NECRAN EHLİ KISSASI. 4

EŞ'ARÎ'LERİN VE YEMEN'LİLERİN GELÎŞİ. 4

VEDA HACCİ BAHSİ. 5

PEYGAMBER  SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM'İN HASTALIĞI VE  VEFATI. 9

KURAN TEFSİRİ BAHSÎ FATİHA SÜRESİ. 11

BAKABE SÜRESİ. 11

ALİ İMRAN SÛRESİ. 12

NİSA SÜR.ESİ. 14

MAİDE  SÛRESİ. 15

BEBÂE    SURESİ. 16

HUD SURESİ. 16

HICR SÛRESİ. 17

NAHL SÛRESİ. 17

İSRA SURESİ. 17

KEHF   SÛRESİ. 18

MERYEM    SÛRESİ. 19

ALTINCI   CÜZ.. 19

NÛR SURESİ. 19

FURKAN   SURESİ. 20

KASAS SURESİ. 20

SECDE  SÛRESİ. 21

AHZAB SÛRESİ. 21

SEBE SURESİ. 23

ZÜMER   SÛRESİ. 23

CASİYE SÛRESİ. 23

MUHAMMED (KITAL)  SÛRESİ. 24

KAF  SÛRESİ. 24

NECM SÛRESİ. 24

RAHMAN  SÛRESİ. 25

MÜMTEHÎNE SÛRESİ. 25

CUMA SÛRESİ. 26

MÜNAFIKÛN   SÛRESİ. 26

TAHRİM   SÛRESİ. 27

NÛN   SÛRESÎ. 27

MÛDDESSİR SÛRESİ. 28

NAZİAT SÛRESİ. 28

ABESE SÛRESİ. 28

ÎNŞİKAK  SÛRESİ. 28

ŞEMS SÛRESİ. 28

ALÂK (İKRA) SÛRESİ. 29

KEVSER  SÛRESİ. 30

NASR SÛRESİ. 30

MUAVVİZETEYN   SÛRELERİ. 30

KUR'ANIN  FAZİLETLERİ BAHSİ. 30

NİKÂH BAHSİ. 33

TALAK (BOŞAMA) BAHSİ. 39

LİAN BAHSİ. 42

NAFAKA BAHSİ. 42

YİYECEK  (Etime) BAHSİ. 43

AKIKA KURBANI, HAYVAN KESME VE AVLAMA BÖLÜMÜ.. 45

KURBANLAR   BÖLÜMÜ.. 47

MEŞRUBAT    (İÇÎLECEK ŞEYLER)    BÖLÜMÜ.. 47

HASTALAR BAHSİ. 49

TIP BAHSİ. 50

GİYÎM (elbise)  B AHSÎ. 53

EDEB VE SILA-1  RAHİM BAHSİ. 55

ÎZÎN İSTEMEK BAHSİ. 61

DUA BAHSİ. 62

DUYGULU SÖZLER BAHSİ. 65

KADER   BAHSİ. 72

YEMİNLER    VE    ADAKLAR.. 73

SEKİZİNCİ   CÜZ.. 75

FERAİZ   BAHSİ. 75

ŞER'ÎC EZALAR VE DİYETLER BAHSİ. 75

MÜRTEDLERİN   (HAK   DİNDEN   ÇIKANLARIN)   TEVBEYE ÇAĞRILMALARI. 77

TABİR  (Rüya tevili)  BAHSİ. 78

FİTNELER VE  B1TANA   İTAAT BAHSİ. 80

TEMENNİ BAHSİ. 83

KİTAB    VE    SÜNNETE    SARILMAK.. 83

TEVMÎD   BAHSİ. 84


da bulunan Yemame sakinleri Beni Huneyfe kabilesinin reisi Su mame'yi esir alarak Medine'ye getirdiler. Onu Mescid'in direklerin­den bir direğe bağladılar. Sonra Hazreti Peygamber saadethanele-rindeh çıkıp-Mescid'e gelince Sümame'yi gördü ve kendisine sordu: «Sümame! sende ne haberler var? Sümame: — Bende hayır vardır, ya Muhammedi Eğer beni   öldürürsen, kanlı bir katili öldürmüş olursun (ölüme hak kazanan bir caniyi öl­dürmüş olursun). Eğer bana iyilik edersen, teşekkür etmeyi   bilene iyilik etmiş olursun. Eğer kurtulmam karşılığında mal istersen, dile­diğin kadar iste, dedi. Sonra Sûmame bağlı halde bırakıldı. Eîrtesi gün Hazreti Peygamber Sümâme-'ye yine  sordu:  -Sümame! Sende (söylemek istediğin) bir şey var mı?.»

Sümame: — Sana söylediğim söz var. Eğer bana iyilik edersen teşekkür etmeyi bilene iyilik etmiş olursun, dedi. Hazreti Peygam­ber yine onu bağlı olarak bıraktı. Bir gün sonra Hazreti Peygamber

ona tekrar sordu:

-Sümame! Bir diyeceğin var mı?» Sümame: — Sana dediğim söz var, cevabım verdi. Bunun Üzerine Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem: «Sümame'yi çözünüz, serbes bırakınız.» buyurdu. Ashabı ki­ram da Sümame'yi çözdüler; Sümame hemen Mescide yakın bir ha­vuzda guslederek Mescide girdi. Şehadet kelimesini getirerek (Eşhe-dü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muharhmeden abdühu ve resu­lünü, diyerek) müslüman oldu. Sonra Hazreti Peygambere şöyle de­di:

—Şimdiye kadar bu ülkede senin yüzünden daha çok nefret etti­ğim bir yüz yoktu. Şimdi ise senin mübarek yüzün, yeryüzünde bar na yüzlerin en sevgilisi oldu. Vallahi, şenin dininden daha çok nef­ret ettiğin hiç bir din yoktu. Şimdi ise, bana, dinlerin en sevgilisi se­nin dinin oldu. Vallahi, senin kentinden   tiksindiğim kadar hiç bir kentten tiksinmiyorum. Şimdi ise, bana en sevgili kent senin kentin olmuştur. Fakat senin süvarilerin Mekke'ye ömre için giderlerken beni yolda esir aldılar. Buna ne buyurursunuz? Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Sümame'yi tebrik etti ve ömreye- gitmesi için de ona izin verdi.

Sümame ömre için Mekke'ye varınca birisi ona dedi ki:

  Sen dinini değiştirdin, saptın? Sümame cevab verdi:

  Vallahi ben sapmadım. Ben Hazreti Peygamberin yanında İs­lâm'ı kabul etmek şerefine kavuştum. Vallahi, bundan, böyle sizin batıl dininize dönmeyeceğim. Hem de Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri izin vermedikçe size bir buğday tanesi verme­yeceğim.

Mütercim:

Sümâme konuştuğu gibi, memleketi olan Yemame'ye dönünce, kabilesini, Mekke'ye buğday göndermekten alıkoydu. Sonra Yema-me halkı Hazreti peygambere bir mektupla müracaat ederek yakın­larına iyilik edilmesinin devamını istediler. Hazreti Peygamber de, Sümame'ye bir emirname göndererek, halkın mekke'ye buğday-gön­dermesine müsaade etmesini istedi. Bunun üzerine onlara müsaade edildi.

 

1098- tbni Abbas CR.A.) der ki;

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında Yemame halkından ve Benî Huneyfe kabilesinden Müseylemtü'l-Kezzab (pey­gamberlik davasında bulunan yalancı) bazı arkadaşları ile hicretin onuncu yılında Medine'ye geldi. Diyordu ki, eğer Mu ham m ed, ken­disinden sonra halefi olmamı kabul ederse ona uyarım. Hazreti pey­gamber onunla görüşmek için, Ensar'm hatibi diye anılan Sabit bin Kays'ı yanma alarak Müseyleme'nin bulunduğu yere gitti. Hazre­ti Peygamber'in eliride bir hurma çubuğu vardı. Hazreti Peygamber, Müseyleme ve adamlarının yanına varınca .

Müseyleme, kendisine payganıberlik payesi verilmesini istedi. Bunun üzerine Hazreti Peygamber ona şöyle buyurdu;

«Benden şu elimdeki hurma çubuğunu istersen, onu bile sana vermem. Allah Tealâ'nın, senin hakkındaki hükmünü aşamazsın. Eğer mûslüm olmaktan yüz çevirirsen. Allah seni helak edecektir. Sanıyorum.ki, Allah tarafından bana rüyamda gösterilen şahıs sen­sin. Bu sabit bin Kays, benim adıma sana cevab verecektir.»

Sonra Hazreti Peygamber saadethanelerine döndüler. îbni Abbas der ki- Ben Ebû Hürayre'ye sordum: Hazreti Peygambe'rin «sa­nıyorum ki, rüyamda bana gösterilen şahıs sensin, sözünün manası nedir? Ebû Hüreyre bana cevab verdi:

_ Peygamber SallaUahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştu: «Rüyamda kollarımda iki altın bilezik gördüm. Bunlar beni kay­gılandırdı. Bunun üzerine rüyamda bana, onlara üflemem emredil­di Ben de üfledim ve uçtular. Sonra bu iki bileziği benden sonra ge­lecek iki yalancıya yordum. Bunlardan biri (El-Esved) Ansı, diğeri de Müseyleme'dir.» (işte o sözün aslı budur).

 

1089- Ebû Hüreyre'den (R.A.) rivayet edilmiştir: «Rüyamda bana arzın hazineleri verildi ve avucuma da iki altın bilezik konuldu. Bu bilezikler beni kaygılandırdı. Bunun üzerine ba­na onlara üflemem vahyolundu. Ben de onlara Üfledim ve kaybolup gittiler. Bu iki altın bileziği, aralarında bulunduğum iki yalancıya yordum. Bunlardan biri San'nın adamı Ansı diğeri de Yemame'nin adamı müseylemedir.

Mütercîm:

Sözü geçen yalancılardan Ansî, Hazreti Peygamber^ tarafından San'a bölgesine vali olarak gönderilen Bazan adındaki zat ölünce, adamları ile gelip San'a bölgesine hakim öldü ve Bazan'ın zevcesini de alarak peygamberlik iddiasına kalkıştı. Sonra Hazreti Peygam­berin irtihallerinden iki gece, önce, Ansî'nin Feyruz adında biri ta­rafından öldürüldüğü, Allah tarafından Hazreti Peygambere bildiril­di. Hazreti Peygamber de bunu ashaba müjdelediler.

Müseylemetül^ezzab ise, Hazreti Ebû Bekir'in hilafeti zama­nında başına birtakım kimseleri toplayarak müslümanlarla savaşmaya kadar cesaret etmişse de, Hazreti Ebû Bekir'in gönderdiği bir birlik tarafından etrafındaküerin kökü kazılmış ve kendisi de Vahşî tarafından öldürülmüştü. Böylece Hazreti Peygamberin mucizeleri tahakkuk etmiş oldu.[1]

 

NECRAN EHLİ KISSASI

 

1100-   Huzeyfe (R.A.) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerine, Necran kabilesi reislerinden ve Hıristiyanlarm büyüklerinden Seyyid ile Âkıb, mübâhele (yalancı olan tarafa karşılıklı lanet okumak) için gelmişlerdi. Sonra bunlardan biri, diğerine:

  Biz bu lânetleşme işinden vazgeçelim, Çünkü bu adam hak peygamber olur da biz onunla mübâhele edersek, biz de, bizden son­ra gelecek neslimizde iflah etmez, dedi, Bu konuşmadan sonra her ikisi Hazreti Peygambere hitaben:

  Biz sana istediğin vergiyi (cizyeyi) vereceğiz. Ancak bizimle beraber emin bir kişi gönder; ancak göndereceğin adam   mutlaka emin bir kişi olsun, dediler. Hazreti Peygamber onlara:

Sizinle beraber gerçekten emin bir adam göndereceğim.» buyurdu. Sonra Hazreti Peygamber: «Kalk, ey Ubeyde bin Cerrah!» dedi. Ebû Ubeyde ayağa kalkınca, Hazreti Peygamber Saîlallahu Aleyhi ve Sellem onu göstererek:

«îşte bu adam, bu ümmetin eminidir.» buyurdu.

