
2-
Babalannın durumuna tabidirler. Dolayısıyla müslümanların çocukları, cennetlik
ve kafirlerin çocukları da cehennemliktir. Haricilerden “Ezrakiyye” kolu bu
görüştedir. Delilleri ise;
“Rabbim yeryüzünde kâfirlerden tek bir kişi bırakma”
[858]
ayetidir.
Fakat bu ayetin sadece
Nuh aleyhisselamın kavmine ait olduğu, Hz. Nuh, kavminin kalanlarından
hiçbirinin kendisine iman etmeyeceğine dair vahy aldığı için çoluk çocuk aynmı
yapmadan, böyle kavminden kendine tabi olmayanların tümüne beddua ettiği
gerekçesiyle bu görüş tenkid edilmiştir.
“Onlar babalarındandır”
[859]
hadisi ise harbilerin çocukları hakkında olduğundan bu hadiste Ezrakiyye'nin
görüşünü destekleyen bir mana yoktur.
3- Onlar,
cennet ile cehennem arasında bir yerde kalırlar.
4- Cennet
ehline hizmet ederler. Gerçekten Ebu Davud et-Tayalisî bu mealde bir hadis
rivayet etmişse de bu hadis zayıftır.
5- Toprak
olup giderler. Sumame İbn Eşres bu görüştedir.
6-
Cehennemdedirler. Kadı İyaz bu görüşün, İmam-ı Ahmed'e ait olduğunu söylemişse
de, İbn-i Teymiye, Kadı İyaz'ı tenkid ederek bu görüşün İmam-ı Ahmed'e ait
olmayıp onun bazı arkadaşlarına ait olduğunu söylemiştir.
7- Onlar önlerinde
yakılan bir ateşe atlamakla imtihan edilirler. Ateşe atlayanları ateş yakmaz.
Cennete giderler. Atlamayanlar da cehennemlik olurlar.
8-
Cennetliktirler. Delilleri ise İsra suresinin 15. âyetidir. İmam-ı Ebu Hanife
de müşriklerin çocukları hakkında bir şey diyemeyip tevakkuf etmiştir.
İbn Hacer'in
açıklamasına göre , en sıhhatli görüş onların da cennetlik olduğunu kabul eden
görüştür.
[860]
2407- Übeyy
b. Ka'b (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Hızır'ın öldürdüğü çocuk, kafir olarak
tabiatlandırılmıştı. Yaşasaydı, annesine-babasına azgınlık ve küfürle
zulmedecekti.”
[861]
Açıklama:
Bu konuda gelen
hadisler, Hızır'ın öldürdüğü çocuğun kaderinin İlm-i ezelide belirlenip Levh-i
Mahfuz'a kaydedildiğini bu kadere göre çocuğun yaşadığı takdirde, kafir olup
anne ve babasını da küfre zorlayıp oniarın da kanma gireceğini, Allah'ın bu
durumu bir sır olarak Hızır'a bildirdiği için Hızır'ın bu çocuğu öldürdüğünü
ifade etmektedirler.
Dolayısıyla her
insanın, hayatı boyunca yapacağı bütün işler, Allah tarafından ezelde bilinip
tespit edilmiştir. Bu tesbite “Kader” denir.
Ancak burada, akla
şöyle bir itiraz gelebilir. Henüz günahı sabit olmamış bir çocuk gayb ilmine
mazhar bir kimse tarafından katledilmesini mubah kılan bir günahı işleyeceği
bilindiği için öldürülebilir mi?
Büyük müfessir Fahrüddin
Razi'ye göre; eğer böyle bir bilgi veya zann-ı galib Allah'ın vahyi ile te'yid
edilmişse öldürülebilir.
[862]
Nitekim,
“İstedik ki rablcri onun yerine kendilerine daha
temiz, daha merhametli birini versin”
[863] âyeti kerimesi Allah'ın, o çocuğun kötü akıbetini
Hızır'a bildirdiğine ve bu çocuğu öldürdüğü takdirde yerine lı bir evlat
vereceğini vahyettiğine delalet etmektedir.
2408-
Müminlerin annesi Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Küçük bir çocuk
ölmüştü. O küçük çocukla ilgili olarak:
“Ne mutlu ona! Cennet serçelerinden bir serçe!” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bilmez misin ki, Allah cennet ile cehennemi
yaratmıştır. Bundan dolayı da şunun için bir ehil ve bunun için de bir ehil
yaratmıştır” buyurdu.
[864]
Açıklama:
Ensâr'dan bulûğ çağına
ermemiş olan bu çocuğun Cennetlik olduğunu söyleyen Hz. Aişe, burada, Peygamber
(s.a.v.) tarafından ikaz ediliyor ve durup susmasının daha iyi olduğu işaret
ediliyor. Daha sonra da Cennetlik ve Cehennemlik olmak durumunun insanların
yaratılmasından önce takdir edilmiş olduğu bildiriliyor.
Sözü muteber olan
İslâm âlimleri, müslümanların, küçük yaşta iken ölen çocuklarının Cennetlik
olduğuna icmâ' etmişlerdir. Çünkü bu tür çocuklar, henüz mükellef değillerdir.
Resulullah (s.a.v.)'in, Hz. Âişe'yi ikaz etmesine gelince, âlimler bunu şöyle
yorumlamışlardır: Keskin bir delili yok iken çarçabuk hüküm verip yeterli
konuşmaktan Hz. Âişe'yi sakındırmak için Resulullah (s.a.v.)'in böyle söylemiş
olması umulur.
Yada Resulullah (s.a.v.),
müslüman çocuklannın cennetlik olduğunu bilmeden önce Hz. Âişe'ye bu sözü
söylemiştir. Bunların cennetlik olduğunu bilince bu durumu “Müslümanlardan
birinin üç çocuğu ölürse, yemini yerine getirecek kadarı hariç, o kimseye
cehennem ateşi dokunmaz”
[865]
2409-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Ümmü Habîbe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
hanımı Ümmü Habîbe:
“Allah’ım! Bana, kocam Resulullah (s.a.v.), babam Ebû
Süfyân ve kardeşim Muâviye ile fayda ver!” diye dua etti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Sen, Allah'tan; mühür vurulup kesinleştirilmiş
eceller, sayılmış günler ve taksim edilmiş rızıklar için bir istekte bulundun.
Allah, hiç bir şeyi vakti gelmeden yaratacak yada bir şeyi vaktinden sonraya
bırakacak değildir. Eğer Allah'tan seni cehennemdeki bir azabtan veya kabirdeki
azabtan korumasını isteseydin daha hayırlı ve daha faziletli olurdu”
buyurdu.
Hadisin ravisi
Abdullah:
“Resulullah (s.a.v.)'in
yanında “Maymunlar”dan da bahsedildi” dedi.
Hadisin diğer ravisi
Mis'ar'da:
“'Zannederim ki o,
çirkin surete dönüştürülen domuzları da söylemiştir” dedi.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu Allah, sureti değiştirilenler için bir nesil
ve çoluk-çocuk yaratmamıştır. Maymunlar ve domuzlar, suret değiştirme
olayından önce de vardı” buyurdu.
[866]
2410- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Kuvvetli mümin, Allah'a, zayıf müminden daha hayırlı
ve daha makbuldür. Ama her birinde hayır vardır. Sana fayda sağlayan şeye çaba
göster.
Allah'tan yardım dile ve aciz olma! Başına bir şey
gelirse “Şöyle yapsam, şöyle olurdu” deme! Fakat bu, Allah'ın kaderidir. O, ne
dilerse onu yapar' de! Çünkü “Eğer” lev kelimesi, şeytanın amelini açar.”
[867]
Açıklama:
“Kuvvetli müminden” maksat, âhiretle ilgili işler hakkında tam bir şuur, sarsılmaz bir
azîm ve kesin bir karar gücüne sâhib olan uyanık mümindir. Bu niteliklere sahip
kimse, cesaretle cihâda koşar, hiç kimseden çekinmeden iyilikleri emretmek ve
kötülükleri yasaklamak görevini tam bir ciddiyetle yerine getirir; bu uğurda
karşılaştığı eziyetlere sabırla katlanır; namaz, oruç, Allah'ı anma gibi
ibadetlere sanlır; zevkle hayırlı işlerin çeşitlerini işlemek ister.[868]
“Her birinde
vardır” sözünden maksat ise
kuvvetli olan mü'min ile zayıf olan mü'min imanda ortak oldukları için ikisinde
de vardır. Ayrıca zayıf olan mümin az
önce belirtilen kuvvetli müminin gücüne sahip olmamakla beraber işlediği
ibadetler bakımından da onda olduğu
malûmdur.
“Sana fayda sağlayan şeye çaba göster. Allah'tan
yardım dile ve aciz olma”
buyruğunun
mânası ise ibadete, Allah'a itaat etmeye, yasaklarından sakınmaya ve O'nun
katındaki sonsuz mükâfatı kazanmaya ihtiraslı ol. Bunları kaçırmamak için
dikkatli ve gayretli ol. Bu sahada başarılı olmak için Allah'ın yardımım dile.
Gerek kulluk görevini ifa edip ilâhî mükâfatı elde etmeye düşkünlük hususunda
ve gerekse Allah'ın yardımını istemek konusunda gevşeklik etme, geri durma
demektir.
Kadı lyaz, “Başına bir
şey gelirse 'şöyle yapsam, şöyle olurdu” deme” sözü ile ilgili olarak şöyle
der:
“Bâzı âlimlere göre
böyle konuşmanın yasaklığı umumî değildir. Başından, hoşlanılmayan bir olay
geçmiş olan kişi 'Ben şöyle yapsaydım, böyle davransaydım bu olay başımdan
geçmezdi' derken kaderi engelleyebildiğine inandığı veya kaderin aslına
inanmadığı için söyler ise böyle söylemesi ve düşünmesi burada yasaklanıyor.
Kaderin mecrasını ve seyrini değiştirmek mümkün olmadığı için böyle hatalı
sözlerin söylenmemesimn gerekliliği ifade edilmiş oluyor. Fakat kişi bu sözü
söylerken; kadere karşı gelinebildiğin! asla düşünmeyip sadece maksadı:
"Eğer böyle yapsaydım belki İlâhi takdir başka türlü tecelli ederdi"
demek ise ve işi tamamen Allah'ın irade ve takdirine döndürüyorsa bu tip
konuşma hadisin yasağına girmemektedir.”
Kadı lyaz hadisteki
yasağı böyle yorumlayanların delilini de belirttikten sonra bu görüşe
katılmadığını ve gösterilen delilin pek isabetli olmadığını nedenleri ile
belirtip kendi görüşünü şöyle anlatır:
“Bence hadisteki “Böyle
yapsaydım, şöyle etseydim başıma şu iş gelmezdi deme!” yasağı, haram anlamında
değil tenzihen mekruh mânasını taşıyor. Yani böyle söylemek uygun değildir.
Resulullah (s.a.v.)’in “Çünkü “Eğer” lev kelimesi, şeytanın amelini açar”.
Açıklama:
Kadere karşı koyma
vesvesesini insanın kalbine atar) tabiri bu yoruma daha uygundur. Zira bu
tâbirden şu netice çıkıyor: Böyle sözler söylemek, sahibini şeytan işine ve
günaha sürükler. Demek oluyor ki bu sözün kendisi günah değildir. Onun için,
-tenzihen mekruhtur- demek daha uygundur.
[869]
Nevevi'de konuyla
ilgili olarak şöyle der: Zahir olan şudur ki; hadisteki yasaklama umumidir ve
tenzihen kerâhat içindir. Geçmiş olup telâfisi imkânsız olan olaylarla İlgili
olarak boş ve faydasız yere böyle sözlerin söylenmesinin uygun olmadığı
bildirilmiş oluyor. Ama kaçırdığı ibâdet veya yapamadığı hayırat için duyduğu
üzüntü dolayısı ile kişinin bu tip sözler söylemesinde bir mahzur yoktur,
Hadislerde geçen bu gibi sözler genellikle bu şekilde yorumlanır.
[870]
İnsanın duyu
vasıtaları ile elde ettiği veya Yüce Allah'ın vahiy yolu ile doğrudan doğruya
gönderdiği, içinde zan ihtimali bulunmayan yakını bilgi.
Islamî terminolojide
ilim terimi; “Bilgi” kelimesini karşılamak için kullanıldığı gibi, herhangi
bir bilgi şubesini ifade için de kullanılır. Örneğin; kelâm ilmi, tefsir ilmi
gibi. Yine ilim ve bilgi terimlerinin bazen marifet kelimesiyle karşılan ildiği
da bilinir.
2411- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
““Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun Kur'an'ın bazı âyetleri
muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde
eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih
âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde
yüksek payeye erişenler ise:
“Ona inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır' derler. Bu
inceliği ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar”
[871] ayetini
okudu.
Âişe der ki:
Resulullah (s.a.v.):
“Kur'an'ın müteşabih ayetlerine tabi olanları
gördüğünüz zaman -ki Allah onları Kur'an'da zikredip kötülemiştir- onlardan
sakının” buyurdu.”
Manası kolaylıkla
anlaşılan, harici bir açıklamaya ihtiyaç duyulmayan ve tek manası olan
ayetlerdir.
Müteşabih: Bir çok
manaya ihtimali olup bu manalardan birini tayin edebilmek için harici bir
delile ihtiyacı olan ayetlerdir.
Ragıp el-Isfahanî (ö.
502/1108), müteşabih ayetlerin manasını bilme yönünden üç kısımda
İncelenebileceğini ifade eder;
1- Bilinmesi
mümkün olmayan müteşabihlerdir ki, bunu ancak Allah bilir. Kıyametin kopma
vakti gibi.
2-
İnsanoğlu
lere tevessül ederek onun manasını bilebilir. Meselâ, garib kelimeler, muğlak
hükümler.
3-
Bu iki
madde arasında olanlardır ki, bu da, ilimde rüsûh sahibi olan bazı kimselere
tahsis edilmiş, diğerlerinden ise gizlenmiştir. Meselâ, Hz. Peygamber, Abdullah
İbn Abbas için “Allah’ın! Onu dinde fakih/kavrayışlı kıl ve ona “Te'vili' öğret”
şeklindeki duası gibi.
Genel olarak usûl
alimleri, müteşâbihâtı iki kısma ayırmışlardır:
1-
Muhkemle
mukayese edildiğinde manası bilinebilen,
2-
Hakikatini
bilmeye imkân bulunmayan âyetlerdir.
Mücâhid bunları şöyle
tarif ediyor:
“Muhkem âyetler, helal
ve harama dâir olanlardır. Müteşabihler ise, bazısı bazısını tasdik ve tefsir
eden âyetlerdir.
İbn Ebi Hâtim'de, Ali
b. Ebİ Talha yoluyla Abdullah İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir: “Muhkemler;
nâsih, helâl-haram, hudûd, ferâiz, İmân edilip amel edilen hususlardır.
Müteşabihler ise, mensûh, mukaddem, muahhar, emsal, yeminler ve iman edilip
amel edilmeyen hususlardır.”
Müteşâbihin kaynağında
Şâri'nin maksadının gizliliği sözkonusu olduğuna göre, bu gizlilik bazen
lafızda, bazen manada, bazen de her ikisinde birden olur.
Müteşabih olan lafız,
ya tekil veya mürekkeb olabilir. Müfreddeki gizlilik ise kelimenin garip
olmasından veya müşterek olmasından ileri gelebilir. Mürekkebdeki gizlilik ise
mürekkebin muhtasar olmasından, itnâb veya tertib cihetlerinden olabilir.
Şimdi bunlara birer örnek verelim: Garipliği ve az kullanılması sebebiyle tekil
lafızdaki müteşabih; Abese sûresinin 31. âyetinde geçen “Ebben” lafzıdır. Bu
âyeti takip eden ayet yardımıyla “Ebben” kelimesinin; hayvanların otladığı
mer'a manasına kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Müşterek olması
sebebiyle müteşabihe ömek; Saffât sûresinin 93. âyetinde geçen “Yemin”
kelimesi; sağ el, kuvvet ve kasem manaları arasında müşterektir. Bu üç manadan
hangisi verilirse verilsin manası caiz olur.
Mürekkebdeki
müteşabihe bir örnek vermekle iktifa edelim: Kehf sûresinin
1- Ayetindeki
gizlilik, “İvecen” kelimesi ile “Kayyımen” kelimelerindeki tertibdedir.
Bu kısmın açık
örneklerini; Allah'ın sıfatları, kıyametin ahvâli, cennet nimetleri, cehennem
azabı gibi hususlar teşkil eder. Çünkü insan aklı, yaratanın sıfatlannın
hakikatini ve diğer hususların durumunu ihata edemez. O halde kendisini
hissetmediğimiz, bizde cinsi ve benzeri olmayan şeylere nüfuz etmeye nasıl yol
bulunabilir.
Müteşabih olan
sıfatlar hakkında alimler, iki mezhebe ayrılmıştır.
Allah’ın müteşabih
sıfatlan gibi görünürse de, bu sıfatların Allah'a isnadı muhal olduğundan,
bunların medlullerinin tayinini selef uleması Allah'a tefviz ve havale
etmişlerdir. Onlara sadece inanmak gerekir. Bu hususta enteresan örnekler
pekçoktur. Bunlardan bir tanesini vermekle yetineceğiz. İmâm Mâük b. Enes'e “İstiva”
hakkında sorulduğunda, o:
“İstiva malumdur,
keyfiyeti meçhuldür, ondan soru sormak bİd'atür. Senin kötü bir insan olduğunu
zannederim, onu benden uzaklaştırın” demiştir.
Bunlar, zahiri muhal
oian lafzı, Allah'ın zâtına lâyık olan bir manaya hamlederler. Bu mezheb,
İmamu'l-Haremeyn, Abdu'l-Melîk b. Ebi Abdillah b. Yusuf b. Muhammed el-Cuveynî
eş-Şâfî'İ, Ebu'l-Maâlî (ö. 478 /1085)'ye ve onun takipçilerine nisbet edilir.
Hapsedilemeyecek bir
fıtratta yaratılan insan zekası, müteşabihat üzerinde de işlemeye başlamıştır.
Hele İslâmiyeti İfsat etmek isteyenlerin, bu gibi âyetlere gelişi güzel mana
verişlerini frenlemek ve aynı zamanda kötü neticelerinden müslümanları korumak
için, müteşabih âyetleri İslâm'ın ruhuna uygun bir şekilde tevil etmek
mecburiyeti hasıl olmuştu. Allah'ın müteşabih
sıfatlarına ait olan ayetleri bu iki mezhebin ne
şekilde anladıklarını görlim:
Çoğunlukla bu
sıfatlar, zikredeceğimiz şu âyetlerde toplanmaktadır:
“Rahman arşa istiva etti”
[872]
“Kullarının fevkinde tek hüküm ve tasarruf sahibi
O'dur”
[873]
“Rabbin gelip melekler saf saf olunca”
[874]
“Rabbinin vechi baki kalacak”
[875]
“Rabbinin ccnbinde kusurlarımdan dolayı vah bana!”
[876]
“Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir.”
[877]
Selef mezhebi, Allahı,
yukandaki sıfatların zahirlerinden tenzih ederler ve Allah'ın zikrettiği
şekilde onlara iman ederler ve onların hakikatini Allaha havale ederlerdi.
Halef mezhebi ise bu
sıfatlara çeşitli manalar vermişlerdi. İstivaya; istikrar, istevia, suûd,
i'tidâl; Allah'ın gelişini, Allahm emrinin gelişi; Allah'ın fevkiyyetinin
yücelik yönünden olduğu, cihet yönünden olmadığı; Cenbden maksat hakdır, Vechi
zâtıdır, inayetidir; yed kudretidir; nefs ukubetidir gibi manalar vermişlerdir.
Müteşabih âyetlerin tevil edilmesi caiz görülmezse de, Kur'ân'i Kerim'de işaret
buyuruiduğu veçhile, caiz görülmeyen tevil, gönülleri sapkın, niyetleri kötü
olanların fitne ve fesat çıkartmak maksadıyla istedikleri tevillerdir. Yoksa
iyi niyetle, akla muhakemeye ve din esasına uygun olarak yapılan teviller
makbuî ve lâzımdır. Çünkü ilk devirlerdeki sağlam imân kaybolmuş, meydana gelen
tereddütleri ma'kûl şekilde ortadan kaldırmak icap etmiştir.
Bunun için pek çok
örnekler vardır. Meselâ Bakara sûresinin 189. âyeti olan;
“İyilik ve taât evlere arkalarından gelmeniz değildir.” Eğer bir kimse arapların câhilliyetteki âdetlerini
bilmezse Kur'ân'in bu nassini anlamaya muvaffak olamaz. Bu gibi âyetlerin
anlaşılması, hem lafızlara ve hem de manalara ait tarihi, içtimâi, ahlâki v.s.
gibi bir çok şeylerin bilinmesine bağlıdır. Cahiliyet devrinde araplar ihrama
girdiklerinde evlerine kapılarından girmezler, duvardan bir delik açıp oradan
girip çıkarlardı. Cenab-ı Hâk bunun için bu âyeti inzal etti.Bu âyetin, hem
lafzında ihtisardan dolayı teşebbüh, hem de manasında bir teşebbüh vardır.
Kur'an'da müteşabih
ayetlerin bulunması, insanlık için bazı faydalar sağlamaktadır. Genellikle bu
ayetler sayesinde İslamiyette insan fikri dondurulmamış, geniş bir fikir
hürriyetine müsaade verilmiş oluyordu ve bu ayetler dinin temellerini
kuvvetlendirmekte esaslı rol oynuyordu. Çünkü bu âyetler bir kaç manaya
gelebilirdi. Bu bakımdan zihinleri tamamen boş ve muhtelif fikirlerle
karışmamış olan cahili araplara akıllarının alamayacağı bir söz söylemek,
onların yeni dine inanmalarında bir tereddüt hasıl edebilirdi, işte bu âyetler
sayesinde, böyle bir durum ortadan kalkmış, müslümanları daha çok öğrenmeye ve
başka bilgilere de sahip olmaya sevketmiştir.
Yine bu âyetler
sayesinde dinin tebliğine ve tesisine mâni olmak için sorulan suallere
susturucu cevaplar verilmiş ve ilk günden itibaren meydana gelecek fesadİarın
önüne set çekilmiştir. Kur'ân'ı Kerim'de muhkemle beraber müteşâbihin
bulunması, insanoğlu için bir denemedir. Acaba insanlık dosdoğru olan Peygamber’in
haberine itimad ederek gayba inanacak mı?. Kur'an bunu güzel bir şekilde ifade
eder: Hidayete erenler, bunlara inandık derler, kalplerinde eğrilik bulunanlar,
o, Rablerinden bir hak olduğu halde onu inkar ederler ve fitne aramak için onun
müteşabih olanına tâbi olurlar.
Müteşabihalin diğer
bir faydası, insan oğlu ne kadar istidat ve ilim sahibi olursa olsun, onun,
âciz ve mahlûk olduğunu gösteren bir delilidir. Bu âyetler, Allah'ın ilmiyle
herşeyi ihata ettiğini, mahlukatın O'nun ilminden, ancak onun dileyeceği
kadarını alabileceğini ifade eder. insan, yaratıcısının karşısında kul olduğunu
idrak eder.
Müteşâbihler sayesinde
Kur'an'm ezberlenmesi ve onun muhafazası temin edilmiş olur. Eğer bu müteşabih
manalar, diğer lafızlarla ifade edilseydi. Kur'an'ın kalın ciltler halinde olması
lâzım gelirdi. Bu bakımdan ezberlenmesi ve muhafazası da güç olurdu. Kur'an,
muhkem ve müteşabih âyetlerden teşekkül ettiğine göre, bir kısmını diğerine
tercih ve te'vil etmekte, lügat, sarf, nahiv, maâni, beyân, usûlü fıkh gibi bir
çok ilimlerin öğrenilmesine ihtiyaç duyulur. Kur'an'ın hepsi muhkem olsaydı,
aklî delillere ihtiyaç duyulmaz ve insan aklı dondurulmuş olurdu. Halbuki
ondaki müteşâbih âyetler sebebiyle akli delillerden yardım isteyerek akıl
çalıştırılmış olur. Aynı zaman da taklitten kurtulup akıllı mahluk olması
hasebiyle kıymet kazanan İnsanın şerefini yüceltir.
[878]
2412-
Abdullah İbn Amr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir gün erkenden
Resuluüah (s.a.v.)'in yanına gittim. O sırada Resulullah (s.a.v.), bir ayet
hakkında ihtilafa düşen iki kişinin seslerini işitti. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.) bizim yanımıza çıkıp geldi. Yüzünde kızgınlık olduğu anlaşılıyordu.
Bize:
“Sizden öncekiler ancak kitap hakkında ihtilafa
düşmeleri sebebiyle helak olmuşlardır”
buyurdu.
[879]
2413- Cündeb
b. Abdullah el-Becelî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Kur'an'ı kalpleriniz onun üzerinde birleştiği
müddetçe okuyun! Onun hakkında ihtilafa düştüğünüz zaman hemen kaklı(p dağılı).”
[880]
Açıklama:
Bu rivayetlerde,
öncekilerin helakinden maksat; dinde küfredip bid'at çıkarmalarıdır. Resulullah
(s.a.v.), Kur'ân okurken ihtilâfa düşerek aynı akıbete duçar olmamaları için
ashabını ve ümmetini bundan sakmdırmaktadır.
Kur'ân hakkındaki
ihtilâftan maksat; ihtilâf caiz olmayacak hususlarda lüzumsuz yere İhtilâf
etmek yahut şüpheye ve fitneye, kavgaya sebep olacak şekilde ihtilâf etmektir.
Âyetlerden delil
çıkarma hususundaki ihtilâflar ve tartışmalar, bu hükme dahil değildir. Bunlar
hakikati meydana çıkarmak ve ümmete fayda sağlamak niyetiyle yapıldığı için
yasak değil, bilâkis sâri' tarafından emrolunmuştur. Ki fazileti meydandadır.
Bu hususta sahabe devrinden bugüne kadar bütün müslümanlar müttefiktir.
[881]
2414- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah'ın en sevmediği kimseler, şiddetli düşmanlık
yapanlardır.”
[882]
Açıklama:
Burada sözkonusu
şiddetli düşmanlıktan maksat; haksız yere bir batılı ispat veya hakkı yok etmek
hususundaki davadır.
2415- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Sizden öncekilerin yolarına karış karış ve arşın
arşın mutlaka tabi olacaksınız. O derece ki, onlar eğer bir keler küçücük
deliğine girecek olsalar, siz de onların arkasından gideceksiniz” buyurdu. Biz:
“Ey Allah'ın resulü!
Onlar, Yahudiler ile Hıristiyanlar mı?” diye sorduk. Resulullah (s.a.v.):
“Onlardan başka kimler olacak!” buyurdu.
[883]
Açıklama:
Hadisin devamında isim
vererek yöneltilen bir soru üzerine Hz Peygamber o toplumların Farslar ve
Rumlar olduğunu ifade buyurmuştur. Ebû Said eî-Hudrî rivayetinde de karış karış
peşinden gidilecek ümmetlerin Yahudi ve Hristiyanlar mı olduğu sorulmuş
Efendimiz de “Onlardan başka ya kim
olacak?” buyurmuştur.
[884]
Toplum olarak Fars ve
Rumlar, ümmet olarak Yahudi ve Hristiyanlar açıkça zikredilmek suretiyle İslâm
dışı kültür odaklarının hemen hepsinin müslümanlara olumsuz etkisi olacağı
açıklanmış, onlann ve onlara benzer diğer yabancı milletlerin gidişatını taklid
etmekten müslümanlar sakındmlmıslardır. Öteki milletleri taklidin onların
girebilecekleri bir keler deliğine girme teşebbüsüne kadar varacağı yine Ebû
Said rivayetinde yer almaktadır. Hatta hadisin Ibn Abbas'tan gelen bir başka
rivayetinde
[885] “Sokakta annesiyle zina
etmek” gibi çok çirkin bir ahiakî zaaf noktasına ulaşacağına bile dikkat çekilmektedir.
Bu misal, kör taklidin toplumu götüreceği iflas noktasını çok çarpıcı bir
şekilde göstermektedir.
müslümanlann adım adım
karış karış eski milletlerin gidişatına ayak uyduracağını hiç bir tereddüde yer
bırakmayacak açıklıkta bildiren hadis-i şerîf, bir yandan zaman içinde
müslümanlarda görülecek kimlik aşınmasını belirlerken, bir yandan da bu
erozyonun kimlerin etkisiyle ve nasıl gerçekleşeceğine işaret etmektedir Ama
aynı zamanda hadisimiz içerdiği ciddî uyarı dolayısıyla müslümanın gündemini de
tesbit etmektedir: islâm farkım korumak. Yada “İslâm'da sebat etmek”.
İsterseniz siz buna İslâm dışı hiç bir çizgiyi benimsememek, sekülerleşmemek,
gayr-i müslimlere hiç bir şekilde pirim vermemek de diyebilirsiniz. Hatta
laikteşmemek de deseniz olur.
Bu anlamda bir sebat,
hayatı ve şartları görmezden gelmek değil, her hal ve şartta kendi özellik ve
güzelliklerini sürdürebilme cehdi içinde olmak demektir. Bu yönüyle de
vazgeçilmez bir kimlik ve kişilik mücadelesidir. Merhum Kamil Miras'ın
ifadesiyle söyleyecek olursak, “Her dinin ve her içtimaî teşekkülün kendisine
has bir medeniyeti ve diğerlerinden ayıran evsaf-ı farikası vardır ki,
milletlerarası varlığını ancak ve muhakkak o hususî vasıflarıyla muhafaza eder.
İslâm dininin, İslâm ümmetinin de hiç bir dini ve hiç bir milleti taklide
ihtiyacı olmayan üstün bir medeniyeti vardır. Bu bedihî hakikate mebni Resûl-i
Ekrem bu yüce varhğımmm muhafaza etmemizi emredip mukallidlik derekesine
düşmekten men'etmiştir. “
[886]
Anlaşılmaktadır ki
İslâm'da sebat etmek, müslümanlar için zorlu ve fakat soylu bir tavırdır. “Zaman sana uymazsa, sen zamana uy”
sözü, tam bir kişiliksizliği ve büyük bir iflası ifade etmektedir. Hayata uymak
değil, hayatını hakka uydurmak gibi kutlu bir amacı bulunan müslümanlarm bu tür
aldatmacalara karşı uyanık olmak ve kararlı davranmak zorunda oldukları
açıktır.
[887]
2416-
Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “"Resulullah (s.a.v.):
“Taşkınlar helak olmuştur” buyurdu. Resulullah (s.a.v.) bu sözü üç defa tekrarladı.”
[888]
Açıklama:
Bu hadiste kastedilen
husus; sözlerinde, fiiilerinde haddi aşan, taşkınlık yapan kimselerdir. Ne
söylediğini bilmeyen, ölçüsüz konuşan ve aşırı fiillerde bulunun bu gibi
kimseler, insanlar tarafından sevilmedikleri ve çok defa yaptıklarının cezası
olarak bir şekilde ödedikleri gibi, ahiretlerinin harap olacağına işaret
olmasıdır.
2417- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Size, Resulullah (s.a.v.)'den
işittiğim bir hadisi rivayet edeyim mi? Bu hadisi, Resulullah (s.a.v.)'den
işitmiş olarak benden sonra size hiç kimse rivayet etmez:
“Kıyamet alametlerinden bazıları; ilmin kaldırılması,
cehaletin ortaya çıkması, zinanın yaygınlık kazanması, içki içilmesi,
erkeklerin gidip geriye kadınların kalmasıdır. Hatta elli kadının bir tek
bakanı olacaktır.”
[889]
2418- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Kıyametin kopma zamanı yaklaşacak, ilim alınacak,
fitneler ortaya çıkacak, (kalplere)
aşırı cimrilik yerleşecek ve here çoğalacaktır” buyurdu. Sahabiler:
“Here nedir?” diye
sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Öldürme olayları” diye cevap verdi.”
[890]
2419-
Abdullah İbn Amr İbnu'1-As (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'i:
“Doğrusu Allah, ilmi insanlardan çekip çıkarmaz. Fakat
ilmi, alimleri almakla kaldırır. Nihayet hiçbir alim bırakmadığı zaman insanlar
bir takım cahilleri başkanlar edinirler. Onlara soru sorulur. Onlar da ilimsiz
oldukları halde fetva verirler. Bu suretle hem saparlar ve hem de saptırırlar” buyururken işittim.”
[891]
2420- Cerîr
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bedevilerden bazı
insanlar, Resulullah (s.a.v.)'e gelmişlerdi. Üzerlerinde yün elbiseler vardı. Resulullah
(s.a.v.) onların bu kötü hallerini gördü. Onlara şiddetli bir ihtiyaç/fakirlik
isabet etmişti. Bunun üzerine insanları, onlara sadaka vermeye teşvik etti. Fakat
İnsanlar sadaka verme hususunda gevşek davranmışlardı. Hattâ Resulullah (s.a.v.)'in
yüzünde bundan dolayı bir üzüntü alameti görülmüştü. Sonra Ensar'dan bir kimse,
bir kese gümüş getirdi. Sonra bir başkası geldi. Sonra sahabiler, birbirinin
peşinden geldiler. Nihayet Resulullah (s.a.v.)'in yüzünde sevinç alameti
belirmişti. Resulullah (s.a.v.):
“Bir kimse İslâm'da güzel bîr çığır açar da,
kendisinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye açtığı bu çığırla amel
edenlerin ecri kadar ona sevab yazılır. Amel edenlerin ecirlerinde de bir şey
eksilmez. Her kim İslâm'da kötü bir çığır açar da kendinden sonra onunla amel
olunursa, o kimsenin aleyhine bu çığırla amel edenlerin günahı kadar günah
yazılır. Amel edenlerin günahlarından da bir şey eksilmez” buyurdu.”
[892]
2421- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim insanları hidayete çağırırsa, bu çağrıya uyup
onun ardından gidenlerin sevabı kadar bir sevab o kimsenin lehine olacaktır.
Kendisine verilen bu sevab, tabi olanların sevabından bir şey eksiltmez. Her
kim de insanları bir sapıklığa çağırırsa, bu çağrıya tabi olanların günahı
kadar bir günah kendi aleyhine olacaktır. Kendisine verilen bu günah, tabi
olanların günahlarından hiçbir şey eksiltmez.”
[893]
Açıklama:
Bu hadis, hayırlı
İşler yapmanın teşvik edildiğini, kötü çığır açmanın da haram olduğunu ifade
eden açık bir deliİdir. Hayrlı bir çığır açıp diğer insanların o çığırdan
gitmesine sebep olan kimse, kıyamet gününe kadar o yoldan gidenlerin sevabına nail
olacağı gibi, kötü çığır açan da kıyamet gününe kadar o yoldan gidenlerin
kazandığı günahlar kadar günah kazanmakta devam edecektir.
Davet edildikleri hayırı
işleyenlerin sevabının, onu işjeyenler kadar, aynen davet eden kişiye de
yazılması, onu işleyelerin bu dan kazandıkları sevabı eksiltmediği gibi; şerri
işleyenlerin günahının, aynen ona davet eden kişiye de yazılması, o şerri
işleyenlerin bu serden kazandıklan günahı eksiltmez. Ancak bu konuyu:
“Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi
günah yükünü taşıyan hiçbir kimse bir başkasının günah yükünü taşımaz”
[894]
ayet-i kerimesi ile karıştırmamak lazım. Çünkü, burada, bir kimsenin, diğer
bir kimsenin günahını çekeceği ifade edilmiyor. Sadece bir kimsenin, işleyeceği
günahtan kazandığı vebal kadar, vebal yükleneceği ifade edilmektedir ki ayet-i
kerimede kasdedilen mesele ile bu mesele birbirlerinden tamamen farklıdırlar.
[895]
Anma, anımsama,
ezberleme, hatırlama. Söylenmesi tavsiye edilen hamd, sena ve dua için
kullanılan sözler. Bazı alimler zikri, insana sevap kazandıran her türlü
hareket olarak tarif etmişlerdir.
Zikir, üç çeşittir.
1- Dil ile
zikir, Yüce Allah'ı güzel isimleri ile anmak, O'na hamdetmek, teşbihte bulunmak,
Kur'ân'ı okumak ve dua etmektir. Bu çeşit zikri dile getiren birçok âyet
vardır.
2-
Kalb ile
zikir de, Yüce Allah'ı gönülden anmaktır. Bu bir nevi tefekkürdür.
3- Beden ile
zikir ise, vücudun bütün organlarının Allah'ın emirlerini yerine getirmeleri ve
yasaklarından sakınmaları ile olur. Bu da kişinin kendi vücudunun organlarını
Allah'ın yolunda bulundurması ile mümkündür
Sözlükte; çağırmak,
davet etmek, rağbet etmek, yardım istemek gibi anlamlara gelir. Çoğulu, “Deavâf”tir.
Dua; bir ibadet,
kulluğun özü, Rabbe dönüş ve yönelişin adıdır. Kulluktan bahsedilen bir yerde,
duadan bahsetmemek mümkün değildir.
Dua, kulun
düşüncesinin Rabbe takdim edilmesi şeklidir. Kul, erişemeyeceği ve gücüyle elde
edemeyeceği her şeyini, mutlak iktidar sahibi olan Allah'tan ister.
Günümüzde sadece beş
vakit namazın veya belli bir kısım ibadetin sonuna sıkıştırılarak küçültülen
dua, gerçekte, hayatın ve hayat ötesinin en büyük lazımıdır.
Dua; rıza-i ilahinin
şifresi, cennet yurdunun da anahtarı, kalplerin şifası, ruhların gıdası, kulun
Rabbine karşı şükran ve vefasıdır.
Kısaca dua; insan ile
Allah arasında bir haberleşme yada iletişim olarak tanımla-nabilinir. Dua ile
insan, doğrudan doğruya Allah'a başvurmakta ve O'nunla konuşmaktadır.
Dua eden insanın, bir
taraftan Allah'a olan kökîü bağımlılığını ifade etmesi, diğer taraftan da
O'nun yüce kudretine duyduğu çok derin bir güven ve itimat, biri diğerinden
aynlmaz şekilde duada yer almaktadır.
Duanın, gerek organsal
ve gerekse de ruhsal bir takım hastalıkları tedavi edici gücü ve özelliği, öteden
beri bilinmektedir. Çünkü dua eden insan, kendisine hile ve kurnazlık yapmak
mümkün olmayan Allah'a her şeyi söyleyerek kendi kendisiyle ilgili ve
kendisinin Allah'la ilişkisi konusundaki hakikati gizleyip saklamadan olduğu
gibi anlatır.
Dua, sesli yada
sessiz, belli bir formüle göre yada insani durumun gerektirdiği yerde serbest
ve sade ifadelerle yapılabilînir.
Yine dua, insanın
duygularını, tepkilerini, istek ve ihtiyaçlarını ifade ettiği için duygu ve
istekleri kadarda çeşitlidir.
Sözlükte; rücu etmek,
geri dönmek, pişman olmak, nedamet duymak, yaptığı günahı bırakıp Cenab-ı
Hakk'a yönelmek. Asıl anlamı geri dönmektir. Yüce Allah'ın bir ismi, bîr sıfatı
olarak “Et-Tevvâb” ise itaata yönelerek Allah'a dönen kişinin istediği
bağışlanmayı kabul edip o tevbekâr kulunu huzuruna alan ve onu affeden
anlamındadır. Bu itibarla tevbe, kul hakkında günahlardan dönmeyi, yüce
Rabb'İmiz hakkında da cezalandırmaktan dönmeyi ifade eder, yani kul Rabb'ine
döner, Rabb'i de onun bu yönelişini kabul eder ve onu cezalandırmaktan
vazgeçer.
Allah'tan günah ve
hatalarının bağışlanmasını isteme, mağfiret dileme.
İstiğfar lafzını veya
manasını içeren her duaya istiğfar denir. Gerek Kur'an-ı Kerim'de ve gerekse
hadis-i şeriflerde istiğfar teşvik edilmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de;
“Rabbinizden bağışlanma dileyin, doğrusu o, çok
bağışlayandır”
[896]
“Ey Muhammed Sabret! Allah'ın verdiği söz şüphesiz
gerçektir. Suçunun bağışlanmasını dile; Rabbini akşam, sabah överek teşbih et”
[897] buyurulmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
bizzat kendisi istiğfara devam etmiş, ümmetini de istiğfar etmeye teşvik
etmiştir.[898]
2422- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır;
“Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Ben kulumun Bana olan zannının yanındayım. Beni
zikrettiği zaman da Ben onunla beraberim. O, Beni gönülden zikrederse onu
gönlümden zikrederim. Topluluk arasında zikrederse, onu o topluluktan daha hayırlı
bir topluluk arasında zikrederim. Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın
yaklaşırım. Bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana
yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim.”
[899]
Açıklama:
Nevevî'ye göre bu
hadisin anlamı şu şekildedir: Kim ibadet ve hayır işlemekle bana yaklaşırsa,
ben de rahmet, desteklemek, yardımcı olmak ve başarılı kılmakla ona yaklaşırım.
Kulum ibadet ve tatlarını artınrsa ben de bu İkramımı artırırım. Eğer kulum
ibadet ve taatıma hız verirse ben de bol rahmetimi ona yağdırmakla yaptığının
fazlasını veririm ve maksadına ulaşması için fazla yorulmasını şart koşmam.
Yani kul Allah'a kulluk görevini yerine getirme hususunda gösterdiği gayret
derecesine göre ilahi lütfa kavuşur.
Zikir, sadece lisan
ile kayıtlanamaz. Aksine organlarla ilgili her şey buna dahildir. Lisanla olan
zikir, övgüyle; gözlerle yapılan zikir, ağlamakla; ellerle yapılan zikir,
vermekle; kulakların zikri, dinlemekle; bedenin zikri, kulluk görevlerini
yerine getirmekle; kalbin zikri, korku ve ümitle; ruhun zikri, yapılması
istenilen emirlere teslimiyet ve boyun eğmekle olur.
Arşın, parmak
uçlarından dirseğe kadar olan kısımdır. 48.cm'iik bir ölçü birimidir.
2423- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Mekke yolunda yürümekteydi. Derken “Cümdan” denilen bir dağın yanından geçti.
Yanındakilere:
“Yürüyün! Bu, Cümdan dağıdır. Müferrid olanlar öne
geçip ilerlemişlerdir” buyurdu.
Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü! Müferrid olanlar ne demektir?”
diye sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Allah'ı çok zikreden erkekler ile Allah'ın çok zikreden
kadınlardır” buyurdu.
[900]
2424- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Onları kim
ezberlerse cennete girer. Allah, tektir. Tek olanı sever.”
Bir rivayette:
“Kim bu isimleri sayarsa” ifade yer almaktadır.”
[901]
Açıklama:
İslâm'ın, insanlara,
Allah'ı tanıtmak için başvurduğu yolardan birisi de; Allah'ın güzel isimlerini
Esmâul-Hüsna'yı ve yüce sıfatlarını öğretme yoludur.
Hiç kuşkusuz yüce
Allah, her istek ve arzunun gerçekleşmesini bir sebep bağlamış ve her gayeye
götüren yoiu götürmüştür. İman ise, gaye ve arzuların en büyüğü ve en
önemlisidir. Allah, imanı zayıflatan ve ortada kaldıran sebepleri var ettiği gibi,
elde edilmesini ve güçlenmesini sağlayan sebepleri de var etmiştir.
Kişiyi imana götüren
ve imanını kuvvetlendirmesine en büyük sebeplerden birisi; yüce Allah'ı layık
olduğu şekliyle tanımaktır. Allah'ı zatıyla tanımak gücüne ve yeteneğine sahip
olamadığımıza göre O'nu ancak isimleri ve sıfatlarıyla tanıyabiliriz.
İmanın elde edilmesini
ve kuvvetlenmesini sağlayan en önemli hususlardan birisi de; yüce Allah'ın
Kur'an ve Sünnette geçen güzel İsimlerini bilmek, onların manalarını anlamaya
çalışmak ve onlarla Allah'a kulİuk etmektir. Çünkü yüce Allah, bu konuda şöyle
buyurmaktadır:
“En güzel isimler (=el-Esmâu'l-Hüsnâ), Allah'ındır. O
halde O'na o güzel isimlerle dua edin”[902]
Kur'an-ı Kerim'de “İsim”
kelimesi, Allah lafzına veya onun yerini tutan zamire, ayrıca Rab kelimesine
izafet yoluyla nispet edilmiş, çoğul şekli olan “Esma” ise bağlı “En güzel”
anlamındaki “el-Hüsnâ” kelimesiyle sıfat tamlaması oluşturarak “El-Esmâul-Hüsnâ”
şeklinde dört defa Allah'a nispet edilmiştir.
İslam dininin telkin
ettiği yüce yaratıcının öz adı, “Allah” kelimesidir. Bunun dışında O'nu
hatırlatacak kelimeler seçilirken, hem zât-ı ilahiyyeyi niteleyen kavramlara
uygun düşmeli ve hem de tazim ile hürmet unsurlarını taşımalıdır. Bu ikinci
şartın gerçekleşebilmesi için, isimlerin, naslardan seçilmesi ve naslarda yer
almayan kelimelerin O'na nispet edilmemesi gerekir. Çünkü İsim, İşaret ettiği
varlık için ifade edeceği mana açısından önem taşımaktadır. Dolayısıyla bazı
kelimelere İlahük makamına yakışmayacak anlamlar yükleyerek bunlan yaratıcıya
nispet etmek veya O'na ait kavramları ve bunları dile getiren isimleri O'ndan
başkasına vermek, Esmâu'l-Hüsnâ konusunda eğri yola sapmak kabul edilmiştir.
Esmâu'l-Hüsnâ'nın
sayısı konusunda başvurulacak kaynak, şüphesiz ki Kur'an ve hadistir. Kur'an-ı
Kerim'de çeşitii kelime kalıplanyla zât-ı İlâhiyyeye nispet edilmiş olarak yer
alan kavramlann sayısını 313'e ulaştıranlar vardır.”
[903]
Allah'ın doksan dokuz
isminin olduğunu ve bunları benimseyenlerin cennete gireceğini ifade eden
hadisi, Buhârî ile Müslim gibi otoriterler rivayet etmiş, Tirmizî'nin
rivayetinde ise bu isimler tek tek zikredilmiştir. Bu isimlerden 93'ü Kur'an-ı
Kerim'de yer aimış, diğer 6 isim ise başka kelimelerle yine O'na izafe
ediimiştir. İşte bu liste, İslam dünyasında meşhur olmuş ve dua ile niyaz
amacıyia okunmuştur. Bununla birlikte Esmâu'l-Hüsnâ ile İlgilenen alimlerin
çoğunluğuna göre, ilahi isimler, bu 99'dan ibaret değildi.
[904]
Sayılan ne olursa
olsun, çeşitli kelime kalıplarıyla Allah'a nispet edilen isimler, şüphe yok ki
aşkın yaratıcıyı nitelendiren ve O'nu insan anlayışına yaklaştıran
kavramlardır. Naslarda yer alan bu kavramları tereddütsüz benimsedikten sonra
kelam alimleri, nasla sabit olmayan bir kavramı Allah'a izafe etmenin
meşruiyetini tartışmışlardır. Nasların nitelendirdiği genel uluhiyyet
anlayışına ters düşmemek şartıyla bunu meşru görenler olduğu gibi, doğru bulmayanlar
da olmuştur.
Bunu meşru gören Gazzâlî
ve Râzî'ye göre, bu konuda “İsim” ile “Vasıf” birbirinden ayrı düşünülmelidir.
Nasla sabit olmayan bir ismi Allah'a nispet etmek meşru değildir. Bununla
birlikte uluhiyyete ters düşmeyen bir kavramla O'nu nitelendirilmesi mümkündür.”
[905]
İsim veya sıfat olarak Allah'a nispet edilen bütün kavramlar, tek bir zatı
nitelendirdiğinden tevhidi zedeleyici herhangi bir çokluğa sebep teşkil etmez.
Aynca Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, bir münacatında Allah'a ait isimlerin bilinme
derecelerini sayarken sonuncu derece olarak, “Yada gayb ilminde bırakıp kendin
için tercih ettiğin isimlerin”
[906]
demek suretiyle Hz. Peygamber (s.a.v.)'inde bilmediği ilahi isimlerin bulunduğu
fikri ortaya çıkmaktadır.
Bu görüşü kabul
etmeyen Selef ekolü alimleri ise; yüce Allah'ın isimlerinin, tevkifî olduğunu,
çünkü bu isimlerin, naslarla bildirildiğini, bu konunun aklın sahasına
girmediğini, o halde Esmâu'l-Hüsnâ konusunda Kur'an ve Sünnetin
bildirdiklerinin dışına çıkmamak gerektiğini, yüce Allah'a kendisinin
vermediği bir ismi vermenin veya O'nun, kendisine verdiği bir ismi inkar
etmenin, Allah'a karşı yapılmış bir haksızlık olduğunu belirtmişlerdir.
Esmâu'l-Hüsnâ
listesinde yer alan 99 ismi çeşitli şekillerde gruplandırmak mümkündür. Konu
ile ilgilenen ve eserleri günümüze kadar ulaşan ilk dönem kelamcılarından Ebu
Abdullah el-Hâlimî, Esmâu'l-Hüsnâ'yı; Allah'ın varlığını, birliğini, yaratıcılığını,
benzersiz oluşunu ve kainatı yönettiğini ifade eden isimler olmak üzere beş
gruba ayırmış ve her gruba giren isimlerin ne anlama geldiğini açıklamıştır.
[907]
Yüce Allah'ın
isimlerinin hepsi, güzeldir. Bu isimlerin tamamı, mutlak kemale ve mutlak övgüye
delalet eder. Bu isimlerin her bîri, kendi sıfatlarından türemiştir.
Dolayısıyla da sıfat olmak, isim olmaya engel değildir. Kulların sıfatlan ise,
isim olmaya engeldir. Çünkü bu sıfatlar, onlarından fiillerinden meydana gelmiş
olup kullar arasında ortaktır. Bu ortaklık, özel isim olmalarını
engellemektedir.
Yüce Allah'ın
isimlerinden bazısı, O'nun fiilleriyle ilgilidir. Hâlık, Rezzâk, Muhyî, Mumît
gibi. Bu tür isimler, O'nun fiillerine delalet eder.
O'nun isimlerinden
bazısı, “el-Azîz”, “el-Hakîm” gibi tek başına ifade edilebildiği gibi, pek çoğu
“Ya Azîz”, “Ya Halım” gibi başka bir ekle birlikte de söylenebilir.
Yüce Allah için
kullanılan isimlerden mastar ve fiil türetilerek bunlarla Allah'tan haber
verilmesi caizdir. Örneğin, “es-Semî”, “el-Basîr”, “el-Kadîr” isimleri, yüce
Allah'a ait isimler olmakla birlikte, bu isimler, “Sem” işitmek, “Basar” görrnek,
“Kudret” güç yetirmek şeklinde de kullanılabilir.
İsim ve sıfatlar, yüce
Allah'ın, kendini insanlara tanıttığı vesileler ve kalbin doğrudan doğruya
Allah'a açıldığı pencerelerdir. Çünkü bu isim ve sıfatlar, vicdanı harekete
geçirmekte ve ruhun önünde Allah'ın celâl ve azamet nurlarının müşahede
edildiği geniş ufuklar açmaktadır.
Bu isimler, yüce
Allah'ın şu ayet-i kerimede belirttiği isimlerdir:
“De ki: “İster Allah deyin, ister Rahman deyin,
hangisini derseniz deyin, “En güzel isimler” Onundur.”
[908]
Yine bu isimlerle dua etmemiz emredilmektedir.
“En güzel isimler Allah'ındır. O'na, o isimlerle dua
edin/zikredin”
[909]
Tirmizî'nin yaptığı
rivayette şu fazlalık vardır:
“O Allah ki O'ndan
başka ilâh yoktur. Rahmandır. Rahîm'dir. el-Melik, Kuddûs, es-Selâm, el-Mü'min,
el-Müheymîn, el-Azîz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Hâlık, el-Bâriu,
el-Musavvir, el-Gaffâr, el-Kahhâr, el-Vehhâb, er-Rezzâk, el-Fettâh, el-Alîm,
el-Kâbıd, el-Bâstt, el-Hâfid, er-Râfi', el-Muizz, el-Müzill, es-Semî',
el-Basîr, el-Hakem, el-Adl, el-Latîf, el-Habîr, el-Halîm, el-Azîm, el-Gafûr,
eş-Şekûr, el-Aliyy, el-Kebîr, el-Hafîz, el-Mukît, el-Hasîb, el-Celîl, el-Kerîm,
er-Rakîb, el-Mucîb, el-Vâsi1, el-Hakîm, el-Vedûd, el-Mecîd, el-Bâis, eş-Şehîd,
el-Hakk, el-Vekîl, el-Kaviyy, el-Metîn, el-Veîiyy, el-Hamîd, el-Muhsî,
el-Mubdiu, el-Muîd, el-Muhyî, el-Mumît, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Vâcid, el-Mâcîd,
el-Vâhid, el-Ahad, es-Samed, el-Kâdir, el-Muktedir, el-Muahhir, el-Evvel,
el-Ahir, ez-Zâhir, el-Bâtin, el-Vâli, el-Müte'âli, el-Berr, et-Tevvâb,
el-Müntekim, el-Afuvv, er-Raûf, Mâliku'l-Mülk, Zü'1-Celâli ve'1-İkrâm,
el-Muksit, el-Câmi', el-Ganiyy, el-Muğnî, el-Mâni', ed-Dârr, en-Nâfi', en-Nûr,
el-Hâdî, el-Bedî', el-Bâkî, el-Vâris, er-Reşîd, es-Sabûr.”
[910]
Yüce Allah'ın “Güzel
İsimleri” (=Esmâu'l-Hüsna'sı)nin manaları şunlardır:
1- Allah:
Lafza-i Celaldir. Vacibu'l-vücud ve bütün övgülere layık mukaddes ilahî zata
delalet eden özel bir isimdir. Diğer isimlerin her biri de, Yüce Allah'ın yüce
sıfatlarından birine delalet etmektedir. Bundan dolayı hem lafza-i celalin
sıfatı olması ve kendisinden bununla haber vermesi caizdir.
2- er-Rahmân:
En güzel nimetleri veren.
3- er-Rahîm:
İlginç nimetleri veren.
4- el-Melik:
Mülkünde dilediği gibi tasarruf eden.
5- el-Kuddûs:
Ayıp ve kusurlardan arınmış olan.
6- es-Selâm:
Kullarıma güvence veren.
7- el-Mü'min:
Kullarını azaptan emin kılan ve onlara yaptığı vaadi yerine getiren.
8- el-Muheymin:
Egemen olan.
9- el-Azîz:
Üstün gelen.
10- el-Cebbâr:
Emirlerini yerine getiren ve kullarının işlerini düzenleyen.
11- el-Mütekebbir: Azamet sıfatlarına tek sahip olan.
12- el-Hâlık:
Yaratıkları, yoktan var eden veya buna gücü yeten.
13- el-Bârîu:
Ruh taşıyanı yaratan ve bir aslı olanı var eden.
14- el-Musawir:
Her şeye özel şeklini veren. O halde Hâlık: Eşyayı ilk defa var eden veya buna
gücü yeten. Bârîu ise: Yaratıkları ortaya çıkaran. Musavvir ise: eşyaya uygun
şekil veren.
15- el-Gaffâr:
Bağışlaması çok olan ve günahları örten.
16- el-Kahhâr:
Her şeyi elinde tutan ve bütün yaratıklara egemen olan.
17- el-Vehhâb:
Nimetleri çok, hediyeleri ile ikramlan sürekli olan.
18- er-Rezzâk:
Rizıkîarı ve rızıkların sebepleri yaratan.
19- el-Fettâh:
Kullarına rahmet hazinelerini açan.
20- el-Alîm:
Her şeyi bilen ve hiçbir şey kendisine gizli olmayan.
21- el-Kâbıd:
Ruhları alan veya kullarından dilediğinin rızkını daraltan.
22- el-Bâsıt:
Dilediğinin rızkını genişleten.
23- el-Hâfıd:
Alçalmayı hak eden kişileri azab, zillet ve rüsvayiıkla alçaltan.
24- er-Râfi':
Takva sahibi kullarından yükselmeyi hak edenleri yükselten.
25- el-Muizz:
Dinine sarılanı galip kılan, yardım ve
galibiyetini ona ihsan
eden.
26- el-Muziîl:
Düşmanlarını zelil eden.
27- es-Semî':
Her şeyi işiten.
28- el-Basîr:
Her şeyi gören.
29- el-Hakem:
Hükmü geri çevrilmeyen veya hükmünden sorumlu tutulmayan.
30- el-Adl:
Mutlak adalet sahibi olan.
31- el-Latîf:
İşlerin aizliük ve İnceliklerini bilen.
32- el-Habîr:
Bütün eşyanın hakikatine vakıf.
33- el-Halîm:
Gazap ve öfkeye kapılmayan ve cezalandırmada acele etmeyen.
34- el-Azîm:
Azametin bütün mertebelerine sahip olan.
35- el-Gafûr:
Bağışlaması çok olan.
36- eş-Şekûr:
Az bir amele büyük mükafat veren.
37- el-Aliyy:
Aklın tasavvur ve zihnin idrak edemeyeceği mertebelerin en yücesine sahip olan.
38- el-Kebîr:
İdrakinden akıl ve duygular aciz kalan.
39- el-Hafîz:
Eşyayı bozulma ve dağılmadan, kulların amellerini de hiç bir şey kaybolmayacak
şekilde koruyan.
40- el-Mukît:
Maddi ve manevi gıdayı yaratan.
41- el-Hasîb:
Kullarına yeterli gelen veya kıyamet
günü onları hesaba çeken.
42- el-Celîl :
Kemal ve celal sıfatlarıyla muttasıf olan.
43- el-Kerîm:
Sualsiz ve karşılıksız kullarına veren.
44- er-Rakîb:
Eşyayı murakabe ve mülahaza eden.
45- el-Mucîb:
Kendisine dua edenlerin duasına icabet
eden.
46- el-Vâsi1:
İlmi ve rahmeti her şeyi kaplayan.
47- el-Hakîm:
Sonsuz ilme sahip ve her şeyi yerli yerine koyan sonsuz hikmet sahibi.
48- el-Vedûd:
Kullarına hayırı isteyen ve bütün hallerde onlara ihsan eden.
49- el-Mecîd:
Şeref ve izzette eşi ve benzeri olmayan.
50- el-Bâis:
Peygamberleri gönderen ve himmetler ile ölüleri dirilten.
51- eş-Şehîd:
Bütün mahlukatı bilen.
52- el-Hakk:
Değişmeden sabit kalan.
53- el-Vekîl:
Kulların işlerini idare eden ve ihtiyaçlarını gören.
54- el-Kaviyy:
Sonsuz kudret sahibi olan.
55- el-Metîn:
Sonsuz kuvvet ve güç sahibi olan.
56- el-Veliyy:
Yardımcı, dost.
57- el-Hamîd:
Övülmeye gerçek lâyık olan.
58- el-Muhsî:
İlminden hiç bir şey kaybolmayan.
59- el-Mubdiu:
Eşyayı yoktan var eden.
60- el-Muîd:
Yok olduktan sonra eşyayı tekrar var eden.
61- el-Muhyî:
Her canlıya hayat veren.
62- eI-Mumît:
Canlılardan hayatı alan.
63- el-Hayy:
Sonsuz hayat sahibi olan.
64- el-Kayyûm:
Kendi kendine kaim olan, yeri ve gökleri ayakta tutan.
65- el-Vâcid:
Dilediği her şeyi var eden ve sonsuz kudret sahibi olduğundan hiçbir şeye
muhtaç olmayan.
66- el-Mâcid:
Mecîd gibi sonsuz izzet ve şeref sahibi olan.
67- el-Vâhid:
Bir.
68- es-Samed:
İhtiyaçların giderilmesi için kendisine başvurulan.
69- el-Kâdir:
Kudretli, kudret sahibi.
70- el-Muktedir: İktidarlı, iktidar sahibi.
71- el-Mukaddim: Varlık ve şerefte yada zaman
ve mekanda eşyayı birbirine takdim eden.
72- el-Muahhir:
Geri bırakan.
73- el-Evvel:
Her şeyden önce ve ezeli olan.
74- el-Ahir:
Her şeyden sonraya kalan ve ebedi olan.
75- ez-Zahir:
Varlığını belgeleriyle ortaya çıkaran.
76- el-Bâtın:
Zatıyla gizli ve zatını hiçbir kimse bilmeyen.
77- el-Vâlî:
Eşyayı elinde tutan ve ona sahip olan.
78- eI-Müteâlî:
Noksanlardan münezzeh olan.
79- el-Berr:
İyiliği çok ve ihsanı büyük olan.
80- et-Tewâb:
Günahkâr kullarını tevbe etmeye muvaffak kılan ve tevbelerini kabul eden.
81- el-Muntekim: Cezayı hak edenleri cezalandıran.
82- el-Afuvv:
Kendisine yönelenlerin günahlarını bağışlayan.
83- er-Raûf:
Sonsuz şefkat ve rahmet sahibi olan.
84- el-Mâliku'1-mülk: Yerde ve göklerde her şey, irade ve isteğine göre
hareket eden.
85- Zul-celâli ve'1-İkrâm: Şeref ve ikram sahibi olan, nimet ve iyilikleri bolca
yayan.
86- el-Muksıt:
Mazlumların hakkını adaletiyle zalimlerden alan.
87- el-Câmi':
Ahiret gününde insanları.bir araya getiren ve hakikatleri toplayan.
88- el-Ganiyy:
Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ve herkes
kendisine muhtaç olan.
89- el-Muğnî:
Kullarından dilediğini lütfuyla zengin kılan.
90- el-Mâni':
Helak olma sebeplerini men eden.
91- ed-Dârr:
Düşmanlanna cezasınrindiren.
92- en-Nâfi':
Kullannı ve âlemi İyilİğİyle kuşatan.
93- en-Nûr:
Kendi kendine zahir olan ve başkasını ortaya çıkaran.
94- el-Hâdî:
Varlığını koruyacak her şeye hidayet ve irşad eden.
95- el-Bedî':
Benzeri ve dengi olmayan.
96- el-Bâkî:
Varlığı devamlı olan.
97- el-Vâris:
Varlıkların yok olmasından sonra da baki kalan.
98- er-Reşîd:
Kullarını irşad eden ve tasarrufları sonsuz hikmet ve isabetle sonuca ulaşan.
99- es-Sabûr:
Ceza vermede acele etmeyen ve her şeyin vakti gelinceye kadar sabreden.
Kur'an-ı Kerim'de
geçen “Allah'ın Güzel İsimleri” Esmâu'l-Husnâ
şunlardır:
el-Vâhid, el-Ehad,
el-Hakk, el-Kuddûs,es-Samed, el-Ganiyy, el-Evvel, el-Âhir, el-Kayyûm
el-Hâlık, el-Bâriu,
el-Musavvir, el-Bedî'
er- Raûf, el-Vedûd,
el-Latîf, el-Halîm, el-Afuvv, eş-Şekûr, el-Mü'min, el-Bârî, er-Refîu'd-Derecât,
er-Rezzâk, el-Vehhâb, el-Vâsi'
el-Azîm, el-Azîz,
ei-Aliyy, el-Müteâlî, el-Kaviyy, eî-Kahhâr, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Kebîr,
el-Kerîm, el-Hamîd, el-Mecîd, el-Metîn, ez-Zâhir, Zu'1-celâli ve'1-İkrâm
el-Alîm, el-Hakîm,
es-Semî, el-Habîr, el-Basîr, eş-Şehîd, er-Rakîb, el-Bâtın, el-Müheymin.
el-Kâdir, el-Vekîl,
el-Veiiyy, el-Hâfiz, el-Melik, el-Mâlik, el-Fettâh, el-Hasîb, ei-Muntekim,
el-Mukît
7- Kuran-ı
Kerim'de bizzat zikredilmeyen, fakat yine Ku'ran'da belirtilen Allah'ın fiil ve
sıfatlarından alınan başka isimlerde vardır. Bunlar da şunlardır:
el-Kâbıd, el-Bâsıt,
er-Râfİ', el-Muizz, el-Muzill, el-Mucîb, el-Bâis, el-Muhsi, el-Mubdiu, el-Muîd,
el-Muhyî, el-Mumît, el-Mâliku'1-mülk, el-Câmi', el-Muğnî, el-Mu'tî, el-Mâni,
el-Hâdî, el-Bâkî, el-Vâris,
8-
Yine
Kur'an-ı Kerim'de geçen manalardan alman diğer isimler ise şunlardır:en-Nûr,
es-Sabûr, er-Reşîd, el-Muksit, el-Vâlî, el-Celîl, el-Adl, el-Hâfıd, el-Vâcid,
el-Mukaddim, el-Muahhir, ed-Dârr, en-Nâfi'
Tekellüm ve irâde
sıfatları da bunlara dahildir.
Bu konuda daha geniş
bilgi için, bir çok alimin kitaplarından derlenerek hazırlanmış olan ve Karınca
Yayınlarında çıkan “el-Esmâu'1-Hüsnâ” adlı kitaba bakabilirsiniz.
2425-
Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi dua ettiği zaman duada kesinlik
göstersin. “Allah’ın! Eğer dilersen bana ver!” demesin. Çünkü Allah'ı zorlayacak
hiç kuvvet ve kimse yoktur.”
[911]
2426- Ebu
Hurevre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi dua ettiği zaman: “Allah’ın! Eğer
dilersen beni bağışla!” demesin. Fakat istemede kararlılık göstersin. Rağbeti
büyütsün. Çünkü Allah'a, verdiği bir şey büyük gelmez.”
[912]
Açıklama:
Duada “Eğer dilersen
ver” gibi ifadelerin kullanılmasının doğru olmayışının nedeni, bu tür ifadelerin,
mecbur edilmesi mümkün olan kimseler için kullanılmasından dolayıdır. Allah ise
böyle bir şeyden münezzehtir. Vermek yada vermemek hususunda hiçkimse onu zorlayamaz.
2427- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi, başına gelen bir zarardan dolayı
kesinlikle ölümü temenni etmesin. İstemekten başka çaresi yoksa, o zaman 'Allah’ın!
Benim için yaşamak lı ise beni yaşat, ölüm daha hayırlı ise canımı al!” desin”
[913]
2428- Kays
b. Ebi Hâzım'dan rivayet edilmiştir:
“Habbâb'ın yanına
hasta ziyareti için girmiştik. Karnının yedi yerine dağlama tedavisi
yapılmıştı. Hastalığının şiddetli ızdırabım ifade etmek için bize:
“Eğer Resulullah (s.a.v.)
bize ölümü temenni etmemizi yasaklamamış olsaydı muhakkak ölümü temenni
ederdim.”
[914]
2429- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi ölümü temenni etmesin. Ölüm, kendisini
gelmezden önce ölmeyi temenni etmesin. Çünkü sizden birisi öldüğü zaman ameli
kesilir. Şu muhakkak ki, ömrü, mümin kimseye hayırdan başka bir şey artırmaz.”
[915]
Açıklama:
Bir müslümanın
kendisine isabet eden hastalık, fakirlik gibi bir sıkıntıdan dolayı ölümü
temenni etmesi, o müslümana yakışmayan bir durumdur 'Çünkü kişinin mutlak
olarak ölümü temenni etmesi caiz değildir. Ancak hayatında, dünyaya ve ahirete
hayırlı olduğu sürece hayatta kalması, dünyaya ve ahirete zararlı hale gelince
hayatının sona ermesi için temenni de bulunması yada dua etmesi caizdir.
Yine dinî hayata gelen
bir felaketten dolayı Allah'a hakkıyla kulluk yapamaktan acizliğe düşerek ölümü
temenni etmek de caizdir. Nitekim Hz. Ömer, ihtiyarlayıp da kulluk görevlerini
yapmakta acizliğe düşünce:
“Allah’ın! Yaşlandım, kuvvetten düştüm. Ülkem İslam
hudutları genişledi. Eksik, fazla kasızlık yapıp kusur işlemeden canımı al!”
diye dua etmiştir.[916]
Kişinin salih
amellerinin günahlarından çok olduğu, fitne ve fesattan uzak kaldığı yıllan;
hayatının hayırlı dönemleridir. Fakat günahlarının sevabından daha çok olduğu
zamanları, hayatının kötü olan yıllandır. İnsanın ilende nasıl bir hayat
süreceği kendisi için meçhul olduğundan, eğer ölüm temennisinde bulunulacaksa,
Allah'ın ilmine teslim olarak, “Allah’ın! Beni Refik-i A'Iâya eriştir” şeklinde
dua etmek, konumuzla ilgili hadise aykırı değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
bu sözü, bir Öİüm temennisi değildir. Zaten onun, hem dünya ve hem de ahiret
için kamil manada bir hayata sahip ve buhayatın vefatına kadar bu şekilde
süreceği kesin iken ölüm temennisinde bulunması düşünülemez.
2430- Ubâde İbnu's-Sâmit
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyie buyurmaktadır:
“Kim Allah'ı kavuşmayı dilerse Allah'da o kimseye
kavuşmayı diler. Kim de Allah'a kavuşmayı hoş görmezse Allah'da o kimseye
kavuşmayı hoş görmez.”
[917]
2431- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.):
“Kim Allah'ı kavuşmayı dilerse Allah'da o kimseye
kavuşmayı diler. Kim de Allah'a kavuşmayı hoş görmezse Allah'da o kimseye
kavuşmayı hoş görmez”
buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın peygamberi! Bu, ölümden hoşlanmamak
mıdır? Bu durumda hepimiz ölümden hoşlanmayız” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.);
“Öyle değil! Fakat mümin kimseye Allah'ın rahmeti,
hoşnutluğu ve cenneti müjdelendiği zaman o mümin kimse Allah'a kavuşmayı
diler. Allah'da ona kavuşmayı diler. Kafir ise Allah'ın azabı ve gazabıyla
müjdelendiği zaman Allah'a kavuşmaktan hoşlanmaz” buyurdu.[918]
2432- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yüce Allah:
“Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben de ona bir arşın
yaklaşırım. Bir arşın yaklaşırsa, Ben de ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana
yürüyerek gelirse, Ben de ona koşarak gelirim” buyurdu.[919]
Yüce Allah:
“Kim Bana bir hayırla gelirse ona bu hayırın on katı
vardır. Fazla da veririm. Herkim (Bana) bir kötülükle gelirse onun cezası
kötülük kadarıdır yada onu bağışlarım. (Kulum) Bana bir karış yaklaşırsa Ben de
ona bir arşın yaklaşırım. Bana kim bir arşın yaklaşırsa Ben de ona bir kulaç
yaklaşırım. Kim Bana yürüyerek gelirse Ben de ona koşarak gelirim. Kim Bana
hiçbir şeyi ortak koşmamak kaydıyla yer dolusu günahla gelirse Ben de onu o günahın
misli kadar mağfiretle karşılarım”
buyurdu.
[920]
2434- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), müslümanlardan
zayıflamış, kuş yavrusu kadar olmuş bir kimseyi ziyaret etti. Resulullah (s.a.v.),
ona:
“Sen Allah'a herhangi bir şeyle dua ediyor ve yada
O'ndan bir şey istemiyor muydun?”
diye sordu. Adam:
“Evet, ben, “Allah’ın!
Bana ahirette bir ceza vereceksen o cezayı bana dünyada ver” diye dua ediyordum”
dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Subhanallah! Sen buna güç yetiremezsin! Sen: “Allahümme!
A'tinâ fi'd-dünyâ haseneten ve fi'l-âhiretî haseneten ve kmâ azâbe'n-nâr” “Allah’ın!
Bize dünyada bir İyilik ver. Ahirette de bir güzellik ver. Bizi cehennemin
azabından koru dîye dua etsen!”
buyurdu.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.) o adam için dua etti. Adam da iyileşti.
[921]
2435- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu Yüce Allah'ın yeryüzünde seyahat eden bazı
fazla melekleri vardır. Bunlar, ilim meclislerini araştırırlar, içerisinde
sohbet olan bir meclis bulduklarında onlarla beraber otururlar ve kanatlarıyla
birbirlerini dinlemeye teşvik ederler. Öyle ki kendileri ile dünya semanın
arasını doldururlar. Cemaat dağıldığı zaman yükselirler ve gökyüzüne çıkarlar.
Yüce Alla onların ne yaptıklarını çok iyi bildiği halde onlara:
“Nereden geldiniz?” diye sorar. Onlar da:
“Senin yeryüzündeki bazı kullarının yanından geldik. Onlar Sana teşbih ediyorlar, tekbir
getiriyorlar, tehlilde Lâ ilahe illallah'da bulunuyorlar, Sana hamdedîyorlar
ve Senden istekte bulunuyorlar” diye cevap verirler. Yüce Allah:
“Benden ne istiyorlar?” diye sorar. Onlar:
“Senden cennetini istiyorlar” derler. Yüce Allah:
“Onlar, benim cennetimi görmüşler mi?” der. Onlar:
“Hayır, yâ Rabbil” diye cevap verirler. Yüce Allah:
“Acaba cennetimi görmüş olsalar, ne yaparlar?” der.
Melekler:
“Onlar Senden eman dilemektedirler” derler. Yüce
Allah:
“Benden, hangi hususta eman dilerler?” der. Melekler:
“Senin cehenneminden, yâ Rabbil” diye cevap verirler. Allah:
“Onlar benîm cehennemimi görmüşler mi?” der. Melekler:
“Hayır!” diye cevap verirler. Yüce Allah:
“Acaba cehennemimi görmüş olsalar, ne yaparlar?” der.
Melekler:
“Senden mağfiret dilerler” derler. Yüce Allah:
“Ben onları mağfiret ettim, onlara bütün istediklerini
verdim, eman istedikleri şeyden de onlara eman verdim” buyurur. Bunun üzerine
melekler:
“Ya Rabbi! içlerinde filânca kimse var, günahı çok bir
kul. O, ancak oradan geçerken onlarla beraber oturdu” derler. Yüce Allah:
“Onu da affettim. Onlar, öyle kemal sahibi bir
topluluklardır ki, onlarla birlikte oturan kimse kötü/hain durumda olmaz” buyurur.”
[922]
Açıklama:
Bazı alimlere göre; bu
melekler, Hafaza ve diğer meleklerden ayrı fazla olan bir takım meleklerdir. Bu
meleklerin başka hiçbir görevi yoktur. Bunların maksadı, sadece ilim ve sohbet
halkalarını gezip dolaşmaktır. Bu halkalarda; Allah'ın kelamı, Resulünün
sünneti, Selef-i salihinin haberleri, zahidlerin ve büyük imamların sözlerinden
bahsedilir.
2436-
Abdulaziz b. Suheyb'den rivayet edilmiştir: “Katade, Enes'e:
“Peygamber (s.a.v.) en
çok hangi duayla dua ederdi?” diye sordu. Enes:
“Allahümme! A'tinâ fi'd-dünyâ haseneten ve
fi'1-âhireti haseneten ve kına azâbe'n-nâr”" Allah’ım! Bize dünyada bir iyilik
ver. Âhirette de bir güzellik ver. Bizi cehennemin azabından koru şeklinde dua
ederdi” dedi.
Hadisin ravisi Katâde:
“Enes, kısaca dua dua
etmek istediği zaman bu sözlerle dua ederdi. Daha uzun dua etmek istediği
zaman ise (diğer duaların) içerisinde bu duayı da okurdu” dedi.
[923]
Enes (r.a)'ın, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'den naklen haber verdiği bu dua, Bakara sûresinin 201.
âyetidir.
Bazı insanların sâdece
dünya nimetlerini istedikleri, böyİelerine âhirette herhangi bir nasibin
olmadığına işaret edildikten sonra, bir kısım insanlann ise, hem dünyanın hem
de âhiretin İyilik ve güzelliklerini isteyip “Bizi cehennem azabından koru”
diye dua ettikleri bildirilmektedir.
Kelime olarak iyi,
güzel, iyilik ve güzellik manalarına gelen “Hasene”; insanın nefsinde,
bedeninde ve hallerinde elde etmekle sevineceği her türlü nimettir. Esasen “Güzel”
demek olan “Hasen”, sevinç ve arzuyu gerektiren herhangi bir şeydir. “Hüsün”
onun nefsinde müessir olan özel haldir.
Hafız İbn Hacer
el-Askalanî, “Hasene”nin bu makamdaki tefsirinde âlimlerin ihtilaf ettiğini
söyler. Bu konuda nakledilen görüşler şunlardır:
a- Dünyada
faydalı ilim, helal rızık ile ibâdet ve âhirette ise Cennettir.
b- Dünya ve
âhirette afiyettir.
c- Dünyanın
hasenesi (iyisi), bolluk ile helal nzik ve ahiretin hasenesi sevab ve
bağışlanmadır.