Sonra Necran halkının vergilerini almak için Ebû Ubeyde Haz­retleri gönderildi.

*Her kim, (isa hakkında) sana gelen ilimden sonra seninle tar­tışmaya kalkışırsa de ki: Gelin oğullarımızı oğullarınızı, kadınlarımı­zı ve kadınlarınızı, kendilerimizi ve kendilerinizi çağıralım da gönül­den dileyerek yalancı olanlara Allah'ın lanetini okuyalım.» CAl-i Imran Sûresi,- ayet: 61) Mealindeki ayeti kerime nazil olunca, Hazre­ti Peygamber Nevran Hıristiyanlarını çağırttı ve onlara:

«Şimdiye kadar size her ne kadar delil getirdimse siz inadı ve çekişmeyi artırdınız. Şimdi geliniz bu ayeti kerime uyarınca müba-hele edelim, yalancı olana beddua edelim. Doğru, yalancıdan böy­lece ayrılmış olur.» buyurdu. Hıristiyanlar bu teklife razı olarak bir yer belirlendi. Belirli gün ve yerde Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Selle'm, Hasan, Hüseyin, Zehra ve Hazreti Ali ile beraber olarak Hı-ristiyanlara şöyle buyurdu: «Ben dua edeceğim, siz amîn, deyiniz.» Bunun üzerine hıristiyanlar uzun uzadıya düşündüler; sonra pişman oldular. Hazreti peygamberin yanına gelip saf bağladılar. Reisleri olan Seyyid yahud Akıb, arkadaşlarına dedi ki:

— Ey dostlarım! Bu mübahele işinden sakınınız. Şunu iyi anlı­yorum ki, peygamberler Allah'dan dilerlerse dağı yerinden koparır­lar. Eğer yalancı bizim tarafımız olursa yeryüzünde canlı bir Hıris­tiyan kalmaz.

Bundan sonra yılda iki bin elbise, otuz zırh ve her elbise ile kırk dirhem cizye vermeleri şartı ile anlaşmaya varıldı. Böylece evlerine

döndüler.

Hazreti Peygamber: «Eğer onlar bu yolda mübahele edeydiler, Allah Tealâ onları yere geçirirdi, bütün aile ve soyları ile helak olur­lardı.» buyurdu.

 

1101- Hazreti Enes'den CR.A.) rivayet edilmiştir:

«Her ümmetin bir emini vardır. Bu ümmetin emini de Ebû Ubey-de bin Cerrah'dır.»[2]

 

EŞ'ARÎ'LERİN VE YEMEN'LİLERİN GELÎŞİ

 

1102- Ebû Musa El-Eş'arî (B.A.) der ki:

Bizim Eş'ari kabilesinden bir kaç kişi ile Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in huzuruna vardık ve kendilerinden binek hayva­nı istedik. Bize binek hayvanı vermeyi kabul etmediler. Piz yine bi­nek hayvanı isteyince, bize binek hayvanı vermeyeceğine dair ye­min ettiler. Aradan pek az zaman geçmişti ki, Resûl-i Ekrem'e ga­nimet malı deve getirildi. Hazreti peygamber o develerden beş tane­sini (binmek ve yüklerimizi taşımak için bize verdi. Biz develeri ele geçirdikten sonra düşündük ve aramızda şöyle dedik: Biz Hazreti peygambere etmiş olduğu yemini unutturduk ve adetâ O'nu kandır­mış gibi olduk. Bu durumda biz asla selâmete çıkamayız. Bu konuş­mamızdan sonra ben Hazreti Peygamberin huzurlarına çıktım ve:

— Ya Resûlallah! Bize binek hayvanı vermeyeceğinize dair ye­min etmiştiniz; halbuki şimdi bizi  bindirdiniz,  dedim.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem cevab verdi:

«Evet gerçekten sizi bindirmeyeceğim diye yemin etmiştim. Şimdi de bindiriyorum. Ancak ben birşeyi yapmayacağım diye ye­min eder de, sonra onun aksini hayırlı bulursan o yeminimi hemen bozar ve hayırlı olanı yaparım.»

Mütercim:

Yemin bozulduktan sonra keffaret verilmesi gerekli ise de, bu­rada yeminin bozulmasına dair bir kesinlik yok gibidir. Çünkü ilk ko­nuşmada at ve deve gibi taşıt araçları ortada olmadığından «Sizi bindiremem» diye Hazreti Peygamber yemin etmişti. Sonra hayvan­ların gelmesiyle imkân hasıl olmuştur. Böylece bindirememek diye bir hal kalmamıştır. Fakat bu hadîs-i şerifin bazı rivayetlerinde «Ye­minimi bozdum» ifadesi olduğuna göre, Hazreti Peygamber o yemin için keffaret vermiş olduğu anlaşılıyor. Bunun hükmü ve açıklaması aşağıda yeminler ve Adaklar bölümünde gelecektir.

 

1103- Ebû Hüreyre'den (R.A.) rivayet edilmiştin

«Size Yemenliler geldi. Gerçekten Yemen haikıda yufka yürekma deve sahiblerindedir. Te­vazu ve vaka7,"koyun sahiblerindedir.»

 

1104- tbni Ömer (R.A.)  der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri Mekke'nin fethi yılında Kusvâ adındaki devesine binmişti. Üsame bin Zeyd de ayni deve üzerinde Hazreti Peygamberin arkasmdaydı. Beraberinde Bilâl Habeşî ve Kabe'nin anahtarlarım muhafaza eden Osman bin Talha da vardı. Hazreti Peygamber Kabe'nin yanında devesini çök-türdü. Sonra Osman bin Talha'ya hitaben şöyle buyurdu;

«Anahtarı bize getir.» Osman, Kabe'nin anahtarını hemen geti­rip kapısını açtı. Hazreti Peygamber, Bilâl Habeşî, Üsame ve Osman içeri girdiler. Kabe'nin kapısını içerden kapadılar. Hazreti Peygam­ber, uzun müddet içerde kaldıktan sonra çıktılar. Diğer insanlar da Kabe'ye girdiler. İbni Ömer der ki:

Ben herkesden önce Kabe'ye girdiğim zaman kapının arkasında Bilâl Habeşiyi' ayakta buldum. Ona sordum: Resûlüllah Kabe'nin hangi tarafında namaz kıldı? Bana dedi ki, işte şu önündeki iki dire­ğin arasında namaz kıldı. O zaman Kabe, iki sıra-halinde altı direk üzerine bina edilmişti. Hazreti Peygamberin namaz kıldığı yer, iler­deki bölüm idi. Kabe'nin kapısını da arka taraflarına almışlardı. Mübarek yüzleri de duvara doğru idi. Namazı bu şekilde durarak kılmışlardı. Fakat Hazreti Peygamberin orada kaç rekât namaz kıldı­ğını Hazreti Bilâl'a sormayı unuttum. Ayrıca Hazreti Peygamberin namaz kılmış olduğu yerde kırmızı renkte bir mermer parçası (taşı) vardı.              

Mütercim ;

Bu hadî-i şerifte gQÇQn olay, Mekke'nin fethi yılında ise, Veda haccı bahsine konması istidrad (anti parantez - konu dışı olarak ara­ya sokmak) kabilinden olması gerekir, denilmiştir.[3]

 

VEDA HACCİ BAHSİ

 

1105- Ebû Bekre (Radıyallahu Anh) der kis

Peygamber Sallallahu Aieyhi ve Sellem Veda Haccı'ında kurban bayramının birinci günü Mina'da şöyle buyurdu-

«Zaman, Allah Tealâ Hazretlerinin gökleri ve yeri yarattığı gün­kü şeklinde devretmektedir. Sene, oniki aydır. Bunlardan dördü ha­ram (hürmet edilen) aylardır. Bu haram ayların üçü arka arkaya gelir ki, Zilkade, zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Bu haram aylar­dan dördüncüsü de, yalnız jlarak gelir ki, o da Mudar kabilesinin son derece hürmet ettikleri Receb ayıdır. Bu ay da Cumadalahire ayı ile Şaban ayı arasında gelir.  (Ayların yerlerini böylece belleyin ve cahiliyet devrinde yapıldığı gibi yerlerini değiştimeyin).» Sonra Haz-

reti Peygamber sordu:

«Bu ay hangi aydır. Zilhicce değil midir?»» Biz: — Evet,- dedik. Yine sordular: «Bu belde hangi beldedir, Mekke değil midir?» Biz: —Evet dedik. Yine sordular: «Bugün hangi gündür, kurban bayramının birinci    günü değil midir?» Biz:

— Evet, dedik. Sonra Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: «Bu beldenizde ve bu ayınızda şu günümüzün hürmeti (kud-siyeti) gibi canlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da sizin için mukad­destir. Sonra da Rabbiniz olan Allah'a kavuşacaksınız. Size amelle rinizden soracaktır. Dikkat ediniz! Sakm benden sonra doğru yoldan sapan kişilere dönüp birbirinizin boynunu vurmayınız.

Dikkat ediniz! Bu öğütlerimi burada bulunanlar, bulunmayanla­ra iletsin, kendilerine bu sözlerim İletilmiş olan bazı kimseler, bizzat benden işiten baza kimselerden daha kavrayışlı olabilir. Dikkat edi­niz! Size tebliğ ettim mi? (Bu sözü iki defa tekrarladılar) >

 

1106- Ebû Musa El-Eş'arî (Radıyallahu Anh) der ki: Arka­daşlarım, Tebük seferine giderlerken kendilerine binek hayvanı ve­rilmesi için beni Hazreti Peygambere gönderdiler. Ben de Hazreti Peygamberin huzuruna vardım ve dedim ki:

— Ya Resûlallah! arkadaşlarım bu seferde binmeleri için sizden binek hayvanı istemek üzere beni gönderdiler, Hazreti Peygamber bana şöyle buyurdular:

«Vallahi, size hiç bir binek hayvanı veremiyeceğim.» Hazreti pey­gamber bunu buyurduğu zaman öfkeli idi. Ben de Peygamber Sallal-lahu Aleyhi ve SeUenVin vermemesinden ve aynı zamanda bana gü­cenmiş olabilmesi korkusundan kederli olarak geri döndüm. Arka­daşlarımın yanına biderek aldığım red cevabını onlara bildirdim. Kısa bir zaman sonra benim adımı çağıran Bilâl Habeşi'nin sesini işittim.. Onun: Ya Abdullah bin Kays! çağrısına koştum. Bilâl bana de­di ki, Hazreti Peygamber seni istiyor; hemen çabuk gidiniz. Ben de Hazreti Peygamberin huzuruna çıktım. O sırada Hazreti Peygamber Sa'd bin Ubade Hazretlerinden satın almış olduğu altı deveyi kana göstererek:

«Yan yana duran şu iki deve ile yan yana duran şu iki deveyi al ve onları arkadaşlarına götür. Hem de onlara söylet Allah Tealâ Hazretleri (yahud Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretle­ri), sizi bu develere bindiriyor] bunlara bininiz,» buyurdu.

 

1107- Sa'd bin Ebi Vakkas (Radıyallahu Anh) der kü

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Tebük gazasına çıktığı zaman, Hazreti Ali'yi Medine'de halef bırakmıştı. Hazreti Ali ise:

— Ya Resûlallah! Beni birtakım çocuklarla kadınlar arasında mı bırakıyorsunuz? diyerek üzüntüsünü belirtti. Bunun üzerine Haz­reti Peygamber ona şöyle buyurdu:

«Sen bana karşı, Hazreti Harun'un Hazreti Mûsa'a karşı olan mertebesinde olmak istemez misin? Şu farkla ki, benden sonra pey­gamber yoktur.»

Mütercim:

Musa Aleyhisselâm Allah'dan vahy almak için Sina dağına gi­derken kardeşi Harun Aleyhisselâm'ı îsraîl oğullan kavmine halef bıraktığı gibi, ben de seni (ey Ali) Medine'de halef bırakıyorum, de­mektir. Rafizî ve Şiî'ler, bu hadis-i şerife dayanarak, Hazreti Peygamberden sonra Hazreti Ali'nin halife olması gerekir, Hilâfet onun hak-Kıdır. Çünkü bu hadîs, bir vasiyyet hükmündedir, demektedirler. Hatta Hazreti Ali'ye başkalarını tercih etmeyi de küfür saymışlar­dır. Bu sapık fırkalardan bir kısmı da, Hazreti Ali kendi hakkı olan hilâfeti arayıp dava etmediğinden Hazreti Ali'yi de islâm dışı gö­recek kadar sapıtmışlardir.

Hazreti Ali'nin Medine'de halef bırakılması, sadece Tebük sefe­rine çıkılacağı zaman olmuştur. Ayrıca Hazreti Harun (Aleyhisse­lâm) Hazreti Musa'dan (Aleyhisselâm) kırk yıl önce Tîh sahrasında vefat etmiştir. Bu itibarla Harun Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm'-dan sonra halife olmadığı hususu da herkes tarafından bilinmekte­dir. Bunun için ehli sünnet alimleri, bu hadîsi- şerifin hilafet ve nü­büvvetin Hazreti Ali'ye ait olacağına herhangi bir delâleti yoktur, diyorlar.

 

1108- Kâb bin Malik (Radıyallahu Anhî der kiı

Tebük gazasından başka, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve   Sel-lem'in yapmış olduğu savaşların,hiç birinden geri kalmamıştım. Gerçi Bedir gazasında bulunamamıştım. Bunun sebebi ise* Hazreti Pey­gamber Bedir gazasına savaş niyeti ile çıkmamıştı, Şam'dan gelecek olan Kureyş kavmine ait ticaret kervanını ele geçirmek niyeti ile çıkmıştı. Cenabı Hak, böyle habersiz olarak düşmanlarla müsl^man-ları Bedir'de karşılaştırdı. Bunun için Bedir savaşından geri kalmam ayıplanmaz.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem hicret etmeden önce, Me­dine'den Mekke'ye hac mevsiminde gidip Mina'da Akabe denilen yerde geceleyin Hazreti peygambere biat eden Ensar içinde bile var­dım. Akabe'de İslam'ın ve Hazreti Peygamberin zafere ulaşması için ve Medine'ye gelecek muhacirleri yerleştirip korumak için her türlü yardımı yapacağımıza söz vermiştik. îşte bu Akabe gecesinde yapı­lan sözleşme ve sağlam bağlantı, bana göre, Bedir savaşı ile değişti­rilemez. Halk arasında Bedir gazası her ne kadar daha şöhretli ve büyük bir olay ise de, bence Akabe biatinde bulunmak daha önemli­dir. Çünkü islâmın ortaya çıkmasına başlıca sebeb bu Akabe sözleş-mesidir.

Tebük seferinden geri kalmama gelince:

Gerçekten Tebük gazasından'geri kalmam için hiç bir sebep ve özrüm yoktu. Çünkü o zamanda sahib 'olduğum malî ve bedenî kuv­vet ve imkâna hiç bir zaman sahib olmamıştım. Vallahi, savaşa ta­kaddüm eden günlerden hiç birinde hiç bir vakit iki deveyi bir araya getirememiştim. Halbuki bu Tebük savaşı günlerinde iki yük devesi ile iki binek devem vardı.

Sonra Hazreti Peygamber öteden beri savaşa çıkacakları zaman, başka bir hedef söyleyerek gerçek hedefi gizli tutardı. Fakat bu Te­bük seferi yaz mevsiminin şiddetli sıcağına tesadüf ettiği gibi, susuz çöllerden uzak bir yere gidileceğinden Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sehem Hazretleri bütün müslümanlara, seferin uzun ve yorucu olması sebebiyle hazırlık yapsınlar diye, Tebük seferine çıkılacağını açıklamış ve ilân etmişti. Hem de Hazreti Peygamberin ordusu o ka­dar kalabalıktı ki, bir divan defteri bunların isimlerini toplamaya yetmezdi. Otuz bin kişi oldukları söylenir.

îşte böyle kalabalık bir ordu içinde benim gibi birkaç kişinin bulunmayışını, Hazreti Peygamber ancak vahy yolu ile bilebilir sa­nıyordum. Hazreti Peygamberin Tebük seferine çıkış zamanı, meyvelerjn tanı olgunlaştığı ve gölgelerin arandığı bir mevsime rastla­mıştı.

Bu şartlar altında savaşa çıkacak olan bütün müslümanlar ha­zırlıklara koyuldular, gerekli ihtiyaçlarını temin ettiler. Ben de her sabah hazırlanmak niyetiyle evimden çıkardım, akşamleyin, hiçbir hazırlık yapmaksızın evime dönerdim. Her istediğim zaman yolculuk hazırlığını yapabileceğimi kendi kendime söyler dururdum. Bende bu ihmallik sürüp gitti. Öyle ki, herkes hazırlanıp Hazreti Peygamber ile yola çıktılar. Ben ise halâ yolculuk hazırlığına başlayamadım. Bu­nunla beraber bir gün sonra dahi olsa hazırlanır ve arkadan peygam­berin ordusuna kavuşurum, diyordum. Bir gün adetim üzere sabah­leyin çarşıya çıktım. Akşam üstü yine bir yolculuk hazırlığı yapmak­sızın evime döndüm. Bu hal bende devam etti. Bu arada Hazreti Pey­gamberin ordusu uzun .mesafeler alarak Medine'den uzaklaşmış ol­duğundan onlara yetişmek imkânı kalmadı. Böylece Tebük gazasın­dan mahrum oldum. Arada yine gideyim de orduya katılayım diye düşündüm ise de, bir türlü gidemedim. Keski gitmiş olsaydım.

Bir de Medine'de beni en çok üzen şey, Medine sokaklarında do­laştığım zaman ya münafık diye söylenen kimselerle, kör, topal ve biçarelerle karşılaşmış olmamdır. Bütün eli-kolu tutan müslümanlar savaşa çıkmış olduklarından bu özürlü kimselerden başkası sokak­larda dolaşmıyordu.

Hazreti Peygamber ordusu ile Tebük'e vardığı zaman beni hatır­ladı. Tebük'de istirahat halindeyken, kalabalık ashab topluluğu için­de Hazreti Peygamber sordu:

«Kâ'b ne yaptı?» Beni Seleme kabilesinden Abdullah bin Enis de­di ki: Ya Resûlallah! Kâb'ın ya iki kaftanı yahud da kibir ve gururu onu Medine'de alıkoymuş olmalıdır. Sonra Muaz bin Cebel Hazret­leri, Abdullah'a cevab olarak:

  Kâ'b gibi bir adam hakkında ne fena söz. söyledin,   dedi ve Hazreti Peygambere dönerek şöyle konuştu:

  Ya Resûlallah!, Kâ'b hakkında hayır ve iyilikten başka bir şey bilmiyoruz. Bunun üzerine Hazreti Peygamber bir şey söylememiş­ler.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in Tebük'den Medine'ye dönmek üzere hareket etmiş olduğunu öğrenince, düşünmeye başla­dım. Yarın Hazreti Peygamberin huzuruna nasıl çıkacağım ve onun oana karşı olan öfkesinden nasıl kurtulacağım?. Ne yapsam, bir ya­lan uydurupta özür mü dilesem, dosdoğru mu konuşsam, diye hesab ettim durdum. Hatta yakınlarımdan fikir sahibi kimselerin ve bilgin­lerin görüşlerine başvurdum, ne yapmam gerektiğini onlara danış­tım.

Nihayet Hazreti Peygamberin Medine'ye yaklaştığı haberi gelin­ce, evelce tasarlamış olduğum yalan vs kuruntuların hejssi kafamdan silindi. Böyle bir yalanın, beni Hazreti Peygamberin öf­kesinden hiç bir zaman kurtaramayacağını anladım. Onun için işin doğrusunu olduğu gibi Hazreti Peygambere anlatmayı uygun bul­dum ve buna karar verdim.

Spnra Hazreti Peygamber Medine'yi teşrif ettiler. Ötedenberi Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem her seferlerinden Medine'ye dönüşlerinde ilk önce Mescid'e girerler ve orada iki rekât namaz kı­larlardı. Yine bu adetleri üzere Mescid'e girdiler ve iki rekât namaz kıldılar. Hoş geldin, demeye gelen insanları karşılamak için Mescid-de oturdular. Böyle otururlarken, sırf tenbellikten veya bir nifaktan dolayı Tebük seferine katılamayanlar takım takım gelerek Hazreti Peygamberden özürlerinin kabullerini istediler ve çeşitli mazeretler göstererek yemin ettiler. Hazreti Peygamber onların görünüş halleri­ne bakarak özürlerini kabul etti. Onlar için Allah'dan mağfiret dile­di. Onların iç hallerini Allah Tealâ Hazretlerine bırakmıştı. Böyle uydurma özürlerle ve nifakla yalnız Medine'de kalanların sayısı sek­sen küsur kişi idi. Diğer bölgelerden olan münafıkların sayısı çok­tu.

Herkes gelip gittikten sonra ben de Hazreti Peygamberin huzu­runa vardım ve selâm verdim. Hazreti Peygamber kızan bir kimsenin tebessümü ile bana: «Yanıma gel!» buyurdu. Ben de hemen yürüdüm ve önünde oturdum. Hazreti Peygamber bana sordu:

«Seni bu savaştan geri bırakan neydi? Binek hayvanım satın al­mamış miydin?» Ben cevab verdim:

— Evet, ya Resûlallah! binek hayvanımı hazırlamıştım. Sizden başka dünya ehlinden birinin huzurunda oturmuş olaydım, onun öf­kesinden, mazeretle çıkmayı başarırdım. Çünkü bana tartışmada ik­na kabiliyeti verilmiştir. Fakat vallahi, bugünkü günde kendimden sizi razı etmek için yalan söyleyecek olsam, Allah'ın gazabma uğra­yacağımı kesin olarak biliyorum. Beri size karşı doğru söyleyip ger­çek halimi bildirmiş olsam, sizin bana kızacağınızı da biliyorum: fakat bu hususta Allah'ın beni bağışlamasını diliyorum ,

Vallahi, ya Resûlallah! Evimde kalmam için hiç bir özrüm yoktu. Vallahi, sizden geri kaldığım zamandaki kadar güçlü ve varlıklı hiç bir zaman olamamıştım. Fakat her nasılsa geri kaldım, savaşa ka­tılamadım. Bunun üzerine Hazreti Peygamber:

«Bu adam doğruyu söyledi.» buyurdu ve bana şu emri verdi: «Şimdi kalk ve Allah'ın senin hakkında vereceği hükme kadar bekle.»