ç- Dünyanın
hasenesi, ilim ve ilimle âmel ve ahiretin hasenesi, hesabın kolay olması ve
Cennete girmektir.
e- Dünya
hasenesi, kişinin dünyada arzu ettiği herşey sıhhat, geniş ev, güzel hanım,
salih evlât, bol rızık, faydalı ilim ile salih amel ve ahiretin hasenesi ise
Cennete girmek, hesabın kolay olması, Arasat'taki büyük korkudan emniyet gibi
âhİrete müteallik şeylerdir.
f- Dünyanın
hasenesi, sâiİha hanım ve ahiretin hasenesi hûrî, ateşin azabı da, kötü
hanımdır.
g- Dünyanm
hasenesi, helai rızık ile ilim ve ahiretin hasenesi ise Cennettir, h. Dünyanın
hasenesi, ilim ile ibâdet ve ahiretin hasenesi ise af ile mağfirettir.
Görüldüğü gibi bu görüşlerin birçokları birbirine çok benzemektedir.
Hatta bazıları aynı
kelimelerle ifâde edilmiştir. Dünyanın hasenesi olarak ileri sürülen görüşlerin
hepsinin, insanın arzusuna uygun düşüp ahiretin amellerine yardım eden hususlarda
ve âhiret hasenesinin ise cennete girme veya buna vesile olan şeylerde
birleştiği görülmektedir.
Ateşten korunmayı
istemek, haramlardan kaçınmak, şüpheli şeylerden uzaklaşmak gibi daha dünyada
gerçekleştirilmesi gereken sebebleri de içine alır. O halde “bizi cehennem
azabından koru” diye dua eden bir kimse, aynı zamanda dünyada iken haramlardan
kaçınma konusunda Allah'a dua etmiş olur.
Açıklama:
Hadis, Peygamber (s.a.v.)'in
çok kere bu âyeti okuyarak dua ettiğini bildirmektedir. Buna sebep, âyet-i
kerimenin öz bir şekilde dünya ve ahiretin tümünü kapsamış olmasındandır.
2437-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim bir günde yüz defa “Lâ ilahe Allâllâhu, vahdehu
lâ şerike lehu, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdu ve huve alâ külli şey'in kadir” “Allah'tan
başka İlah yoktur. O, tektir, ortağı yoktur. Mülk/hakimiyet O'nundur. Hamd,
O'nmdur. O, her şeye kadîrdir” derse, bu dua, o kimse için on köleyi
hürriyetine kavuşturma sevabına denktir ve ona yüz hasene yazılır ve yüz günah
da silinir. Bu dua, o kimse için, akşama kadar şeytanın şerrinden güvence
olur. Hiç kimse, o kimsenin bu duayı okumasından daha faziletli bir dua
getiremez. Meğer ki bu duayı ondan daha çok okuyan bir kimse olsun.
Her kim günde yüz defa “Subhânallâh ve bihamdihi”
Allah'ı, hamdederek teşbih ederim derse, o kimsenin Allah'ın hakkı olan
günahları deniz köpüğü kadar bile çok olsa dökülür.”[924]
Açıklama:
Bu hadis,
Eğer siz, men olunduğunuz büyük günahlardan
çekinirseniz Biz sizin diğer günahlarınızı sileriz”
[925]
ayeti bağlamında düşünüldüğü zaman büyük günahlardan kaçınıldığı müddetçe
küçük günahların bu şekilde affedileceğini belirtmektedir. Yalnız bu, Allah'ın
hakkı olan hususlarda geçerlidir. Kul hakkı olan hususlarda geçerli değildir.
2438- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Bir kimse, sabaha girerken ve akşama girerken yüz
defa “Subhânallâh ve bihamdihi” Allah'ı, hamdederek teşbih ederim derse, kıyamet
gününde hiçbir kimse onun okuduğu bu duadan daha faziletli bir dua getiremez.
Sadece onun okuduğu bu dua kadar okumuş olan veya ondan daha fazla okumuş olan
kimse bundan müstesnadır.”
[926]
2439- Ebu
Eyyûb el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim on defa “Lâ ilahe illâllâhu, vahdehu lâ şerike
lehu, lehuİl-mülkü ve lehu'l-hamdu ve huve alâ kuIH şey'in kadir” Allah'tan
başka ilah yoktur. O, tektir, ortağı yoktur. Mülk/hakimiyet O'nundur. Hamd,
O'nındur. O, her şeye kadirdir) derse, İsmail oğullarından dört kişiyi
hürriyetine kavuşturmuş gibi sevab kazanmış olur.”
[927]
2440- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İki kelime vardır ki; dile kolay, mizanda ağır gelir
ve Rahmân'a sevimlidir. Bunlar; “Subhânallâhî ve bihamdihi”, “Subhânallâhî'1-azîm”
Allah'ı ham diyle birlikte noksanlıklardan tenzih ederim, Yüce Allah'ı
noksanlıklardan tenzih ederim kelimeleridir.”
[928]
(Teşbih:
"Subhânallâh" demektir. Bazen bu söze başka kelimeler eklenir ve
Allah'ın yüceliği bu sözlerle dile getirilir.
Subhânallâh' kelimesinin özlü anlamı şöyledir: Ben, Yüce Allah'ın; yüce
zatına layık olmayan her türlü noksanlıklardan ve vasıflardan uzak olduğuna
inanarak dilimle itiraf ederim demektir.
Hafız İbn Hacer'in,
hadiste, teşbih zikrinin; hafif ve ağır dîye nitelendirilmesinden maksat;
harcanan emeğin azlığını ve sevabın çokluğunu ifade etmektir.
Dünya hayatında iyi
amelin tatlılığı gizlenmiş olup ağırlığı duyulur. Kötü amelin ise bunun tersine
tatlı görülüp acılığı görülmemektedir. Buna göre iyi amelin görünüşteki
ağırlığı seni onu terk etmeye sevketmesin ve kötü amelin görünüşteki tatlılığı
seni onu İşlemeye sevketmesin.
2441- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.):
“Subhânallâhi ve'1-hamdu lillâhi ve lâ ilahe illallâhu
vallâhu ekber” “Allah'ı her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. Hamd, Allah'a
mahsustur. Allah'tan başka ilah yoktur. Allah en büyüktür) demem, bana,
üzerine güneş doğan her şeyden daha sevgilidir” buyurdu.[929]
2442- Sa'd
b. Ebı Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir bedevi, Resulullah (s.a.v.)'e
gelip ona:
“Bana, söyleyeceğim
bir söz öğret” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Lâ ilahe illallâhu, vahdehu lâ şerike lehu, Allâhu
ekber kebîran ve'l-hamdu lillâhi kesîran subhânallâhi rabbi'l-âlemîn, lâ havle
ve lâ kuvvete illâ bi'llâhi'l-azîzi'l-hakîm” de” buyurdu. Bedevi:
“Öğrettiğin bu sözler,
Rabbim içindir. Benim için ne var?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Allahümme'ğfir lî ve'hamnî ve'hdinî ve'rzuknî” Allah’ın!
Bana mağfiret eyle! Bana merhamet eyle! Bana hidayet et! Beni rızıklandır!” de” buyurdu.[930]
2443- Ebu
Mâlik el-Eşcaî yoluyla babası (Eşyem')den rivayet edilmiştir:
“Bir kimse müslüman
olduğu zaman Peygamber (s.a.v.) ona namazı öğretir, sonra da ona; “Allahümme'ğfir lî ve'r-hamnî ve'hdinî ve
âfinî ve'rzuknî” Allah’ın! Bana mağfiret ey!e! Bana merhamet eyle! Bana hidayet
et! Bana afiyet ver! Beni rızıklandır!” kelimelerle dua etmesini emrederdi.
[931]
2444- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'in
yanında bulunuyorduk. Bize:
“Sizden birisi her gün
bin sevab kazanmaktan aciz midir?” dedi. Birlikte oturduğu kimselerden biri,
Resulullah (s.a.v.)'e:
“Bizden birisi bin
sevabı nasıl kazanır?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Yüz defa subhanallah diye teşbih eder ve ona bin
sevab yazılır yada o kimseden bin günah silinir” buyurdu.
[932]
2445- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır;
“Bir kimse, bir müminin dünya sıkıntılarından bir
sıkıntısını giderirse, Al-lah'da o kimsenin kıyamet gününün sıkıntılarından bir
sıkıntısını giderir.
Bir kimse, darda bulunan bir kimseye kolaylık
gösterirse, Allah'da o kimsenin dünya ve âhiret darlıklarında kolaylık verir.
Bir kimse, bir müslümanın günahını yada kusurunu örtbas
ederse, AIlah'da o kimsenin dünya ve âhirette işlemiş olduğu günahları yada
kusurları örtbas eder.
Kul, din kardeşinin yardımında olduğu müddetçe,
Allah'da o kulun yardımındadır.
Kim bir yol tutarak, o yolda ilim ararsa, bu sebeple
Allah ona cennete götüren bir yolu kolaylaştırır
Bir topluluk, Allah'ın evlerinden bir evde toplanarak
Allah'ın kitabını okurlar ve onu aralarında karşılıklı müzâkere ederlerse
muhakkak üzerlerine sekinet iner. Allah'ın rahmeti onları kaplar. Melekler de
onların etrafım çepeçevre kuşatırlar. Allah onları kendi katındakilere övgüyle
anar. Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandıramaz.”
[933]
2446- Ebu
Hureyre (r.a) ile Ebu Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Herhangi bir topluluk oturup Allah'ı anarlarsa
muhakkak surette melekler onları çepeçevre kuşatırlar, onları rahmet kaplar ve
üzerlerine seki net/ma nevi kuvvet iner. Allah'da onları, kendi katında
bulunanların içerisinde övgüyle anar.”
[934]
2447-
Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir gün Muâviye
mescidde bir ders yada sohbet halkasının yanına çıkıp geldi. Onlara:
“Sizi buraya oturtan
şey nedir?” diye sordu. Onlar da:
“Oturduk, Allah'ın
emir ve yasaklarından bahsediyoruz” dediler. Muaviye:
“Allah aşkına! Sizi
gerçekten bu maksat mı buraya oturttu?” dedi. Onlar da:
“Vallahi, bizi buraya
bu maksattan başka hiçbirşey oturmamıştır” diye cevâp verdiler. Muaviye:
“Ben sizi, itham etmek
için yemin ettirmiş değilim. Benim Resulullah (s.a.v.)'e yakınlığım derecesinde
olup da Resulullah (s.a.v.)'den benim kadar az hadis rivayet eden hiç kimse
yoktur. Resulullah (s.a.v.), bir defasında sahabilerinden bir ders yada sohbet
halkasının yanına gelip onlara:
“Sizi buraya oturtan şey nedir?” diye sordu. Sahabiler:
“Oturduk, Allah'ın
emir ve yasaklarından bahsediyoruz, bizleri İslam'a hidayet hidâyet buyurduğu
ve onunla bizleri nimetlendirdiği için ona hamd ediyoruz” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Allah aşkına! Sizi gerçekten bu maksat mı (buraya)
oturttu?” dedi. Onlar da:
“Vallahi, bizi buraya
bu maksattan başka hiçbirşey oturmamıştır” diye cevâp verdiler. Resulullah (s.a.v.):
“Ben sizi, itham etmek için yemin ettirmiş değilim.
Fakat şu var ki; bana, Cebrail geldi. Yüce Allah'ın sîzinle meleklere iftihar
etliğini bana haber verdi” buyurdu.
[935]
2448- Sahabi
olan Eğarr el-Müzenî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu benim kalbim perdelenir. Fakat ben günde yüz
defa Allah'a istiğfar ediyorum.”
[936]
Açıklama:
Bazıları bundan,
gevşeklik ve zikirden gaflet kast edildiğini söylemişlerdir. Resulullah (s.a.v.)
bunu kendisi için suç sayıp bundan dolayı da Allah'a günde yüz defa istiğfar
ettiğini belirtmiştir.
Bazılarına göre ise
burada kast edilen husus; Resulullah (s.a.v.)'in, ümmeti hakkında duyduğu
endişedir. Kendisinden sonra gelecek ümmetinin hallerine Allah tarafından
muttali kılınıp onlar için istiğfar etmesidir.
Bazılarına göre ise
burada kast edilen husus; ümmetinin işleriyle meşgul olması, düşmanla
savaşması gibi hususlardır. Onlarla meşgul olduğu için yüksek makamına nispetle
bunları saymıştır.
2449- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Her kim güneş battığı yerden doğmadan önce tevbe
ederse Allah onun tevbesini kabul eder.”
[937]
2450-
Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edümiştir:
“Biz bir seferde
Peygamber (s.a.v.)'le birlikte bulunuyorduk. Derken insanlar tekbir getirirken
seslerini yükseltmeye başladılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Ey insanlar! Kendinize acıyın! Sizler, ne sağır
kimseyi çağırıyorsunuz ve ne de bir gaip bir kimseye sesleniyorsunuz! Muhakkak
ki siz, size çok yakın Semî1 ve Karîb olan Allah'a dua ediyorsunuz. Halbuki O,
sizinle beraberdir” buyurdu.
Ebû Musa der ki:
“Ben, Peygamber (s.a.v.)'in
arkasındaydım.
“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi'llâh” Güç ve kuvvet
ancak Allah'a mahsustur” diyordum.
Bunun üzerine de Peygamber (s.a.v.):
“Ey Abdullah b. Kays! Sana cennet hazinelerinden bir
hazine göstereyim mi?” buyurdu. Ben
de:
“Evet, ey Allah'ın
resulü!” dedim. Peygamber (s.a.v.):
“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi'llâh” Güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur
diye dua et” buyurdu.”
[938]
Açıklama:
Burada “Abdullah b.
Kays” ile kastedilen, Ebu Musa el-Eş'arî'dir.
“Havi” kelimesi;
hareket ve çare anlamına gelmektedir. Bu kelimenin başka türevleri de vardır.
Hepsinde güç isteyen bir hareket ve bir yer değiştirme görülmektedir. Şu halde
bu cümle; “Şu veya bu şey”, “Şu yada bu iş” demeksizin hareket, güç, kuvvet
gerektiren, her halimizde, her işimizde, yaptığımız her iyilikte, işlediğimiz
her amelde muhtaç olduğumuz güç ve kuvvetin Allah'tan geldiğini ifade etmektedir.
“Hazine”nin buradaki
anlamı ise, cennette biriktirilmiş olan sevaptır.
2451- Hz.
Ebu Bekr (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Ebu Bekr, bir defasında Resulullah (s.a.v.)'e:
“Bana bir dua öğret
de, onu namazımda okuyayım!” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Allahümme! İnnî zalemtu nefsi zulmen kebîran ve lâ
yağfiru'z-zunûbe illâ ente fa'ğfir lî mağfireten min indike ve'r-hamnî inneke
entei-ğafûru'rahîm" (Allah’ın! Şüphesiz ki ben kendime büyük zulmettim.
Günahları mağfiret edecek olan ancak Sensin. Bana tarafından mağfiret buyur ve
bana merhamet eyle! Çünkü Sen, Gafur ve Rahîm'sin diye dua et!” buyurdu.[939]
2452- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
şu dua kelimeleriyle dua ederdi:
“Allahümme! Fe innî eûzu bike min fitneti'n-nâri ve
azâbi'n-nâri ve fitneti'l-kabri ve azâbii-kabri ve min şerri fitneti'I-ğınâ ve
min şerri fitneti'l-kabri ve eûzu bike min fitneti'l-mesîhi' deccâl.
“Allahümme! İğsil hatâyâye bi-mai's-selci ve'1-beredi
ve nakki kalbî mi-ne'l-hatâyâ kemâ nakkayte's-sevbei-ebyada mine'd-denesi ve
bâid beynî ve beyne hatâyâye kemâ bâadte beyne'l-meşrıkî ve'1-mağribi.”
“Allahümme! Fe innî eûzu bike mine'l-keseli
ve'1-heremi ve'1-me'semi ve'1-mağremi” “Allah’ın! Ben cehennemin fitnesinden ve
cehennemin azabından, kabrin fitnesinden ve kabrin azabından, zenginlik
fitnesinin şerrinden ve fakirlik fitnesinin şerrinden sana sığınırım. Mesih-i
Deccal fitnesinin şerrinden de sana sığınırım.”
“Allah’ın! Benim günahlarımı, kar ve dolu suyu ile
yıka! Kalbimi beyaz elbiseyi kirden arındırdığın gibi günahlardan arındır!
Benimle günahlarımın arasını, batı ve doğu arasını uzaklaştırdığın gibi
uzaklaştır.”
“Allah’ın! Tembellikten, bunaklık derecesinde
yaşlılıktan, günahtan ve borçtan da sana sığınırım!”
[940]
Sığınma, korunma,
talep etme anlamına gelmektedir. Her çeşit kötülüklerden, günahlardan, Allah'ın
yasaklarından, cehennemden., gibi Allah'a sığınmak, O'nun korumasını talep
etmek, İslam'da ibadetin en önemli hallerinden biridir.
Resulullah (s.a.v.)’in,
burada, Allah'tan sığındığı kötü hallerden bazılan şunlardır:
Kişinin, bedeni
faaliyetlerden fay dalana maması haiidir. Korkaklık, kişinin, zaafıdır. Kişi,
bu zaaf halini yenemediği takdirde psikolojik bunalımlara düşebilir. Dinimiz,
kişinin, cesaretli olmasını tavsiye etmektedir.
Kişinin, yaşamak için
zaruri olan ihtiyaçları iyi niyetine rağmen temin edemeyecek ve kendi
ihtiyaçlarını kendi başına göremeyecek duruma düşmesidir.
Burada İhtiyarlıkla
kastedilen; düşkünlük ve aşırı ihtiyarlık halidir. İhtiyarlık ile yaşlılık
kavranılan, birbirinden farklıdır. Kişi, beden ve yaş olarak yaşlanabilir.
Fakat iyi beslenmesi, stres ve sıkıntılardan uzak kalması sebebiyle
ihtiyarlamayabilir.
Kişinin, güç ve
kuvveti olmasına rağmen işi terk etmesi yada gevşek yapması halidir. İşin terk
edilmesi yada yapılmaması, güçsüzlük ve dermansızlıktan değildir. Güç ve
kuvvete rağmen işin yapılmamasıdır.
Kabir azabının
varlığı, pek çok nasla sabit olan bir gerçektir. Dünya hayatı ile kıyametin
kopmasına kadar geçen zaman içinde “Berzah” denilen ara bir devre vardır ki,
buna, “Kabir hayatı” denilmektedir.
Kabir hayatında geçen
iyi ve kötü şeyler; kişinin, dünyada yaptığı iyilik ve kötülüklere bağlıdır.
Dünya hayatında iken kişi, Allah'ın emirlerine ve yasaklarına göre bir hayat
sür-müşse, kabirdeki hayatıda buna bağlı olarak cennet bahçelerinden bir bahçe,
yada cehennem çukurlanndan bir çukur olabilmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
kendisinden çok sonra çıkacağını bildiği Mesih Deccal'in fitnesinden Allah'a
sığınması; bu dua sayesinde mü'minier, kendilerini bekleyen bu tür tehlikeleri
tanımak ve onlardan korunmak için daha önceden tedbir almak imkanını bulmuş
olurlar.
Cehennem fitnesinden
maksat; kişinin, cehennem girmesine sebep olacak olan kötü amellerdir.
Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v.}, hem cehenneme gitmeye sebep olacak
fitnelerden ve hem de cehennem azabından Allah'a sığınmıştır.
Allah'ın verdiği malda
cimrilik edip onun istediği yollarda harcamamak, zekat, fitre gibi malî
görevleri ihmal etmek yada malı haram yollarda harcamak ve mal sebebiyle
kibirlenmek, övünmektir.
Allah'ın verdiğine,
razı olmamak, Allah'ın taksimine isyan etmek, yoksulluğa sabretmemek,
zenginlerin elindekini kıskanıp ona göz dikmektir.
Bu tür dualar; Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in bu tür şeylerden korkmasından dolayı olmayıp ümmetine dua
etmenin şeklini öğretmek ve bu tür şeylerden sakınmalarını sağlamak içindir.
2453- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.):
“Allahümme! İnnî eûzu bike mine'1-aczi ve'1-keseli
ve'l-cubnî ve'1-heremi ve'1-buhli. Ve eûzu bike min azâbi'I-kabri ve min
fitneti'l-mahyâ ve memâti” Allah’ın! Ben acizlikten, tembeelikten,
korkaklıktan, bunaklık derecesine varan yaşlılıktan, cimrilikten Sana
sığınırım”
diye dua ederdi.”
[941]
Bir şeye güç
yetirememektir. Burada kastedilen ise hayır ve ibdaetten düşmana karşı
durmaktan acizliktir. Yoksa mutlak manasıyla Allah'tan başka her varlık
acizdir. Aczin insandan soyutlanması mümkün değildir.
2454- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Peygamber (s.a.v.)
ilahi kazanın kötüsünün aleyhimize tecelli etmesinden, bedbahtlığa erişmekten,
düşmanların başımıza gelecek musibet hususunda ferahlanmasından ve belanın
çetin olmasından Allah'a sığınırdı.”
[942]
2455- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Havle bint. Hakîm
es-Sülemî'nin şöyle dediğini işittim: Resulullah (s.a.v.)'i:
“Bir kimse bîr yerde konaklar da, sonra “Eûzu
bikelimâti't-tâmmâti min şerri mâ halaka” Allah'ın yarattığı şeylerin
şerrinden, O'nun tam olan kelimeleriyle yine O'na sığınırım” diye dua ederse,
bu konakladığı yerden başka bir yere geçinceye kadar ona hiçbir şey zarar
veremez” buyururken işittim.
[943]
2456- Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir
adam, Peygamber (s.a.v.)'e gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Dün akşam rastladığım bir akrep beni soktu. Bundan neler çektim neler)!” dedi.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Akşama erdiğin zaman “Eûzu bikelimâti'llâhi't-tâmmâti
min şerri mâ halaka”Allah'ın yarattığı şeylerin şerrinden, O'nun tam olan kelimeleriyle
yine O'na sığınırım diye dua etmiş olsaydın, o sana zarar vermezdi.”
[944]
Açıklama:
Bu tür rukye/okuma
tedavisi ile ilgili olarak 2090 nolu hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
2457- Berâ İbnu'I-Âzib
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Yatağına girmek istediğin zaman eğer abdestin yoksa
aynen namaz için aldığın gibi abdest gibi bir abdest al, sonra sağ tarafının
üzerine yat. Sonra da, “AHahümme! İnnî eslemtu vechî ileyke ve fevvaztu emrî
ileyke ve elce'tu zahrî ileyke, rağbeten ve rehbeten ileyke. Lâ melce ve lâ
mencâ minke illâ ileyke” Allah’ın! Yüzümü/kendimi sana teslim ettim. İşimi de
sana havale ettim. Azabından korkarak ve sevabını umarak bütün işlerimde
sırtımı sana dayadım. Senden kurtulup sığınılacak ancak Sen varsın. İndirmiş
olduğun kitabına iman ettim. Göndermiş olduğun Peygamberine de iman ettim!” diye dua et. Bunlar, son sözlerin olsun. Eğer böyle
yaptığın takdirde o gece içerisinde ölecek olursan fıtrat/İslam dini üzere
ölürsün.
[945]
2458- Berâ' İbnu'I-Âzib
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
yatağına girmek istediğin zaman,
“Allahümme! Bi'smike ehyâ ve bi'mike emûtu” diye dua
ederdi. Uykusundan uyandığı zaman “el-hamdu li'llâhi'llezî ahyânâ ba'de mâ
emâtenâ ve ileyhi'n-nuşûr” “Allah'a hamd olsun ki, bizleri öldürdükten sonra
tekrar dirilten O'dur. Son gidiş de ancak O'nadır” diye dua ederdi.[946]
2459-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
bir adama, yatağına girmek istediğin zaman şöyie dua etmesini emretti:
“Allahümme! Halakte nefsî ve ente teveffâhâ, leke
memâtuhâ ve mahyâ-hâ, in ahyeytehû fahfazhâ ve in emettehâ fe'ğfir lehâ Allah’ın!
Nefsimi Sen yarattın. Onu vefat ettirecek olan da Sensin. Onun yaşaması ve
ölümü Sana aittir. Eğer onu diriltirsen Sen onu koru. Eğer onu öldürürsen Sen
ona mağfiret eyle!”
[947]
2460- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sizden birisi
yatağına girmek istejdiği zaman, yatağını önce gömleğinin iç ucuyla bir süksin
ve Allah'ın ismini söylesin. Çünkü yatacak kişi, daha önce o yataktan kalktığı
zaman kendisinden sonra yatağına toz, toprak, haşere gibi şeylerden nelerin
yerleştiğini bilemez. Yatmak istediği zaman sağ tarafına yatsın ve:
“Subhâneke'llâhümme! Rabbi bike vada'tu cenbî ve bike
erfauhû in emsekte nefsî fe'ğfir lehâ, ve in erseltehâ fahfazhâ bima
tahfazu bihi ibâdeke's-sâlihîn”
Allah’ım! Seni bütün noksan sıfatlardan ve kusurlardan tenzih ederim. Rabbim!
Ancak Seninle yan tarafımı yatağıma koydum. Onu ancak seninle kaldırırım. Eğer
canımı tutup alacaksan Sen ona mağfiret eyle! Eğer canımı hayatta bırakacak
isen, Sen onun hayatını, salih kullarını muhafaza ettiğin himayenle himaye
eyle!” diye dua etsin.
[948]
2461- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
yatağına girdiği zaman,
“El-Hamdulillâhi'lezî et'amenâ ve sekânâ ve kefânâ ve
âvânâ fekum mimmen lâ kâfiye lehu ve lâ mu'viye” Bizi doyuran, bizi suya
kandıran, her türlü ihtiyacımızda bize yetişen, bizi barındıran Allah'a hamd
olsun. Kifayet edicisi ve barındırıcısı olmayan nice kimseler vardır”
diye dua ederdi.
[949]
2462- Ferve
b. Nevfel el-Eşcaî'den rivayet edilmiştir:
“Aişe'ye, Resulullah (s.a.v.)'in,
Allah'a ne ile dua ettiğini sordum. O da:
“Resulullah (s.a.v.), “Allahümme! İnnî eûzu bike mîn
şerri mâ amıltu ve min şerri mâ lem a'mel” Allah’ın! Ben, yaptığım şeylerin
şerrinden ve henüz yapmadığım şeylerin şerrinden Sana sığınırım” diye dua ederdi.
[950]
2463-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
“Allahümme! Leke eslemtu ve bike âmentu ve aleyke
enebtu ve bike hâsamtu. Allahümme! İnnî eûzu bi izzetike lâ ilahe illâ ente en
tudillenî, ente'1-hayyu'l-lezî lâ yemûtu ve'1-cinnu ve'1-insu yemûtûn” Allah’ın!
Ancak Sana teslim oldum. Sana iman ettim. Sana tevekkül ettim. Sana yöneldim.
Ancak Seninle düşmana karşı mücadele ettim. Allah’ın! Beni sapıklığa
düşürmenden, Senin izzetine sığırım. Senden başka ilah yoktur. Ölmeyen diri
ancak Sensin. Cinler ile insanlar ise ölürler” diye dua ederdi.[951]
2464- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber {s.a.v.),
bir yolculukta olduğu ve seher vakti uykudan kalktığı zaman,
“Semia sâmiun bi-hamdi'llâhi ve husni belâihi aleynâ,
Rabbena sâhİbnâ ve efdil aleynâ âizen bi'llâhi mine'n-nâri” Allah'ın hamdini ve
bize sınamasının güzelliğinin bir işiten tebliğ etsin. Rabbimiz! Sen bize sahip
olup muhafaza et. Bol nimetlerini bize ihsan eyle! Bunları ateşten sığıma
olarak söylüyorum” diye dua ederdi.
[952]
2465-
Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
şu,
“Allahümme'ğfir lî hatîetî ve cehlî ve isrâfî fî emrî
ve mâ ente a'lemu bihi mini.
Allahümme'ğfir lî ciddî ve hezlî ve hataî ve amdî ve
kullu zâlike indî.
Allahümme'ğfir lî mâ kaddemtu ve mâ ahhartu ve mâ
esrartu ve mâ a'lentu ve mâ ente a'lemu bihi minnî, ente'I-mukaddimu ve ente'l-
Muahhiru ve ente alâ külli şey'in kadîr” Allah’ın! Bana günahımı,
bilgisizliğimi, isimdeki israfımı ve benden daha iyi bildiğin kusurlarımı
bağışla. Allah’ın! Bana ciddi halimi, şaka halimi, hatamı ve dileyerek işlediğim
günahımı bağışla. İtiraf ederim ki, bunların hepsi bende vardır. Allah’ın! önceden
yapağım ve sonradan yapacağım, gizlediğim veya açığa vurduğum ve Senin benden
daha iyi bildiğin bütün kusurlarımı bana bağışla! Öne geçiren ancak Sensin.
Geriye bırakan da ancak Sensin. Sen her şeye kadirsin” duasıyla dua ederdi.
[953]
2466- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
“Allahümme! Aslih lî dîniyc'Hezı huve ismetu emrî ve
aslıh lî dünyâye'Iletî fîhi meâşî ve aslıh lî âhiretiye'lletî fihâ meâdî
vec'ali'l-hayâte zıyadeten lî fî külli hayırın, vec'aliİ-mevte râhaten lî min
külli şerrin”
“Allah’ın! Her işimin koruyucusu olan dinime sımsıkı
sarılarak onunla beni ıslah eyle! içinde yaşayışım, benim için geçimim olan
dünyamı bana hayırlı kıl. Kendisinden (kıyamet günü) dönüşüm bulunan ahiretimi
benim için ıslah eyle! Benim için hayatı her hayır hususunda ziyade kıl. Bana
ölümü her serden rahat kıl” diye dua
ederdi.
[954]
2467-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
“Allahümme! İnnî es'elukei-hudâ ve't-tukâ ve'I-afâf
ve'l-ğmâ” Allah’ın! Ben, Senden; hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliği
dilerim” diye dua ederdi.
[955]
2468- Zeyd
b. Erkam (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben sizlere başl«
değil ancak Resulullah (s.a.v.)'in söylediği gibi söylüyorum. Resulullah (s.a.v.),
“Allahümme! İnnî eûzü bike mine'1-aczi ve'1-keseli
ve'l-cubnî ve'1-buhlî ve'1-heremi ve azâbi'l-kabri “Allahümme! Âti nefsî
takvâhâ ve zekkâhâ ente hayıru men zekkâhâ ente veliyyuhâ ve mevlâhâ. “Allahümme!
İnnî eûzu bike min ilmin lâ yenfeu ve min kalbin lâ yahşau ve min nefsin lâ
teşbeu ve min da'vetin lâ yustecâbu lehâ” Allah’ın! Acizlikten, tembellikten,
korkaklıktan, bunaklık derecesinde yaşlılıktan ve kabir azabından Sana
sığınırım. Allah’ın! Nefsime takvasını ver. Onu temizle. Sen onu temizleyenlerin
en hayırlısısın. Sen onun velisi ve mevîasısın. Allah’ın! Fayda sağlamayan ilimden,
korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olunmayan duadan Sana sığınırım
diye dua ederdi.”
[956]
2469-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
akşam vaktine eriştiği zaman,
“Emseynâ ve emsâi-mulku lillahi ve'Elhamdu li'llâhi lâ
ilahe illâ'llâhu vahdehu lâ şerike lehu. Allahümme es'eluke hayıra
hâzihi'l-leyleti ve eûzu bike min şerri hâzihi'l-leyleti ve şerri mâ ba'dehâ.
Allahümme! İnnî eûzu bike mine'l-keseli ve sûi'I-kiberi. Allahümme! İnnî eûzu
bike min azâbin fi'n-nâri ve azâbin fi'l-kabrî” Akşama erdik. Mülk de, Allah
için akşama erişti. Hamd Allah'a mahsustur. Bir olan Allah'tan başka ilah
yoktur. O'nun ortağı yoktur. Allah’ın!”
Senden, bu gecenin hayırını ve bu gecedeki şeylerin hayırını
dilerim. Onun şerrinden ve ondaki şeylerin şerrinden de Sana sığınırım. Allah’ın!
Ben, tembellikten ve bunaklık derecesindeki yaşlılığın kötülüğünden Sana
sığınırım. Allah’ın! Ben, cehennemde azab olunmaktan ve kabirdeki azabtan da
Sana sığınırım” diye dua ederdi.”
[957]
2470- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bazen:
“Lâ ilahe illâllâhu vahdehu eazze cundehu ve nasara
abdehu ve galebe'1-Ahzâbe vahdehu felâ şey'e ba'dehu” Tek olan Allah'tan başka
ilah yoktur. Allah ordusunu güçlü kıldı. Kuluna yardım etti. Tek başına
birleşik ordulara galip geldi. Allah'tan öte hiçbir şey yoktur şeklinde” dua ederdi.”
[958]
2471- Hz.
Ali (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), bana:
“Allahümme'hdinî ve seddidnî” Allah’ın! Bana hidayet
eyle ve bütün işlerimde beni doğruya muvaffak kıl diye dua et. Allah'tan
hidayeti istediğinde, yolun doğrusunu ve okun düzlüğü gibi dümdüz muvaffak olmayı
zikreyle!” buyurdu.[959]
2472-
Cüveyriye
(r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Cüveyriye namaz
kıldığı yerde bulunduğu sırada, Peygamber (s.a.v.) sabah namazını kıldığı zaman
erkenden Cüveyriye'nin yanından dışarı çıktı. Sonra kuşluk vakti olduğunda geri
dönüp geldi. Cüveyriye halen namaz kılmaya devam eder vaziyette oturmaktaydı.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Sen hâlen benim bıraktığım hal üzere misin?” diye sordu. Cüveyriye, selam verip:
“Evet!” diye cevap
verdi. Peygamber (s.a.v.):
Gerçekten senden ayrıldıktan sonra dört kelimeyi üç
defa söyledim ki, bunlar senin gün başladığından beri söylediklerinle tartıisa,
benim söylediklerim senin söylediklerini tartardı. Onlar, şunlardı:
“Subhânallâhi ve bi-hamdihi adede halkıhi, ve rıdâ
nefsihi, ve zînete arşihi, ve midâde kelimâtihi” Allahı, mahlûkatın sayısınca,
nefsinin rızasınca, arşının ağırlığınca ve kelimelerinin çokluğuyla beraber
hamdiyle birlikte noksanlıklardan tenzih ederim!” buyurdu.[960]
Açıklama:
Cüveyriye, Peygamber (s.a.v.)'in
hanımıdır.
2473- Hz.
Ali (r.a)'tan rivayet edilfhlştir:
“Fâtıma, değirmen taşı
çevirmekten dolayı elinde rahatsızlık meydana gelmişti. O sırada Peygamber (s.a.v.)
bir çok esir gelmişti. Fatıma, gelen esirlerden bir hizmetçi istemek üzere
babasının yanına gitti. Fakat babasını bulamadı. Aişe'ye rastladı. Ona derdini
anlattı. Derken Peygamber (s.a.v.) çıkageldi. Âişe, Fatıma'nın, kendisine
geldiğini Peygamber (s.a.v.)'e söyledi.
Ali der ki:
“Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.) yanımıza geldi. Biz döşeklerimize girmiş halde idik. Hemen
kalkmaya davrandık. Peygamber (s.a.v.):
“Yerlerinizde kalın!” buyurup ikimizin arasına oturdu. Öyle ki göğsümün üzerinde
Peygamber (s.a.v.)'in ayağının soğukluğunu hissettim. Sonra bize:
“Haberiniz olsun ki! Ben, sizin benden istediğiniz
hizmetçiden daha lısını size öğreteyim mi? Döşeklerinize girdiğiniz zaman otuz
dört defa “Allahu Ekber”, otuz üç defa “Subhânallah”
ve otuz üç defa da “El-Hamdulillâh” dersiniz. Bunları söylemeniz, sizin için
hizmetçiden daha hayırlıdır” buyurdu.
[961]
2474- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Horozun Ötme sesini
işittiğiniz zaman Allah'tan ihsanını dileyin! Çünkü horoz, bir melek görmüştür.
Eşeğin anırmasını işittiğiniz zaman da şeytandan Allah'a sığının! Çünkü o, bir
şeytan görmüştür.”
[962]
Açıklama:
Kadı İyaz'a göre;
dualarımızı, horoz öterken etmemizin emrolunmasının sebebi; meleklerin, edilen
duaya âmin demelerini ve dua eden mü'min hakkında şehadet ve istiğfar etmelerini
ve bu suretle dualarımızın icabete mazhar olmalarını temin içindir.
[963]
Horozun, diğer
hayvanlarda bulunmayan müstesna bir özel bir durumu vardır, ki o da, gecelerde
fasıla ile zaman zaman ötmesi kronometre gibi hiç şaşmaksızın ve gece ister uzasın,
ister kısalsın bu ötmelerinin şafaktan önce ve sonra devamlı olmasıdır.
Horoz sesi ne kadar
güzelse merkep avazı da o derece çirkindir.
2475-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Allah'ın peygamberi (s.a.v.),
sıkıntı anında, “Lâ ilahe illâllâhu'l-azîrnu'I-halîm. Lâ ilahe illâllâhu
Rabbu'1-arşi'l-azîm. Lâ ilahe illâllâhu Rabbu's-semâvâti ve Rabbu'1-erdı ve
Rabbu'l-arşi'l-kerîm” Azîm ve Halım olan Allah'tan başka ilah yoktur. Büyük
arşın Rabbi olan Allah'tan başka ilah yoktur. Göklerin Rabbinden, yerin
Rabbinden ve değerli arşın sahibi olan Allah'tan başka ilah yoktur” diye dua
ederdi.
[964]
2476- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e,
hangi söz daha faziletlidir diye soruldu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allah'ın, melekleri yada kulları için seçtiği, “Subhânallâhi
ve bihamdihi” Allah'ı, hamd ederek O'nu her türlü noksanlıklardan teşbih ederim
sözüdür” buyurdu.
[965]
2477-
Ebu'd-Derdâ'
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bir müslüman kimse, din kardeşi için onun gıyabında hayır
dua ettiği zaman, melekler, o kimseye:
“Amin. Bunun bir katı da sana verilsin” diye dua
ederler”
[966]
Açıklama:
Hadiste, müslümanların,
din kardeşleri için onların gıyabında ettikleri duaların mutlaka kabul
edildiği, ayrıca dua edene de kardeşine istediğinin mislinin verilmesi için bir
meleğin dua ettiği bildirilmektedir.
“Bir kimsenin gıyabı”
denildiği zaman, önce “Ondan uzakta, onun bulunmadığı yer” akîa gelir. Burada
sözkonusu edilen gıyabdan maksat ise, Aliyyu'İ-Kârî'nİn ifâdesine göre; dua
edilen kişinin dua edenin duasını işitmemesidir. Bu bedenî uzaklıkla
olabileceği gibi dua edenin kalbiyle veya dua edilenin duyamayacağı kadar kısık
bir sesle dua etmesi ile de mümkündür.
Taberânî'nin bir
rivayetinde Yusuf b. Esbât “Ben uzun zaman bu hadisin bedenî uzaklığa delâlet
ettiğini zannettim. Ama şimdi anladım ki sesi duyulmayan kişi aynı sofrada bile
olsa gâibdir” demiştir.
Nevevî, müslümanlardan
bir grup için hatta tüm müslümanlar için yapılan dualann da bu hadisin hükmüne
gireceğini söyler. Nevevî'nin bildirdiğine göre eskilerden bazılan kendileri
için dua etmek istedikleri zaman, onu diğer müslümaniar için isterlerdi. Çünkü
bu şekilde yapılan dualar makbuldür ve isteğinin bir misli de kendisine
verilecektir.
[967]
Bezzâr'ın, İmrân b.
Husayn (r.a)'dan yaptığı bir rivayette de Peygamber (s.a.v.):
“Kardeşin, (din) kardeşi için onun gıyabında yaptığı
dua geri çevrilmez” buyurmaktadır .
müslümanlar için
onların haberi olmadan yapılan dualar tam bir samimiyet taşıdığı, gösteriş ve
riyadan uzak olduğu için bu derece önemli bir özellik arz etmektedir. Üstelik
bu, dua edenin büyüklüğüne ve yüceliğine delâlet eder. Çünkü bu davranışı, onu,
kıskançlık ve hırs gibi kötü huylardan uzaklaştırı ve “Sizden biri kendisi için istediğini müslüman kardeşi için de
istemedikçe kâmil imana sahib olmuş olmaz” hadisindeki yüce duyguyu
gerçekleştirir, müslümanı fedakârlığa ulaştırır.
2478- Safvân
b. Abdullah'tan rivayet edilmiştir:
“Şam'a gelmiştim.
Ebû'd-Derda'nın evinde vardım. Fakat onu evde bulamadım. Evde, hanımı Ümmü
Derdâ'yı buldum. Ümmü Derdâ, bana:
“Bu sene haccetmek mi istiyorsun?”
diye sordu. Ben de:
“Evet, İstiyorum!” dedim.
Ümmü Derdâ' der ki:
Öyleyse Allah'a bizim
için hayır duasında bulun! Çünkü Peygamber (s.a.v.):
“Müslüman kişinin, din kardeşine gıyaben yaptığı duası
kabul olunur.
Dua eden kimsenin başında görevli bir melek vardır.
Kiş, din kardeşi için hayır duasında bulundukça, bu melek, o kimse için:
“Âmin! İşediğin o hayırın bir misli de sana olsun” diye dua
eder” buyurdu.
[968]
2479- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu Yüce Allah, yemeği yiyip sonra da bundan
dolayı Allah'a hamd eden yada suyu içip de bundan dolayı Allah'a hamd eden
kuldan hoşnut olur.”
[969]
2480- Ebu
Hureyrc (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi 'dua ettim, fakat duam kabul olunmadı'
diye acele etmedikçe duası kabul olunur.”
[970]
Açıklama:
Dua eden bir kimsenin
duasının karşılığı geciktiği veya başka bir şekilde tecelli ettiği zaman, “Dua
ettim, fakat kabul edilmedi” demesinde iki büyük hata vardır: Bunlar, yaptığı
duayı başa kakmak ve kabulünden ümitsizliğe düşmektir. Halbuki bu durum, kişiyi
küfre bilr götürebilir. Çünkü âyet-i kerimede;
“Allah'ın Rahmetinden ancak kâfirler güruhu ye'se
kapılır”
[971]
buyurulur.
İbn Battal'a göre;
hadiste prototipi çizilen kişinin halini açıklarken şunları söyler:
“O, usanıp duayı terk
eder ve duasını başa kakan kimse gibi olur. Ya da kabule lâyık bir dua yapar da
karşılık vermekten âciz olmayan ve ihsanı kendisinden hiç bir şey
noksanlaştırrnayan Yüce Allah'ı cimri zanneder.”
Hadis; duanın kabul
edilmesini, acele etmeme şartına bağlamaktadır. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de;
“Bana dua ediniz, kabul edeyim”
[972]ve
“Bana dua ettiği zaman dua edenin duasını kabul
ederim”
[973] buyurulmaktadır.
Bu âyetler, herhangi bir şarta bağlamadan dua eden kimsenin duasının kabul
edileceğini bildirmektedir. Bu durumda duanın kabul edilmesi için acele
etmemenin şart olduğunu bildiren hadis ile âyetler arasında bir tezat olduğu
görünümü ortaya çıksada gerçekte böyle bir zıtlık sözkonusu değildir. Çünkü
âyetlerin hükmü, hadisin içeriğiyle kayıtlıdır. Ayrıca duanın kabulü bir kaç
şekilde olur. Bunlar:
1-
İstenilenin aynının istenildiği vakitte verilmesi.
2- Allah'ın,
istenilen şeye karşılık olarak bir kötülüğü uzaklaştırması veya İstenilenden
daha iyisini vermesi.
3- Allah'ın
bilip kulun bilmediği bir hikmetten dolayı duanın kabulünün geciktirilmesi.
4- Duaların
kıyamet günü için biriktirilmesi. Çünkü dua eden kimse, o günde her zamankinden
daha çok sevaba muhtaçtır.
Görüldüğü gibi geç de
olsa veya başka türlü tecelli ederek de olsa, kulun yaptığı dualar mutlaka
kabul edilecektir.
İbnu'l-Cevzi konuyla ilgili
olarak şöyle der:
“Mümin kimsenin duası,
asla geri çevrilmez. Ancak bazen duanın kabulünün gecikmesi veya istenilen
şeyin, hemen veya gecikerek daha önemli bir karşılığının verilmesi daha
faziletli olabilir. O halde müminin görevi, Rabbinden istemeyi kesmemektir.
Çünkü kul, herşeyi Allah'a teslim ve havale ettiğinde olduğu gibi, duasında da
kulluk göstermiştir.”
2481- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.):
“Bir günaha yada bir akrabalık bağını koparmaya dua
etmediği, duasının gerçekleşmesinde isti'cal davranmadığı müddetçe kulun duası
kabul olunmakta devam eder” buyurdu.
Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
İsti'cal nedir?” diye soruldu. Resulullah (s.a.v.):
“Kul, defalarca Rabbime dua ettim, dua ettim. Fakat
Rabbimin duamı kabul ettiğini görmüyorum” deyip bundan dolayı bıkıp usanır ve
dua etmeyi bırakır. İşte bu, isti'caldir” buyurdu.
[974]
Açıklama:
Rikak kelimesi, “Rakîk”
kelimesinin çoğuludur. Rakîk ise ince kalpli, nazik, merhametli anlamındadır.
Burada gelecek olan hadisler, kalbin rikkat ve merhametinden bahsettikleri için
bu isim altında toplanmışlardır.
Bu bölüm, Müslim'in
bazı nüshalannda müstakil bir bölüm olarak değerlendirilmiştir. Fakat bizim
esas aldığımız Müslüm nüshasında bu bölüm, Zikr, Dua ve Tevbe Bölümü'nün bir
devamı niteliğindedir. Dolayısıyla buradaki bablar, bir önceki bölümün devamı
durumundadır.
2482- Üsâme
b. Zeyd (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cennetin kapısının önünde durdum. Bir de baktım ki,
cennete girenlerin çoğu fakir kimselerdi. Mal sahibi zenginler ise cennet
kapısının önünde yada Araf'ta hesap vermek için hapsolunmuşlardı. Yalnız
cehennemlik olanlar hariç. Çünkü bunlar, cehenneme götürülmeye
emrolunmuşlardı. Bir de cehennemin kapısında durdum. Bir de baktım ki,
çoğunlukla oraya girenler kadınlardı.”
[975]
Açıklama:
Cennet halkının
çoğunun fakirlerden oluşmasının nedeni; kişiyi, bir çok masiyetleri işlemeye
sevk eden şey maldır, malın verdiği azgınlıktır. Dünya hayatında şerre vesile
olan mâldan mahrum fakider ise, çoğunluğu oluşturduğundan dolayı dünyâda, dinî
görevlerini bağlı fakirlerin cennette çoğunluğu teşkil etmeleri tabiîdir.
Resulullah (s.a.v.j'in
fakirlikten Allah'a sığınmasına gelince, bu fakirliğin kendisinden değil,
fakirliğin zaman zaman meydana getirdiği fitne ve fesattan sığınmadır. Nitekim
Resulullah aynı zamanda zenginliğin meydana getirdiği fitne ve fesattan da
Allah'a sığınmıştır. Dolayısıyla fakirlik ve zenginliğin iyi ve fena olması
insan hayatındaki iyi ve fena etkiye bağlı bir durumdur.)
2483- Üsâme
b. Zeyd (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Benden sonra geride erkeklere kadınlardan daha
zararlı bir fitne bırakmadım.”
[976]
Açıklama:
Kadınların erkekler
için en zararlı fitne olması durumunu; bâzı ilim adamları, kötü huyiu kadınlara
tahsis etmişlerdir. Bilindiği gibi fitne, imtihan mânâsına da gelir. Kadınlar
erkeklerin günaha girip girmemeleri bakımından da bir imtihan çeşididir. Bu
hüküm, eş durumunda-kileri ve diğerlerini de kapsamaktadır.
İffetli, namuslu,
dürüst, kanaatkar, ibâdetine düşkün, kocasına itaatkâr kadın; kocasının günâha
girmesine sebep olması şöyle dursun, bilâkis onu birçok günahlardan uzak
tutabilir. Sayılan özelliklerin ve benzeri faziletlerin aksi karekterde olan
kadınlar ise kocaları için gerçekten felâket ve günâha girmenin en uygun aracı
sayılır. Toplumda kocasına husûmet besleyen, yemeğine zehir katan, öldürmeye
girişen, malına, ırzına, namusuna hıyanet eden, haram kazanca zorlayan, dinî
görevlerini engelleyen ve böylece cehenneme sürükleyen kadınlara rastlanır.
Erkeklerden de böyle
olanlar bulunur. Başka bir hadiste ise erkeklerin de kadınlar için bir fitne
mâhiyetinde olduğu belirtilmiştir.
2484- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) Şöyle
buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki dünya tatlı ve hoştur. Doğrusu Allah,
sizi dünyaya halife kılmıştır. Ama ne yapacaksınız diye bakar. Şimdi dünyadan
sakının! Kadınlardan da sakının! Çünkü israil oğullarının ilk fitnesi,
kadınlardan dolayı olmuştur.”
[977]
Açıklama:
İnsanda fıtri ve
vazgeçilmez duygulardan biri de; dünya sevgisidir. İnsan kendini dünya
sevgisinin galebesine bıraktverirse, ahireti unutmaya ve terk etmeye götüren
aşırılıklara, dünyevi arzuların peşine, suistimallaere ve haramlara düşürebilir.
Her devirde görülen aşırı kazanç çılgınlıkları, bundan meydana gelen binbir
çeşit hileler, skandallar, sahtekarlıklar, ölmeler, öldürmeler hep İslamın
sınırlamaya çalıştığı dünya sevgisidir.
İslam dini, dünyaya
bakış açısında bir denge getirmektedir. Bu dengeye göre; ahireti
unutturmayacak, ibadetten alıkoymayacak, kısacası; Allah ve Resulünden
alıkoymayacak ölçüde dünyalık talebine izin vermektedir.
Güçlü müslümanın,
zayıf müslümana nazaran Allah'a daha sevgili olduğunu ve veren elin, alan eiden
üstün olduğunu belirten İslam dini, dünyanın tamamen terk edilmesi taraftarı
değildir. Çünkü dünya, müslümanın hayatını sürdürdüğü, kendisini ahirete hazırladığı,
kulluk görevini yerine getirdiği, kazanç elde ettiği bir yerdir. İslam dini;
dünyayı, ne tamamen terk edilmesi gerektiğini ve ne de dünyaya tamamen
sarılması gerektiğini ifade etmektedir.
Burada bütün
kadınların kötü olduğu ile ilgili bir ifade anlatılmamaktadır. Kadınların
şerlileri olduğu, dolayısıyla da burada kadınlann şerlilerinden sakınılması
gerektiği belirtilmektedir.
2485-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir zamanlar üç kişi
yolda giderlerken kendilerini yağmur tutmuş ve dağda bir mağaraya
sığınmışlardı. Derken bunlar mağaraya girince mağaranın ağzına dağdan bir büyük
bir kaya düşüp onlar içerideyken mağaranın kapısını kapattı. Bunun üzerine bu
üç kimse, birbirlerine:
Hayatınızda sırf Allah rızası için işlediğiniz
bir takım salih amelleri düşünüp bakın, sonra da bu ameller vasıtasıyla Allah'a
dua edin. Ola ki, Allah bu kayayı üzerinizden açar” dediler. İçlerinden biri:
“Allah’ın! Benim yaşlı
ihtiyar anne-babamla, bir hanımım ve bir de küçük çocuğum vardı. Onlara iyi
bakardım. Hayvanlarımı onların yanlarına getirdiğim zaman süt sağar, önce
annemle babamdan başlayarak çocuklarımdan
önce onlara süt içirirdim. Günlerden bir gün ağaçlar beni uzaklara götürmüştü.
Akşam oluncaya kadar ailemin yanına gelememiştim. Geldiğimde annemle babamı
uyumuş halde buldum. Her gün sağmakta olduğum gibi sütleri sağıp içerisinde süt
olan bu kabı getirdim ve onları uykularından uyandırmayı istemeyerek onların
başları ucunda durdum. Onlardan önce çocuklara süt içirmeyi istemiyordum.
Halbuki çocuklar ayaklarımın dibinde açlıktan dolayı bağrışıyorlardı Benim ve
çocukların hâli, bu eksende olmak üzere şafak doğuncaya kadar devam etti.
“Eğer bunu senîn nzanı
dileyerek yaptığım biliyorsan, bu kayadan bize bir miktarını arala da, oradan
gökyüzünü görelim” dedi.
Bunun üzerine Allah,
kayanın bir miktannı aralamış ve oradan gök yüzünü görmüşler. Diğeri:
“Allah’ın! Benim
amcamın bir kızı vardı. Ben onu erkeklerin kadınları sevmekte oldukları
sevginin en son derecesiyle sevmiştim. Ondan nefsini talep ettim. Ama o,
kendisine yüz altın getirmedikçe bunu kabul etmedi. Ben bu parayı kazanmak için
çalışıp yoruldum. Nihayet yüz altını topladım ve onu amcamın kızma götürdüm. iki
bacağının arasına oturduğum zaman:
“Ey Allah'ın kulu!
Allah'tan kork! Bu bekarlık mührünü, sadece evlenmek suretiyle gerçekleşen hak
yoldan başka bir şekilde açma” dedi. Bunun üzerine onun üzerinden kalktım. Eğer
bunu senin rızanı dileyerek yaptığımı biliyorsan, bu kayanın bir kısmını bize
biraza daha aç” dedi.
Bunun üzerine Allah,
onlar için kayanın bir miktarını daha açtı. Ötekisi:
“Allah’ın! Ben bir
ölçek pirinç karşılığında bir işçi tutmuştum. İşini bitirdiği zaman: “Bana
hakkımı ver!” dedi. Ben de ona hakkı olan üç sa' olan ölçeğini verdim. O da
bunu kabul etmedi. Sonra çekip gitti. Ben o işçiye vermek istediğim pirinci
ekmeye devam ettim. Nihayet o pirincin geliriyle çobanlarıyla birlikte bir sürü
sığır elde ettim. Derken o işçi günün birinde yanıma geldi. Bana:
“Allah'tan kork! Benim
şu hakkıma zulmetme!” dedi. Ben de:
“Çobanlarıyla birlikte
şu sığırlara git, onları al!” dedim. Bu defa da o işçi, bana:
“Allah'tan kork!
Benimle alay etme!” dedi. Ben de:
“Ben, seninle alay
etmiyorum. Bu sığırları çobanlarıyla birlikle al!” dedim.
“Bunun üzerine o işçi
onları alıp götürdü. Eğer bunu senin rızanı talep için yaptığımı biliyorsan,
bize kayanın kalan kısmını da aç!” dedi.
Bunun üzerine Allah,
kayanın kalan kısmını da açtı.”
[978]
Açıklama:
Bu hadis, insanın
kederli ve sıkıntılı halinde yağmur duası diğer durumlarda Allah rızası için
işlemiş olduğu salih amelini aracı kılarak Allah'a yalvarmasının ve böylece
Allah'a yaklaşmaya çalışmasının müstehab olduğunu göstermektedir.
Sözlükte; rücu etmek,
geri dönmek, pişman olmak, nedamet duymak, yaptığı günahı bırakıp Cenab-ı
Hakk'a yönelmek. Asıl anlamı geri dönmektir. Yüce Allah'ın bir ismi, bir sıfatı
olarak “Et-Tevvâb” ise itaata yönelerek Allah'a dönen kişinin istediği
bağışlanmayı kabul edip o tevbekâr kulunu huzuruna alan ve onu affeden
anlamındadır. Bu itibarla tevbe, kul hakkında günahlardan dönmeyi, yüce
Rabb'imiz hakkında da cezalandırmaktan dönmeyi ifade eder, yani kul Rabb'ine
döner, Rabb'i de onun bu yönelişini kabul eder ve onu cezalandırmaktan
vazgeçer.
İslâm'da tevbe; birisi
Allah, diğeri kul yönünden iki farklı anlam taşır. Allah yönünden tevbe,
yapılan kötülüğü, işlenen günahı veya kabahati affedip bağışlamaktır. Kul
yönünden, yaptığının kabahat veya günah olduğunu bilip, onu bırakıp terk ederek
Allah'a dönmek, yani O'nun emirlerine uymak ve yasak ettiği şeylerden kaçınmak suretiyle
Allah'a sığınarak O'ndan affetmesini, bağışlamasını dilemek, yaptıklanndan
pişman olduğunu da belirterek yalnız O'na yalvarmak demektir. Çünkü tevbe,
yaptığı İşin günah olduğunu, kusur veya kabahat olduğunu, suç işlediğini kabul
etmekle başlar. İşte bu anlamda tevbe, bir ibadet olarak da sadece yüce
Rabb'imize tahsis edilmelidir.
Hâl böyle olunca,
şartlarına uygun olan bir tevbe, aynı zamanda Allah için yapılmış bir
ibadettir. Böyle olduğu için de kabule şayan olması gerekir, Nasıl ki,
şartlarına uygun olarak yapılan ibadetlerin kabulü hususunda tereddüde
düşmüyorsak, şartlanna uygun bir tevbenin kabulü için de tereddüt
gösterilmemesi gerekir.
Öyleyse Allah'a imân
etmiş kişiler, bilerek veya bilmeyerek günah işledikleri zaman hemen Allah'a
yönelip tevbe etmekten çekinmemelidirler. Çünkü ilgili ayet ve hadislerden anladığımıza
göre; Yüce Allah samimiyetle ve şartlanna uygun olarak yapılan tevbeleri kabul
eder, kullarını bağışlar. Aynca, günahları bırakıp kendisine yönelenleri sever,
zira günahkârlar için yüce Allah'ın rahmet, mağrifet ve kereminden başka bir
sığmak yoktur. Bu bakımdan inananların tevbe etmekten korkmamaları, yaptıklan
büyük veya küçük günahları için ne zaman olursa olsun, geciktirmeden hemen
Rab'lerine yalvarmaları, Allah'a olan bu inançlarının gereği olmalıdır.
Günah işler işlemez
hemen tevbenin gerekli olduğunda şüphe yoktur; çünkü Allah'ın emir ve
yasaklarına karşı itaatsizlik ederek isyan etmenin azda olsa, imânı sarsacağı
açıktır. Öyleyse, tevbenin de günah işledikten hemen sonra yapılması gerekir.
Zira bu suretle yüce Allah'ı hemen hatırlayan kimse, bu vesileyle imânına
dönmüş ve onu kuvvetlendirme gayretine girişmiş olur. Nitekim Yüce Rabb'imiz;
“Onlar fena birşey yaptıklarında veya kendilerine
zulmettiklerinde Allah'ı anarlar, günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları
Allah'tan başka bağışlayan kim vardır. Onlar yaptıklarında bile bile direnmezler”
[979] ve
“Kim tövbe edip güzel, yararlı işler işlerse, şüphesiz
o, Allah'a gereği gibi yönelip tövbe etmiş olur”
[980] buyurmaktadır.
Günahın hemen akabinde
tevbe edip ısrar etmemenin zorunlu olmasındaki fayda ve hikmetlere gelince; bir
defa, günahlara dalarak yüce Yaradanım unutmuş olan kul, tevbe etmekle Allah'ın
hatırlamış ve O'nun emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınmayı zorunlu
bir vazife bilerek, bu şuur İçerisinde Allah'a olan inancını yeniden
kuvvetlendirmek suretiyle, bu inancının gereği oian iş ve davramşlan da yerine
getirmeye başlamıştır.
ikinci olarak, bu kul,
İşlemiş olduğu günahlarına bakarak, “Ben Allah'ın kötü kulu oldum”
düşüncesiyle ümitsizliğe kapılarak daha fazla günah İşlemekten kurtulur, bu
yeni ümit ve inançla Rabb'ine daha fazla bağlanıp yaklaşarak emirlerini yerine
getirmeye ve yasak ettiklerinden kaçınmaya son derece gayret gösterir. Çünkü
insanoğlu geleceğe dönük olan ümit ve hayalleriyle hayatını devam
ettirmektedir. Bu ümit ve hayalleri yıkılmış bir insanın, dünyanın çeşitli
dertleri ve zorluklan altında hayatını sürdürmesi gittikçe zorlaştığı için, ya
devamlı olarak başkalarına zararlı olmakta veya kendi canına kıymaktadır.
Pekâlâ bilinir ki, insanları hayata bağlayan unsurlann başında ümit ve inanç
gelmektedir.
İşte tevbe eden kişi
yitirdiği bu ümii ve inancını yeniden kazanarak hayata bağlamakta ve
yaşayışında ortaya çıkan acı ve tatlı durumlara katlanma konusunda yerine göre
sabredip, yerine göre mutlu olmasını başarabilmekte ve başkalarına da her
bakımdan faydalı olmaya çalışmaktadır. Nitekim yüce Rabb'imiz bu hususu şöyle
müjdelemektedir: "Onların hareketlerinin karşılığı Rab'lerinden
bağışlanma ve içlerinde ırmaklar akan, temelli kalacakları Cennetlerdir. Böyle
yapıp davrananların mükafatı ne güzeldir.
[981]
2486-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yüce Allah:
“Ben, kulumun benim hakkımdaki zannı ne ise ben (o
zannın) yanındayım. Kulum Beni her nerede anarsa Ben onunla beraberim. Allah
adıma yemin ederim ki, Allah, kulunun tevbesiyle herhangi birinizin çölde
kaybettiği devesini bulurken duyduğu sevincinden muhakkak daha fazla sevinçli
olur. Bana bir karış yaklaşana Ben bir arşın yaklaşanın Bana bir arşın
yaklaşana Ben bir kulaç yaklaşırım. Kulum bana yürüyerek geldiği zaman Ben ona
koşarak gelirim” buyurdu.
[982]
2487- Haris
b. Süveyd'den rivayet edilmiştir:
“Ben, Abdullah İbn
Mes'ud'u hasta bulunduğu sırada onu ziyarete üzere yanına girmiştim. Bize, biri
kendisinden ve diğeri de Resulullah (s.a.v.)'den olmak üzere iki hadis rivayet
edip dedi ki: Ben, Resulullah (s.a.v.)'i şöyle buyururken işittim:
“Allah, mümin kulunun tevbe etmesine; çorak, tehlike
korkusu olan bir yerde, beraberinde devesi olan, yiyeceği ve içeceği devesinin
üzerinde olduğu halde uyuyan, uyandığında deveyi gitmiş bulan ve onu aramaya
giden, nihayet kendisine susuzluk erişen, sonra kendi kendine: “Bulunduğum
yerime geri döneyim de, ölünceye kadar orada yatayım” diyen ve başını ölmek
için dirseğinin üzerine koyan, sonra uyanarak devesini üzerindeki azığı
yiyeceği ve içeceği ile yanında bulan bir adamdan, evet Allah o mü'min kulunun
tev-besine, bu adamın devesi ile azığına sevinmesinden daha çok sevinir.”
[983]
2488-
Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah'ın, kulunun tevbesîne sevinmesi; sizden
birisinin çölde kaybettiği devesini, uyandığı zaman bulduğundaki sevincinden
daha çoktur.”
[984]
2489. Ebu
Eyyûb (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ebu Eyyûb, kendisine
ölüm yaklaştığı zaman: 'Ben, Resulullah (s.a.v.)'den işitmiş olduğum bir şeyi
sizden gizlemiştim. Resulullah (s.a.v.)'i;
“Eğer sizler günah işler kimseler olmasaydınız, Allah
günah işleyecek bir topluluk yaratır, sonra da işlemiş oldukları günahlardan
tevbe etmeleri sebebiyle onları bağışlardı” buyururken işittim.
[985]
2490- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer
sizler günah işleme-seydiniz, Allah muhakkak sizleri giderir, fertleri günah
işleyip Allah'tan bağışlanma dileyecek ve Allah'ın da onları mağfiret edeceği
bir topluluk getirirdi.”
[986]
2491-
Peygamber (s.a.v.)'in vahiy katiplerinden olan Hanzala el-Useyyidî (r.a)'dan
rivayet edilmiştir:
“Bana, Ebu Bekr
rastlamıştı. Bana:
“Ey Hanzala! Nasılsın?” diye sordu. Ben de:
“Hanzala münafık oldu!”
dedim. Ebu Bekr:
“Subhânallah! Sen ne
söylüyorsun?” dedi. Ben:
“Resulullah (s.a.v.)'in
yanında bulunuyoruz. Bize cenneti, cehennemi hatırlatıyor, hatta onları
gözle görmüş gibi oluyoruz. Resulullah (s.a.v.)’in yanından çıktıktan
sonra ise eşlerle, çocuklarla, arazilerle ve günlük ticari işlerle meşgul
oluyoruz. Bu sebeple bir çok şeyi unutuyoruz” dedim. Ebu Bekr:
“Vallahi, biz de
muhakkak senin bu karşılaştığın işlerin benzerleriyle karşılaşıyoruz” dedi.
Bunun üzerine Ebû Bekr
ve ben yürüdük ve Resulullah (s.a.v.)'in yanına girdik. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Hanzala münafık oldu!” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Ne oldu?”
diye sordu. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Senin yanında bulunuyoruz. Bize cenneti ve cehennemi hatırlatıyorsun. O derece
ki, onları gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Senin yanından çıktığımız zaman
eşlerle, çocuklarla, arazilerle (ve günlük ticari işlerle) meşgul oluyoruz. Bu
sebeple de bir çok şeyi unutuyoruz” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz,
benim yanımda bulunduğunuz hal üzere ve zikretmeye devam ederseniz, melekler;
döşeklerinizin üzerinde ve yollarınızın üzerinde sizlerle musafaha
ederler/tokalaşırlar. Fakat ey Hanzala! Bazı zaman şöyle, bazı zaman böyle” buyurdu.
Resulullah (s.a.v.) bu
sözünü üç defa tekrarladı.”
[987]
Açıklama:
Hanzala'nın: “Ben
münafık oldum” sözünü söylemesinin sebebi ve mânâsı şöyledir: Hanzala,
Resulullah (s.a.v.)'in meclisinde ve sohbetinde bulunduğu zaman, Allah korkusu,
âhiret kaygısı, Allah zikri, murakabe ve tefekkür gibi dini ve mânevi işlere
tamamen yönelip dünyayı, çoluk çocuğu unutmuş durumda idi. Sonra huzurdan
ayrılıp aile fertlerinin yanına gelince bu defa dünya işleriyle meşgul oldu.
Hâlindeki bu değişikliğin bir tür münafıklık sayılmasından korktuğu için bu
sözü söylemiş ve nihayet durumu Resulullah (s.a.v.)'e arz etmiş, Resulullah (s.a.v.)'de
bu hâl değişikliğinin münafıklık sayılmadığını, müminlerin devamlı surette din işiyle
uğraşıp dünya işlerini tamamen bırakmakla mükellef olmadıklarını ve bâzı
zamanlarda din işiyle, diğer bâzı zamanlarda dünya işleriyle meşgul olmalarının
tabii olduğunu bildirmiştir.
Meleklerin, müminlerle
yatakların üstünde veya yollarda musafaha/tokalaşmasından maksat; aleni ve göz
göre göre tokalaşmalarıdır. Çünkü meleklerin zikir ehli ile tokalaştığı
sabittir. Ancak zikir ile meşgul olanlar bu tokalaşmayı gözle görmezler. Bu
itibarla hadisteki tokalaşma aleni olan tokalaşmadır denilmiştir.
Resulullah (s.a.v.)’in
“Bazı zaman böyle ve bazı zaman da şöyle”
buyruğunun mânâsı şudur: Yâni adam, bâzı zamanlarda Allah'ı anmakla ve diğer
bâzı zamanlarda Allah'ı anmayıp dünya işleriyle meşgul olmakla münafık
sayılmaz. Allah'ı andığınız zamanda kulluk görevinizi yerine getirirsiniz.
Allah'ı anmayı gevşettiğiniz vakitlerde meşru olmak kaydı ile nefsi
arzularınızı ve dünya işlerinizi görürsünüz.
2492- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah mahlukatı yarattığı zaman ve onların mukadderatını
belirlediği zaman kendi nezdinde Arş'in üstünde bulunan kitabına:
“Muhakkak ki Benim rahmetim gazabımı geçmiştir” diye yazdı.
[988]
Açıklama:
Bilindiği gibi rahmet,
sevabın kula ulaştırılması demektir. Gadab ise, kulun haketmesi sonucu, Yüce
Allah tarafından cezalandırılması anlamına gelir.
Allah'ın rızâsı ve
gadabı irâde sıfatıyla ilgilidir. İtaatkâr kuluna sevap vermek dilerse, buna
rızâ, âsi kuluna azab vermek dilerse, buna da gadab denilir. Rahmetin öncelik
ve üstünlüğünden maksat, onun çokluğu ve yaygınlığıdır. Bu demektir ki, Yüce
Allah'ın kullan hakkında hayır, nimet ve sevab verme irâdesi; intikam ve
azabetme irâdesinden daha çok ve yaygındır. Bu mânayı bazı ilim adamları “Rahmet,
Allah Teâ/a'nın zâtının gereğidir, gadah ise, kulun kusuruna bağlıdır” diye
açıklamışlardır. Nitekim Yüce Allah, rahmet etmeyi kendi zatına farz
kılmıştır.
[989]
2493- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Allah rahmeti yüz parça yaratmış; doksan dokuzunu
kendi nezdinde tutmuş, yeryüzüne de geriye kalan bir parçasını indirmiştir.
İşte mahlukat, bu parçadan dolayı birbirlerine merhamet ederler. Hatta hayvan,
yavrusunu emzirirken üzerine basarım endişesiyle ayağını yavrusundan yukarı
kaldırır” buyururken işittim.”
[990]
Açıklama:
Yeryüzünde varlıklar
arasında gördüğümüz şefkat ve merhamet dolu davranışlar, Yüce Allah'ın sonsuz
rahmetinin çok küçük bir bölümünün, yüzde birinin eseri olduğu anlaşılmaktadır.
O'nun sınırsız rahmetinin böyle yüz parçaya bölünmüş olduğunun Hz. Peygamber (s.a.v.)
tarafından bildirilmesi, bize, konuya ait bir fikir verebilmek içindir. Yüzde
biri, yeryüzündeki bütün şefkat, sevgi ve merhamet, olay ve davranışların
kaynağı ise, yüzde yüzünün tecellisinin nasıl bir ortam meydana getireceğini
şöyle bir düşünmek ve tabiî umutlanıp sevinmek, ümitsizliğe asla düşmemek
gerekir. Çünkü hadis, bu ifade tarzıyla, Allah'ın rahmetine sınır
çizilemeyeceğinî ortaya koymaktadır. Dolayısıyla dünyada paylaşılan yüzde bir
rahmetin yüzde yüzüyle ahirette karşılaşma imkanı insan için gerçekten büyük
ümit kaynağı ve güvencedir.
2494- Hz.
Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Resulullah (s.a.v.)'e
Hevazin kabilesinden esirler gelmişti. Bunların içerisinde çocuğunu kaybetmiş
emzikli bir kadın vardı ki o çocuğunu arıyordu. Kadir, esirler arasında çocuğu
bulunca hemen onu alıp bağnna bastı ve emzirmeye başladı. Resulullah (s.a.v.), bu
merhamet dolu olayı görünce, bize:
“Şu kadının, kendi çocuğunu ateşe atacağını düşünür
müsünüz?” buyurdu. Biz de:
“Hayır, vallahi,
atmamaya gücü yettiği müddetçe atmaz” dedik. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“İşte muhakkak kî Yüce Allah, kullarına bu kadının
çocuğuna olan şefkatinden daha merhametlidir” buyurdu.”
2495- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
"Eğer mümin kul,
Allah katındaki azabın derecesini bilmiş olsaydı, hiçkimse cenneti aklından
geçirmezdi. Eğer kafir de, Allah katındaki rahmeti bilmiş olsaydı hiç kimse cennetten
ümitsiz olmazdı.[991]
2496- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiöinp göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Hiç iyilik yapmamış
bir adam, kendi ailesine:
“Bu vücûdum öldüğü zaman onu yakın. Sonra külünün
yarısını rüzgarla tozutmak suretiyle karaya ve diğer yarısını da denize dökün!
Vallahi, eğer Allah onu ele geçirmeye gücü yeterse onu muhakkak alemlerden hiç
kimseye uygulamayacağı bir azabla azablandıraçaktır” dedi.
Bunun üzerine bu kimse
öldüğü zaman onun emrettiğini yaptılar.
“Allah da karaya
emretti, kara derhal kendisinde bulunan kül zerreciklerini topladı. Allah'a
denize emretti, deniz derhal kendisine bulunan külün zerrelerini topladı. Sonra
Allah, o kimseye:
“Bunu niçin yaptın?” diye sordu. Adam:
“Senden korktuğumdan
dolayı ey Rabbim! Sen en iyi bilensin!” dedi. Bunun üzerine Allah, o kimseyi
bağışladı.
[992]
2497- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kadın, bir kedi yüzünden cehenneme girdi. Kadın o
kediyi bağlamış, açlıktan ölünceye kadar ona ne yiyecek vermişti ve ne de
yeryüzündeki haşerelerden yemesi için salıvermişti.”[993]
2498- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden önceki ümmetlerin içerisinde yaşayan bir kimse
vardı. Allah ona mal ve evlat vermişti. Bu kimse, öleceği zaman çocuğuna:
“Benim size emredeğim şu şeyi kesinlikle yapacaksınız,
yoksa mirasımı kesinlikle sizden başkalarına veririm: Öldüğüm zaman beni yakın.
Sonra da beni öğütüp toz yapın. Tozumu da rüzgara verip uçurun. Çünkü ben,
Allah katında sevabına nait olacağım hiçbir hayır işleyip biriktirmedim.
Şüphesiz ki Allah beni azab etmeye kadirdir' deyip çocuklarından söz aldı.
Onlar da, Rabbim hakkı için, kendisine bunu yaptılar. Bunun üzerine Allah, o
kimsey ilahi huzura çekip:
“Seni bu yaptığına sevkeden şey nedir?” diye sordu. O
da:
“Sana olan korkumdur!” diye cevap verdi. Allah:
“Kusuru/elden kaçan fırsatı, Allah korkusundan başka
bir şey telafi edemez” buyurdu.[994]
2499- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Yüce Rabbinden rivayet ederek şöyle buyurdu:
“Bir kul, bir günah işledi. Sonra da:
“Allahını! Günahımı bağışla!” dedi. Yüce Allah:
“Kulum bir günah işledi, fakat kendisinin günahını
bağışlayacak ve İşlediği günahtan dolayı cezalandıracak bir Rabbi olduğunu
bildi” buyurdu.
“Sonra kul tekrar dönüp günah işledi. Sonra da:
“Rabbim! Günahımı bağışla!” dedi. Yüce Allah yine:
“Kulum bir günah işledi, fakat kendisinin günahını
bağışlayacak ve işlediği günahtan dolayı cezalandıracak bir Rabbi olduğunu
bildi” buyurdu.
“Sonra kul tekrar dönüp yine günah işledi. Sonra da:
“Rabbim! Günahımı bağışla!” dedi. Yüce Allah yine:
“Kulum bir günah işledi, fakat kendisinin günahını
bağışlayacak ve işlediği günahtan dolayı cezalandıracak bir Rabbi olduğunu
bildi. Sen istediğini yap, Ben seni bağışladım” buyurdu.”[995]
Açıklama:
Burada kul, günaha
düştükten sonra mazeretler arayıp bu günahı ben şundan dolayı İşledim türü
gerekçeler ve bahaneler öne sürmeden hatasını itiraf etmiş, Allah'tan da
bağışlanma dilemiştir.
2500- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu Allah, gündüzün günah işleyenin tevbesini
kabul etmek için geceleyin elini açar. Geceleyin günah işleyenin tevbesini
kabul etmek için de gündüzün elini açar. Bu durum, ta güneş battığı yerden
doğuncaya kadar devam eder.”
[996]
2501-
Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Allah'tan daha fazla kıskanan hiç kimse yoktur. Bunun
için kötülüklerin açığını da gizlisini de yasaklamıştır. Allah'a övmekten daha
fazla sevimli olan hiçbir şey yoktur. Bunun için Allah, kendisini övmüştür.”
[997]
2502- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu Allah kıskanır. Mümin de kıskanır. Allah'ın
kıskanması, mümin kimsenin Allah'ın haram kıldığı şeyi işlemesidir.”
[998]
Açıklama:
Allah'ın kıskanması;
bir şeyi mümin kuluna men etmesi ve haram kılmasıdır.
Nevevî bu konuda şöyle
der: "Bunun hakikati, kuliar için maslahat olmasıdır. Çünkü kullar,
Allah'a övgüde bulunurlar. O da, onlara sevab verir. Bu suretle de bundan
kullar faydalanırlar. Yüce Allah ise bütün alemlerden ganîdir. O'na kullann övgüde
bulunması kendisine bir katkı sağlamadığı gibi, övgüyü terk etmeleri de O'na
bir zarar vermez.
[999]
2503- Esma
bint. Ebi Bekr (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'i:
“Yüce Allah'tan daha kıskanç hiçbir şey yoktur” buyururken işittim.
[1000]
2504-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir kimse, mahremi
olmayan bir kadından bir öpücük almıştı. Derken bu kimse, Peygamber (s.a.v.)'e
gelip bu olayı ona anlattı. Bunun üzerine,
“Gündüzün iki tarafında sabah, akşam ve gecenin
gündüze yakın saatlerinde namaz kıl! Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu,
algılaması olanlar için bir öğüttür”
[1001]
ayeti indi. Öpücük alan adam:
“Ey Allah'm resulü!