Ben de .hemen Hazreti Peygamberin huzurundan kalkarak evi­me doğru yürüdüm. Seleme Oğullan kabilesinden birtakım adamlar arkama takıldılar ve bana şöyle dediler:

— Vallahi, senin bundan önce bir günah işlediğini bilmiyoruz. Böyle olduğun halde diğer evlerinde kalıp savaşa katılmayanlar gibi bir özür uydurmayı beceremedin. Halbuki Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in senin için Allah'dan af dilemesi, günahının bağış­lanmasına yeterdi. Onlar bu şekilde beni kınamaya devam ettiler. Onların bu kınamalarından dolayı, tekrar Hazreti Peygambere dönüp kendimi yalanlamıya büe niyetlendim. Sonra   arkadaşlarıma şöyle

dedim:

— Bu benim başıma gelen hal, başka bir kimsenin başına geldi mi? (Benim gibi Tebük savaşından geri kalıp özür beyan etmeyen ve doğruyu öyleyen bir kimse var mıdır?) Onlar:

  Evet, tıpkı senin gibi doğruyu söyleyen iki kişi vardır, Hazreti Peygamber sana ne buyurdu ise, aynen onlara da onu söyledi, dedi­ler. Sonra ben arkadaşlarıma sordum:

  O iki zat kimlerdir? Dediler ki:

  Onlardan biri Mürare bin Rebî* diğeri de Hilâl bin Ümeyye'-dir. Bunları öğrenince bendeki tereddüd ve kararsızlık   hali kalktı. Önceki doğruluk fikrim üzerinde bulunmayı kesinlikle kararlaştır-dım. Çünkü isimlerini öğrendiğim bu iki zat ashabın büyüklerinden ve Bedir savaşında bulunan salihlerdendiler. Artık bunlar benim için uyulması gereken kimseler olabilir, demiştim"; 2 sakinleşmiştim.

Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri, Te-bûk seferinden geri kalanlardan yalnız üçümüzle konuşmayı bütün müslümanlara yasakladı. Bunun üzerine herkes bizden kaçındı; bize karşı birden  değişi verdiler. Hatta Medine bana yabancı gelmeye başladı. Sanki daha önce tanıdığım şehir değildi. îşte bu durumda tam elli gece (gün) kaldık. Benim o iki arkadaşım   evlerinden hiç dışarı çıkmayarak mütemadiyen ağlayıp durdular.   Ben arkadaşla­rımdan daha genç ve dinç idim. Onun için müslümanlar   arasında namaza katılırdım, çarşılarda da dolaşırdım; fakat hiç kimse benim­le konuşmazdı.

Namazdan sonra bazan Hazreti Peygamberin oturduğu yere gi­dip huzurlarında selâm verirdim. Hem de benim    selâmımı almak için Hazreti Peygamberin mübarek dudaklarını kımıldatıp kımıldat­madığını kendime sorardım. Bazan da Mescid'de Hazreti Peygam­berin yakınında namaza dururdum. Hem de gizlice gözümün ucu ile Hazreti Peygambere bakardım. Ben namaza başlayınca, Hazreti Pey­gamber bana dikkatlice bakardı. Fakat ben Hazreti Peygamberin ta­rafına döndüğüm zaman, mübarek yüzünü benden çevirirdi, insan­ların cefasından uğradığım sıkıntılı günler uzaymca insanlar içinde en iyi dostum olan amcamın oğlu Ebû Katade'nin bostanına duvar­dan aşarak girdim. Ebû Katade'ye selâm verdim; fakat vallahi, selâ­mımı almadı. Ben ona şöyle dedim: — Ey Ebû Katade! Allah için söyle. Allah'ı ve onun Peygamberini sevdiğimi biliyor musun? Ebû Katade benim bu soruma evet veya hayır hiç bir cevab vermedi. So­rumu tekrarladım yine bir cevab alamadım. Üçüncü defa sorunca: Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedi. O anda benim iki gözümden yaş­lar boşanmaya başladı. Ağlayarak yine bostan duvarından dışarıya çıktım. Medine çarşısında yürürken Şam halkından ve hıristiyan di­ninden olup ekinini satmak için Medine'ye gelen bir kipti fellah (çift­çi), Kâb bin Malik kimdir? diye insanlara soruyor ve beni araştırı­yordu. Adamlar da hıristiyana/beni gösterdiler. Sonra o hıristiyan yanıma geldi. Gassan sultanı (Cebele bin Eyhem) tarafından gönde­rilen mektubu bana verdi. Bir de baktım ki, mektupta şöyle denili­yor:

«imdi (inanıp kendisine bağlandığın adamının sana eziyet ve cefa ettiği haberini aldım. Halbuki Allah seni böyle zillet ve hakaret yerinde kalmak için yaratmadı. Dünya sana dar değildir. Böylece zillet yerinde durmak sana yakışmaz. Mektubum sana ulaşınca he­men bize katıl. Biz seni teselli ederiz.»

Mektubu okuyunca kendi kendime dedim ki, bu da, geçirmekte olduğum imtihanın bir parçası! Hemen o mektubu ateşe atıp yak­tım.

Sonra elli gecenin kırk gecesi geçtiği zaman. Hazreti Peygambe­rin elçisi. (Hüzeyme bin Sabit) bana gelerek şu emri tebliğ etti:

«Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, karından ayrılmanı sa­na emrediyor.» Ben de:

  Zevcemi boşayayım mı?1 diye sordum. O da:

  Hayır, boşamaymız; ancak muvakkat bir zaman için ona yak­laşmayınız, dedi.

Bana gönderilen bu haber aynen diğer iki arkadaşıma da gönde­rildi. Sonra zevceme dedim ki, hakkımda Allah'ın hükmü gelinceye kadar sen ailenin yanına git. O da gitti.

Arkadaşlarımdan Hilâl bin Ümeyye'nin zevcesi Havle binti Asım,

Peygamber Sallallahu-Aleyhi ve Sellem'e gitti ve şöyle dedi:

—Ya Resûlallah! Benim kocam Hilâl bin Ümeyye ihtiyar bir adamdır. Yalnız başına kendini idare edemez. Benden başka onun hizmetini yapacak kimsesi yoktur. Onun hizmetinde bulunmama izin. verirmisiniz? Hazreti Peygamber o kadına müsaade etmiş; fakat ko­casına yaklaşmamasını da emretmiş. Bunun üzerine kadın demiş ki: — Ya Resûlallah! Benim kocamın hiç bir hareketi kalmamış ol­duğu gibi, bu iş onun başına geleli beri devamlı olarak ağlamakta­dır.

Kâ'b, söze devam ederek der ki;

Ailemden biri bana, sen de peygambere gidip Hilâl bin Ümey-ye'nin karışma izin verdiği gibi, karının, senin yanında kalması için izin istesen'olmaz mı? dedi. Bu şekilde bana ısrarda bulundu ise de ona şu cevabı verdim:

— Vallahi, böyle şey için ben Hazreti Peygambere gidip onu rahatsız edemem. Sonra ben, nasıl ona müracaat edeyim? Hilâl gibi ihtiyar değilim, genç olduğum için kendi hizmetimi görebilirim. Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in de bana ne söyleye­ceğini bilemem. İşte kırk günden sonra on gün daha böyle geçirdik. Böylece insanlardan ilgimizin kesilişi üzerinden tam elli gün geçmiş oldu.

Ellinci günün sabahında idi ki, evlerimden birinin damında sa­bah namazını kılmış oturuyordum. Öyle bir sıkıntılı halde idim ki, Kur'an-ı Kerimde Cenabı Hak buyurduğu gibi, yeryüzü Bunca geniş­liğine rağmen bana dar gelmişti. Bir de ansızın Sel dağı tepesinden yüksek sesle birinin:

— Ey Kâ'b, sana müjde! bağırdığını işittim. Hemen şükür secde­sine kapandım. Artık ferahlık zamanının geldiğini anladım. Bizim üçümüzün tevbelerinin kabul edildiğim   sabah   namazından sonra Hazreti Peygamber herkese açıklamıştı. Bunun üzerine   müjdeciler her üçümüzün evlerine koştular. Benim tarafıma gelen müjdeci atma binmiş dört nala geliyordu. Fakat Sel dağına çıkan Eşlem kabilesin­den çevik bir adamın sesi bana daha önce gelmişti. Bu müjdeci yanı­ma vardığında sırtımdaki iki elbisemi, müjdesinin karşılığı olarak çı­karıp ona giydirdim. Vallahi o gün o iki elbiseden başka elbisem yok­tu. Hemen iki giysi (ridâ ve izar) ödünç aldım ve giydim. Öylece Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in huzuruna vardım. Yolda grup grup insanlar beni karşılıyarak tevbenin kabulünü tebrik edi­yor ve Allah Telâ Hazretleri tarafından bağışlanman kutlu olsun, diyorlardı. Nihayet Mescidi şerife girdim. Hazreti Peygamber mescid içerisinde etrafında insanlar olduğu halde oturuyorlardı İçlerinden beni gören Talhâ bin Abdullah hemen ayağa kalktı ve koşarak beni kucaklayıp tebrik etti. Vallahi, Talha'dan başka muhacirlerden hiç­bir kimse bani tebrik etmeye kalkmadı. Vallahi, Hazreti Talha'nın bana olan sadakatini hiç bir zaman unutamıyacağım.

Sonra ben. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerine selâm verdim. Hazreti Peygamberin mübarek yüzlerinde sevinç pa­rıltısı olduğu halde bana şöyle buyurdulart

«Anandan doğalı beri rastladığın en mutlu günü sana müjdele­rim.» Ben sordum:

  Ya Resûlallah! Bu müjde senin tarafından   mı* yoksa Allah tarafından mı? Bana şu cevabı verdiler:

«Hayır, benim tarafımdan değil, bu müjde Allah katindanl» Hazreti Peygamber sevinçli oldukları zaman mübarek yüzlerin-deki nur bir kat daha çoğalır ve parlardı. Biz de öteden beri onun bu halini bilirdik. Sonra huzurlarında oturdum ve şöyle dedim:

  Ya Resûlallah! Mademki Allah Tealâ Hazretleri beni bağışla­dı, bu bağışlanmamın karşılığı, Allah Tealâ Hazretleri peygamberi için bütün malımdan sadaka olarak sıynlmamdır. Hazreti Peygam­ber bana:

' «Malının bir kısmını tut, bu senin için daha hayırlıdır» buyurdu. Ben de Hayber ganimetlerinden bana düşen hissemi alıkoyuyorum, dedim.

Sonra Hazreti Peygamber'e şu sözü verdim:

  Ya Resûlallah! Allah Tealâ beni doğruluk sebebiyle kurtardı. Bundan böyle hayatım boyunca doğruluktan ayrılmayacağım,   söz veriyorum.

Kâ'b bin Malik diyor ki:

  Vallahi, Resûîüllah Sallallahu   Aleyhi ve Sellem'e   doğruluk sözü verdiğimden itibaren Allah Tealâ, bana ihsan ettiği nimet ka­dar müslümanlardân hiç bir kimseye ihsan etmemiştir. Hem de Haz­reti Peygamber'e verdiğim o doğruluk sözünden beri, bu güne kadar hiç bir şekilde bilerek yalan söylemedim. Bundan sonra da Allah Tea­lâ Hazretleri beni yalan söylemekten korur, diye ümidim tamdır.

Allah Tealâ Hazretleri şu mealdeki ayeti Kerime'yi Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e indirdi:

«And olsun ki, Allah, peygambere ve o güçlük vaktinde (Tebük savaşında çekilen sıkıntı ve mahrumiyet günlerinde) ona uyan Mu­hacirlerle Ensar'a Jüt uf ta bulundu. Öyle ki, içlerinden bir kısmının kalbleri kaymağa yüz tutmuş iken yine de onların tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, çok   merhametlidir.»

Vallahi, Hazreü Peygambere karşı yalan söyleyipte helak olurum korkusu ile itizam ettiğim sadakat sözü, beni İslam'a hidayet ettikten sonra Allah'ın bana verdiği en büyük niymettir. Aksi halde diğer ya­lan söyleyenler gibi ben de helak olacaktım. Allah yalan konuşanlar (mazeret uyduranlar) hakkında, şimdiye kadar hiç kimse hakkında indirmediği en ağır ayetini indirmiş ve şöyle buyurmuştur :

Kendilerinden razı olasınız diye (münafıklar)    size yemin, ede­cekler. Fakat siz onlarda razı olsanızda, Allah, asla o fasıklardan razı olmaz.» (Tevbe: 98)

Diğer münafıklar Hazreti Peygamberin huzuruna giderek özür­lerini yeminle ifade ettiler. Hazreti Peygamber de onların mazeretle­rini kabul etti ve^ onlar için Allah'dan mağfiret diledi. Biz ise onlar gibi mazeret uydurmaktan ve Peygamber'in bizim için mafiret dile­mesinden geri kaldık. Biz üç kişi idik. Hazreti Peygamber bizi, Al-lah'dan bir emir ve hüküm gelinceye kadar bekletti. îşte bundan dolayıdır ki, Allah Tealâ Hazretleri:

«(Durumları) geri bırakılan üç kişiyi (Kâb bin Malik, Hilâl bin Ümayye ve Mûrâre bin Rebî'i) Allah bağışladı. Çünkü o derece bu­nalmışlardı ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıkmıştı ve Allah'dan kurtuluşun ancak Al­lah'a sığınmakta olduğunu anlamışlardı. Bundan sonra Allah onları tevbekâr olmaya muvaffak kılıp tevbelerini kabul buyurdu. Şüphe­siz ki Allah tevbeleri çok çok kabul edendir, çok   merhametlidir.» (Tevbe: 118)

Bu ayette geçen «Geri bırakılan üç kişi» sözü Tebük savaşından geri kalanlar manasında olmayıp durumları hakkında hüküm veril­mesi ertelenmiş olanlar manasmdadır ki, bundan üçümüz kasdedü-mektedir.

otaTk sataşmak kararında idim. ™^.^S2 lallahu Aleyhi ve Sellem'den işittiğim bir hadisten Allah fayadalandırdı. Peygamberin bu hadisi şudur:

«Bir kavim ki, idaresini kadına bırakmıştır, o toplum asla iflah etmez.» Bu hadîs-i şerifi Hazreti Peygamber şu hadise üzerine buyur­muştu:, tran imparatoru ölünce erkek çocuğu olmadığından onun kızını tahta çıkardılar. İşte bu haber Hazreti Peygambere ulaşınca, yukardaki hadîs-i şerif varid olmuştur. Ben de bu hadis-i şerife da­yanarak Hazreti Aişe taraftarı olarak CEMEL vak'asmda bulunma­dım.[4]

 

PEYGAMBER  SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM'İN HASTALIĞI VE  VEFATI

 

1110- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ölüm hastalığında, kızı Fatma'yı (Radıyallahu Anha) yanına çağırarak kulağına gizlice bir şey söyledi. Hazreti Fatma ağlamaya başladı. Sonra ikinci defa yine gizlice kulağına bir şey söyledi. Bu defa Hazreti Fatma gülümsedi. Sonra biz Hazreti Fatma'ya bu iki halin sebebini sorduk. Bize şöyle anlattı:

— Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, birinci defasında bu hastalık yüzünden dünyadan ahırete göçeceklerini bana söylediler. Onun için ağladım. İkinci defasında ise vefatlarından sonra aile ferd-leri içinden en önce kendilerine kavuşacak olan kimsenin ben ol­duğumu bildirdiler. Onun için sevindim ve güldüm.

Hazreti Aişe yine anlatır: Ben, Resûlüilah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'den çok defa şöyle buyurduğunu işitirdim:

Hiç bir peygamber, dünyada kalması ve ahirete göçmesi arasın da muhayyer bırakılmadıkça (bunlardan birini seçme serbestliği ken­disine tanınmadıkça) vefat etmez.» Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in, ölüm halinde mübarek sesi kısılınca şu mealdeki ayeti ke­rimeyi okuduğunu işittim:

«Allah'a ve Peygambere, itaat edenler, işte bunlar, Allah'ın ken­dilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerie ve iyi kimselerle beraberdirler. Bunlarsa ne güzel arkadaşlardır!»    (Nisa: 69)

Bunun üzerine diğer peygamberler gibi, Allah tarafından dün­yada kalmasıyla ahirete göçmesi arasında Hazreti Peygamberin de serbest (muhayyer) bırakıldığını anladım.

 

1111- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki: Peygamber Salla3îahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri sağlık halle­rinde iken: «Hiç bir şamher cennetteki yerini görmedikçe ve son­ra da dünya ile ahire i arasında muhayyer kılmmadikça vefat etme­miştir.» buyurdular. Hazreti Peygamber hastalanıp ölüm halinde mübarek başı dizim üzerinde iken, bir ara kendinden geçtiler. Sonra kendilerine geldikleri vakit, mübarek gözlerini evin tavanına doğru çevirdi ve:

«Allahım! Beni, yüce yoldaşa kavuştur.» buyurdu. Yani, bir an önce sana kavuşayım, yahut mukaddes yüksek makama erişeyim.

Hazreti Peygamber böyle dua edince, ben kendi kendime dedim ki artık Resûlüilah bizi seçip dünyada kalmasını dilemez. Hayatla­rında buyurdukları, «Allah tarafından dünya ile ahiret arasında mu­hayyer kılınmak» hadîs-i şerifinin gereği ahireti ihtiyar ettiklerini anladım.

Mütercim:

Hazreti Peygambere ölüm halinde Cibril gelip onu muhayyer kıl­dığı diğer hadislerde geçmektedir.

 

1112- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki:

Peygamber SaUailahu Aleyhi ve Sellem'in mübarek vücudlanna bir hastalık geldiği zaman, muavvizeteyn (Nas ve Felak) sûrelerini okumak ve parmaklarının uçlarına üfleyerek ağrıyan yerlerine sür­mek adetleri idi. Bu defa ölümlerine sebeb olan hastalıkta iken, ben de Muavvizeteyn sûrelerini okuyarak Hazreti Peygamberin e!?erine üfürür ve ellerini ağrıyan yerlerine sürerdim. Bu son hastalığında kulağımı mübarek ağızlarının yanma yaklaştırdım ve dinledim. Şöy­le dua ediyorlardı:

«Allahımî.Beni bağışla, beni esirge ve beni yüce yoldaşa kavuş­tur.»

 

1113- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki:

Allah Tealâ Hazretlerinin bana özel olarak ihsan buyurduğu en büyük nimetlerinden biri de, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerinin benim evimde ve nöbet günümde, mübarek başları göğsüm'e dayalı bulunduğu halde vefat etmeleri ve benim ağız su­yum ile Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerinin ağız suyunun birbirine karışmış olmasıdır. Şöyle ki:

Hazreti Peygamberin hastalığında onun dayanağı idim; o, bana yaslanıyordu. O anda yanıma kardeşim Abdurrahman (ibni Ebi Be­kir) geldi. Elinde bir misvak (ağaçtan diş fırçası) olduğu halde içeri girmişti. Hazreti Peygamberin, kardeşimin elindeki o misvâk'a dik­katle baktığını gördüm. Peygamber Sallallahu .Aleyhi ve Sellem'in o misvâk'ı istediğini anladım. Hemen sordum:

— Ya Resûlallah, misvak ister misiniz? Hazreti Peygamber, evet, manasında mübarek başı ile işaret etti. Ben de hemen kardeşimden misvâk'ı alarak Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e verdim. Hazreti Peygamberin hastalığı şiddetli olduğundan misvak ona sert geldi. Ben, ya resûlallah! mivsâk'ı size biraz yumuşatayım, dedim.

Yiile başları ile İşaret ederek yumuşatmamı istediler. O misvak'ı mü­barek elinden aldım ve ağzımda çiğneyerek tükürüğüm ile yumuşat­tım. Sonra Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e verdim. O da

misvakı dişlerine sürdü.

Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in önünde deriden ve için­de su bulunan bir kap vardı. Mübarek ellerini o suya sokarak ısla­tır, mübarek yüzüne sürer ve şöyle buyururdu:

-Allah'dan başka ibadet edilecek hiç bir ilâh yoktur; ölümün de gerçekten sekeratı (şiddeti) vardır.» Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri, ellerini göğe doğru kaldırıp ruhlarını teslim edinceye kadar: «Yüce yoldaşın yanında...» demeye bağladılar. Sonra mübarek, eli yavaş yavaş düştü. (Artık dünyadan göçmüşlerdi.)

 

1114- HazretiAişe (Radıyallahu Anha) derki: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e hastalığında baygınlığa benzer bir hal gelmişti. Biz de hastalığına bir ilaç hazırladık. Kendileri bu ilâcı istemediklerini, işaretle bize bildirdilerse de, biz, her hasta ilâç kabul etmez düşüncesiyle yine o ilâcı ağızlarına damlattık. Son­ra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem kendine gelince şöyle bu­yurdu:

«Ağzıma ilâç damlatmaktan sizi menetmedim m¥! Bu evde (am­cam) Abbas'tan başka herkesin ağzına (ceza olarak) aynı ilâçtan damlatılacak ve ben de göreceğim. Abbas ise sizin ağzıma ilâç dam­latmanızı görmedi (o esnada aranızda değildi).»

Mütercim

Şanı yüce bir peygamber böyle ilaçlamayı yasaklamışken, bunu dinlemeyenlerin ahirette bir cezaları olması gerektiğinden dünyada kısas olarak onların ayni ilâcı kullanmak suretiyle cezalandırılarak ahiret cezasından kurtarıldıkları anlaşılmaktadır. Bizzat tedavi ile uğ­raşanlar ve görüpte rıza gösterenler ayni cezaya hâk kazanmış oldu­lar. Fakat Hazreti Abbas tedavi sırasında bulunmadığı için o müstes­na küınnuştır.

 

1115- Hazreti Enes (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Saliallahu Aleyhi ve Sellem'in irtihallerine sebeb olan son hastalıkları ağırlaşmca, mübarek, vücudlarına bir ağırlık bastığını gören kızı Hazreti Fatma (Radıyallahu Anha):

— Yetişin, babama ağırlık bastı! diye feryad etti. Peygamber Sal­lallahu Aleyhi ve Sellem kızına şöyle buyurdu: (Kızım), bugünden sonra artık babanın bir sıkıntısı kalmayacaktır.»

Mütercim:

Hazreti Peygamberin altmış üç yaşında irtihal ettiklerini Hazreti Aişe anlatır. Her ne kadar Sahih-i Müslim'de altmış beş yaşında irti­hal ettiği rivayet ediliyorsa da, doğrusu Hazreti Aişe'nin Buharî'deki rivayetidir. Bu altmış üç yılın elli üç senesi, Mekke'de ve geri kalan on senesi de Medine'de geçmiştir.