Bu, sadece bana mı mahsus?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Ümmetimden bununla amel eden herkes içindir!” buyurdu.
[1002]
2505- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Peygamber (s.a.v.)'in
yanına gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben, ceza gerektirecek bir suç işledim. Dolayısıyla o cezayı bana uygula!”
dedi.
Enes der ki:
“Bu sırada namaz vakti
gelmişti. Bu kimse, Resulullah (s.a.v.)'le birlikte namaz kıldı. Namaz
bitince, bu kimse yine:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben, ceza gerektirecek bir suç işledim. Dolayısıyla hakkımda Allah'ın
kitabında emrettiği cezayı bana uygula!” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Sen, bizimle birlikte namazda hazır bulundun mu?” diye sordu. Adam:
“Evet, bulundum” diye
cevap verdi. Resulullah (s.a.v.):
“İşlemiş olduğun suçun bağışlandı!” buyurdu.
[1003]
Açıklama: Bazı
alimler, bu olayın, şer'i cezalardan önce gerçekleştiğini belirtirken, bazıları
da adamın suçunu detaylı bir şekilde anlatmadığı için kendisine had cezası
vurulmadığını söylemişlerdir.
Bazı alimler ise bu
gelen kimsenin İşlemiş olduğu günahın büyük günah değil de küçük günah
olduğunu, çünkü büyük günahın namaz kılmakla düşmeyeceğini belirtmişlerdir.
Dolayısıyla da kılmış olduğu namaz, onun için bir kefaret oİmuş oluyor.
2506- Ebu
Saîd cl-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sizden önceki
ümmetler içinde bir adam vardı ki, doksan dokuz kişi öldürmüştü. Bu adam,
yeryüzü halkının en âlim insanının kim olduğunu sordu. Ona, bir râhib
gösterildi. O da rahibe gelip kendisinin doksan dokuz kişi öldürdüğünü söyledi,
tevbesinin kabul edilip edilmeyeceğini sordu. Râhib:
“Hayır!” diye cevap
verdi. Adam onu da öldürdü ve bununla yüzü tamamladı. Sonra yeryüzü halkının en
âliminin kim olduğunu yine sordu. Ona âlim bir kimse gösterildi. Adam ona da giderek
kendisinin yüz kişi öldürdüğünü, tevbesinin kabul edilip edilmeyeceğini
arzetti. O:
“Evet, kabul edilir. Senin ile tevben araşma kim
girebilir? Filân yere git. Orada Allah'a ibâdet eden insanlar vardır. Onlarla
birlikte Allah'a ibâdet et! Memleketine dönme! Çünkü orası kötü yerdir” dedi.
Adam gitti. Yolun
yansına varınca eceli geldi. Bu sefer onun hakkında rahmet melekleri ile azab
melekleri münakaşa ettiler. Rahmet melekleri:
“Bu adam tevbe ederek
kalbiyle Allah'a yönelerek geldi” dediler. Azab melekleri ise:
“O hiç bir hayır
işlemedi” dediler.
Bunun üzerine
yanlarına insan suretinde bir melek geldi. Onu aralarında hakem yaptılar. O da:
“İki yerin arasını
ölçün! Hangi yere daha yakınsa bu adam
oralıdır” dedi. O yeri ölçtüler ve adamın gitmek istediği yere daha yakın
olduğunu buldular. Bunun üzerine ruhunu rahmet melekleri kabzetti.
[1004]
Açıklama:
İnsanların işlerine
bakmakla görevli melekl erin insanlar hakkındaki ictihadları değişik olabilir.
Çünkü meleklerin bir kısmı bir insanın âsüerden sayılması görüşünde İken, diğer
bir kısmı o insanın Allah'a itaat edenlerden sayılması kanâatına varabilirler.
Bu yüzden de melekler arasında bir ihtilâf çıkabilir. Allah yine bir melek
vasıtasıyla bu ihtilâfı giderir.
İnsanın günah
işlemesine çeşitli nedenlerle sebep olan çevreyi ve muhiti değiştirmek ve
iyiliklerin hâkim olduğu muhite geçmek uygundur.
Hadis, alim adamın
alim olmayıp ibâdete düşkün adamdan üstün olduğunu ifâde eder. Çünkü katilin
ilk baş vurduğu rahip alim olmadığı için tevbe etmenin bir yarar sağlayamayacağını
söyledi, ikinci adam ise âlim olduğu için katile, kimsenin onun tevbe etmesine
engel olamıyacağını ve tevbe etmenin yararlı olduğunu ifâade etti.
Kadı İyâz'a göre bu
hadis, tevbenin diğer günahlar için yararlı olduğu gibi katü günahına da
yararlı olduğuna delâlet eder. Bu hadis bizden önceki ümmetlerin şeriatını
açıklamakta ve bu tür delillere dayanınanın câizliği ihtilâf konusu ise de bu
hüküm ihtilâf konusu meselelerin dışında kalır. Çünkü bu hüküm hakkında
şeriatımızda da deliller mevcuttur. Bizim şeriatımızda da delil bulununca artık
ihtilâfa gerek kalmaz.
2507- Safvân
b. Muhriz'den rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Abdullah İbn
Ömer'e; necvâ/fısıldaşma hakkında Resulullah (s.a.v.)'i ne buyururken işittin?”
diye sordu. Abdullah İbn Ömer:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'i
şöyle buyururken işittim:
“Kul, kıyamet günü, Yüce Rabbine yaklaştırılır. Hatta
Allah onun üzerine rahmet kanadını/affını indirir ve ona gizlice bütün
günahlarını itiraf ettirir. Rabbi, kuluna:
“Şu günahını) biliyor musun?” diye soracak. Kul:
“Rabbim! O günahımı biliyorum!” diyecek. Yüce Allah:
“Onu dünyada sana örtbas etmiştim. İşte bugün de ona
sana bağışlıyorum!” buyuracak.
“Bunun üzerine iyiliklerinin sahifesi verilecek.
Kafirler ile münafıklara gelince, onlar mahlukatın huzurunda:
İşte bunlar, Allah karşı yalan söyleyen kimselerdir!”
diye seslenilecek.”
[1005]
Sır konuşmak,
fısıldaşmak anlamına gelir. Kıyamet gününde Yüce Allah'ın mümin kuluyîa sır
konuşması, yani ona günahlarını gizlice bildirmesi Allah'in kuluna olan ilahi
bir lütfüdur.
2508- Ka'b
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben Resulullah (s.a.v.)'in
yaptığı gazaların hiç birinden geri kalmadım. Sadece Tebûk gazası müstesna! Bir
de Bedir gazasında bulunmamıştım. Fakat Resulullah (s.a.v.) Bedir gazasınada
bulunmayan hiç kimseyi azarlamadı.
Resulullah (s.a.v.)
ile müslümanlar Bedir seferine cihad maksadıyla değil ancak Kureyş'in Şam'dan
gelen kervanını kastederek yola çıkmışlardı. Nihayet Allah, müslümanlar ile
düşmanlarını vakitsiz olarak yolda birleştirdi. Gerçekten Akabe gecesi
Resulullah (s.a.v.)'e Ensar cemaatı olarak İslâm'a yardım etmek üzere biat edip
söz verdiğimiz zaman ben de bunda hazır bulunmuştum. Her ne kadar benim için Bedir'de
hazır bulunmak, Akabe'de bulunmak derecesinde sevimli değildir.
Tebûk gazasında
Resulullah (s.a.v.)'den ayrıldığım zaman ki hikâyem şudur: Ben hiç bir zaman bu
gazada ondan ayrıldığım zamankinden daha kuvvetli ve daha zengin bulunmamıştım.
Vallahi, ondan önce iki yük devesini hiç bir zaman bir araya getirememiştim.
Nihayet bu gazada iki yük devesini bir araya getirdim. Resulullah (s.a.v.) bu
gazayı şiddetli bir sıcakta yaptı. Uzak bir sefere ve çöle gitti. Kalabalık düşman
karşısına çıktı ve gazalarının hazırlıklarını tutabilmeleri için yapacakları
işi müslümanlara açıkça bildirdi. Nereye götürmek istediğini onlara haber
verdi. Resulullah (s.a.v.)'in beraberindeki müslümanlar çoktu. Onların sayısını
mücahidlerin sayısını kaydeden bir muhafızın kitabı/divan defteri toplayamaz.
Ka'b sözüne devamla
şöyle dedi:
“Hiç kimse gizlenmek
istemiyordu. Sadece Yüce Allah tarafından vahiy inmedikçe Resulullah (s.a.v.)'e
gizli kalacağını sanan kimseler saklanmışlardı.”
Resulullah (s.a.v.) bu
gazaya meyvelerin yetiştiği ve ağaç gölgeleri güzelleştiği zaman gitti. Ben bu
gazaya en fazla gönül veren bir kimse idim. Derken Resulullah (s.a.v.)'e ve
onunla birlikte müslümanlar (savaş için) hazırlandılar. Ben de onlarla birlikte
hazırlanayım diye sabahlamaya başladım. Fakat hiç bir şey yapmadan dönüyor,
kendi kendime: 'Ben buna istediğim zaman yapanm' diyordum. Bu ihmalkarlık
bende devam etti.
Nihayet İnsanlar
hazırlık yapmaya devam ettiler. Bir sabah Resulullah (s.a.v.) ile müslümanlar,
sefere çıktılar. Ben seferle ilgili hiç bir şey hazırlamamıştım. Sonra yine
sabah vakti çıkıp yine hiç bir şey yapmadan geri döndüm. Bendeki bu tembellik
hali devam edip gidiyordu. Nihayet müslümanlar süratle yol aldılar ve gaza
ilerledi, içimden yola koyularak onlara yetişmek geçti. Keşke yapsaydım. Sonra
bana bu mukadder olmadı. Resulullah (s.a.v.)'de çıkıp gittikten sonra insanlar
araşma çıktığında ona uymamış olmak beni üzmeye başladı. Bundan yalnız nifakla
suçlanmam yada zayıflardan Allah'ın mazur gördüğü kimse müstesna olabilirdi.
Resulullah (s.a.v.)'e Tebûk'e varıncaya kadar beni anmamış. Tebûk'de cemaatın
içerisinde otururken:
“Ka'b b. Mâlik ne
yaptı?” diye sormuş. Selime oğulları kabilesinden bir kimse:
“Ey Allah'ın resulü!
Onu, elbisesi ve o elbisenin yakalarına bakması Medine'de alıkoydu” demiş.
Bunun üzerine Muâz b. Cebel, ona:
“Ne kötü söyledin!
Vallahi, ey Allah'ın resulü! Onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz”
demiş. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) susmuş.
“O bu haldeyken kendisiyle
serap kaybolan beyaz elbise giymiş bir kimse görmüş. Resulullah (s.a.v.):
“Sen, Ebû Hayseme olmalısın!' buyurdu. Bir de
bakmışlar ki, o kimse, Ebû Hayseme el-Ensârî'dir. Kendisini münafıklar ayıpladıkları zaman bir
ölçek kuru hurma tasadduk eden kimse işte budur.”
Ka'b b. Mâlik (sözüne
devamla) der ki:
“Resulullah (s.a.v.)'in
Tebûk'ten dönerek gelmekte olduğunu duyunca beni üzüntü kapladı. Yalan
söylemeyi düşünmeye başladım. Kendi kendime:
“Yarın Resulullah (s.a.v.)'in
gazabından ne ile kurtulurum” diyordum. Bu hususta ailemin her fikir
sahibinden yardım istiyordum. Bana Resuluftah (s.a.v.)'in gelmesi yaklaştığı
söylenince bâtıl düşünce benden gitti. Anladım M, ondan hiç bir şeyle
ebedîyyen kurtulamam. Ona doğruyu söylemeye niyet ettim.
Resulullah (s.a.v.),
bir sabah Medine'ye geldi. Resulullah (s.a.v.), bir seferden geldiği zaman ilk
önce işe mescitten başlardı. Orada iki rekât namaz kıldı. Sonra halkla görüşmek
üzere oturdu. O bunu yapınca gazaya gitmeyenler gelerek kendisinden özür
dilemeye ve ona yemin etmeye başladılar. Bunlar, seksen küsur kişi idiler.
Resulullah (s.a.v.)'de onların açık beyanatını kabul etti. Kendileriyle biatda
bulundu ve onlar için istiğfar etti. Gizli taraflarını da Allah'a havale etti.
Nihayet ben geldim. Selâm verdiğim zaman kızgın bir kimsenin tebessümüyle
gülümsedi. Sonra da:
“Gel!” dedi.
Ben de yürüyerek geldim ve huzuruna oturdum. Bana:
“Neden gazadan geri kaldın? Sen Akabe'de sırtına biat
almış değil miydin?” dedi. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Vallahi, ben dünya halkından senden başka birinin yanında otursaydım, onun
öfkesinden muhakkak bir özürle kurtulacağımı sanırım. Lisanıma fesahat
verilmiş bir kimseyim. Fakat ben, vallahi, şuna kanaat ettim ki, eğer bugün ben
seni benden hoşnut edecek bir yalan söz söyeleyecek olursam çok sürmez
muhakkak Allah yalanımı ortaya çıkararak seni hakkımda öfkelendirir. Eğer
huzurunda seni hakkımda öfkelendirecek doğru söz söylersem herhalde bu hususta
meydana gelen kusurumu Allah'ın affetmesini umarım. Vallahi, (benim seferden geri
kalmam hususunda arzedecek hiç bir özrüm yoktur. Vallahi, senden geri kaldığım
zamankinden daha kuvvetli ve daha zengin olduğum hiçbir zaman yoktur' dedim.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ka'b'a gelince, gerçekten o doğruyu söyledi. Şimdi
Allah senin hakkında hükmünü verinceye kadar kalk (git)!” buyurdu.
Ben de kalkıp gittim.
Selime oğullan kabilesinden bazı kimseler de kalkıp peşime takıldılar ve bana:
“Vallahi! Senin bundan
önce hiç bir günah işlediğini bilmiyoruz. Gerçekten sen, seferden geri kalan
diğer kimselerin Resulullah (s.a.v.)'e beyan ettikleri özürle özür dilemekten
âciz kaldın. Eğer sen de özür beyan etseydin, senin bu günahına, Resulullah (s.a.v.)'in
sana istiğfarda bulunması yeterdi”
dediler.
Ka'b der ki:
“Vallahi! Onlar, bana
serzenişte bulunmaya o kadar devam ettiler ki, Resulullah (s.a.v.)'e dönerek
kendimi yalanlayacağım geldi. Sonra onlara:
“Benimle birlikte bu
duruma düşen bir kimse daha oldu mu?” dedim. Onlar da:
“Evet! Seninle
birlikte iki adam daha var. Onlar da senin söylediğin gibi söylediler. Onlara
da sana söylendiği gibi söylendi” dediler. Ben:
“Onlar kimdir?” diye
sordum. Onlar:
“Murâre b. Rabîa
el-Amirî ile Hilal b. Ümeyye el-Vâkıfî diyerek Bedr gazasına katılmış bulunan
ve kendileri örnek alınacak iki salih kimseyi bana söylediler.Bana bunları anlatınca tereddütten vazgeçtim.”
Resulullah (s.a.v.)
seferde kendisinden geri kalanlar arasından biz üç kişiyle konuşmaktan
müslümanlan nehyetti. Bunun üzerine halk bizden kaçındı. Bize karşı halleri
değişti. Hattâ yeryüzü bile bana yabancılaştı. Artık bu yeryüzü, o bildiğim
yeryüzü değildi. Bu hal üzere elli gece kaldık. iki arkadaşım boyun bükerek ve
ağlayarak evlerinde oturdular.
Bana gelince, ben
kavmin en genci ve en sağlamı İdim. Evden çıkıyor, namaza geliyor, çarşılarda
dolaşıyordum. Fakat benimle hiçkimse
konuşmuyordu. Namazdan sonra
oturduğu yerde İken Resulullah (s.a.v.)'e gelerek selâm veriyor ve içimden:
“Acaba selâmı almak
için dudaklarını kıpırdattımı, kıpırdatmadı mı” diyordum. Sonra ona yakın bir yerde
namazımı kılıyor, ona gizlice bakıyordum. Namazımı kılmaya yöneldiğimde bana
bakıyor, ona doğru baktığım da benden yüz çeviriyordu. müslümanların bu cefâsı
üzerimde uzun zaman devam edince gidip Ebu Katâde'nin bahçesinin duvarından
tırmandım. Ebû Katâde amcamdır ve en sevdiğim bir insandır. Ona selâm verdim.
Vallahi, selâmımı almadı. Ona:
“Ey Ebû Katâde! Allah
aşkına söyle! Benim Allah ve Resulünü sevdiğimi bilir misin?” dedim. Ebu Katâde
sustu. Allah aşkına tekrar söylemesini istedim. Yine sustu. Tekrar istedim. Bu
defa:
“Allah ve Resulü daha
iyi bilir!” dedi. Bunun üzerine gözlerim yaşlar boşandı ve geri dönüp duvardan
çıktım.
Bir defasında
Medine'nin çarşısında yürürken Medine'de zahire satmaya gelen Şamlılardan
Nabatlardan bir ekinci:
“Bana Ka'b b. Mâliki
kim gösterecek!” diyordu. İnsanlar beni göstererek kendisine işaret etmeye
başladılar. Nihayet yanıma gelip bana Gassân hükümdarından bir mektup verdi.
Ben yazıcı idim. Mektubu okudum. Gördüm ki, içinde şunlar vardı:
“Bundan sonra,
seninkinin sana cefâ ettiğini duyduk. Allah seni ne hakaret diyarında
yaratmıştır ve ne de hakkın zayi olacağı yerde var etmiştir. Hemen bize katüki,
sana yardımda bulunalım.”
Ka'b der ki:
“Mektubu okuduğum
zaman: “Bu da belânın bir çeşidi” deyip tandıra yönelerek mektubu orada
yaktım. Nihayet elli gecenin kırkı geçip vahy gecikmişti. Derken Resulullah (s.a.v.)'in
elçisi bana gelip:
“Resulullah (s.a.v.),
sana hanımından uzaklaşmanı emrediyor!” dedi. Ona:
“Onu boşayayım mı,
yoksa ne yapayım?” dedim. O da:
“Hayır! Sadece ondan uzaklaş, ona asla yaklaşma!” dedi.
Resulullah (s.a.v.)
benim durumumdaki diğer iki arkadaşıma da bunun gibi haber göndermiş. Bunun
üzerine hanımıma:
“Ailenin yanına dön,
Allah bu işte bir hüküm verinceye kadar onların yanında kal!” dedim.
Derken Hilal b.
Ümeyye'nin hanımı Resulullah (s.a.v.)'e gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Gerçekten Hilâl b. Ümeyye ihtiyar bir kimsedir. Gücü ve kuvveti gitmiştir.
Hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmemi çirkin görür müsün?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır! Fakat sana asla yaklaşmasın!” buyurdu. Kadın:
“Vallahi, onda hiç bir
hareket yok! Vallahi, bu iş başına geldiğinden bugüne kadar hiç durmadan
ağlamaktadır” dedi.
Bunun üzerine ailemden
biri, bana:
“Sen de Resulullah (s.a.v.)'den
hanımın hakkında izin istesene! Bak, Resulullah (s.a.v.), Hilâl b. Ümeyye'nin
hanımına Hilâl'e hizmet etmesi için ona izin verdi” dedi. Ben:
“Onun hakkında
Resulullah (s.a.v.)'den izin isteyemem. Ben genç bir adamım. Onun hakkında
Resulullah (s.a.v.)'den izin istediğim zaman bana ne söyleyeceğini bilemem!”
dedim.
Ka'b der ki:
“Bu şekilde on gece
daha durdum. Bu suretle bizimle konuşmak yasak edildiği zamandan itibaren elli
gecemiz tamamlandı. Sonra ellinci gecenin sabahında sabah namazını
evlerimizden birinin üzerinde kıldım. Yüce Allah'ın hakkımızda beyân buyurduğu
hal üzere otururken beni bir sıkıntı bastı. Bana yer bütün genişliğine rağmen
dar geldi. Sel1 dağı üzerine çıkmış bağıran bir kimsenin sesini işittim. Var
sesiyle:
“Ey Ka'b b. Mâlik!
Müjde!” diyordu. Hemen secdeye kapandım. Anladım ki,. darlık gidip genişlik
gelmiştir. Derken Resulullah (s.a.v.) sabah namazını kıldıktan sonra Allah'ın
bizim tevbemizi kabul ettiğini halka bildirdi. Bunun üzerine halk bizi
müjdelemeye yürüdü, iki arkadaşıma müjdeciler gitti. Bir adam/Zübeyr b. Avvam
da bana gelmek üzere atını mahmuzladı. Eşlem kabilesinden biri/Hamza b. Amr
koşarak bana doru geldi. Dağa çıktı. Ses attan daha hızlı idi. Sesini
işittiğim kimse bana müjdeye gelince hemen iki elbisemi çıkararak müjdesinden
dolayı ona giydirdim. Vallahi, o gün bundan başka elbisem yoktu. Amcam Ebu
Katade'den emaneten iki elbise alarak onları giydim. Hemen Resulullah (s.a.v.)'i
görmek isteyerek yola düştüm. Halk grup grup karşıma çıkıyor, tevbeden dolayı
beni tebrik ediyor, sonra da:
“Allah'ın tevbeni
kabul buyurması sana mübarek olsun!” diyorlardı. Nihayet mescide girdim. Bir de
baktım ki, Resulullah (s.a.v.) mescitte oturuyor. Etrafında da insanlar vardı. Derken Talha b. Ubeydullah kalkıp
hızlıca yanıma geldi. Benimle musâfaha etti ve beni tebrik etti. Vallahi,
muhacirlerden ondan başka hiç kimse ayağa kalkmadı.
Ravi der ki:
“Ka'b, Talha'nın bu
yaptığını hiç unutmamıştır.”
Ka'b der ki:
“Resulullah (s.a.v.)'e
selâm verdiğim zaman yüzü sevinçten parlıyor ve:
“Annen seni doğurduğundan beri geçen en hayırlı gün
sana müjdeler olsun!” buyurdu. Ben:
Ey Allah'ın resulü! Bu
müjde, senin tarafından mı, yoksa Allah tarafından mı?' dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır! Bilâkis Allah farafmdan!” buyurdu.
Resulullah (s.a.v.)
sevindiği zaman yüzü nurlanır, sanki yüzü bir ay parçası gibi olurdu. Biz bunu
bilirdik. Onun huzuruna oturduğum zaman:
“Ey Allah'ın resulü!
Benim tövbemden biri de, Allah ve Resulü için sadaka olmak üzere malımdan
sıyrılmamdır” dedim. Resulullah (s.a.v.);
“Malinin bir kısmım tut! Bu senin için daha hayırlıdır” buyurdu. Ben:
“Ben, Hayber'den
aldığım hissemi tutuyorum” deyip sonra da:
“Ey Allah'ın resulü!
Doğrusu Allah beni doğruluk sayesinde kurtardı. Benim tevbemden biri de,
yaşadığım müddetçe doğrudan başka bir söz söylememektir” dedim.
“Vallahi, bunu,
Resulullah (s.a.v.)'e söylediğimden bugüne kadar müslümanlardan hiç birine
doğru söz söyleme hususunda Allah'ın bana olan ihsanından daha güzel ihsanda
bulunduğunu bilmiyorum. Vallahi, bunu, Resulullah (s.a.v.)'e söylediğimden
bugüne kadar kasten hiç bir yalan yapmadım. Geriye kalan ömrüm hususunda da
Allah'ın beni muhafaza buyurmasını dilerim.
Ka'b der ki:
“Bunun üzerine Yüce
Allah,
“Andolsun ki, Allah, yine peygambere ve en zor
gününde ona uyan Muhacirlerle Ensar'a, içlerinden bir kısmının kalbleri az
kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti de lütfedip tevbelerini kabul
buyurdu. Çünkü O, gerçekten çok şefkatli, çok bağışlayıcıdır. Allah,
haklarında hüküm beklenen o üç kişiyi de bağışladı. Çünkü o derece
bunalmışlardı ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye
başlamıştı, vicdanları da kendilerini sıkıntıya sokmuştu. AUah'dan kurtuluşun,
ancak Allah'a sığınmakta olduğunu anlamışlardı. Sonra da Allah, onları tevbekâr
olmaya muvaffak kıldı da tevbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz ki Allah,
tevbeleri çok çok kabul edendir, çok merhametli olandır. “Ey iman
edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun”
[1006]
ayetlerini indirdi.
Ka'b der ki:
“Vallahi, Allah beni
İslâm için hidayete erdirdikten sonra kendi nefsimce Resulullah (s.a.v.)'e
söylediğim doğru sözden daha büyük hiç bir nimet vermemiştir. Bu büyük nimet,
Resulullah (s.a.v.)'e yalan söyleyip de helak olmuş bulunmamak nimetidir.
Gerçekten Allah yalancılar için vahyi indirdiği zaman, bir kimseye söyleyeceği
en kötü şeyi söylemiştir. Yüce Allah, onlar hakkında:
“Onların yanına döndüğünüz zaman kendilerine bir şey
söylemeyin diye sizin için Allah'a yemin edeceklerdir. Onlardan hemen yüz
çevirin! Çünkü onlar pistir. Kazandıklarına karşılık yerleri cehennemdir.
Kendilerinden razı olasınız diye size yemin ederler. Siz onlardan razı
olursanız şunu muhakkak bilin ki, Allah fasık kavimden razı olmaz”
[1007]
buyurdu.
Ka'b der ki:
“Biz, üç kişi
Resulullah (s.a.v.)'in yemin ettikleri zaman yeminlerini kabul ederek
kendileriyle biat yaptığını ve haklarında istiğfarda bulunduğu kimselerin
işinden geri bırakılmıştık. Resulullah (s.a.v.) bizim işimizi Allah hükmünü
verinceye kadar ertelemişti. İşte bu sebeple Yüce Allah,
“Geri bırakılan üç kişinin tevbesini de...” buyurmuştur. Bizim Allah'ın zikrettiği geri kalmamız
(meselesi), gazadan geri kalmamız değildir. Bu ancak Peygamber (s.a.v.)'in bizi
ve bizim tevbemizi, Resulullah (s.a.v.)'e yemin ve özür bildirip de özürleri
kabul olunanların tevbelerin)den geri bırakmasıdır.
[1008]
Açıklama:
Tebük, Medine üe Şam
arasında Medine'ye ondört, Şam'a ise onbir konaklık mesafede bir yerdir. Tebük
seferi, hicretin 9. yılında miladi 630 yılında Receb ayında yapılmıştır.
Tebuk gazası ile
ilgili olarak 2166 nolun hadisin açıklamasına bakabilirsiniz.
2509- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir sefere çıkmak istediği zaman kadınlarının arasında ki çekerdi. Kur'a kime
çıkarsa, Resulullah (s.a.v.) onunla birlikte sefere çıkardı.
Âişe der ki:
“Yapacağı bir gaza için aramızda kur'a çekmişti. O
gazada kur'a be isabet etti. Ben de Resulullah (s.a.v.)'le birlikte gazaya
çıktım. Bu olay, tesettür, indirildikten sonra oldu. Ben hevdecimin içinde
(deveye) bindiriliyor, gideceğii yere onun içinde indiriliyordum. Nihayet
Resulullah (s.a.v.) gazasını bitirip geri de düğü ve Medine'ye yaklaştığımız
zaman bir gece yürüyüşü bildirdi. Yürüyüşü bile dikleri zaman ben hemen kalkıp
yürüdüm, hattâ orduyu geçtim. Hacetimi gön ğümde eşyanın yanına yöneldim.
Göğsüme dokundum, bir de taktım ki, Zafâr be cuğundan yapılan gerdanlığım
kopmuş. Derhal dönerek gerdanlığımı aradım. O aramak beni alıkoydu. Benim
semerimi yükleyen cemaat hevdecimi yükleyip gittiler. Onu benim bindiğim deveme
yüklemişler. Benim onun içinde olduğumu zanetmişler.”
Âişe der ki:
“O zaman kadınlar hafif idiler. Şişmanlamamışlar,
kendilerini et kî lamamıştı. Yiyecek nâmına ancak bir parça bir şey yiyorlardı.
Cemâat hevdeci veye yükler ve kaldırırken
ağırlığını yadırgamamışlar. Ben genç yaşta taze birisiydi Deveyi sürerek
yürümüşler. Ben gerdanlığımı ordu gittikten sonra buldum. Buh dukları yere
geldim ki, orada ne çağıran var ve ne de cevap veren birisi. Bulum ğum yerime
vardım. Zannettim ki, cemaat beni arayacak ve yanıma dönecek! Yerimde otururken
uykum geldi. Orada uyuya kalmışım. Safvan b. Muattal Sülemî sonra Zekvânî,
ordunun arkasında mola vermişti. Gecenin sonunda y çıkmış, benim bulunduğum
yerde sabahlamış ve uyuyan bir insan karaltısı görm Hemen yanıma gelip beni
gördüğü zamna tanımış. Hakikaten bana tesettür farz kılınmazdan önce beni
görüyordu. Beni tanıdığı zaman onun;
““İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” Biz muhakkak
Allah'tan geldik ve ancak O'na dönücüleriz”
[1009] şeklindeki istircâ sözüyle uyandım. Hemen çarşafımla yüzümü örttüm.
Vallahi, benimle bir kelime bile konuşmadı. Istircâ'dan başka ondan bir kelime
işitmedim. Devesini çöktürdü, ön ayağına bastı, böylece ben de deveye bindim.
Devemi önüne katarak yola koyuldu. Nihayet orduya öğlen zamanı sıcak
bastığında konakladıktan sonra yetiştik. Artık benim hakkımda helak olan helak
olmuştu. Bu iftiranın büyük kısmına girişen Abdullah b. Übey b. Selûl olmuştu.
Daha sonra Medine'ye geldik.”
Medine'ye geldiğimiz
zaman ben bir ay hasta oldum, insanlar, İftiracıların sözlerini dillerine
doluyorlarrms Ben, bundan hiçbir şeyin farkında değildim. Fakat hastalığım
esnasında Resulullah (s.a.v.)'in eskiden rahatsızlandığımda gördüğüm şefkatini
görememek beni şüphelendiriyordu. Resulullah (s.a.v.) sadece içeriye girer,
selâm verir ve sonra adımı anmadan:
“Hastanız nasıl?”
diyordu. Bu da beni şüphelendiriyordu. Ama bir kötülük aktlam gelmedi. Nihayet
iyileştikten sonra dışarı çıktım. Benimle beraber Ümmü Mistah'da Menasi'
tarafına doğru çıktı. Bu yer bizim helâmızdı. Buraya sadece geceden geceye
çıkardık. Bu olay, helaları evlerimize yakın yapmamızdan önce idi. Ayak yolu
hususunda âdetimiz ilk Arabların âdeti İdi. Helaları evlerimizin yanına
yapmaktan eziyet duyardık. Ben ve Ümmü Mistah yürüdük. Bu kadın, Ebû Ruhm b.
Muttalib b. Abdimenafm kızıdır. Annesi de, Sahr b. Amİr'in kızı Ebû Bekr
es-Sıddîk'ın teyzesidir. Ümmü Mistah'm
oğlu da, Mistah
b. Üsâse b.
Abbâd b. Muttalib'dir. Sonra ben ve Ebu Ruhm'un kızı hacetimizi
gördükten sonra, benim evime doğru yöneldik. Derken Ümmü Mistah çarşafına
basıp:
“Mistah'ın belâsını
versin!” dîye oğluna beddua etti. Ben, ona:
“Ne kötü
söz söyledin! Bedir'de bulunmuş
bir adama mı sövüyorsun?” dedim. O:
“Be kadın! Sen onun ne
söylediğini işitmedin mi?” dedi. Ben de:
“Ne söylemiş?” dedim.
Bunun üzerine o, bana
iftiracıların benimle ilgili söylediklerini anlattı. Bunun üzerine hastalığım
daha da arttı. Evime döndüğüm zaman yanıma Resulullah (s.a.v.) girdi ve selâm
verdi. Sonra da:
“Hastanız nasıldı”'
diye sordu. Ben, ona:
“Bana, anne-babamın yanına
gitmeye izin verir misin?” dedim. O anda ben bu haberi onlardan iyice anlamak
istiyordum. Resulullah (s.a.v.) bana izin verdi. Ben de anne-babamın yanına
gittim. Anneme:
“Ey anneciğim!
İnsanlar ne konuşuyor?” dedim. Annem:
“Ey kızcağızım, sakin
oli Vallahi, pek az güzel kadın vardır ki, kendisini seven bir adamla evli
olsun, ortaklan da bulunsun da, onun aleyhinde çok söz söylemesinler” dedi.
Ben:
“Subhanallah!
Gerçekten insanlar bunu mu konuşmaktalar?” dedim.
Artık o gece ağladım.
Gözümün yaşı dinmeden ve gözüme uyku girmeden sabahladım. Sonra (yine)
ağlayarak sabahladım. Vahyin arası kesildiği zaman Resulullah (s.a.v.)
ailesinden ayrılmak hususunda istişarede bulunmak üzere Ali b. Ebi Tâlib ile
Üsâme b. Zeyd'i çağırdı. Üsâme b. Zeyd, Resulullah (s.a.v.)'e ailesinin
suçsuzluğunu bildiğini ve onlara karşı beslediği sevgiye işaret ederek:
“Ey Allah'ın resulü!
Onlar, senin ailendir.
Biz hayırdan başka
bir şey bilmiyoruz” dedi. Ali b.
Ebi Tâlib'e gelince o:
“Allah senin başını
dara sokmaz, ondan başka kadınlar çoktur. Cariyeye sorasan sana doğruyu söyler” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.)
Berîre'yi çağırarak ona:
“Ey Berîre! Âişe'den
seni şüpheye düşürecek bir şey gördün mü?” diye sordu. Berîre, ona:
“Seni hak (din)le
gönderen Allah'a yemin ederim ki, ondan kendisini ayıplayacağım hiç bir şey
görmedim. Şu kadar var ki, o genç yaşta bir tazedir. Ailesine yoğurduğu hamur
üzerinde uyur da, koyun gelip o hamuru yer' dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.)
kalkıp minbere çıktı ve Abdullah b. Übey b. Selûl'un, hem kendisinden ve hem
de ailesinden özür dilemesini sağlatmak istedi.”
Aişe der ki:
“Resulullah (s.a.v.)
minberde iken şunu söyledi:
“Ey müslümanlar topluluğu! Ehl-i beytim hakkında ezası
son dereceyi bulan bir adamdan benim özrümü kim alacak? Vallahi, ben, ailem
hakkımda hayırdan başka bir şey bilmem. Bu iftiracılar, bir adamın ismini
ortaya koydular ki, o kimse hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Bu
İsmi geçen kimse de, ailemin yanına ancak benimle beraber girerdi” buyurdu. Bunun üzerine Sa'd b. Muâz el-Ensârî ayağa
kalkıp;
“Ey Allah'ın resulü!
Senin Özür diletmeni ondan ben alırım. Eğer Evs kabilesindense boynunu vururuz,
eğer kardeşlerimiz Hazrec'ten ise emir buyurursun, biz de senin emrini yaparız”
dedi.
Daha sonra Sa'd b.
Ubâde ayağa kalktı. Bu kimse, Hazrec kabilesinin reisi ve iyi bir adamı idi.
Fakat kabile hamiyyetionu cahilleştırdi. Sa'd b. Muâz'a'da:
“Hatâ ettin! Allah'a
yemin ederim ki, onu öldüremezsin. Öldürmeye de gücün yetmez!” dedi.
Daha sonra Üseyd b.
Hudayr ayağa kalktı. Bu kimse, Sa'd b. Muâz'ın amcasının oğluydu. Sa'd b.
Ubâde'ye:
“Hatâ ettin! Allah'a
yemin ederim ki, onu mutlaka öldürürüz. Sen gerçekten münafıksın. Münafıklar
namına mücâdele ediyordun” dedi.
İki kabile yâni Evs ve
Hazrec kabileleîeri ayaklandılar. Hatta çarpışmaya niyetlendiler. “Resulullah (s.a.v.)
ise minberin üzerinde ayakta duruyordu. Resulullah (s.a.v.) onları yatıştırmaya
devam etti. Nihayet sustular. O da sustu.
Aişe der ki:
“Ben o gün ağladım. Göz yaşım dinmiyor, gözüme uyku
girmiyordu. Sonra ertesi gece de ağladım. Göz yaşım dinmiyor, gözüme uyku girmiyordu.
An-nem-babam, bu ağlamamın ciğerimi parçalayacağını sanıyorlardı. Onlar benim
yanımda oturuyor, ben de ağlıyorken Ensar'dan bir kadın yanıma girmek için izin
istedi. Ona izin verdim. Kadın oturup benimle birlikte ağlamaya başladı.”
Âişe der ki:
“Biz bu hal üzere iken yanımıza Resulullah (s.a.v.)
girdi. Selâm verdi. Sonra oturdu. . Resulullah (s.a.v.) daha önce hakkımda
başladığı günden beri yanımda hiç oturmamıştı. Bir ay beklediği halde kendisine
benim hakkımda hiç bir şey vahyedilmemişti. Resulullah (s.a.v.) oturduğu zaman
şahadet kelimelerini getirdi.” Sonra
da:
“Bundan sonra, Ey Aişe! durum şu ki, hakında bana
şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bunlardan uzaksan yakında Allah senin
suçsuz olduğunu ortaya koyacaktır.
Eğer bir günah işlediysen Allah'a istiğfar et! Ona tevbe eyle! Çünkü kul
bir günahı itiraf eder, sonra da tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder” buyurdu.
Aişe der ki:
“Resulullah (s.a.v.)
sözünü bitirince göz yaşım dîndi. Hatta ondan bir damla hissetmez oldum.
Babama:
“Resulullah (s.a.v.)'in
söylediği bu söz hususunda benim adıma cevap ver!” dedim. Babam:
“Vallahi, Resulullah (s.a.v.)'e
ne söyleyeceğimi bilemiyorum” dedi. Bunun üzerine anneme:
“Benim adıma
Resulullah (s.a.v.)'e cevap ver!” dedim. O da:
“Vallahi, Resulullah (s.a.v.)'e
ne söyleyeceğimi ben de bilemiyorum” dedi. Bunun üzerine ben, Kur'an'dan çok
şey bilmediğim halde genç yaşta taze bir kimse olduğum halde:
“Vallahi, ben iyi
anladım ki, siz bu dedikoduyu işitmişsiniz. Hatta bu söz, kalplerinize
yerleşmiş ve ona inanmışsınız. Size ben suçsuzum desem -ki Allah suçsuz
olduğumu daha iyi
bilir- bu hususta
bana inanmayacaksınız. Eğer
ben size kötü bir şey itiraf
etsem -ki Allah suçsuz olduğumu daha iyi bilir- beni tasdik edeceksiniz.
Vallahi, ben bu vaziyette kendim ille size verecek başka bir örnek bulamıyorum.
Ancak Yûsuf'un babası Yakub'un dediği gibi, “Artık
bana düşen güzel bir sabırdan ibarettir. Sizin şu söylediklerinize karşı
yardımına sığınılacak ancak Allah'tır”
[1010]
dedim.
Âişe der ki:
“Sonra yan dönerek döşeğime yattım. Halbuki ben
vallahi o anda suçsuz olduğumu ve Allah'ın benim suçsuz olduğumu ortaya
çıkaracağını biliyordum. Fakat vallahi, hakkımda okunan vahy/Kur'ân ayeti
indirileceğini zannetmiyordum. Benim halim kendimce Yüce Allah'ın hakkımda
okunan bir kelamla konuşmasından daha aşağı idi. Fakat Resulullah (s.a.v.)'in
uykuda rü'ya göreceğini, o rüya ile Allah'ın benim suçsuz olduğumu ortaya
çıkaracağını umuyordum. Vallahi, Resulullah (s.a.v.) meclisinden ayrılmamış ve
ev halkından hiç kimse de dışarı çıkmamıştı. Tam bu sırada Yüce Allah,
Peygamberi (s.a.v.)'e vahy indirdi. Kendisine vahy anında basan şiddetli
ağırlık yine bastı. Üzerine indirilen kelâmın ağırlığından soğuk günde alnından
inciler gibi ter dökülüyordu. Resulullah (s.a.v.)'den vahy hâli açıldığı zaman
kendisi gülüyordu. Konuştuğu ilk söz:
“Ey Âişe! Müjde! Allah senin suçsuzluğunu belirtti”
oldu. Bunun üzerine annem, bana:
“Kalk! Resulullah (s.a.v.)'in yanına git” dedi. Ben:
“Vallahi, Resulullah (s.a.v.)’in yanına kalkıp
gidemem. Allah'tan başka hiç kimseye de harndedemem! Benim suçsuz olduğumu
indiren O'dur” dedim.
Âişe der ki:
“Yüce Allah,
“Şüphesiz ki, iftirayı getirenler sizden bir
topluluktur”
[1011] âyetinden itibaren on âyet indirdi. İşte Yüce Allah,
bu âyetleri benim suçsuzluğum hakkında indirmiştir. Babam Ebû Bekr, akrabalık
bağından ve fakirliğinden dolayı infakta bulunduğu Mistah için:
“Vallahi, Âişe hakkında
söylediği iftiralardan sonra artık ona kesinlikle hiçbir infakta bulunmam!” dedi.
Bunun üzerine Yüce Allah,
“İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler
akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere mallarından vermeyeceklerine
dair yemin etmesinler, yaptıklarını bağışlasınlar ve aldırış etmesinler.
Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?”
[1012]
ayetini indirdi.
Hibban b. Musa der ki:
“Abdullah b. Mübarek:
İşte bu, Allah'ın kitabı içerisinde en ümit bahşeden âyetidir” dedi.
Bu ayetin Ebû Bekr:
“Vallahi, ben,
Allah'ın beni mağfiret buyurmasını isterim” deyip Mistah'a daha önce vermekte
olduğu infakı tekrar vermeye başladı. Sonra da:
“Ben bu infak verme
olayını, ondan asla kesmem” dedi.
Âişe der ki:
“Resulullah (s.a.v.), hanımı Zeyneb bint. Cahş'a benim
meselemi sorup:
“Âişe'yle ilgili ne bilirsin ve gördün?” buyurdu. Zeyneb:
“Ey Allah'ın resulü!
Kulağımı ve gözümü, işitip görmediğim şeyden korurum. Vallahi, hayırdan başka
bir şey bilmem!” diye cevâp verdi.
Âişe der ki:
“Halbuki Peygamber (s.a.v.)'in hanımları içerisinde güzelliğiyle
ve Peygamber'in yanındaki konumu nedeniyle benimle rekabet eden bir kadındı.
“Allah, vera' (ve takvası sebebiyle onu iftiracılara
katılmaktan korudu. Kız kardeşi Hamne bint. Cahş ise iftiraya taassupla tutunmaya
ve iftiracıların söylediklerini anlatmaya başladığından dolayı helak olanlar
içerisinde helak oldu.”
[1013]
İlk: yalan, büyük
yalan, iftira namuslu birinin namusu hakkında iftira etmek.
İfk olayı; İslâm
tarihinde Resulullah (s.a.v.)'in zevcesi ve müminlerin annesi.
[1014]
Hz. Aişe hakkında münafıklar tarafından uydurulan iftira olayının adı. Olay;
Buhârî, Müslim gibi ana kaynaklarda tafsilatlı olarak anlatılır. Bizzat Hz.
Âişe, olayı cereyan tarzı ve sebepleriyle birlikte detaylı olarak
anlatmaktadır.
Olayın gerçek yüzü
münafıkların, Medine'de güvenli bir yurt edinen ve günden güne gelişen İslâm
toplumunu parçalamak için İslâm peygamberinin aile mahremiyetini hedef alarak,
baş vurdukları bir aleyhte propaganda ve karalama hareketidir. Onlar,
Resulullah'ın, en yakın arkadaşları ile arasını açabilirlerse, İslâm'ı yok etme
emellerine kısa yoldan varabileceklerini zannediyorlardı. Münafıklar
Mustalîkoğullarına karşı düzenlenen cihat harekatında, Hz. Aîşe'nin başına
gelen normal bir olaydan yararlanarak Hz. Ebu Bekir'le Resulullah'ın arasına
fitne sokmaya ve Resulullah'i gözden düşürmeye çalıştılar.
Ne yazık ki münafıklar
dışında üç müslüman da bu dedikoduya kendilerini kaptırdılar. Bunlar Safvan'dan
öç almak isteyen Hassan bin Sabit, Resulullah'ın hanımlarından Zeyneb binti
Cahş'ın kız kardeşi Hamne ve Hz. Ebû Bekir'in yardımlarıyla geçinen Mistah b.
Üsâse idiler.
Olayı duyan Safvan
büyük bir öfkeye kapılarak kılıcını aldı ve öldürmek kastıyla Hassan'a saldırdı
ve onu yaraladı. Bu Resulullah (s.a.v.)'e haber verilince Safvan'ın tutuklanmasını
emretti. Aslında Safvan kadına ilgi duymayan, erkeklik gücü yok hasûr birisi
idi. Bunu kendisi de açıkça ifade etmiştir.
[1015]
Hz. Aişe'nin
suçsuzluğu hakkında ayetlerin inmesi, başta Resulullah (s.a.v.) olmak üzere
bütün müminleri sevindirdi. Ama iftira yapanların ve yayanların cezası da
verilmeliydi. Cenabı Hak bunun üzerine şu iki ayeti indirdi:
“Namuslu ve hür kadınlara zina isnadıyla iftira atan,
sonra da bununla ilgili olarak dört şahit getirmeyen kimselerin her birine
seksen değnek vurun. Onların ebedî şahitliklerini kabul etmeyin. Onlar
fâsıkların ta kendileridir. Ancak bu hareketlerine tövbe edip durumlarım ıslah
edenler müstesnadır. Çünkü Allah çok yarhğayıcı, çok esirgeyicidir.”
[1016]
Ayetlerde, zina
iftirası atanlar için üç ayrı hüküm konulmuştur:
1-
İftiracıya seksen sopa vurulacak
2- Şahitliği
ebediyyen kabul edilmeyecek
3- Allah'ın
taatmdan çıktığı için fâsıklıkla vasıflandırılacak.
İftira eden, pişman
olur, tevbe ederse fâsıklık vasfını üzerinden kaldırmış olur.
[1017]
Bu ayetlerin inmesi
üzerine Resulullah (s.a.v.) Hassan, Hamne ve Mıstah'a zina iftirası cezası
olarak seksener değnek vurdurdu. Abdullah b. Übeyye'ye bu ceza tatbik edilmedi.
[1018]
İftira, içi başka dışı
başka olan iki yüzlü münafıkların metodudur. İftiradan sakınmak, İftiraya
uğrayan mazlumlara arka çıkmak, zalim ve iftiracıları yalanlamak gerekir.
[1019]
2510- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Resulullah
(s.a.v.)'in ümmü velediyle çocuk annesi olan cariyesiyle suçlanmıştı.
Resulullah (s.a.v.), Ali'ye:
“Git, o adamın boynunu vur!” diye emretti. Ali, o adamın yanına geldi. Bir de
baktı ki, o adam, bir kuyuya girip serinlemek için yıkanmaktadır. Ali, ona:
“Dışarı çık!” deyip
elini adama doğru uzatıp onu çırılçıplak bir vaziyette dışarıya çıkardı. Bir
de baktı ki, adamın husyeleri kökünden kesik olup erkeklik organı yok. Bunun
üzerine Ali, kendisine verilen emir hususunda ondan elini çekti. Sonra
Peygamber (s.a.v.)'in yanına gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü! O
adamın husyeleri kökünden kesik olup erkeklik organı yok” dedi.
[1020]
Açıklama:
Kadı İyâz'a göre;
Allah, Peygamber (s.a.v.)'i saygınlığına leke gelecek bu tür bir husustan
korumuştur. Buradaki öldürme emri, hakikat olabilir. Bunun yanı sıra bu öldürme
emri hakikat olmayabilir de. Peygamber (s.a.v.), o kimsenin erkeklik organının
dibinden kesik olduğunu biliyordu, işin tamamıyle meydana çıkması ve
kendisinden töhmetin kalkması için Peygamber (s.a.v.) Ali'ye bu emri vermişti.
Yada bu kimse, bir münafık olup fitne fesat çıkarma çıkarmaya çalışmasından
dolayı öldürülmeyi hak etmiş de olabilir.
İçinden gerçek anlamda
iman etmemiş olup, dışından müsîüman görünen kimse, aslî mânâsını değiştirmeden
dilimize geçmiş olan münafık kelimesi İslâm toplumu içinde çeşitli sebeplerden
dolayı ve menfaati icabı kendini müsîüman göstererek Allah'a, Rasûlüne ve
mü'minlere düşmanlığını gizleyen kimsedir.
[1021]
Kur'an-ı Kerim
insanları mü'min, kâfir, münafık oİmak üzere üç grupta toplar.
[1022] ve
insanlann en kötüsü ve iki yüzlü olanı şeklinde tarif edilen münafıkların şu
özelliklerinden sözeder.
[1023]
“Nifak, kalbte olursa
küfür, amelde olursa suçtur.
[1024] Bu
bakımdan, münafıklardaki nifak hâli îtikâdî ve amelî olarak iki grupta
toplanır:
Kur'an-ı Kerim'de
karakterîze edilen, dünyada iken müsîüman muamelesi görüp, âhirette
İnançsızlığı ortaya çıkınca kâfirlerden daha kötü muameleye tabî tutulmasına
sebeb olacak olan nifak hali.
[1025]
Akîdenin hilafına îmanda mürailiktir.[1026]
İman ile küfür
arasında bocalayan münafıklar, bazan Allah'ı hatırlar gibi davranırlar. Fakat,
Allah'a oyun etmeye çalışırlar ve gösterişte bulunurlar. Namaza da üşene üşene
kalkarlar.
[1027]
İnsanları Allah yolundan döndürmek için yalan yere yemin ederle.
[1028]
“Münafıkların kalbi
verimsiz toprak gibidir”
[1029]
menfaatlerine göre şekil alırlar, dönektirler
[1030]
Asr-ı Saadeüeki münafıklara;
“Hz. Peygamber'in
yanına gelmeden önce sadaka verin de öyle gelin” denildiğinde bunların,
menfaatiarına dokunduğu için, kaçtıkları tesbit edilmiştir.
[1031]
Münafıklar Allah'ı
unutup cimrilik yaparak ellerini yumarlar
[1032]
bir belâya uğrayıp sıkışınca hemen fitneye düşerler
[1033]
felâketin dönüp kendilerine çarpmasından korktuklarını, kendi aralarında
fısıldaşırlar
[1034]
olayların akışı münafıkların lehine gibi ise, itaatla koşa koşa Peygamber'in yanına
gelirler
[1035] bunlar zahiren îman
edip kalpleriyle kâfir olanlardır.
[1036]
“Allah'a, Peygamber'e
inandık, itaat ettik” diyen münafıklar
[1037]
diğer taraftan Hz. Peygamber'e isyanı, düşmanlığı fısıldaşırlar.
[1038]
Onlar aynen şeytanlara benzerler
[1039]
tabiatları gereği Allah'a ve Peygamber'e muhalefet üzeredirler
[1040]
fakat kalblerindeki gizlediklerini ortaya çıkaran âyetlerin inmesinden de çok
korkarlar.
[1041]
Kur'an-ı Kerim'de
özelliklerini tanıtıp haber verdiği münafıklar için Yüce Allah, peygamberini
şöyle buyarmaktadır:
“O münafıklann dış görünüşlerine aldanma. Onların
liderlerini gördüğün zaman, yakışıklıdır, gövdeleri hoşuna gider. Konuşurlarsa
güzel konuşurlar, dinlersin. İşte onlar sıra sıra dizili kereste gibidirler.
Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar”
[1042] Hak söz tanımayan,
âhirette topluca kâfirlerle bir araya gelecek olan
[1043]
münafıklara istiğfar etsen de etmesen de birdir. Çünkü Allah bu fâsıkları affetmeyecektir.[1044]
Münafıkların İslâm
toplumu içinde bulunmalarından dolayı elde ettikleri menfaatların, âhİret
hayatında da devamını isteyeceklerini, fakat bunun mümkün olmayacağını Kur'an-ı
Kerim şöyle haber verir:
“Ahirette münafık
erkek ve kadınlar îman etmiş olanlara; “Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça
ışık alalım” diyecekler. O gün onlara; alayla “Dönün arkanızda bir nur arayın”
denilecek de, neticede îman edenlerle aralarında bir duvar olduğunu görecekler.
O zaman münafıklar, mü'minlere şöyle seslenirler:
“Biz sizinle beraber
değil miydik?”. “Evet”, diyecekler; fakat kendinizi siz kendiniz yaktınız,
kuruntunuz sizi aldatlı”
[1045]
Böylece münafıklar ve kâfirler Cehennemde bir araya gelmiş olacaklardır.
[1046]
Medine döneminde,
Yahudilerle dostluk kuran münafıklarla mü'minlerin dost olmamaları
hatırlatılmakta
[1047] ve
Hz. Peygamber'e; asıl düşmanın münafıklar olduğu, onlarla savaş yapması, hattâ
sert davranması vahiy yoluyla bildirilmektedir. Hz. Peygamber'in de
münafıklara karşı gayet ihtiyatlı, temkinli bir siyaset uyguladığı, gayr-i
müslimlere yapılan muameleye tâbi tutmadığı; bilakis onlan İslâm toplumu
içerisinden ayırmayıp, üzerlerinde kurduğu kuvvetti bir otorite ile tesirsiz
hale getirdiği müşahede edilmektedir.
Bazı tutum ve
davranışlarıyla itikadı nifaka kısmî bir benzeyiş içinde bulunmakla beraber,
İnançlarında açık bir nifakın söz konusu olmadığı müslüman kişilerin durumu.
Hadislerde geçen münafık türü amelî (ahlâkî) yönden olan nifakı
vurgulamaktadır. Meselâ:
“Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan
söyler, vadettiğinde vaadinden döner, kendisine birşey emanet edildiğinde
emanete hıyanet eder”
[1048]
hadisi benzerî hadisler İtikadî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve
tenbihler mahiyetindeki emirlerdir. Zira, amelî nifak çoğalınca ileride
müslümanın îtikâdî nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir.
[1049]
2511- Zeyd
b. Erkam (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte bir sefere çıktık. O seferde halka kıtlık isabet etti. Bunun üzerine
münafıkların reisi Abdullah b. Übey, arkadaşlarına:
“Resulullah (s.a.v.)'in
yanındakilere nafaka vermeyin ki, etrafından dağılıp gitsinler” dedi. Abdullah
b. Ubey sözüne devamla:
“Medine'ye dönersek
elbette kuvvetli olan, zelili oradan çıkaracaktır” dedi. Bunun üzerine ben, Peygamber
(s.a.v.)'e gelip ona bunu haber verdim. Daha sonra Resulullah (s.a.v.),
Abdullah b. Übey'e haber göndererek bu sözün doğru olup olmadığını sordu.
Abdullah b. Übeyy, bunu, söylemediğine dair çok kuvvetli yemin etti, sonra da:
“Zeyd, Resulullah (s.a.v.)'e
yalan söylemiş” dedi.
Onların bu
söylediklerinden dolayı kalbime şiddetli bir hüzün düştü. Nihayet Allah, beni
tasdik ederek: “Münafıklar geldiği zaman...” şeklinde “Munafikun Sûresini
indirdi.
Zeyd der ki:
“Sonra Peygamber (s.a.v.)
kendileri için istiğfarda bulunmak için onları çağırdı. Ama onlar başlarını
çevirdiler. Bunun üzerine,
“Onlar, dayanmış odun parçaları gibidirler”
[1050]
ayeti indi. Zeyd:
“Bunlar, en cüsseli
güzel adamlardı” dedi.
[1051]
2512- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Abdullah İbn Übey'in kabrine geldi. Onu kabrinden çıkardı. iki dizi üzerine
koydu, Onun üzerine tükürüğünden üfledi. Gömleğini ona giydirdi. Allah en iyi
bilendir.”
[1052]
2513-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Münafıkların reisi
Abdullah b. Übey İbn Selûl vefat ettiği zaman oğlu Abdullah b. Abdullah,
Resulullah (s.a.v.)'e gelip babasını kefenlemek için ondan gömleğini vermesini
istedi. Resulullah (s.a.v.)'de ona gömleğini verdi. Sonra Abdullah, Resulullah
(s.a.v.)'den babasının cenaze namazını kılmasını istedi. Resulullah (s.a.v.)'de
namazını kılmak için ayağa kalktı. Derken Ömer, Resulullah (s.a.v.)'in
elbisesinden tutarak:
“Ey Allah'ın Resulü!
Allah onun/münafıkların cenaze namazını kıldırmanı sana yasaklamışken onun
cenaze namazını mı kıldıracaksın?” dedi. Resulullah (s.a.v.)'de:
“Allah, “Onlar için bağışlama dile yada bağışlama
dileme. Eğer onlar için yetmiş
kere bağışlama dilesen
bile Allah onları
asla bağlamayacaktır”
[1053]
buyurarak beni serbest bırakmıştır. Dolayısıyla ben
istiğfarı, yetmişten daha da fazla artıracağım” buyurdu. Ömer: “Doğrusu o, bir
münafıktır” dedi.
Resulullah (s.a.v.),
onun cenaze namazını kıldırdı. Bunun üzerine;
“Onlardan ölen bir kimse için asla cenaze namazı
kıldırma! Kabirlerinin başında durma!”
[1054]
ayeti indi.
[1055]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
münafıkların reisine hayatında bu kadar müsâade ve müsamahalı davranması,
öldüğünde de gömleğini vermek, namazını kılıp istiğfar etmek suretiyle lütufkâr
bulunmasının sebeb ve hikmeti nedir? Buna şu sebepler gösterilmiştir:
a-
Hayatında
müsamahanın sebebi, İslâm'ın henüz yükselmeye başladığı ilk günlerinde,
müslümanlann umûmî kuvvetinin üçde biri derecesinde kalabalık olan kabilesine
başkanlık etmekte olan bu şahsı, öldürmeyi doğru bulmuyordu. Şeklen olsun
müslüman olmuş bir grubun başındaki bir adamı öldürmekle maiyetindekilerin
gücenmesi ve İnsanların: “Muhammed sahâbîlerini öldürtüyor” demeleri
muhakkakdı. Bu vaziyeti, her türlü fenalığa rağmen ıslâh ve İdare etmek,
ihtiyat ve basiret gereği idi.
b-
Abdullah İbn Ubeyy'in cenazesine karşı gösterdiği derin alakaya
gelince, bu hu susta ilk hâtıra gelen şey, oğlu Abdullah'ın taltif edilmesidir.
Diğer bir sebep ise, bu adam hayatının sonunda Peygamber (s.a.v.)'in gömleği
ile şefaat istediği görülüp duyularak, kabilesi halkından henüz müslüman
olmayanların müslüman olmalan, münafıkların da samimiyetlerinin sağlanmasına
sebep olması hedef edilmiş olabilir. Nitekim Resulullah'ın gömleği ile teberjük
edildiği görülüp bunun yayıldığı düşünülecek olursa Abdullah İbn Ubeyy'in başkanlık
ettiği Hazrec kabilesinden bin kişilik bir kafile derhal müslüman olmuştur.
c- Diğer bir
sebeb şu gösteriliyor. Peygamber (s.a.v.)'in gömleğini Abdullah İbn Übeyy'e
giydirmesi, Bedr günü Peygamber (s.a.v.)'in amcası Abbâs'a, Übeyy tarafından
kendi gömleğinin hediye edilmiş bulunmasına bi mukabeledir. Bedr günü Abbas,
Kureyş esirleri arasında bulunuyordu. Mağlubiyetin perişanlığı ile üzerinde
gömleği de yoktu. Kendisine giydirilmek üzere bir gömlek aratıldı. Fakat Abbas
uzun boylu olduğundan yalnız Abdullah İbn Übeyy'in gömleği denk gelmişti. O da
hemen gömleğini Abbâs'a hediye etmişti. Buna mukabele edilmesi Arablar
arasında mevcut olan toplumsal âdabın gereği idi. Fakat uygun bir zeminde,
karşılanamamış bulunuyordu. İşte Peygamber (s.a.v.) tarafından bîr gömlek
verilerek amcası, Abdullah İbn Übeyy'in minnet yükünden kurtarılmış oluyordu.
[1056]
2514-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Beytullah'ın yanında
üç kişi toplandı. Bunlann ikisi Kureyş'li ve bîri de Sakîfii yada ikisi Sakîfii
ve biri de Kureyş'li idi. Bunlar, kalplerinin anlayışı kıt ve kannları-nın yağı
çok/şişmanlamış kimselerdi. Bunlardan biri:
“Söylemekte olduğunuz
sözleri Allah'ın işitiyor olduğunu zannediyor musunuz?” dedi. Diğeri de:
“Eğer açıktan
konuşursak işitir. Gizli konuşursak işitmez” dedi. Ötekisi de:
“Açıktan konuştuğumuz
zaman işitirse, gizli konuştuğumuzda da işitir” dedi.
İşte bunun üzerine
Yüce Allah,
“Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin
aleyhinizde şahitlik edeceğinden korkarak kötülükten sakınmıyordunuz”
[1057]
ayetini indirdi.
[1058]
Açıklama:
Kureyşlinin Esved b.
Abdi Yegus, birinin Ahnes b. Şureyk olduğu başka bir rivayette geçmektedir.
Diğer Sakiflinin ismi ise belirtilmemektedir. Söz konusu kimselerin, bunlann
dışında başka kimseler olduğu ile İlgili çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
2515- Zeyd
b. Sabit (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
Uhud savaşına çıkmıştı. Beraberindeki insanların bazısı Medine'ye geri
dönmüştü. Peygamber (s.a.v.)'in sahabileri, bunlar hakkında iki fırkaya
ayrıldı. Bazıları: “Bunları öldürelim” dedi. Bazıları da:
“Hayır, öldürmeyelim”
dediler. Bunun üzerine Yüce Allah,
“Siz münafıklar hakkında niye iki gruba
ayrılıyorsunuz.”. ayetini indirdi.
[1059]
Açıklama:
Uhud savaşından kaçarak
geri dönenler, münafıkların reisi Abdullah İbn Übeyy ile ona tabi olan
kimselerdi.
2516- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
zamanında münafıklardan bazı kimseler, Peygamber (s.a.v.) gazaya çıkınca ondan
arkada kalırlardı. Resulullah (s.a.v.)'in arkasında kalıp evlerinde
oturmalarına sevinirlerdi. Peygamber (s.a.v.) muharebeden döndüğü zaman ona bir
takım özürler ileri sürüp yemin ederler ve yapmadıkları bir şeyle övülmelerini
isterlerdi. Bunun üzerine “Getirdikleriyle
sevinen, yapmadıklarıyla da övülmelerini arzu eden o kimseler, onlar azabtan
kurtulacak bir yerde bulunacaklarını sakın sanma!.”
[1060]
ayeti indi.
[1061]
Açıklama:
Bu ayetin burada
münafıklar hakkında indiği belirtiliyorsa da bundan sonraki hadiste Ehli kitap
hakkında indiği belirtilmektedir. Kurtubî ise her iki grup hakkında indiğini
söylemiştir. Buna göre ayette belirtilen ahlakî hüküm ve uhrevî ceza, hem
münafıklara ve hem de Yahudiler ile müşrikleri de kapsamış olmaktadır.
2517- Humeyd
b. Abdurrahman b. Avf'tan rivayet edilmişir: “Medine valisi Mervan, kapıcısına:
“Ey Râfi', Abdullah
İbn Abbas'a git, ona: Eğer biz müslümanlardan getirdiği şeyle sevinen ve
yapmadığı şeyle övünmek isteyen herkes azab olunacaksa, o zaman hepimiz azab
olunacağız demektir”
[1062]
diye sor” dedi. Bunun üzerine Abdullah İbn Abbâs:
“Al-i İmran
süresindeki bu âyet ile sizin aranızda nasıl bir bağ var? Bu âyet ancak Ehl-i
kitab olanlar hakkında indirilmiştir” dedi, sonra da,
“Hani Allah kendilerine kitab verilenlerden onu
insanlara mutlaka açıklayacaklarına ve gizlemeyeceklerine dâir söz almıştı”
[1063]
ayetini okudu.
Daha sonra Abdullah
İbn Abbâs,
“Sakın yaptıklarına sevinenleri ve yapmadıklarıyla
övülmek isteyenleri azabdan kurtulurlar sanma!”
[1064]
âyetini de okudu. Bundan sonra Abdullah İbn Abbâs:
“Peygamber (s.a.v.)
onlara Tevrattaki vasıfları ile ilgili bir şey sormuştu, onlar da Resulullah (s.a.v.)'in
sorduğu şeyi ondan gizlediler, ona başka bir şeyi haber verdiler. Bu suretle
kendilerine sorduğu şeyi Peygamber (s.a.v.)'e haber vermiş göstermek konumuna
çıktılar. Bundan dolayı Peygamber (s.a.v.)'den övülmelerini istediler ve
Peygamber (s.a.v.)'in kendilerine sorduğu şeyi gizlemiş olmaktan dolayı da
sevindiler.”
[1065]
Açıklama:
Abdullah İbn Abbâs
birinci ayeti okumakla, ondan sonraki ayette zikri geçenlerin bu âyette
bahsedilenler olduğuna işaret etmiş ve Yüce Allah'ın onları vaadlerinin aksine
bildikleri şeyi gizlediklerinden dolayı yerdiğini, bu sebeple de kendilerini
azabla tehdid buyurduğunu anlatmak istemiştir.
2518- Kays
b. Ubâd'dan rivayet edilmiştir; “Ammâr'a:
“Ne dersin? Şu
Muaviye'yele yaptığınız savaş, ietihad ettiğiniz bir re'y midir? Çünkü re'y,
bazen hata eder ve bazen de isabet eder. Yoksa bu, size, Resulullah (s.a.v.)'in
yaptığı bir ahid/vasiyet miydi?” diye sorduk. Ammâr'da:
“Resulullah (s.a.v.),
bütün insanlara vasiyet etmediği bir şeyi bize vasiyet etmiş değildir” diye
cevap verdi. Sonra da: Doğrusu Resulullah (s.a.v.):
“Ümmetimin içinde on iki münafık vardır. Bunlar, “Deve
iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyecek”, cennetin kokusunu da
bulamayacaklardır. Onların sekizine; senin omuzlarında meydana çıkacak, taki
göğüslerinden yükselecek ateşten bir kandil yetecektir” buyurdu” dedi.”
Açıklama:
Burada “Oniki
münafık”la kastedilen kimseler, Tebük seferinden dönerken Peygamber (s.a.v.)'e
suikast düzenlemek isteyen kimselerdir. O gece Hz. Peygamber (s.a.v.), Ammar ve
Huzeyfe'yle birlikte düşman saldırısına karşı bir tepe yolunu tutmuşlardı. Ordu
vadinin içerisindeydi. İşte tam bu sırada bu on iki kişi, Peygamber (s.a.v.)'e
bir kötülük yapmak istemişlerdi. Bunlar, tanınmamak için yüzlerini
örtmüşlerdi. Peygamber (s.a.v.) onların ayak seslerini işitince Huzeyfe'ye
onlara karşı durmasını emretmiş, onlar karşılarında Huzeyfe'yi görünce Allah'da
onları korkutup hemen hızlıca geriye döndüler ve kaçıp insanların arasına
karıştılar. Huzeyfe onları tanıyamamıştı, fakat bineklerini tanımıştı. Bunun
üzerine Allah, bunların isimlerini ve babalarının isimlerini Resulullah (s.a.v.)'e
bildirdi. Peygamber (s.a.v.)'de bunları Huzeyfe'ye bildirmişti. İşte bundan
dolayı sahabiler, münafıklarla ilgili bir durum sözkonusu olduğunda Huzeyfe'ye
başvururlardı.
2519-
Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.);
“Kim “Murâr” denilen acı ağacın bittiği şu tepe yoluna çıkarsa İsrail
oğullarından düşürülen günahlar ondan da düşürülür” buyurdu.
Bunun üzerine oraya
ilk çıkanlar, bizim süvarilerimiz olan Hazrec oğullarının süvarileri oldu.
Sonra cemaatin hepsi gelip tamam oldu. Resulullah (s.a.v.):
“Şu kızıl devenin sahibi hariç sizin hepiniz mağfiret
olunmuştur” buyurdu. Biz derhal o
kızıl devenin sahibinin yanına gittik. Ona:
“Gel, Resulullah (s.a.v.)
senin için mağfiret istesin!” dedik. O adam:
“Allah'a yemin ederim
ki, benim kaybetmiş olduğum devemi bulmuş olmam, bana, sizin arkadaşınızın
benim için istiğfar etmesinden daha sevimlidir” dedi.
Bu adam, bunu
söylerken kaybolmuş devesini sorup araştırmaktaydı.
[1066]
Açıklama:
Seniyye, dağa çıkan
sarp yol demektir. Bazıları, iki dağ arasındaki yol manasına geldiğini belirtmişlerdir.
Mürâr ise acı yemişi
olan bir ağaçtır. Burada bununla kastedilen, bu isimle anılan bir yerdir. Bu
yer, Hudeybiye'ye yakın bir yerdir.
Resulullah (s.a.v.)'in
Mürar yoluna kim çıkacak diye sorması, ya çıkılması güç bir yer olduğu yada
düşman oraya yakın bulunduğu içindir.
Kadı İyaz, kızıl
devenin sahibinin, Ced b. Kays adına bir münafık kimse olduğu belirtmiştir.
2520- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bizden yâni Neccâr
oğullarından bir adam vardı. Bakara ile Âl-i İmrân Sûrelerini okumuştu.
Peygamber (s.a.v.)'e vahiy kâtibliği yapıyordu. Derken bu adam, kaçıp gitti.
Ehl-i kitab camiasına katıldı. Onlar, onu mükafata vererek kendileri yanındaki
derecesini yükselttiler. Sonra da:
“Bu adam, Muhammed'e
vahiy kâtipliği yapıyordu” deyip yaptığı irtidattan dolayı onu çok beğendiler.
Fakat çok geçmeden Allah onu onların içerisindeyken Allah onun boynunu vurdurup
öldürdü. Ehl-i kitap, o kimse için bir mezar kazıp onu onun içine gömdüler.
Fakat sabah olunca, gömüldüğü yer onu dış yüzüne atmıştı. Sonra döndüler, ona
tekrar bir çukur kazarak o kimseyi onun için gömdüler. Sabah olunca yer yine
onu dış yüzüne atmıştı. Sonra döndüler, onun için tekrar bir Çukur kazarak o
kimseyi onun içerisine gömdüler. Fakat sabah olunca, yer yine onu dış yüzüne
atmıştı. Nihayet onu atılmış olarak bıraktılar.
[1067]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.)
Medine'ye geldikten sonra oradaki Yahudiler ile Hıristiyanlar, müslümanları
içten yıkmak için dış görünüşleri itibariyle müslüman oluyorlar, bir müddet
geçtikten sonra dinden dönüyorlardı. Maksatları, diğer müslümanları dinden
çıkmaya sevketmekti.
İşte burada sözkonusu
edilen kişi de, bu maksatla müslüman olmuş, sonra da dinden dönmüştür.
Hıristiyanlar tarafından mükafata nail olmuşsa da en sonunda kötü bir şekilde
cezasını görmüştür. Çünkü bu kimse öldüğü zaman ona derin bir kuyu kazmışlarsa
da cesedini yer kabul etmeyip, görenlere ibret olmak üzere onu dışarı atmıştır.
Kafirler bunu görünce:
“Bu işi Muhammed ile
ashabı yapmıştır. Onlardan kaçtığı için onun kabrini eşip cesedini çıkardılar”
diyerek onu daha derin bir kuyuya gömmüşlerse de, cesedini yine yer kabul etmeyip
yüze atmış. Üçüncü de daha derin kazdıkları halde, yine dışarı atmış. Nihayet
bunun insan işi olmadığına kanâat getirerek, onu gömmekten vaz geçmişlerdir.
2521- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah {s.a.v.)
bir seferden geliyordu. Medine'nin yakınına geldiği zaman nerdeyse süvariyi
gömecek dercede çok şiddetli bir rüzgar esmekteydi.
Cabir der ki:
Resulullah (s.a.v.):
“Bu rüzgar, bir münafık öldüğü için gönderilmiştir” buyurdu,
Medine'ye geldiğinde,
münafıklardan bir büyük münafığın öldüğünü gördü.
[1068]
Açıklama:
Münafık öldüğü zaman
şiddetli bir rüzgarın çıkması; bunun, o kimse için bir ceza ve ölümüne alamet
olmak ilee şerrinden de kulların rahata erdiğini bildirmek içindir.
İslam inancına göre;
alem mahluktur. Sonradan yaratılmıştır. Sonradan meydana gelen her şey, yok
olucudur. Bu maddi alemde günün birinde son bulacaktır. İşte bu büyük son
bulmaya, “Kıyamet” adı verilir.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
burada, Kıyametin kopma zamanının pek yakın olduğunu bildirmektedir.
Resulullah (s.a.v.)'in daveti, Kıyametin kopma zamanına kadar devam edecektir.
O'nun daveti ile Kıyametin kopması, birbirinden ayrılmayacaktır.
Kıyamet alametlerinin,
Kıyametin kopma anından önce gelmesi; insanları, ikaz ve irşat, gafletten
uyandırma, tevbeye teşvik ve ahirete hazırlık içindir.
Cennet kelimesi,
sözlükte; “Hurma ve diğer ağaçlardan oluşan bahçe” anlamına gelmektedir.
Cennet, “Örtmek”
anlamındaki “Cenne” kökünden alınmıştır. Sarmaşık hurmalıkları ve dalbudak
yapraklı ağaçlan birbirine dolandığı zaman altındakini örten şemsiye gibi olup
adını bundan almıştır.
Terim olarak, cennet
ile kast edilen; yüce Allah'ın, sâdık imanları ve salih amelleri karşılığında
iyi kullarına hazırladığı yurttur.
Cennet, Kur'an-ı
Kerimde çeşitli isimlerle anılmaktadır:
Me'va Cenneti
Müminlerin ve şehidlerin barınağı ve konağı olan cennet, Adn Cenneti, İkamet
ve ebedilik cenneti, Daru'1-Huld, Ebedilik yurdu, Firdevs, Her şeyi kapsayan
cennet bahçesi, Daru's-Selâm, Esenlik yurdu, Daru'l-Mukâme, Ebedi kalınacak
yer, Cennetu'n-Naîm Nimetlerle dolu cennetler ve Makamu'1-Emîn, Güvenli makam
gibi. Yalnız bunların cennetin tabakaları olduğu da ileri sürülmüştür.
Cennete ancak güzel
ameller işliyen ve üstün sıfatlara sahip olanlar girer.
[1069]
Yüce Allah, cennette
nimetlerin sürekli olduğunu ve sevincinin kesilmediğini, içinde her Şeyin
hesapsız bol olduğunu haber vermektedir.
Ayrıca cenneti, şu
şekilde tasvir etmektedir: Nehirleri çok ve gürül gürül akar. Tadı ve kokusu
değişmemiş sütten nehirler, içenlere lezzet veren içkiden nehirler ve
arındırılmış baldan nehirler vardır. Bu nehirlerin hepsi, köşklerin altında
akar. Cennette meyveler bol ve etler ise kuş etidir. Cennet halkı kendilerine
ne zaman bunlardan bir meyve rızık olarak verilse her defasında:
“Daha önce de bundan
rızıklandık” derler . Halbuki o rızık, birbirinin benzeri olmak üzere onlara
sunulacaktır. Çünkü bu meyveler, güzellik ve üstünlük yönünden birbirine
benzemektedir.
Verilen yiyecek ve
içecekleri, onlara, genç hizmetçiler sunacaktır. Bu hizmetçileri görünce, son
derece güzelliklerinden dolayı onları etrafa dağılmış birer inci sanırlar.
[1070]
Bunlar, gümüş ve billurdan tabaklar ve kadehler dolaştırırlar. Orada nefislerin
hoşlanacağı ve gözlerin seveceği her şey vardır.
[1071]
Cennet ehlinin
elbiseleri, ince ve kalın yeşil ipektendir.
[1072] Altından
süs eşyalariyle süslenmişlerdir.
[1073]
Evleri gayet güzel ve rahattır.
[1074]
Altlarından ırmaklar akan, üst üste bina edilmiş köşklerdedirler.
[1075]
Cennet ehli eşleriyle
beraber gölgelerde koltuklara yaslanmaktadır.
[1076] Bu
eşlerini yüce Allah yaşıt ve gencecik yaratır. Onlarla beraber ceylan gözlü
hurileri de yaratır.
Bunlar kuş tüyü içinde
gizlenmiş bembeyaz yumurtalar gibidir. Dünya kadınlarının taşıdıkları bütün
kusurlardan arındırılmıştır. Hayız yok, doğum yok, vücut kusuru veya ahlâk
kötülüğü yoktur.
Cennet ehlinin göğüslerinden
kin ve nefreti Yüce Allah gidermiştir. Sevgi ve ülfet içinde kaynaşırlar. Hiç
bir yorgunluk görmez, oradan da çıkarılmazlar.
[1077]
Cennette lüzumsuzluk,
kötü söz ve boş lakırdı duyulmaz.
[1078]
Hep Allah'ı takdir ve teşbih sesleri yayılır. Müminlere ve birbirlerine
selamlan işitilir.
Cennet nimetleri,
dünyada insanların bildiklerine benzer şekilde olduğu varid olmuştur. Yalnız
türü, şekli ve tadı bakımından dünyadaki nimetlerin çok üstündedir. Bu
nimetlerin hakikati, İnsan aklının tasavvur edemediğinin çok üstündedir.
Ahiret nimetleri,
dünya nimetlerinin hiçbirine benzememektedir. İsim yönünden birbirine
benzerlik olsa bile özellik ve mahiyet bakımından birbirinden tamamen
farklıdır.
[1079]
Cehennem kelimesi,
sözlükte; “Derin kuyu” anlamına gelir. Terim olarak ise; ahirette kafirlerin
sürekli olarak, günahkar müminlerin de günahları ölçüsünde cezalandırılmak
üzere kalcakları azab yeridir.
Yüce Allah, iyi
kullarını cennetle mükâfatlandırdığı gibi günahkar kullarını da işledikleri
büyük günah ve çirkin şeylerden dolayı ceza olarak cehennemle cezalandırır.
Cehennem, azab yerinin
adıdır. Cehennemin birçok isrni vardır.
1- Hâviye
uçurum Haviye, içine düşüldüğü zaman çıkmak mümkün olmayan derin çukur
demektir.
[1080]
2- Saîr
alevli ateş.
[1081]
3- Lezâ,
alevli ateş.
[1082]
4- Sekar, yakıcı
bir ateş.
[1083]
5-
Hutame.
[1084]
6- Cahîm,
son derece büyük, alevleri kat kat yükselen ateş.
7- Nâr,
Ateş.
Yalnız bu 7 ismin,
cehennemin 7 tabakası olduğunu ileri sürenler de olmuştur.
Yüce Allah, sapıkların
sapıklıklarından vazgeçmesini sağlamak için, cehennemi, önünde saçların
ağaracağı ve kalblerin döküleceği şiddetli sıfatlarla nitelemiştir. Örneğin,
cehennem ateşinin yakıtının, insanlar ve taşlar olduğunu belirtmiştir.
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı
insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü,
Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan
melekler vardır.”
[1085]
Cehennem halkının
yiyeceği, Zakkum'dur. Zakkum, kokuşmuş ve gayet acı ağaç çeşitlerinin en
kötüsüdür.[1086]
Cehennem halkı; hiçbir
zaman ölmezler, dinlenemezler ve rahat bir hayat sürdürümezler.
[1087]
Nisa: 4/56'de
'cehennem halkının azab şekli, şöyle tasvir edilmektedir: Ateş,
cehennemdekilerin derilerini yiyip bitirdikçe yüce Allah onlara yeni deriler
verir. Bunun sebebi de; cehennem ateşinin acısını hisseden tabakanın, deri
tabakası olmasıdır. Diğer dokular, kaslar, iç organlarda ise acının duyarlılık
derecesi zayıftır. Bunun için doktor, deri tabakasını geçmeyen basit
yaraların, dokulara kadar nüfuz eden derin yaraların aksine büyük acılar
verdiğini bilir. Zira derin yaralar, tehlike ve ciddiyetine rağmen büyük acı
vermezler.
Yüce Allah, bize
burada şöyle buyurmaktadır: Ateş, sinir sisteminin bulunduğu deri tabakasını
yiyip bitirdikçe acının devam etmesi ve azabın sürmesi için Allah deri
tabakalarını başka deri tabakaîanyla değiştirmektedir. İşte insan daha cehennem
ateşinin acısının mahiyetini kavrayamadan önce Allah'ın yüce hikmeti bu acının
bir benzerini bu dünyada ortaya çıkarmaktadır. “Şüphesiz Allah, Azız ve
Hakimdir.
[1088]
2522- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kıyamet günü iri cüsseli, semiz bedenli bir kişi
hesab yerine gelir. Fakat Allah'ın yanında bir sivrisineğin kanadı kadar
ağırlığı olmaz. İsterseniz “Biz kıyamet günü onlar için hiçbir tartı
tutturmayız”
[1089] ayetini okuyun.”
[1090]
2523-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yahudi bir din adamı,
Peygamber (s.a.v.)'in yanına gelip ona:
“Ey Muhammed! Şüphesiz
ki Yüce Allah kıyamet gününde gökleri bir parmağında, yer tabakalarını da bir
parmağında, bütün dağlar ile ağaçları da bir parmağında, sular ile toprakları
bir parmağında, diğer mahlûkatı da bir parmağında tutup sonra onları
sallayarak:
“Melik ancak Benim,
Melik ancak benim!” buyuracaktır” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) bu
din adamının söylediklerine şaşarak onu tasdik için güldü. Sonra da, “Onlar, Allah'ı hakkıyle takdir edemediler.
Halbuki kıyamet gününde bütün yer Onun avucundadır. Gökler de onun sağ elinde
dürlüp toplanacaktır. O, onların şirk koştuklarından münezzehdir.”[1091]
2524-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yüce Allah, kıyamet günü, bütün gökleri dürer, sonra
onları sağ eliyle tutar.” Sonra da:
“Melik ancak Benim! Cebbarlar nerede! Mütekebbirler
nerede!” buyurur. Sonra sol eliyle de
yerleri dürecek. Sonra da:
“Melik ancak Benim! Cebbarlar nerede! Mütekebbirler
nerede!'” buyuracak.
[1092]
2525- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) elimden tutup:
“Yüce Allah yeri cumartesi günü yaratmış, ondaki
dağları pazar günü yaratmış, ağaçları pazartesi günü yaratmış, sevilmeyen
şeyleri salı günü yaratmış, nuru çarşamba günü yaratmış, hayvanları yerin
üzerine perşembe günü yaymış, Adem (a.s.)'ı da cuma günü ikindiden sonra
mahlûkatm en sonunda ve cuma saatlerinin nihâyetinde, ikindi ile akşam
arasındaki bir zaman içerisinde yaratmıştır” buyurdu.
[1093]
2526- Sehl
b. Sa'd (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kıyamet günü insanlar beyaz, ince undan yapılmış
çörek gibi kırmızıya çalan beyaz bir yerde toplanacak, orada hiç kimse için bir
alamet olmayacaktır.”
[1094]
2527- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Kıyamet günü yer tandırda pişirilen bir ekmek/bazlama
gibi olacak. Cebbar olan Allah, onu, sizden birisinin yolculukta
ekmek/bazlamasını tandır gibi bir yerde koyup pişirirken evirip çevirdiği gibi
cennet halkı için bir konuk yemeği olmak üzere eliyle evirip çevirir” buyurdu.
Ebu Saîd el-Hudrî der
ki: Derken Yahudilerden birisi gelip:
“Ey Ebu'I-Kâsım!
Rahman olan Allah, sana bereket versin! Kıyamet gününde cennetliklerin
ağırlanacağı şeyi sana haber vereyim mi?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Evet!”
buyurdu. Yahudi, Resulullah (s.a.v.)'in buyurduğu gibi:
“Yer bir ekmek/bazlama
gibi olacak” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) bize baktı, sonra da
güldü, öyle ki azı dişleri göründü. Yahudi:
“Sana onların katığını
haber vereyim mi?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Evet!”
buyurdu. Yahudi:
“Onların katıkları,
bâlâm ile nûn'dur” dedi. Orada bulunanlar:
“Bunlar nedir?” diye
sordular. Yahudi:
“Öküz ile balıktır.
Bunların ciğerlerinin kenarından yetmiş bin kişi yiyecektir” dedi.
[1095]
2528- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Eğer yahudilerden on alim kimse bana tabi olsaydı,
yeryüzü üzerinde müslüman olmadık bir yahudi kalmazdı.”
[1096]
2529-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir defasında ben
Peygamber (s.a.v.)'le birlikte bir tarlada yürüyordum. O da, bir hurma dalma
dayanıyordu. Derken bir grup Yahudiye uğradı. Onlar birbirlerine:
“Ona, ruhun mahiyetini
sorun!” dediler. Bazıları da:
“Ona sormaya sizi
sevkeden şey nedir? O sizin karşınıza hoşlanmadığınız bir şeyle karşılamıyor!”
dediler. Bazıları da:
“Ona sorun!” dediler.
Bunun üzerine biri kalkıp gelerek Resulullah (s.a.v.)'e ruhun mahiyetini
sordu. Peygamber (s.a.v.) sustu. Ona hiç bir cevap vermedi. Ona vahyin
geldiğini anladım. Yerimde durdum. Vahy inince,
“Sana ruhu soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin işidir.
Sizlere ancak pek az bir ilim verilmiştir”
[1097] buyurdu.
[1098]
Açıklama:
Mevdudi, ayette geçen
“Ruh” kelimesinin anlamı ile ilgili olarak şöyle der:
“Genellikle Arapça
“Ruh” kelimesinin “Can”, “İnsan ruhu” anlamında kullanıldığı yargısı vardır.
Buna göre Hz. Peygamber'e (s.a.v.) insan ruhunun tabiatı sorulmuş, buna cevap
olarak da onun Allah'ın emrinde olduğu söylenmiştir. Fakat biz bu anlamı kabul
etmekte tereddüt ediyoruz; çünkü bu, ancak ayeti içinde yer aldığı bölümden
yani siyak ve sibaktan çıkardığımızda mümkün olur. Aksi takdirde bu sözler çok
anlamsız olur. Çünkü buraya kadar olan ayetlerde, bundan sonra gelen ve
Kur'an'ın anafikriyle ilgili olan ayetlerin arasına insan ruhu ile ilgili bir
sorunun sokulması çok anlamsızdır.
Eğer ayeti yer aldığı
bölüm içinde okursak, burada “Ruh” kelimesinin vahyi getiren melek olduğunu
anlarız. Bu, müşriklerin şu sorusuna verilen bir cevaptı:
“Kur'an'ı nereden
alıyorsun?” cevapta sanki şöyle denilmek isteniyordu:
“Ey Muhammed, bu
insanlar sana “Ruh”tan yani Kur'an'ın kaynağından veya onu elde ettiğin araçtan
soruyorlar. De ki: Bu “Ruh” bana Rabbimin emri ile gelir. Fakat sizin
bildiğiniz o kadar azdır ki, insan sözleriyle Allah'tan vahyolunan sözleri
birbirinden ayırde demezsin iz. Kur'an'ın başka biri tarafından uydurulduğunu
sanmanızın nedeni işte budur.”
Yukarıdaki yorum
tercih edilmelidir, çünkü önceki ve sonraki ayetlerle mükemmel bir uyum
içindedir. Bu görüş Kur'an tarafından da desteklenmektedir:
“Allah mahşer günü ile uyarıp korkutmak için, kendi
emrinden olan “Ruh”u kullarından dilediğine indirir.”
[1099]
“Böylece sana da biz kendi enirimizden bir Ruh
vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir biliniyordun..”
[1100]
Bunun yanısıra İbn
Abbas, Katade ve Hasan Basri'de Allah hepsine rahmet etsin aynı tefsiri
benimsemişlerdir. İbn Cerir aynı görüşü Katade'den rivayetle İbn Abbas'a isnat
eder, fakat çok gariptir ki, İbn Abbas'ın bunu sadece gizli olarak söylediğini
belirtir. Ruhu'l-Meani yazan da, Hasan Basri ve Katade'nin şu sözlerini nakleder:
“Ruh ile Cebrail
kastedilmiştir. Soru, onun inişi ve vahyin Hz. Peygamber'in (s.a.v.) kalbine
ilka edilişi ile ilgiliydi.
[1101]
2530- Habbâb
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Benim, As b. Vâil'de
bir alacağım vardı. Bunun üzerine onun yanına gidip alacağımı ondan istedim.
Bana:
“Muhammed'e
küfretmedikçe bu alacağını asla sana vermem!” dedi. Ben de, ona:
“Sen ölsen, sonra
tekrar diriltilsen bile yine de ben Muhammed'e asla küfretmem” dedim. As b.
Vâil:
“Ben öldükten sonra
muhakkak diriltilecek miyim? Öyleyse ben tekrar malıma ve evladıma döndüğüm
zaman bana gelirsen, ben de o zaman alacağını sana ödeyeceğim!” dedi.
[1102]
2531- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Ebu Cehl:
“Allah’ın! Eğer bu,
senin katından gelen bir gerçek ise üzerimize gökten taş yağdır veya bize acı
verici bir azab gönder” demişti.
Bunun üzerine;
“Sen onların arasında iken Allah, onlara azap edecek
değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azab edici değildir.
Yoksa Mescid-i Haram'a girmekten müminleri menederlerken Allah onlara niçin
azab etmesin? Hem de onlar O'nun dostu değille. O'nun dostları ancak O'na karşı
gelmekten sakınanlardır. Fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar”
[1104]
ayeti inmiştir.
[1105]
“Ebû Cehli Muhammed
sizin aranızda halâ yüzünü toprağa sürtüyor mu?” dedi. Ona:
“Evet!” diye cevap
verildi. Bunun üzerine Ebu Cehil;
“Lât ve Uzza'ya yemin
ederim ki, onu, bunu yaparken görürsem mutlaka boynuna basarım yada
mutlaka yüzünü toprağa yümerim” dedi. Derken Resulullah (s.a.v.) namaz kılarken
onun yanına vardı. Boynuna basmak niyetinde idi, fakat birdenbire onu bırakıp
geri döndüğünü ve elleriyle korunduğunu gördüler. Ona:
“Sana ne oldu?” diye
soruldu. Ebu Cehil:
“Gerçekten onunla
benim aramda ateşten bir hendek, korkunç bîr şey ve bir takım kanatlar vardı” dedi.
Resulullah (s.a.v.)'de:
“Bana yaklaşmış olsaydı, melekler onun organlarını lime
lime ederlerdi!” buyurdu.
Ravi der ki:
Bunun üzerine Yüce
Allah,
“Hayır! Gerçekten insan kendini zengin görünce azar.
Hiç şüphe yok ki, dönüş Rabbinedir. Bir kulu namaz kılarken meneden kimseye ne
dersin? Va hidâyet üzere ise veya takvayı emrederse ne dersin! Diğeri/Ebu Cehil
ise hakkı yalanladı ve dönüp gitti ise ne dersin? Bilmez mi ki, Allah görüyor!
Hayır! Eğer vazgeçmezse mutlaka alnına yapışacağız. Yalancı, günahkar alına! O,
meclisini çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız! Hayır! Ona itaat etme!”
[1107]
ayetlerini indirdi.[1108]
2533-
Mesrûk'tan rivayet edilmiştir:
“Abdullah (İbn
Mes'ud)'un yanında oturuyorduk. Kendisi de aramızda yan tarafına yaslanmıştı.
Derken ona bir adam gelip:
“Ey Ebu Abdurrahman!
Gerçekten hikayeci bir adam Kinde kapılarının yanında kıssa anlatıyor; Duhan
süresindeki ayet münasebetiyle duman mucizesi gelip kâfirlerin canlarını
alacağını, müminlerin ise ondan nezle şeklinde etkileneceklerini söylüyor” dedi.
Bunun üzerine Abdullah kızarak oturdu ve:
“Ey insanlar! Allah'tan
korkun! Sizden kim bir şey bilirse, bildiğini söylesin. Bilmeyen de, “Allah
daha iyi bilir” desin. Çünkü birinizin bilmediği bir şey için, “Allah daha iyi
bilir” demesi en büyük ilimdir. Gerçekten Yüce Allah, Peygamber (s.a.v.)'e:
“Ben bu peygamberlik görevi karşılığında sîzden bîr
ücret istemiyorum. Ben kendiliğimden teklif edenlerden de değilim de!”
[1109]
buyurmuştur.
Açıklama:
Bu ayetin iniş sebebi
şudur: Şüphesiz ki Resulullah (s.a.v.), insanlardan İslam'a karşı bir
aleyhtarlık gördüğü zaman:
“Allah’ım! Yûsuf'un yedi kıtlık senesi gibi onlara da
yedi kıtılık sene olsun!” buyurdu.
Bunun üzerine
Kureyş'in kabilesinin üzerine öyle bir kıtlık geldi ki, bu kıtlık, her şeyi
silip süpürdü. Hattâ açlıktan hayvan derilerini ve ölü hayvan etlerini
yemişlerdi. Onlardan biri, gökyüzüne bakarak duman şeklinde bir şey gördü.
Hemen Ebû Süfyan, Peygamber (s.a.v.)'in yanına gelip:
“Ey Muhammedi
Sen Allah'a tâatı
ve akrabaya yardımı
emrederek geldin. Fakat kavmin helak oldu. Şimdi onlar için Allah'a dua
et!” dedi. Bunun üzerine Yüce Allah, “Semânın insanları saracak apaçık bir
duman getireceği günü gözet! Bu, acıklı bir azabdır”
[1110]
âyetini,
“Şüphesiz ki siz eski inkarcı halinize geri
döneceksiniz. Fakat biz büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, kesinlikle
intikamımızı alırız.”
[1111] ayetine kadar İndirdi.
Abdullah der ki: Bu
duman, onların dediği gibi ahiret azabı olsaydı hiç ahiret azabı kaldırılır
mıydı?
Açıklama:
Duhan: 44/16'nın
metninde geçen “Başta” günü, Bedir savaşı günüdür. Buna göre Duhan azabı da; batşe,
lizam ve ayeti'r-Rum'da ortaya çıkmış ve geçmiştir.
[1112]
“Bu olay, hicretten
önce olmuştur. Kureyş kabilesi apaçık bir şekilde Duman azabının gelmekte
olduğunu görmesine rağmen, yine de küfür ve inkara sapmışlar, bunun cezası da
Batşe ve lizam olmuştur.
“Kinde”nin; Kufe'de
bir yer olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Yemen'deki en büyük kabilelerden biri
olduğunu söyleyenler de olmuştur.
“Lizam” ile; Bedir
savaşında müşriklerin öldürülmeleri ve esir edilmeleri kast edilmektedir.
“Rum ayeti” ile; Romalıların
ilk önce İranlılara mağlup olup sonra galip geleceklerinden bahseden ayettir.
Romalılar, Hudeybiye savaşı sırasında İranlıları yenmişti.
“Yusuf senesi” ile
kastedilen ise Yusuf (a.s) zamanında Mısır'da meydana gelen yedi yıl süren
kıtlıktır.
2534-
Abdullah
İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte bir ara Mina'da bulunuyorduk. O sırada ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası,
dağın arkasında idi ve diğer bir parçası da dağın berisinde idi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.), bize:
“Şahid olun!”
buyurdu.
[1113]
2535- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Mekke halkı,
Resulullah (s.a.v.)'den bir mucize ,stemişlerdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.)
onlara ayın yarılması mucizesini iki defa göstermiştir.”
[1114]
2536-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Gerçekten ay,
Resulullah (s.a.v.) zamanında ikiye ayrılmıştır.”
[1115]
Açıklama:
Rivayetlere göre;
müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den bir mucize istemişler, Hz. Peygamber (s.a.v.)'de
onlara ayın yanlması mucizesini göstermiştir.
Bu yarılma esnasında
ay, şimşek çakar gibi hızla iki defa ayrılıp kapanmıştır, Bu sırada Ebu Kubeys
dağı, ikiye ayrılan ayın arasından görülmüştür.
Buhârî, bu olayın, Hz.
Ömer'in müslüman olması ile Habeşistan'a hicret etme arasında meydana geldiğini
belirtir.
Alûsî'de, bu olayın,
hicretten 5 yıl önce Habeşistan'a yapılan ikinci hicretten sonra müslümanların
maruz kaldığı vadi ablukası sırasında meydana geldiğini kesin bir dille ifade
eder.
Bir çok alim, bu
konuda geien hadislerin yanı sıra Kamer: 54/1'de geçen "ay yarıldı"
ifadesini de ve ayrıca Kamer: 54/1-9 ayetlerini bir bütün olarak şeklinde
alarak 9. ayette geçen Nuh'un
yalanlanması gibi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in de bu mucizeyle müşrikler
tarafından yalanlandığını görüşlerine delil olarak getirmişlerdir.
Bazı alimler de,
ayette geçen "yanldı" kelimesini, "yarılacak" şeklinde
yorumlayarak ayın, Kıyametin kopması sırasında yarılacağım belirtmişlerdir.)
2537- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İşitmekte olduğu ezaya karşı Yüce Allah'tan daha
sabırlı hiç kimse yoktur. Çünkü O'na şirk koşulur ve O'na oğul' nispet edilir,
sonra bunlara rağmen onlara afiyet verir ve onlara rızık ihsan eder.”
[1116]
2538- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yüce Allah,
cehennemliklerin en hafif azab edilenine:
“Dünya ve dünyanın
içindeki bütün varlıklar, senin olsa, bu azabdan kurtulman için onları fidye
verir miydin?” diye soracak. O kimse:
“Evet!” diye cevap
verecek. Bunun üzerine Allah:
“Ben senden daha Adem'in sulbündeyken şimdi fidye
olarak vermeyi düşündüğün bu fedakarlıktan daha hafif olanım; şirk koşmamam ve
Benim de seni cehenneme koymamamı diledim. Fakat sen, şirkten başkasını kabul
etmedin!” buyuracak.
[1117]
2539- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Bir kimse:
“Ey Allah'ın resulü!
Kafir kıyamet gününde yüzü üstü nasıl haşrolunur?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.);
“Dünyada onu iki ayağı üzerinde yürüten (Allah),
kıyamet gününde o kimseyi yüz üstü yürütmeye kadir değil midir?” diye cevap verdi.[1118]
2540- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kıyamet gününde cehennemliklerden dünya ahalisinin en
refahlısı olan kimse getirilir ve cehenneme bir kere daldırılır. Sonra ona:
“Ey Ademoğlu! Sen hiç bir hayır gördüm mü? Sana
herhangi bir nimet uğradı mı?” diye sorulur. O da:
“Hayır! Vallahi, Rabbim! Hiçbir hayır görmedim ve
hiçbir nimet bana uğramadı!”
diyecek.
Cennetliklerden olup da dünyada yoksul ve sıkıntılı
bir yaşam süren bir
kişi getirilir ve cennete bir kere daldırılır. Sonra
da ona:
“Ey Ademoğlu! Sen hiç yoksulluk gördün mü? Başından
hiç sıkıntı geçti mi?” diye sorulur. O da:
“Hayır! Vallahi, Rabbim! Başımdan hiç yoksulluk
geçmedi ve Hiçbir sıkıntı görmedim” diyecektir.
[1119]
Doğrusu Allah, hiçbir
mümine işlediği hayırı mükafatsız bırakmaz. sebebiyle hem dünyada dilediği
verilir ve hem de ahirette mükafatlandıılır. Kafire gelince ise o dünyada Allah
için yaptığı hayırlar karşılığında ona izık verilir. Ahirete vardığında ise
onun kendisiyle mükafat! andırıl a cağı bir nayrı yoktur.”
[1120]
2542- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Müminin misali, ekin gibidir. Rüzgar nereden gelirse
onu eğip yatırır. Doğrulduğunda mümin kismeye musibet gelmeye devam eder.
Münafıkın misali ise sedir ağacı gibidir. Kesilmedikçe sallanmaz.”
[1121]
2543- Ka'b
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Mümin kimsenin misali, taze yeşermiş ekin gibidir.
Rüzgar onu eğiltir. Kimi yere yıkar ve kimi de doğrultur. Nihayet kurur.
Kafirin misali ise kökü üzerinde dimdik duran sedir ağacı gibidir. Onu hiçbir
şey eğiltemez. Nihayet sökülmesi de bir defa da olur.”
[1122]
Açıklama:
Bu hadiste; mümin,
mütemadiyen esen rüzgarın Önünde sağa sola eğilerek kırılmadan dik kalan canlı
bir bitkiye benzetilmeketedir. Çünkü gerçek mümin kul Allah'a inandığı için
hastalık, sağlık, lütuf, musibet gibi dünyevi sıkınlar, onun dosdoğru istikametini
bozmaz, kulluk vasfı ile imanını sarsmaz. İhsanlara mazhar olursa şükreder,
sıkıntılara maruz kalırsa sabreder. Kafir, müşrik ile münafık ise gerçek mümin
kul gibi olmayıp karşılaştıklan sıkıntılar karşısında istikametini bozabilir,
isyan edebilir.
2544-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu ağaçların içerisinde öyle bir ağaç var ki,
yaprağı düşmez. Bu ağaç, müslümana benzemektedir. Onun hangi ağaç olduğunu bana
söyleyin?”
buyurdu.
Bunun üzerine orada
bulunan cemâat, kırlardaki ağaçları saymaya başladılar.
Abdullah İbn Ömer der
ki: İçimden bunun hurma ağacı olduğu geçti. Fakat bunu söylemeye utandım. Sonra
cemaat:
“Ey Allah'ın resulü!
Bize bunun ne olduğunu söyle!” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“O, hurma ağacıdır” buyurdu.
Abdullah İbn Ömer der
ki; Ben, bunu, (babam) Ömer'e anlattım. O da:
Senin, (herkesinde
içerisinde) 'O, hurma ağacıdır' demiş olman, benin1 için bu, filân ve filânca
şeyden daha sevimli olurdu” dedi.”
[1123]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
hurmayı müslümana benzetmesi; hayırının çokluğu, meyvesini güzelliği ve devamı
itibariyledir. Çünkü hurmanın yemişinin çıktığı günden kuruyuncaya kadar
devamlı surette yenir. Kuruduktan sonra da ondan bir çok faydalı şeyler
yapılır. Odu nundan, yapraklarından ve dallarından da yararlanılır. Hatta
çekirdeği de hayvanlara yefis olarak verilir. Kısacası, hurmanın her şeyi
faydalıdır. Dolayısıyla mümin kimse de; ibadetle riyle, güzel ahlakıyla,
namazıyla, orucuyla, dile ve kalple yaptığı zikriyle, sadakasiyla ve dah-1 bir
çok iyi özellikleriyle hurmaya benzemektedir.
2545-
Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Şeytan, müminlerin, Arap yarımadasında kendisine
kulluk etmelerirden ümidini iyice kesmiştir. Fakat onların aralarını açmaya ve
birbirlerini düşürmeye çalışacaktır” buyururken
işittim”
[1124]
Açıklama:
Hz. Peygamber'in
tebliğe başladığı günden beri dünya gündeminde yer almış buluna? İslâm dini ve
uygulamaları, gerek hac ibadeti gerekse Ortadoğu'daki kanlı olaylarla yenide
gündemdedir.
Anarşi, terör, savaş,
kan, zulüm ve hac, tevhid merkezinin imkan ve bağlılarına yöne!. olarak hep bir
arada. Anlaşılması ve anlatılması oldukça zor bir durum. Dost düşman birbirne
karışmış. İnanç açısından değilse bile, sosyal ve siyasal açıdan tam bir
keşmekeş. Büyük hesapların, arka planlann, güç odaklarının kapışması. İslâm'ı
gündemden çıkarmak için şeytanın istediği sahne. Müşterek düşmanlarına karşı
hac gibi bir İbadet vesilesi ile bile dostça bir araya gelemeyen İslâm dünyası.
Aralan açılmış, birbirlerine düşürülmüş ortak otoritede mahrum müslümanlar. Tam
hadisimizde işaret buyurulduğu gibi..
Asırlarca önce,
hicretin onuncu yılında, yine bu topraklarda zevkine doyum olmaz bir heyecan ve
hareket vardı. Yüz binleri aşan mü'min hacılar eşliğinde Hz. Peygamber Veda
Haccını yerine getiriyor ve bütün peygamberlerin çağrı çenberinİ Veda Hutbesi
ile tamamlıyordu.
Peygamber Efendimizin
o gün irad ettiği Veda Hutbesinin, -açıklamak üzere seçtiğimiz hadîs-i şerîf
ile ilgili bir paragrafı şöyleydi:
“Ey müminler, gerçekten şeytan, sizin şu
topraklarınızda kendisine kulluk edilmesinden ümidini ebediyen kesmiş
bulunuyor. Fakat o, önemsiz saydığınız iş ve davranışlarınızda kendisine
uyulmasından memnun olacaktır. Dininizi ondan koruyunuz!”
[1125]
Hazretİ Peygamberin bu
uyarısı her türlü tahrik ve kargaşanın temelinde bir inanç problemi, bir dinî
kaygı ve amaç bulunacağını, Şeytan'ın temsil ettiği sapıklar cephesinin,
tevhide ve Allah kullarına yönelik sinsî faaliyetlerinin daimî olacağını
göstermekte ve açıkça “Dininizi Şeytan ve yandaşlarından koruyunuz” talimatını
vermektedir.
Bütün tahriklerin,
hadisimizin ifadesiyle tahrişin temelinde İslâm'ı önleyebilmekten ümid kesmiş
olmak gibi açık bir yenilginin bulunduğunu, dolayısıyla psikolojik bir temele
dayalı olan bu karşı oluşun fevkalâde inatla ve sinsice yürütüleceğini de
ortaya koymaktadır. Atalarımız ne güzel söylemişler: “Yenilen pehlivan güreşe
doymaz...”
Aslında konu, Veda
Haccı'nda Mekke'ye girildiği gün veya genel bir kabule göre arefe günü
Arafat'ta vakfe esnasında nazil olan bir âyette de ele alınmakta, İslâm'ın
iktidarını kabul zorunda kalan ve onu önlemekten ümidini kesenin sadece şeytan
olmadığı şöyle haber verilmekteydi:
“Kafirler bugün sizin
dininizi bozmak, sizi kendi dinlerine çevirmekten ümitlerini tamamen
kesmişlerdir. Artık onlardan endişe etmeyin, benden korkun..”
[1126]
Bu âyetteki “Kâfirler”
ile Hz. Peygamberin beyanındaki “Şeytana bir arada değerlendirdiğimiz zaman,
bu iki düşman gücün, İslâm'a karşı çıkmakta, müslümanlara tuzak hazırlamakta ve
onları birbirlerine düşürmekte eylem birliği içinde olacakları sonucuna
varmamız pek tabiî ve kolay olacaktır.
Ayrıca bu âyetin
öncesinin haramlar, arkasının helaller ile ilgili olduğu ve “Artık onlardan
değil, benden korkun” ilahî uyansı ile, hadîs-i şerifteki “Önemsemediğiniz
amelleriniz, iş ve hareketlerinizde ona uyulması da şeytanı memnun edecektir”
nebevi beyanı birlikte düşünülürse, dinî ahkâma, haram helal sınırlarına
ümmet-i Muhammed'e has değerlere ilgisiz kalmanın, onları kim ve ne adına
olursa olsun hafife almanın sadece ve sadece İslâm düşmanlarım sevindireceği
ve dolayısıyla mü'minleri ilahî tehdit ve azaba muhatap kılacağı anlaşılacaktır.
Bu demektir ki, İslâm dünyasındaki olayların temelinde, tevhid yurdundaki şirk
âbidelerinin kaidesinde müslümanların umursamazlığı, gayret azlığı, anlayış
kıtlığı yatmaktadır. Önemsiz görülen "”Aykın”lar, “Normal” sayıldıkça,
toplumda anormal normaller elbette artacaktır.
Öte yandan gerek bu
âyetin, gerekse Veda Hutbesi içinde yer alan Peygamber uyarısının, Veda Haccı
gibi dünyevî çapta ilk kez gerçekleştirilen bir muazzam İbadetin icra günlerinde
nazil ve sâdır oiması, hac ibadetinin tam bir varlık ispatı demek olduğunu, hiç
bir düşmanın artık tevhid dışı bir düşünce adına onu Önleme mânasında İslâm
aleyhinde ümide kapılma imkanı kalmadığını ilan etmektir. İmam Mâlik'e göre
Cezîretu'1-Arap Mekke, Medine ve Yemen'den ibarettir.
“Babacığım niçin şeytana tapıyorsun”
[1127]
âyetinin delaletiyle de “Şeytana kulluk” putlara tapınmak demektir. İşte bu
anlamda o günden bu yana o topraklarda bir sapıklık yaşanmış değildir. Ancak
gerek günümüzdeki bilinen sınırlarıyla Ceziretu'l-Arap'ta, gerekse diğer İslâm
ülkelerinde müslümanlar arasında oîmadık meseleler çıkarılmış, fesad öncülüğü
ve tahrikçiliği yapılmış ve yapılmaktadır. Zaten tahriş, toplumları fitne ve
harblere sevk etmek, kışkırtmak, hile yapmak, katil, terör ve düşmanlık gibi
kötülükleri insanlar arasında teşvik etmek anlamlarına gelmektedir.
Veda Hutbesi'ndeki “Sızın şu toprağınızda” ifadesi,
hadisimizde “Cezîretu'l-Arap'ta” diye açıklık kazanmış olmakta, ya da “Cezîretul-Arap'ta” ifadesi, “Sizin şu
toprağınızda” beyanının sınırlarıyla Mekke ve civarına tahsis edilmiş
olmaktadır. Sonuçta da hadisimizde, musallî mü'minlerin bir daha putlara
kulluğa dönmeyecekleri, en azından şeytan ve avenesinin/yardımcılarının
mü'minleri bu sonuca döndürmekten ümitlerini kesmiş oldukları belirlenmiş
olmaktadır. Ancak mü'minlerin birbirlerine düşmelerinin de bu en acı akıbete
yakın kötü bir son olduğu da vurgulanmış bulunmaktadır. Yaşanan da işte bu kötü
sondur.
İmam Nevevî'ye göre
Peygamberimizin bir mucizesi niteliğindeki hadisimizi gerek Müslim'de gerekse
Ahmed b. Hanbel'de “İblisin tahtı denizin üzerindedir. Oradan çetelerini
müslümanlar üzerine salar. En büyük tahribat yapan, onun katında en yüksek
itibara sahiptir” anlamındaki hadisler takip etmektedir. Bu da ayrıca
günümüzdeki İslâm dünyasına yönelik tehdit odaklarını, süper güçlerin deniz
üsslerini haber verir gibidir.
Ayrıca Hazreti
Peygamber’in en son tavsiyeleri arasında "Yahudi ve Hristiyanların
Ceziretul-Arap'tan sürülmesı'nin bulunması İsiâm dünyasında yaşanacak aynlık ve
düşmanlıkların müsebbiplerini, en azından, şeytanın çetelerini teşhir ve
tespit anlamı taşımaktadır. Yine Hz. Peygamberin en son olarak Şam taraflarına
göndermek üzere hazırladığı ve fakat vefatı dolayısıyla göreve çıkamayan Üsâme
b. Zeyd komutasındaki orduya Filistin'den geçmesini ve orada Belka ve Darüm
denen iki yeri atlarına çiğnetmesini emretmiş olması da, 11 Hz. Peygamberin
ümmeti için taşıdığı endişelerin odağında Filistin ve tabiî Yahudilerin bulunduğunu
gösteren bir başka delil olmaktadır.
Bunca müslümanı
asırlarca öncesinde olduğu gibi her yıl Arafat'ta vakfede birleştiren ruh ve
iktidar belgesi hac ibadeti, müslümanları biraz da İslâm gerçeklerini,
Peygamber Efendimizin tavsiyelerini yaşamakta iş birliğine zorlayabilse, yenik
pehlivan şeytan ve yandaşlarının, tek kelime ile İslâm düşmanlarının sindiği,
şirk balonlarının söndüğü, fikrî ve fizikî putların devrildiği görülecektir.
Yani tarih tekerrür edecek, şeytan ümitsizlik içinde dövünecek, İslâm gönül
gönül dünyalılara mutluluklar götürecektir.
[1128]
2546- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“İblis, tahtını suyun
üstüne kurar. Sonra adamlarını etrafa yayar. Bunların mevki yönünden İblis'e
en yakın olanı, en büyük fitne çıkaranıdır. Bunlardan biri gelip:
“Şöyle şöyle yaptım”
der. İblis, ona:
“Hiç bir şey
yapmamışsın” der. Sonra diğerleri gelip ona:
“Kişi ile eşini
birbirinden ayırmadikça onların yakasını bırakmadım” der.
İblis, onu en yakın
adamlarından yapıp ona:
“Sen çok iyi yapmışsın”
der.
[1129]
Açıklama:
Kadınlara meyletmek,
mala düşkünlük, makam ve mevki için can atmak, zorbalığı ve zuimü onaylamak,
azgınlığa yönelmek gibi nefsin meyledeceği ne kadar kötü duygu ve davranış
varsa onu insana süslü gösteren şeytanın ta kendisidir. Hatta bizzat dindar
kişilere, dini, arzularına uydurmak ve arzularına alet etmek için dini
hükümleri eksiltmek veya artırmak suretiyle bozmaya zorlamakta ve musallat
olmaktadır.
İnsanlar arasında
düşmanlığı ve öfkeyi yayan, kardeşleri, eşleri ve ümmetin cemaatleri arasında
tefrika çıkaran ve birbirine düşman eden odur. Topluluklar arasında savaş
ateşini tutuşturan ve ekin ile nesli yok etmek, yaş ile kuru ne varsa hepsini
imha etmek için alevini körükleyen odur.
Şeytan insana ne kadar
çok tuzak kurabilirse reisi olan lanetli Iblis'in yanında değeri ve yakınlığı
daha fazla olmaktadır.
2547-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Sizden hiçbir kimse yoktur ki, cinlerden şeytanlardan
olan bir Karîn/kişi onunla görevlendirilmiş olmasın” buyurdu. Yanında bulunan kimseler:
“Ey Allah'ın resulü!
Senin yanında da bir şeytan var mı?” dediler. O da:
“Evet. Benim yanımda da bir şeytan var Fakat ona karşı
Allah bana yardım etti ve o cin şeytan müslüman
oldu. O, bana ancak hayırı telkin ediyor” dedi.[1130]
2548- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
geceleyin yanımdan çıkıp gitmişti. Bende onu kıskandım. Az sonra geri gelerek
benim ne yaptığımı görünce:
“Ey Aişe! Sana ne oldu. Yoksa kıskandın mı?” dedi. Bende.
“Benim gibisi, senin gibi bir zatı hiç kıskanmaz mı?” dedim. O da:
“Sana şeytanın mı geldi?” dedi. Bende:
“Ey Allah'ın resulü! Benimle birlikte şeytan mı var?” diye sordum. Oda:
“Evet” dedi.
Ben tekrar:
“Her insanın beraberinde gerçekten şeytan var mı?” dedim. O da:
“Evet” dedi. Ben tekrar:
“Senin beraberinde de şeytan var mı?” dedim. O da:
“Evet. Fakat Rabbim ona karşı bana yardım etti de o
şeytan müslüman oldu” dedi.
[1131]
Açıklama:
Yüce Allah, insanı,
yol gösteren bir melekle desteklediği gibi onun yanına kendisine vesvese veren,
kötülüğü süslü gösteren, münkeri teşvik eden ve fitneye çağıran bir de şeytan
vermiştir. Bu konuda, peygamber ile diğer insanlar aynıdır.
Nitekim yüce Allah
konu ile ilgili olarak;
“Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını
düşman kıldık. Bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar”
[1132]
buyurmaktadır.
2549-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Sizden hiç kimseyi kendi ameli kurtaramayacaktır” buyurdu. Bir adam:
“Ey Allah'ın
resulü! Seni de
mi (amelin kurtaramayacak)?”
diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Beni de! Yalnız Allah'ın kendi katından bir rahmetle
beni örtmüş olması durumu vardır. Fakat sizler daima doğru yolu dileyin” buyurdu.
[1133]
Açıklama:
Hadis; hiçbir
kimsenin, ibadet ve tatlarıyla sevabı ve cenneti hak etmediğine, bunların ancak
Allah tarafından bir ikram ve ihsan olmak üzere verildiğine delalet etmektedir.
Burada Allah'ın
rahmeti söz konusudur. Allah, rahmeti gereği, müminleri cennete koyacak ve
kafirleri de ebediyen cehennemde bırakacaktır. Dünyada Allah'ın rahmeti
sayesinde hem kafir ve hem de mümin kul, rızkını elde eder ve geçimini sağlar.
Hiçbir kimse,
cehennemden kurtulmak için ameline güvenmemelİdir. Çünkü insan, işlemiş olduğu
eylemin ne kadarının kendisini cennete götüreceğini bilemez. Çünkü ebedi olan
cennet, insanların dünyada yaptıkları ve işledikleri amellerin bir sonucu
değildir. Zira insan, dünyada Allah'a iman etme ve imanının gereği olarak salih
ameller işlemesi bir görev ve emir durumundadır. Bu kulluğun bir sonucu olarak
ortaya çıkmaktadır. İşte Allah, kendi lütfuyla bu insanları cennete koyacaktır.
Fakat ilahi lütfe elde etmede, amel defterinin ve kitabın sağdan verilmesi
önemli bir etken olacaktır.
2550- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
namaz kıldığı zaman ayaklan şişecek derecede ayakta dururdu. Aişe:
“Ey Allah'ın resulü! Allah, senin, geçmişve geri
kalmış bütün günahlarım bağışladığı halde yine de sen bu kadar meşakkatli bir
ibadet tarzını mı tercih ediyorsun?”
dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ey Aişe! Çokça şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu.
[1134]
Açıklama:
Hz. Aişe burada Feth
suresi: 1-3'deki Peygamber'in geçmiş ve geri kalmış bütün günahlarının
mağfiretini müjdeleyen ayete işaret etmektedir.
2551- Şakîk
Ebi Vâil'den rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Mes'ud
her Perşembe günü bize vaaz ve sohbet tarzında vaazda bulunurdu. Derken bir
adam, ona:
“Ey Ebu Abdurrahman!
Bizler senin konuşmanı/hadis nakletmeni seviyor ve ona arzu duyuyoruz. Bizlere
her gün konuşmuş olmanı/hadis rivayet etmeni diliyoruz” dedi. Bunun üzerine
Abdullah:
“Sizinle devamlı
konuşmaktan beni alıkoyan husus, sizi bundan bıktırırım korkusudur. Gerçekten
Resulullah (s.a.v.) bıkkınlık verir endişesiyle durumumuza bakıp ona göre bazı
günlerde bize vaaz ve nasihatta bulunurdu” diye cevap verdi.”
[1135]
“Cennet” kelimesi,
sözlükte; “Hurma ve diğer ağaçlardan oluşan bahçe” anlamıra gelmektedir.
Cennet, “Örtmek”
anlamındaki “Cenne” kökünden alınmıştır. Sarmaşık hurmalıkları dalbudak yapraklı ağaçlan birbirine dolandığı
zaman altındakini örten semsiye gibi olup adı bundan almıştır.
Terim olarak, cennet
ile kast edilen; yüce Allah'ın, sâdık imanları ve salih amelle karşılığında iyi
kullarına hazırladığı yurttur.
Cennet, Kur'an-ı
Kerimde çeşitli isimlerle anılmaktadır:
Me'va Cenneti, Adn
Cenneti, Daru'1-Huld, Firdevs, Daru's-Selâm, Daru'l-Mukâmt: Cennetu'n-Naîm ve
Makamu'1-Emîn gibi.
Cennetin genişliği,
yer ve gökler kadar plduğu Kur'an-i Kerim'de ifade edilmektedir.
Rivayet edildiğine
göre, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e:
“Cennetin yer ve
gökler kadar olması halinde cehennem nerededir?” diye soruldu. O da:
“Subhanallah! Gündüz olduğunda gece nerdedir?” diye karşılık verdi.”
[1136]
2552- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cennet hoşa gitmeyen şeylerle ve cehennem de hoşa
giden şeylerle sarılmıştır.”
[1137]
Açıklama:
Cennete ancak bu hoşa
gitmeyen şeyleri yapmakla, cehenneme de şehvetler sebebiyle varılır. Bunlar
cennetle cehennemi sarmış, perde arkasında bırakmıştır. Hoşa gitmeyen şeylere
göğüs gererek cennetin perdesini yırtan, oraya girecek şehvetlerine kapılıp
günah işleyenler de cehennemin perdesini yırtarak cehenneme girecektir.
Buradaki hoşa gitmeyen
şeylerden maksat, icrası nefse ağır gelen şeylerdir, ibâdetlere devam, onlann
güçlüklerine katlanmak, öfkeyi yenerek affetmek, sadaka vermek, kötülük yapana
iyilikte bulunmak, nefsin arzularına sabırla karşı gelmek gibi şeyler bunda
dahildir.
2553-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yüce Allah:
“Ben salih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir
kulağın işitmediği ve insan kalbinden geçmeyen şeyler hazırladım” buyurdu.
Allah'ın kitabında
bunun delili,
“Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne
mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez”
[1138] ayetidir.
[1139]
2554- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır;
“Gerçekten cennette bir ağaç vardır ki, binili giden
bir kimse onun gölgesinde yüz sene yürür.”
[1140]
2555- Ebu
Saîd ei-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki Allah, cennetliklere:
“Ey cennetlikleri” buyuracak. Onlar da:
“Rabbimiz! Buyur,
emrine amadeyiz! Hayr, Senin ellerindedir” diyecekler. Allah:
“Halinizden razı mısınız?” buyuracak. Onlar:
“Ya Rabb! Senin
verdiklerine naşı razı olmayalım? Sen, mahlukatından hiç kimseye vermediğin
bunca nimeti bize verdin!” diyecekler. Allah:
“Ben muhakkak sizlere bunlardan daha değerli bir nimet
vereceğim!”
buyuracak. Onlar:
“Ya Rabb! Bize
verdiğin bu nimetlerden daha değerli hangi nimet olabilir ki?” diyecekler.
Bunun üzerine Allah:
“Ben, size, “Hoşnutluğumu” Rıdvan'ımı indiriyorum/helal
kılıyorum ve bundan sonra sizlere ebediyen darılmayacağım!” buyuracak.
[1141]
2556- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu cennetlikler, sizin ile yıldız arasındaki
mesafe uzak olmasına rağmen doğu veya batı ufkunda batmak üzere olan ışık saçan
parlak iri yıldızı seçip görebildikleri gibi, cennette de, aralarındaki mesafe
uzak olmasına rağmen kendilerinden yükseklerde bulunan Ehl-i Guref denilen bir
takım köşklerin sahiplerini de göreceklerdir” buyurdu, Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu yüksek köşkler, peygamberlerin yerleridir. Başkaları onlara ulaşamaz” dediler.
Resulullah (s.a.v.):
“Evet! Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, o
kimseler, Allah'a iman etmişlerdir ve kendilerine gönderilen peygamberleri
tasdik etmişlerdir”
buyurdu.
[1142]
2557- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ümmetimin içerisinde beni en çok seven kimseler;
benden sonra gelecek bir takım kimselerdir ki, onların her biri, ailesini ve
malını feda ederek beni görmüş olmayı arzu edeceklerdir.”
[1143]
2558- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Gerçekten cennette
bir çarşı vardır ki, cennet halkı, her Cuma günü oraya gelirler. Derken şemal
rüzgarı esip onların yüzlerine ve elbiselerine en güzel koku türlerini serper.
Bu suretle oraya gelen cennet halkının güzellik ve cemalleri artar. Bunlar,
güzellik ve cemalleri artmış olarak ailelerinin yanına dönerler.” Aileleri, onlara:
“Vallahi, bizden
ayrıldığınız ayrılalı güzellik ve cemaliniz daha artmış durumda” diyecekler.
Onlar da:
“Vallahi, biz gittik
gidelî sizin de güzellik ve cemaliniz daha artmış durumda” diyecekler.
[1144]
2559- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Cennete girecek ilk topluluk, dolunay gecesindeki ay
suretindedir. Onu takip eden topluluk, parlaklık yönüyle gökteki en büyük
yıldız gibidir. Cennetlikler, büyük ve küçük abdest yapmazlar, tükürmezler ve
sümkürmezler. Tarakları altındandır. Terleri ise misktendir. Buhurdanlıkları,
öd ağacındandır. Eşleri, ceylan gözlü hurilerdir. Cennetliklerin hepsi de,
babaları Adem suretinde altmış arşın uzunluğunda bir tek adam endammdadırlar.”
[1145]
2560- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cennete ilk girecek zümrenin suretleri, dolunay
gecesindeki ay gibi olacaktır. Orada tükürmezler, sümkürmezler ve büyük abdest
yapmazlar. Kapları ve tarakları, altın île gümüştendir. Buhurdanlıkları, öd
ağacındandır. Terleri, misktendir. Her birine, güzellikten baldırlarının iliği
etin arkasından görülen iki eş verilecektir. Aralarında anlaşamamazlık ve
küsüşme olmayacaktır. Kalpleri, tek kalp olacaktır. Sabah-akşam Allah'ı teşbih
edeceklerdir.”[1146]
2561- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cennetlikler, cennette yiyip içerler, büyük abdest
yapmazlar, sümkürmezler, küçük abdest yapmazlar. Fakat onların yediği bu
yiyecekler, midenin dolmasından ileri gelen bir misk sızıntısı gibi bir
geğirti gelir. Onlara, teneffüs edip nefes almaları ilham olunduğu gibi teşbih
etmeleri ve hamd etmeleri ilham olunur.”
[1147]
2562- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cennete giren kimse; nimet görür, fakirlik görmez,
elbisesi eskimez ve gençliği tükenmez.”[1148]
2563- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a) ile Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre,
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bir münadi, cennet
halkına:
“Artık daima sağlıklı olmanız ve ebediyen hasta
olmamanız sizin hakkınızdır. Daima yaşamanız ve ebediyen ölmemeniz sizin
hakkınızdır. Dalma genç kalmanız ve ebediyen ihtiyarlamamanız sizin
hakkınızdır. Daima nimetler içerisinde hoş vakit geçirmeniz ve ebediyen
sıkıntıya maruz kalmamanız sizin hakkınızdır!” diye seslenecektir.
İşte bu; Yüce Allah'ın
“Cennetliklere: “İşte size cennet! Yapmış olduğunuz
iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız” diye seslenilir” ayetinin anlamıdır.”
[1149]
2564-
Abdullah b. Kays (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Muhakkak mümin kimse için cennette içi boşaltılmış
bir tek inciden yapılmış altmış mil uzunluğunda bir çadır vardır. Onun
içerisinde mümin kimseye mahsus bir çok aile vardır. Mümin kişi onları
dolaşır. Fakat onlar, birbirlerini görmezler.”
[1150]
2565- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil'den her biri, cennet
nehirlerindendir.”
[1151]
Açıklama: Burada
sözkonusu olan nehirler, bilinen nehirler olmayıp cennetteki nehirlerin
isimleridir. Bununla ilgili olarak Müslim, İman 264 (164) nolu hadiste; Nil ve
Fırat nehirlerinin cennette bulunan iki nehir olduğu belirtilmektedir.
2566- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Cennete bir takım topluluklar girer ki, onların
kalpleri, kuşların kalpleri gibidir.”
[1152]
2567- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yüce Allah, Âdem'i
kendi suretinde yarattı. Onun uzunluğu, altmış arşındır. Adem'i yaratınca, ona:
“Git, şu oturmakta olan melekler topluluğuna selâm
ver. Sana nasıl cevap vereceklerini iyi dinle! Çünkü bu, hem senin ve hem de senden
sonra gelecek olan zürriyetinin selamlaşma şekli olacaktır” buyurdu.
Bunun üzerine Adem
gidip onlara:
“Es-Selâmu aleykum
selam üzerinize olsun!” dedi. Melekler:
“Es-Selâmu aleyke ve
rahmetullahi selam ve Allah'ın rahmeti, senin üzerine olsun!” diye karşılık
verdiler.
Melekler, selamlarına,
“Ve rahmetullahi” ve Allah'ın rahmeti ifadesini ilave demişlerdi.
Buna göre cennete her
giren kimse, Adem'in bu güzel suretinde girecektir ve unluğu altmış arşın
olacaktır. Fakat Adem'tin kendisinden sonra insanlar, şimdiye ıdar onun vücut
güzelliğinden birer parçasını eksilmeye devam etmektedir.”
[1153]
2568- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.):
“Ademoğlunun yakmakta olduğu şu dünya ateşiniz,
cehennem ateşinin retmiş cüz'ünden bir cüzdür” buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Vallahi, dünya ateşi, kafirlere azab etmeye yeterlilir” dediler. Peygamber (s.a.v.):
“Cehennem ateşi, dünya ateşleri üzerine altmış dokuz
derece daha fazla kılındı. Bunların her birinin sıcaklığı, bütün dünya ateşinin
sıcaklığı gibidir”
buyurdu.
[1154]
2569- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, bir gün
Resulullah (s.a.v.)'Ie birlikte bulunuyorduk. Derken bir düşme sesi işitti.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.);
“Bu nedir? Biliyor musunuz?”' buyurdu. Biz:
“Allah ve Resulü daha
iyi bilir” dedik. Peygamber (s.a.v.):
“Bu, yetmiş sene önce cehennemin içine atılmış bir
taştır. Henüz cehennemin dibine düşüyordu. Nihayet dibine şimdi ulaştı” buyurdu.
[1155]
2570- Semure
b. Cundeb (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, o, Allah'ın Peygamberi (s.a.v.)'in
şöyle buyurduğunu işitmiştir:
“Şüphesiz ki cehennem ateşi, cehennemliklerden
bazılarını topuklarına kadar, bazılarını oturağına/beline kadar ve bazılarını
da boğazına kadar alacaktır.”
[1156]
2571- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cennet ile cehennem birbirleriyle şöyle münâkaşa
ettiler: Cehennem:
“Ben, kibirlilere ve zalimlere tahsis olundum”
der. Cennet de:
“Acaba bana, neden insanların zayıfları, düşkünleri ve
gafillerinden başkası girmiyor?”
der. Bunun üzerine Allah, cennete:
“Sen Benim sırf rahmetîmsin. Ben, kullarımdan rahmet
etmek istediğim kimselere rahmetimi seninle rahmet ederim” buyurdu.
Cehenneme de:
“Şüphesiz sen de Benim sırf azâbımsın. Kullarımdan
azab etmek istediğim kimselere seninle azab ederim. Sizin herbirinizin dolma
hakkı vardır”
buyurur.
Fakat cehenneme
gelince o dolmak bilmez. Nihayet Yüce olan Allah ayağını koyar. O zaman
cehennem:
“Yeter, yeter, yeter!”
deyip dolar ve bazısı bazısına büzülüp toplanır. Allah, cehennemi doldurmakla
hiç kimseye haksızlık etmez. Cennete gelince, Allah onun boşluklarını doldurmak
için yeniden bazı mahlukat yaratır.”
[1157]
2572- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kıyamet günü cennetlikler cennete ve cehennemlikler
de cehenneme ayarıldıktan sonra ölüm, aklı karalı bir koç gibi getirilip cennet
ile cehennemin arasında durdurulacak, sonra da:
“Ey cennetlikler! Bunu biliyor musunuz?” denilecek.
Onlar başlarını kaldırıp bakacaklar:
“Evet! O, ölümdür!” diyecekler. Sonra da:
“Ey cehennemlikler! Bunu biliyor musunuz?” denilecek.
Onlar da başlarını kaldırıp bakacaklar:
“Evet! O, ölümdür!” diyecekler.
Bunun üzerine emir verilerek koç kesilecek. Sonra da:
“Ey cennetlikler! Artık ebediyet vardır, ölüm yoktur
ve: Ey cehennemlikler! Artık ebediyet vardır, ölüm yoktur” denilir.”
Ebu Saîd el-Hudrî der
ki:
“Daha sonra Resulullah
(s.a.v.),
“Ey Muhammedi insanların pişmanlık duyacağı ve işin
bitmiş olacağı kıyamet günü ile onları uyar. Onlar hâlâ gaflet içindedirler,
onlar iman etmezler”
[1158] ayetini okudu. Resulullah (s.a.v.) bu ayeti okurken
eliyle dünyay işaret etti.”
[1159]
Açıklama:
Ölüm, insan için yok
olmak değil, ruhun göç etmesidir, hayatı devam eder. Nitekim yüce Allah,
şehitler için;
“Allah yolunda öldürülenlere ölülerdir demeyin.
Hakikatte onlar, diridirler. Fakat siz, anlayıp bilemezsiniz”
[1160]
buyurarak bizim ölü dediğimiz insanların ölü olmadığını belirtmektedir. Bizim,
ölülere, “Ölü” dememiz, gözümüzle gördüğümüzle hüküm verdiğimiz ve bir de,
ölümden önceki hallerine bakarak hükmettiğimiz içindir. Bizim kullandığımız “Ölüm”
kelimesi, ruhun ceset üzerindeki tasarrufunun son bulması ve ruhun cesetten
ayrılışını ifade etmektedir.
2573-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cennetlikler cennete ve cehennemlikler de cehenneme
vardıkları zaman, ölüm getirilecek ve cennet ile cehennem arasına konulacak,
sonra da kesilecektir.
Sonra bir
münadi:
“Ey cennetlikler! Artık Ölüm yok. Ey cehennemlikler!
Artık ölüm yok!” diye seslenecek.
Böylece cennetliklerin sevinci bir kat daha artar.
Cehennemliklerin üzüntüsü de bir kat daha artar.”
[1161]
2574- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cehennemde kafirin azı dişi, Uhud dağı kadardır.
Derisinin kalınlığı da, üç günlük mesafe kadardır.”
2575- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cehennemde kafirin iki omzunun arası, hızlı giden
binekli kimsenin üç günlük mesafesi kadardır.”
[1162]
2576- Harise
b. Vehb (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.), sahabilere:
“Size cennetlikleri haber vereyim mi?” diye sordu. Sahabiler:
“Evet!” dediler.
Peygamber (s.a.v.):
“Her zayif/mütevazi ve insanlar tarafından
zayıf/tevazulu görülen her mümin kimse, cennetliktir. O mümin kimse, Allah'a
yemin etse, muhakkak ki Allah o kimseyi yemininde doğru çıkarır” buyurdu. Sonra da:
“Size cehennemlikleri haber vereyim mi?” buyurdu. Sahabiler:
“Evet!” dediler.
Peygamber (s.a.v.):
“Katı yürekli, çalımlı ve kibirli olan her kimse ise
cehennemliktir” buyurdu.
[1163]
2577- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resuluüah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Nice kapılardan kovulmuş pejmürde insan vardır ki,
Allah'a bir şeyin meydana gelmesi için yemin ederse muhakkak Allah onu bu
yemininde doğru çıkarır.”
[1164]
2578-
Abdullah
İbn Zem'a (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
hutbe okuyup Salih peygamberin dişi devesini ve onun ayak sinirlerini kesip
öldüren kimseyi;
““Derken Semud kavminin en kötü adamı dişi deveyi
öldürmek için ayağa kalkıp fırladığı zaman”
[1165] ayetini zikredip:
“Dişi deveye karşı kalkıp fırlayan kimse; kendi kavmi
içinde güçlü, bozguncu ve Ebu Zem'a gibi kuvvetli adam yerinden fırladı” buyurdu.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.) kadınları zikredip onlar vaazda bulundu. Sonra da:
“Sizden birisi daha ne zaman kadar hanımım dövmeye
devam edecek? Belki de o kimse, hanımıyla aynı günün sonunda cinsel ilişkide
bulunmuştur” buyurdu.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.) sahabilere bir hata eseri yellenmeye gülmeleri ile ilgili vaazda
bulunup sonra da:
“Sizden birisi yaptığına gülmeye ne zamana kadar devam
edecek!” buyurdu.
[1166]
2579- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ben, Amr b. Âmir el-Huzâî'yi cehennemde
bağırsaklarını sürürken gördüm. Bu adam, dişi develeri putlara tahsis
edenlerin ilkidir.”
[1167]
Açıklama:
Amr b. Âmir el-Huzâî,
Şam'dan Hubel putunu Mekke'ye getirerek Araplar arasında Hz. İbrahim (a.s)'dan
kalma Haniflik dinini değiştirerek insanlar arasında putçuluğu yaymış ve onlara
tazime teşvik etmiş bir kimsedir.
2580- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Çok yaşarsan ellerinde sığır kuyrukları gibi kamçılar
bulunan bir topluluğu görmen yakındır. Bunlar, Allah'ın gazabı içinda sabahlar
ve Allah'ın öfkesi içerisinde ise akşamlar.”[1168]
2581- Fihr
oğullarının kardeşi Müstevrid (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Allah'a yemin ederim ki, ahiret nimetlerinin
karşısında dünya nimetlerinin ancak sizden birisinin şu parmağını denize
koyduğu kadarcıkür. Parmağın denizden ne kadar ıslaklıkla döneceğine iyi
baksın!”
[1169]
2582- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, o, Resulullah (s.a.v.)'i şöyle
buyururken işittim:
“İnsanlar kıyamet gününde yalınayak, vücutları çıplak
ve dünyaya geldikleri gün gibi sünnetsiz olarak haşrolunurlar”
buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Kadınlar ve erkekler beraber olarak ve onlar birbirlerine baktıkları halde mi
haşrolunacaklar?” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Ey Âişe! Haşr olayı, insanların birbirlerine
bakmalarından daha şiddetlidir”
buyurdu.
[1170]
2583-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) bir vaaz dolayısıyle hutbe okumak
için aramızda ayağa kalkıp:
“Ey insanlar! Hiç şüphe yok ki, siz Allah'a yalınayak,
çıplak, sünnetsiz olarak haşrolunacaksıruz. “ilk yaratmaya nasıl
başladıksa, üzerimize hak bir vaat olarak onu öylece iade edeceğiz. Doğrusu Biz
vaadimizi yaparız”
[1171]
Dikkat edin ki,
kıyamet gününde mahlûkatm ilk giydirileni İbrahim (a.s) olacaktır
Dikkat edin ki, benim
ümmetimden bir takım adamlar getirilecek, fakat onlar sol/cehennem tarafına
alınacaktır. Bunun üzerine ben:
“Rabbim! Bunlar benim
sahabilerimdir” diyeceğim. Bana:
“Bunların senden sonra
neler ihdas ettiklerini sen bilmezsin?” denilecek.
Ben de Allah'ın salih
kulu İsa'nın dediği gibi;
“İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine
kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen
oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin. Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz
onlar senin kullarındır dilediğini yaparsın. Eğer onları bağışlarsan şüphesiz
sen izzet ve hikmet sahibisin”
[1172] diyeceğim.
Bunun üzerine bana:
“Sen onlardan ayrıldığından beri onlar ökçeleri
üzerine basarak geriye dönüp mürtedler olmakta devam ettiler” denilecektir.”
[1173]
2584- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İnsanlar üç grup halinde haşrolunacaklardır:
1- İstekliler, ürkekler.
2- iki kişi bir deve üzerinde, üç kişi bir deve
üzerinde, dört kişi bir deve üzerinde ve on kişi bir deve üzerinde olanlar.
3- Geri kalanlarını ise cehennem toplayacak;
geceledikleri yerde onlarla birlikte geceleyecek, dinlendikleri yerde onlarla
birlikte dinlenecek, sabahladıkları yerde onlarla birlikte sabahlayacak ve
akşamladıkları yerde onlarla birlikte akşamlayacak.”
[1174]
2585-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.):
“Yüce Allah'ın “İnsanlar hesab için o gün alemlerin
Rabbi divanına ayağa kalkacaklardır”
[1175] ayet hakkında:
“İnsanlardan her bîri kulaklarının yarısına kadar tere
batmış olarak kalkacaktır” buyurdu.[1176]
2536- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki kıyamet gününde ter, yerin içine yetmiş
kulaç kadar inecektir. Öyle ki, o ter, insanların ağızlarına yada kulaklarına
kadar ulaşacaktır.”
[1177]
2588- iyâz
b. Himâr el-Mucâşiî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) bir gün
hutbesinde şöyle buyurdu:
“Dikkat edin ki, Rabbim bana öğrettiklerinden
bilmediklerinizi bugün size öğretmemi emredip şöyle buyurdu:
“Bir kula verdiğim her mal helaldir. Ben kullarımın
hepsini hanifler/müslüman olarak yarattım. Ama onlara şeytanlar gelerek
kendilerini dinlerinden alıp götürdüler. Benim kendilerine helâl kıldıklarımı,
onlara haram ettiler. Benim, hakkında delil indirmediğim bir şeyi Bana ortak
koşmalarını emrettiler.”
Şüphesiz ki Allah, yer
halkına bakarak onların Arabına, Acemine şiddetle buğzetmiştir. Yalnız Ehl-i
kitabtan doğru din üzerinde baki kalanlar müstesna! Yüce Allah, yeryüzü halkına:
“Ben seni ancak imtihan edeyim ve seninie başkalarını
İmtihan edeyim diye gönderdim. Sana suyun yıkayıp götüremediği bir kitab
indirdim. Onu uyurken uyanıkken okursun” buyurdu.
Gerçekten Allah bana
Kureyş'i yakmamı emretti. Ben:
“Rabbim! 0 halde benim
başımı yararlar ve onu bir ekmek parçasına çevirirler” dedim. Yüce Allah:
“Onlar seni nasıl çıkardüarsa sen de onları çıkar.
Onlarla savaş ki, sana yardım edelim. İnfakta bulun ki biz de sana infakta
bulunalım! Sen bir ordu gönder, Biz de onun gibi beş ordu gönderelim! Sana
itaat edenlerle birlikte, isyan edenlere karşı savaş” buyurdu.
Cennetlikler üç
kısımdır:
1-
Kuvvet
sahibi, adaletli, sadaka verici, muvaffak kılınmış bir kimse!
2-
Her
akrabaya ve müslümana karşı ince kalbli, merhametli olan bir kimse!
3-
İffetli, namuslu, mal-mülk sahibi kimse Cehennemlikler
ise beş kısımdır:
1-
Aklı
bulunmayan zayıf kişi!
Böyle kimseler, sizin
aranızda size tâbi olarak bulunurlar. Hiç bîr aile ve mala tâbi olmazlar.
2-
Açgözlülüğü/hırsı
açığa çıkmayan hain kimse!
Açgözlülüğü/hırsı ne
kadar incelip küçülse de muhakkak hainlik eder.
3-
Akşam ve
sabah sana ailen ve malın hakkında mutlaka hainlik eden kimse!
4-
Cimriliği
veya yalancılığı da zikretti.
5- Kötü
huylu ve kötü ahlaklı kimse!”
[1178]
2589-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi vefat
ettiği zaman sabah ve akşam ona oturacağı makamı gösterilir. O kimse, eğer
cennetliklerden ise cennet halkı makamlarından bir makam ve eğer
cehennemliklerden ise cehennem halkının yerlerinden bir yer gösterilir. Ona:
“İşte burası senin
oturacağın yerdir. Nihayet Allah kıyamet günü seni o makamına gönderecektir”
denilir.”
[1179]
2590- Zeyd
b. Sabit (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir defasında biz
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte olduğumuz sırada Peygamber (s.a.v.) bir katırın
üzerinde Neccâr oğullan kabilesinin bir bahçesinde idi. Katır aniden onu
yoldan saparak koşmaya başladı. Resulullah (s.a.v.) az daha katırdan düşüyordu.
Bir de ne görelim, altı veya beş yahut dört kabir! Rav, Uleyye:
“Bu şüpheyi hadisin
râvîsi Cüreyrî söylüyor” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Bu kabirlerin sahiplerini kim biliyor?” diye sordu. Bir adam:
“Ben biliyorum” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse bunlar ne zaman öldüler?” dedi. Adam:
“Onlar, şirk İçerisinde
öldüler” diye cevap verdi. Daha sonra Peygamber (s.a.v.):
“Gerçekten bu ümmet kabirlerinde imtihan olunuyor.
Eğer defnetmemeniz endişesi olmasaydı, kabir azabından benim işitmekte
olduğumu, size de işittirmesi için mutlaka Allah'a dua ederdim” buyurdu. Sonra yüzünü bize döndürerek:
“Cehennem azabından Allah'a sığının!” buyurdu. Sahabiler:
“Biz, cehennem
azabından Allah'a sığınırız” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Kabir azabından Allah'a sığının!” buyurdu. Sahabiler:
“Biz kabir azabından
Allah'a sığınırız” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Fitnelerin görünenlerinden ve görünmeyenlerinden
Allah'a sığının!” buyurdu.
Sahabiler;
“Biz
fitneleringörünenlerinden ve görünmeyenlerinden Allah'a sığınırız” dediler.
Resulullah (s.a.v.):
“Deccal'in fitnesinden Allah'a sığının!” buyurdu. Sahabiler:
“Biz Deccal'in
fitnesinden Allah'a sığınırız!” dediler.
[1180]
2591- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Eğer defnetmemeniz endişesi olmasaydı, kabir azabından benîm işitmekte
olduğumu, size de işittirmesi için mutlaka Allah'a dua ederdim.”
[1181]
2592- Ebu
Eyyûb (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
güneş battıktan sonra dışarı çıkmıştı. Bu sırada bir ses işitti. Sonra da:
“Yahudiler, kabirlerinde azab olunuyorlar!” buyurdu.
[1182]
2593- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.):
“Kul kabrine konulduğu ve yakınları dönüp gittiği
zaman ölü onların ayakkabılarının seslerini işitir” buyurdu. Yine Allah'ın peygamberi (s.a.v.);
“Ona münker ve nekir
adında iki melek gelir. Bunlar ölüyü oturturlar ve ona:
“Şu Muhammed denilen
adam hakkında ne diyorsun?” diye sorarlar. Mümine gelince o:
“Onun, Allah'ın kulu
ve Resulü olduğuna şahitlik ederim” diye cevap verir. Bunun üzerine ona:
“Cehennemdeki yerine bak! Allah onun yerine sana
cennetten bir verdi” denilir”
buyurdu.
Allah'ın peygamberi (s.a.v.):
“O mümin kul, cehennem ve cennetteki iki makamını
birden görür” buyurdu. Katade:
“Bize anlatıldığına
göre; mümin kimseye kabrinde yetmiş arşın geniş yer verilir. Kabri, yeniden
diriltileçekleri güne kadar yeşilliklerle doldurulmuştur” dedi.
[1183]
Açıklama:
Pozitif bilimler,
felsefe ve psikolojiyle uğraşan bilim adamlarından bazıları, ruhun varlığını
ispat edip mahiyetinin kavranamayacağını söylemişlerdir. Çünkü ruhun mahiyeti
konusunda araştırma yapanlar, bu konuda olumlu bir sonuca varılamayacağını ve
bunun bilinemeyeceğini belirtmişlerdir.
Bunlar sadece gözüyle
gördüğü ve beş duyu organıyla kavradığından başka varlık tanımadıklarını ve
fizik ötesi varlıkları tümüyle reddetmişlerdir. Dolayısıyla da Allah'ı, ruhu ve
diğer manevi varlıklan, deney sahasına girmediği için inkar etmişlerdir. İnsanı
da sadece maddi bir varlık olarak ele almışlar ve her şeyi maddi sebeplerle
açıklamaya çalışmışlardır. Onlara göre, bu alem, sadece maddeden ibaret olup
Allah'a, ruha ve manevi varlıklara yer yoktur. İslam tarihinde, bunlara, “Dehriler”
denmiştir.
müslüman alimler,
ruhun mahiyetinin araştırılıp araştırılmayacağı konusunda iki gruba
ayrılmışlardır:
Selef alimlerinden bir
çoğu, Abdullah İbn Abbas, Cüneyd Bağdadi, İbrahim Lukani, İmam Sübki ve daha
bir çok alime göre; ruhun varlığı bilinir, fakat mahiyeti hakkında araştırma
yapılamaz. Bu alimlere göre, Allah bu konuda İsrâ: 17/85 ayetinde de
belirttiği üzere, ruhun mahiyetini bilmek, Allah'a mahsustur. Allah, ruhun
mahiyeti ile ilgili bilgiyi kendine ayırması, insanın acziyetini ortaya koymak
içindir. İnsana verilen az bilgiden maksat ta, ruhun varlığını bilmektir.
Bunlara göre; İsrâ:
17/85 ayetindeki “Ruh” kelimesiyle, bizim bildiğimiz hayat ruhu kastedilmeyip “Kur'an”
kastedilmektedir. Buna, Şûra: 42/52 ayetinde geçen “Ruh” kelimesinin “Kur'an”
anlamına gelmesiyle delil getirmişlerdir. Bunlara göre, dinde ruhun mahiyetini
açıklayan ve varlığını sınırlayan bir nass gelmemiştir. Bu konu da, diğer
konular gibi insanlann araştırmasına bırakılmıştır. Yalnız bu konuda
söylenenler, kesin olmayıp zannidir.
Bunlarda, kendi
aralarında iki gruba ayrılmışlardır:
a- Ruhun müşahhas bir varlık olduğunu
söyleyenler:
b- Ruhun
mücerred ve soyut bir varlık olduğunu kabul edenler. Bunlarda kendi aralarında
konu ile ilgili çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Buna göre ruh; bir
atomdur; bedende dolaşan, arışmayan ve bozulmayan cisimlerden ibarettir;
kalpte, beyinde ve ciğerde olmak üzere üç kuvvettir; hayvani ruh, tabiî ruh ve
insani ruh olmak üzere üç şeyden oluşmuş bir mecmuadır.
Kısacası; ruhun
cesetten ayrı bir varlık olduğu bilinmekle birlikte, ruh için ileri sürülen
görüşler ve yapılan tanımlar, çoğu kez, ruhun ne olduğundan çok ne olmadığını
belirtmektedir.
2594- Berâ
İbn Âzib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.):
Yüce Allah'ın;
“Allah, iman edenleri, “Sağlam bir söz” üzerinde tutar”
[1184]
ayeti, kabir azabı hakkında indi. Ölen kimseye:
“Rabbin kimdir?” diye sorulur. O da:
“Rabbim, Allah'tır.
Peygamberim de Muhammed (s.a.v.)'dir” diye cevap verir. İşte Yüce Allah'ın,
“Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette
sağlam bir söz üzerinde tutar”
[1185] ayetinin anlamı budur” buyurdu.[1186]
Açıklama:
Ehl-i Sünnet
alimlerinin çoğunun görüşüne göre; ölü, kabirde meleklerin soracağı suali
anlayacak ve cevap vermeye güç yetirecek ve yine kabirdeki azabın acısını,
nimetin de zevkini duyacak kadar bir hayat ile diriltilir.
Kur'an-ı Kerimde;
“Muhakkak Allah kabirlerde olan kimseleri dirütecektir”
[1187] buyurulmuştur
ki, kabirdekileri kıyamet günü diriltmeye kadir olan Allah, pekala onları sual,
ceza ve nimet için de, bunları hissedecek derecede bir hayatla diriltmeye de kadirdir.
Kabirde ölünün
diriltileceğim söyleyenler de, ruhun tekrar bedene iadesi hususunda ihtilaf
etmişlerdir.
Bazıları, ruh tamamen
cesede iade edilir ve öylece diriltilir derken; bazı alimler de bunun tam bir
hayat olmadığı için ruhun; yemeyi, içmeyi ve ihtiyari fiilleri gerektirecek
şekilde tamamen değil de, kabir hallerini idrak edecek ve yaşayacak derecede
iade edileceğini söylemişlerdir.
Alimlerin bir kısmı
da; kabirde sual, nimet ve azabın olacağına inanmayı gerekli ve yeterli görerek
keyfiyetini, her şeyi en iyi şekilde bilen Allah'a havale etmenin ve bu hususta
görüş belirtmemenin daha isabetli olacağı fikrini savunmuşlardır.
Kısacası: İster ruhun
dönüşüyle, isterse ruhun taallukuyla olsun, kabirde ölüye o halleri idrak
edecek derecede duyuları ve bir çeşit hayat verilir. Ehl-i Sünnet, böyle bir
hayatın ölüde meydana getireleceği hususunda ittifak etmişlerdir. Hadislerde
bildirilen durumlar, bedeni de hatırlattığı için bu hayatın, hem ruhi ve hem de
bedeni olduğu görüşü, daha isabetli olsa gerek.
2595- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Müminin ruhu
bedeninden çıktığı zaman onu iki melek karşılayıp alırlar ve yükseklere
götürürler. Gök halkı:
“Yeryüzü tarafından
hoş ve güzel bîr ruh geldi. Allah sana ve dünyadayken yaşamını sürdüğün
cesedine salat eylesin!” derler.
Daha sonra bu ruh,
Yüce Rabbine götürülür. Bunun üzerine Yüce Allah:
“Bunu, ecelin sonuna/sidretu'l-munteha'ya götürün” buyurur. Resulullah (s.a.v.):
“Kafir kimseye gelince, onun ruhu da bedeninden
çıktığı zaman, gök halkı: “Yeryüzü tarafından pis ve kötü bir ruh geldi” derler. Sonra da:
“Onu, ecelin sonuna/siccine götürün!” denilir” buyurdu. Ebu Hureyre:
“Resulullah (s.a.v.)
hemen üzerinde bulunan ince örtüyü burnuna götürdü şöylece kapattı” dedi.”
[1188]
Açıklama:
Ruhlar, cennette
olmakla beraber aynı zamanda göktedir. Kabrin içiyle ve içindeki cesetle temas
halindedir. Harekette, semaya çıkışta ve inişte hızı, her şeyden daha fazladır.