Tam kırk yaşında Mekke'de nübüvvet geldikten sonra, peygam­berliğin ilk onüç yılını da orada geçirmişlerdir. Ancak bu on üç yılın üç senesi fetret devri (vahyin kesildiği zaman) olmuştur. Bu itibarla arka arkaya Kur'anı kerimin nüzulü on sene Mekke'de ve on sene de Medine'de peyderpey'vuku bularak yirmi senede tamam­lanmış oldu.[5]

 

KURAN TEFSİRİ BAHSÎ FATİHA SÜRESİ

 

1116- Ebû Saîd El-Hudrî (Radıyallahu Anh) der kit

Ben, mescidi şerifte namaz kılarken Peygamber Sallallahu Aley­hi ve Sellem beni huzurlarına çağırdı. Namazdan sonra huzurlarına varıb:

— Ya Resûlallah! Namazda idim; onun için geciktim, dedim. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:   -

«Allah Tealâ; Allah ve Peygamberine, sizi çağırdığı zaman der­hal icabet edin, 'buyurmadı mı?» (Enfal: 24) Böylece beni azarlama yollu ikaz ettikten sonra şöyle buyurdular:

«Bu mescidden dışarıya çıkmadan sana bir sûre öğreteceğim ki, o sûre, Kur'an'ın en büyük süresidir.» Sonra Hazreti Peygamber elimden tutup beraberce mescidden çıkarken ben dedim ki, ya Resû lallah, siz Kur'an'm en büyük sûresini bana öğretecek değil miydi­niz? Bunun üzerine buyurdular ki:

«O sûre, El-hamdü lillâhi Rabbü'alemîn (Fatiha) süresidir. Bu sûre tekrarlanan yedi ayet ve Allah tarafından bana verilen büyük Kur'andır.»

Mütercim:

Fatiha sûresi yedi ayettir. Ancak îmam Azam Hazretlerine gö­te. Besmele sûreden bir ayet değildir. «Sıratallezine en amte aley­him» tam ayettir ve bununla yedi ayet tamamlanmaktadır. îmam Şa-fü Hazretlerine göre ise, Besmele, Fatiha sûresinden bir ayettir ve •Sıratellezine en'amte aleyhim» tam ayet değildir.[6]

 

BAKABE SÜRESİ

 

1117- Abdullah bin Mes'ud (Radıyallahu Anh) der kiı

Peygamber Sallallahu Aleyhi «e Sellem Hazretleri günahla­rın en büyüğü hangisidir? diye sordum. Bana şu cevabı verdiler:

«Allah seni yarattığı halde senin ona eş ve ortak koşmandır.» Sonra en büyük günah hangisidir? sordum. Buyurdular ki:

«Seninle ekmeğini paylaşacağı korkusu ile kendi çocuğunu öl­dürmen d ir.» Ben yine sordum: Sonra en büyük günah hangisidir? Bana şu cevabı verdiler:

«Komşunun helali ile zina etmendir.»

 

1118- Saîd bin Zeyd (Radıyallahu Anh)  Hazretlerinden riva­yet edilmiştir:

«Kızıla çalan ak mantar, kudret helvası türündendir ve onutı suyu göze şifadır.»

 

1119- Ebû Hüreyre'den  {Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:

îsrâil Oğullarına, Kudüs kapısından başlarınızı eğerek ve gü­nahlarınızın bağışlanması için dua ederek giriniz, buyurulduğu hal­de, onlar kıçlarının üstünde sürünerek girdiler ve emri değiştirip, günahlardan tevbe, diyecekleri yerde, arpada habbe, dediler (emri alaya aldılar).»

Mütercim:

îsrâil Oğullarının, Allah'ın emrini alaya almalarından dolayı on­lara taun (veba) hastalığı gelerek bir saat içinde yirmidört bin kişi­nin Öldüğü rivayet edilmiştir.

 

1120- İbni Abbas'dan   (Radıyallahu Anh)   rivayet   edilmiştin

Allah Teala buyurmuştur: «İnsanoğlu hakkı olmadığı halde beni yalanladı ve hakkı olmadığı halde bana sövdü. Beni yalanlaması şut Sanıyor ki, çürûyüp toprak olduktan sonra kendisini eski durumuna çeviremem. Bana sövmesine gelince, benim çocuklu olduğumu iddia etmesidir. Halbuki ben, zevce yahut çocuk edinmekten beriyim.

 

1121- Ebû HÜreyre'den  (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştirt

«Siz enli kitabı ne doğrulayınız, ne de yalanlayınız; ancak biz Allah'a ve bize indirilene İman ettik, deyiniz.»

 

1122- Ebû Saîd'den (RadıyaUahu Anh) rivayet edilmiştir:

«Kıyamet gününde Nûh (Aleyhisselâm Allah'ın huzuruna) da­vet edilince:

  Enirine hazırım, emret, ey Rabbım! diyecektir. Allah   Tealâ ona buyuracak:

  Benim emir ve hükümlerimi kavmine tebliğ ettin mi? O da: — Evet (tebliğ ettim)! diyecek. Sonra onun ümmetine sorulacak i

  Size bu peygamberiniz (Allah'ın hükümlerini) tebliğ etti mi? Onlar da:

— Bize ihtara bir peygamber gelmedi, diyecekler. Sonra (Allah Tealâ Nûh Aleyhisselâm'a) diyecek ki:

  Senin lehine  (tebliğde bulunduğuna dair)  kim şahitlik ede­cek? Nuh Aleyhisselâm da:

  Muhammed Aleyhisselâm ve onun ümmeti (benim İçin) şa­hitlik ederler, diyecektir.

Bunun üzerine ümmetim, Hazreti Nuh'un, kendi ümmetine AV lah'm hükümlerini tebliğ ettiğine şabidlik edecekler ve peygamberi­niz de sizin şehadetiniz doğru olduğuna şahitlik edecektir. İşte bu, Allah Tealâ Hazretlerinin Kur'anı Kerimde:

«Ey müminler! Böylece sizi seçkin ve şerefli trt* Önamet ksMUk ki, bütün milletler hakkında adalet örneği ve hail çahidlertiniz. Peygamber de sizin üzerinize şahid olsum» (Bakare: 140 alindeki buyurduğu ayetin anlamıdır.  (Vasat» ad&fet denaektîr)

 

1123- Enes (E.A.) der ki, Peygamber Sallallahu Aleyfeİ» SA-lem şöyle dua ederdi:

«Allahım, ey Rabbimlzt Bize hem dünyada İyilik (ibadet) at) ver, hem de ahirette iyilik (sevab ve rahmet) ver ve bizi koru.»

 

1124- Ebû HÜreyre'den  (R.A.)  rivayet edilmiştir:

«Yoksul Kendisini veya iki hurmanın yahut bir veya İki lokma­nın geri çevirdiği dilenci değildir. Yoksul, o kimsedir ki, dilenmekten kaçınır. İsterseniz Allah Tealâ Hazretlerinin, onlar halktan    İsrar edip dilenmezler, âyeti kerimesini okuyunuz.» (Bakare: 273)[7]

 

ALİ İMRAN SÛRESİ

 

1125- Hazreti Aişe (R.A) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri şu mealde ki ayeti kerimeyi okudu:

«Sana KUr'anı indiren O'dur. Kur'an'ın muhkem (açık ve keşin) âyetleri vardır ki, bunlar (kutsal) kitabın esasıdır. Birtakım müteşa-bih (değişik anlamlara gelebilen) başka âyetler de vardır ki, kalble-rinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve kendilerine göre yorum­lamak için onun müteşabih ayetlerine uyarlar, Halbuki o müteşabi-hin te'vilim ancak Allah bilir. İlmin inceliklerine vakıf olanlar. Biz ona (kutsal kitaba) inandık, hepsi (muhkemi ve müteşabihi) Rab-bımız katındandır, derler, Aklıselim sahipleri ancak buna akıl erdi­rir.» (Ali İmran: 7)

Sonra bana Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:

Kur'an'ın müteşabih ayetlerinin ardına düşenleri görürsen bil ki, onlar, Allah'ın adlandırdığı (kalbleri eğri) kimselerdir. Onlardan sakınınız.

Mütercim:

Müteşabih gerçek manası anlaşılamayan .ayetlerdir. Bunlar da iki kısımdır. Biri, hem lâfız, hem de manası müteşabih olanlardır. Bunlar, sûre başlarında gelen (Elif, Lam, Mîm ve Ta, Ha gibi) harfledir. Bunlara mukatta'a harfler denir. Bunların Arab dilinde ne lâfız lan ve ne de manaları bilinmiyor. Bunların gerçek manasını yalni2 Allah bilir.

İkinci kısım müteşabih de, yalnız manaları bilinmeyen ve kapalı olan ayetlerdir. «Allah'ın eli, sizin ellerinizin üstündedir.», «Rahman olan Allah Arş üzerine oturdu.» ayetleri ile, «Rabbimiz dünya göğü­ne iner.» mealindeki hadîs-i şerifler gibi. Bu ayetlerde geçen Allah'ın eli, oturdu- kelimeleriyle hadîste geçen iner kelimesinin manaları bi­linen şeylerdir. Fakat bunları Allah'a isnad etmek. Allah'ın şanına uygun düşmeyeceğinden bunların gerçek manalarını Allah'a bırak­mak selef alimlerin görüşüdür. Ancak daha sonra gelen ve müteah-hirin dîye adlandırılan müctehîdlere göre, bu gibi ayetler ve hadîs-i şerifler, Allah'ın şanına yaraşır şekilde tevil edilirler. Allah'ın eli demek, Allah'ın kudreti demektir. İstilâ, ihata manasınadır. Allah'ın inmesi demek, rahmetinin bolca gelmesi demektir, şeklinde uygun manalar verirler.

îşte böyle müteşabih' ayetlerin hakikatinden bahsedenler ve tar­tışanlar, kalblerinde eğrilik bulunanlar olduğunu Allah Tealâ Kur­anı kerimde buyuruyor. Bu ayetin meali metinde verilmiştir.

 

1126- îbni Abbasdan (Radiyallahu Anhüma) rivayet edilmiş­tir:

«Eğer insanların dava edip istedikleri her şey kendilerine (yal­nız iddiaları üzerine) verilmiş olsaydı, birtakım kimselerin kanları ve malları haksız yere giderdi. Yemin ancak davalıya teklif edilir tve davacı ise delil ikame etmekle yükümlüdür).»

 

1127- tbni Abbas (Radıyallahu Anhüma) der ki:

Hazreti İbrahim Aleyhisselâm ateşe atılırken «Allah bize kâfidir ve o ne güzel vekildir!» dedi.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve seler gelerek:

-KorKu   verdMeriza^ üen. ancak müminlerin iman ve cesaretlerin, artmh ve şöyle dediler:

«Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir.»

 

1128- Üşame bin Zeyd (Radıyallahu Anh) der ki: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri Bedir sava­şından önce Medine'de hastalanan Sa'd bin Ubade'yi ziyaret için çık­mıştı. Sa'd, Haris bin Hazrec oğulları yanında hasta yatıyordu. Haz-reü Peygamber bir merkebe binmişti. Merkebin sırtında, Fedek bel­desinde dokunan saçaklı ve kalın bir kilim vardı. Hazreti peygam­berin terkisinde de küçük Üsame bulunuyordu. Yolda   giderlerken, henüz islâmı kabul etmemiş olan Abdullah bin Selül'ün cemiyetine uğradılar. Bu toplantıda, müslümanlardan, putperest   müşriklerden ve Yahudilerden karışık kimseler vardı. Ashabdan Abdullah bin Re­vana da bu toplantıda bulunuyordu. Hazreti Peygamber geçerken merkebin kaldırdığı tozlar oradakilerin üzerlerini kapladı. Abdullah bin Ubeyy bin Selül, elbisesinin eteği ile \ uzünü ve burnunu kapadı. Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e;

  Üstümüzü, başımızı toz etmeyiniz, dedi. Hazreti Peygamber o meclise selâm verdi ve durdu. Sonra hayvanından inerek orada bulunanlan dine davet etti ve onlara öğüt verdi, Kur'andan ayet okudu.

Abdullah bin Ubeyy bin Selül dedi ki:

  Senin söylediklerin gerçek ve hak ise, bundan daha güzel şey olamaz. Fakat bizim meclisimize gelipte bizi böyle rahatsız etmeyiniz. Siz evinize dönünüz de, size gelen olursa ona öğüt veriniz.