Serbest salıverilen ve hapis alıkonulan, ulvî yüce ve süflî adi kısımlara
ayrılır. Cesetten ayrıldıktan sonra sağlığı, hastalığı, lezzeti, nimetleri,
acıları vardır. Bu durumları, cesetle beraber olduğu zamanki duyduklarından
daha büyüktür. Çünkü bedenden ayrıldıktan sonra alıkonulacağını, acı ve azab
çekip hastalanacağını ve üzüleceğini veya lezzet, rahatlık, nimet, özgür
olacağını ve bedende iken durumunun, annesinin karnında olan çocuğa ve bedenden
ayrıldıktan sonraki durumu da, yeni dünyaya gelmiş çocuğa çokça benzediğini
anlar.
Bu ruhlar, birbirinden
farklı dört büyük yurtta bulunmaktadırlar:
Birincisi: Anne karnı.
Burada sıkışma, daralma, sıkıntı ve ard arda üç kat karanlık yer vardır.
ikincisi: Doğup
geliştiği, iyilik, kötülük gibi mutluluk ve mutsuzluk sebeplerinin kazanıldığı
yurttur yani dünya.
Üçüncüsü: Berzah
yurdu. Dünya yurdundan daha büyük ve daha geniştir. Berzah'ın dünyadan
genişliği, dünyanın anne kamından genişliği gibidir.
Dördüncüsü: Karar
yurdu. Bu da, cennet veya cehennemdir. Ondan sonra başka bir yurt söz konusu
değildir.
Yüce Allah, bu
ruhları, merhale merhale nakledip yaratılış amacı ve bu amaca ulaştıran
amellerin emredildiği bu en son yurda kadar ulaştırır.
Bu her yurdun kendine
özgü durumu ve hükmü vardır. Ruhları yaratan, yetiştiren, öldüren ve dirilten,
mutlu veya mutsuz yapan Allah, nasıi ki onlann bilgilerini amellerini,
güçlerini ve ahlaklarını farklı farklı kilmışsa, aynı şekilde onlara mutluluk
ve bedbahtlık hususunda farklı farklı mertebelerde kılmıştır.
Gerektiği gibi bunları
anlayan kimse; Allah'ın tek olup O'ndan başka ilâh olmadığını, ortağı
bulunmadığını, her türlü hükümranlığın ve hamdın O'na ait olduğunu, her çeşit hayırın
O'nun elinde olduğunu ve bütün işlerin O'na döneceğini,; her türlü güç ve
kudretin, izzet ve hikmetin bütün yönleriyle O'nda olduğunu bilir.
Bunun yanı sıra
nefsini, Allah'ın gönderdiği nebilerin ve resullerin doğruluğunu, akıl ve
fıtrat gereği bunların getirdikleri şeylerin doğru ve buna muhalif olan
şeylerin ise batıl olduğunu kabul eder.
[1189]
2596- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Mekke ile Medine
arasında Ömer'le birlikte bulunuyorduk. Birara hilâli görmeye çalıştık. Ben
keskin gözlü bir adamdım ve onu gördüm. Benden başka onu gördüğünü söyleyen
kimse olmadı. Ömer'e:
“Hilali göremiyor
musun?” demeye başladım. Ömer, onu bir türlü göremiyordu. Sonra da:
“Onu döşeğimin üzerine
yatmış vaziyetteyken göreceğim” dedi. Sonra bize Bedir ehlinden bahsetmeye
başladı ve şöyle dedi:
Gerçekten Resulullah (s.a.v.)
bize akşamdan Bedir savaşına katılan müşriklerin yıkılıp düşecekleri yerleri
gösterip:
“Şurası yarın inşallah filânın düşeceği yerdir” buyuruyordu. Ravi der ki: Daha sonra Ömer şöyle dedi:
“Onu hak dinle
gönderen Allah'a yemin ederim ki, isimleri söylenen o müşrikler, Resulullah (s.a.v.)'in
çizmiş olduğu hududlardan ileri geçemediler. Nihayet Bedir'de öldürülen o
müşriklerin cesetleri, birbirleri üzerine bir kuyuya atıldılar. Resulullah (s.a.v.)'de
giderek yanlarına vardı ve:
“Ey filân oğlu filân! Ey filân oğlu filân! Sizler,
Allah'ın ve Resulünün size vaat ettiklerini hak olarak buldunuz mu? Ben,
Allah'ın bana vaat ettiğini hak olarak buldum” buyurdu. Ömer:
“Ey Allah'ın resulü!
Ruhları olmayan cesetlerle nasıl konuşuyorsun?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Onlara söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitir
değilsiniz. Su kadar var ki, bana bir cevab vermeye kadir değillerdir!”
buyurdu.
[1190]
2597- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Bedir'de öldürülen müşriklerin cesetlerini üç gün bırakmış, sonra o cesetlerin
yanlarına gelerek başlarında durmuş, onlara seslenerek:
“Ey Ebu Cehil b. Hişam! Ey Ümeyye b. Halef! Ey Utbe b.
Rebia! Ey Şeybeb. Rebia! Rabbinizin size vaat ettiğini hak olarak buldunuz mu?” buyurdu. Ömer, Peygamber (s.a.v.)'in bu sözünü
işitmiş, bunun üzerine ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Nasıl işitsinler, nasıl cevap versinler ki? Hepsi leş olmuşlar” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, benim söylediklerimi
siz onlardan daha iyi işitir değilsiniz. Fakat onlar cevap vermeye kadir olamazlar!” buyurdu.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.) onlar hakkında emir verip cesetler sürüklenerek Bedir çukurlarına
atıldılar.
[1191]
2598-
Ebu
Talha (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bedir savaşı olduğu
gün, Allah'ın peygamberi (s.a.v.) Mekkeli kafirlere ilip gelince, öldürülen
Kureyş'in ileri gelenlerinden yirmi küsur kimse akkinda emir verdi. Bunlar,
Bedir kuyularından bir kuyuya atıldılar.”
[1192]
2599- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah,(s.a.v.):
“Kıyamet gününde her kim hesaba çekilirse azab
olunacaktır” buyurdu. Ben:
“Yüce Allah, “Sonra kolay bir hesaba çekilir”
[1193]
buyurmamıştır?” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bu, hesab değildir. Bu senin dediğin ancak arzdır.
Kıyamet gününde her kim ince hesaba çekilirse azab edilmiş olur” buyurdu.
[1194]
Açıklama:
İnsan, Kıyamet günü,
Yüce Allah'ın, kendisine ihsan ettiği şeylerden, ömründen, malından,
bedeniniden, gençliğinden ve kendisine verilen nimetlerden hesaba çekilecektir.
Bunların yanı sıra işlemiş olduğu amelleriyle neyi amaçladığından ve
amellerinde ne derece samimi olduğundan da sorguya çekilecektir. Yine insan,
dünyada, insanların gördüğü ve görmediği tüm amellerinden, görünen ve
görünmeyen yanlışlıklardan da sorguya çekilecektir.
Kulun, Yüce Allah'ın,
kendi üzerindeki haklarından ilk sorguya çekileceği husus, namazdır. Fakat kul
hakları ile ilgili hesap, Yüce Allah'ın insan üzerindeki hakları ile ilgili hesaptan
daha çetin olacaktır. Sadece Yüce Allah'ın, tevhid inancı konusundaki hakkı
bunun dışındadır.
İnsanlar, Kıyamet
günü, dünyada yapmış olduklarının tümünün, bütün incelikleriyle kaydedilmiş
olduğunu görecektir. İçerisinde her şeyin kaydedilmiş olduğu genel bir kitap
olacak. Bir de, her insanın amelleri ile ilgili bilgileri içeren ayrı ayn özel
kitaplar olacak.
[1195]
Mahşer yerinde herkes
toplandıktan sonra büyük mahkeme kurulacak, dünyada “Yazıcı Melekler”
tarafından tutulan amel defterleri, o gün, sahiplerine verilecek ve herkes ne
yaptığını, ne yapmadığını bu defterlerde görerek nasıl bir muameleye müstehak
olduğunu görecektir.
[1196]
2600- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Peygamber (s.a.v.)'in
vefatından üç gün önce, Peygamber (s.a.v.)'i:
“Sizden birisi sakın Allah'a hüsnü zan etmediği halde ölmesin” buyururken işittim.
[1197]
Açıklama:
Burada kastedilen
husus; ölüm döşeğine düşen mü'minin Allah'ın rahmet ve mağfiretine kuvvetle
ümit bağlamasıdır. Bilindiği gibi mü'min sağlığında hem Allah'ın rahmetinden
ümidini kesmeyecek, hem de Allah'ın azabından korkacak ve azabı gerektiren
fenalıklardan kaçınmaya dâima gayret edecektir. Bunun için deniliyor ki:
Mü'min, korku ile ümit arasında olacaktır. Ölüm döşeğinde ise ümit tarafı,
korku tarafına ağır basmalıdır. Bu da Allah'ın kerem ve mağfiretine dâir
âyetleri ve hadîsleri okuyup düşünmek, mü'minler için vaad edilen ilâhi mükâfatlan
hatırlamakla gerçekleşir.
2601- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'i:
“Her kul, öldüğü hal üzere diriltilecektir” buyururken işittim.
[1198]
2602-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)'i:
“Allah bir topluluğa azab etmeyi dilerse azab o
topluluğun içindekilere isabet eder. Sonra da onlar, işlemiş oldukları amelleri
üzerine diriltilirler!” buyururken
işittim.
[1199]
Fîten kelimesi, fitne
kelimesinin çoğuludur. Fitne; meşakkat, güçlük, azab, eziyet ve sıkıntı gibi
manalara geldiği gibi buna yol açan ve sebep olan küfür, isyan ve diğer benzeri
suçlan İşlemeye de denir.
Hadis kitaplarında “Fiten”
başlığı altında kıyamet öncesinde meydana gelecek fitne, fesat, kötülükleri
anlatan ve çeşitli olaylarla İlgili hadislere yer verilir.
Kıyamet kelimesi,
sözlükte; kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, doğrulmak ve dirilmek gibi anlamlara
gelir. Terim olarak ise; Kıyametin iki anlamı vardır:
1-
Kainattaki nizamın bozulması ve her şeyin altüst edilerek mahvolması. Buna,
“Es-Sâ” Bilinen zaman denir.
2- Helak
olan ve ölen şeylerin yeniden diriltilerek ayağa kalkması ve mahşere doğru yönelmesi.
Burada söz konusu edilen Kıyamet, budur.
Yüce Allah, Kıyamet
günü, yeryüzünü dilediği şekle sokacak ve mahşer yeri, Peygamberimizin
tasvirine göre:
“Üzerinde hiçbir alamet bulunmayan, halis buğday
unundan yapılmış yufka gibi beyaz ve parlak bir düzlüktür”
[1200]
şeklinde olacak, her şeyin ölümünden sonra gerçekleşecek olan dirilişi takiben
mahlukat, bu düzlükte toplanacaktır.
Mahşerde melekler,
cinler ve insanlar dirildikten sonra insanoğlunun küçüğü, büyüğü, akıllı,
delisi, hepsi burada toplanacaktır. Hesaba çekilsin yada çekilmesin, bütün
canlılar mahşer yerinde toplanacaktır. Hatta bu canlıların içerisinde ev hayvanları,
vahşi hayvanlar ve diğerleri de mahşer meydanında toplanacaktır.
Fakat hayvanlar,
Allah'ın sorularına cevap verdikten sonra toprak olacaktır. Çünkü onlara
dünyada teklif yoktur. Mükafat ve ceza, dünya hayatında kendilerine teklif
yapılanlaradır. Mükellef varlıkların toplanma sebebi, hesap ve hayvanların
toplanma sebebi ise, kısastır. Daha sonra hayvanlar, insanlardan ve
birbirlerinden haklarını aldıktan sonra toprak olurken, çıkarcı kafirlerde, “Keşke
ben de hayvanlar gibi toprak olaydım da ceza görmeyeyimdi” tarında bir istekde
bulunacaktır.
[1201]
Kıyamet günü ise; haşr
canlıların toplanması vakti ile başlayarak Cennet ehlinin Cennete, Cehennem
ehlinin ise Cehenneme girmesine kadar sürer.
Kıyametin kopması,
Kainatın düzeninin kökünden değiştirilerek eni bir düzenin oluşturulması ve
yeni baştan var edilmesini İfade eden bir olaydır. Bundan türü böyle bir
değişimin öncesinde çeşitli olağanüstü olaylar yaşanacaktır. Bu olağanüstü
laylar ise, sözü edilen o köklü değişimin bir başlangıcı olacaktır. Bu
doğrultuda Kıyametin lametleri, iki şekilde ele alınmıştır:
Bunlar, 10 büyük
alamet diye bilinmektedir.
Bunlar ise, bu 10
büyük alametin dışında kalan ala-letierdir. Bu küçük alametlerden bazıları
şunlardır: İlmin kalkması, cehaletin yaygınlaşması, inanın artaması, içki içmenin
çoğalması gibi.
Bu tür hadislerde
belirtilen büyük çarpışma, genel olarak, müslümanlar-Hıristiyanlar ile
müslümanlar. Yahudiler arasında gerçekleşeceği ifade edilmektedir.
Batılı araştırmacılara
göre, gelecekteki savaşaların, medeniyetler ve dinler arasında iacağı
doğrultusundadır.
2603- Zeyneb
bint. Cahş (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.), bir defasında
uykusundan:
“Lâ ilahe illallah” Allah'tan başka İlah yoktur.
Yaklaşmakta olan erden dolayı vay Arab'ın haline! Bugün Ye'cüc ve Me'cüc'ün şeddinden
hala işareti yaparak şunun gibi bir delik açıldı” sözlerini söyleyerek uyandı. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
İçimizde bunca iyi kimseler varken biz helak olacak nıyız?” diye sordum. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Evet! Fısk-u fücur/mas iye çoğaldığı zaman!” buyurdu.
[1202]
Açıklama:
Ye'cüc ile Me'cüc
kelimeleri, Yunanca'dan İbranice'ye geçmiş ve Ibranice bir şekil almıştır.
Yüce Allah, Kur'an'da;
Ye'cüc ile Me'cüc'den, iki yerde söz etmektedir. Biri, Zulkarneyn'in, bazı
toplumları, Ye'cüc ile Me'cüc'ün bozgunculuğundan korumak için inşa ettiği
şeddin yapılması ile ilgili bilgi verirken
[1203]
diğeri de Enbiyâ: 21/96-97'de geçmektedir.
Ye'cüc ile Me'cüc'ün;
kimler olduğu, özellikleri, nitelikleri ve soyları ile ilgili farklı açıklamalar
ve birbirinden değişik görüşler belirtilmiştir.
Ayette; Ye'cüc ile
Me'cüc'ün önünün açılması, şeddin varlığı ile bağlantılı olarak Kıya-met'in
hemen öncesinde gerçekleşecek bir olay olarak anilmamaktadır. Burada kast
edilen anlam ise; onların, kendi beldelerinden çıkıp İslam alemine yönelik
savaş başlatmalarıdır. Şam beldeleri de, onların, savaş sırasında hedef
alacakları beldeler ararsındadır.
Ye'cüc ile Me'cüc
hakkında tarihî rivayetlere bakıldığında, bu rivayetlerin, hemen hemen
hepsinin İsrailİyyât kaynaklı olduğu ve birbirini tutmadığı görülür.
Merhum M. Hamdi Yazır
(ö.1358/1942), Ye'cüc ile Me'cüc hakkında geien bazı rivayetleri naklettikten
sonra şöyle der:
“Ye'cüc ile Me'cüc,
vaktiyle bir veya iki kavmin özel ismi olsa da, doğrusu herkesin bildiği mana
şudur: Aslı ve soyu belirsiz, din vu ulus tanımaz karma bir insan topluluğudur
ki, çıkmaları Kıyamet alametlerindendir. Yeryüzünü bozacaklardır.”
Kıyamete yakın bir
zamanda Ye'cüc ile Me'cüc topluluğunun çıkıp yeryüzünü harap edeceği meselesi,
semavi din mensuplarının ortak kültüründe yer alır. Bu konuda Tevrat'ın, “Hezekiel
Bölümü”nün 38-39 babları arası ile İncil'in, “Yuhanna'nm Vahyi Bölümü”nün 20.
babının 7-8. ayetlerine bakılabilinir.
Zulkameyn döneminde önü
kesilen Ye'cüc ile Me'cüc'ün, zamanı geldiğinde tekrar insanlık medeniyeti için
bir tehlike olması doğaldır.
2604- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır;
“Bugün Ye'cüc ve Me'cüc şeddinden şu kadar bir yer
açıldı.”
[1204]
2605- Hafsa
(r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, o, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle
buyurduğunu işitmiştir:
“Bu Beytullah'a bir ordu gaza etmek için mutlaka
kastedecektir. Fakat yerin bir çölüne/Beyda' denilen yerine vardıkları zaman
onların ortada bulunanları yere baturılır. Onların önde gidenleri, arkada gelenlerine
haykırırlar. Sonra onlar da yere batırılırlar. Sonra onlardan sadece kaçıp
kendilerinden haber verecek olandan başka hiç kimse kalmayacaktır.”
[1205]
2606- Üsâme
b. Zeyd (r.a)'tan rivayet edilmişir:
“Peygamber (s.a.v.),
Medine'nin kalelerinden biri üzerine çıkmış, sonra da: Benim gördüğümü görüyor
musunuz?
“Ben sizin evlerinizin arasında fitnelerin yerlerini
yağmur yerleri gibi görüyorum”
buyurdu.”[1206]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.)'in
bu uyarması, Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle başlayan fitneler, musibetler ve
sıkıntılarla ortaya çıkmıştır.
2607- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir takım fitneler olacaktır. O fitneler sırasında
oturan kimse, ayakta duran kimseden; ayakta duran kimse, yürüyen kimseden;
yürüyen kimse, koşan kimseden daha hayırlıdır. Kim o fitnelerin başında
dikilirse, fitneler onu yıkar. Her kim de o fitneler zamanında sığınacak bir
yer bulursa hemen oraya çekilsin.”
[1207]
Açıklama:
Fitnelerin yağmura
benzetilmesi; çıkan fitnelerin çok olması sebebiyledir. Yani fitneler çıktığı
zaman sadece bir topluluğa değil bütün insanlara sirayet edecektir. Hadis ilk
dönemde ortaya çıkan Hz. Osman'ın şehid edilmesi, Cemel savaşı, Siffin savaşı,
Hz. Hüseyin'i şehid edilmesi gibi olaylara işaret ettiği gibi kıyamete kadar
meydana gelecek fitneleri de içermektedir. Bu durumda müslümanın uyanık olması
istenilmektedir.
2608- Ebu
Bekre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İki müslümandan biri, dîn kardeşine silah çekerse,
bunların ikisi de cehennemin kenarındadırlar. Biri diğerini öldürürse o zaman
ikisi birden cehenneme girerler.”
[1208]
Açıklama:
İki müslümanin
birbirine silah çekmesinden maksat, birbirlerini vurmalarıdır. Bu çarpışma
anında ölürlerse ikisinin de cehennemlik olması tevil yoluyla değil sırf
asabiyet, öfke gibi sebeple çarpıştıkları zaman şeklinde yorumlanmıştır.
Cehennemlik olmalarından maksat, bu cezayı hak etmeleridir.
2609- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Here çoğalmadıkça kıyamet kopmayacaktır” buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Here nedir?” diye sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Öldürmedir, öldürmedir” buyurdu.
[1209]
2610- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Rabbimden üç şey istedim. Bana ikisini verdi. Birini
vermedi. Rabbimden, ümmetimi; açlıkla helak etmemesini istedim. Bunu bana
verdi. Ondan, ümmetimi; suda boğmakla helak etmemesini istedim. Buna da bana
verdi. Rabbimden, ümmetimim toplulukları arasında savaş çıkmamasını istedim.
Bunu bana vermedi.”
[1210]
2611-
Huzeyfe İbnu'l-Yemânî (r.a)'tan rivayet edilmişin
“Allah'a yemin ederim
ki, ben, kendim ile kıyamet arasında meydana gelecek her fitneyi İnsanların en
iyi bileniyim. Ben de, Resulullah (s.a.v.)'e bu hususta bana gizlice
bildirdiği, benden başka hiç kimseye söylemediği bir sırdan başka bir şey
yoktur. Fakat Resulullah (s.a.v.) benim de bulunduğum bir mecliste fitnelerden
bahsederken bunu söylemiştir. İşte Resulullah (s.a.v.) fitneleri sayarken:
“Onlardan üç tanesi hemen hemen hiç bir şey
bırakmayacaktır. Yine o fitnelerden öyle fitneler vardır ki, onlar, yaz
rüzgârları gibidirler. Onlardan bir kısmı küçük ve bir kısmı da büyük
fitnelerdir” buyurdu. Huzeyfe:
“İşte şimdi o mecliste
bulunan topluluğun benden başka öteki dünyaya gitmiştir” dedi.
[1211]
2612- Ebu
Zeyd yani Amr İbn Ahtab (r.a)'tan rivayet edilmişin
“Resulullah (s.a.v.)
bize sabah namazını kıldırdı. Sonra minbere çıkıp öğle vakti gelinceye kadar
bize hitap etti. Sonra minberden inip öğle namazını kıldırdı. Sonra yine
minbere çıktı. ikindi vakti gelinceye kadar bize hitap etti. Sonra inip ikindi
namazını kıldırdı. Sonra yine minbere çıktı. Güneş batıncaya kadar bize hitap
etti. İşte bu hitaplarında bize olacak olan her şeyi haber verdi. Onları en çok
bilenimiz, o anlatılanları en iyi ezberleyenimizdi.”
[1212]
2613- Cündub
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Cerea günü gelmiştim.
Baktım ki, bir adam oturuyor. Ben:
“Bugün burada muhakkak
kanlar akıtılacaktır” dedim. O kimse:
“Hayır, öyle değil!
Allah'a yemine derim ki!” dedi. Ben:
“Evet, öyledir!
Allah'a yemin ederim ki!” dedim. O adam:
“Hayır, öyle değildir!
Allah'a yemin ederim ki!” dedi. Ben:
“Evet, öyledir!
Allah'a yemin ederim ki!” dedim. O adam:
“Hayır, öyle değildir!
Allah'a yemin ederim ki! Bu, Resulullah (s.a.v.)'in hadisidir ki, o, bana bunu
haber verdi” dedi. Ben:
“Sen benim için bugün
müddetince ne kötü bir meclis arkadaşı oldun! Sen benden sana karşı devamlı
muhalefet ettiğimi işitiyorsun, öyleyse neden sen hadisi Resulullah (s.a.v.)'den
işitmiş olduğun halde beni muhalefet etmekten alıkoymuyorsun?” dedim. Sonra
kendi kendime:
“Bu öfkede nedir?”
dedim. Sonra onun yanına geldim. Bîr de baktım ki, o kimse, Huzeyfe'ydi.[1213]
2614- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Fırat nehri, sularının gitmesi sebebiyle altından bir
dağı açıp meydana çıkarmadıkça kıyamet kopmaz. İnsanlar onun üzerinde savaşıp
birbirlerini öldürürler. Neticede her yüz kişiden doksan dokuzu öldürülür”. Onlardan her bîr kimse:
“Kurtulacak olan kişi,
belki ben olurum!” der.[1214]
Açıklama:
Burada Fırat nehriyle
kastedilen, Erzurum dağlanndan çıkan ve küçük Asya'nın bir çok yerlerini
dolaştıktan sonra Irak'tan geçerek Basra körfezine dökülen büyük nehirlerden birisidir.
2615- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Rumlar/Batılılar
A'mâk'a yada Dâbık'a inmedikçe kıyamet kopmayacaktır. Medine'den o gün yeryüzü
halkının en iyilerinden bir ordu onların karşısına çıkacaktır”. Askerler saf
bağladıkları zaman Rumlar, müslümanlara:
“Bizimle, bizden esir
olanlar/alanlar arasını boşaltın. Onlarla savaşalım” diyecekler. müslümanlar
da:
“Hayır! Vallahi, sizin
ile din kardeşlerimizin arasını boşaltıp açmayız” diye cevap verirler.
Daha sonra Rumlarla
savaşırlar ve savaşta müslümanların üçte biri bozguna uğrayıp kaçarlar ki
Allah onlara ebediyen tevbe ilham etmez. müslüman ordusunun üçte biri de
öldürülür. Bunlar, Allah katında şehitlerin en faziletlisi olacaklardır. Üçte
biri ise fethe devam eder. Bunlar ebediyen fitneye maruz kalmazlar. Daha sonra
bunlar, İstanbul'u fethederler. Gaziler kılıçlarını zeytin ağaçlarına asmış,
ganimetleri kendi aralarında taksim ederken aniden içlerinde şeytan:
“Gerçekten Mesih
Deccal aileleriniz içerisinde sizin yerinizi almış” diye seslenir.
“Bu sözler, batıl ve
yalan olduğu müslüman askerler yola koyulurlar. Şam'a geldikleri zaman çıkıp
savaş için hazırlık yaparlar ve safları düzeİttikleri sırada namaz için kamet
getirilir. O sırada Meryem oğlu İsa (a.s) inerek onların yanına giderek onlara
imam olur. Allah'ın düşmanı olan şeytan, onu gördüğü zaman tuzun suda eridiği
gibi eriyecektir. Eğer İsa onu serbest bırakmış olsaydı kendi kendine helak
oluncaya kadar eriyip gidecekti. Fakat Allah onu kendi eliyle öldürür,
süngüsündeki kanını müslümanlara gösterir.”
Açıklama:
A'mak ile Dâbık, Halep
yakınlarında iki yerdir.
[1215]
2616- Nâfi'
b. Utbe (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir gazada Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte bulunuyorduk. Peygamber (s.a.v.)'e batı tarafından,
üzerlerinde yün elbiseler bulunan bir topluluk geldi. Bunlar, Resulullah (s.a.v.)'e
bir tepenin yanında rastladılar. Onlar ayakta Resulullah (s.a.v.) ise oturuyordu.
Nefsim, bana:
“Şunların yanına git,
onlarla Peygamber (s.a.v.)'in arasına dur. Ona bir baskın yapmasınlar!” dedi.
Sonra kendi kendime:
“Belki onlarla bir sır
konuşuyor” deyip yanlarına vararak onlarla Resulullah (s.a.v.)'in arasına
durdum. Nâfi der ki:
“Daha sonra ondan dört
kelime belledim. Bunları elimde sayarım. Resulullah (s.a.v.):
“Arab yarımadasında gaza edeceksiniz. Allah onu size
fethedecektir. Sonra İrana gaza edeceksiniz. Allah onu size fethedecektir.
Sonra Rumlarla gaza edeceksiniz. Allah orasını da size fethedecektir. Sonra
Deccalla gaza edeceksiniz. Allah onu da fethedecektir” buyurdu.
[1216]
Açıklama:
Hadis, Mekke, Medine,
Yemen ve Yemame'den oluşan bu yarımadasının kalan yerlerini yada hiçbir kafir
kalmamak kaydıyla bütününün ele geçirileceğini belirtmektedir.
2617-
Huzeyfe b. Esîd el-Gıfârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz kendi aramızda
kıyametle ilgili müzâkere ederken yanımıza Peygamber (s.a.v.) çıkageldi. Bize;
“Neyi müzâkere ediyorsunuz?” diye sordu. Sahabiler:
“Kıyameti müzakare
ediyoruz” dediler. Peygamber (s.a.v.):
“Siz kıyametten önce on alâmet görmedikçe, kıyamet
kopmayacaktır”
buyurdu. Sonrada
Duhan/Dumanı, Deccaİ'i, Dâbbetu'l-Arz'ı, güneşin batıdan doğmasını, İsa b.
Meryem (a.s)'ın inmesini, Ye'cûc ve Me'cûc'ü ve biri doğuda, biri batıda ve
biri de Arab yarımadasında olmak üzere üç yerin batmasını, bu alametlerin
sonuncusu olan Yemen'den çıkıp insanları toplantı yerlerine doğru sürecek bir
ateşin olacağını anlattı.
[1217]
Açıklama:
Duhân; sözlükte, “Duman”
anlamındadır. Terim olarak iki anlamı vardır:
1- Duhân,
Kur'ân-ı Kerîm'in 44. sûresinin adıdır. Sözkonusu sûrenin onuncu âyetinde duhân
dumandan bahsedildiği için bu adı almıştır.
2- Duhân
duman, “Kıyamet alâmetlerinden biri”dir.
Dâbbetü'1-arz, “Arz
hayvanı” demektir. Yüce Allah, Kur'an-ı Keri'de,
“Onlar hakkındaki söz gerçekleştiği zaman, onlar
için, yerden bir “Dâbbe” çıkanrız ki, bu, onlara söyler”
[1218]
ile Hz. Peygamber (s.a.v.)'de bir çok hadiste, Kıyamete yakın, Kıyamet alametlerinden
biri olarak “Dâbbetü'1-arz”in çıkacağından bahsetmektedir.
Fakat Dâbbetü'1-arz1
in niteliği, nerede ve ne zaman çıkacağı hususunda bir çok görüş bulunmaktadır.
Hatta günümüzde aids hastalığının bile Dâbbetü'1-arz olduğu görüşü ileri
sürülmektedir.
Dâbbetü'I-arz'ın
ortaya çıkması, Kıyametin yaklaştığını göstermektedir.
Dâbbetü'I-arz,
ahirzamanda insanlann bozuldukları, Yüce Allah'ın emirlerini terk ettikleri ve
Hak din olan İslam'ın değiştirilmeye kalkışildığı dönemde ortaya çıkacaktır.
Dâbbetü'1-arz ortaya
çıkması olayı ile Güneşin batıdan doğması olayından hangisinin daha önce
gerçekleşeceği meselesinde iki ayrı görüş bulunmakatdır.
2618- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Hicaz arazisinden bir ateş çıkmadıkça kıyamet kopmaya
çaktır. Öyle bir ateş ki, Busra'daki develerin boyunlarını aydınlatacaktır.”
[1219]
2619- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Evler, Medine'nin İhâb yada Yehâb mevkisine kadar
ulaşır”
Açıklama:
İhab yada Yehab, Medine'ye
birkaç mil uzaklıkta bir yerdir. Hadis, Medine'nin son derece genişleyerek
evlerinin ta buraya kadar uzanacağını bildirmektedir.
Übbî ile Taberî,
bunun, ta Emeviler döneminde gerçekleştiğini haber vermişlerdir. Bugün Medine
görülmedik bir şekilde büyümüş ve süratle de büyümektedir.
Hadis, kıyametten önce
Medine'nin imar ve iskan edileceğini belirtmektedir.
2620-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kıtlık senesi, kendisinde sîze yağmur verilmeyen sene
değildir. Fakat kıtlık senesi, size yağmur verilir, sonra tekrar verilir ve yer
hiçbir şey bitirmez.”
[1220]
2621-
Abdullah İbn Ömer r.a)'tan rivayet edildiğine göre, o, Resulullah (s.a.v.)'i
doğuya dönmüş olduğu halde şöyle buyururken işitmiştir:
“Dikkat edin ki! Doğrusu fitne işte şu taraftadır. İyi
bilin ki! Doğrusu fitne bu tarafta, şeytanın boynuzunun doğduğu yerdedir.”
[1221]
Açıklama:
Burada müslüman
arasında çıkacak fitnelerin ve musibetlerin kaynağının hep doğu tarafından
çıkacağı bildirilmektedir. Yine bununla, doğu tarafından bir takım orduların
yada ülkelerin müslümanları İstila edeceği de ifade edilmiş olabilir.
2622- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Devs kabilesinin kadınlarının
kıçları, Zu'1-Halasa putunun etrafında çalkalanmadikça kıyamet kopmayacaktır.
“Zu'1-Halasa, Devs kabilesinin cahiiiye döneminde
taptıkları Tebâle'de bulunan bir puttur.”[1222]
Açıklama:
Zu'1-Halasa, Yemen'de
bir puthanenin veya içerisinde bulunan bir putun ismidir. Buraya, “Yemen'in
Kabe”si de denilmekteydi.
2623- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i: ve Uzza'ya tekrar
tapılmadıkça gece gece ve gündüz gitmez/kıyamet kopmaz1 buyururken işittim.
Bunun üzerine ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Muhakkak ki Allah,
“O Allah, müşrikler hoşlanmasalar da kendi dinini
bütün dinlere üstün kılmak için Resulünü hidayet ve Hak Din ile gönderendir”
[1223]
ayetini indirdiği zaman ben bunun tamam olduğunu zannediyordum' dedim.
Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu o tamam olma; bundan itibaren Allah'ın
dilediği zamana kadar devam edip gidecektir. Sonra Allah hoş bir rüzgar
gönderecektir. Bu rüzgar, kalbinde hardal tanesi miktarında iman bulunan her
bir canlıyı vefat ettirecek ve kendilerinde hiçbir hayır bulunmayan insanlar
kalacaktır. İşte o zaman onlar tekrar atalarının dinlerine döneceklerdir” buyurdu.
[1224]
Açıklama:
Lat ve Uzza,
Mekke'deki müşriklerin taptıkları putların ismidir.
2624- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Nefsim elinde olan
Allah'a yemin ederim ki, bir insan, başından geçen sıkıntı ve bunalımdan dolayı
bir kabrin yanına uğrayıp kabirin üzerinde bürülüp: “Keşke bu kabir sahibinin
yerinde ben olsaydım” diye temenni etmedikçe kıyamet kopmayacaktır. Doğrusu bu
sözü ona söyleten şey; din değil, ancak beladır.”
[1225]
2625- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kabe'yi Habeşlilerden çelimsiz/ince bacaklı birisi
yıkıp harap edecektir.”
[1226]
Açıklama:
Bu olay, kıyametin
kopmasından önce gerçekleşecektir.
2626- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kahtân'dan bir kişi çıkıp da halkı sopasıyla sevk ve
idare edene kadar kıyamet kopmayacaktır.”
[1227]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Kahtan”ın kim oiduğu hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kurtubî,
bunun, Müslim, Fiten 61 (2911)'de geçen “Cehcah” adlı kimseyle aynı kişi
olduğunu belirtmiştir.
2627- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizler, kıyametin önünde, ayakkabıları kıldan
yapılmış bir kavimle savaşacaksınız. Yüzleri kılıflı kalkanlar gibidir. Yüzleri
kırmızı, gözleri küçüktür.”
[1228]
Açıklama:
Hadiste, müslümanların
kıyamet öncesinde savaşacağı bildirildiği bir topluluğun özellikleri
belirtilmektedir.
Beyzavî (ö.
691/1291)'nin ifadesine göre; yüzlerinin kalkan gibi olmasından maksat, geniş
olmasıdır. Kılıflı olmasından maksat ise, sert ve etli olmasıdır.
Ayrıca hadiste kıldan
yapılmış elbise giyecekleri bildirilmektedir. Bazı alimler, bu cümleyi; kıldan
dokunmuş pabuç giyecekleri şeklinde açıklamışlardır. Nevevî (ö. 676/1277)'de bu
izahı yapanlardandır.
Hadisteki tarife göre,
müslümanlarla savaşacak olan milletin, Tatarlar olması muhtemeldir. Aynî (ö.
855/1451), Resulullah (s.a.v.)'in işaret ettiği ordunun Cengiz Han ve torunu
Hulagu'nun komutasında İslam alemini yakıp yıkan, gaddarlığı dilere destan olan
Tatar ordusu olduğuna şöyle işaret etmektedir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
haber verdiği bu savaşların bir kısmı, (hicri) 617 tarihinde meydana gelmiştir.
Türklerden büyük bir ordu çıkarak bütün Horasan diyarını kılıçtan geçirmiş, bundan
sadece mağaralara saklananlar kurtulabilmiştir. Bunlar; Rey, Kazvİn ve
Merağa'ya kadar ki bütün İslam beldelerini çiğneyip geçmişler, kadınlarını esir
edip çocuklarını kesmişlerdir. Sonradan İsfahan'a ilerleyerek sayısız insanı
öldürmüşlerdir. Atlarını camilere doldurup cami ve mescitlerini direklerine
bağlamışlardır.”
Kurtubî (ö.
671/1273)'de, “Tezkire”de Moğol ve Tatarların üç çıkışları olduğunu şöyle
belirtmektedir.
Birincisinde;
Maveraunnehr çevresindeki Horasan beldelerinde yaşayan insanların tümünün
canlarını kıyıp Sasanoğullarının hakimiyetine son vermişler, Peşaver şehrini
tamamen yakmışlar, Harezm halkından önlerine geleni öldürmüşler, Rey, Kazvin,
Erdebil, Azerbaycan beldelerinin merkezi durumundaki Merağa şehirlerini ve
daha başka şehirleri tamamen yerle bir etmişler.
İkincisinde ise;
Irak'a ulaşıp buranın en büyük şehri olan İsfahan'a saldırmışlar, şehrin halkı
hadis ilmiyle uğraşmakta olup yüce Allah'ın yardımıyla Moğol'a saldırılarına
karşı göğüs germişler, Moğolların çoğu öldürülmüş olup okun yaydan çıkması gibi
kaçmışlardır.
Üçüncüsünde ise;
Bağdat ve çevresindeki beldeler üzerine saldırıya geçmişler, bu beldelerde
bulunan insanların çoğunu öldürüp buraları viraneye çevirmişlerdir. Ardından
çok kısa bir süre içerisinde Suriye ve civarını da ele geçirmişlerdir. Aynu
Calut denilen yerde Moğollar ile müslümanlar karşı karşıya gelmişler, bu
savaşta Moğollardan çok sayıda asker Öldürüldü. Bu yenilgi üzerine Moğollar,
Suriye topraklarını terk edip kaçtılar. Daha sonra Fırat'ın arkasına
çekilmişler, yenilmiş, perişan olmuş, aşağılanmış ve yüzleri yerlere sürtülmüş
olarak geri dönmek zorunda kalmışlardır.
Merhum Said Havva ise
bu konuda şöyle der:
“Bu hadisi şerifte
kastedilen saldınlann Moğol ve Tatar saldırılan olması muhtemeldir. Hadis
metinlerinde “Türk” ismiyle kastedilenlerin, bilinen Türk halkından daha geniş
bir kitleyi içine aldığı anlaşılmaktadır. Bundan dolayı hadislerin
açıklamalannı yapan ilim adamları, bu bölümdeki hadis şeriflerde işaret edilen
olayların, müslümanların Moğol ve Tatar saldırıları dolayısıyla karşı karşıya
geldikleri sıkıntılar olduğunu söylemişlerdir.”
[1229]
2628- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
"Devlet
başkanlarınızdan(Halifelerinizden) öyle birisi
devlet başkanı olacaktır ki, malı tane tane değil, avuç avuç saçacaktır.”
[1230]
2629- Ümmü
Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ammâr'i, azgın bir topluluk öldürecek.”
[1231]
Açıklama:
Ammâr'ın annesi,
Sümeyye'dir. Babası da, ilk müslümanlardan Yâsir'dir. Bunlar, Allah yolunda
çeşitli işkencelere maruz kalmışlardır.
Ammâr, Medine'y hicret
etmiş ve Resulullah (s.a.v.)'in katıldığı bütün savaşlara katılmıştır. Yemame
savaşında kulağı kesilmiştir. Hz. Ömer zamanında Kufe'ye vali olarak tayin
edilmiştir.
Ammâr, h.87. yılda Hz,
Ali ile Muaviye arasında yapılan Sıffîn savaşında Hz. Ali'nin safında 93
yaşında iken Muaviye taraftarları tarafından şehid edilmiştir.
Ammâr, Cemel ve Sıffîn
savaşlarında meşru halife olan Hz. Ali'nin safında onun haklılığına inanarak
savaşmıştır. Büyük sahabi Huzeyme b. Sabit, Ammâr'ın şehid edildiğini duyunca,
hemen kılıcına sarılarak Muaviye taraftarlarına karşı savaşır. Çünkü Resulullah
(s.a.v.)'in, Ammâr ile ilgili mucizesi böylece ortaya çıkmıştır.
2630- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir; “Peygamber (s.a.v.):
“Ümmetimi Kureyş'in şu kabilesi helak edecektir” buyurdu. Sahabiler;
“Bize bu konuda ne
yapmamızı emredersin?” dediler. Peygamber (s.a.v.):
“Keşke insanlar, onlardan uzak kalsalar!” buyurdu.
[1232]
Açıklama:
Taberî'ye göre “Kabile”den
maksat, kabilenin soyundan gelecek kimselerdir.
2631- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kîsra ölmüştür. Ondan sonra kisra yoktur. Kayser
helak olursa ondan sonra da Kayser yoktur. Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin
ederim ki, size onların hazineleri mutlaka Allah yolunda verilecektir.”
[1233]
Açıklama:
Kisra, o dönemde İran
hükümdarlarına verilen isimdir. Kayser ise, Bizans hükümdarlarına verilen
isimdi.
“Kisradan sonra kisra yoktur” ifadesinden maksat; İran saltanatı yıkıldıktan sonra
bir daha bir daha eski İhtişamıyla İran devleti kurulamamasıdır.
Aynı durum Bizans
devleti için de gerçekleşmiştir. Yalnız Müslim, Fiten 76 (2918) nolu hadiste
Bizans’ın yıkılacağının muzari/geniş zaman kipiyle bildirilmesi, Bizans'ın
yıkılışının tedrici olacağına işaret etmiştir. Nitekim Suriye, Filistin ve
Anadolu'nun Bizans hakimiyetinden çıkması tedricen olmuştur. 1453'de Fatih
Sultan Mehmed'in İstanbul'u feth etmesiyle Bizans'a son verilmiştir.
2632- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Müslümanlardan bir topluluk, “Beyaz Saray”daki kisrâ
hanedanının hazinesini mutlaka feth edecektir” diye buyururken işittim.[1234]
2633- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir; “Peygamber (s.a.v.):
“Sizler bir tarafı karada ve bir tarafı da denizde
olan bir şehir işittiniz mi?” buyurdu.
Sahabiler:
“Evet, işittik ey
Allah'ın resulü!” dediler. Peygamber (s.a.v.):
“İshak oğullarından yetmiş bin kişi bu şehre gaza
etmedikçe kıyamet kopmayacaktır. müslümanlar, o şehre gelip konakladıkları
zaman onlarla silahla savaşmazlar ve
onlara ok da
atmazlar. Sadece “Lâ
ilahe illallahu vallahu
Ekber” Allah'tan başka ilâh yoktur, Allah en büyüktür diyecekler. Bunun
üzerine o şehrin iki tarafından biri düşer.
“Sonra ikinci defa: “Lâ ilâhe illallahu vallahu Ekber”
Allah'tan başka ilâh yoktur, Allah en büyüktür diyecekler. Bunun üzerine o
şehrin diğer bir tarafı daha düşer. Sonra üçüncü defa: “Lâ ilahe illallahu
vallahu Ekber” Allah'tan başka ilâh yoktur, Allah en büyüktür diyecekler. Bunun
üzerine müslümanlar için o şehirden bir gedik açılacak, şehre buradan
girecekler ve ganimetlere nail olacaklardır. Onlar ganimetleri taksim ederken
birdenbire kendilerine bir yaygaracı gelip:
“Deccal çıkmıştır” diyecek. Bunun üzerine müslümanlar,
her şeyi bırakıp geri döneceklerdir.”
[1235]
Açıklama:
Deccâl'e, “Deccâl”
denilmesinin sebebi; hakkı batılla örttüğü içindir.
2634-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Yahudilerle mutlaka savaşaksınız. Onları tepeleyeceksiniz.
Hatta taş dile gelerek:
“Ey müslüman! Şu arkamda bulunan kişi yahudidir, gel
de onu öldür!” diyecektir.”
[1236]
Açıklama:
Hadis, Kıyametin
sonuna doğru Yahudiler ile müslümanlar arasında şiddetli savaşın çıkacağını,
taşlar ile ağaçların dile gelerek müslümanın Yahudi'yi öldürmesi için: “Arkamda
yahudi var, gel onu öldür” diye konuşacaklarını bildirmektedir.
Gargad, dikenli bir
ağaçtır.
2635-
Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Doğrusu kıyametin önünde “Yalancılar” ortaya
çıkacaktır” diye buyururken işittim[1237]
Açıklama:
Burada “Yalancılar”la
kast edilen, deccallerdir.
2636- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Her biri “Allah'ın resulü” olduğunu iddia eden otuza
yakın “Yalancı Deccâl” gönderilmedikçe kıyamet kopmayacaktır.”
[1238]
2637-
Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, bir defasında
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte bulunuyorduk. İçlerinde İbn Sayyâd da bulunan
bazı çocukların yanından geçtik. Çocuklar kaçtılar. İbn Sayyâd ise oturdu.
Resulullah (s.a.v.)'in bundan hoşlanmamış gibi bir hali vardı. Peygamber (s.a.v.),
ona:
“Allah hayırını versin! Benim Allah'ın resulü olduğuma
şehâdet ediyor musun?” diye sordu.
İbn Sayyâd:
“Hayır! Bilâkis sen,
benim Allah'ın resulü olduğuma şehâdet edersin misin?” dedi. Bunun üzerine Ömer
İbnu'î-Hattâb:
“Bana izin ver, ey
Allah'ın resulü! Şunu öldüreyim” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Eğer bu senin düşünmekte olduğun kişi deccal bu çocuk
ise onu öldürmeye gücün yetmez”
buyurdu.
[1239]
Açıklama:
Bu hadis, bir önceki
hadiste de belirtildiği üzere, kendisinin “Allah'ın resulü” olduğunu iddia eden
“Otuz Deccal”den biridir. Asıl Deccal, kıyametin sonuna doğru gelecek ve onunla
ilgili özellikler bir sonraki babta ele alınacaktır.
2638- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Beraberimizde İbn
Sâid olduğu halde haccetmek yada umre yapmak için yola çıkmıştık. Bir yerde
konakladık. Derken insanlar dağıldı. Ben ve o, ikimiz kaldık. Onun hakkında
söylenenlerden dolayı kendisinden şiddetle ürktüm. O eşyasını getirerek benim
eşyamın yanına koydu. Ona:
“Gerçekten sıcak
şiddetlidir. O eşyayı şu ağacın altına koysana!” dedim. Hemen dediğimi yaptı.
Bize koyun sütü ikram edildi. İbn Sâid gidip büyük bir kadeh getirdi. Bana:
“Ey Ebu Saîd! İç”
dedi. Ben:
“Gerçekten sıcak
şiddetlidir. Süt de sıcaktır” dedim.
Halbuki bir şeyim yoktu. Yalnız onun elinden süt içmek istemiyordum.
Bunun üzerine bana:
“Ey Ebu Saîd! İçimden
öyle geçti ki, hakkımda halkın söylediklerinden dolayı bir ip alayım da, onu
bir ağaca asarak kendimi onunla boğayım. Ey Ebu Saîd! Resulullah (s.a.v.)'in
hadisi, kendisinde gizli kalmışsa da, siz Ensar topluluğuna gizii kalmamıştır?
Sen, Resulullah (s.a.v.)'in hadisini en iyi bilen insanlardan değil misin?
Resulullah (s.a.v.):
“Deccal, kâfirdir!” demedi mi. Halbuki ben müslümanım. Resulullah (s.a.v.):
“O, kısırdır, çocuğu olmaz!” demedi mi? Halbuki ben, çocuğumu Medine'de bıraktım.
Resulullah (s.a.v.):
“O, Medine'ye ve Mekke'ye giremez!” demedi mi? Halbuki ben, Medine'den yöneldim Mekke'ye
gidiyorum” dedi.
Ebû Saîd el-Hudrî:
“Nerdeyse onu mazur
görüyordum” dedi. Daha sonra İbn Sâid:
“Allah'a yemin ederim
ki, ben, onu pekâlâ biliyorum. Onun doğduğu yeri ve onun şimdi nerede olduğunu
da biliyorum” dedi. Ona:
“Bugünün geri kalan
kısmında/bundan sonraki günlerde sana yazıklar olsun!” dedim.
[1240]
Açıklama:
İbn Sayyâd'ın ismi,
Saftır. İbn Saîd de denilir.)
2639-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
veda hutbesinde halkın arasında ayağa kalkıp Allah'ı layık olduğu şekliyle
övdü, sonra da Deccal'den söz edip:
“Doğrusu ben sizi
ondan sakındırıp uyarıyorum. Deccâl'e karşı kavmini uyarmayan hiçbir peygamber
yoktur. Nuh'da kavmini ona karşı uyarmıştır.
“Yalnız ben, size Deccâl hakkında hiçbir peygamberin
kavmine söylemediği bir söz söyleyeceğim. O, şaşıdır. Yüce Allah ise şaşı
değildir” buyurdu.
[1241]
Açıklama:
Deccâl ile ilgili
hadislerin bazısında sağ gözünün kör olduğu ve bazısında ise sol gözünün kör
olduğu ve bir rivayette ise gözünün silinmiş dümdüz olup üzerinde kalın bir
derinin bulunduğu, başka bir rivayette ise gözünün iri üzüm tanesi gibi
yuvasından fırlamış olduğu bildirilmektedir. Aynî bu hadislerin arasını şöyle
uzlaştırmaktadır:
Hadisin metninde geçen
“A'ver” kelimesi, kusurlu anlamına gelmektedir. Deccâl'in bir gözü tamamıyla
kördür, diğeri de sakattır. Bu itibarla her iki göz için “Kör” ifadesi kullanılmıştır.
2640- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Deccâl, gözünün nuru silinmiş olandır. iki gözünün
arasında “Kafir” yazılıdır” buyurdu.
Sonra “Kafir” kelimesini:
“Ke fe re” şeklinde
heceleyip: “Bunu her müslüman okuyacaktır”
buyurdu.
[1242]
2641-
Huzeyfe (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resuluüah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Deccâl, sol gözü kör, saçı çok olan bir kimsedir.
Beraberinde, cennet ve cehennem vardır. Onun cehennemi cennet, cenneti de
cehennemdir.”
[1243]
2642-
Huzeyfe (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.), Deccâl hakkında:
“Gerçekten onunla birlikte, su ve ateş vardır. Ama
onun ateşi soğuk su ve suyu da ateştir. O halde helak olmayın”
buyurdu.
[1244]
2643- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Deccal çıkacak ve müminlerden bir kimse onun tarafına
doğru yönelecektir. Bu müminin karşısına silâhlılar ve Deccal'in ordusunda
gözetleme yepen silâhlıları çıkacak ve ona;
“Nereye gitmek istiyorsun?” diye soracaklar. O da,:
“Şu çıkan kimsenin yanına gitmek istiyorum” diye
cevapı verecek. Silâhlı kimseler, o kimseye:
“Sen bizim Rabbimize iman etmiyor musun?” diyecekler.
O kimse:
“Bizim Rabbimizde bir gizlilik yoktur!” diye cevap
verecek. Silâhlı kimseler:
“Öldürün şunu!” diyecekler. Sonra da birbirlerine:
“Rabbiniz size, kendisinden başka hiçbir kimsenin bir
kimseyi öldürmesini yasak etmedi mi?” diyecekler.
Daha sonra o mümin kimseyi Deccal'a götürecekler.
Mümin kimse, Deccal'i görünce ona:
“Ey insanlar! Resulullah (s.a.v.)'in andığı Deccal
işte budur!” diyecek. Bunun üzerine Deccal, o mümin kimse hakkında emir verir. Bu kimse karnı üzerine
uzatılır. Deccal:
“Onu alın ve başını yarın!” diyecek. Bunun üzerine
dayaktan sırtı ve karnı döve döve genişletilir. Deccal, ona:
“Bana iman etmiyor musun” diye soracak. Mü'min de:
“Sen yalancı olan Mesih'sin!” diye cevap verecek.
Bunun üzerine mümin kimse hakkında emir verilip büyük
bir testereyle başının ortasından başlayarak ta iki bacağının arasına varıncaya
kadar iki parçaya ayrılır. Sonra Deccal iki parçanın arasında yürüyür. Sonra bu
iki parça halinde bulunan müminin cesedine:
“Kalk!” diyecek. O da hemen kalkıp doğrulacaktır.
Sonra o mümin kula yine:
“Bana iman ediyor musun?” diye soracak. Mümin kul:
“Senin hakkında ancak basiretim arttı!” diye cevap
verecek. Daha sonra bu mümin kul:
“Ey insanlar! Bu adam benden sonra insanlardan hiç
birine bu işi yapamayacaktır!” diyecek.
Deccal onu kesmek için derhal yakalayacaktır. Fakat
müminin boynu ile köprücük kemiği arası bakır kesilecek. Deccal onu kesmeye
imkân bulamayacaktır. Bunun üzerine elleriyle ayaklarından tutarak onu atacak.
İnsanlar, onun cehenneme atıldığını sanacaklar. Fakat o mümin kul ancak
cennete konacaktır.”
Resulullah (s.a.v.):
“Bu mümin kimse, alemlerin Rabbi olan Allah katında
insanların en büyük şehididir”
buyurdu.[1245]
2644- Muğîre
b. Şu'be (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Deccal hakkında
Peygamber (s.a.v.)'e benim sorduğumdan daha çok sorun olmamıştır. Peygamber (s.a.v.),
bana:
“Soracağın soru nedir?” diye sordu. Ben:
“Onun beraberinde
ekmekle etten dağlar ve sudan bir nehir olduğunda onu söylüyorlar” dedim. Yüce
Allah:
“O, Allah katında bundan daha kıymetsizdir!” buyurdu.
[1246]
2645-
Abdullah İbn Amr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v..)'den,
kendisinden sonra hiçbir zaman unutmadığım bir hadis ezberledim. Ben,
Resulullah (s.a.v.)'i:
“Çıkacak olan kıyamet alametlerinin ilki, güneşin
batıdan doğması ile bir kuşluk vakti insanlara karşı bir Dabbe'nin ortaya çıkmasıdır.
Bu iki alemetten biri, diğer arkadaşından önce gerçekleşir. Daha sonra da diğeri
de onun peşisıra yakın olarak meydana gelir” buyururken işittim.”
[1247]
Açıklama:
Kıyametin büyük
alametlerinden biri de, güneşin batıdan doğmasıdır. Bu konuda 3 görüş ileri
sürülmektedir:
1- Güneşin,
Kıyametten önce battığı yerden doğması.
2- Güneşin,
batıdan doğması; ilmin, irfanın, medeniyetin Batı Avrupa'dan gelmesi.
3- Güneş
gökte belli bir sisteme göre dönen çok sayıdaki gök cisminden bir tanesidir.
Güneş, güneş sistemine giren yıldızlarla birlikte, sakin haldeki bir yıldıza
doğru hızla yol almaktadır. Buna göre güneşin uzaydaki bir noktayı
geçemeyeceğine ve bundan sonra geri dönmekle emrolunacağına ihtimal
verilmektedir. Bunun ardından da, güneşin, batı tarafından doğması sonucuna
götürecek büyük hadise gerçekleşebilir. Sonra durum, yine eski haline
dönebilir. Bu görüşü, bugünkü ilmi veriler ile geçmişte Vahidî, Katâde,
Mukâtil, Zeccâc ile İbn Kuteybe gibi alimler ileri sürmüştür.
Yalnız nasslarda
bildirilenlerin, nasıl gerçekleşeceği hakkındaki kesin bilgiyi Yüce Allah
bilir.
Açıklama:
Güneşin, batı
tarafından doğmasından sonra iman edenin, imanının kendisine bir yarar sağlamayacağı
üzerinde şüphe yoktur.
2646- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Hiçbir belde yoktur ki, Deccalin ordusu onu mutlaka
çiğneyecektir. Sadece Mekke ile Medine, bu istiladan korunmuştur. Melekler,
Medine'nin giriş kapılarından her birini mutlaka saf saf muhafaza ederler.
Bunun üzerine Deccal, Medine'ye giremediği için çorak bir arazîye iner. Sonra
meleklerin bu şekilde koruması altında bulunan Medine şehri, halkıyla birlikte
üç defa sarsılır. Medine'de ne kadar kafir ve
münafık varsa bunların hepsi Medine'den
Deccal'in yanına doğru yola çıkarlar.”
[1248]
2647- İmrân
b. Husayn (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Adem'in yaratılışı ile kıyametin kopması arasında
Deccâl'den daha büyük bir fitne yoktur”
diye buyururken işittim.”
[1249]
2648- Ma'kil
b. Yesâr (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Fiten zamanında ibadet, bana hicret etmek gibidir.”
[1250]
2649-
Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kıyamet, ancak insanların kötüleri üzerine
kopacaktır.”
[1251]
2650- Sehl
b. Sa'd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'i,
baş parmak ile orta parmak arasındaki şehadet parmağıyla işaret ederek: “Ben
ve kıyamet günü, şöyle iki parmak gibi birbirine yakın bir şekilde iken
peygamber gönderildim” buyurdu.[1252]
2651- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bedevi Araplar,
Resulullah (s.a.v.)'in yanına geldikleri zaman ona:
“Kıyamet ne zaman
kopacak?” diye sorarlardı. Resulullah (s.a.v.)'de onlardan en genç olan
birisine bakıp:
“Eğer şu yaşarsa ona ihtiyarlık erişmeden üzerinize
kıyametiniz kopar.”
[1253]
buyururdu.
Açıklama:
Burada kıyamet ile
kastedilen, ölümdür. Yani bu nesil ölür gider. Dolayısıyla bu, sizin için bir
kıyamettir.
2652- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kişi sağmal devesini sağarken sağılan süt, süt
kabının ağzına ulaşmadan kıyamet kopar. iki kimse, elbise alışverişi
yaparlarken alışverişi henüz bitirmemiş vaziyetteyken kıyamet kopar. Kişi,
kendi su havuzunu düzeltirken henüz oradan daha çıkmadan kıyamet kopar.”
[1254]
2653. Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: "Resulullah (s.a.v.):
İnsan vücudunda öyle
bîr kemik vardır ki, yer, onu asla yemeyecektir. İnsan kıyamet günü onunla
yeniden diriltilirler!' buyurdu. Sahabiler:
Ey Allah'ın resulü! O
hangi kemiktir?' dediler. Resulullah (sav):
Kuyruk sokumu
kemiğidir!' buyurdu.[1255]
Kıyamet saati geldiği
an dört büyük melekten biri olan İsrafil (a.s)'ın üfleyeceği bir araç. Kur'ân-ı
Kerîm'de Sur'un nasıl bir şey olduğu açıklanmaz. Yalnız,
“Sur'a üfürüldüğü gün, Allah'ın diledikleri bir yana
göklerde olanlar da korku içinde kalırlar. Hepsi Allah'a boyun eğmiş olarak
gelirler”
[1256] âyeti
Sur'un varlığına bir delildir. Bunun dışında Hz. Peygamber'den nakledilen bazı
hadisler onun mahiyetini ayrıntılı bir şekilde açıklar.
İsteksizlik,
rağbetsizlik, aza kanaat. Terim olarak, dünyaya ve maddî menfaate değer
vermemek, çıkarcı, menfaatperest ve bencil olmamak, kalpte dünya ve çıkar
kaygısı taşımamak, kanaatkar olmak demektir. “Elde olan dünyalığa sevinmemek ve
elden çıkana üzülmemek, elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmamasıdır”
şeklinde de tarif edilir.
Allah (c.c) kullarının
yararlanması için çeşit çeşit nimetler yaratmış, dünyayı güzellik ve
lezzetlerle donatmıştır. Bunlardan yararlanmak herkes için olduğu gibi müslüman
için de tabiî bir haktır. Ancak, müslümanın dikkat etmesi gereken husus, dünya
nimetleri ve zevklerinden istifade etmek için, meşru olmayan yollara sapmamak,
israf etmemek ve haramlara dalmamaktır. Müslüman meşru sınırlar içerisinde
dünya nimetlerinden istifade ederken âhireti hiç bir zaman unutmamalı, asıl
zevk ve nimetlerin orada olduğunu bilmelidir. Kısaca, âhireti unutup, dünyaya
gönül vermemelidir.
Zühd üç kısma ayrılır.
Zühdün, bu türünün
bütün müslümanlarda bulunması gerekir. Herkes için farzdır.
Bu kullukta ileri
derecelere ulaşanlarda bulunur.
Bu da, "arif'
denilen Allah'ı tam bilip ona itaat eden kullara ait olan zühddür.[1257]
Rakîk kelimesinin
çoğuludur. İncelik anlamına gelir. Bu bahsin hadisleri, kalbi inceltmeye getirdikleri
için bu isimle anılır.
2654- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Dünya, müminin zindanı ve kafirin ise cennetidir.”
[1258]
Açıklama:
Her mümin dünyada
haram kılınmış şehvetlerden ve mekruhlardan men olunmuştur. Meşakkatli taatlarla
mükelleftir. Öldüğü zaman bunlardan kurtulup dinlenecek ve Allah'ın, kendisi
için hazırlamış olduğu devamlı nimetlere ve noksansız, kedersiz istirahatlara
kavuşacaktır.
Kafire gelince onun
için sadece dünyada azlığı ve birçok eksikliklerle bulandırılmış, olarak hasıl
olan geçici nimetler vardır. Öldüğü zaman devamlı azaba ebedi mutsuzluğa
kavuşur.
[1259]
2655-
Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Medine'ye yakın yüksek yerlerde “Aliye” denilen köylerden birinden şehre girerken
pazara uğradı. İnsanlar da onun etrafında bulunuyorlardı. Derken küçük kulaklı
ölü bir keçi oğlağının yanından geçti. Ona elini uzatıp kulağından tuttu.
Sonra da:
“Hanginiz bîr dirhem gümüş karşılığında bu ölmüş oğlağın
kendisinin olmasını ister?” dedi.
Sahabiler:
“Biz onun hiç bir şey
karşılığında bizim olmasını dilemeyiz. Onunla ne yapabiliriz ki?” dediler.
Resulullah (s.a.v.) bu defa:
“Bu ölmüş oğlağın sizin olmasını diler misiniz?” diye sordu. Sahabiler:
“Vallahi, eğer diri
olsaydı bile kusuru vardı. Çünkü kulakları küçüktür. Ölü olduğu halde onu ne
yapalım?” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allah'a yemin ederim ki, Allah katında şu dünya, bu
ölü oğlağın sizin yanınızdaki durumundan daha kıymetsizdir!” buyurdu.”
[1260]
2656-
Mutarrif
yoluyla babası Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Peygamber (s.a.v.)'in
yanına gelmiştim. O, “Tekasur Süresi”ni okumaktaydı. Resulullah (s.a.v.):
“Adem oğlu! Malım, malım!” diyor. Halbuki ey Adem
oğlu! Senin için malından yiyip bitirdiğin yada giyip eskittiğin veya sadaka
verip tamamladığından başka neyin var ki?” buyurdu.”
[1261]
Açıklama:
Adem oğlunun; “Malım,
malım” demesinden maksat; malına aldanıp güvenmesi ve çok defa onunla iftihar
edip bobürlenmesidir.
2657- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kul: “Malım, malım” diyor. Onun için malından sadece
şu üç şey vardır:
1- Yiyip bitirdiği.
2- Giyip eskittiği.
3- İnfak olarak
vedip de ahiret için biriktirdiği. Bunların dışında kalan malı, gidicidir ve
onu arkasında kalan insanlara bırakacaktır.”
[1262]
2658- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)şöyle
buyurmaktadır:
“Cenazeyi üç şey takip eder. Bunlardan ikisi geri
döner, biri ile başbaşa kalır. Onu; ailesi, malı ve ameli takip eder. Aile ile
malı geri döner. Amelî ile başbaşa kalır.”
[1263]
2659-
Amr
İbn Avf (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resululah (s.a.v.)
Ebu Ubeyde İbnu'UCerrâh'ı Bahreyn'in gayri müslim halkının cizyesini getirmek
için oraya göndermişti. Çünkü Resululah (s.a.v.) Bahreyn halkıyla belirli bir
miktarda cizye verme hususunda anlaşma yapmıştı. Onlara, Âlâ' b. Hadramî'yi
vali olarak göndermişti. Ebu Ubeyde, Bahreyn'den cizye mallarını alıp Medine'ye
geldi. Derken Ensar, Ebu Ubeyde'nin geldiğini duydu. Bunun üzerine Resululah (s.a.v.)'le
birlikte sabah namazına geldiler. Resululah (s.a.v.) namazı kılınca oradan
ayrıldı. Onlar, Resululah (s.a.v.)'in önüne çıktılar. Resululah (s.a.v.) onları
karşısında gördüğü vakit gülümsedi. Sonra da:
“Zannederim siz Ebu Ubeyde'nin Bahreyn'den bir şey ile
geldiğini duydunuz” buyurdu. Onlar:
“Evet, ey Allah'ın
resulü!” dediler. Resululah (s.a.v.):
“O halde sevinin ve sizi sevindirecek şeyi ümit edin!
Allah'a yemin ederim ki, ben sizin namınıza fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben
sizin namınıza dünyanın sizden öncekilere serildiği gibi, sîze de
serilmesinden ve dünya için onların yarıştıkları gibi, sizin de yarış
etmenizden, dünyanın onları helak ettiği gibi, sizi de helak edeceğinden
korkuyorum” buyurdu.
[1264]
Açıklama:
Bahreyn; Irak'ta,
Basra ile Hacer arasında bulunan bir şehirdir. Resulullah (s.a.v.) hicretin 9.
yılında bu bsldenin halkıyla anlaşma yaparak her yıl belirli miktarda cizye
denilen vergiyi ödemeye karar verilmiştir. İbn Hacer'e göre o dönemde bu
beldenin halkı mecusi idi.
2660-
Abdullah İbn Amr İbnu'1-Âs (r.a)'tan
rivayet edilmiştir: “Resululah (s.a.v.):
“Size İran ve Bizans hazineleri fethoİunduğu zaman
acaba sizler nasıl bir topluluk olacaksınız?” buyurdu. Abdurrahman b. Avf:
“Allah'ın bizlere
emretmiş olduğu gibi Allah'a hamd etme, şükretme ve O'ndan fazlını isteme
mahiyetinde sözler söyleriz!” dedi. Resululah (s.a.v.):
“Bundan başka bir şey yapmaz mısınız? Birbirinizle
nefsaniyet yarışına düşersiniz. Birbirinizle hasetleşirsiniz. Sonra
birbirinize sırt çevirirsiniz. Sonra birbirinize buğzedersiniz veya buna benzer
şeyler yaparsınız. Sonra muhacirlerin fakirlerine gider, onları birbirlerinin
boyunları üzerine komutanlar yaparsınız”
buyurdu.”
[1265]
2661- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi mal ve yaratılış bakımından kendinden
üstün olana baktığı zaman, hemen kendisine üstün kılınmış kimselerden daha
aşağıda olan kimselere baksın!”
[1266]
2662- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden daha aşağıda olanlara bakın! Sizin üstünüzde
olanlara bakmayın! Bu, Allah'ın nimetini küçümsememenize daha uygun olur.”
[1267]
Açıklama:
Hadiste, dünyalık
bakımından yukarda olanlara değil, aşağıda olanlara bakılma emredilmektedir.
Çünkü kişi dünyalık bakımından kendisinden daha varlıklı kimselere baktığı
zaman Allah'ın kendisine verdiği nimetleri küçümseyebilir. Bu hal onun
öfkelenmesine, nankörlüğüne ve büyük günahlara girmesine sebep verebilir. Fakat
kendisinden aşağıda olanlara baktığı zaman elindeki nimetlere şükreder, hamd
eder ve günaha girmekten uzak kalmış olur.
2663- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, o, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle
buyurduğunu işitmiştir:
“İsrail oğullan
içerisinde biri abraş, biri kel, biri de kör üç kişi vardı. Allah onları
imtihan etmek istemişti. Bunun üzerine onlara bir melek gönderdi. Melek, Abraş
kimseye gelip ona:
“Sence en makbul şey
nedir?” diye sordu. Abraş:
“Güzel renk, güzel
cild ve insanların iğrendiği baraş hastalığının benden gitmesidir” dedi. Bunun
üzerine melek onu sıvazladı ve ondan bu çirkin hal gitti, kendisine
güzel bîr renk ve güzel bir cild verildi. Melek:
“Sence hangi mal en
makbuldür?” diye sordu. Abraş:
“Devedir” dedi. Bunun
üzerine ona doğurması yakın dişi bir deve verildi. Bunun üzerine Melek:
“Allah bu deve
hususunda sana bereket versin!” dedi. Daha sonra melek, kel kimseye gelip ona:
“Sence en makbul şey
nedir?” diye sordu. Kel:
“Güzel saç ve
insanların iğrendiği şu kelliğin benden gitmesidir!” dedi. Melek, onu da
sıvazladı ve o çirkin hal ondan gitti. Bunun üzerine ona güzel bir saç verildi.
Melek, ona:
“Sence en makbul olan
mal hangisidir?” diye sordu. Kel:
“Sığırdır” diye cevap
verdi. Hemen ona hâmile bir sığır verildi. Melek, ona gelip:
“Allah bu sığır hususunda
sana bereket versin” dedi. Daha sonra melek, kör kimseye gelip ona:
“Sence en makbul şey
nedir?” diye sordu. Kör:
“Allah'ın bana
gözümü iade etmesi
ve onunla insanları
görmem” dedi. Melek, onu da sıvazladı ve Allah ona gözünü iade etti.
Melek, ona:
“Sence en makbul olan
mal hangisidir?” diye sordu. Kör:
“Koyundur!” diye cevap
verdi. Hemen ona henüz
doğurmuş bir koyun verildi.
Bir müddet sonra deve
ve sığır sahiplerinin devesi ve sığın yavrulamış, koyun sahibinin de koyunu da
kuzulaşmıştı. Bu suretle deve isteyen kimsenin bir vadi dolusu devesi, sığır isteyen
kimsenin bir vadi dolusu sığırı ve koyun isteyen kimsenin ise bir vadi dolusu
koyunu olmuştu.
Sonra günün birinde
melek abraşa eski suret ve kılığında gelip:
“Ben fakir bir adamım.
Yolculuğumdaki bütün İmkanlarım yok olmuştur. Bugün, önce Allah'tan ve sonra
da senden başka beni evime ulaştıracak yoktur. Sana şu güzel rengi, güzel cildi
ve malı veren Allah aşkına senden bir deve istiyorum. Yolculuğuma onun üzerinde
muradıma ulaşacağım” dedi. Abraş:
“Hak sahipleri çoktur!”
karşılığını verdi. Bunun üzerine melek, ona:
“Ben seni tanır
gibiyim. Sen insanların iğrendiği abraş değil misin? Hani sen fakirdin de, bu
malı sana vermişti” dedi. Abraş:
“Ben bu malı ancak ve
ancak büyükten büyüğe intikal eden bir miras yoluyla edindim” diye cevap verdi.
Melek de:
“Eğer yalancı isen
Allah seni eski haline çevirsin!” dedi.
Bu defa Melek, kel
kimseye eski suretinde gelip ona da abraş kimseye söylediğinin benzerini
söyledi. O da, abraşın gibi cevap verdi. Bunun üzerine melek, ona da:
“Eğer yalancı isen
Allah seni eski haline çevirsin!” dedi. Melek, kör kimseye de eski suret ve
kılığında gelerek ona:
“Ben, yoksul ve yolcu
bir adamım. Yolculuğumda bütün imkanlarım yok oldu. önce Allah'tan, sonra da
senden başka bugün benî evime ulaştıracak yoktur. Sana gözünü iade eden Allah
aşkına senden bir koyun istiyorum. Onunla yolumda muradıma ulaşacağım!” dedi.
Kör:
“Gerçekten ben kör bir
kimse İdim. Allah bana gözümü geri iade etti. Şimdi benden dilediğini al,
dilediğini bırak! Allah'a yemin ederim ki, bugün Allah için aldığım bir şeyde
sana zorluk çıkarmam!” dedi. Bunun üzerine melek:
“Malın senin olsun.
Siz ancak imtihan edildiniz. Senden razı olundu, iki arkadaşın da Allah'ın
gazabına uğradı!” dedi.”
[1268]
Bedeninde yer yer
beyaz lekeler olan kimsedir.
Hadiste, insanların Allah
tarafından imtihan edileceğine, fakirlere yardım ve ikramda bulunmaya teşvik
yer almaktadır.
2664- Amir
b. Sa'd'dan rivayet edilmiştir:
“Sa'd b. Ebi Vakkâs,
develerinin içerisinde idi. Derken yanına oğlu Ömer geldi. Sa'd onu görünce, “Eûzu
billahi min şerri hâze'r-râkib” Şu süvarinin şerrinden Allah'a sığınırım dedi.
Oğlu deveden indi. Sa'd'a:
“Sen develerinin ve
koyunlarının içine inip insanları kendi aralarında iktidar mücadelesi yapar
halde terk mi eyledin?” dedi. Sa'd, oğlunun göğsüne vurup:
“Sus! Ben, Resulullah
(s.a.v.)'i:
“Şüphesiz ki Allah muttaki, gönlü zengin ve uzlete
çekilmiş kulunu sever” buyururken
işittim” dedi.”
[1269]
2665- Sa'd
b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Allah adına yemin
ederim ki, ben Allah yolunda ilk ok atan bir Arap yiğidiyim. Doğrusu bizler
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte Huble ile şu Semur denilen dikenli çöl
ağaçlarının yaprağından başka hiçbir yiyeceğimiz olmadığı halde gaza ederdik.
Hatta herhangi birimiz yediği bu bitkilerden dolayı muhakkak koyunun dışkı çıkarışı
gibi dışkı çıkarırdı. Şimdi de Esed oğullan, İslam dini ile ilgili hususlarda
beni eleştirir oldu. Bu takdirde ben hüsrana uğramışımdır ve bunca gayret ile
amelim boşa gitmiş demek.”
[1270]
Açıklama:
Sa'd b. Ebi Vakkâs'ın
fazileti ile ilgili olarak 2271 nolun hadisin açıklamasına bakabilirsizin.
Esed oğulları,
Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra dinden dönmüşler ve o sırada
peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha İbn Huveylid el-Esediyye'ye tabi
olmuşlardı. Ebu Bekr döneminde Halid b. Velid komutasında bir ordu onların
üzerine gitmiş, bir kısmı öldürülmüş ve geri kalan kısım ise tekrar İslam'a
dönmüştü. Kufe'de oturan Esed oğulları, Küfe valisi Sa'd b. Ebi Vakkas'ı Hz. Ömer'e
şikayet ederek görevinden alınmasını istemişlerdi. İşte Sa'd, bundan dolayı
serzenişte bulunmaktadır.
2666- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Biz kıyamet gününde Rabbimizi görecek miyiz?” diye sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Siz öğle zamanı Önünde hiçbir bulut yok İken güneşi
görmek hususunda birbirinizle İtişip kakışıyor musunuz?” buyurdu. Sahabiler:
“Hayır!” diye cevap
verdiler. Resulullah (s.a.v.):
“Peki dolunay gecesinde önünde hiçbir bulut yok iken
onu görmek görme hususunda birbirinizle itişir misiniz?” buyurdu. Sahabiler yine:
“Hayır!” diye cevap
verdiler. Resulullah (s.a.v.):
“O halde nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki,
siz Rabbinizi görme hususunda ancak bu ay ile güneşden birini görmek için birbirinizle
itiştip kakışmadığınız gibi Rabbinizi de görme hususunda biribirinizle itişip
kakışmayacaksınız” buyurdu Yüce Allah, kullarından birisini karşısına alıp:
“Ey filânca kimse! Ben sana ikramda bulunmadım mı?
Seni başkaları üzerine efendi yapmadım mı? Sana eş vermedim mi? Faydalanman
için atlar ve develeri senin emrin altına vermedim mi? İnsanlara efendilik yapmana,
ganimet malının dörtte birini almana izin vermedim mi?” buyuracak. O kimse de:
“Evet, ettin!”
diyecek. Yüce Allah:
“O halde günün birinde bana kavuşacağını hiç aklından
geçirdin mi?” diye soracak. Kul:
“Hayır!” diye cevap
verecek. Bunun üzerine Yüce Allah:
“İşte ben de, senin beni unuttuğun gibi, şimdi seni
unutuyorum” buyuracak. Daha sonra
Yüce Allah ikinci bir kulu karşısına alıp:
“Ey filânca kimse! Ben sana ikramda bulunmadım mı?
Seni kavmine efendi yapmadım mı? Sana eş vermedim mi? Yararlanman için atları
ve develeri senin emrin altına vermedim mi? Başkalarına efendi olmana ve
ganimetin dörtte birini almana izin vermedim mi?” diye soracak. O da:
“Evet, ettin Rabbim!”
diye cevap verecek. Yüce Allah:
“Bana kavuşacağını hiç aklıdan geçirdin mi?” diyecek. Kul:
“Hayır, geçirmedim!”
diye cevap verecek. Bunun üzerine Yüce Allah: işte ben de, senin beni unuttuğun
gibi, seni unutuyorum!” diyecek. Daha sonra Yüce Allah, üçüncü kulu karşısına
alıp ona da bunun benzeri sözler söyleyecek. Fakat o da:
“Rabbim! Ben Sana,
Senin Kitabına ve Peygamberlerine inandım, namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka
verdim!” diyecek ve olanca gücüyle hayır övgüsünde bulunacak. Yüce Allah:
“Öyleyse sen şurada
dur!” buyuracak. Sonra da ona:
“Şimdi sana şahidimizi
göndereceğiz” denilecek. Kul kendi kendine:
“Acaba bana şâhidlik
yapacak bu kimse kimdir?” diye düşünecek. Tam bu sırada o kimsenin ağzına
mühür vurulacak, uyluğuna, etine ve kemiğine:
“Konuş!” denilecek. Artık uyluğu, eti ve kemiği onun
amelini söyleyecek. Bu, ona, günahlarının çokluğu ve vüğcut organlarının kendi
aleyhine şahitliği suretiyle kendi adına tutunabileceği hiçbir özür bırakmamak
içindir. İşte bu üçüncü kul, münafık olan kimsedir. İşte böylesi kimse,
Allah'ın gazabına uğrayacak olan da kimsedir.”
[1271]
2667- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'in
yanında bulunuyorduk. Derken güldü. Bunun üzerine bize:
“Niye gülüyorum, biliyor musunuz?” buyurdu. Biz:
“Allah ve Resulü daha
iyi bilir!” dedik. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kulun, Rabbisiyle konuşmasına gülüyorum. Kul:
“Rabbim! Sen beni zulümden kurtarmadın mı?” diyecek. Yüce Allah:
“Evet, kurtardım” buyuracak. Kul:
“Ben, bunu, nefsime
karşı ancak tarafımdan bir şahitle getirmekle razı olurum!” diyecek. Yüce
Allah:
“Bugün ssnin üzerine bir şahitlik edici olmak
bakımından sana kendi nefsin ve şahitler olarak da çok şerefli katipler/yazıcı
melekler”
[1272]
yeter” buyuracak.
Daha sonra o kulun
ağzı mühürlenir, vücut organlarından her birine:
“Sen konuş!” denilir.
Bunun üzerine her bir organ dile gelip o kulun amellerini birer birer söyler.
Bundan sonra o kul ile konuşmanın arası boşaltılır. Bunun üzerine kul, kendi
vücut organlarına:
Sizler uzaklasın, uzak
olun. Ben ancak sizin kurtulmanız için mücadele ediyordum' diyecek.[1273]
“Mahşer yerinde insanların dilleri, elleri ve
ayakları; dünyada yapmış oldukları işlerden dolayı lehlerinde ve aleyhlerinde
şahitlik yapacaktır. Öldükten sonra diriltmeye kadir olan Allah, elbette vücut
organlarını da konuşturmaya kadirdir.”
[1274]
Açıklama:
Mahşer yerinde herkes
toplandığında, büyük mahkeme kurulacak, dünyada “Yazıcı Melekler” tarafında
tutulan amel defterleri o gün sahiplerine verilecek ve amel defterleri böylece
sahiplerinin ellerinde dolaşacak ve dünyada ne yaptığını ve ne yapmadığını bu
defterlerde görecektir.
2668- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah’ın! Muhammed'in ev halkının rızkını, yetecek
kadar ver.”
[1275]
2669- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Muhammed {s.a.v.)'in ev halkı, kendisi Medine'ye
geldiğinden vefatına kadar üç gece arka arkaya buğday yemeğinden doya doya
yememiştir.”
[1276]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.) ile
ev halkının genellikle karınlarını doyurmamalarının sebebi; yanlarında gıda
maddesinin azlığı ve bulduklarını pek yemeyip fakirlere dağıtmaları idi.
2670-
Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Muhammed (s.a.v.)'in ev halkı, iki gün yalnız buğday
ekmeğiyle karnını doyurmamıştır. Bu iki günün biri, mutlaka hurma olmuştur.”
[1277]
2671- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Biz, Muhammed (s.a.v.)'in ev halkı bazen bir ay ateş
yakmadan dururduk. Nafakamız ancak kuru hurma ile su idi.”
[1278]
2672- Hz. Âişe
(r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), benim rafımda, canlı bir
kimsenin yiyeceği bir şey yok iken vefat etmişti. Rafımda sadece bir miktar
arpa vardı. İşte ondan uzun zaman yedim. Nihayet bir defasında onu ölçtüm.
Derken bu arpada tükendi.”
[1279]
2673- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Âişe, kız kardeşi Esmâ'nın oğlu Urve'ye
hitaben:
“Allah'a yemin ederim ki, ey kızkardeşimin oğlu! Biz
Peygamber hanımları, hilale bakıp görürdük. Sonra bir hilal daha görürdük.
Sonra bir hilal daha görürdük. İki ayda üç hilal görün tamamladığımız halde
Resulullah (s.a.v.)'in odalarında bir ateş parçası yakılmazdı”
dedi.
Urve der ki: Ben:
“Ey teyze! öyleyse
sizleri yaşatan şey/azığınız neydi?” dedim. O da:
“İki siyah şey: Hurma
ile su! Doğrusu Resulullah (s.a.v.)'in Ensar'dan bazı komşuları vardı. Bunların
sağmal hayvanları vardı. Onlar bu hayvanların sütlerini sağıp Resulullah (s.a.v.)'e
gönderirlerdi. Resulullah (s.a.v.)'de bu sütten bizlere içirirdi” dedi.
[1280]
2674-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) bir günde iki öğün ekmek ve
zeytin yağıyla doymadığı halde vefat etmiştir.”
[1281]
2675- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), iki siyah olan hurma ve suya
doyup kandığımızda vefat etti.”
[1282]
Açıklama:
Medine'de hurmaların
çoğu siyahtır. Suyun rengi ise yoktur. Bulunugu kaba göre renk alır. Ona siyah
denilmesinin sebebi, ya onların su kaplarının çoğunun siyah renkte olması yada
tağlib yoluyladır. Yani kuru hurmanın siyahlık vasfının suya da verilmesi ve
böylece hurmanın suya galip kılınmasıdır.
2676- Simâk
tan rivayet edilmiştir: “Nu'manb.Besîr'i:
“Sîzler istediğiniz
kadar yiyecek ve içecek içinde değil misiniz? Doğrusu ben, Peygamberimiz (s.a.v.)'i
karnım doyuracak kadar kötü hurma bulamadığını gördüm” derken işittim.
[1283]
2677- Simâk
b. Harb'ten rivayet edilmiştir:
“Nu'man b. Beşîr'i
şöyle hutbe verirken işittim: Ömer, insanların dünyadan elde ettiklerini anıp:
“Doğrusu ben,
Resulullah (s.a.v.)'i bütün gün kıvranıyor, karnını doyuracak kötü hurma
bulamıyorken gördüm” dedi.[1284]
2678- Ebu
Abdurrahman el-Hubulî'den rivayet edilmiştir: “Abdullah İbn Amr İbnu'l-Âs'tan
dinledim. Bir adam, Abdullah'tan bir şey isteyip:
“Biz, Muhacirlerin
fakirlerinden değil miyiz?” dedi. Abdullah, ona:
“Senin kendisine
sığınacağın bir hanımın var mı?” diye sordu. Adam:
“Evet, vardır” dedi.
Abdullah:
“İçinde oturmakta
olduğun bir evin var mı?” diye sordu. Adam;
“Evet, vardır” dedi.
Abdullah:
“Öyleyse sen
zenginlerdensin” dedi. Adam:
“Ama benim bir hizmetçim
varî” dedi. Abdullah:
“O halde sen
hükümdarlardansın!” dedi.
[1285]
2679-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte Semud kavminin meskenleri olan Hıcr'a uğramıştık. Resuluüah (s.a.v.),
bize:
“Ağlayıcılarınız olmanız hariç, onlara isabet eden
azabın benzerinin size isabet etmesinden sakınmak için kendi nefislerine
zulmetmiş olan kimselerin meskenlerine girmeyiniz” buyurdu.[1286]
2680-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“İnsanlar, Resulullah
(s.a.v.)'le birlikte Semud kavminin arazisi olan Hıcr'da konaklamışlardı.
Dolayısıyla oranın kuyularından su aldılar ve bu sularla hamur yoğurdular.
Resulullah (s.a.v.), onlara; aldıkları suları dökmelerini ve hamurları da
ancak develere yedirmelerini emretti.
Resulullah (s.a.v.),
sahabilere; vaktiyle Salih Peygamber'in dişi devesinin su içmek üzere gelmekte
olduğu kuyudan su almalarını emretti.
[1287]
Açıklama:
Hicr, Medine ile Şam
arasında bulunan bir vadinin ismidir. Burası Salih (a.s)'ın kavmi olan Semud'un
yerleşim merkezi idi. Allah bu kavmi burada helak ettiği için Peygamber (s.a.v.)
bu kötü kimselere ait diyarın bizzat kendilerinin kullandıkları kuyularından su
içilmemesini ve yemeklerde kullanılmamasını, sadece Salih (a.s)'ın dişi
devesinin su içtiği yerden su almalarını, emretmiştir.
Resulullah (s.a.v.),
Tebük seferine giderken buradan geçmiş ve Allah'ın gazabına uğrayarak helak
olmuş olan bu kavmin memleketine ancak ağlayarak girmelerine izin vermiştir.
Resulullah (s.a.v.) ümmetinin de bu yere girerlerse bir musibete uğrayaması
endişesinden dolayı oraya girmelerini yasaklamış, mutlaka girmek gerekiyorsa
ağlamalarını emretmiştir. Bunun sebebi de, ağlamanın düşünüp ibret almayı
gerektirmesidir.
2681- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Dul kadınlara ve yoksullara nafaka sağlamak için
çalışan bir kimse, Allah yolunda cihad eden mücahid gibidir yada zinde bir
şekilde gece namazı kılan gibi ve iftar etmeksizin oruç tutan kimse gibidir.”
[1288]
2682- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Yetimin işlerine bakan kimse; ister yetimin
akrabasından olsun ve ister yabancılardan olsun, benim ile o kimse, cennette şu
iki parmak gibi bulunacağız”
buyurdu.
Hadisin ravisi Mâlik:
“Şehadet parmağı ve
orta parmağıyla bu duruma işaret etmiştir.”
[1289]
2683-
Ubeydullah el-Havlânî'den rivayet edilmiştir:
“Ubeydullah, Osman b.
Affân'm, Resulullah (s.a.v.)'in mescidini yeniden inşa ettiği zaman halkın
(itiraz mahiyetindeki) dedikodusu üzerine onun şöyle dediğini işitmiştir:
“Siz gerçekten çok
konuştunuz! Halbuki ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Her kim Allah'ın rızasını isteyerek bir mescit bina
ederse Yüce Allah da ona cennette onun bir benzerini bina eder” buyururken işittim.
[1290]
2684- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir ara bir adam, çöl bir yerde iken bulutun içinden:
“Filanca kimsenin
bahçesini sula!” diye bir ses işitmiş. Daha sonra o bulut, gidip suyunu bir
kara taşlık içerisine boşalttı. Derken oradaki su yollarından, bu suyun hepsini
alabilen büyükçe bir kanal meydana geldi. O kimse, bu su yolunu takip edip
yürüdü. Nihayet bahçesinde dikilen bir adamla karşılaştı. O kimse, bahçesine
gelen suyu bel küreğiyle çeviriyor. Gelen kimse, bahçedeki adama:
“Ey Allah'ın kulu! Senin ismin nedir?”
diye sordu. Bahçedeki adam, diğerinin buluttan işitmiş
olduğu isimle:
“Benîm ismim,
filancadır!” diye cevap verdi. Sonra da:
“Ey Allah'ın kulu! Sen benim ismimi niçin soruyorsun?” dedi. Bahçeye gelen kimse:
“Ben, şu suyu indiren buluttan: “Filanca kimsenin
bahçesini sula!” diye bir ses işittim. O, senin ismini söylüyordu. Bu bahçede
ne yapıyorsun?” dedi. Bahçe sahibi:
söylediğin bu şeye
gelince; ben bu bahçeden çıkan ürüne bakarım: Onun üçte birini sadaka olarak
veririm. Üçte birini de aile halkımla birlikte kendim yerim. Üçte birini de
fakirler ve hayvanlar için bahçede bırakırım” dedi.[1291]
2685- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Yüce Allah:
“Ben, ortakların şirkten en müstağni olanıyım. Her kim
bir amel işler, sonra da o amelinde benimle birlikte başkasını ortak eylerse,
Ben, o kimseyi ve şirkini terk edip onu ortağıyla baş başa bırakırım!” buyurdu.
[1292]
2686-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Her kim amelini işittirirse Allah da onu işittirir.
Her kim riya yaparsa Allah onun iç yüzünü meydana çıkarır.”
[1293]
2687- Cundub
el-Alakî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Her kim (yaptığını) işittirirse Allah o kimseyi
İşittirir. Her kim de riya yaparsa Allah da onun içyüzünü ortaya çıkarır.”
[1294]
2688-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, o, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle
buyurduğunu işitmiştir:
“Şüphesiz ki kul, bazen öyle bir söz söyler ki, o söz,
kendisini cehennem içerisinde doğu ile batı arasından daha uzak olan bir
derinliğe indiriverir.”
[1295]
Açıklama:
Hadis, bir söz
söyleneceği zaman gelişi güzel değil, o sözün ne anlamlara gelebileceği, insanlar
üzerinde etkisinin nasıl olacağı, zararı ve faydasının ne kadar olacağı iyice
düşünerek konuşulması gerektiğini anlatmaktadır.
2689-
Üsâme
b. Zeyd (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Üsâme'ye:
“Osman'ın yanma girsen
de onunla halk arasındaki fitneleri konuşsan!” denildi. Ben:
“Siz bunları Osman'a
söylemeğimi mi zannediyorsunuz. Fakat onunla gizlice konuştuğum şeyleri size
duyuracak mıyım? Allah'a yemin ederim ki, ben onunla aramızdaki meseleleri
konuştum. Ben onunla ilk açanı ben olmamı istemediğim halk arasında ortaya
çıkan fitne üe ilgili işleri gizlice konuştum. Ayrıca ben, Resulullah (s.a.v.)'den
işittiğim bir sözden sonra herhangi bir kimse hakkında, -o kimse benim
üzerimde emir olduğundan
dolayı- bu kimse, insanların
en hayırlısıdır” diyemem. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kıyamet gününde bir adam getirilip cehenneme atılır
ve bağırsakları karnından dışarı çıkar. Bunun üzerine o kimse, bağırsakları
etrafında değirmen eşeğinin değirmende dönmesi gibi döner. Cehennem halkı, bu
kimsenin etrafına toplanırlar. Ona:
Ey filanca kimse! Bu durumun da nedir? Sen bizlere
dünyadayken iyiliği emredip kötülükten men eder değil miydin?” derler. O kimse:
“Evet, ben öyle bir kimse idim. Ben size iyiliği
emrederdim, fakat kendim iyilik yapmazdım. Sizleri kötülükten men ederdim,
fakat kendim kötülük işlerdim” diye
cevap verir.
[1296]
Açıklama:
Üsame, Hz. Osman'ın
samimi dostu olduğu için diğer sahabiler ona Osman'ın yanına girerek halk
arasında meydana gelen fitnelerin çözümü için onunla konuşmasını ve ona nasihat
etmesini istemektedirler. Üsame ise Hz. Osman'ın yanına girerek bu meseleleri
onunla gizlice konuştuğu, dolayısıyla bu konuştuklarını açığa vuramayacağını,
konuşulanların ikisi arasında kaldığını belirtmektedir.
Bu hadis, ayrıca
devlet İdarecilerine karşı halkın dileklerinin iletilmesi gerektiğini de
vurgulamkatadır.
2690-
Ebu
Hureyrc (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Açıktan açığa günah işleyenler hariç ümmetimin hepsi
Allah tarafından affedilmişür. Açık günahlardan birisi de şudur: Kul, geceleyin
günah olan bir amel işler, sonra o kimse Rabbinin o suçu insanların gözünden
örtbas ettiği halde sabahlar. Sabah olduğunda kul:
“Ey filanca kimse! Ben dün şöyle şöyle yaptım!” der.
Halbuki o kimse, Allah onun işlemiş olduğu günahı örtbas ettiği halde
gecelemişti. İşte Rabbi örtbas ettiği halde o kimse geceliyor, sabah olduğunda
da Allah'ın örtbas ettiğini açığa çıkarıyor” buyurdu.”
[1297]
2691- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
yanında iki kimse aksırdı. Peygamber (s.a.v.), bunlardan birisine hayır dua
etti ve diğerine ise hayır dua etmedi. Peygamber (s.a.v.)'in hayır dua etmediği
kimse, Peygamber (s.a.v.)'e:
“Filanca kimse
aksırdı, ona hayır dua ettin. Ben aks irdi m, fakat bana hayır dua etmedim!”
dedi. Peygamber (s.a.v.):
“Muhakkak ki kendisine hayır dua ettiğim kimse,
aksırmasının sonunda Allah'a hamd etti!” diye cevap verdi.
[1298]
Aksıran kişi
“El-Hamduiillah” dediği zaman onu işiten kimsenin “Yerhamukellah” Allah sana
merhamet eyiesin şeklinde hayır dua etmesidir.
2692- Ebu
Bürde'den rivayet edilmiştir:
“Babam Ebu Musa
el-Eş'arî'nin yanına girmiştim. Kendisi, Fadl b. Abbâs'ın kızının evindeydi.
Derken aksırdım. Fakat bana hayır duada bulunmadı. Bu sırada Fadl'ın kızı
aksırdı. Ona hayır duada bulundu. Bunun üzerine anneme dönüp bu meseleyi ona
anlattım. Ebu Musa, annemin yanına gelince annem ona:
“Senin yanında oğlun
aksırmış, fakat ona hayır duada bulunmamışsın. Fadl'ın kızı aksırmış, ona hayır
duada bulunmuşsun!” dedi. Bunun üzerine Ebu Musa:
“Gerçekten oğlun
aksırdı, fakat Allah'a, hamd etmedi. Dolayısıyla ona hayır duada bulunmadım.
Fadl'ın kızı aksırdı, peşisıra Allah'a hamd etti. Dolayısıyla da ona hayır
duada bulundum. Çünkü ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Sizden birisi aksırdığı zaman Allah'a hamd ederse ona
hayır duada bulunun. Kim de Allah'a hamd etmezse ona hayır duada bulunmayın!” buyururken işittim” dedi.
[1299]
Açıklama:
Burada “Fadi'ın kızı”
ile kastedilen, Ümmü Gülsüm'dür. Ebu Musa'nın hanımıdır. Ebu Musa, bu kadınla;
Hz. Hasan'dan ayrıldıktan sonra evlenmiştir. Ebu Musa'nın, Ümmü Gülsüm'den
“Musa” adında bir oğlu olmuştur.
2693- Seleme
İbnu'1-Ekva' (r.a)'tan rivayet edilmiştir.
“Bir kimse, Peygamber
(s.a.v.)'in yanında yanında iken aksırdı. Peygamber (s.a.v.), ona:
“Yerhamukellâh” Allah sana merhamet eylesin” diye dua etti. Sonra bir daha aksırdı. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Bu adam, soğuk almıştır!” buyurdu.
[1300]
2694- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır
“Esnemek, şeytandır. Sizden birisi esnediği zaman,
mümkün olduğu kadar kendisini tutsun.”[1301]
2695- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi namazda esnediği zaman mümkün olduğu
kadar kendisini tutsun. Çünkü şeytan girer.”
[1302]
2696- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Melekler nurdan yaratılmıştır. Cinler, alevli bir
ateşten yaratılmıştır .Adem ise size anlatılan şeyden yaratılmıştır.”
[1303]
Açıklama:
Melekler; latîf, gaybî
ve görülmeyen bir varlıklardır. Bunların, duyularla anlaşılan maddi vücutları
yoktur. Mahiyet ve hakikatini, Allah'tan başka hiç kimsenin bilemediği,
görülmeyen veya tabiat ötesi alemdendirler.
Biyolojik şehvetlerden
arındırılmış, nefsî eğilimlerden temizlenmiş, günah ve hatalardan münezzeh
olmuşlardır.
Melekİer, insanlar
gibi yemez, içmez, uyumaz, erkeklik veya dişilik sıfatları taşımazlar. Kendi
kendine kaim ve zatında müstakil farklı bir alemdirler. İnsanın sahip olduğu
maddi hallerden hiçbiriyle vasıflanmazlar. İnsan suretinde veya başka maddi
suretlerde görülme yada maddi şekillere girme gücüne sahiptirler.
Meleklerin yaratılışı,
insanın yaratılışından daha öncedir. Çünkü Allah, meleklere, insanı yaratacağını
ve yer yüzünde onu halife yapacağını haber vermiştir.
[1304]
Meleklerin itaati
fıtrîdir. Kötülükleri terketmeleri de onlara en küçük bir çabayı gerektirmez.
Çünkü onlarda şehvet denen bir şey yoktur. İnsan nefisle, arzu ve meyillerle ve
şeytanla mücadele eder, itaata katlanır, sevgi ve korkuyla nefsinin ve ruhunun
tekamülü için çabalarken, melekler kanın dolaşımı, akciğerin solunumu ve kalbin
atışı gibi itaat etmeleri zorunlu ve kendiliğinden olduğuna göre taatta ve
isyanı terketmede İnsanlardan hangi üstünlüğü olsun!
Cin kelimesi,
sözlükte; gizli ve örtülü varlık, görülmeyen şey anlamına gelmektedir. Terim
olarak ise; duyu organlanyla algılanamayan, çeşitli şekillere girebilen,
dumansız ateşten yaratılmış, manevi, ruhani ve gizli varlıklara verilen bir addır.
İnsanların cinleri
göremeyişi, insanlann gözlerinin cinleri görecek yetenekte yaratılmamış
olmasındandır.
Cinler, İnsanlar gibi,
akıl ve irade sahibi mükellef ruhani varlıklardır. Yalnız İnsanlar gibi maddi
vücutları yoktur. Beşerin duyularından gizlidirler. Gerçek biçimleri ve esas
tabiatlarıyla görülmezler. Değişik şekillere girme gücüne sahiptirler.
Cinler alemini
tanımaya bizi götüren yol, sadece vahiydir. Kuran ve sahih sünnet; bize
cinlerin hangi maddeden yaratıldıklarını, sınıflarını, her sınıfın mahiyetini,
(dini konularda) mükellef olup Resulullah (s.a.v.)'den Kur'an dinlediklerini
bildirmektedir.
“Andolsun biz insanı, pişmiş “Kuru bir çamur”dan,
şekillenmiş “Kara balçıktan” yarattık. Cinleri de, “Daha önce”, “Dumansız
ateşten” semûm yarattık”
[1305]
Ayetler şu hususlara
delalet etmektedir:
1- İnsan
başlangıçta topraktan yaratıldı. Sonra suda yoğruldu ve çamur oldu. Sonra
kokuşup kararıncaya kadar bekledi. Bu kokuşmuş ve rengi değişmiş çamur kurudu
ve dokunulunca çınlayan bir madde haline geldi.
2- Cinler,
“Dumansız ateşten” yaratıldılar. Çünkü ayette geçen “Semûm” sözü, ateşin saf
alevidir.
3- Cinlerin
yaratılışı, insanın yaratılışından öncedir.
Cinler, sınıf
sınıftır.
Bazısının; İstikameti,
huyu, ve hayır işlemesi tamdır.
Bazısı, bu sınıfın
altındadır.
Bazısı da, ahmak ve
gafildir.
Bazısı da, kâfirdir.
Bunlar, çoğunluğu teşkil etmektedir.
Yüce Allah, Kur'an
dinleyen cinlerle ilgili kıssayı şöyle haber vermektedir:
“Bize gelince, bizden iyiler de var ve başka türlü
olan da var. Biz çeşitli sınıflara ayrıldık.”[1306]
Yani cinlerden bazısı,
salih olma yönünden tamdır. Bazısı da, bunlardan daha az salihtir. Bu nedenle
de insanlarda olduğu gibi değişik sınıfları vardır.
İblîs kelimesi,
yabancı bir kelime olup Arapça kökenli değildir ve gayri munsanftır,
Bir görüşe göre de;
“İblîs” kelimesi, Arapça olup Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmak, hayırdan
mahrum kılmak anlamındaki “İblâs” kökünden türemiştir. Gayri munsarıf olması
da, Özel bir isim olduğu veya Arapça kökenli olmayan isimlere benzediği
içindir.
İblis, şeytanların
babası ve ilk soylarıdır. Şeytanlar, cinlerden isyan edenlerdir.
Melekler; Allah'ın
hayn, saiahı ve kurtuluşu temsil eden askerleri kabul edilirse, İblis ve
maiyetindeki şeytanlar da Allah'ın kötülük ve fesadı temsil eden düşmanlarıdır.
Çünkü melekler ile şeytanlann amelleri, tamamen birbirine zıt ve değişiktir.
Zira meleklerin çalışmaları, ilk planda Allah'a, kulluğa, hayatı geliştirmeye,
dünya işlerini düzenlemeye ve kainat düzeni ile ilgili işleri yerine getirmeye
yöneliktir. Devamlı ahenk, uyum ve birleştirme için insanın hidayeti için, onu
bağışlaması ve kötülüklerden koruması için Allah'a dua ederek çalışırlar.
Şeytanlann çalışmaları
ise daima Allah'a karşı isyana, tahribe, dağıtma ve yıkmaya, Allah'ın
birleştirmesini emrettiği şeyleri kesmeye ve kesilmesini İstediği şeyleri de
birleştirmeye yöneliktir. Yeryüzünde ve alemde meydana gelen her kötülük ve
fesatta mutlaka şeytanlann ilgisi ve parmağı vardır.
Şeytan, geçmiş
ümmetlere kötü amelleri süslü göstermiş, küfrü ve isyanı güzel kabul ettirmiş,
Allah'a isyan etmeye ve peygamberlerini yalanlamaya davet etmişlerdir. Bugün de
çalışmaları bundan başka bir şey değildir.
Yüce Allah, Kur'an-i
Kerim'de, kötülüğü emreden nefis (Nefs-i Emmâre) ile kınayan nefsi (Nefs-i
levvame'yi) sadece birer defa zikretmesine karşılık şeytanı defalarca zikretmiş
ve ondan korunmanın gerektiğini değişik şekillerde ifade etmiştir. Bunu da,
sadece insanin şeytana karşı sapmamak ve dalalete düşmemek için uyanık olmasını
sağlamak amacıyla yapmıştır. Çünkü şeytanın nefis üzerindeki etkisi, mikrobun
vücuttaki etkisi gibidir. Mikrop, vücudun zayıflığını fırsat bilir. Onu tahrip
edip yok etmek için bu zayıflık anını bekler ve saldırır.
Vücut, mikroba karşı
bağışıklık kazanmamışsa mikrobun elinden kurtulamaz. Mikrobu etkisiz hale
getiren ve zararlarını yok eden güçlü bakım ve bağışıklık olmadan vücut, mikropların
etkilerinden kurtulamaz.
Şeytan da aynen mikrop
gibidir. Nefsin zayıflığını ve hastalığını fırsat için bekler. Bu fırsatı ele
geçirir geçirmez, ona saldıracak ve bozacaktır. Nefis, şeytanın ve vereceği
vesveselerin hakiki giriş kapısı olan hastalıklarından kurtulabilmesi İçin
sağlıklı olmak zorundadır.
Şeytanın giriş
kapıları olan nefsin hastalıkları, şeytanın önünde bütün kapıları
kapaya-bilmesi için kurtulması gereken insanın eksiklikleridir. Bu hastalıklar
veya eksikliklerden bazılarını örnek verme mahiyetinde şöyle sıralanabilir:
Zayıflık, ümitsizlik, emelsizlik, şımarıklık, aşırı sevme, kendini beğenme,
yersiz övünme, zulüm, azgınlık, inkarcılık, nankörlük, acelecilik, başıboşluk,
serserilik, cimrilik, açgözlülük, hırs, münakaşa, gösteriş, şüphe, kararsızlık,
cehalet, gaflet, düşman olmada katı davranma, aldatma, yalan iddia,
sabırsızlık, şikayet ve yakınma, infak etmeme, isyankarlık, İnatçılık, zorbalık,
haddi aşma, mala düşkünlük ve dünyaya dört elle sanlma.
Bunlar, nefsin bazı
hastalıklarıdır. Bu hastalıklar aracılığıyla şeytan, insanın hayatını altüst
etmek ve üstün değerlerinden uzaklaştırmak için müdahale eder.
Bütün bu
hastalıklarından kurtulması ve sıhhat ile afiyete kavuşup hak ve hayır ile mutmain
olması için yapılacak mücahede yoluyla nefis tedavi edilmeden, şeytanın
kovulması ve aldatmasının önlenmesi mümkün değildir.
Nefis bu
hastalıklardan kurtulup mutmain olunca, insanın kalbi; Allah'ın zikri,
şeytandan sakınma, güç ve kuvvetin Allah ile mümkün olduğunu itiraf etme,
gökleri ve yeri ayakta tutan ve yok olmaktan koruyan Allah'a yönelme gibi
insanın maneviyatını güçlendiren ve ruhi kalitesini yükselten faziletlerle
dolar. Şeytan, bu duruma yükselen insandan artık çekinmeye başlar ve Hz. Ömer
olayında olduğu gibi, herhangi bir yolda böyle bir insanla karşılaşmaktan
kaçınır.
Denilebilir ki:
“Kötülüğü telkin eden,
Allah'a düşman olmaya ve öğretilerine muhalefet etmeye çağıran İblis'i Allah
niçin yarattı?”
Bazı alimler, bu
soruya şöyle cevap vermeye çalışmışlardır:
İblis'in yaratılışı,
kullara, Allah'ın zıt şeyleri yaratabileceğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla
varlıkların en kötüsü ve her kötülüğün sebebi olan bu varlığın yaratılması,
varlıkların en şereflisi, en temizi, en nezihi ve her iyiliğin sebebi olan
Cebrail meleğin yaratılışına karşılık sayılabilir. Çünkü yüce Allah, onu da
yaratabilir ve bunu da yaratabilir.
Nitekim gece ve
gündüzün, hastalık ile ilacın, hayat ile ölümün, güzel ile çirkinin ve hayır
ile şerrin yaratılması da yüce Allah'ın kudretini, İzzetini, hakimiyet ve
malikiyetini gösteren en büyük delildir.
Görüldüğü üzere Allah
bu zıt şeyleri yaratmış, birini diğerine karşılık yapmış, tasarruf ve idaresi
altına almıştır. Alemde bunlardan herhangi birinin tamamen yok olması; yüce
hikmetini, kamil tasarrufunu ve mülkünün idaresini sekteye uğratır.
Iblis’in yaratılış
hikmetlerinden biri de; Allah'ın, “Kahhâr” olma ile ilgiü isimlerine ait izlerin
ortaya çıkmasıdır: Kahhâr, Muntekim, Adi, Dârr, Şedîdu'I-ikâb, Serîu'l-hisâb,
zu'l-Batşi'ş-Şedîd, Hâfıd, Rafı, Muiz, Muzill gibi. Bütün bu isimler ve
fiiller, muhatabı bulunması gereken kemal özelliklerdir. Dolayısıyla insaniar
ve cinler de, melekler gibi olsaydı bu isimlerin eserleri ortaya çıkmazdı.
Iblis’in yaratılış
hikmetlerinden birisi de; yüce Allah'ın koruma, bağışlama, mağfiret, örtme,
kullanndan dilediği kişi için hakkından vazgeçme gibi isimlerine ait izlerin
ortaya çıkmasıdır. Bu şeylerin izlerinin ortaya çıkmasına imkan tanıyan
hoşlanmadığı sebepleri yaratmamış olsaydı bütün bu hikmet ve faydalar gereksiz
olurdu. Nitekim Resulullah (s.a.v.), buna, şu sözleriyle işaret etmektedir:
“Günah işlemeseydiniz Allah sizi yok eder ve yerinize
günah işleyip istiğfar eden ve Allah'ın bağışlamasına mazhar olan başka bir
kavim getirirdi.”
[1307]
Iblis’in yaratılış
hikmetlerinden birisi de; Allah'ın “Hikmet” ve “Ma'rifet” isimlerine ait izlerin
ortaya çıkmasıdır. Yüce Allah, eşyayı yerli yerine oturtan ve en layık yerine
yerleştiren “Hâbir” ve “Hâkim”dir. Eşyayı, yerinin dışına koymaz. İlmi'nin
kemali ve hikmetinin sonsuzluğu nereye konulmasını gerektiriyorsa oraya
yerleştirir.
Risaletini nereye
vereceğini, bu görevi kimin yüklenmeye ehil olduğunu, yaptığına karşı
şükredeceğini ve bu göreve elverişli olmayanları en iyi bilen O'dur.
Hoşa gitmeyen
sebeplerin yokluğunu kararlaştirsaydi bir çok hikmetler işlemez olur ve sayısız
yararlar yok olurdu. Taşıdıklan kötülükten dolayı bu sebepler
gerçekleştirilmeseydi, onların kapsadıklan ve taşıdıkları kötülükten dolayı
büyük olan hayırlar yok olurdu. Güneş, yağmur ve rüzgar gibi. Bunlardan meydana
gelen yararlar, yine bunlardan meydana gelen zararla mukayese edilemeyecek
kadar büyüktür.
İblis'in yaratılış
hikmetlerinden birisi de; değişik taat şekilleridir. İblis yaratılmamış olsaydı
bu taatlar da olmazdı. Örneğin, Cihad taatı, en sevimli taatlardandır. Bütün
insanlar mü'min olsaydı bu taat meydana gelmezdi. Bunun devamı veya
şekillerinden biri olan Allah için sevmek ve onun için buğz etmek taati,
iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek, çirkin arzulara muhalefet ve Allah
sevgisini tercih etme, tevbe, istiğfar, sabır, düşmandan korunma, eziyet ve
kötülüğünden saklanma gibi insan aklının İdrakinden aciz kaldığı sayısız hikmet
ve taat şekilleri ortaya çıkmazdı.
[1308]
M. Ali Sabuni,
İblis'in meleklerden olup olmadığı konusunda şu bilgilere yer verir:
“İblis ile ilgili
ayeti kerimelerin dış görünüşü “İstisna” edatı sebebiyle iblisin meleklerden
olduğuna İşaret etmektedir. Mesela bununla ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“İblis müstesna meleklerin hepsi
Adem'esecde ettiler”
[1309]
Bazı alimler -ayetin
dış görünüşünü sözünde bulunduracak- bu görüşü ileri sürerek şöyle derler:
“Eğer iblis
meleklerden olmasaydı, melekler gibi Hz. Adem'e secde etmekle mükellef tutulmazdı”
Bu görüşü savunan
alemlerin dayandıklan delil, ayeti kerimede geçen istisna edatıdır. Fakat
alimlerden tahkikçi olanlara göre;
iblis, meleklerden değildir. Onlar, bu konuda kısaca aşağıda gelen şu delilleri
ileri sürmüşlerdir.
Eğer İblis meleklerden
olsaydı, Allah'ın emrine isyan etmezdi. Çünkü melekler, Allah'ın emrine karşı
isyan edemezler.
Nitekim Yüce Allah,
Kur'ân-ı Kerîm'de bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Melekler, Allah'ın kendilerine emrettiği emirlere
isyan etmezler ve kendilerine emredilenleri yerine getirirler.”
[1310]
Melekler, nurdan
yaratılmışlardır. İblis ise ateşten yaratılmıştır.
a- İblis,
Kur'an'ın açık ifadesiyle kendisi hakkında şöyle demektedir:
“Beni ateşten onu
çamurdan yarattın yani ateş, çamura göre üstün olduğundan dolayı ben ondan daha üstünüm”
Buna göre eğer iblis
meleklerden olsaydı, “Beni nurdan, Adem'i de çamurdan yarattın” derdi.
b- Sahîh bir
hadisi şerifte Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Melekler nurdan, cinler dumansız alevden, Adem ise
sîze vasfedilenden yani topraktan yaratılmıştır”
[1311]
Meleklerde erkeklik ve
dişilik söz konusu değildir. Çünkü onlar için nesil ve soyda yoktur. Onlar
sadece şanı yüce olan Allah'ın yarattığı eşsiz ve mükemmel mahlûklardır. Allah
onların varlıklannı başlangıçta evlilik ve üreyip çoğalmanın dışında
yaratmıştır.
Halbuki cinler ise
insanlar gibi birbirleriyle evlenirler ve bu yol ile üreyip çoğalırlar. Aynı
zamanda cinler için nesil ve soyda söz konusudur. Bundan dolayı Yüce Allah,
İblis hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanoğulları! Siz beni bırakıp onu yani iblisi ve
soyunu mu dost ediniyorsunuz?”
[1312]
İblisin cinlerden
olduğunu ve yine onun fasıklık ve sapıklığından dolayı Adem'e secde etmekten
kaçındığını gösteren açık nass Kehf Sûresinde şöyle geçmektedir:
“Hani meleklere: “Adem'e secde edin” demiştik. Bunun
üzerine iblisten başka meleklerin hepsi Adem'e secde etmişlerdi. İblis ise
“Cinlerden” idi.” Adem'e secde etmediğinden dolayı Rabbinin emrinin dışına
çıkarak fasıklardan olmuştu”
[1313]
Bu açık ve sarih
nasslar, cinlerin meleklerden olmadığına bir delil ve kanıt olarak yeter bile!
Fazlasına gerek yok!.
Fakat bazı
tefsircilerin -birinci görüşü savunanların- te'viline göre; “Meleklerden, “ Cinler”
diye adlandırılan bir topluluk kastedilmektedir.
Tefsircilerin bu
te'vili, gerçekten ve doğrudan uzaktır. Çünkü kendisine lanet olunmuş İblisin
meleklerden değil de cinlerden ve şeytandan olduğuna dair görüş, kalbi ve nefsi
mutmain etmekte ve üstelik vicdanı da rahatlatmaktadır. Zira bu görüşe göre;
meleklerin birbirleriyle evlenmeleri ve üreyip çoğalmaları söz konusu değildir.
İblis ise cinler ve insanlar gibi üreyip çoğalabilmektedir.
Yüce Allah'ın, İblisin
nesli ve soyu olduğuna delâlet eden şu sözü de bu görüşü desteklemekte ve
kuvvetlendirmektedir:
“Ey insanoğulları! Siz Beni bırakıp onu Yani İblisi ve
“Soyunu”mu dost ediniyorsunuz?”
[1314]
Buna göre eğer iblis
meleklerden olsaydı, onun nesli ve soyu olmazdı. Çünkü meleklerin birbirleriyle
evlenmeleri ve bunun sonucunda nesilleri ve soyları yoktur. Bu da, İblisin
meleklerden olmadığını gösteren apaçık bir nassür, Bu görüşün aksi ise
gerçekten uzaktır.
[1315]
Yine M. Ali Sabuni,
Hz. Adem (a.s)'ın yaratılış evreleri ile ilgili olarak şöyle der:
Hz. Adem (a.s)'ın
yaratılışının esası ve gelişiminin ana maddesi topraktır. Şanı Yüce Allah, Hz.
Adem (a.s)'ı yaratmak istediğinde meleklerden, çeşitli renklerdeki topraklan
yeryüzünün üzerinden toplamalarını emretti. Bunun üzerine melekler Allah'ın
emri üzerine istenilen toprakları yeryüzünden topladılar. Meleklerin
yeryüzünden topladıkları bu topraklar, Hz. Adem (a.s)'ın yaratılışında esas
tutulmuştur.
Yüce Allah'ın şu ayeti
buna delâlet etmektedir:
“Sizi topraktan yaratması O'nun varlığının
delillerindendir. Sizi topraktan yaratmasının hemen akabinde birer insan olarak
yeryüzüne dağıldınız.”
[1316]
Sahîh bir hadisi
şerifte ise Rasulullah (s.a.v..v) şöyle buyurmaktadır:
“Allah, Adem'i yeryüzünün her tarafından topladığı bir
tutam topraktan yaratmıştır. Bu sebeple ademoğulları toplanan o topraklar
ölçüsünde bir kısmı beyaz, bir kısmı kırmızı ve siyah, bir kısmı kötü, bir
kısmı temiz ve hoş olarak dünyaya gelmiştir.”
[1317]
Allah, meleklerin
yeryüzünde getirdiği bu çeşitli renkteki topraklan bir araya getirip onları
suyla karıştırmıştı. İşte Hz. Adem (a.s)'da böylece birbirine tutuşturulmuş
yapışık çamurdan oluşmuştur. Yüce Allah'ın şu ayeti buna işaret etmektedir:
“Biz onları birbirine tutuşturulmuş özlü ve yapışkan
bir çamurdan yaratmışızdır.”
[1318]
Hz. Adem (a.s) uzun
bir müddet -yaklaşık olarak kırk sene- çamur şeklinde kalmıştır. Hz. Adem (a.s)
bu şekilde dururken ona el vb, bir şey ile vurulduğunda ateşte pişene benzeyen
bîr ses onda oluşmuştu. İşte ateşte pişenden maksat, salsâl yani kuru çamur
lafzıdır.
Yüce Allah bu konuyla
ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Allah, insanı ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan
yaratmıştır. Cinleri de, yalın bir alevden yaratmıştır.”
[1319]
Yüce olan Allah isteği
doğrultusunda bu çamur, işitebilen, görebilen, eksiksiz, tam ve normal bir
insan halini almıştır. Bundan dolayı Allah, ona kendi ruhundan üflemiş olduğundan
ötürü bu insan, en güzel bir şekilde ve en mükemmel bir biçimde büyük bir ahlak
ile cömert bir insan konumuna gelmiştir.
Bu merhale, Hz. Adem
(a.s)'in yaratılışındaki merhalelerin sonuncusudur. Yine bu merhale, Hz. Adem
(a.s)'on son şeklini almasından ötürü “Yaratılış merhalesi” diye de adlandırılmıştır.
Hz. Adem (a.s)'ın yaratılış merhalesinde yani ruh üfürüimesinden uzun bir
müddet önce -yaklaşık olarak kırk sene- bu merhalede kaldığı bazı rivayetlerde
geçmektedir. Belki de “Dehr” yani insan süresindeki ayeti kerime, Hz. Adem
(a.s)'ın bu merhalede kaldığı müddete işaret etmektedir ki Yüce Allah'ın bu
ayeti şu şekildedir:
“İnsan, yaratılıp bahse değer bir şey olana yani ruh
ühırülene kadar, şüphesiz uzun bir müddet yaklaşık kırk sene geçmiş midir?”
[1320]
Açıklama:
Ayeti kerimede geçen
“İnsan” kelimesinden maksat, Hz. Adem (a.s)'dır. Hz. Adem (a.s)'ın Nesli:
“Hz. Adem (a.s)'ın
nesline ve onun dışındaki insanlardan geriye kalanlara gelince, Allah onları
türeme ve evlenme yoluyla yaratmıştır. İnsanoğullarınm yaratılmasında Hz. Adem
(a.s)'ın geçirdiği merhalelerden farklı merhaleler geçirmişlerdir.
İnsanoğullarının yaratılmasında geçen merhaleler şunlardır:
1- Nutfe
(damla) merhalesi.
2- Alaka
(kan pıhtısı) merhalesi.
3- Mudga (et
parçası) merhalesi.
4- Ruh
üfürülmesi merhalesi.
Yüce Allah
insanoğlunun geçirdiği bu merhaleleri şöyle anlatmaktadır:
“Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar Allah tarafından
diriltilmekten şüphede iseniz bilin ki, neden yaratıldığınızı size açıklamak
için, biz sizi ilk önce topraktan yani Hz. Adem'in yaratılışı sonra nutfeden
yani insanoğlunda küçük bir damladan sonra kan pıhtısından yani kanın katılaşmasından
sonra da yapısı belli belirsiz bin çiğnem et parçasından yaratmışızdır.”
[1321]
2697-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İsrail oğullarından bir ümmet çirkin bir kılığa
girdirilmek üzere insanlık tarihinden silinip yok olmuştur. O kavmin ne kötülük
işlediği bilinmiyor. Ben bu ümmetin ancak fareye dönüştüğünü zannediyorum.
Görmez misiniz, fare, kendisi için önüne deve sütü konulduğunda onu içmez,
koyun sütü konulduğunda ise onu içer.”
[1322]
Açıklama:
Deve eti, İsrail
oğullarına haram kılınmıştı. Dolayısıyla İsrail oğulları kesinlikle devenin
sütünü de içmezlerdi. Farenin deve sütünü içmemesi de, onları, böyle bir yerde
toplayan nokta oluyor. İşte bundan dolayı Resulullah (s.a.v.) onların fareye
dönüştüklerini belirtmiştir.
Zeccâc ve İbnü'l-Arabî
gibi bazı alimler, bugün mevcut olan maymun, fare, domuz gibi hayvanların, buna
dönüşen ümmetin neslinden olduğunu iddia etmişlerdir. Cumhur ise Ebu Said
hadisiyle amel ederek bu tür hayvanların, buna dönüşen hayvanların neslinden
olmadıklarını, onların yok olduklarını belirtmişlerdir.
2698- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Mümin, bîr delikten iki defa ısırılmaz.”
[1323]
2699- Suheyb
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Mümin kimsenin işine şaşarım. Gerçekten onun bütün
işleri hayırdır. Bu müminden başka hiç kimse de yoktur. Kendisine bir iyilik
isabet ederse verdiği nimetten dolayı Allah'a şükreder. İşte bu, onun için bir
hayır olur. Bir sıkıntı isabet ederse buna karşı sabreder. Bu da onun için bir
hayır olur.”
[1324]
2700- Ebu
Bekre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
huzurunda bir kimse, birisini medhetti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), o
adama defalarca:
“Yazıklar olsun sana! Arkadaşını böyle övmekle onun
boynunu kestin! Arkadaşını böyle övmekle onun boynunu kestin!” buyurdu. Sonra da:
“Sizden birisi arkadaşını muhakkak surette medh etme
durumunda olduğu takdirde:
Filanca kişi görünüşüne göre iyi sanırım. Allah, ona
yeterlidir. Ben Allah'a karşı hiç kimseyi görünüşü itibariyle temize
çıkaramam. Onu şöyle şöyle zannederim” desin. Fakat bunu da gerçekten o kimseyi
bu şekilde biliyorsa öyle söylesin!”
buyurdu.
[1325]
Açıklama:
Hattâbî'ye göre burada
“Meddah” ile kastedilen; halkı övmeyi adet haline getirerek bu yolla kişisel
maddi kazanç sağlayan, onları sömüren ve diğer taraftan da onları kibir, gurur
ve nefsi beğenme tehlikesine sokan dalkavuklardır. Ama bir kimseyi yaptığı iyi
bir fiilden dolayı öven ve bu övgüyle adamı bu tür iyi fiiller işlemeye teşvik
etmeyi ve başkalannın da ondan örnek almasını amaçlayan kişi meddah sayılmaz.
Dolayısıyla da
dalkavukların yüzüne toprak saçılması emredilmiştir.
“Arkadaşının boynunu
vurmaktan” maksat; onu aşırı derecede övmenin onu boğazlamak olduğudur. Yani
onu manevi yönden öldürmektir. Çünkü övülen kişi, bu övgüden dolayı kibirlenip
mağrur olabilir. Kibir ve gurur ise manevi yönden o kimseyi mahveder.
Görüldüğü üzere kişiyi
övmenin yasaklığına dair hadis bulunduğu gibi kişiyi yüzüne karşı övmenin
meşruluğu hakkında da çeşitli hadisler vardır. Alimler bu hadislerin arasını
şöyle uzlaştırmalardır.
Kişiyi övme hususunda
aşırı gitmek yasaklanmıştır. Yine övüldüğünü duyan kişi bundan dolayı kendisini
beğenip kibir ve gurura kapılacak karakterde bir kimse ise onu övmek yasaktır.
Fakat olgun, takva sahibi olup akıllı ve şuurlu bir mümin için kibirlenme ve
gururlanma tehlikesi olmaz. Bu itibarla övüldüğü takdirde kibirlenmesinden
endişe duyulmayan böyle bir kimseyi yüzüne karşı bile övmekte bir sakınca
yoktur. Tabii övgüde aşırı gitmemek şarttır. Karakteri sağlam kişiyi övmek,
eğer onun hayırlı hizmetlere karşı şevkini ve hevesini artırır, çalışma aşkını
kamçılar veya başka kimselerin onu örnek almasına vesile olursa bu takdirde onu
övmek müstehabtır.
2701- Hemmâm
İbnu'l-Haris'ten rivayet edilmiştir:
“Bir kimse, Osman'ı
medhetmeye başlamıştı. Bunun üzerine Mıkdâd derhal davranıp dizleri üzerine diz
çöktü. Zaten Mıkdâd, iri yapılı bir adamdı. Derken o medh edici kimsenin yüzüne
doğru çakıl taşı avuçlayıp atmaya başladı. Osman, Mıkdâd'a:
“Senin bu halin de
nedir?” diye sordu. Mıkdâd: Resulullah (s.a.v.):
“Meddah kimseleri gördüğünüz zaman onların yüzlerine
toprak saçın!”
buyurdu” dedi.
[1326]
2702-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Rüyada kendimi bir misvakla dişlerimi ovalarken
gördüm. Derken benî, biri diğerinden daha yaşlı iki kişi çekti. Ben de misvakı
onlardan yaşça küçük olanına uzattım.”
Bana:
“Büyüğüne ver!”
denildi.
Bunun üzerine ben de
misvakı büyük olan kimseye verdim.
[1327]
2703- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Benim ağzımdan Kur'an'dan başka hiçbir şey yazmayın.
Kur'an'dan başka bir şey yazmış kimse varsa onu silsin. Ancak yazmaksızın
benden dilediğiniz gibi rivayet edin. Bunda hiçbir sakınca yoktur. Herkim bile
bile bana yalan söz isnat ederse cehennemdeki yerine hazırlansın.”
[1328]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.),
yazılan hadislerin Kur'an'la karıştırılmasından endişe ederek sahabilere hadis
yazmalarını ilk önce yasaklamıştı. Bu endişe kalkıp hadislerin Kur'an'la karışmayacağından
emin olunca hadis yazılmasına izin vermiştir.
2704-
Suheyb
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden öncekiler arasında bir hükümdar vardı. Bu
hükümdarın bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz ihtiyarlayınca hükümdara:
“Ben ihtiyarladım.
Dolayısıyla bana bir çocuk gönder de, bildiğim sihri ona öğreteyim” dedi.
Bunun üzerine
hükümdar, ona sihir öğretebileceği bir çocuk gönderdi. Çocuk, sihirbazın yanma
gidip geldiği yolun üzerinde bir rahibe rastladı. Çocuk, o rahibin yanına
oturup onun konuşmasını dinledi ve onu çok beğendi. Artık çocuk, sihirbazın
yanma giderken rahibe de uğruyor, yanında otururdu. Derken çocuk, sihirbaza geldiğinde
sihirbaz onu dövdü. Çocuk bunu rahibe şikâyet etti. Rahib ona:
“Sihirbazdan korktuğun zaman, “Beni ailem salmadı” de!
Ailenden korktuğun zaman ise fbeni sihirbaz salmadı” de!” dedi.
Çocuk bu şekilde devam
ederken bir gün büyük bir hayvanın üzerine geldi. Bu hayvan, insanları
yollarından alıkoymuştu. Kendi kendine:
“Sihirbaz mı daha
faziletli, yoksa râhib mi daha faziletli bugün bunu anlayacağım” dedi. Bunun
üzerine bir taş alıp:
“Allah’ın! Eğer
rahibin işi sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, yollarından alıkonulmuş
bu insanların işlerine gitmeleri için bu hayvanı öldür” deyip taşı fırlattı ve
hayvanı öldürdü. İnsanlar da işlerine gittiler. Daha sonra rahibe gelip bu
olayı ona anlattı. Râhib, ona:
“Ey oğulcuğum! Bugün
sen benden daha faziletlisin. Senin hâlin gördüğüm bu yüksek dereceye
ulaşmıştır. Sen muhakkak imtihan olunacaksın. Eğer imtihan olunursan, benim
bulunduğum yeri hiçkimseye söyleme” dedi.
Çocuk körler ile
abraşları iyileştiriyor, diğer hastalıklardan İnsanları tedavi ediyordu.
Derken hükümdarın yanında bulunanlardan kör olmuş birisi bunu işitti. Bu kimse,
birçok hediyeler getirerek ona:
“Eğer beni
İyileştirİrsen, şuradaki şeylerin hepsi senin olsun!” dedi. Çocuk:
“Ben hiç bir kimseyi
iyileştiremem. Şifâyı ancak Allah verir. Eğer sen Allah'a İman edersen, ben de
Allah'a dua ederim. O da sana şifa verir” dedi. Adam Allah'a iman etti. Allah
da ona şifasını verdi. Daha sonra hükümdarın yanma gelerek eskiden oturduğu
gibi yanındaki yerine oturdu. Hükümdar, ona:
“Gözlerini sana tekrar
kim iade etti?” diye sordu. Adam:
“Rabbim!” diye cevap
verdi. Hükümdar:
“Senin benden başka
Rabbin var mı?” dedi. O adam:
“Benim Rabbim de,
senin Rabbin de Allah'tır” diye cevap verdi. Bunun üzerine hükümdar onu
tutuklatıp ona kendisini bu hale getirenin kim olduğunu söyletene kadar
işkenceye devam etti. Nihayet o adam, çocuğun yerini söyledi. Çocuğu getirdiler.
Hükümdar, ona:
“Ey oğulcuğum! Sihrin,
körleri ve abraşları iyileştirecek ve şunu şunu yapacak dereceye ulaşmış” dedi.
Çocuk:
“Ben hiç kimseyi
iyileştiremem! Şifayı veren ancak Allah'tır” dedi.
Bunun üzerine
hükümdar, çocuğu tutuklattı, ona rahibin yerini söyletene kadar işkenceye
devam etti. Nihayet çocuk, rahibin yerini söyledi. Rahibi getirdiler. Ona:
“Dininden dön!”
denildi. Rahib, dininden dönmeye razı
olmadı. Derken hükümdar bir
testere istedi ve onu başının ortasına koydu ve başını ikiye yardı. Rahibin
başı iki tarafa düştü.
Sonra hükümdarın
maiyetinde bulunan adam getirildi. Ona:
“Dininden dön!”
denildi. O da, dininden dönmeye razı olmadı. Hemen testereyi başının ortasına
koydu ve başını ikiye yardı. Adamın başı iki tarafa düştü.
Sonra çocuk getirildi.
Ona da:
“Dîninden dön!”
denildi. O da dininden dönmeyi kabul etmedi. Bunun üzerine hükümdar, çocuğu,
maiyetinde bulunan bazı kimselere vererek:
“Bunu filân dağa
götürün ve onu dağm üzerine çıkarın. Dağın zirvesine ulaştığınız zaman
dininden dönerse ne âlâ! Dönmezse onu dağm tepesinden aşağı atın” dedi.
Bunun üzerine çocuğu
götürdüler ve dağa çıkardılar. Çocuk:
“Allah’ın! Dilediğin
herhangi bir şeyle beni bunlardan kurtar!” diye dua etti. Bunun üzerine dağ
şiddetli bir şekilde onları salladı. Sonra da dağdan aşağı düştüler. Derken
çocuk yürüyerek hükümdarın yanma geldi. Hükümdar, ona:
“Arkadaşların sana ne
yaptı?” diye sordu. Çocuk:
“Allah beni onlardan
kurtardı” dedi.
Hükümdar onu yine
maiyetinde bulunan birkaç kişiye vererek:
“Bunu götürün, bir
gemiye yükleyerek denizin ortasına varın. Eğer dininden dönerse ne âlâ! Aksi
takdirde onu denize atın!” dedi.
Bunun üzerine onlar
çocuğu götürdüler. Kıyıdan iyice açıldıkları zaman çocuk yine:
“Allah’ın! Dilediğin
herhangi bir şeyle beni bunlardan kurtar!” diye dua etti. Hemen gemileri
alabora olarak onlar suda boğuldular.
Çocuk yine yürüyerek
hükümdarın yanma geldi. Hükümdar, ona:
“Arkadaşların sana ne yaptı?”
diye sordu. Çocuk:
“Allah beni onlardan
kurtardı” dedi. Bunun üzerine çocuk, hükümdara:
“Sana emredeceğim şeyi
yapmadıkça, sen beni asla öldüremezsin!” dedi. Hükümdar:
“Nedir o?” diye sordu.
Çocuk:
“Halkı bir meydanda
toplarsın ve beni bir ağaca asarsın. Sonra torbamdan bîr ok al! Bu oku yayın
ortasına koy. Sonra da “Bismillâhi Rabbi'1-gulâm” bu çocuğun Rabbi olan
Allah'ın adıyla diyerek oku bana at. Bunu yaparsan ancak beni öldürürsün” dedi.
Bunun üzerine hükümdar hemen halkı bir meydanda topladı ve çocuğu bir ağaca
astı. Sonra torbasından bir ok aldı ve oku yayın ortasına koydu. Sonra da:
“Bismillâhi
Rabbi'l-gulâm” bu çocuğun Rabbi olan Allah'ın adıyla” diyerek çocuğa oku
fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini şakağına, okun vurduğu
yere koydu ve öldü. Bunun üzerine halk:
“Çocuğun Rabbine iman
ettik! Çocuğun Rabbine iman ettik! Çocuğun Rabbine iman ettik!” dediler. Hemen
hükümdara gidilerek ona:
“Ne dersin? Allah'a
yemin ederim ki, korktuğun şey başına geldi, halk iman etti” denildi. Bunun
üzerine hükümdar, yolların
başlarına uzun
çukurlar/hendekler kazılmasını emretti. Bunun üzerine derhal uzun çukurlar
kazıldı, içerisinde ateşler yakıldı ve:
“Kim dininden
dönmezse, onu bu ateş çukurlarının içerisine atın!” dedi. Yada hükümdara:
“Sen at!” denildi.
Nihayet hükümdarın
askerleri, faaliyete geçip dininden dönmeyen insanları o ateş çukurlarının
içerisine atıp yaktılar. Nihayet beraberinde küçük bir çocuğu bulunan bir
kadın geldi. Kadın oraya düşmekten irkilip geri çekindi. Bunun üzerine çocuk,
annesine:
“Ey anneciğim! Sabret!
Çünkü sen hak üzeresin!” dedi.
[1329]
Ashabı Uhdud, Buruc: 85/4-10 ayetleri arasında anlatılmaktadır. Burada
anlatılan olayla ilgili çeşitli rivayetler ileri sürülmüştür. M. Hamdi Yazır
konuyla ilgili olarak şöyle der:
“Bunların kimler ve
nerelerde olduğuna ve Yemen'de, Necran'da, Irak'ta, Şam'da veya Habeş'te
mecusiler veya yahudiler veya bazı krallar tarafından yapıldığına dair birçok
rivayet nakledilmiş ise de Kur'ân bunlan belirleme maksadı taşımadığından, sadece
nitelikleri ve fiilleriyle zikr olunmuşlardır.
Ebu Hayyan der ki:
Müfessirler Ashab-ı Uhdud hakkında on'dan fazla görüş belirtmişlerdir. Her
görüşün de bir uzun kıssası vardır. Biz onları bu kitabımıza yazmak istemedik.
Hepsinin kapsadığı mânâ şudur: Kâfirlerden bir takım kişiler yerde hendekler
açtılar ve bunlarda ateş yaktılar. Müminleri bu ateşlerin karşısına diktiler.
Dininden döneni bıraktılar, imanda ısrar edeni yaktılar. Ashab-ı Uhdud
müminleri yakanlardır.
Kaffâl de tefsirinde
şöyle der: Ashab-ı Uhdud kıssasında değişik rivayetler zikretmişlerdir. Bununla
beraber içlerinde sahih denecek derecede bir şey yoktur. Ancak bu rivayetler şu
noktada birleşmişlerdir ki müminlerden bir topluluk, kavimlerine karşı yahut
kendilerine hakim olan kâfir bir krala muhalefet etmişler, o da bunları içi
ateş doîu hendeğe attırmıştır. Ve zannederim ki, demiş, bu olay Kureyşliler
arasında meşhur idi. Yüce Allah bunu Resulünün ashabına anlatarak dinleri
hakkında karşı karşıya kaldıkları eziyetlere sabır ve tahammül etmeleri
gerektiğine dikkat çekmiştir. Çünkü haberlerde meşhur olduğu üzere Kureyş
müşrikleri müminlere eziyet ediyorlardı.”
[1330]
Mevdudi'de Ashabı
Uhdud olayının tarihi yönünü şöyle anlatmaktadır:
“İslâm tarihçilerinin
açıklamalan bu olayı sadece tasdik etmekle kalmaz, ayrıca ayrıntılı bir biçimde
bilgi de verirler. Yemen ilkin M. 340 Yılında hristiyanlann eline geçti ve M.
378'e kadar hakimiyetleri devam etti. O zaman hristiyan misyonerler Yemen'e
geldiler. Bu dönemde zahid, mücahid ve iman sahibi bir hristiyan seyyah olan
Faymiyun, Necran'a geldi ve halka putlara tapmaktan vazgeçmeleri için tebliğ
etmeye başladı. Bu tebliğ sayesinde Necran halkı hristiyanlığı kabul etti.
Necran'ı üç kişi idare ediyordu. Biri o kabilenin başkanlığını, dışişlerini ve
askeri işlerini yürüten Seyyid, ikincisi içişlerini yürüten Akib, üçüncüsü dini
işleri İdare eden Papaz. Güney Arabistan'da Necran önemli bir stratejik konuma
sahipti. Aynı zamanda ticaret ve sanayi merkeziydi. Sunî ipek, deri ve silah
sanatları revaçtaydı, ayrıca Yemen cübbesi de meşhurdu. Bundan da anlaşılıyor
ki Zûnuvas, sadece dinî endişelerle değil siyasi ve ekonomik nedenlerle
Necran'ı işgal etmek için yola çıkmıştı. Necran'ın Seyyidi Harise hakkında bir
Süryâni tarihçisi olan Haritas şöyle yazar:
“Zûnuvas onu katletti
ve onun iki kızını öldürdükten sonra, kızlarının kanını içmesi için kansi
Roma'yı zorladı. Sonra onu da katletti. Papaz Paul'un mezarını kazdırdı ve
kemiklerini ateşe attırdı. Ateş dolu hendekler içinde kadınlan, erkekleri,
çocuklan, papaz ve rahipleri yaktılar. Toplam 20.000'den 40.000'e kadar insan
telef oldu.” Bu olay M. Ekim 523'de vuku buldu. Nihayet M. 525'de Habeşistan
Yemen'e saldırarak Zûnuvas'm Himyer saltanatına son verdi. Hüsni Gurap'ta
Yemen'de bir bölge yapılan arkeolojik araştırmalar sırasında birtakım levhalar
bulunmuş ve bunların üzerindeki yazılardan bu olayları aydınlatıcı bilgiler
eide edilmiştir.
M.6. yüzyılda
hristiyaniarın çeşitli kitaplarında Ashab-ı Uhdud hadisesi zikredilmiş ve
bizzat görenler tarafından ayrıntılı bir biçimde nakledilmiştir. Sahicilerden
bazıları anlatma yolunu seçerken, bazıları da bizzat yazmışlardır. Şu üç
kitabın yazarı da o dönemde yaşamışlardır.
Birincisi Prokopiyus,
ikincisi Cosmos Indcopleustis bu Necaşi'nin Elesboan emri ile o zaman
Batlamyus'un Yunanca kitabını tercüme ediyordu. Habeşistan'ın sahil şehri
Andolis'te oturuyordu. Üçüncüsü Johannes Mala'dır ve ondan sonra da bir çok
tarihçi bu olayı nakletmiştir. Daha sonraları Johannes of Ephesus (öl. 585)
yazdığı kitap olan Kanisa Tarihi'nde Necran hristiyanlarının ateşe atılmaları
hadisesi hakkında, Simeon'un, Dercila'nin başkanı Abbot von Gabula'ya yazdığı
bir mektubu nakleder. Papaz Simeon, bu hadiseyi bizzat görenlerden
Yemenli'lerden rivayet etmiştir. Bu mektup ayrıca M. 1881 ve M. 1890'da “Hristiyan
Şahidlerinin Hayatı' adlı bir kitapta yayınlanmıştır. Yakubî Patriarch
Dionusisus ve Zacharia of Mitylene sûryani lisanında basılan kitaplardan
nakletmişîerdir. Yakub Surucî de Necran hristiyanları hakkında bilgi vermiştir.
Erreha (Edessa) Papazı Pulus, Necranlı hristiyaniarın katledilmeleri
dolayısıyla bir mersiye de yazmış ve bu mersiye günümüze kadar gelmiştir.
Süryani lisanında yazılmış kitabın İngilizce tercümesi (Book of the Himyarites)
müslüman tarihçilerin açıklamalarını onaylamaktadır. Britİsh Museum'da bu
devirle ilgili Habeşistan'dan gelen birtakım vesikalar bulunmaktadır ve bu
vesikalar da hadiseyi doğrulamaktadırlar. Filbî, kendi seyahat kitabında
(Arabian Hîghlanda) Necranlıların Ashab-ı Uhdud olayının geçtiği yeri hâlâ
bildiklerini yazmaktadır. Ummi Hark'ın yanında bir tepe üzerinde bazı resimler
de bulunmaktadır. Ayrıca Necran'daki Kabe'nin yeri de Necran halkı tarafından
bilinmektedir. Habeşistan hristiyanları Necran'ı ele geçirdikten sonra buraya
Kabe şeklinde bir mabed inşa etmişler ve Mekke'deki Kabe-i Muazzama yerine bunu
dinî merkez kılmak istemişlerdir. Buranın papazları başlarına sarık
sararlardı. Ayrıca bu mabedi 'Haram' kutsal-çev ilân etmişlerdi. Roma buraya
mâlî yardımda bulunuyordu. Mabedin papazları Rasulullah (s.a.v.) ile münazara
yapmak için Mekke'ye gelmişlerdir. Bu meşhur münazara Ali İmran: 61'de zikredilmiştir.
[1331]
2705- Berâ'
İbn Âzib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ebu Bekr es-Sıddîk,
babama geldi. Babam evde idi. Ondan bir semer satın aldı ve babama:
Oğlunu benimle gönder
de şunu evime kadar beraber taşıyalım” dedi. Babam da:
“Haydi götür” dedi.
Ben de onu yüklendim. Babam da parasını alarak onunla birlikte çıktı. Bu arada
babam, Ebu Bekr'e:
“Ey Ebu Bekr,
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte Mekke'den Medine'ye hicret esnasında geceleyin
yürüdüğünüzde ne yaptığınızı bana anlatsana!” dedi. Bunun üzerine Ebu Bekr
şöyle dedi:
“Evet, biz bütün gece
yürüdük, sonra öğle ortasında sokaklar boşalıp ortalıkta kimse dolaşmadığı
zamana kadar yürümeyi sürdürdük, nihayet üzerine henüz güneş gelmemiş uzun bir
gölgesi olan kayaya vardık ve orada konakladık. Kayanın yanma vardım. Peygamber
(s.a.v.)'in gölgesinde uyuyacağı yeri elimle düzenledim ve üzerine bir kürk
serip:
“Ey Allah'ın Resulü!
Sen uyu, ben etrafa göz kulak olurum!” dedim. O da uyudu. Etrafa göz kulak
olmak için dışarı çıktım. Bir de baktım ki, bir koyun çobanı koyunlarıyla
birlikte kayaya doğru geliyor. O da bizim gibi kayanın gölgesinden yararlanmak
istiyordu. Hemen karşısına çıkıp:
“Ey delikanlı! Sen
kimin çobanısın?” dedim. O da:
“Mekke şehir halkından
bir adamın çobanıyım!” dedi. Ben:
“Koyunlarında süt var
mı?” dedim. Çoban:
“Evet, var” dedi. Ona:
“Bana sut sağar
mısın?” dedim. O da:
“Evet, sağarım!” deyip
bir koyun tuttu. Ona:
“Koyunun memesini;
kıldan, topraktan ve kirden iyice temizle!” dedim.
Çoban yanındaki çanağa
bir miktar süt sağdı. Yanımda su içmesi ve abdest alması için Peygamber (s.a.v.)'e
verdiğim bir su tulumu vardı. Peygamber (s.a.v.)'in yanma geldim. Onu
uykusundan uyandırmak istemedim. Kendi kendine uyanmasını bekledim. Derken
kendisinin uyandığını gördüm. Bu sırada sütün üzerine biraz su döktüm. Ona:
“Ey Allah'ın Resulü!
Şu sütü iç!” dedim. Resulullah (s.a.v.)'de onu içti. Ben de onun bu sütü
içmesinde n memnun kaldım. Sonra Resulullah (s.a.v.), bana:
“Hareket etme vakti
gelmedi mi?” diye sordu. Ben de:
“Evet, geldi” dedim.
Güneş kaydıktan sonra
yola çıktık. Biz, sert bir toprak üzerinde iken Sürâka b.
Malik peşimizden
geldi. Ben:
“Ey Allah'ın Resulü!
Yakalandık!” dedim. Resulullah (s.a.v.), bana:
“Üzülme, Allah bizimledir”
[1332]
buyurdu. Sonra Süraka'ya beddua etti. Bunun üzerine Süreka'nın atı tökezleyip
karnına kadar yere battı. Zannederim Şüreka şöyle demişti:
“Sizin bana beddua
ettiğinizi anladım. Siz benim için, Allah'a dua edin, peşinizdeki sizi
arayanlan geri çevirmem için Allah sîze yardım etti” dedi. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.) ona dua etti, o da düştüğü zor durumdan kurtuldu. Hemen geri
döndü ve karşılaştığı herkim var ise ona:
“Ben, sizin namınıza
yeteri kadar baktım, hiç kimse görmedim” diyerek geri çevirdi. Böylece bize
verdiği sözünü yerine getirdi.
[1333]
Bir şeyi iyice
açıklamak, keşfetmek anlamındadır. Terim olarak ise beşerî takat oranında, Yüce
Allah'ın muradına delâlet etmesi yönünden Kur'an-ı Kerim'i inceleyen bir
ilimdir.
Konusu, Kur'an
ayetleridir.
Gayesi, iki cihanda
selamete ve mutluluğa ulaşmak için Allah Teâla'nin kitabını yine O'nun muradına
uygun bir şekilde anlamak, anlatmak ve yararlı hükümler çıkarmaya kudret
kazanmaktır.
2706- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah tarafından İsrailoğullarına:
“Kudüs'ün kapısından secde ederek girin ve
'hıtta'/bizi affet deyin”
[1334]
denildi. Fakat bu hıtta ile ilgili emri değiştirip kıçları üzerinde emekleyerek
girdiler. Hıtta yerine “Kılın içinde bir habbe” dediler.”
[1335]
Açıklama:
İsrailoğulları Tih
çölünde kırk sene kaldıktan sonra Yusa ile oradan çıkıp Allah tarafından
Kudüs'e girmeleri sağlanmıştı. Yalnız şehrin kapısından girerken Allah'a bir
şükür ifadesi olarak secde halinde eğilerek girmeleri emredilmişti. Bunun için
de “Hıtta” bizi affet demeleri istenmişti. Fakat onlar, Allah'ın bu “Hıtta”
emrini “Habbe” şeklinde değiştirerek şehre “Habbe” diyerek girmişlerdir. Onlar
böyle yapmakla Allah'ın emrine muhalefet etmiş olmaktaydılar. Allah'da onlar
veba hastalığıyla cezalandırdı.
2707- Enes
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah,
Resulullah (s.a.v.) üzerine, ölümünden önceye kadar arka arkaya vahiy indirdi.
Nihayet Resulullah (s.a.v.) vefat etti. Vahyin en çok olduğu zaman, Resulullah
(s.a.v.)'in vefat ettiği günde idi.
[1336]
(Mekke'nin fethinden sonra Resulullah (s.a.v.)'e heyetlerin gelmesi daha da
artmıştı. Onlar geldiklerinde Resulullah (s.a.v.)'e çeşitli hususları soruyorlar,
bunun üzerine de ayetler iniyordu. Dolayısıyla bu dönemde daha fazla ayet İnmiş
olmaktaydı.
2708- Târik
b. Şihâb'tan rivayet edilmiştir: “Yahudiler, Ömer'e:
Şu,
“İşte bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki
nimetimi tamamladım ve size din olarak
müslümanlığa razı oldum”
[1337]
ayeti, biz Yahudiler topluluğu üzerine inse, onun indiği günü bilsek o günü
mutlaka bayram yapardık” dediler. Bunun üzerine Ömer:
“Ben o ayetin
indirildiği günü, saati ve indirildiği zaman Resulullah (s.a.v.)’in nerede
olduğunu gerçekten bilmekteyim. O Müzdelife gecesinde biz Resulullah (s.a.v.)'Ie
birlikte “Arafat'ta vakfe yaparken inmiştir” dedi.
[1338]
2709- Hz.
Aişe (r.anha) dan rivayet edilmiştir:
“Aişe, Yüce Allah'ın;
“Yetim kızlar hakkında adaleti gözetemeyeceğinizden
korkarsanız”
[1339]
ayeti hakkında şöyle der:
“Bu ayet, şunun hakkında inmiştir: Bir erkeğin yanında
bir yetim kız olur ve bu erkek, onun velisi ve mirasçısı olur. Kızın malı var,
fakat kızın hakkını koruyacak kimsesi yoktur. Velisi, malı için onu başkasıyla
evlendirmez. Bu suretle o kıza zarar verir ve ona iyi bakmaz. Bunun üzerine
Yüce Allah,
“Yetim kızlar hakkında adaleti gözetemeyeceğinizden
korkarsanız o zaman size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikah
edin”
[1340]
buyurdu.
Yani Yüce Allah
burada:
“Size neleri helal kıldığıma bir bak da, zarar
verdiğin şu yetim kızı bırak!”
demektedir.
[1341]
2710- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Âişe, Yüce Allah'ın;
“Fakir ise maruf/meşru bir şekilde yesin”
[1342]
ayeti hakkında şöyle der:
Bu ayet; yetim
kimsenin işlerini gören ve malına bakıp ıslah eden kimsenin fakir olması
durumunda yetimin malından maruf/meşru bir şekilde yiyebileceği hakkında
indirilmiştir.
[1343]
2711- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Âişe, Yüce Allah'ın;
“Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden yada yüz
çevirmesinden endişe ederse..”
[1344]
ayeti hakkında der ki:
Bu ayet; bir adamın
nikahında altında bulunup uzun zaman iyi bir geçim süren, sonra adam onu
boşamak istediğinde, kadın:
“Beni boşama,
tarafımdan her şey sana helal olduğu halde beni nikahında tut!” diyen kadın
hakkında indirilmiştir.
[1345]
2712-
Saîd
b. Cübeyr'den rivayet edilmişir:
“Abdurrahman b. Ebza,
bana; şu iki ayeti Abdullah İbn Abbâs'a sormamı emretti:
“Her kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası,
içerisinde ebedi kalmak şartıyla cehennemdir”
[1346] Bu ayeti, Abdullah İbn
Abbâs'a sordum. O da:
“Bu ayeti, hiçbir şey
nesh etmedi” dedi. Sonra da ona:
“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah'la birlikte başka
bir ilaha yalvarmazlar ve Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler”
[1347]
ayetini sordum. Bunun üzerine Abdullah İbn Abbâs:
“Bu ayet, müşrikler
hakkında indi” dedi.
[1348]
2713-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah'ın şu,
“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah'la birlikte başka
bir ilaha yalvarmazlar ve Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler.
Zina etmezler. Bunları yapan, günahının cezasını bulur. Kıyamet günü azabı kat
kat olur ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır”
[1349]
ayeti Mekke'de indi. Bunun üzerine müşrikler:
“Bize İslam'ın ne
faydası var? Biz Allah'a şirk koşmuş, Allah'ın haram kıldığı canı öldürmüş ve
bütün kötülükleri yapmışız” dediler.
Bunun üzerine Yüce
Allah'da,
“Ancak tevbe ve îman edip iyi amel işleyenler başka.
Çünkü bunların kötülüklerini Allah İyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayan
ve merhamet edendir”
[1350]
ayetini indirdi.
[1351]
2714-
Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“müslümanlardan
bazıları, küçük bir koyun sürüsü içerisinde bir adama rastladılar. Adam,
onlara:
“es-Selâmu aleykunı”,
Allah'ın selamı üzerine olsun” dedi. Onlar ise bu adamı tutup öldürdüler ve bu
küçük sürüyü aldılar.
Bunun üzerine;
“Size selam veren kimseye, sen mümin değilsin demeyin”
[1352]
ayeti indi.”
2715- Berâ
İbn Âzib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ensar haccedip
(Medine'ye) döndükten sonra evlere ancak arka taraflardan girerlerdi. Sonra
Ensar'dan bir adam gelip evine kapısından girdi ve bu konuda ona bazı şeyler
söylendi. Bunun
üzerine;
“İyilik, evlerinize arkalarından gelmeniz de
değildir.”
[1353]
ayeti indi.
[1354]
2716-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bizim müslüman
olmamız ile Yüce Allah'ın,
“İman edenler için, kalplerinin Allah'ın zikrine
yatışması zamanı gelmedi mi?”
[1355]
ayetiyle bizi azarlaması arasında henüz dört yıl geçmişti.
[1356]
2717-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Cahiliye döneminds
kadın, Beytullah'ı çıplak olduğu halde tavaf edip:
“Kim bana ödünç bir
tavaf elbisesi verecek?” derdi. Ödünç aldığı bu tavaf elbisesini, cinsel
organının üzerine koyar, sonra da:
“Bugün cinsel
organımın bir kısmı yada hepsi görünecek, bugün gözüken şeyleri bir daha
göstermeyeceğim!” derdi.