Bunun üzerine ashabın ileri gelenlerinden şair Abdullah bin Revaha:

  Ya Resûlallah! Abdullah bin Ubeyy bin Selül'ün sözüne bakma; her zaman meclisimize şeref ver ve bize Kur'an okuyarak öğüt­lerde bulun, dedi. Bunun üzerine müslümanlarla diğer müşrikler ara­sında münakaşa ve çekişme başladı. Birbirleriyle döğüşecek hale geldiler. Hazreti Peygamber yumuşak ve tatlı sözleri ile onları ya­tıştırdı.

Bundan sonra Hazreti Peygamber yine hayvanına bjnerek yola koyuldu ve Sa'd bin Ubade'nin bulunduğu eve girdi. Sa'd Hazretle­rine şöyle buyurdu:

«Ey Sa'd! Ebû Hubab'ın (Abdullah bin Ubeyy bin Selül'ün) de­diklerini keşke kulağınla işitseydin. Adam şöyle şöyle söyledi.» Sa'd bin Ubade şu cevabı verdi:

— Ya Resûlallah, onu bağışlayınız. Çünkü Size Kur'anı indiren Allah'a yemin ederim ki, Allah Tealâ Hazretleri en şerefli olan peygamberlik rütbesini ve tacını size ihsan buyurdu. Halbuki bu bel­de halkı (Medine'liler) tüm olarak Abdullah bin Übeyy bin Selüi'û kendilerine başkan seçmek ve ona, özel şekilde sarılmış saltanat ta­cını giydirmek üzere idiler Sonra sizin Medine'ye teşrifinizle onun bu saltanatı yıkılınca son derece kederlendi. İşte Abdullah'ın size karşı o çirkin hareketi bundan ileri gelmektedir. Bu bakımdan Ab­dullah bin Ubeyy bin Selül'ün kusuruna bakmayınız.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem de onu bağışladı.

Zaten Hazreti Peygamber ötedenberi kendilerine karşı yapılan kusur ve kabahetleri kimden gelirse gelsin affederlerdi. Kâfirlerin yapmış oldukları eziyetlere katlanarak sabrederlerdi Kâfirlerle sa­vaşmaya dair Allah'ın emri gelinceye kadar hep böyle devam etti. Bedir savaşında Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinin bir kısmı öl­dürülünce, adı geçen Abdullah bin Ubeyy bin Selül ile müşrik arka­daşlarından ibaret kalabalık bir topluluk, bu Bedir savaşı açık bir üstünlüktür, diyerek hemen islâmı kabul ettiklerine dair Hazreti Pey­gambere söz verdiler.

Mütercim:

Bunların islâmı kabul edişi görünüş haldedir; çünkü Abdullah bin Ubeyy bin Selül, münafıkların başı idi. O hal üzere de ölmüş­tü. «Münafıklardan hiç kimse üzerine namaz kılma ve kabri üzerin­de durma,» mealindeki ayeti kerime bunun hakkında nazil olmuşa tur.

 

1129- Ebû Saîd El-Hudıi (Radıyallahü Anh) der ki:

Peygamöer Sâllallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerine birtakım insanlar gelip:

  Ya Resûlallah! Kıyamette biz Rabbımızı görecek* miyiz? diye sordular. Hazreti Peygamber onlara şu cevabı verdi:

«Evet, (göreceksiniz)! Bulutsuz, gayet berrak bir havada ve tam öğle zamanında güneşi görmekte hiç sıkıntı çeker misiniz?» Ashabı kiram:

  Ya Resûlallah, hiç bir zorluk çekmeyiz, dediler. Hazreti Pey­gamber tekrar:

«Bulutsuz ve berrak bir gecenin aydınlığında dolunayı görmek te hiç zahmet çeker misiniz?» buyurdu. Ashab yine:

  Ya Resûlallah, çekmeyiz! dediler. Bunun üzerine Hazreti Pey­gamber onlara şöyte buyurdu:

«İşte böyle güneş ve ayı sıkıntısız ve kuşkusuz gördüğünüz gibi, Allah Tealâ Hazretlerim de kıyamette öylece göreceksiniz.

Kıyamet günü olunca, bir münadî (çağırmacı) şöyle çağıracak­tır: Her ümmet, dünyada kime ibadet etmişse onun peşinden gitsin. Bunun üzerine Allah'dan başka (put ve sair) şeylere İbadet edenle­rin hepsi cehenneme düşecektir. Ancak iyi olsun veya günahkâr ol­sun, Allah'a kulluk edenlerle kitap ehlinin bir kısmı kalacaktır. Son­ra Yahudi'ler çağrılır ve onlara şöyle denilir!

  Siz (dünyada) kime ibadet ediyordunuz? Onlar derler ki:

  Biz, Allah'ın oğlu Uzeyr'e ibadet ediyorduk. Onlara:

  Siz yalan söylüyorsunuz. Allah çocuk ve zevce edinmemiştir. Siz şimdi ne istiyorsunuz? denilir. Onlar derler ki:

  Ey Eabbimizî çok susadık. İçmek için su isteriz. Onlara, as­lında cehennem alevi olup uzaktan serap gibi görünen cehennemi göstererek, işte oraya varmalısınız, denilir. Onlar toplanıp oraya gi­derek cehenneme düşerler.

  Sonra Hıristiyanlar çağrılır ve onlara sorulur:

  (Dünyada) kime ibadet ediyordunuz? Onlar derler ki:

  Biz, Allah'ın oğlu Mesih'e  (İsa'ya) ibadet ediyorduk. Bu ce-vablanna karşılık onlara:

  Siz yalan söylüyorsunuz. Allah zevce ve çocuk    edinmemiş tir. Şimdi ne istiyorsunuz? denilir. Onlar önceki Yahudiler gibi söy­leyip sonunda cehenneme düşerler. Böylece mahşerde yalnız Allah'a ibadet eden iyi ve günahkâr müminler kalınca, alemlerin Rabbı onla­ra, evelce tasarladıkları surete yakın bir surette gelir. Bunlara şöyle denilir:

  Siz ne bekliyorsunuz? Her ümmet ibadet etmiş olduğu şeye

uyarak gitti. Onlar şu cevabı vereceklerdir:

  Bîz dünyada kendilerine en çok muhtaç olduğumuz zamanda bile onlardan ayrılmış ve onlarla arkadaşlık etmemiştik. Biz, ibadet etmiş olduğumuz Rabbimizi bekliyoruz. Allah Tealâ buyurur: — îşte ben sizin Rabbımzım. Onlar:

  Biz dünyada kendilerine en çok muhtaç olduğumuz zamanda bile onlardan ayrılmış ve onlarla arkadaşlık etmemiştik. Biz, ibadet etmiş olduğumuz Rabbimizi bekliyoruz. Allah Tealâ buyurur: — îşte ben sizin Rabbımzım. Onlar:

  Biz Allah'a* hiç bir şeyi ortak koşmayız, derler ve bu, iki veya üç kez tekrarlanır.»[8]

 

NİSA SÜR.ESİ

 

1130- Abdullah bin Mes'ud (Radıyallahu Anh) der ki: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana:

«Benim için biraz Kur'an oku.» buyurdu. Ben dedim ki: — Ya Resûlallah! Kur'an size nazil olmuşken ben mi size okuya­cağım? — Bana şu cevabı verdiler:

«Kur'anı başkasından dinlemeyi seviyorum.» Ben de ona Nisa süresini okudum. Nihayet:» Her ümmetten peygamberlerini birer şa-hid getirdiğimiz ve seni de onların üzerine şahid yaptığımız zaman, bakalım kâfirlerin hali ne olacak!..» mealindeki    (Nisa sûresi 41.)

ayete geldiğim zaman, Hazreti Peygamber bana: «Dur!» dedi. Bir de baktrm ki, (mübarek) gözlerinden yaş boşanmakta idi.

Mütercim:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerinin ağlaması, Allah'a ibadette kusur işliyenlere üzülmel erindendi. Yahud bu aye­tin ihtiva ettiği mananın şiddet ve azametindendir. Yahud bu şekil­de ağlamaları, kendi, ümmetinin diğer ümmetlere adalet üzre şahid olacakları sevincindendir. Şerkavî şerhinde böyle açıklanmaktadır.

Bana kalırsa, Hazreti Peygamberin ağlaması, Kur'an dinlemenin verdiği manevî hazdan ve duygulanmalardan ileri gelmiştir. ge­lişi — Ebû Htireyre?den (Radiyallahu Anh)  rivayet edilmiştir:

«Kim benim Yunus bin Metta'dan daha hayırlı olduğumu iddia ederse muhakkak yalan söylemiştir.»

Mütercim:

«Hût sahibi (Yunus Aleyhisselâm) gibi olma.» mealindeki ayetin zahirine bakarak Hazreti Yunus'dan daha hayırlı olduğunu sanan kimse, yalancıdır; çünkü hiç kîmse peygamber derecesine ulaşamaz.

Yahud Hazreti Peygamber burada tevazu göstererek ümmetin­den hiç kimsenin peygamberler arasında üstünlük iddiasına kalki-şıpta Hazreti Yunus'u noksan ve aşağı derecede görmemesini iste­miştir. Peygamberler arasında fark gözetilmemeğidir.

Her ne kadar ayeti kerimede, «Biz, peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık.» buyuru'luyorsa da, burada iman cihetin­den fark gözetmemeğe delâlet eden: «Allah'ın peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırd etmeyiz,» mealindeki mana kasdedüerek bir tevazu belirtisi olmuştur. Yoksa Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bütün peygamberlerin en faziletlisidir. Nitekim şöyle buyur­muşlardır:

«Ben insan oğul (arının efen d i siyim: bundan övünme yoktur.»

Sonuç olarak denir ki, hiç kimse, Yûnus Aleyhisselâm'm kıymeti­ni noksan görmesin. Ancak peygamberler arasında fazilet bakımından fark vardır. Fakat tümünün hak peygamber olduğuna iman et­mekte hiçbir  fark yoktur.

Metta, Hazreti Yûnus Aleyhisselâm'ın,babasının adıdır. Anne-sinin ismi olduğunu söyleyenler de vardır.[9]

 

MAİDE  SÛRESİ

 

1132- Enes (Radıyallahu Anh) der ki:

Medine dışından bir kabile, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sel-lem'e gelerek bir müddet Medine'de oturdular. Sonra Medine'nin su­yundan ve havasının ağırlığından şikâyet ederek şöyle dediler:

— Ya Resûlallah! Biz bu beldenin havasını ağır bulduk, (burada hasta olduk). Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlara şu ce­vabı verdi:

«îşte şu develerimiz, Medine dışına havası güzel bir yere (Mer1-aya) çıkıyorlar. Siz de onlarla çıkın ve bu develerin sütlerinden ve (hastalığın tedavisi için) beviUerinden içiniz.»

Bu tavsiye üzerine o kabile Medine dışına çıktılar ve develerden de faydalanarak sıhhat buldular. Fakat bir müddet sonra kavuştuk­ları nimete nankörlük ederek hak dinden döndüler ve peygamberin çobanım öldürüp bütün develeri yağma ettiler. Allah'a ve Peygambe­rine karşı çıkarak tehditler savurmaya başladılar.

Mütercîm:

Bu irtidat eden kabile, eski memleketlerine kaçmak üzere iken, Hazreti Peygamber o üzücü olayı öğrendi. Hemen onların takip edi­lerek yakalanmaları, için. Hazreti Peygamber bir birlik gönderdi. Gi­den birlik onları yakalayarak Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sel-lem'in huzuruna getirdi. Sonra fesad ve kötülük peşine koşan bu kimseler hakkında şu mealdeki ayeti kerime nazil oldu:

«Allah'a ve onun peygamberine savaş açanlar ve yeryüzünde fesad peşinde koşanların cezası ancak öldürülmek veya çarmıha gerilmek veya el ve ayakları çaprazlamasına kesilmek veya   sürgün edilmektir.»