Bunun üzerine;
“Mescide her girişinizde zinetinizi alın”
[1357]
ayeti indi.[1358]
2718- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Übeyy
İbn Selûl'un “Müseyke” adında bir cariyesi vardı. “Ümeyme” adında bir cariyesi
daha vardı. Abdullah İbn Übeyy, bunları zinaya zorlardı. Onlar da bunu
Resulullah (s.a.v.)'e şikayet ettiler.
Bunun üzerine Yüce
Allah,
“Namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa
zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra
Allah onlar için çok bağışlayıcı ve merhametlidir”
[1359]
ayetini indirdi.
[1360]
2719-
Abdullah b. Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Mes'ud,
“Taptıkları putları, Rablerinc daha yakın olmak için
vesile edinirler”
[1361]
ayeti hakkında şöyle der:
İnsanlardan bir
topluluk, cinlerden bir cemaata tapıyorlardı. Nihayet cinlerden olan bu
topluluk, müslüman oldular. Fakat o insanlar, bu cinlere tapmaya devam ettiler.
Bunun üzerine;
“Taptıkları putları, Rablerine daha yakın olmak için
vesile edinirler”
[1362]
ayeti indi.
[1363]
2720- Saîd
b. Cübeyr'den rivayet edilmiştir: “Abdullah İbn Abbâs'a:
Tevbe suresi ne
hakkında indi” diye sordum. O da:
“Tevbe suresi mi? Hayır, o, Fâdıha'dır. Çünkü o sure
devamlı bir şekilde “Ve minhum” ve “Minhum” “Onlardan” ve “Onlardan” diye
iniyordu. Nihayet insanlar bu surede bizlerden dokunulmadık hiç kimse kalmayıp
herkesin bu sure İçerisinde zikrolunacağını zannettiler” dedi. Ona:
“Enfal suresi ne
hakkında indi?” dedim. Abdullah İbn Abbâs:
“Bu, Bedir savaşı ve
bu savaşla ilgili hükümler hakkında inmiş bir suredir. Bu surede anlatılır”
dedi. Ona:
“Haşr suresi ne
hakkında indi?” dedim. Abdullah İbn Abbâs:
“Bu sure, Nadr
oğulları hakkında indi” dedi.
[1364]
2721-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ömer, Resulullah (s.a.v.)'in
minberi üzerinde hutbe okuyup Allah'a hamd etti, övgüde bulundu, sonra da:
“Bundan sonra; dikkat edin ki, içkinin haram kılınması
indiği gün olmuştur. İçki beş şeyden olur: Buğdaydan, arpadan, kuru hurmadan,
kuru üzümden ve baldan. İçki, aklı örten şeydir. “Üç şey de vardır ki, ey topluluk!
Ben, Resulullah (s.a.v.)'in bunlar hakkında bize bilgi vermiş olmasını dilerdim.
Bunlar; dede, kelale ve riba konularından bir konu” dedi.
[1365]
Açıklama:
“Dede” kelimesinden
maksat; ölen ile arasında kadın bulunmayan dededir. Babanın babası, babanın
babasının babası gibi. Dede mirasta dört halde bulunur. Bu hallerden biri de,
dedenin, mirasta ölen kimsenin anne-baba bir erkek kardeşleriyle bulunmasıdır.
Hadiste kastedilen de, bu halde onun mirastan hissesine düşecek olan pay olması
gerekir. Çünkü sahabilerin arasındaki ihtilaf bu durumla ilgilidir.
“Kelale” ise anne baba
tarafından dışında olan, yani usul ve furu' silsilesini teşkil eden dikey
nesebin dışında kalan yakınlıktır. Sahabe, kelalenîn tanımı üzerinde ihtilafa
düşmüştür.
“Riba konularından bir
konu” sözüyle kastedilen, Riba-i fadl'dır. Bilindiği üzere Riba-i fadl,
eşitsizliğe dayanan değişim demektir. Sahabe bu konuda da ihtilafa düşmüştür.
Dolayısıyla Hz. Ömer, bu meselelerin Resulullah (s.a.v.) tarafından çözüme
kavuşamamasından yakınmaktadır.”
2722- Kays
b. Ubâd'den rivayet edilmiştir:
“Ebu Zerr'i,
“Şu iki grup, Rableri hakkında mücadele eden iki
hasımdır”
[1366]
ayeti, Bedir savaşı günü, birbirleriyle savaşa tutuşan Hamza, Ali, Ubeyde b.
Haris, Rebia'nın iki oğlu Utbe ile Şeybe ve Velid b. Utbe hakkında inmiştir”
diye yemin ederken işittim.
[1367]
Açıklama:
Ayetteki iki hasımdan
maksat, iki fırkadır. Hadiste iki tarafın karşılıklı çarpışanlan
anlatılmaktadır. müslümanların tarafında Hz. Hamza, Hz. Ali ve Ubeyde b. Haris.
Kafirlerin tarafında ise Utbe, Şeybe ve Velid vardır. Hz. Hamza, Şeybe'yi
çarpışarak öldürmüştü. Hz. Ali'de Velid'i cenk ederek öldürmüştü. Ubeyde b.
Haris'de Utbe ile çarpışmış, fakat yaralanmış, savaştan dönerken bu yaradan
dolayı vefat etmişti.
[1] Bakara: 2/173, Mâide: 5/3.
[2] Bakara: 2/173, Mâide: 5/3, En'am: 6/145, Nahl: 16/115.
[3] En'am: 6/118.
[4] En'am: 6/121.
[5] B.k.z. Heyet, İlmihal, T.D.V, 2/48-49.
[6] Buhârî, Vudû 33, Büyü 3, Sayd 1, 2, 3, 7, 8, 9; Ebu
Dâvud, Sayd 22-23, 2847, 2848, 2849, 2850, 2851; Tirmizî, Sayd 1, 1465, 3, 1467;
4, 1468, 5, 1469, 6, 1470, 7, 1471; Nesâî, Sayd 1, 2, 3, 5, 6, 7, 8, 18, 19,
21, 22, 23; İbn Mâce, Sayd 3, 3208; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/258, 380.
[7] Buhari, Zebaih 1; Müslim, Sayd 4; Nesaî, Sayd 2;
Darimî, Sayd 1; Ahmed b. Hanbel, 4/256, 379.
[8] Buhârî, Zebaih 8; Müslim, Sayd 3; Ahmed b. Hanbel,
1/131.
[9] B.k.z: N. Yeniel, H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Dâvud
Terceme ve Şerhi, 11/17.
[10] Maide: 5/3.
[11] B.k.z: N. Yeniel, H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Dâvud
Terceme ve Şerhi, 11/17.
[12] Buhâri, Sayd 4, 10, 14; Ebu Dâvud, Sayd 22-23, 2852,
2855, 2856, 2857; Tirmizî, Sayd 1, 1464; Nesâî, Sayd 4; İbn Mâce, Sayd 3, 3207;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/193.
[13] Ebu Dâvud, Sayd 24-25, 2861; Nesâî, Sayd 20; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/194.
[14] Buhârî, Sayd 29, Tıb 57; Ebu Dâvud, Et'irae 32, 3802;
Tirmizî, Sayd 11, 1477; Nesâî, Sayd 28; İbn Mâce, Sayd 13, 3232; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/194.
[15] Ebu Dâvud, Etime 32, 3803; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/289.
[16] Buhâri, Sayd 12, Şirket 1, Meğâzî 65; Ebu Dâvud, Etime
46, 3840; Tirmizî, Sıfâtu'l-Kiyâme 34, 2475; Nesâî, Sayd 35; İbn Mace, Zühd 12,
4159; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/312.
[17] Mâide: 5/96.
[18] Mâide: 5/96, Fâtır: 35/12.
[19] B.k.z. Heyet, İlmihal, T.D.V., 2/41.
[20] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 9/169-170.
[21] Buhârî, Meğâzî 65.
[22] Buhârî, Farzu'l-Humus 20, Meğazî 38; Nesâî, Sayd 31;
İbn Mâce, Zebaih 13, 3192; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/354, 355, 357, 381.
[23] Buhârî, Meğâzî 38; Nesâî, Sayd 31; İbn Mâce, Zebaih
13, 3194; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/297.
[24] Buhârî, Meğâzî 38.
[25] Buhâri, Mezalim 32, Meğâzî 38, Zebaih 14, Edeb 90,
Dcavat 19, Diyat 17; İbn Mâce, Zebaih 13, 3195; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/47,
48, 50.
[26] Buhârî, Zebâih 27, 28, Meğâzi 38; Ebu Dâvud, Etime 25,
3788, 3789; Tirmizî, Sayd 11, 1478; Nesâî, Sayd 29; İbn Mâce, Zebâih 12, 3191;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/322, 361,385.
[27] Buhârî, Zebâih 24, 27, 38; Nesâî, Dahaya 23, 33; İbn
Mâce, Zebâih 12, 3190.
[28] Ebu Dâvud, Et'ime 25, 3790, 32, 3806, Tirmizî, Sayd
11; Nesâî, Sayd 69-71; İbn Mâce, Zebâih 14.
[29] Buhârî, Zebâih 33; Tirmizî, Etime 3, 1790; İbn Mâce,
Sayd 16, 3242; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/9, 10, 46, 60, 62, 74, 81.
[30] Buhârî, Ahbâru'1-Âhâd 6; İbn Mâce, Mukaddime 3, 26;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/84,137.
[31] Buhârî, Et'ime 10; Ebu Dâvud, Eşribe 21, 3730;
Tirmizî, Deavat 55, 3455; Nesâî, melu'I-Yevm velu’l, 286, 287; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/220, 225, 284, 332.
[32] Buhârî, Hibe 7, Et'ime 8, 16, İt isa m 24; Ebu Dâvud,
Et'ime 27, 3793; Nesâî, Sayd 26; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/254, 322, 328, 340,
347.
[33] Buhâri, Zebâih 13; Ebu Dâvud, Etime 34, 3812; Tirmizî,
Etime 22, 1821, 1822; Nesâî, Sayd 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/353, 358, 380.
[34] Buhârî, Sayd 10, 32, Hibe 5; Ebu Dâvud, Etime 26,
3791; Tirmizî, Etime 2, 1789; Nesâî, Sayd 25; İbn Mâce, Sayd 17, 3243; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/118, 171, 232, 291.
[35] Buhârî, Zebâih 5; Nesâî, Kasame 38; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/86, 5/56.
[36] Ebu Dâvud, Edahî 11-12, 2815; Tirmizi, Diyat 14, 1409;
Nesâî, Dahaya 22, 26, 27; İbn Mâce, Zebaîh 3, 3170; Dârimî, Edahi 10; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/124, 125.
[37] Buhârî, Zebâih 25; Ebu Dâvud, Edahî 11-12, 2816;
Nesâî, Dahaya 41; İbn Mâce, Zebaih 10, 3186; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/117,
171, 180.
[38] Nesâî, Dahaya 41; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/274, 280,
285, 340, 345.
[39] Buhârî, Zebâih 25; Nesâî, Dahaya 41; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/86, 141.
[40] İbn Mâce, Zebaih 10, 3188; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/318, 339.
[41] Buhari, İydeyn 23, Zebaih 17, Edahi 12, Eyman 15,
Tevhid 13; Nesâî, Dahaya 4, 17; İbn Mâce, Edahi 12, 3152; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/312, 313.
[42] Buhari, İydeyn 4, 8, 10, 17, 23, Edâhî 1, 8, 11, 12,
Eyman 15; Ebu Dâvud, Edahi 4-5, 2800, 2801; Tirmizî, Edahi 12, 1508; Nesâî,
Salatu'I-İydeyn 8, Dahaya 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/281, 287, 297, 303.
[43] Buhârî, İydeyn 4.
[44] Buhârî, İydeyn 4, 23, Edahi 1, 4, 7, 12; Nesâî,
Salaiu'l-İydeyn 30, Dahaya 17, 14; İbn Mâce, Edahi 12, 3151.
[45] Ebu Dâvud, Edahi 4-5, 2797; Nesâî, Dahaya 13; İbn
Mace, Edahi 7, 3141; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/312, 327.
[46] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/294, 324, 348.
[47] Buhârî, Vekâle 1, Şerike 12, Edahi 7; Tirmizî, Edahi
7, 1500; Nesâî, Dahaya 13; İbn Mâce, Edahi 7, 3138; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/149.
[48] Buhârî, Edâhî 14; Tirmizî, Edahi 2, 1494; Nesâî,
Dahaya 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/99, 115, 118, 144, 170, 183, 189, 211,
214, 222, 255, 258, 272.
[49] Ebu Dâvud, Edahi 3-4, 2792; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/78.
[50] Buhârî, Şerike 3, 16, Zebâih 23; Ebu Dâvud, Dahâyâ
9-10, 2821; Tirmizî, Sayd 18, 1491, 19, 1492; Nesaî, Dahâyâ 20, 21, 26; İbn
Mâce, Zebâih 5, 3178; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/142, 463, 464.
[51] B.k.z: Heyet, İlmihal, T.D.V, İstanbul 1999, 2/50.
[52] Buhâri, Edahi 16; Nesâî, Dahaya 35; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/78, 103, 140, 141, 149.
[53] Buhârî, Edâhî 16; Tİrmİzİ, Edahi 13, 1509; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/16, 36, 81.
[54] Buhârî, Edâhî 16; Ebu Dâvud, Edahi 9-10, 2812; Nesâî,
Dahaya 37; Ahmed b. Hanbel, Müsııed, 6/51.
[55] Buhârî, Hac 124; Nesâî, Dahaya 36; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/388.
[56] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/85.
[57] Buhârî, Edâhî 16.
[58] Ebu Dâvud, Eşribe 7, 3698; Nesâî, Cenaiz 100, Dahaya
36.
[59] Buhârî, Akîka 3, 4; Ebu Dâvud, Edâhi 19-20, 2831,
2832; Tirmizî, Edâhî 15, 1512; Nesâî, Fera' 1; İbn Mâce, Zebâih 2, 3168; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/229.
[60] B.k.z: Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 4/208.
[61] Ebu Dâvud, Edahi 2-3, 2791; Tirmizî, Edahi 24, 1523;
Nesâî, Dahaya 1; İbn Mâce, Edahi 11, 3149, 3150; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/289.
[62] Buhârî, Edebii'l-Müfred, 17; Nesâî, Dahaya 34; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 1/118, 152.
[63] Buhari, Büyü 28, Musâkât 13, Meğâzî 12, Farzu'1-Hums
1, Libas 7; Ebu Dâvud, Haraç 19-20, 2986; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/122.
[64] Maide: 5/93.
[65] Buhârî, Mezalim 21, Tefsiru Sure-i Mâide 10; Ebu
Dâvud, Eşribe 1, 3673; Ahtned b. Hanbel, Müsned, 3/227.
[66] İbn Hibbân, Sahih, 5380; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ,
8/308.
[67] Ebu Dâvud, Eşribe 3, 3675; Tirmizî, Büyü 59, 1294; İbn
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/119, 180, 260.
[68] Tirmizî, Tıb 8, 2046; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/311,
317, 399.
[69] Ebu Dâvud, Eşribe 4, 3678; Tirmizî, Eşribe 8, 1875);
Nesâî, Eşribe 19; İbn Mâce, Eşribe 5, 3378; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/279,
408, 409, 474, 496, 517, 518, 526.
[70] Buhârî, Eşribe 11; Ebu Dâvud, Eşribe 8, 3703; Tirmizî,
Eşribe 9, 1876; Nesâı, Eşribe 18; İbn Mâce, Eşribe 11, 3395; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/294, 300, 302, 317, 363, 369.
[71] İbnül-Esir, en-Nihâye fî Garîbil-Hadis, 5, 8.
[72] Buhârî, Eşribe 5
[73] el-Askalâni, Fethûl-Bârî, X, 49
[74] Ebû Dâvud, Eşribe4
[75] Nesâî, Eşribe48
[76] Müslim, Eşribe 79-82; Nesâî, Eşribe 56
[77] Nesâî, Eşribe 56; Ebû Dâvud Eşribe 10.
[78] B.k.z: Aynî, Binâye fi Şerhi'l-Hidâye, 9/537.
[79] Buhârî, Eşribe 4; Nesâî, Eşribe 31; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/110, 165.
[80] Buhârî, İman 40; Ebu Dâvud, Eşribe 7, 3692; Tirmizî,
İman 5, 2611; Nesâî, İman 25; İbn Mâce, Zühd 18, 4187; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/287, 304, 341.
[81] Müslim, Cenâiz 106, Edahi 37, Eşribe 64, 65; Tirmizî,
Edahi 6; Nesâî, Cenâiz 100, Dahaya 36, Fera' 2, Eşribe 4; İbn Mâce, Edahi 16;
Dârimî, Edahi 6; Muvatta, Dahaya 6-8; Ahmed b. Hanbel, 3/23, 57, 63, 66, 75,
237, 250, 388, 5/76, 350, 355-357, 359, 6/187, 209, 282 hadisiyle nesh
edilmiştir.
[82] Buhari, Vudû1 71, Eşribe 4; Ebu Dâvud, Eşribe 5, 3682,
3687; Tirmizî, Eşribe 2, 1863, 1866; Nesâî, Eşribe 23; İbn Mâce, Eşribe 9, 3386; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 6/36, 97, 190, 225,226.
[83] Mâide: 5/90, 93.
[84] Buhârî, Meğâzî 60, Edeb 80; Nesâî, Eşribe 24; İbn
Mâce, Eşribe 9, 3391; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/410, 417.
[85] Buhârî, Eşribe 1; Ebu Dâvud, Eşribe 5, 3679; Tirmizî,
Eşribe 1, 1862; Nesâî, Eşrîbe 22; İbn Mâce, Eşribe 9, 3387; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/98, 134, 137
[86] Buhârî, Eşribe 1; Nesâî, Eşribe 45.
[87] Ebu Dâvud, EŞrİbe 10, 3713; Nesâî, Eşribe 56; İbn
Mâce, Eşribe 12,3399; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/224, 232, 240, 355.
[88] Buhârî, Eşribe 7, 30, Nikah 77.
[89] Tirmizî, Şemail, 196; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/247.
[90] Buhârî, Menakıb 25, Menâkibu'l-Ensar 45,
Fezailu's-Sahabe 2, Lukata İl, Eşribe 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/9, 4/280.
[91] Buhârî, Tefsiru Sure-i İsrâ 1, Eşribe 12; Nesâî,
Eşribe 41.
[92] Buhârî, Eşribe 12; Ebu Dâvud, Eşribe 22, 3734; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 3/313.
[93] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 1221; Ebu Dâvud, Cihad 76,
2604; Tirmizî, Et'ime 15, 1812; İbn Mâce, Taharet 30, 360, Eşribe 16, 3410;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/301, 312, 362, 374, 386.
[94] Buhârî, Bedul-Halk 11, 15, Eşribe 22; Ebu Dâvud,
Eşribe 22, 3731, 3733; Tirmizî, Edeb 74, 2857; Nesâî, Amelu'I-Yevm ve'l-Leyl, 745, 746); Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/319, 362, 388.
[95] Buhârî, İstizan 49; İbn Mâce, Edeb 46, 3770; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/399.
[96] Ebu Dâvud, Et'ime 15, 3766; Nesâî, Amelu'1-Yevm
ve'I-Leyl, 273; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/382, 397.
[97] Buhârî, Edebü'I-Müfred, 1096; Ebu Dâvud, Etime 15,
3765; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'l-Leyl, 178; İbn Mâce, Dua 19, 3887; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/, 346, 383.
[98] İbn Mâce, Etime 8, 3268; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/334, 387.
[99] Ebu Dâvud, Etime 19, 3776; Tirmizî, Etime 9, 1799;
Nesâî, Sünenii'l-Kübrâ, 6746, 6748, 6750; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/8, 33,
106, 146.
[100] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/45, 50; Abd b. Humeyd,
Müsned, 388.
[101] Buhârî, Et'ime 2, 3; Nesâî, Siinenü'l-Kübrâ, 6759; İbn
Mâce, Et'ime 8, 3267; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/26.
[102] Buhârî, Eşribe 23; Ebu Dâvud, Eşribe 15, 3720;
Tirmizî, Eşribe 17, 1890; İbn Mâce, Eşribe 19, 3418; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/6, 67, 69, 93.
[103] Tirmizî, Ei'ime 11, 1879; İbn Mâce, Eşribe 22, 3424;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/199, 250, 291; Ebu Yala, Müsned, 2867; Beyhakî,
Sünemi'1-Kübra, 7/281-282.
[104] Beyhakî, Sünemi 1-Kübrâ, 7/282.
[105] Tirmizî, £şrjbe 12, 1883; Ebu Dâvud, Eşribe 13, 3718;
İbn Mâce, Eşribe 21, 3423.
[106] Ebu Dâvud, Eşribe 13, 3718.
[107] B.k.z: Mubarekfûrî, Tuhfetu'l-Ahvezî, 6/5-6.
[108] Buhâri, Hac 75, Eşribe 16; Tirmizî, Eşribe 12, 1882;
Nesâî, Hacc ; İbn Mâce, Eşribe 21, 3422; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/220, 243,
249, 287, 342, 369, 372.
[109] Buhâri, Vudû 18, 19; Ebu Dâvud, Taharet 18, 31;
Tirmizî, Taharet 11, 15; Nesâî, Taharet 23, 42; İbn Mâce. Taharet 15, 310;
Ahmed b. Hanbel, 5/300.
[110] Buhârî, Vudû' 18, Eşribe 25; Ebu Dâvud, Taharet 18,
31; Tirmizî, Eşribe 16, 1889; Nesâî, Taharet 42; İbn Mâce, Eşribe 23; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 5/296, 309, 310, 311.
[111] Buhârî, Musâkât 1, Mezalim 12, Hibe 12, 23, Eşribe 19;
Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/333,
338.
[112] Buhari, Et'İme 52; Ebu Dâvud, Et'ime 51, 3847; İbn
Mace, Et'ime 9, 3269; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/221, 293, 346, 370.
[113] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/386.
[114] İbn Mâce, Et'ime 13, 3279; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/315.
[115] Tirmizi, Et'ime 10, 1801; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/341.
[116] B.k.z: M. Sofuoğlu, Müslim Tercemesi, 6/258.
[117] Buhârî, Büyü 21, Mezalim 14, Et'İme 34, 57; Tirmizî,
Nikah 12, 1099; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 6614; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/396,
4/120, 121.
[118] Nesâî, Talak 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/123, 272.
[119] İbn Mâce, Zebaih 7, 3180.
[120] Buhârî, Cihad 188, Meğâzî 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/377.
[121] Buhari, Menâkıb 25, Etime 6, Eyman 22; Tirmizî,
Menakıb 6, 3630.
[122] Buhârî, Büyü 30, Et'ime 4, 36; Ebu Dâvud, Et'ime 21,
3782; Tirmizî, Et'ime 42, 1850.
[123] Ebu Dâvud, Eşribe 20, 3729; Tirmizî, Deavat 118, 3576;
Nesâî, Amelu 1-Yevm ve'1-Leyl, 292, 293; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/188, 190.
[124] Buhârî, Et'ime 39, 45, 47; Ebu Dâvud, Et'ime 44, 3835;
Tirmizi, Et'ime 37, 1844; İbn Mâce, Et'ime 37, 3325; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/203.
[125] Ebu Dâvud, Et'ime 16, 3771; Tirmizî, Şemail, 142;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/203.
[126] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/180.
[127] Buhârî, Mezâlim 14, Et'ime 44; Ebu Dâvud, Et'ime 43,
3834; Tirmizî, Efime 16, 1814; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 4/167, 6728, 4/168, 6730;
İbn Mâce, Et'ime 41, 3331; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/60, 74, 103.
[128] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/105, 179, 188.
[129] Buhari, Et'ime 43, Tıb 52; Ebu Dâuud, Tıb 12, 3876;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/168, 177, 181.
[130] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/77, 105, 152.
[131] Buhârî, Tefsiru Sure-i Bakara 4, Tıb ; Tirmizî, Tıb
22, 2067; İbn Mâce, Tıb 8, 3454; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/187, 188.
[132] Buhâri, Enbiya 29, Et'ime 50; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/326.
[133] Tirmizî, Et'ime 35, 1840; İbn Mâce, Et'ime 33, 3316.
[134] Ebu Dâvud, Et'ime 39, 3821; Tirmizî, Et'ime 35, 1839,
1842; İbn Mâce, Et'ime 33, 3317; Ahmed b. Hanbel, Musned, 3/301, 304, 353, 364,
371, 379, 389, 390, 400.
[135] Ahmed b. Hanbel, MüÜsned, 5/416, 417.
[136] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 10, Tcfciru Sure-i Haşr 6;
Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 60, 3304.
[137] Buhârî, Edebü'I-Müfred, 1008; Tirmizî, İsfi'zan 26,
2719; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'l-Leyl, 323; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/2, 3, 4.
[138] Buhârî, Mevâkitu's-Salat 41, Hibe 28, Menakıb 25, Edeb
87, 88; Ebu Dâvud, Eymatı 11, 3270; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/197, 198.
[139] Buhârî, Et'ime 11; Tirmizî, Etime 21, 1820; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/207.
[140] Buhârî, Et'ime 12; Tirmizî, Et'ime 20, 1818; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/21, 43, 74, 145.
[141] Buhârî, Et'ime 12; Tirmizî, Et'ime 20, 1819; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/375.
[142] Buhârî, Menâkıb 23, Et'ime 12; Ebu Dâvud, Et'ime 13,
3763; Tirmizî, Birr 84,2031; İbn Mâce, Et'ime 4, 3259.
[143] B.k.z: Akif Ökten, “Zinet”, Şamil İslam Ansiklopedisi.
[144] Buhârî, Eşribe 28; Nesâî, Sünemi'I-Kübrâ, 6873; İbn
Mace, Eşribe 17, 3413; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/300, 302, 304, 306.
[145] Buhari, Cenaiz 2, Mezalim 5, Nikah 71, Eşribe 28,
Merda 4, Libas 28, 36, 45, Edeb 124, İstizan 8, Eyman 9; Tirmizî, Libas 26,
1760, Edeb 45, 2809; Nesâî, Cenaiz 53, Eyman 13, Zinet 92; İbn Mâce, Keffarat
12, 2115, Libas 16, 3589; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/284, 287, 299.
[146] B.k.z: Heyet, İlmihal, T.D.V, 2/77.
[147] B.k.z: Kâmil Miras, Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi
ve Şerhi, 4/287, 12/108, H. Karaman, Günlük Hayatımızda Helaller ve Haramlar,
İz Yay. İst. 2003, s. 49.
[148] Buhari, Etime 29, Eşribe 28, Libâs 25; Ebu Dâvud,
Eşribe 17, 3723; Tirmizî, Eşribe 10, 1878; Nesâî, Zînet 88; İbn Mâce, Libâs 16,
3590; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/390.
[149] B.k.z. H. Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mâce Terceme ve
Şerhi, 9/167.
[150] B.k.z: Heyet, İlmihal, T.D.V, 2/86-88.
[151] Buhârî, Cuma 7, Hibe 37; Ebu Dâvud, Salad 212-213,
1076, Libas 7, 4040; Nesâî, Cuma 11; İbn Mâce, Libas 16, 3591; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/20, 40, 103, 146.
[152] Ebu Dâvud, Libas 9, 4054; Tirmizî, Edeb 53, 2817;
Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 9089, 9588; İbn Mâce, Cîhad 21, 2819, Libas 18, 3594;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/26, 6/347, 353, 354, 355.
[153] Buhârî, Libâs 25; Ebu Dâvud, Libâs 7, 4042; Tirmizî,
Libâs 1, 1721; Nesai, Zînet 93; İbn Mâce, Libas 18, 3593; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/16, 50, 51.
[154] B.k.z: Kâmil Miras, Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi
ve Şerhi, 4/287, 12/108, H. Karaman, Günlük Hayatımızda Helaller ve Haramlar,
İz Yay. İst. 2003, s. 49.
[155] Nesâî, Zinet 89; Ahıned b. Hanbel, Müsned, 3/383.
[156] Bııhârî, Hibe 27, Nafakat 11, Libas 30; Nesâî,
Sünenü'l-Kübrâ, 9567; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/97, 153.
[157] Buhârî, Libas 25; İbn Mâce, Libas 16, 3588; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/101, 281.
[158] Buhârî, Salat 16, Libas 12; Nesâî, Kıble 19; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/143, 149, 150.
[159] Buhârî, Cihâd 91, Libâs 29; Müslim, Libâs 25, 2076;
Ebu Dâvud, libâs 10, 4056; Tîrmizî, Ubâs 2, 1722; Nesâî, Zînet 93; İbn Mâce,
libâs 17, 3592; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/215.
[160] B.k.z: Heyet, İlmihal, T.D.V, 2/77.
[161] Nesâî, Zinet 96; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/162, 164,
193. 207.
[162] Ebu Dâvud, Libas 8, 4044, 4045, 4046; Tirmizî, Salat
195, 264, Libas 13, 1737; Nesâî, jftitah 97, 151; İbn Mâce, Libas 21, 3602.
[163] Buhârî, Libas 18; Ebu Dâvud, Libas 12, 4060; Tirmizî,
Libas 45, 1787; Nesâî, Zinet 95; Ahmed b. Hanbel, Müsned. 3/134, 251, 291.
[164] Buhârî, Farzu'l-Humus 5, Libas 19; Ebu Dâvud, Libas 5,
4036; Tirmizî, Libas 10, 1733; İbn Mâce, Libas 1, 3551; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 6/32, 131.
[165] Ebu Davud, Libas 5, 4032; Tirmizî, Edeb 49, 2813;
Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 6/162.
[166] Buhâri, Tefsiru Sare-i Tahrim 2; Ebu Dâvud, Libas 42,
4146, 4147; Tirmizî, Libas 27, 1761, Sıfatı-Kıyamet 32, 2469; İbn Mâce, Zühd
11, 4151; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/48, 56, 73, 207, 212.
[167] Buhârî, Menâkıb 25, Nikah 62; Ebu Dâvud, Libas 42,
4145; Tirmizî, Edeb 26, 2774; Nesâî, Nikah 83; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/294,
301.
[168] Ebu Davud, Libas 42, 4142; Nesâî, Nikah 82; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/324.
[169] Bıthârî, Libas 1; Tirmizî, Libas 9, 1731; Nesâî, Zinet
105, 106; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/5, 55, 56, 101 Buhârî, Libas 1; Tirmizî,
Libas 9, 1731; Nesâî, Zinet 105, 106; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/5, 55, 56,
101.
[170] Buhârî, Libas 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2336.
[171] Buhârî, Libas 5; Alımed b. Hanbel, Müsned, 2/267, 456,
467.
[172] Buhârî, Libas 45; Nesâî, Zinet 78; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/468.
[173] Taberânî, Mu'cemu'l-Kebir, 12175.
[175] Buhari, Libas 50.
[176] Ebu Dâvud, Hatem 1, 4219; Nesâî, Zinet 54; İbn Mace,
Libas 39, 3639.
[177] Nesâî, Zînet 54.
[178] Ebu Dâvud, Hâtem 1, 4220; Nesâî, Zînet 54.
[179] Buhârî, İlm 7, Cİhad 101, Libas 50, Ahkam 15; Ebu
Dâvud, Hatem 1, 4214, 4215; Tirmizî, İsti'zan 25, 2718; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/168, 170, 180, 198, 223, 275.
[180] Buhârî, İlm 7, Libâs 46, 50, 51, 53, 54, 55, Ahkâm 15;
Ebu Dâvud, Hâtem 1, 4214, 4215, 4216, 4217, 4221; Tirmizî, İsti'zân 25, 2718,
Libâs 14, 1739, 15, 1740, 16, 1745, 17, 1747, 1748; Nesâî, Zînet 48, 52, 79,
80, 82; İbn Mâce, Libâs 39, 3640, 3641; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/161.
[181] Bu konudaki delilleri; Ebu Dâvud, Hâtem 4, 4223;
Tirmizî, Libâs 43; Nesâî, Zînet 146'dır.
[182] Buhârî, Libas 46; Tirmizî, Libâs 14, 1739; Ebu Dâvud,
Hâtem 1, 4216; Nesâî, Zînet 48; İbn Mâce, Libas 39, 3641, 41, 3646; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/209.
[183] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/267; Abd b. Humeyd, Müsned,
1292, 1358.
[184] Buhârî, Libas 28; Ebu Dâvud, Hatem 4, 4225; Tirmizî,
Libas 44, 1786; Nesâî, Zinet 122; İbn Mâce, Libas 43, 3648; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/150.
[185] Ebu Dâvud, Libas 41, 4133; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/337, 360.
[186] Buhârî, Libâs 40; Ebu Dâvud, Libâs 41, 4136; Tirmizî,
Libâs 34, 1775; Nesâî, Zînet 118; İbn Mace, Libâs 29, 2617; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/424, 443, 477, 480, 528.
[187] Tirmizî, Libâs 36.
[188] B.k.z. İbn Kuteybe, Hadis Müdafaası, çev. Hayri
Kırbaşoğlu, Kayıhan yayınları, 2. baskı, istanbul 1989 s. 177-178.
[189] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 956; Nesâî, Zînet 118; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/424, 480.
[190] Ebu Dâvud, Libas 4, 4137; Tirmizî, Edeb 20, 2766;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/222, 293, 297, 299, 327, 349, 357, 362, 367.
[191] Ebu Dâvud, Edeb 31, 4865; Tirmizî, Edeb 20, 2767;
Nesâî, Zinet 108.
[192] Buhârî, Salat 85, İstizan 44; Ebu Dâvud, Edeb 31,
4866; Tirmizî, Edeb 19, 2765; Nesâî, Mesacîd 28; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/38,
39, 40.
[193] Buhârî, Libas 33; Ebu Dâvud, Tereccül 8, 4179;
Tirmizî, Edeb 51, 2815; Nesâî, Zinet 74; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/101, 187.
[194] Ebu Dâvud, Tereccül 18, 4204; Nesâî, Zinet 15; İbn
Mâce, Libas 33, 3624; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/316, 322.
[195] Buhârî, Libâs 67, Enbiyâ1 50; Ebu Dâvud, Teraccül 18,
4203; Tirmizî, Libâs 20, 1752; Nesâî, Zînet 14; İbn Mâce, Libâs 32, 3621; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/240, 309, 401.
[196] B.k.z: Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, 1/141.
[197] Buhârî, Büyü 40; İbn Mâce, Libas 44, 3651; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/142.
[198] Ebu Dâvud, Libas 45, 4157; Nesaî, Sayd 9; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/330.
[199] Buhari, Bed'u'1-Halk 6, 17, Meğazî 11, Libas 88;
Tirmizî, Edeb 44, 2804; Nesai, Zinet 112; İbn Mace, Libas 44, 3649; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/28, 29.
[200] Buhari, Libas 92, Bed'u'1-Halk 7; Ebu Dâvud, Libas 45,
4153, 4154, 4155; Nesâî, Zinet 112; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/28.
[201] Buhâri, Mezâlim 32, Libâs 91, Edeb 75; Ebu Dâvud,
Libâs 45, 4153; Tirmizî, Sıfâtul-Kıyâme 32, 2468; Nesâî, Zînet 112; İbn Mâce,
Libâs 45, 3653; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/52, 140, 116, 225, 237, 252.
[202] Nesâî, Kıble 12, Zinet 112.
[203] Buhârî, Libas 89; Nesâî, Zinet 114; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/375, 426.
[204] Tahâvî, Şerhu Meâni'1-Âsâr, Kahire 1968, 4/285.
[205] B.k.z: Hayreddin Karaman, Günlük Hayatımızda Helaller
ve Haramlar, İz yayıncılık, İst. 2003, s. 56-57.
[206] Buhâri, Büyü 104; Nesâî, Sünemi'I-Kübrâ, 9785; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 1/308, 360.
[207] Ebu Dâvud, Cihad 46, 2555; Tirmizî, Cihad 25, 1703;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/262, 311, 343, 392, 444, 476, 537.
[208] Ebu Dâvud, Cihad 46, 2556; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/366, 372.
[209] Buhârî, Cihad 139; Ebu Dâvud, Cihad 45, 2552.
[210] Tirmizî, Cihad 30, 1710; Ahmed b. Hsnbel, Müsned,
3/318, 378.
[211] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 175; Ebu Dâvud, Cihad 52,
2564; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/323.
[212] İbn Hibbân, Sahih, 5623; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ,
7/35-36.
[213] Buhârî, Libas 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/106, 181.
[214] Buhârî, Libas 72; Ebu Dâvııd, Tereccül 14, 4193;
Nesâî, Zinet 5, 59; İbn Mâce, Libas 38, 3637.
[215] Buhârî, İstizan 2, Mezâlim 22; Ebu Dâvud, Edeb 12,
4815; Ahmed b. Hanbel, 3/36, 47.
[216] Buhârî, Edeb 85, Libas 83; Nesâî, Zinet 22, 71; İbn
Mâce, Nikah 52, 1988; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/111, 345, 346, 353.
[217] Buhârî, Nikah 94, Libas 83, İsti'zan 13; Nesâî, Zinet
24; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/111,228,234.
[218] Buhârî, Libas 78; Ebu Dâvııd, Tereccül 5, 4168;
Tirmizî, Edeb 33, 2783; Nesâî, Zinei 23, 70, 72; İbn Mâce, Nikah 52, 1987;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/21.
[219] B.k.z: Heyet, İlmihal, T.D.V, 2/82.
[220] Haşr: 69/7.
[221] Buhari, Libâs 82, 84, 85; Ebu Dâvud, Teraccül 5, 4169;
Tirmizî, Edeb 33, 2782; Nesâî, Zînct 23, 24, 26; İbn Mâce, Nikâh 52, 1989;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/454.
[222] Tirmizî, Libâs 31.
[223] B.k.z: Heyet, İlmihal, T.D.V, İstanbul 1999, 2/83-84.
[224] B.k.z: Heyet, İlmihal, T.D.V, İstanbul 1999, 2/81-82.
[225] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/296, 387.
[226] Buhârî, Enbiya 54, Libas 54, 83; Ebu Dâvud, Tereccül
5, 4167; Tirmizî, Edep 32, 2781; Nesâî, Zinet 68; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/95, 97.
[227] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/355, 440.
[228] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/167.
[229] Buhari, Nikah 106; Ebu Dâvud, Edeb 83, 4997; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/345, 346, 353.
[230] Buhârî, Menâkıb 20, Edeb 106; Tirmizî, Edeb 68, 2841;
İbn Mâce, Edeb 33, 3737; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/114, 121, 169, 189.
[231] Ebu Dâvud, Edeb 61, 4949; Tirmizî, Edeb 64, 2834; İbn
Mâce, Edeb 30, 3728; Ahmed b. Hanbel, Müsııed, 2/24, 128.
[232] Buhârî, Farzu'l-Humus 7, Menakib 20, Edeb 105;
Tirmizî, Fiten 64, 2250; İbn Mâce, Edeb 33, 3736; Ahmed b. Hanbel, Müsncd,
3/298, 301, 303, 313, 369, 370, 385.
[233] Meryem: 19/28.
[234] Tirmizi, Tefsiru'l-Kur'an 20, 3155; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/252.
[235] Meryem: 19/27-28.
[236] Ebu Dâvud, Edeb 62, 4958, 4959; Tirmizî, Edeb 65,
2836; İbn Mâce, Edeb 31, 3729; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/12.
[237] Ebu Dâvud, Edeb
62, 4958; Nesai, AmeJu'I-Yevm ve'1-Leyl, 846; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/7, 10,
21.
[238] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 834; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/336, 388.
[239] Tirmizî, Edeb 66, 2838; Ebu Dâvud, Edeb 62, 4952.
[240] Buhari, Edebü'l-Müfred, 647, 820, 831; Ebu Dâvud, Vitr
24, 1503; Nesaî, Amelu'1-Yevm ve'l-Leyl, 161-163.
[241] Buhârî, Edeb 108; İbn Mâce, Edeb 32, 3732; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/430, 459.
[242] Buhârî, Edeb 114; Ebu Dâvud, Edeb 70, 4961; Tirmizî,
Edeb 65, 2839; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/315.
[243] Buhârî, Akika 1, Nikah 94; Ahmed b. Hatibe, Müsned,
3/106; İbn Hibbân, Sahih, 4532.
[244] Buhârî, Akika 1, Edeb 109; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/399.
[245] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 45, Akika 1; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 6/347.
[246] Buhâri, Deavât 3; İbn Mâce, Taharet 77, 523; İbn
Hibbân, Sahih, 1372.
[247] Tirmizî, Menakıb 45, 3826; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/93.
[248] Buhârî, Edeb 108.
[249] Buhârî, Edep 112; Tirmizî, Salat 248, 333, Birr 57,
1989; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'l-Leyl, 334-336; İbn Mâce, Edeb 24, 3720, 3740;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/119, 171, 190, 212, 270.
[250] Ebu Dâvud, Edep 65, 4964; Tirmizî, Edeb 62, 2831;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/285.
[251] Buhari, Flten 26; İbn Mâce, Fİten 33, 4073; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/246, 248, 252.
[252] Buhârî, İstizan 13; Ebu Dâvud, Edeb 127-128, 5180;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/6.
[253] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 1073; Ebu Dâvud, Edeb 127-128,
5181, 5183; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/398.
[254] Buhârî, İsti'zan 17; Ebu Dâvud, Edeb 127, 128 , 518;
Tirmizî, İsti'zan 18 , 2711; Nesâî, Amelu'l-Yevm ve'1-Leyl, 328; İbn Mâce, Edeb
17, 3709; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/298, 320, 363.
[255] Buhari, Libas 23, 75, İsti'zan 11, Diyat 23; Tinnizî,
İsti'zan 17, 2709; Nesâî, Kasame 45; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/330, 334.
[256] Buhârî, İsti'zan 11, Diyât 23; Ebu Dâvud, Edeb
126,127, 5171; Tinnizî, İsti'zan 17, 2708; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/239, 242.
[257] Buhari, Diyât 15; Nesâî, Kasame 46; Ahnıed b. Hanbel,
Müsned, 2/243, 428.
[258] Ebu Dâvud, Nikah 42, 43, 2148; Tirmfzî, Edeb 28, 2776;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/358, 381.
[259] Nur: 24/30.
[260] Buhari, İsti'zan 4; Ebu Dâvud, Edeb 133, 134 , 5199;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/325, 510.
[261] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/30.
[262] Buhari, Cenâiz 2; Ebu Dâvud, Edeb 90 , 5030; Tirmizî,
Edeb 1 , 2737; Nesâî, Cenâiz 52; İbn Mâce, Cenâiz 1 , 1435; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/540.
[263] Ebu Dâvud, Edeb 131-132 , 5196; Tirmizî, İsti'zan 2.
[264] Buhârî, İstizan 22; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/99.
[265] Buhârî, İsti'zan 22; Ebu Dâvud, Edeb 137-138 , 5206;
Tirmizî, Siyer 41 , 1603; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'I-Leyl, 378-380; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/9, 19, 58, 113.
[266] Buhâri, İstitâbetu'1'Murteddİn 4; Tirmizî, İsti'zan 12
, 2701; Nesâî, Amelu'l-Yevm ve'l-Leyl, 381-384; İbn Mâce, 3689; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/37, 85, 199.
[267] Tirmizî, Siyer 41.
[268] Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 381-384.
[269] B.k.z: N. Yenel, H, Kayapmar, Sünen-i Ebu Dâvud
Terceme ve Şerhi, 16/508-509.
[270] Tirmizî, İsti zan 12 , 2700; Ebu Dâvud, Edeb 137-138 ,
5205; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/263, 266, 444, 459, 522.
[271] Buhârî, İsti'zan 15; Ebu Dâvud, Edeb 135-136 , 5202;
Tirmizî, İsti’zan 8 , 2696; Nesâî, Amelu'l-Yevm ve'1-Leyl, 330 , 331; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/131, 169, 183.
[272] İbn Mâce, Mukaddime 11, 139; Nesâî, Fezailu's-Sahabe,
157; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/404.
[273] Buhari, Vudu'13, Tefsinı Sure-i Ahzâb 13; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/56, 223, 271.
[274] B.k.z: Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, İstanbul 1991, İnsan
yayınları, 4/459-460.
[275] Abd b. Humeyd, Müsned, 1073.
[276] Buhâri, Nikah 111; Tirmizî, Rada' 16 , 1171; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/149, 153.
[277] Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 284; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/171, 186, 213.
[278] Buhârî, İ'tikaf 8, 11, 12, Farzu'1-Hums 4, BedVİ-Halk
11, Edeb 121, Ahkam 21; Ebu Dâvud, Siyam 70, 2470, 2471, Edeb 81 , 4994; İbn
Mâce, Siyam 65 , 1779; Ahmed b. Hanbcl, Müsned. 6/337.
[279] Buhârî, İlm 8, Salat 84; Tirmizî, İstizan 29 , 2724;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/219.
[280] Bııhârî, Cuma 20 , İstİ'zan 32; Tirmizi, İstizan 9 ,
2749; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/16, 22, 32, 45, 102, 121, 124, 126, 149.
[281] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/342.
[282] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 1138; Ebu Dâvud, Edeb 25 ,
4853; İbn Mâce, Edep 22 , 3717; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/263, 283, 342, 389,
446, 447, 483, 527, 537.
[283] Buhari, Meğâzî 56, Nikâh 113, Libâs 61; Ebu Dâvud,
Edeb 53 , 4929; İbn Mâce, Nikah 22 , 1902, Hudud 38 , 2614; Muvatta', Vasiyet
5; Ahmed b. Hatibe, Müsned, 6/290, 318.
[284] Ebu Dâvud, Libas 32 , 4105, 4107-4110; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/152.
[285] Buhârî, Farzu'1-Hums 19, Nikah 107; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 6/347.
[286] Buhârî, İstizan 45; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/17, 32,
45, 121, 123, 126, 141, 146.
[287] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/160.
[288] Fethul-Barî, 87/206.
[289] Buhari, Tıb 32; Müslim, Selâm 51-52.
[290] Buhari, Tıb 39.
[291] Buhari, Tıb 33.
[292] Buhari, Tıb 37.
[293] Buhari, Tıb 17.
[294] Müslim, Selam, 63.
[295] Ebu Davud, Tıb 17; İbn Mace Tıb, 39; Ahmed b. Hanbel,
1/381.
[296] Müslim, Selam 64.
[297] İbn Hacer el-Askalanî, Fethul-Barî, X/260.
[298] Buhârî, Tıb 17; Müslim, İman 372.
[299] Müslim, Selâm 63 B.k.z.: Eymen ed-Dımeşkî, “Rukye
maddesi”, Şamil İslam Ansiklopedisi.
[300] Elmalılı, a.g.e., VIII, 5305.
[301] Nazarın Bilimsel Yönü, Yankı Dergisi, 5-30 Haziran
1983, sayı 635, s. 52.
[302] H. Egemen Sarıkaya, S. Birgil, C. Cümbüşel, Telepati,
İstanbul 1978 s. 15. Nazann bilimsel açıklaması için bak. Din ve îlim
Açısından-Nazar, Yrd.' Doç. Celal Kırca, Diyanet Dergisi, XXII. sayı: 1, 1986.
[303] Buhârî, Bed'u'l-Halk 11; İbn Mâce, Tıb 45, 3545; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/50, 57, 63, 96; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 8/30-3.
[304] B.k.z: “Sihir” maddesi, Şamil İslam Ansiklopedisi.
[305] Buhârî, Hibe 28; Ebu Dâvud, Diyat 6 , 4508; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/218.
[306] Buhârî, Merda 20, Tıb 38, 40; İbn Mâce, Cenaiz 64,
1619, Tıb 36, 3520; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/44, 45, 109, 114, 157, 127, 131,
278.
[307] Buhârî, Meğâzî 83; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl,
1019, 1020; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/50, 131, 208, 280.
[308] Buhârî, Tıb 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/30, 54, 61,
190, 208.
[309] Buhârî, Tıb 38; Ebu Dâvud, Tib 3895; Nesâî,
Amelu'1-Yevm vc'I-Leyl, 1020; İbn Mâce, Tib 36, 3521; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/93.
[310] BuhArî, Tıb 35; İbn Mâce, Tıb 33, 3512; Ahmed b.
Hanbel. Müsned, 6/63, 138.
[311] Tirmizî, Tıb 15, 2056; İbn Mâce, Tıb 34, 3516; Ahmed
b. HanbeJ, Müsned, 3/118, 119.
[312] Buhârî, Tıb 35; Ebu Ya'lâ, Müsned, 6918; Hâkim
Müsiedrek, 4/212; Beyhakî, Sünenu'l-Kübrâ, 9/347-348.
[313] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/334, 382.
[314] Ebu Dâvud, Tıb 3886.
[315] B.k.z. Y. Kardavi, Allah'ın Variığı ve Tevhidin
Hakikati, İhtar Yay., istanbul 1997, s. 98-99.
[316] Buhari, Tıb 33, 39, İcâre 16, Fezâilu'l-Kur'an 9; Ebu
Dâvud, Tıb 19, 3900; Tirmizî, Tıb 20, 2063, 2064; Nesâî, Sünemi'I-Kübrâ, 6/254,
10866, 10867, 6/255, 10868; İbn Mâce, Ticârât 7, 2156; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/83.
[317] B.k.z: Said Havva, el-Esas-ı fi't-Tefsir, Şamil
Yayınevi, İstanbul 1989, 1/36.
[318] Ebu Dâvud, Tıb 3891; Tirmizî, Tıb 29, 2080; İbn Mace,
Tıb 36, 3522; Nesâî, Amelu'l-Yevm vc'1-Leyl, 999, 1001; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/21.
[319] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/216; Abdurrezzak, Musannef,
2582, 4220; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 10/353; Abd b. Humcyd, Müsned, 380.
[320] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/335.
[321] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 9/640-641.
[322] Buhârî, Tıb 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/343.
[323] Ebu Dâvud, Libas 32, 4105; İbn Mâce, Tıb 20, 3480;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/350.
[324] Ebu Dâvud, Tıb 3864; İbn Mâce, Tıb 24, 3493; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/303, 304, 315.
[325] Buhârî, Büyü' 40.
[326] Buhârî, İcâre 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/120, 177,
215, 261.
[327] Buhârî, Tıb 28, Bed'u'1-Halk 59; Tirmizî, Tıb 24,
2154; Nesâî, Sünenü'I-Kübrâ, 7609; İbn Mâce, Tıb 19 3472; Muvatta, Ayn 16;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/21, 85, 134.
[328] Buhârî, Meğâzî 83, Tıb 21, Dİyat 14, Nesâî,
Sünenü'l-Kübrâ, 7606; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/53.
[329] Buhârî, Tib 10, 21, 23, 26; Ebu Dâvud, Tıb 13, 3877;
İbn Mâce, Tıb 13, 3462; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/355, 356.
[330] B.k.z: Dr. Mahmud Denizkuşları, Kur'an-ı Kerim ve
Hadislerde Tıb, Marifet Yayınları, İstanbul 1990, s. 130-132.
[331] Buhârî, Tıb 7; İbn Mâce, Tıb 6, 3447.
[332] Doç Dr. Sefa Saygılı, Zafer Dergisi/ Mayıs/2000.
[333] Buhârî, Etime 24, Tıb 8; Tirmizî, Tıb 3, 2039; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 6/80, 155.
[334] Buhârî, T!b 4, 24; Tirmİzî, Tib 31, 2082.
[335] İbn Kayyim, Zadu'1-Mead, 3/74.
[336] İbn Kayyim, Zadu'1-Mead, 3/73.
[337] Türk Ansiklopedisi. 5/100.
[338] Buhârî, Tıb 3.
[339] Nahl: 16/68, 69. B.k.z: Dr. M. Denizkuşlan, a.g.e., s.
134-135.
[340] Buhârî, Enbiyâ 54; Tirmizî, Cenaiz 66, 1065.
[341] B.k.z: Dr. M. Denizkuşları, a.g.e., s. 95-97.
[342] Bıihârî, Tıb 30; Ebu Dâvud, Cenaİz 6, 3103; Nesâî,
Sünenü'l-Kübrâ, 7522; Ahmed b Hanbel, Müsned, 1/192.
[343] Buhari, Tıb 25; Ebu Dâvud, Tıb 24, 3911; Nesâî,
Sünenü'l-Kübrâ, 7591, 7592.
[344] Buhari, Tıb 54.
[345] Buharî, Tıb 54.
[346] Müslim, Selâm 102.
[347] B.k.z: Şamil İslam Ansiklopedisi, Uğursuzluk maddesi.
[348] Buhari, Tıb 44 ; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/266, 453,
524.
[349] Buhari, Cİhâd 47, Nikah 27, Tıb 43, 54; Müslim, Selâm
115-118, 2225; Ebu Dâvud, Tıb 24, 3922; Tirmizî, Edeb 58, 2824; Nesâî, Hayl 5;
İbn Mâce, Nikâh 55, 1995; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/153.
[350] Buhârî, Bed'u'I-Halk 6; Edeb 121.
[351] el-Mâide. 3/90.
[352] Saffet, 37/6-10 B.k.z: Cemil Çiftçi, "Kahin"
maddesi, Şamil İslam Ansiklopedisi.
[353] Tirmizî, Tefsiru'1-Kur'an 35, 3224.
[354] Ahmed b. Hanbel, Mttsned, 4/68, 5/380.
[355] Nesâî, Biat 19; İbn Mâce, Tıb 44, 3544; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/389, 390.
[356] Buhârî, Bed'ul-Halk 14, 15, Meğâzî 12; Ebu Dâvud, Edeb
161-162, 5252, 5253, 5254, 5255; Tirmizî, Ahkam 2, 1483; İbn Mâce, Tıb 42,
3535; Ahmed b. Hanbel, MÜsned, 2/9, 121, 3/452.
[357] Buhari, Cezau's-Sayd 1, Tefsiru Sure-i Mürselât 1,
Bed'u'1-Halk 17; Nesâî, Menasik 114; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/378, 428, 456,
458.
[358] Buhârî, Bed'u'1-Halk 15, Enbiya 8; Nesâî, Menasik 115;
İbn Mâce, Sayd 12, 3228.
[359] Ebu Dâvud, Edeb 162-163, 5263; Tirmizi, Ahkam 1, 1482;
İbn Mâce, Sayd 12, 3229; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/355.
[360] Buhârî, Cihad 153; Ebu Dâvud, Edep 163-164, 5266;
Nesâî, Sayd 38; İbn Mâce, Sayd 10, 3225; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/402.
[361] Buhari, Enbiya 54
[362] B.k.z: Yusuf el-Kardavî, Sünneti Anlamada Yöntem, Rey
Yayıncılık, 2. baskı, Kayseri 1993, s. 141.
[363] Buhârî, Musakat 5, Mezalim 23, Edeb 27; Ebu Dâvud,
Cihad 44, 2550; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/375, 517.
[364] Buhâri, Tefsiru Sure-i Câsiye 1, Edeb 101; Ebu Dâvud,
Edeb 160-161, 5247, Ahmed b. Hanbd, Müsned, 2/238, 272, 275.
[365] Buhârî, Edeb 102; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/272, 491,
499, 509.
[366] B.k.z: M. Sofuoğlu, Müslim Tercemesi, 7/115.
[367] Buhârî, Itk 17; Ahmed b. Hanbel, Müsncd, 2/316.
[368] Buhârî, Edeb 100; Ebu Dâvud, Edeb 76, 4979; Nesaî,
Amelu'l-Yevm ve'I-Leyl, 1049, 1050; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/51, 66, 209,
230, 281.
[369] Tirmizî, Cenaiz 16, 991, 992; Nesai, Cenaiz 42, Zinet
33; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/31, 47, 87, 88.
[370] Ebu Dâvud, Tcreccül 6, 4172; Nesâî, Zİnet 75; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/320.
[371] Nesâî, Zinet 38.
[372] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 799, 769; Tirmizî, Şemail,
249; Nesâî, Amelu'1-Yevm vc'I-Leyl, 998; İbn Mâce, Edeb 3758; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/388, 389.
[373] Buhârî, Menâklbu'I-Ensar 26, Edeb 90, Rİkak 29;
Tîrmizî, Edeb 70, 2849; İbn Mâce, Edeb
41, 3757; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/248, 391, 293, 444. 458, 480, 470.
[374] Buhari, Edeb 92; Ebu Dâvud, Edeb 87, 5009; Tirmizî,
Edeb 71, 2851; İbn Mâce, Edeb 42, 3759, 3760; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/288,
355, 391, 478, 480.
[375] Buhârî, Edebü'l-Müfred, (1271); Ebu Dâvud, Edep 56
(4939); İbn Mâce, Edeb 43 (3763); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/352, 357, 361
[376] B.k.z: Heyet, İlmihal, T.D.V., 2/120
[377] B.k.z: Heyet, İlmihal, T.D.V., 2/118-121; Hayreddin
Karaman, Günlük Hayatımızda Helal ve Haramlar, İz Yayıncılık, 17. baskı,
İstanbul 2003, s. 132-133; Yusuf el-Kardavî, İslam'da Helal ve Haram, Hilal
Yayınlan, İstanbul, tarihsiz, s. 309-310.
[378] Saffat: 37/102.
[379] Yusuf: 12/40.
[380] Yusuf. 12/36, 43.
[381] Fetih: 48/27, Saffat: 37/105, İsra: 17/60.
[382] B.k.z: Heyet, İlmihal, T.D.V, İstanbul 1999,
2/160-163; Ahmet Arpa, “Rüya”, Şamil İslam Ansiklopedisi.
[383] Buhârî, Tıb 39, Ta'bîr 14; Ebu Dâvud, Edeb 88, 5021;
Tirmizî, Rü'yâ 5, 2277; Nesâî, SünenÜ'l-Kübrâ, 4/391, 7655, Amelü'1-yevm
ve'Leyl, 6/224, 10734-10737; İbn Mâce, Ta'birur Rüya 4, 3909; Ahmed b. Hanbel,
5/296, 304, 305.
[384] B.k.z. Ahmet Arpa, “Rüya” maddesi, Şamil İslam
Ansiklopedisi.
[385] Buhârî, Tabir 26; Ebu Dâvud, Edeb 88, 5019; Tirmizî,
Rüya 1, 2270; Nesâî, Amelu'l-Yevm ve'I-Leyl, 910; İbn Mâce, Ta'biru'r-Rü'ya 3,
3906, 9, 3917, 10, 3926; Ahmed b.
Hanbcl, Müsned, 2/269, 395, 507.
[386] Buhârî, Ta'bir 4; Ebu Dâvud, Edeb 88, 5018; Tİtmİzî,
Rü'ya 1, 2271; Ahmed b. Hanbel,Müsned, 3/185, 5/316, 319.
[387] Buhârî, Tabir 10; Ebu Dâvud, Edeb 88, 5023; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/261, 411, 425, 472, 5/306.
[388] Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 912; İbn Mâce,
Ta'biru'r-Rü'ya 5, 3913; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/307, 350, 383.
[389] Buhâri, Tabir 11, 47; Ebu Dâvud, Eyman 10, 3267, 3269,
Sünnet 8, 4633; İbn Mâce, Ta bıru'r-Rü'ya 10 3918.
[390] Ebu Dâvud, Edeb 88, 5025; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/213, 286.
[391] Buhârî, Vudû' 74.
[392] Buhari, Menâkıb 25, Mcğazî 10, Tabir 39, 44; İbn Mâce,
Ta'biru'r-Rü'ya 10, 3921.
[393] Buhârî, Menakıb 25, Meğâzî 70, Tevhid 29; Tirmizî,
Rü'ya 10, 2293.
[394] Buhârî, Ezan 156, Cenâiz 93, Büyü' 24, Cihad 4,
Bedu'l-Halk 7, Edeb 69, Teheccüd 12, Enbiya 8, Ta bir 48; Tirmizî, Rü'ya 10,
2294; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/8, 9, 10, 14.
[395] Tirmizî, Mcnakıb 1, 3605; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4.
[396] Tirmizî, Menakıb 5, 3624; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/89, 95, 105.
[397] Ebu Dâvud, Sünnet 4673; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/540.
[398] Buhari, Vudû' 32; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/139, 147,
169, 175, 248.
[399] B.k.z: Kettânî, Mütevatir Hadisler, Tere. Hanifi AKIN,
Karınca Yay., İstanbul 2003, s. 501-502.
[400] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/340.
[401] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/229; İbn Huzeyme, Sahih,
966; İbn Hibbân, Sahih, 1591.
[402] Buhari, Cihad 84, 87, Meğâzî 32.
[403] Buhârî, İlm 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/399.
[404] Buhârî, Rikâk 26, İ'tisam 2.
[405] Buhârî, Rikâk 26; Tirmizî, Emsal 7, 2874; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/244.
[406] Buhârî, Menâkıb 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/9.
[407] Ahzâb: 33/40.
[408] Buhârî, Rikâk 53; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/313.
[409] Buhârî, Rikâk 53, Fitcn 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/333, 339.
[410] Buhârî, Rikâk 53.
[411] Buhârî, Rikâk 53.
[412] Buhârî, Rikâk 53, Fiten 1.
[413] Buhârî, Cenaiz 72, Menakıb 25, Meğazî 17, 27, Rikak 7,
53; Ebu Dâvud, Cenaiz 69-71, 3223, 3224; Nesâî, Cenaiz 61; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/149, 153, 154.
[414] Ebu Dâvud, Cenaiz 69-71, 3224.
[415] Buhârî, Rikak 53.
[416] Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyamet 15, 2445; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 5/149.
[417] Buhârî, Rikak 53; Ahmet! b. Hanbel, Müsned, 3/140,
281.
[418] Buhârî, Meğâzî 18, Libas 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/171, 177.
[419] Buhari, Cihâd 24, 54, 82, 165, Edeb 39; Tirmizî, Cihad
14, 1687; İbn Mâce, Cihad 9, 2772.
[420] Buhârî, Bed'u 1-Vahy 6, Savm 7, Bed'u'1-Halk 6,
Menakıb 13, Fezailu'l-Kur'an 7; Nesâî, Siyam 2; Tirmizî, Şemail, 353; Ahmed b.
Hanbel, Müsned 1/230, 288, 326, 363, 366, 373.
[421] Buhârî, Edeb 39, Vesaya 25.
[422] Buhârî, Diyât 27; Ebu Dâvud, Edeb 1, 4773.
[423] Buhârî, Edeb39; Tirmizî, Şemail, 352; Ahmed b. Hanbcl,
Müsned 3/307.
[424] Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/107; İbn Huzeyme, Sahih,
2371.
[425] Tirmizî, Zekat 29, 666; Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/401,
6/465.
[426] Buhâri, Hibe 18, Kefalet 3, Şehadat 28, Farzu'1-Hums
15, Meğâzî 73.
[427] Buhârî, Cenâiz 43; Ebu Dâvud, Cenâiz 23-24, 3126.
[428] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 376; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/112.
[429] Buhârî, Edeb 18; İbn Mâce, Edeb 3, 3665; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/56, 70.
[430] Buhârî, Edeb 18; Ebu Dâvud, Edeb 144-145, 5218;
Tirmizî, Birr 12, 1911; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/228, 241, 269, 514.
[431] Buhari, Edeb 27, Tevhid 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/358.
[432] İsrâ: 17/7.
[433] Buhari, Menakıb 23, Edeb 72; İbn Mâce, Zühd 17, 4180.
[434] Buhârî, Menâkıb 23, Fezailu's-Sahabe 27, Edeb 38, 39;
Tirmizî, Birr 47, 1975; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/161, 189, 192.
[435] Ebu Davud, Salatu't-Tatavvu' 12, 1294; Tirmizî, Sefer
412, 585, Edeb 70, 2850; Nesâî, Amelul-Yevm ve'1-Leyl, 170; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 5/86, 88, 91, 105, 107.
[436] Buhârî, Edeb 90, 95, 111; Nesâî Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 525; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/186, 227.
[437] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/137; Abd b. Humeyd, Müsned,
1274.
[438] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/133, 137; Abd b. Humeyd,
Müsned, 1273.
[439] Ebu Dâvud, Edeb 12, 4819; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/285.
[440] Buhari, Menâkib 23, Edeb 80; Ebu Dâvud, Edep 4, 4785;
Tirmizî, Şemail, 349; Ahmed b. Hanbel, MÜsned, 6/85, 114, 115, 181, 189, 223,
262.
[441] Nevevî, Müslim Şerhi, 15/82.
[442] Tirmizî, Şemail, 348; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/31,
206, 229, 281.
[443] Taberânî, Mu'cemu'l-Kehîr, 2/1944.
[444] Buhari, Menâkıb 23; Tirmizî, Birr 69, 2015; Ahmed b.
Hanbel, Müsned 3/22, 227.
[445] Buhârî, İsti'zan 41; Ahmed b. Hanbel, Müsned 6/376.
[446] Buhârî, Bed'u'I-Vahy 1; Tirmizî, Menakıb 7, 3634;
Nesâî, Fezailu'I-Kur'an, 4; Ahnıed b. Hanbel, Müsned, 6/58, 158, 163, 202, 256.
[447] b.k.z: Maide: 5/111, En'am: 6/112, 121, Enfal: 8/12,
Nahl: 16/68-69, Kasas: 28/7, Fussilet: 41/12, Zilzâl: 99/4-5.
[448] Buhâri, Menâkıb 23, Menakıbu'l-Ensar 52, Libas 70; Ebu
Dâvud, Tereccül 10, 4188; Tirmizî, Şemail, 30) Nesâî, Zinet 62; İbn Mâce, Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 1/246, 261, 287, 320.
[449] Nevevî, Müslim Şerhi, 15/89.
[450] Nevevî,.Müslim Şerhi, 15/89.
[451] Buhârî, Menâkıb 13, Libâs 68; Ebu Dâvud, Teraccül 9,
4183, 4185, 4186; Tirmizî, Menâkıb 8, 3635; Nesâî, Zînet 60; İbn Mâce, Libâs
20, 3599; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/282, 295, 203.
[452] Buhârî, Libas 68; Tirmizî, Şemail, 27; İbn Mâce, Libas
36, 3634; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/135, 203.
[453] Tirmizî, Menakıb 12, 3646; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/86, 88, 103.
[454] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 790; Ebu Dâvud, Edeb 30, 4864;
Tirmizî, Şemail, 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/454.
[455] Buhârî, Menâkib 23; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 3/160,
206.
[456] Buhârî, Menâkıb 23; Tirmizî, Edeb 60, 2827; Nesâî,
Fezailu's-Sahabe, 59; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/307.
[457] Tirmizî, Şemail, 17, 39, 44; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/86, 88, 90, 95, 100, 102, 103, 104, 107.
[458] Buhârî, Vudû' 40, Menakib 21, Merda 18, Deavat 31;
Tirmizî, Menakıb 11 (3643.
[459] Muhammed: 47/19
[460] Tirmizî, Şemail, 23; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'l-Leyl,
295, 421, 422; Ahtned b. Hanbel, Müsned, 5/82.
[461] Buhârî, Menâkıb 23, Libas 68; Tirmizî, Menâkıb 4,
3623; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/130, 148, 185, 240.
[462] Buhari, Menâkıbu'l-Ensâr 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/363.
[463] Buhârî, Menâkib 17, Tefsir Sure-i Saff 1; Tirmizî,
Edeb 67, 2840; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/80, 84.
[464] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/395, 404, 407.
[465] Ebu Dâvud, Vitr 26, 1516; Tirmizî, Deavat 39 3434; İbn
Mace, Edeb 57, 3814.
[466] Müslim, Zikr 42, 2702; Ebu Dâvud, Vitr 26, 1515.
[467] Buhârî, Edeb 72, İ'tisam 5; Nesâî, Amelu'1-Yevm
ve'I-Leyl, 234; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/45, 181.
[468] Nisa: 4/65
[469] Buhârî, Şirb 6, 7; Ebu Dâvud, Akdiye 31, 3637,
Tirmizî, Ahkâm 26, 1363; Nesâî, Adabu'I-Kudât 27; İbn Mace, Ruhun 20, 2480;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/5.
[470] Buhârî, İ'tİsam 3; Ebu Davud, Sünnet 6, 4610; Ahmed h.
Hanbel, Müsned, 1/176, 179.
[471] Maide: 5/101.
[472] Buhâri, Mevâkitu's-Salat 11, Fezâil 134, Tefsiru
Surc-i Maide 12, Rikak 27, İ'tisam 3; Tirmİzî, fefsiru'l-Kur'an 6, 3056; Ahmed
b. Hanbel, Müsncd, 3/206, 210, 268.
[473] Buhari, İlm 28, İ'tisam 3.
[474] İbn Mâce, Ruhun 15, 2470; Ahnıed b. Hanbel, Müsncd,
1/162, 163.
[475] İbn Mâce, Ruhun 15, 2471; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/152.
[476] Buhari, Menâkib 25; Ahmed b. Hanbel, Müsııed, 2/313.
[477] Buhârî, Enbiyâ 48; Ebu Dâvud, Sünnet 13, 4675; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/463.
[478] Al-i İmrân: 3/36.
[479] Buhârî, Enbiyâ 44, Tefsiru Sure-i Âl-i İmran 2; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/233, 274.
[480] Buhârî, Enbiyâ 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/314.
[481] Ebu Dâvud, Sünnet 13, 4672; Tirmizî, Tefsirıı'l-Kur'an
87, 3352; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/178, 184.
[482] Buhârî, Enbiyâ 8, İsti'zan 5.
[483] Bakara: 2/260.
[484] Buhârî, Enbiyâ 11.
[485] Hud: 11/80.
[486] Saffat: 37/39.
[487] Enbiya: 21/63.
[488] Buhari, Enbiyâ 8, Nikah 12.
[489] Nevevî, Müslim Şerhi, 15/123.
[490] Nevevî, Müslim Şerhi, 15/123.
[491] Saffât: 37/89.
[492] Enbiyâ: 21163.
[493] Saffât: 37/89.
[494] Enbiyâ; 21/63.
[495] Enbiyâ: 21163.
[496] Hucurat: 49/10.
[497] B.k.z: M. Ali Sâbûnî, Ayetler İşığında Peygamberler
Tarihi, çev. Hanifİ AKİN, Ahsen Yayınlan, İstanbul 2003, s. 150-151.
[498] Buhari, Husûmât 1, Rlkak 43, Tevhid 31; Ebu Dâvud,
Sünnet 13, 4671; Ahmed b. Hanbel, MÜsned, 2/450.
[499] Buhârî, Enbiya 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/405,
468, 539.
[500] Kalem: 68/48.
[501] Buhari, Enbiya 8, Menakıb 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/431.
[502] İbn Mâce, Ticarat 5, 2150; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/296, 405, 485.
[503] Buhârî, İlm 16, 19, 44, İcare 7, Şura 12, Enbiya 27,
Eyman 15; Ebu Dâvud, Sünnet 16, 4707; Tirmizî, Tefsİru'l-Kur'an 18, 3130, 3149;
Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 5/118, 119.
[504] B.k.z: Hak Dini Kur'an Dili, 5/370-371.
[505] Enbiyâ': 21/34.
[506] Müslim, Cihâd 58, 1763; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/30,
32.
[507] Müslim, Fezâüu's-Sahâbe 220, 2538.
[508] Buhârî, İlm 41, Mevâkîtu's-Salât 20, 40; Müslim,
Fezâilu's-Sahâbe 217, 2537.
[509] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/387.
[510] Buhârî, Enbiyâ 1; Müslim, Cennet 28, 2841; Tirmizî,
Kıyamet 60, Cennet 5, 7; İbn Mâce, Zühd 39; Ahmed b. Hanbel, 2/315, 323, 535.
[511] Saffât: 37/77.
[512] Ankebut: 29/14.
[513] Kehf: 18/78.
[514] Enbiyâ': 21/34 mealindeki.
[515] B.k.z: İbn Kayyım el-Cevziyye, Uydurma Hadisleri
Tanıma Yollan, çev. Hanifı Akın, Karınca Yayınları, İstanbul 2004, s. 196-209.
Daha geniş bilgi için buraya bakabilirsiniz.
[516] Tevbe: 9/100.
[517] Feth: 48/28.
[518] Feth: 48/29.
[519] B.k.z: Şamil İslam Ansiklopedisi, Ashâb maddesi.
[520] B.k.z: Mehmet Efendioğlu, “Fezâilu's-Sahabe” maddesi,
İslam Ansiklopedisi, T.D.V, İstanbul 1997, 12/534-538.
[521] Buhârî, Menâklbu'l-Ensar 45, Tefsiru Sure-İ Tevbe 9;
Tirmizi, Tefsiru'l-Kur'an 10, 3096; Ahmed b. Hanbel, Müsned, ¼.
[522] Buhârî, Salat 80, Menâklbu'l-Ensar 44; Tirmizi,
Menâklb 15, 3660; Ahmed b. Hanbel Müsned, 3/1.
[523] Tevbe: 9/40.
[524] Konu ile ilgili hadisler için b.k.z: Buhârî,
Fezailu'l-Ashab 3, 5, Feraiz 9; Müslim, Mesacid 23, 532 Fezâilu's-Sahâbe 3,
2383; Tirmizî, Menakib 15, 3659, 3661, 3662; Müsned: 1/270, 359, 3/478, 4/4, 5,
212, Heysemî, Mecma'z-zevaid, 9/44; İbn Ebi Asım, Sünnet, 1225; Hâtıb el-Bağdadi,
Tarihi Bağdat, 3/134; Bezzâr; Taberânî, el-Kebir 1686.
[525] Konu ile ilgili hadisler için b.k.z: Buhârî, Salat 80,
Fezailu'l-Ashab 3, Menakibu'l-Ensar 45; Müslim, Fezailu's-sahabe 2, 2382;
Tirmizî, Menakib 15, n3660, 20, 3732, 21; Müsned: 1/175,270,331,2/26,3/18.
[526] Buhârî, Fezâilu's-Sahabe 5, Meğazî 63; Tirmizî,
Menakib 63, 3885; Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/203.
[527] Buhârî, Fezâilu's-Sahabe 5, Ahkam 51, İ'tİsam 24;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/82, 83.
[528] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/144.
[529] Nevevî, Müslim Şerhi, 15/154.
B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 10/216.
[530] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 515; Nesâî, Fezailu's-Sahabe,
6; İbn Huzeyme, Sahih, 2131.
[531] Buhârî, Muzarâa 4; Tirmizî, Menakıb 17, 3677, 18,
3695; Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/245, 382, 502.
[532] Buhârî, Fezâilu's-Sahabe 5; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ,
8115; İbn Mâce, Mukaddime 11, 98; Ahmed b. Hanbel, Müsncd, 1/112.
[533] Buhârî, İman 15, Fezâilu's-Sahabe 6, Ta'bir 17, 18;
Tirmizî, Rü'ya 9, 2286; Nesâî, İman 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/86.
[534] Buhari, İlm 22, Fezâilu's-Sahabe 6, Ta'bir 15, 16, 34,
37; Tirmizî, Rü'ya 9, 2284; Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 22; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/83, 108, 130, 147, 154.
[535] Buhari, Fezâilu's-Sahabe 5; Nesâî, Fezailu's-Sahabe,
15.
[536] Buhârî, Nikah 107; Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 24.
[537] Buhârî, Bed'u'1-Halk 11, Fezâilu's-Sahabe 6, Edeb 68;
Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 207; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/171, 182, 187.
[538] Tirmizî, Menakıb 18, 3693; Nesâî, Fezailu's-Sahabe,
18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6755.
[539] Bakara: 2/125.
[540] Ahzab: 33/59.
[541] Enfal: 8/68.
[542] Tevbe: 9/80.
[543] Tevbe: 9/84.
[544] Buhârî, Tefsİru Sure-i Tevbe 12; Tirmizî,
Tefsİru'l-Kur'an 10, 3098; İbn Mâce, Cenaiz 31, 1523; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/18.
[545] Bakara: 2/125.
[546] Ahzâb: 33/59.
[547] Tahrîm:66/5.
[548] Mâide: 5/90-91.
[549] Enfal: 8/67-68.
[550] Tevbe: 9/84.
[551] Nur: 24/16.
[552] Nisa: 4/65.
[553] Bakara: 2/98.
[554] Mu'minun: 2/12-14.
[555] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 603; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/62.
[556] Yusuf: 12/18.
[557] Buhâri, Fezâilu's-Sahabe 6, 7, Edeb 119, Ahbaru'1-Ahad
3; Tirmizî, Menakib 19, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/393, 406.
[558] Buhâri, Meğazİ 78; Tirmizî, Menaklb 21, 31; Nesâî,
Fezailu's-Sahabc, 35, 36, 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/173, 175, 177, 179.
[559] Ali İmran: 3/61.
[560] Tirmizî, Menakıb 21, 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/185.
[561] Buhârî, Cihad 102, Fezâilu's-Sahabe 9, Meğazi 38; Ebu
Dâvud, İlm 10, 61; Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 46; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/333.
[562] Ebu Dâvud, Huruf 5, 73; Ahmed b. Hanbel, Müsrıed,
4/366.
[563] Buhârî, Salat 58, Fezâilu's-Sahabe 9, Isti'zan 40.
[564] Buhârî, Cihad 70, Temenni 4; Tirmizî, Menakıb 27, 56;
Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 113; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/140.
[565] Buhârî, Fezâilu's-Sahabe 15, Meğazi 18; Tirmizî,
İsti'zan 61, 30, Menakıb 3753; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 195, 196; İbn
Mâce, Mukaddime 11, 0; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/174, 180.
[566] Lokman: 31/14-15.
[567] Enfal: 8/1.
[568] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 24; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an
30, 89; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/181,
185.
[569] En'am: 6/52.
[570] Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 116, 133, 160, 162; İbn Mâce,
Zühd 7, 28; Abd b. Humeyd, 131.
[571] Buhârî, Fezâİlu's-Sahabe 14, Meğâzî 18.
[572] Buhârî, Cihad 40, Ahbaru'1-Ahad 2; Tirmizî, Menakıb
25, 45; Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 107; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/307, 338, 345,
365.
[573] Buhârî, Fezâilu's-Sahabe 13; Tirmizî, Menakıb 23, 43;
Nesâî, Amelul-Yevm ve'1-Leyl, 200, 201; İbn Mâce, Mukaddime 11, 2; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/164, 166.
[574] Tirmizî, Menakıb 19, 196; Nesâî, Fezailu's-Sahabe,
103; Ahmed b. Hanbet, Müsned, 2/419.
[575] Al-i İmrân: 3/172.
[576] Buhari, Meğazî 25; İbn Mâce, Mukaddime 11, 124.
[577] Buhârî, Fezâilu's-Sahabe 21, Meğâzî 72, Ahbaru'I-Ahad
1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/133, 189, 245.
[578] Buhârî, Fezâilu's-Sahabc 21, Meğâzî 72, Ahbaru'I-Ahad
1; Tirmizî, Menakıb 33, 3796); İbn Mâce, Mukaddime 11, 135); Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 5/398, 400.
[579] Buhârî, Büyü' 49, Libas 60; İbn Mâce, Mukaddime 11,
142
[580] Tirmizî, Edeb 27, 2775.
[581] Ahzab: 33/33.
[582] Ebu Dâvud, Libas 5, 4032; Tirmizî, Edeb 49, 2813.
[583] Ahzâb: 33/5.
[584] Buhârî, Tefsiru Sure-i Ahzab 2; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an
34, 3209, Menakıb 40, 3813; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/77.
[585] Buhârî, Fezâilu's-Sahabe 17; Tirmizî, Menakıb 40,
3816; Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 78; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/20, 89, 110.
[586] Buhârî, Cihad 196; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/203.
[587] Ebu Dâvud, Cihad 54,
2566; İbn Mâce, Edeb 48, 3773; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/203.
[588] Buhârî, Enbiya 45, Menakibu'l-Ensar 44; Tirmizî,
Menakıb 62, 3877; Nesâî, Sünenü'l-Kübra, 8354; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/84,
132, 143.
[589] Buhari, Enbiya 32, Fezaİlu's-Sahabe 30, Et'ime 25;
Tirmizî, Et'ime 31, 1834; Nesâî, [şretu'n-Nisa 3; İbn Mâce, Et'ime 14, 3280;
Ahmed b. Hanbel, Müsned,4/294, 409.
[590] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 20, Tevhid 35; Nesâî,
Fezailu's-Sahabe, 253; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/230.
[591] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 20, Edeb 23, Tevhid 32.
[592] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 20, Fezâilu's-Sahabe 44.
[593] Buhari, Menâkıbu'l-Ensar 44, Nikah 35; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/41, 128, 161.
[594] Buhârî, Nikah 108; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6730, 61,
213.
[595] Buhari, Edeb 81; Ebu Dâvud, Edeb 54, 4931; İbn Mâce,
Nikah 50, 1982; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/57, 166, 233, 234.
[596] Buhârî, Hibe 7.
[597] Buhârî, Hibe 8; Nesâî, İşretu'n-Nisa 3; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/88.
[598] Nesâî, İşretu'n-Nisa 3.
[599] Buhârî, Meğâzî 83; Fezâilu's-Sahabe 30; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/200.
[600] Buhârî, Meğâzî 83, Merda 19; Tirmizî, Deavat 77, 96;
Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 1095; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 6/231.
[601] Bııhârî, Meğâzî 83, Deavat 29, Rİkak 41.
[602] Buhârî, Nikah 97; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/114.
[603] Buhârî, Fezâilu's-Sahabe 30, Et'ime 25, 30; Tirmizî,
Menakıb 63, 3887; İbn Mâce, Et'imc 14, 3281; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/156,
264.
[604] Buhârî, Bed'u'1-Halk 6, Fezâilu's-Sahabe 30, Edeb 111,
İstizan 16; Tirmizî, Menakıb 63, 3881; Nesâî, İşretu'n-Nisa; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 6/150.
[605] Buhârî, Nikah 72; Tirmizî, Şemail, 253; Nesâî,
Sünenü'l-Kübrâ, 9138.
[606] Buhari, Farzul-Hums 5, Fezâüu's-Sahabe 16; Ebu Dâvud,
Nikâh 12, 2071; Tirmizî, Menakib 60, 3867; Nesaî, Sünenü'l-Kübrâ, 5/147, 8518,
8519; İbn Mâce, Nikâh 56, 1998; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/326.
[607] Nisa: 4/3.
[608] B.k.z: Nevevî, Şerhu Müslim, 16/3.
[609] Buhari, Fezâilu's-Sahabe 12, Menâkıb 25, Meğâzî 83;
Ebu Dâvud, Edeb 143-144, 5217; Tirmizi, Menâkıb 60, 3872; Nesâî, Sünemi
I-Kübrâ, 5/95, 8366, 8367, 5/96, 8368, 8369; İbn Mâce, Cenâiz 64, 1621; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 6/240.
[610] Buhârî, Menâkıb 25, Fezailu'l-Kur'an 1.
[611] Buhârî, Zekât 11; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/121.
[612] İbn Mâce, Cenalz 65, 35.
[613] Buhari, Cihad 38.
[614] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/239, 268; Abd b. Humeyd,
Müsned, 1346.
[615] Buhâri, Fezâilu's-Sahabe 6; Nesâî, Fezailu's-Sahabe,
23, 131, 279; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/372, 389.
[616] Ahmed b. Hanbel, Müsncd, 3/196, 290.
[617] Buhari, Teheccüd 17; Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 132;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/333, 439; İbn Huzeyme, Sahih, 1208.
[618] Mâide: 5/93.
[619] Tirmizî, Tefsinı'l-Kur'an 6, 3053.
[620] Buhârî, Fezâilu's-Sahabe 37, Meğâzî 74; Tirmizî,
Menakıb 38, 3806; Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 159, 282; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/401.
[621] Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 156.
[622] Al-i İmran: 3/161.
[623] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 8; Nesâî, Fezâİlu'I-Kur'an,
22.
[624] Buhari, Fezâilu'l-Kur'an 8.
[625] Buhârî, Fezâilu's-Sahabe 26, 27, Menakıbu'l-Ensar 14,
16, Fezailu'l-Kur'an 8; Tirmizî, Mcnakıb 38, 3810; Nesai, Fezaİlu's-Sahabe,
137, 174; Fezallui-Kur'an. 26; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/163, 189, 190.
[626] Buhâri, Menâkıbıı'l-Ensar 17; Tirmizî, Menakıb 33,
3794; Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 181; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/33, 277.
[627] Buhâri, Menâkibu'l-Ensar 16.
[628] Buhari, Menâkibu'l-Ensar 12; Tirmizî, Menâkıb 51,
3848; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/395, 349.
[629] Buhârî, Menâkıbu'I-Ensar 12; Tirmizî, Menakıb 51,
3847; İbn Mâce, 11, 157; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/289, 294, 301, 302.
[630] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/123; Abd. b. Humeyd,
Müsned, 1327.
[631] Buhârî. Cenaiz 34, Cihad 20; Nesâî, Cenaiz 12; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 3/298, 307.
[632] Nesâî, Fezaihı's-Sahabe, 142; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/421, 422, 425.
[633] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 1035; Nesâî, Amelu'1-Yevm
ve'1-Leyl, 339; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/174, 175.
[634] Tevbe: 9/35-36.
[635] Buhârî, Cihad 162, Menakıbu'l-Ensar 21, Edeb 68;
Tirmizî, Menakıb 42, 3820, 3821; İbn Mace, Mukaddime 11, 159; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/358, 359, 362, 365.
[636] Buftârî, Cihad 154, 192, Menakibu'l-Ensar 21, Meğazi
62; Ebu Dâvud, Cihad 160, 2772; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 524; Ahmed b.
Hanbel, MÜsned, 4/360, 362, 365.
[637] Buhârî, İlm 17, Vudu 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/327.
[638] Buhari, Teheccüd 21, Ta'bir 25; Tirmizî, Menakıb 44,
3825; Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 184; İbn Mâce, Mcsacid 6, 751; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/5, 12, 106.
[639] Buhari, Teheccüd 2, Fezâilu's-Sahabe 19, Ta'bir 35,
36; Tirmizî, Salat 239, 321; İbn Mâce, Ta'biru'r-Rüya 10, 3919; Ahmed b.
Hanbel. Müsned, 2/146.
[640] Buhâri, Deavat 47; Tirmizî, Menakıb 46, 3829; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/430.
[641] Tirmizî, Menakıb 3827; Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 188.
[642] Buhârî, İsti'zan 46; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/174,
195, 227, 253.
[643] Buhari, Menâkıbu'l-Ensar 19; Nesâî, Fezailu's-Sahabe,
148; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/169, 177.
[644] Buhâri, Menâkıbu'I-Ensar 19, Ta'bir 19; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 5/452.
[645] Buhârî, Salat 68, Bed'u'1-Halk 6, Edeb 91; Ebu Dâvud,
Edeb 87, 5013, 5014; Nesâî, Mesacid 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/269, 5/222.
[646] Buhârî, Bed'u'1-Halk 6, Edeb 91, Meğazi 30; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/299, 302.
[647] Buhari, Menâkib 16; Ebu Dâvud, Edeb 87, 5015; Tirmizî,
Edeb 70, 2846; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/72.
[648] Nur: 24/11.
[649] Buhâri, Meğâzî 34, Tefsiru Sure-i Nur 9, 10.
[650] Buhârî, Menâkıb 16.
[651] Buhârî, Edebü'l-Müsned, 34; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/319.
[652] Buhari, İ'tisam 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/240,
274.
[653] Buhârî, 42, Muzâraa 21; Ebu Dâvud, İlm 7, 3655; Nesâî,
Amelu'1-Yevm ve'l-Ley], 413; İbn Mace, Mukaddime 24 262; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 6/118, 138, 157, 257.
Ebu Hureyre'nin kastettiği iki ayetten birinin bu ayet grubu ve
diğerinin de yine bunun benzeri olan Bakara: 2/173 ayeti olduğu ifade
edilmiştir. Yine diğerinin, bu manada olan Âl-i İmran: 3/187. ayetinin olduğunu
söyleyenler de olmuştur.
[654] Mümtehine: 60/1.
[655] Buhari, Meğazi 46, Cihad 141, Tefsiru Sure-i Mümtehine
1; Ebu Dâvud, Cihad 98, 2650; Tirmizî, Tefsiru 1-Kur'an 61, 3305; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/79.
[656] B.k.z: Mevdudi, Tefhimu'I-Kur'an, İnsan Yayınları,
İstanbul 1991, 6/235.
[657] Meryem: 19/71.
[658] Meryem: 19/71.
[659] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/362, 420.
[660] Bu biattan Allah razı oldu. Bu olay, Feth: 18-19'da
anlatılmıştır.
[661] Buhâri, Vudu' 45, Meğâzî 56.
[662] Buhârî, Cihad 69, Meğâzî 55, Deavat 49; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/399.
[663] Buhârî, Meğâzî 38.
[664] Buhârî, Şerike 1.
[665] İbn Hibbân, Sahih, 7209; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ,
7/140.
[666] Buhârî, Farzul'-Hums 15, Menakıbu'l-Ensar 37, Meğâzî
38; Ebu Dâvud, Cihad 140, 2725; Tirmizî, Siyer 10, 1559; Nesâî,
Fezailu's-Sahabe, 283; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/405.
[667] Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 5/64, 65.
[668] Ai-i İmran: 3/122.
[669] Buhârî, Meğâzî 18, Tefsiru Sure-i , Ahkâm 18.
[670] Buhârî, Tefsiru Sure-i Munafikun 4; Tirmizî, Menakıb
66, 3902; Ahmed b. Hanbel, Müs-ned, 4/369, 372.
[671] Buhari, Menâkıbu'l-Ensar 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/175.
[672] Buhârî, Menakıbu'I-Ensar 11, Ahkâm 11; Tirmizî,
Menaktb 66, 3907; Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 220; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/150,
285.
[673] Buhari, Edeb 47, Ahkâm 7; Tirmizî, Menakib 67, 3910;
Ahmed b. Hanbel, Müs 3/496, 497.
[674] Buhari, Cihad 71.
[675] Buhârî, Menâkıb 6.
[676] Buhârî, Menâkıb 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/291,
388, 467, 481.
[677] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/45.
[678] Buhârî, Cihad 100; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/243,
448.
[679] Buhârî, Menâkıb 51; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/524.
[680] Buhârî, Nafakat 10, Enbiyâ 46.
[681] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/152.
[682] Buhârî, Kefalet 2, Edeb 67, İ'tisam 16; Ebu Dâvud,
Feraiz 17, 2926.
[683] Ebu Dâvud, Feraiz 17, 2925; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/83.
[684] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/398; Abd b. Humeyd, 539.
[685] Buhârî, Cihad 76, Menakıb 25, Fezailu's-Sahabe 1;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/7.
[686] Buhârî, Şehadat 9, Fezailu's-Sahabe 1, Rikak 7, Eyman
10; Tirmizî, Menakıb 57, 3859; İbn Mâce, Ahkam 27, 2362; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/378, 417, 434, 438, 442.
[687] Buhârî, Şehadat 9, Fezailu's-Sahabe 1, Rikak 7, Eyman
27; Nesâî, Eyman 29; Ahmet) b. Hanbel, Müsned, 4/427.
[688] Buhârî, İlm 41; Ebu Dâvud, Melahim 18, 4348; Tirmizî,
Fiten 64, 2251; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/88, 12.
[689] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/305, 322, 345, 379, 384.
[690] İbn Hibbân, Sahih, 2986.
[691] Buhârî, Fezailu's-Sahabe 5; Ebu Dâvud, Sünnet 10,
4658; Tirmizî, Menakıb 59, 3861; Nesâi, Fezailu's-Sahabe, 203; İbn Mâce,
Mukaddime 11, 161; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/11,54, 55, 63.
[692] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/38; Hâkim, Müstedrek,
3/404.
[693] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/173.
[694] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/220, 423.
[695] Hâkim, Müstedrek, 3/553.
[696] Buhârî, Tefsiru Sure-i Cuma 1; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/308.
[697] Buhârî, Rİkak 35; Tirmizi, Emsal 7, 2872; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/7, 44, 88, 121, 122.
[698] B.k.z: Ali Ünal, “Birr” maddesi, Şamil İslam
Aniklopedisi.
[699] Buhâri, Edep 2; İbn Mâce, Vesaya 2706; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/327, 391, 402.
[700] Buhârî, Cihâd 137, Edeb 3; Ebu Dâvud, Cihad 31, 2529;
Nesâî, Cihad 5; Tirmizî, Cihad 2 1671; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/165, 188,
193, 197, 221.
[701] Buhârî, Enbiya 48, Mezalim 35; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/307, 308.
[702] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 21; Tirmizî, Deavât 101, 3545;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/346.
[703] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 41; Ebu Dâvud, Ebu Dâvud, Edeb
119-120, 5143; Tirmizî, Birr 5, 1903; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/88, 91, 97, 111.
[704] Nevevî, Müslim Şerhi, 16/109.
[705] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 295, 302; Tirmizî, Zühd 52,
2389; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/182.
[706] Muhammed: 47/22-24.
[707] Buhâri, Tcfsiru Sure-i Muhammed 1, Tevhid 35; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/295, 383, 406, 455.
[708] Buhârî, Edeb 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/62.
[709] Buhârî, Edeb 4; Ebu Dâvud, Zekat 45,196; Tirmizî, Birr
10, 1909; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/80, 83, 84.
[710] Buhârî, Büyü1 13, Edeb 12; Ebu Dâvud, Zekat 45, 1693;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/156, 229, 266.
[711] A'raf: 7/34, Yunus: 10/49, Nahl: 16/61.
[712] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 52; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/200, 412, 484.
[713] Buhârî, Edeb 57; Ebu Dâvud, Edeb 46, 4910; Tirmizî,
Birr 24, 1935; Ahmed b. Hanbel, MÜsned, 3/110, 165, 209, 225.
[714] Buhârî, Edeb 62, İsti'zan 9; Ebu Dâvud, Edeb 47, 4911;
Tirmizî, Birr 21, 1932; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/416, 421, 422.
[715] Buhârî, Edeb 58; Ebu Dâvud, Edeb 48, 4917; Tirmizî,
Birr 56, 1988; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/245, 287, 465, 517.
[716] Hucurat, 49/12.
[717] B.k.z: Mevdudi, Tefhimu'I-Kur'an, 5/450452.
[718] Ebu Davud.
[719] B.k.z: Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, 5/452453.
[720] İbn Mâce, Zühd 23, 4213; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/277, 311, 360.
[721] İbn Mace, Zühd 9, 4143; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/484, 539.
[722] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 411; Ebu Dâvud, Edeb 47, 4916;
Tirmizî, Birr 76, 2023; İbn Mâce, Siyam 42, 1740; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/268, 329, 389, 400, 465.
[723] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/237, 338, 370, 523, 535.
[724] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 350; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/292, 408, 462, 482, 508.
[725] Tirmizî, Cenaiz 967, 968; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/276, 279, 282, 283.
[726] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 517; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/404.
[727] Buhârî, Merdâ 2; İbn Mâce, Cenaiz 64, 1622; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/172, 181.
[728] Buhârî, Merdâ 2, 3, 13, 14, 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/381, 441, 455.
[729] Buhârî, Merdâ 1; Tirmizî, Cenaiz 1, 965; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/42, 173, 254, 278.
[730] Buhârî, Merdâ 1; Tirmizî, Cenaiz 1, 966; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/303, 335, 3/4, 18, 24,48,61,81.
[731] Nisa: 4/23.
[732] Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 5, 3038; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/248.
[733] Bııhâri, Metdâ 6; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/346-347.
[734] Buhari, Edebü'I-Müfred, 490; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/160.
[735] Buhâri, Edebü'l-Müfred, 483, 484; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/323.
[736] En'am: 6/82.
[737] Lokman: 31/13.
[738] İbn Kesîr, Tefsiru'r-Kur'ani'1-Azîm, Beyrut 1969,
11.153.
[739] Muhammed Ali es-Sabunî, Safvetu't-Tefâsîr, İstanbul,
1987, II, 491.
[740] Enbiyâ: 21/29.
[741] B.k.z: Nureddin Turgay, Zulüma maddesi, Şamil İslam
Ansiklopedisi.
[742] Buhârî, Mezalim 3, İkrah 7; Ebu Dâvud, Edeb 38, 93;
Tirmizî, Hudud 3, 66; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/303, 334, 371.
[743] Nevevî, Müslim Şerhi, 16/134.
[744] Tirmizî, Sıfatu'I-Kıyamet 2, 218; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/303, 334, 371.
[745] Buhari,
Edebü'l-Müfred, 183; Tirmizî,
Sıfatu'I-Kıyamet 2 , 2420; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/235, 301, 323, 372, 411.
[746] Hud: 11/102.
[747] Buhârî, Tefsiru Sure-i Hud 5; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 12, 3110; İbn Mâce, Fiten 22, 4018.
[748] Buharî, Menâkib 8; Ahmed b. Hanbel, MÜsned, 3/323.
[749] Buhârî, Salat 88, Mezalim 5, Edeb 36; Tirmizî, Birr
18, 1928; Nesâî, Zekat 67; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/404, 405, 409.
[750] Buhârî, Edep 27.
[751] Münavi, Feyzu'l-kadir, VI, 67.
[752] Safahat, s. 200, E. Düzdağ neşri.
[753] Safahat, s. 164.
[754] Bakara: 2/120.
[755] Safahat, s. 279.
[756] Safahat, s. 274.
[757] Safahat, s. 186-187.
[758] Safahat, s. 260-261.
[759] Safahat, s. 183.
[760] B.k.z: Prof. Dr. İ. Lütfü Çakan, Hadislerle Gerçekler,
s. 501-505.
[761] Buhârî, Edeb 27.
[762] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 423; Ebu Dâvud, Edeb 39, 4894;
Tirmizî, Birr 51, 1981; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/235, 488, 517.
[763] Buhârî, İman 32, Edeb 44, Fiten 8; Tirmizî, Birr 51;
Nesaî, Tahrimu'd-Dem 27; İbn Mâce, Fiten 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/76, 178,
385, 411, 433, 454, 439.
[764] Tirmizî, Birr 82, 2029; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/235, 386, 438.
[765] Ebu Dâvud, Edeb 35, 4874; Tirmizî, Birr 23, 1934;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/230, 384, 386, 458.
[766] Ebu Davud.
[767] Ebu Davud.
[768] Buhari ve Müslim.
[769] Buhari, Müslim.
[770] Buhari, Müslim.
[771] Geniş bilgi için bkz. Fethu'1-Bari Cilt: 10, sahife:
36, Müslim, Şerhi Nevevi, Tahrimü'l-Gıybet babı; Riyazü's-Salihİyn, Gıybetin
Mubah Olan Babı, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas ve Ruhu'l-Meani.
[772] Ebu Davud.
[773] B.k.z: Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, 5/453-457.
[774] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/388, 404.
[775] Buhârî, Edeb 38; Ebu Dâvud, Edeb 5, 4791; Tirmizî, Birr
59, 1996; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/38.
[776] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 463; Ebu Dâvud, Edeb 10, 4809;
İbn Mâce, Edeb 9, 3687; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/362, 366.
[777] İbn Hibbân, Sahih, 552.
[778] Buhari, Edebü'l-Müfred, 469, 575, 580; Ebu Dâvud, Edeb
10, 4808; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/58, 112, 125, 171, 206, 222.
[779] Ebu Dâvud, Cihad 50, 2561; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/429, 431.
[780] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 317; Ahmed b. Hanbeİ, Müsned,
2/337, 365.
[781] Buhârî, Edebü'l-Müfired, 316; Ebu Dâvud, Edep 45,
4907; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/448.
[782] Buhârî, Edebü'l-MÜfred, 321.
[783] Ebû Davud, Akdiye 4.
[784] Tirmizî birr 48; Ahmed b. Hanbel, I, 405, 416.
[785] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/45.
[786] Buhârî, Deavat 34; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/390,
488, 496, 3/400.
[787] İbn Hibbân, Sahih, 5791.
[788] Buhari, Edebü'l-Müfred, 1309; Ebu Dâvud, Edeb 34,
4872; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/245, 465, 517.
[789] Buhârî, Sulh 2; Ebu Dâvud, Edeb 50, 4920, 4921;
Tirmizî, Birr 26, 1938; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 6/403, 404.
[790] B.k.z: Beyhakî, İmanın Şubeleri, çev. Hanifi Akın,
Polen Yayınlan, İstanbul 2005, s. 96.
[791] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/430, 437.
[792] Kalem: 68/10-14.
[793] Buhârî, Edeb 69; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/393, 439.
[794] Buhârî, Edeb 76; Nesâî, Amelu'I-Yevm ve'I-Leyl, 394;
Ahmed b, Hanbel, Müsned, 2/236, 517.
[795] Buhari, Bed'u'l-Halk 11, Edeb 44; Ebu Dâvud, Edeb
4781; Nesai, Amelu'1-Yevm ve'l-Leyl, 392, 393; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/394.
[796] B.k.z: Nevevî, Müslim Şerhi, 16/162.
[797] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/152, 229, 240, 245.
[798] Buhari, Itk 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/244. 449.
[799] Ebu Dâvud, Haraç 3045; Nesâî, Sünemi'İ-Kübrâ, 8771;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/403, 404, 468.
[800] Buhârî, Salat 66, Fiten 7; Nesâî, Mesacid 26; İbn
Mâce, Edeb 51, 3777; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/308.
[801] Buhârî, Fiten 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/317.
[802] Buhârî, Ezan 32; Ebu Dâvud, Edeb 159-160, 145;Tirmizî,
Birr 38, 1958; İbn Mâce, Edeb 7, 3682; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/341, 404,
495, 521, 533.
[803] Buhâri, Enbiya 54.
[804] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 552; Ebu Dâvud, Libas 26,
4090; İbn Mâce, Zühd 16, 4174; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/248, 376, 414, 427,
442.
[805] Hicr: 15/47.
[806] Tirmizî, Kıyâme 47; Ahmed b Hanbel, 2/179.
[807] İbn Mâce, Zühd, 16.
[808] Kasas, 28/83.
[809] İbn Hibbân, Sahih, 5711; Ebu Ya'lâ, Müsned, 1529.
[810] İbn Hibbân, Sahih, 6483.
[811] Buhari, Edebii'l-Müfred, 759; Ebu Dâvud, Edeb 85,
4983; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/272, 432, 465, 517.
[812] Buhari, Edeb 28; Ebu Dâvud, Edeb 122-123, 5151;
Tirmizi, Bİrr 28 , 1942; İbn Mâce, Edeb 4, 3673; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/238.
[813] Nisa: 4/34.
[814] Tirmizî, Et'ime 30, 1833; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/173.
[815] Buhârî, Zekat 21, Edeb 36, 37, Tevhid 31; Ebu Dâvud,
Edeb 116-117 , 5131; Tirmizî, İlm 14, 2672; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/400,
409, 413.
[816] Buhârî, Büyü 38, Zebaih 31; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/404.
[817] Buhârî, Zekat 10, Edeb 17; Tirmizî, Birr 13, 1915;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/87, 243.
[818] Tirmizî, Birr 13, 1914; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/147, 156.
[819] Buhârî, Eyman 9; Tirmizî, Cenaİz 64, 1060; Nesâî,
Cenaİz 25; İbn Mâce, Cenaiz 57, 1603; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/239, 276, 473,
479.
[820] Meryem: 19/71.
[821] Buhâri, İlm 36, Cenaiz 6, İ'tisam 9; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/14, 34, 72.
[822] Buhâri, Edebü'l-Müfred, 145; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/488, 509.
[823] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 144, 147; Nesâî, Cenaiz 26;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/419.
[824] Buhâri, Bedebü’l-Halk 5; Tirmizî, Tefsinı'l-Kur'an
2 3161; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/341,
413, 509.
[825] Buhari, Edebü'l-Müsned, 901; Ebu Dâvud, Edeb 16, 4834;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/295, 527.
[826] Nevevî, Müslim Şerhi, 16/184.
[827] Buhârî, Fezailu's-Sahabe 6; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/110, 165.
[828] Buhârî, Edep 96; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/392,
4/405.
[829] İbn Mâce, Zühd 25, 4225; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/156, 157, 168.
[830] Ra'd: 13/8.
[831] Hicr: 15/21.
[832] Kamer: 54/49.
[833] Buhari, Tıb 29; Müslim, Selam 98, 2219; Muvatta, Cami
22.
[834] Buhârî, Kader 1, Bed'ü'I-Halk 6, Enbiyâ' 1; Ebu Dâvud,
Sünnet 16, 4708; Tirmizî, Kader 4, 2137; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 6/366; İbn
Mâce, Mukaddime 10 76; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/382, 430.
[835] B.k.z: Said Havva, İslam Akaidi, Aksa Yayıncılık,
İstanbul 1996, 2/335 Arşın, 48 cm'lik bir ölçü birimidir.
[836] Buhârî, Hayz 17, Mevâkitu's-Salat 17, Enbiya 1, Kader
1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/116,117, 148.
[837] Mü'minun: 23/12, 16.
[838] Leyl: 92/5-10.
[839] Buhârî, Cenaiz 82, Tefsiru Sute-i Leyi 3, 4, 5, 6, 7,
Edeb 120, Kader 4, Tevhid 45; Ebu Dâvud, Sünnet 16, 4694; Tirmizî, Kader 3,
2136, Tefsiru'1-Kur'an 81, 3344; İbn Mâce, Ma kaddime 10, 78; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/82, 129, 132, 140.
[840] B.k.z: Haydar Hatipoğlu, Sünen-İ İbn Mace Tercemesi ve
Şerhi, 1/138-139.
[841] Buhârî, Halku Ef'âli'I-İbâd, 136; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/292, 335.
[842] Nevevî, Müslim Şerhi, 16/107.
[843] Buhârî, Kader 2, Tevhid 54; Ebu Dâvud, Sünnet 16,
4709; Ahmed b. Hanbel, Müsned. 4/427, 431.
[844] Buhari, Cihad 77.
[845] Buhârî, Kader 11, Enbiya 31, Tevhid 37, Tefsini Sure-i
Taha 1, 3; Ebu Dâvud, Sünnet 16, 4701; Tirmizî, Kader 2, 2135; İbn Mace,
Mukaddime 10; Muvatta', Kader 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/248, 264, 268, 392,
398, 448.
[846] Hattâbî, Mealimu's-Sünen, 5/78.
[847] Tirmizî, Kader 18, 2156; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/169.
[848] Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 7739; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/168, 173.
[849] Buhârî, Halltu Ef'âli'î-İbâd, 25; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/110; İbn Hibbân, Sahih, 6149.
[850] Kalem: 54/48-49 Tirmizî, Kader 19, 2157; İbn Mâce,
Mukaddime 10, 83; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/444, 476.
[851] Buhari, İsti'zan 12, Kader 9; Ebu Dâvud, Nikah 42-43,
2152; Ahmed b. Hanbel. Müsned, 2/276.
[852] Rum: 30/30.
[853] Buhârî, Cenaiz 79; Tirmizî, Kader 5, 2138; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/233, 275.
[854] Müslim, Kader, 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/410,
481.
[855] Tahrim: 66/6.
[856] Prof. Dr. İ. Lütfü Çakan, Hadislerle Gerçekler, s.
482-485.
[857] Buhârî, Cenaiz 93, Kader 3; Tirmİzî, Kader 5, 2138;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/253, 410, 481.
[858] Nuh: 71/26.
[859] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/410.
[860] B.k.z: İbn Hacer el-Askalanî, Fethu'1-Bârî, 3/489-490.
[861] Ebu Dâvud, Sünnet 16, 4705; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an
19, 3150.
[862] Tefsiri Kebir, 21/161.
[863] Kehf: 18/81.
[864] Ebu Dâvud, Sünnet 16, 4713; İbn Mâce, Mukaddime 10,
82; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/41, 208.
[865] Buhârî, Eyman 9; Tirmizî, Cenaiz 64, 1060; Nesâî,
Cenaiz 25; İbn Mâce, Cenaiz 57, 1603; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/239, 276, 473,
479 hadisi ile 2465-2467 nolu hadisleri belirtti.
[866] Nesâî, Amelu'I-Yevm ve'l-Leyl, 264; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/390, 413, 433, 445, 466.
[867] İbn Mâce, Mukaddime 10, 79; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ,
10/89; İbn Hibbân, Sahih, 5722; İbn Ebi Âsim, Sünnet, 356.
[868] Nevevî, Müslim Şerhi, 16/214.
[869] Nevevî, Müslim Şerhi, 16/215.
[870] Nevevî, Müslim Şerhi, 16/215.
[871] Al-i İmran: 3/7.
[872] Taha: 20/5.
[873] En'am: 6/61.
[874] Fecr: 89/22.
[875] Rahman: 55/27.
[876] Zümer: 39/56.
[877] Feth: 48/10.
[878] B.k..z: Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir
Usulü, T.D.V. Yayınlan, Ankara
1991, s. 128-133
Buhârî, Tefsiru Sure-i Âl-i İmran 1; Ebu Dâvud, Sünnet 2, 4598; Tirmizî,
Tefsirıı'l-Kur'an 4, 2993; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/124, 132, 256.
[879] Nesâİ, Fezailu'l-Kur'an, 47; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/192.
[880] Buhârî, Fezailu'l-Kur'an 37, İ'tisam 26; Nesâî,
Fezailu'l-Kur'an, 121, 122, 123; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/313.
[881] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 10/655.
[882] Buhari, Mezalim 15, Tefsiru Sure-i Bakara 37, Ahkam
34; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 3, 2976; Nesâî, Âdabu'l-Kudat 34; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/55, 63, 205.
[883] Buhari, Enbiya 50, İ'tisam 14; Ahtned b. Hanbel,
Müsned, 3/84, 89.
[884] Buhârî, Enbiya 50, İ'tisâm 14; Müslim, İlim 6; İbni
Mace, Fiten 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 325, 327, 336, 337, 450, 511, 527;
111, 84, 89, 94
[885] Hakim, Müstedrek, IV, 455.
[886] Tecridi Tercemesi, XII, 409.
[887] B.k.z: Prof. Dr. İ. Lütfü Çakan, Hadislerle Gerçekler,
s. 121-122.
[888] Ebu Dâvud, Sünnet 5, 4608; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/386.
[889] Buhârî, İlm 21; Tirmizî, Fiten 34, 2205; İbn
Mace, Fiten 25, 4045; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/98, 120, 176, 202, 213, 273, 277, 289.
[890] Buhârî, Fiten 5, Edeb 39; Ebu Dâvud, Melahim 1, 4255;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/525.
[891] Buhari, İlm 34, İ'tisam 7; Tirmizî, İlm 5, 2652;
Nesâî, Sünenii'1-Kübrâ, 5907, 5908; İbn Mâce, Mukaddime 8, 52; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/162, 190, 203.
[892] Tirmizî, İlm 15, 2675; Nesâî, Zekat 64; İbn Mâce,
Mukaddime 14, 203; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/357, 358, 359.
[893] Ebu Dâvud, Sünnet 6, 4609; Tirmizî, İlm 15, 2674; İbn
Mâce, Mukaddime 14, 206; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/397.
[894] En'am: 6/164.
[895] B.k.z: N. Yeniel, H. Kayapmar, Sünen-i Ebu Dâvud, Terceme
ve Şerhi, 15/366.
[896] Nuh: 71/10.
[897] Mümin: 40/55.
[898] Buhârî, Deavât, 3; Tirmİzî, Tefsîru Sûre, 47/1; İbn
Mâce, Edeb, 57.
[899] Buhari, Tevhid 15; Tirmizî, Deavat 132, 3603; Nesâî,
Sünenii'I-Kübrâ, 7730; İbn Mâce, Edeb 58, 3822; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/251,
413, 480, 482, 524, 534.
[900] Ahmed b. Hanbel, Müsned. 2/411.
[901] Buhârî, Şurût 18, Deavat 68; Tirmizî, Deavat 83, 3508;
Nesâî, Sünemi'1-Kübrâ, 7659; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/258.
[902] A'raf: 7/180.
[903] Kureşî, el-Cevâhiru'I-Mudiyye, 1/12-15.
[904] Beyhakî, el-Esmâ ve's-Sıfât, s. 6-8; Gazzâlî,
el-Maksadu'1-Esnâ, s. 131-133.
[905] Gazzâlî, el-Maksadu'1-Esnâ, s. 139-141; Fahreddin
er-Râzî, Levâmiu'l-Beyyinât, s. 36-37.
[906] Ahmed b. Hanbel, 1/391.
[907] Ebu Abdullah el-Hâlimî, el-Minhâc, 1/187-209.
[908] îsrâ: 17/110.
[909] A'raf: 7/180.
[910] Tirmizî, Deavat 82.
[911] Buhâri, Deavat
21; Nesâî, Amelu'l-Yevm ve'l-Leyl, 584;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/101.
[912] Buhâri, Deavat 21; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/457; Ebu
Dâvud, Vitr 23, 1483; Tirmizî, Deavat 78, 3497; Nesâî, Amelu'l-Yevm ve'l-Leyl,
582; İbn Mâce, Dua 8, 3854; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/243, 463, 486, 500, 530.
[913] Buhârî, Merda 19, Deavat 30; Tirmizî, Cenaiz 3, 971;
Nesâî, Cenaiz 1; İbn Mâce, Zühd 31, 4265; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/101, 208,
281.
[914] Buhârî, Merda 19, Deavat 30, Rikak 7, Temenni 6; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 5/109, 110, 111, 112, 6/395.
[915] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/316.
[916] Muvatta1, Hudûd 10.
[917] Buhârî, Rikak 41; Tirmizî, Cenaiz 67, 1066, Zühd 6,
2309; Nesâî, Cenaiz 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/316, 321.
[918] Buhârî, Rikak 41; Tirmizî, Cenaiz 67, 1067; Nesâî,
Cenaiz 10; İbn Mâce, Zühd 32 264.
[919] Buhârî, Tevhid 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/435,
509.
[920] İbn Mâce, Edeb 56, 3811; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/147, 148, 153, 155, 169, 180.
[921] Tirmizî, Deavat 72 , 3487; Nesâî, Amelu'1-Yevm
ve'1-Leyl, 1053; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/107, 288.
[922] Buhârî, Deavat 66; Tirmizî, Deavat 130, 3600; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/251, 252, 358, 359, 382.
[923] Buhârî, Deavat 55; Ebu Dâvud, Vitr 26, 1519; Nesâî,
Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 1056.
[924] Buhari, Deavat 64, 65, Bed'u'1-Halk 11; Tirmizî,
Deavat 60, 3468; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 25, 26; İbn Mâce, Edep 55,
3798; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/302, 360, 375.
[925] Nisa: 4/31.
[926] Ebu Dâvud, Edeb 5091; Tirmizî, Deavat 61, 3469; Nesâî,
Amelu’l-Yevm ve'1-Leyl, 568.
[927] Buhârî, Deavat 64; Tirmizî, Deavat 104, 3553; Nesâî,
Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 112; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/422.
[928] Buhârî, Deavat 65, Tevhid 58; Tirmizî, Deavat 60,
3467; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 830; İbn Mâce, Edeb 56, 3806; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/232.
[929] Tirmizî, Deavat 129, 3597; Nesâî, Amelu'1-Yevm
ve'1-Leyl, 835.
[930] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/180, 185; Abd b. Humeyd,
136.
[931] Buhârî, Edepü'l-Müfred, 651; İbn Mâce, Dua 4, 3845;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/472, 6/394.
[932] Tirmizî, Deavat 59, 3463; Nesâî, Amelu'1-Yevm
ve'I-Leyi, 152; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/174, 180, 185.
[933] Ebu Dâvud, Edeb 60, 146 ;Tirmizi, Hudud 3, 1425, Birr
19, 1930, İlm 2, 2646, Kıraat 12, 2945; İbn Mâce, Mukaddime 17, 225, Sadakat
14, 2417; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/252, 274, 296, 325, 406, 514, 522.
[934] Tirmizî, Deavat
7, 3378; İbn Mâce, Edeb 53, 3791; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/33, 49, 92,
94.
[936] Ebu Dâvud, Vitr 26, 1515; Nesâî, Amelu'1-Yevm
ve'1-Leyl, 442; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/211, 260.
[937] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/275, 395, 427, 495.
[938] Buhâri, Meğâzî 38, Deavat 50, 67, Kader 7, Tevhid 9;
Ebu Dâvud, Vitr 26, 1526, 1528; Tirmizî, Deavat 58, 3461; Nesâî,
Sünemi'1-Kübrâ, 4/398, 5/255, 6/137; Amelu'1-Yevm ve'l-Ley, 1/364, 538; İbn
Mâce, Edeb 59, 3824; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/394, 403, 417.
[939] Buhari, Ezan 149, Deavat 17; Tirmizî, Deavat 97, 3531.
[940] Buhârî, Deavat 39, 44; Ebu Dâvud, Salât 148-149, 880;
Tirmizî, Deavât 76, 3495; Nesâî, Cenâiz 115, İstiâze 56; İbn Mâce, Duâ 3, 3838;
Ahmed b. Hanbel, 6/88, 89, 207.
[941] Buhari, Tefsiru Sure-i Nah! 1, Cihad 25, Deavat 38;
Ebu Dâvud, Vitr 32, 1540; Nesâî, İstiaze 6, 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/113,
117.
[942] Buhari, Deavat 28, Kaderl3; Nesâi, İstiaze 34; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/246.
[943] Tirmizî, Deavat 41, 3437; Nesâî, Amelu'1-Yevm
ve'l-Leyl, 560; İbn Mâce, Tib 9, 3457; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/377.
[944] Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'l-Leyl, 587.
[945] Buhari, Vudû' 75, Deavat 6 Ebu Dâvud, Edeb 97-98,
5046, 5047, 5048; Tirmizî, Deavat 16, 3394, 117, 3574; Nesâî, Amelu'I-Yevm
ve'l-Leyl, 780-785; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/290, 292, 293, 296, 300.
[946] Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 751, 772; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/294, 302.
[947] Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 796, 797; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/79.
[948] Buhârî, Deavat 13; Ebu Dâvud, Edeb 97-98, 5050; Nesâî,
Amelu'1-Yevm ve'l-Leyl, 791; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/422, 432.
[949] Buhârî,
Edebü'l-Müfred, 1206; Ebu
Dâvud, Edeb 97-98, 5053; Tirmizî,
Deavat 16, 3396; Nesâî,
Amelu'1-Yevm ve'I-Ley], 799; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/153, 167, 253.
[950] Ebu Dâvud, Vitr 32, 1550; Nesâî, Sehv 63, İstiaze 58;
İbn Mâce, Dua 3 , 3839; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/31, 100, 213, 278.
[951] Buhârî, Tevhid 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/302.
[952] Ebu Dâvud, Edeb 100-101 5086; Nesai, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 536.
[953] Buhârî, Deavat 60; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/417.
[954] Buhârî, Edebü'l-Müfrcd, 668.
[955] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 674; Tirmizi, Deavat 73 ,
3489; İbn Mâca, Dua 2, 3832); Ah-med b. Hanbel, Müsned, 1/389, 411, 416, 437,
443.
[956] Nesâî, İstiaze 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/371.
[957] Ebu Dâvud, Edeb 100-101, 5071; Tirmizî, Deavat 13,
3390; Nesai, Amelu'1-Yevm ve'l-Leyl, 23, 573.
[958] Buhârî, Meğâzî 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/307,
340, 494.
[959] Ebu Dâvud, Hatem 4, 4225; Nesâî, Zinet 53.
[960] Buhârî. Edebü'l-Müfred, 647; Tirmizî, Deavat 104, 3555; Nesâî, Sehv
94; İbn Mâce, Edeb 56, 3808 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/324, 429.
[961] Buhari, Fezâilu's-Sahabe 9, Farzu'1-Hums 6, Nafakat 6,
7, Deavat 11; Ebıı Dâvııd, Edeb 99-100, 5062; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl,
814, 815; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/80, 95, 136, 144.
[962] Buhârî, Bcd'u'1-Halk 15; Ebu Dâvud, Edep 105-106,
5102; Tirmizî, Deavat 57 , 3459; Nesâî, Amelıı'1-Yevm ve'I-Leyl, 943, 944;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/306, 321, 34.
[963] Nevevî, Müslim Şerhi, 17/46.
[964] Buhârî, Deavat 27, Tevhid 22, 23; Tirmizî, Deavat 40,
3435; Nesai, Amelu'1-Yevm ve'l-Leyl, 653; İbn Mâce, Dua 17, 3883; Ahmed b. Han
bel, Müsned, 1/228, 254, 258, 259, 280, 284, 339, 356.
[965] Tirmizî, Deavat 128, 3593; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/148, 161.
[966] Ebu Dâvud, Vitr 29 1534.
[967] Nevevî, Müslim Şerhi, 17/48.
[968] Buhârî, Edebü'I-Müfred, 625; İbn Mâce, Menasik 5,
2895; Ahmed b. Hanbel, Müsncd, 5/195, 196, 452.
[969] Tirmizî, Et'İme 18 , 1816; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/100, 117.
[970] Buhârî, Deavat 22; Ebu Dâvud, Vitr 23, 1484; Tirmizî,
Deavat 12, 3387; İbn Mâce, Dua 7, 3853; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/366, 487.
[971] Yusuf: 12/87.
[972] Mümin: 40/60.
[973] Bakara: 2/186.
[974] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 655.
[975] Buhârî, Nikah 87; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/205, 209.
[976] Buhari, Nikah 17; Tirmizî, Edeb 31, 2780; İbn Mace,
Fiten 19, 3998; Ahıned b. Hanbel, Müsned, 5/200, 210.
[977] Tirmizî, Fiten 24, 2191; İbn Mâce, Fiten 19, 4000;
Ahmed b. Hanbel, 3/22, 61.
[978] Buhârî, İcare 12; Ebu Dâvud, Büyü' 28, 3387; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/116.
[979] Âl-i İmrân, 3/135.
[980] Nisa, 4/17.
[981] Al-i İmrân, 3/136 B.kz; Cihat Tunç, "Tövbe"
Maddesi, Şamil İslam Ansiklopedisi).
[982] Buhârî, Tevhid 15.
[983] Buhari, Deavat
4; Tirmizî, Sifatu'l-Kiyamet 49, 2497,
2498; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 7741, 7743; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/383.
[984] Buhari, Deavat 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/213.
[985] Tirmizî, Deavat 99, 3539; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/414.
[986] Ahtned b. Hanbel, Müsned, 2/309.
[987] Tirmizî, Sıfatu'I-Kıyamet 20, 2452, 59, 2514; İbn
Mâce, Zühd 28, 4239; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/178, 346.
[988] Buhâri, Bed'u'1-Halk 1; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 7750,
7757; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/242, 257, 259, 358.
[989] En'am: 6/12, 54.
[990] Buhârî, Edeb 19.
[991] Buhâri, Rikak 19; Tirmizî, Deavat 100, 3542; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/334, 397. 484.
[992] Buhârî, Tevhid 34.
[993] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/286, 424.
[994] Buhârî, Enbiya 54, Rikak 25, Tevhid 35; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/69.
[995] Buhârî, Tevhid 35; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 419;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/296, 405, 492.
[996] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/395, 404.
[997] Buhari, Tefsini Sure-i En'am 7; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/381, 425.
[998] Buhârî, Nikâh 107; Tirmizî, Radâ' 14, 1168; Ahmed b.
Hanbel, 2/343, 387, 519, 520, 536.
[999] Nevevî, Müslim Şerhi, 17/76.
[1000] Buhârî, Nikâh 107; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/348,
351, 352.
[1001] Hud: 11/114.
[1002] Buhârî, Mevâkitu's-Salat 4, Hudud 26; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 12, 3114; İbn Mâce, İkamets-Salat 193, 1398, Zühd 4254; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 1/385, 430.
[1003] Buhârî, Hudud 27.
[1004] Buhârî, Enbiya 54; İbn Mâce, Diyat 2, 2622; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/20, 72.
[1005] Buhârî, Mezalim 2, Tefsiru Sure-i Hud 4, Edeb 60,
Tevhid 36; İbn Mâce, Mukaddime 13, 183; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/74, 105.
[1006] Tevbe: 9/117-119.
[1007] Tevbe: 9/95-96.
[1008] Buhârî, Meğâzî 3, 79, Vesaya 16, Cihad 103, Menakıb
13, Menakıbu'l-Ensar 43, Tefsiru Sure-i Tevbe 14, 17, 18, İsti'zan 21, Eyman
24, Ahkam 53; Ebu Dâvud, Talak 10-11, 2202; Nesâî, Talak 18; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/456, 459.
[1009] Bakara: 2/156.
[1010] Yusuf: 12/18.
[1011] Nur: 24/11.
[1012] Nur: 24/22.
[1013] Buhârî, Şehadat 15, Citıad 64, Meğazî 12, Tefsiru
Sure-i Nur 19-20, Eyman 13, 18, İ'tisam 18, Tevhid 35, 52; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 6/194, 197.
[1014] Ahzâb, 33/6.
[1015] İbn Hişam, Siret, s. 306, Müslim, Tevbe, 57.
[1016] Nûr, 24/4-5.
[1017] M. Ali es-Sabûnî, Kur'an-ı Kerîm'in Ahkâm Tefsiri, II,
107.
[1018] Muhammed Rıda, Muhammed (s.a.v.), Mısır 1357/1938, s.
303.
[1019] B.k.z: İsmail Kaya, "İfk Olayı" maddesi,
Şamil İslam Ansiklopedisi.
[1020] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/281.
[1021] el-Bakara: 2/8; Al-i İmrân: 3/167; el-Mâide: 5/41.
[1022] Bakara: 2/1, 20.
[1023] Bakara: 2/13, 15.
[1024] Kurtubî, Tefsir, VIII, 212.
[1025] Nisa: 4/145.
[1026] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4997.
[1027] Nisâ:4/142, 3.
[1028] Mücadele: 58/14; Münâfıkûn, 63/2.
[1029] A'raf: 7/58.
[1030] Nisa: 4/141; el-Ankebût: 29/10-11.
[1031] Mücâdele, 58/13.
[1032] Tevbe: 9/67.
[1033] Ankebut, 29/10
[1034] Mâide: 5/52, 53.
[1035] en-Nûr: 24/49.
[1036] Münafıkûn: 63/3.
[1037] Nûr: 24/47; Münafıkûn: 63/1.
[1038] Mücâdele: 58/9-10.
[1039] Haşr: 59/16.
[1040] Mücadele: 58/20.
[1041] İnfİtâr: 82/4-5; Tevbe: 9/64.
[1042] Münafıkûn: 63/1-4.
[1043] Nisa: 4/140.
[1044] Münafıkûn: 63/6.
[1045] Hadid: 57/13, 15.
[1046] Nisa: 4/140.
[1047] Maide: 5/51.
[1048] Tirmîzî, îman, 14.
[1049] B.k.z: Ahmet Sezikli, “Münafık-Münafıklar” maddesi,
Şamil İslam Ansiklopdisi.
[1050] Munafikun: 63/4.
[1051] Buhârî, Tefsiru Sure-i Munafikun 1, 2, 3, 4; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 64, 3312.
[1052] Buhârî, Cenaîz 23, 78, Cihad 142, Libas 8; Nesâî,
Cenaiz 40, 92; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/381.
[1053] Tevbe: 9/80.
[1054] Tevbe: 9/84.
[1055] Buhari, Cenaiz 22, Tefsiru Sure-i Tevbe 12; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'aıı 10, 3098; İbn Mâce, Cenaiz 31, 1523; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/18.
[1056] B.k.z: M. Sofuoğlu, Müslim Tercemesi, 8/299-300.
[1057] Fussilet: 41/22.
[1058] Buhari, Tefsiru Sure-i Fussilet 1, 2, Tevhid 41;
Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 43, 3248; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/143.
[1059] Buhari, Fezâilu Medine 10.
[1060] Al-i İmran: 3/188.
[1061] Buhârî, Tefsiru Sure-i Âl-i İmrân: 3/16.
[1062] Aî-i İmran: 3/188.
[1063] Al-i İmran: 3/187.
[1064] Al-i İmran: 3/188.
[1065] Buhâri, Tefsiru Sure-i Âl-i İmrân 16; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 4, 3014; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/298.
[1066] Hâkim, Müstedrel, 4/83.
[1067] Butıârî, Menakıb 25; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/222,
245; Abd b. Humeyd, Müsned, 1278, 1280.
[1068] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/315; Abd b. Humeyd, Müsned,
1029.
[1069] Tevbe: 9/111-112.
[1070] İnsan: 76/19.
[1071] Zuhruf: 43/71.
[1072] Kehf: 18/31, İnsan: 76/21.
[1073] Kehf: 18/21, Hac: 22/23, Fâtır: 35/33.
[1074] Tevbe: 9/72.
[1075] Zümer: 39/20.
[1076] Yasin: 36/56.
[1077] Hicr: 15/47, 48.
[1078] Nebe': 78/35.
[1079] Daha geniş bilgi için b.k.z: Seyyİd Sabık, İnancı
Sağlamlaştıran Unsurlar, çev. Hanifi Akın, Karınca Yay., İstanbul 2004, s.
370-380.
[1080] Kâria: 101/8, 11.
[1081] Mülk: 67/5.
[1082] Meâric: 70/15, 18.
[1083] Müddessir: 74/26, 30.
[1084] Humeze: 104/4-9.
[1085] Tahrîm: 66/6.
[1086] Saffât: 37/62, 67.
[1087] A'Iâ: 87/11, 13.
[1088] Daha geniş bilgi için b.k.z: Seyyid Sabık, İnancı
Sağlamlaştıran Unsurlar, çev. Hanifi Akın,
Karınca Yay., İstanbul 2004, s. 357-369.
[1089] Kehf: 18/105.
[1090] Buhari, Tefsiru Sure-î Kehf 6.
[1091] Zümer: 39/67 Buhari, Tefsiru Sure-i Zümer 2, Tevhid
19, 36; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 41, 3238; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/429,
457.
[1092] Buhârî, Tevhid 19; Ebu Dâvud, Sünnet 4732.
[1093] Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 11010; Ahmed b. Hanbcl, Müsned,
2/327; Ebu Ya'lâ, Müsned, 1632; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 9/3.
[1094] Buhârî, Rikak 44.
[1095] Buhari, Rikak 44; Abd b. Humeyd, Müsned, 962.
[1096] Buhârî, Menâkibu'l-Ensar 52; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/346, 363. 416.
[1097] İsra: 17/85.
[1098] Buhari, İlm 47, Tefsiru Sure-i İsra' 13, Nisam 3,
Tevhid 28, 29; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 17, 3141; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/389, 444.
[1099] Mü'min: 23/15.
[1100] Şura: 42/52
[1101] B.k.z: Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, 3/133-134
[1102] Buhârî,
Büyü' 29, İcare
15, Tefsiru Sure-î Meryem
3, 4; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 20, 3162; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 5/110, 111.
[1103] Enfal: 8/33
[1104] Enfal: 8/33-34.
[1105] Buhari, Tefsiru Sure-i Enfal 4.
[1106] Alak: 96/6.
[1107] Alak: 96/6, 19.
[1108] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/370.
[1109] Sâd: 38/86.
[1110] Duhan: 44/10-11.
[1111] Duhan: 44/16.
[1112] Buhari, İstiska' 2, Tefsiru Sure-i Duhan 2; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 46, 3254; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/380, 431, 441.
[1113] Buhârî, Menâkıb 27, Menakıbu'l-Ensar 36, Tefsir Surc-i
Kamer 1; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 55, 3285; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/377.
[1114] Buhârî, Menâkıb 27, Tefsİru Surc-i Kamer 1; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 55, 3286; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/165, 207, 220, 275.
[1115] Buhârî, Menâkıb 27, Menakıbu'l-Ensar 36, Tefsiru
Sure-i Kamer 1.
[1116] Buhârf, Edeb 71, Tevhid 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/495, 401, 405.
[1117] Buhârî, Enbiya 1, Rikak 49; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/127, 129.
[1118] Buhârî, Tefsiru Sure-i Furkan 1, Rikak 45; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/229.
[1119] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/203; Ebu Ya'lâ, Müsned,
6/231; Abd b. Humeyd, Müsned, 1/391.
[1120] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/123, 125, 283.
[1121] Buhârî, Merda 1; Tirmizî, Emsal 4, 2866; Nesai,
Sünenü'l-Kübrâ, 7480; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/234.
[1122] Buhârî, Merda 1; Nesai, Sünemi'1-Kübrâ, 7479; Ahmed b.
Hanbel, Müsned. 6/386.
[1123] Buhârî, İlm 4, Edeb 79; Tirmizî, Emsal 4, 2867; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/61, 123 157.
[1124] Tirmizî, Bİrr 25, 1937; Ahmed b. Hanbel, MÜsned,
3/313.
[1125] İbn Hişam, Sire, 4/251.
[1126] Maide: 5/3.
[1127] Meryem: 19/44.
[1128] B.k.z: Prof. Dr. İ. Lütfü Çakan, Hadislerle Gerçekler,
s. 559-562.
[1129] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/314, 332, 354, 366, 384.
[1130] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/257, 385, 401, 460 Ebu
Ya'lâ, Müsned, 5143; İbn Hibbân, Sahih, 6417.
[1131] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/115.
[1132] En'am: 6/112.
[1133] Buhârî, Rikâk 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/451.
[1134] Buhârî, Rikâk 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/115.
[1135] Buhari, İlm 11, 12, Deavat 69; Tirmizî, Edeb 72, 2855;
Ahmed b. Hanbel, Müsncd, 1/377, 378, 425, 440, 443, 462.
[1136] Heysem, Mecmau'z-Zevaid, 8/235-236 B.k.z: Seyyid
Sabık, İnancı Sağlamlaştıran Unsurlar, çev. Hanife Akın-Hanife Akın, Karınca
Yayınlan, İstanbul 2004, s. 370.
[1137] Buhârî, Rikâk 28; Tirmizî, Sıfatu'l-Cennet 21, 2559;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/254, 284.
[1138] Secde: 32/17.
[1139] Buhârî, Tcfsîru Sure-i Secde 1; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 5/334.
[1140] Buhari, Tefsinı
Sure-i Vakıa 1; Tirmizî,
Sıfatu'I-Cennet 1, 2523; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/452.
[1141] Buharî, Rikâk 51,
Tevhid 38; Tîrmizî, Sıfatu'l-Cennet 18, 2555; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/88.
[1142] Buhârî, Beduİ-Halk 8.
[1143] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/417.
[1144] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/284.
[1145] Buhârî, Bedu’I-Halk 8, Enbiya 1; İbn Mâce, Zühd 39,
4333.
[1146] Buhari, Bed'uİ-Halk 8; Tirmİzî, Sıfatu'l-Cennet 7,
2537; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/316.
[1147] Ebu Dâvud, Sünnet 20-21, 4741; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/316, 349, 364, 384.
[1148] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/369-370, 407, 416, 462.
[1149] Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 41, 3246; Ahmed b. HanbeB,
Müsned, 2/319, 3/38.
[1150] Buhârî, Bed'u'l-Halk 8, Tefsiru Sure-i Rahman 2;
Tirmizî, Sıfatu'l-Cennet 3, 2528; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/400, 411, 419.
[1151] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/289, 440.
[1152] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/331.
[1153] Buhârî, Enbiya 1, İsti zan 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/315.
[1154] Buhârî, Bed'u'1-Halk 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/244.
[1155] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/371.
[1156] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/10, 18.
[1157] Buhârî, Tefsiru Sure-i Kâf 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/314.
[1158] Meryem: 19/39.
[1159] Buhari, Tefsiru Sure-i Meryem 1; Tirmizî,
Tefsiru'i-Kur'an 20, 3156; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/423, 3/9.
[1160] Bakara: 2/154.
[1161] Buhari, Rikak 51; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/118, 120,
121.
[1162] Buhari, Rikak 51.
[1163] Buhârî, Tefsiru Sure-i Kalem 1, Edeb 61, Eyman 9;
Tirmizî, Sıfattı Cehennem 13, 2605; İbn Mâce, Zühd, 4116; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/306.
[1164] İbn Hibbân, Sahih, 6483; Hâkim Müstedrek, 4/328.
[1165] Şems: 91/12.
[1166] Buhari, Enbiya 17, Tefsiru Sure-i Şems 1, Nikah 93,
Edeb 43; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 80, 3343; İbn Mâce, Nikah 51, 1983; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/17.
[1167] Buhârî, Menâkıb 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/366.
[1168] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/308, 323.
[1169] Tirmizî, Zühd 15, 2323; İbn Mâce, Zühd 3, 4108; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 4/228, 229.
[1170] Buhari, Rikak 45; Nesâi, Cenaiz 113; İbn Mâce, Zühd
4276; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/53.
[1171] Enbiya: 21/104.
[1172] Mâide: 5/117-118.
[1173] Buhârî, Rikak 45, Enbiya 8, Tefsiru Sure-i Maide 14,
15; Tirmizî, Sıfatui-Kıyamet 3, 2423, Tefsiru'l-Kur'an 22, 3167; Nesâî, Cenaiz
118, 119; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/223, 229, 235, 253.
[1174] Buhârî, Rikak 45; Nesâî, Cenaiz 118.
[1175] Mutaffifin: 83/6.
[1176] Buhari, Tefsiru Sııre-i Mutaffifin 5; Tirmizî,
Sıfatu'l-Kıyamet 2, 2422, Tefsiru'l-Kur'an 75, 3335, 3336; İbn Mace, Zuhd 33,
4278; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/13, 19, 31, 64, 70, 105, 112, 125, 126.
[1177] Buhârî, Rikak 47; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/418.
[1178] Nesâî, Fezâilu'I-Kur'an, 95; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/162, 266.
[1179] Buhârî, Cenâiz 89; Tirmizî, Cenaiz 70, 1072; Nesâî, Cenaiz
116; İbn Mâce, Zühd 32, 4270; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/16, 50, 59, 113, 123.
[1180] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/190; Abd b. Humeyd, 254.
[1181] Nesâî, Cenaiz 114; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/103,
153.
[1182] Buhârî, Cenâiz 87; Nesâî, Cenaiz 114; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 5/417, 419.
[1183] Buhârî, Cenâiz 67; Ebu Dâvud, Cenaiz 72-74, 3231;
Nesâî, Ccnaiz 109; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/126.
[1184] İbrahim: 14/27.
[1185] İbrahim: 14/27.
[1186] Buhârî, Cenâiz 86, Tefsiru Sure-i İbrahim 1; Ebu
Dâvud, Sünnet 23-24, 4750; Tirmizî, Tefsİru'1-Ktır'an 15, 3120; Nesâî, Cenaiz
114; İbn Mâce, Zühd 32, 4269; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/282, 291.
[1187] Hac: 22/7.
[1188] Beyhakî, İşba tu Azâbi 'I-Kabr, 33.
[1189] B.k.z; Seyyid Sabık, İnancı Sağlamlaştıran Unsurlar,
s. 294-295.
[1190] Nesâî, Cenaiz 117; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/26.
[1191] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/287.
[1192] Buhârî, Cîhad 185, Meğâzî 8; Ebu Dâvud, Cihad 122,
2695; Tirmizî, Siyer 3, 1551; Müned b. Hanbel, Müsned, 4/729.
[1193] İnşikak: 84/8.
[1194] Buhârî, İlm 35, Tefsiru Sure-i İnşikâk 1, Rikak 49;
Ebu Dâvud, Ccnaiz 1, 3093; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyamet 5, 2426, Tefsiru'l-Kur'an
76, 3337; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/47, 91, 108, 127, 206.
[1195] Bakara: 2/284, Âl-i İmrân: 3/30,Hûd: 11/15-16, Nahl:
16/89, İsrâ: 17/13-14, Müminün: 23/62, Nûr: 24/24, Yâsîn: 36/65, Fussilet:
41/21, Casiye: 45/29, Kâf: 50/62, Kamer: 54/52, 53, Tekâsür: 102/8.
[1196] İsrâ: 17/13-14.
[1197] Ebu Dâvud, Cenaiz 12-13, 3113; İbn Mâce, Zühd 14,
4167; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/263,315,330.
[1198] İbn Mâce, Zühd 26, 4230; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/314, 331, 366.
[1199] Buhârî, Fiten 19; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/110.
[1200] Buhârî, Rikâk 44.
[1201] Nebe: 78/40.
[1202] Buhari, Enbiyâ 7, Menaklb 25, Fîten 4; Tirmizî, Fiten
23, 2187; İbn Mâce, Fiten 9, 3953; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/428.
[1203] Kehf: 18/94-97.
[1204] Buhârî, Enbiyâ 7, Fİten 28; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/341, 529.
[1205] Nesâî, Menasik 1112; İbn Mâce, Fiten 30, 4063; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 6/285.
[1206] Buhârî, Fezâilu Medine 8, Mezalim 25, Menakıb 25,
Fiten 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/200, 208.
[1207] Buhârî, Fiten 9, Menakib 25.
[1208] Buhârî, İman 22, Fiten 10; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 28;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/41.
[1209] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/370-371, 417.
[1210] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/175, 181.
[1211] Buhârî, Kader 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/388, 407.
[1212] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/341.
[1213] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/399.
[1214] Buhârî, Fiten 24; AUmed b. Hanbel, Müsned, 2/306, 332.
[1215] Hâkim Müstedrek, 4/482.
[1216] İbn Mâce, Fİten 35, 4091; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/178, 337.
[1217] Ebu Dâvud, Mefahim 4311; Tirmizî, Fiten 21, 83; İhn
Mâce, Fiten 4041, 4055; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/6, 7.
[1218] Nemi: 27/82.
[1219] Buhari, Fiten 24.
[1220] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/342, 358; İbn Hibbân,
Sahih, 995.
[1221] Buhârî, Fiten 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/18, 91.
[1222] Buhârî, Fiten 23;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/271.
[1223] Tevbe: 9/33, Saff: 61/9.
[1224] Hâkim, Müstedrek, 4/446-447.
[1225] Buhârî, Fiten 53; İbn Mâce, Fiten 24, 4037.
[1226] Buhârî, Hac 47; Nesâî, Menasik 125; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/310, 417.
[1227] Buhârî, Menakib 7, Fiten ?23; Ahmed b. Hanbei, Müsned,
2/417.
[1228] Buhârî, Cihâd 95, 96, Menâkıb 25; Ebu Dâvud, Melâhim
9, 4303, 4304; Tirmizî, Fiten 40, 2216; Nesâî, Cİhâd 42; İbn Mâce, Fiten 36,
4096; Ahmed b. Hanbei, Müsned, 2/319.
[1229] B.k.z: Said Havva, İslam Akaidi, Aksa Yay., İstanbul
1996, 3/207.
[1230] Ahmed b. Hatibe, Müsned, 3/48, 60.
[1231] Nesâî, Fezailu's-Sahabe, 170; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/289, 300, 311.
[1232] Buhari, Menakıb 25; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 2/301.
[1233] Buhârî, Cihad 157; Tirmizî, Fiten 41, 2216; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/233, 240, 271, 313.
[1234] Buhârî, Farzu'1-Hums 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/89,
103, 104.
[1235] Hâkim Müstedrek, 4/476.
[1236] Buhârî, Cihad 93; Tirmizî, Fiten 56, 2236; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/121, 131, 135, 149.
[1237] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/86, 87, 88, 89, 90, 92, 94,
100, 101, 106, 107.
[1238] Buhârî, Menakıb 25; Tirmizî, Fiten 43, 2218; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/236, 530.
[1239] Buhârî, Cihad 178; Ahmed b. Hanbel Müsned, 1/380, 457.
[1240] Tirmizî, Fiten 63, 2246.
[1241] Buhâri, Cihad 178, Enbiya 3, Cenaiz 80, Fİten 26;
Tirmizi, Fİten 56, 2235, 63, 2249; Ebu Dâvud, Melahim 16, 4329, Sünnet 25-26,
4757; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/148, 149.
[1242] Buhari, Fiten 26, Tevhid 17; Ebu Dâvud, Melahim 14,
4316 , 4318; Tirmizî, Fiten 62, 2245; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/211, 249.
[1243] Buhâri, Enbiya 50; İbn Mâce, Fİten 33, 4071; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 5/383, 397.
[1244] Buhari, Enbiya 50, Fiten 26; Ebu Dâvud, Melahim 14,
4315; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/395, 399.
[1245] Buhârî, Fezâilu'l-Medine 9; Abd b. Humeyd, Müsned,
897.
[1246] Buhârî, Fiten 26; İbn Mâce, Fiten 33, 73; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/246, 248, 252.
[1247] Ebu Dâvud, Melahim 12, 10; İbn Mâce, Fiten 32, 4069;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/164.
[1248] Buhari, Fezâilu'l-Medine 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/191, 238.
[1249] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/19, 21.
[1250] Tirmizî, Fiten 31, 2201; İbn Mâce, Fiten 14 , 3985;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/25.
[1251] Buhârî, Fiten 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/394, 435.
[1252] Buhârî, Tefsiru Sure-i Nâziât 1; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 5/330, 331.
[1253] Buhârî, Rikak 42.
[1254] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/369.
[1255] Buhârî, Tefsiru Sure-i Zümer 4; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/315.
[1256] Neml: 27/87.
[1257] B.k.z: “Zühd” maddesi, Şamil İslam Ansiklopedisi.
[1258] Tlrmizî, Zühd 16, 2324; İbn Mâce, Zühd 3, 4113; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/323, 389, 485.
[1259] Nevevî, Müslim Şerhi, 18/92.
[1260] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 962; Ebu Dâvud, Taharet 73,
186; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/365.
[1261] Tirmizî, Zühd 31, 2342, Tefsiru'l-Kur'an 89, 3354;
Nesâî, Vcsâyâ 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/24, 26.
[1262] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/368, 412.
[1263] Buhari, Rİkak 42; Tirmizt, Zühd 46, 2379; Nesâî,
Cenaiz 52; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/110.
[1264] Buhârî, Cizye 1, Meğazî 12, Rikak 7; Tirmizî, Zühd 28,
2462; İbn Mâce, Fiten 18 , 3997; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/137, 327.
[1265] İbn Mace, Fİten 18, 3996.
[1266] Buhâri, Rikak 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/314.
[1267] Buhârî, Rikak 30; Tirmizî, Zühd 58, 2513; İbn Mâce,
Zühd 9, 4142; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/254, 481.
[1268] Buhârî, Eymân 8, Enbiya 51.
[1269] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/168.
[1270] Buhari, Fezailu's-Sahabe 15, Et'İmc 23, Rİkak 17;
Tirmizi, Zühd 39, 2365, 2366; İbn Mâce, Mukaddime 11, 131; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/174, 181, 186.
[1271] Ebu Dâvud, Sünnet 19, 4730; Tirmizî, Sıfatu'l-Cennet
17, 2554; İbn Mâce, Mukaddime 13, 178; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/389, 492.
[1272] İnfitar: 82/11.
[1273] Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 6/508, 11653; İbn Hibbân,
Sahih, 16/358, 7358.
[1274] Nûr: 24/24, Yâsîn: 36/65.
[1275] Buhari, Rikak 17.
[1276] Buhâri, Etime 23, Rikak 17; İbn Mâce, Etime 48, 3344;
Ahmed b. Hanbel, Müsned 6/42, 156, 277.
[1277] Buhârî, Rikak 17.
[1278] Buhârî, Rikak 17; Tirmizî, Zühd 34, 2471; İbn Mâce,
Zühd 10, 4144; Ahmed b. Hanbei, Müsned, 6/50.
[1279] Buhârî, Farzu'1-Hums 3, Rikak 16; Tirmizî,
Sıfatu'l-Kıyamet 31, 2467; İbn Mâce, Etime 49, 3345.
[1280] Buhari, Hibe 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/244.
[1281] İbn Hibbân, Sahih, 6358.
[1282] Buhârî, Etime 6; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/158, 199,
215.
[1283] Tirmizî, Zühd 39, 2372; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/268.
[1284] İbn Mace, Zühd 10, 4146; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/24, 50.
[1285] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/169.
[1286] Buhârî, Salat53, Enbiya 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/66, 96.
[1287] Buhârî, Enbiyâ 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/117.
[1288] Buhârî, Nafâkât 1, Edeb 25; Tirmizî, Birr 44, 1969;
Nesâî, Zekat 78; İbn Mâce, Ticarat 1, 2140; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/361.
[1289] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/375.
[1290] Buhârî,Salat, 65.
[1291] Tirmizî, Tefsiru'l-Kıır'an 58, 3298; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/296, 370.
[1292] İbn Mâce, Zühd 21, 4202; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/301, 435; İbn Hibbân, Sahih, 395.
[1293] Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 6/522, 11700.
[1294] Buhârî, Rikâk 36; Ibn Mâce, Zühd 21, 4207; Ahmed b.
Hanbel, Müsncd, 4/313.
[1295] Buhârî, Rikâk 23; Tirmizî, Zühd 10, 2314; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/236, 297.
[1296] Buhârî, Bed'u'1-Halk 10, Fiten 17; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 5/205, 206, 207, 209.
[1297] Buhârî, Edeb 60.
[1298] Buhârî, Edeb 123; Ebu Dâvud, Edeb 94, 5039; Tirmizî,
Edeb 4, 2742; Nesâî, Amelu'I-Yevm ve'1-Leyl, 222; İbn Mâce, Edeb 20, 3713;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/100, 117, 176.
[1299] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 941; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/412.
[1300] Buhârî, Edebü'l-Müfred, 935, 938; Ebu Dâvud, Edep 92,
5037; Tirmizî, İstizan 5,2743; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 223; İbn Mâce,
Edeb 20, 3714; Ahmed b. Hanbel, Müsncd, 4/46, 50.
[1301] Buhârî, Bed'u'1-Halk 11; Ahmed b. Hanbel, Müsncd,
2/242, 397, 516; İbn Huzeyme, Sahih, 920.
[1302] Ebu Dâvud, Edeb 89, 5026, 5027.
[1303] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/153, 168; Abd b. Humeyd,
1479.
[1304] Bakara: 2/30.
[1305] Hicr: 15/26-27.
[1306] Cin: 72/11.
[1307] Müslim, Tevbe 9, 11; Tirmizî, Cennet 2, Deavat 98;
Müsned, 1/289, 2/305, 309, 5/414.
[1308] B.k.z: Seyyid Sabık, İnancı Sağlamiaştıran Unsurlar,
çev. Hanifi Akın-Hanife Akın, Karınca Yayınları, İstanbul 2004, s. 141-194.
[1309] Bakara: 2/34.
[1310] Tahrîm: 66/6.
[1311] Müslim, Zühd 2996.
[1312] Kehf: 18/50.
[1313] Kehf: 18/50.
[1314] Kehf: 18/50.
[1315] B.k.z: M. Ali Sabuni, Ayetler Işığında Peygamberler
Tarihi, Ahsen Yayınlan, İstanbul 2003, s. 266-269.
[1316] Rûm: 30/20.
[1317] Tîrmizi, 2934; Ebu Davud, 4693.
[1318] Saffât: 37/11.
[1319] Rahman: 55/14-15.
[1320] İnsan: 76/1.
[1321] Hacc: 22/5 B.k.z: M. Ali Sabuni, a.g.e, s, 261-264.
[1322] Buhârî, Bed'u'1-Halk 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/234, 279, 411, 497, 507.
[1323] Buhârî, Edeb 83; Ebu Dâvud, Edeb 29, 4862; İbn Mace,
Fiten 13, 3982; Ahmed b. Hanbel, Müsned.27379.
[1324] Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 4/332, 333, 6/15, 16.
[1325] Buhârî, Şehâdât 16, Edeb 54; Ebu Dâvud, Edeb 9, 4805;
İbn Mace, Edeb 36, 3744.
[1326] Ebu Davud, Edeb 9, 4804; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/12.
[1327] Buhârî, Vudû' 74.
[1328] Tirmizî, İlm 11, 2665; Nesâî, Fezailu'l-Kur'an, 33;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/12, 21, 39, 46.
[1329] Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 77 (3340); Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 6/16
[1330] B.k.z: M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 9/98
[1331] Daha fazla bilgi için bkz, Al-i İmran: 3/29-55.
Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, 7/84-85.
[1332] Tevbe: 9/40.
[1333] Buhârî, Mcnâkıb 25.
[1334] Bakara: 2/58, A'raf: 8/161.
[1335] Buhârî, Tefsiru Sure-i Bakara 5, Enbiya 28; Tirmizî,
Tefsiru'I-Kur'an 3, 2956; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/312, 318.
[1336] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 1; Nesâî, Fezailu'l-Kur'an,
8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/236.
[1337] Maide: 5/3.
[1338] Buhârî, İmân 33, Meğâzî , Tefsiru Sure-i Maide 2;
Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 6, 3043; Nesâî, Menasik 194; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/28, 39.
[1339] Nisa: 4/3.
[1340] Nisa: 4/3.
[1341] Buhârî, Tefsiru Sure-i Nisa' 1.
[1342] Nisa: 4/6.
[1343] Buhârî, Vesâyâ 22.
[1344] Nisa: 4/128.
[1345] Buhârî, Nikâh 95; İbn Mâce, Nikah 48, 1974.
[1346] Nisa: 4/93.
[1347] Furkan: 25/68.
[1348] Buhârî, Menakıbu'l-Ensar 29, Tefsiru Sure-i Nisa:
4/93; Ebu Dâvud, Mclahim 6, 4273); Nesâî, Kasame 47.
[1349] Furkan: 25/68-69.
[1350] Furkan: 25/70.
[1351] Buhârî, Tefsiru Sure-i Furkan 68, 69.
[1352] Nisa: 4/94 Buhâri, Tefsiru Sure-i Nisa: 94; Ebu Dâvud,
Huruf 1, 3974.
[1353] Bakara: 2/189.
[1354] Buhârî, Ebvabu'I-Umre 18.
[1355] Hadid: 57/16.
[1356] Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 6/481, 11568.
[1357] Araf: 8/31.
[1358] Nesâî, Menasik 161.
[1359] Nur: 24/33.
[1360] Hâkim, Müstedrek, 2/432, 3502.
[1361] İsra: 17/57.
[1362] İsra: 17/57.
[1363] Buhârî, Tefsinı Sure-i İsrâ1 57.
[1364] Buhârî, Tefsiru Sure-i Enfal 1, Tefsiru Sure-i Haşr 1,
Meğazî 14.
[1365] Buhârî, Tefsiru Sure-i Maide 10, Eşribe 2, 5, İ'tisam
16; Ebu Dâvud, Eşribe 1, 3669; Tirmizî, Eşribe 8, 1874.
[1366] Hac: 22/19.
[1367] Buhârî, Meğâzî 8, Tefsiru Sure-i Hacc 3; Nesâî,
Fezailu's-Sahabe, 51, 69, 99; İbn Mace, Cihad
29, 283.