Bu ayeti kerime uyarınca cezalarını çektiler.

Eti yenen deve ve diğer hayvanların sidikleri ve tersleri, İmam Azam Hazretlerinin mezhebine göre hafif necaset hükmündedir. Bunların zaruret halinde sıtma ve diğer hastalıklar için kullanılması caiz ise de, kesinlikle içilmeleri haram olan şeyleri kullanmak caiz değildir. Fakat içilmeksizin dıştan kullanılabilirler.

 

1133- Hazret! Enes (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir defa öyle hüzün ve­rici ve dokunaklı bir hutbe okudu kii öylesini bir daha kendilerinden işitmedim. O hutbede şöyle buyurmuştu:

«Ey ashabım! Eğer benim bildiğimi siz bilmiş olsaydınız, az gü­ler ve çok ağlardınız.»

CAlîah Teala'nm azametinden, kıyamet ahvalinden, cinayet işle­yenlerin azabından ve bunların korkunç hallerinden benim bildik­lerimi siz de benim kadar hileydiniz, bu halleri düşünerek çok ağlar­dınız ve" hiç gülmezdiniz.)

Bu hutbenin tesirinden bütün ashab hüngür hüngür ağlayarak elleri ve mendilleriyle yüzlerini kapadılar. O sırada ashabdan bir zat (Abdullah bin Hüzafe) ayağa kalkarak:

— Ya Resûlallah! Benim babam kimdir? dedi Hazreti Peygam­ber oha: «Falancadır (Hüzâfe'dir)!» buyurdu. Böyle yersiz bazı so­ruların Hazreti Peygambere soruîmasj üzerine Allah tarafından şu mealdeki ayeti kerime nazil oldu:

«Ey iman edenler! Size açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri peygambere sormayın, Kur'an indirilirken bunları sorarsanız, size açıklanır (ve hoşlanmazsınız). Allah şimdiye kadarki sorularını­zı bağışladı. Allah Gafûr'dur, Halîm'dir.* (Maitfe: 101)

Mütercim:

Hüzafe'nin üç oğlu vardı. Abdullah; Kays ve Harice. Bunlara ne-seb bakımından dil uzatılırdı. Hazreti Peygamber gerek bu hutbelerin den önce ve bu hutbe arasında sorulan yersiz sorulardan rahatsız ol­muşlardı. Hatta birisi de kalkıp, benim devem kayboldu, nerededir? diye sordu. Bu hareketlerden celâllanan Hazreti Peygamber Sallalla-hu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: «Kim ne isterse bana sorsun; he­men burada ona cevab vereceğim.» Bunun üzerine kendi nesebinde şübhesi olan Abdullah şübhesini gidermek için yukarda geçen soruyu sordu ve şübhesi giderilmiş olduğundan sevindi. Fakat sonradan an­nesi, böyle yersiz soruyu duyunca son derece .üzüldü ve kederlendi. Kıyamete kadar beni, Hazreti Peygamberin ümmeti içinde töhmet al­tında bırakacak söz söyledin, diye oğluna fena halde gücendi.

Hazreti Peygamberin bu yersiz sorular üzerine celallanmasını teskin için, Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) gidip Hazreti Peygam­berin mübarek ayaklarına kapandı ve şöyle dedi:

— Biz Rabbımiz Allah'dan, dinimiz, islâm'dan ve peygamberimiz Hazreti Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'den hoşnuduz. Fitnelerin şerrinden Allah'a sığınırız.

 

1134- Hazreti Cabir (Radıyallahu Anh) der ki: «Ey Resulüm de ki: Allah size üstünüzden veya ayaklarınızın al­tından bir azab göndermeğe yahut Parti partî sizi birbirinize düşü­rüp kiminize kiminizin hıncını taddırmaya da kadirdir. Bak, anla­sınlar diye ayetlerimizi, nasıl açıklıyoruz!» lEn'am? 65) mealindeki ayeti kerime nazil olunca, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri üstten ve alttan gelen azab için:

«Allahım! Bu gibi azabdan senin azametine sığınırım.» buyurdu ve birbirine düşürme azabı için de: «Allahım! Bu bir dereceye kadar hafif veya ehvendir.» dedi.

Mütercim;

Başka bir hadîsi şerifte, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem: -Ümmetimden dört şeyin kaldırılmasını Allah Tealâ Hazretlerinden diledim. Fakat bu dört şeyden Allah Tealâ ikisini kaldırdı, diğer iki sini kaldırmadı.

Ümmetimi Lût kavmi gibi, semadan taş yağdırarak ve bir de Karun gibi yere geçirerek helak etmemesinine dair iki duamı Allah kabul buyurdu. Ancak ümmetim arasında ayrılıklar olmamasını ve birbirleriyle savaşmamalarını niyaz ettimse de bu ikisini Allah ka­bul buyurmadı.»

(İnsanlar arasında kıyamete kadar ayrılıklar, çekişmeler, ve bir­birleriyle savaşmalar olacaktır.)

 

1135- Hazreti Abdullah (Radıyallahu Anh) der ki, Peygamber

Saİlallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

«Allah Tealâ Hazretlerinden daha çok kıskanan hiç bir kimse yoktur. Bunun içindir ki, Allah Tealâ gerek gizli ve gerek aşikâr bü­tün fuhuşları haram kıldı. Yine Allah Tealâ'dan övülmeyi daha çok seven hiç kimse yoktur. Onun içindir ki, kendi zatını övmüştür.»

(Kur'an^ı kerîmin bir çok ayetlerinde: Allah Rahim'dir, Gafûr'-dur, Âlîm'dir. Hamd Allah'a mahsustur, diye övgüler vardır. Ayrıca kullar tarafından Allah'a edilen hamd ve övgülerden Allah razı olur. Bunda kulların faydası var; Allah ise kulların hamdine muhtaç de­ğildir.)[10]

 

BEBÂE SURESİ

 

1136- Semûre bin Cündüb (Radiyallahu Ann) der ki: Peygam­ber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

«Bu gece bana iki melek geldi ve beni alıp götürdüler. Nihayet beni bir şehre götürdüler ki, o şehrin binaları altın ve' gümüş kerpiç­lerle örülüydü. Orada bizi bir takım erkekler karşıladılar. Onların bedenlerinin bir kısmı, gördüklerinin en güzeli ve bir kısmı da gör­düklerinin en çirkini idi. Beraberimdeki melekler, o kimselere dediler ki: Haydi cennet nehirlerinden şu nehire giriniz. Onlar da gidip o ne-hire girdiler. Sonra yanımıza döndüler. Kendilerinden o çirkinlik git­miş ve gayet güzel bir sekile girmişlerdi. Sonra o iki melek bana de­diler ki: tşte şurası Adn cennetidir. Şurası da senin makamındır. Vü-cudlarımn yarısı gayet güzel ve yarısı gayet çirkin olan kimseler deı» tyi amellerini, diğer kötü amellerle karıştıranlardır.* (Tevbe: 102) Allah Tealâ bunların günahlarım bağışlamıştır.[11]

 

HUD SURESİ

 

1137- Ebû Hüreyre'den  CRadıyallahu Anh)  rivayet edildifrw göre Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem söyle buyurdu-

«Aziz ve şanı yüce olan Allah Tealâ, malım (benim yolumda) har­ca ki   ben de sana ihsan edeyim, buyurmuştur. Allah'ın ihsan eli dolu olup yermek suretiyle eksilmez ve gece gündüz bol bol nimet sa­çar. Gökleri ve yeri yaratah beri Allah'ın ihsan ettiği nimetleri gt rüyorsunuz O'nun elindeki nimet hazinelerinden hiç bir şey eksilmt mistir^ Gökleri ve yeri yaratmazdan önce Allah'ın Ars'ı su üzerinde ıdı Adalet terazisi de onun kudret elindedir; dilediğini alçaltir dile dıgini de yükseltir.»   (Her şeyin ölçüsü onun elindedir;    düed ğine dilediği miktar verir.)                                                                 öme'

 

1138- Ebû müsa'dan (Radiyallahu Anh) rivayet edilmiştir:

«Allah Tealâ Hazretleri, zalime mühlet verir; nihayet onu yakala­dı mı, artık bırakmaz (kaçırmaz).» Ebû Musa der ki: Peygamber Sal­lallahu Aleyhi ve Sellem bunu buyurduktan sonra şu mealdeki aye­ti kerimeyi okudu:

«Zalim ülkeleri cezalandırmak istediğinde senin Rab bin in ceza­landırması işte böyledir. O'nun cezalandırması çok acı ve çok ağır­dır.»   (Hûd: 102)

Mütercim:

Bu ayeti kerime ile, Allah Tealâ, kullarını zulüm işlemekten sa­kındırıyor.[12]

 

HICR SÛRESİ

 

1139- Ebû Hüreyre'den  (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir: «Allah Tealâ Hazretleri, göklerde emrini verince melekler, O'nun buyruğuna boyun eğerek kanatlarını çırparlar ve sert kaya üstünde zincir sesine benzeyen bir gürültü çıkarırlar. Kalblerinden korku gi­dince derler ki, Rabbınız ne buyurdu? Meleklerin büyükleri cevab

verir:

— Allah, hak ve gerçek olanı buyurdu. Allah yücedir, uludur. Bu arada kulak hırsızlığı yapanlar, bu sözleri işitirler. Bu kulak hır­sızlığı yapan (cin ve şeytanî lar, şöyle, bir diğerinin üstünde halka-lamrlar. Bazan işitene, aldığı haberi arkadaşına iletmeden Önce şa­hap (akanyıldız) yetişerek onu yakar. Bazan ela kendisine şahap isabet etmeyip aldığı haberi peşindekine ve o da altında bulunana ileterek haberi zincirleme dünyaya ulaştırırlar. Sonra bu haber sih-ribazın ağzına atılır. Sihirbaz (kâhin) da yüz tane yalan ekleyerek haberi yayar ve yüzde biri doğru çıkınca da insanlar, falan ve filan gün, şöyle ve şöyle olacağını bize bildirmemiş miydi? İşte doğru çıktı, derler. Doğru çıkan ise gökten işitilen söz (haber) dür.»

Mütercim ;

Hicir sûresinde: «Biz, gökleri (Allah'ın rahmetinden) kovulmuş şeytandan koruduk. Ancak Kulak hırsızlığı eden olursa onu parılda­yan bir şahap (ağma) kovalar.» (Hicir: 17-18) mealindeki ayeti keritefsiri olan bu hadis-i şerif münasebetiyle denilmektedir ki: -Önceleri şeytanlar göğe çıkarak haber çalıp yeryüzüne inerler ve aldıkları bu haberleri kâhinlere ve dostlarına verirlerdi. Bu şeytan­lar, Hazreti îsâ Aleyhisselâm'ın doğumundan sonra göklerin üç ka­tından kovuldular. Sonra Peygamberimizin doğumundan itibaren de, yakıcı bir şahap ile kovalanarak kehanet ve sihirbazlık kapılan ka­panmış oldu[13]

 

NAHL SÛRESİ

 

1140- Hazreti Enes (Radıyallahu Anh) rivayet etmiştir:

«Allamm! Cimrilikten, tenbellikten, yaşlanıp bunamaktan, kabir azabından, Deccal'in fitnesinden, hayatın ve ölümün fitnesinden sa­na sığınırım.» diye Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem dua eder­di.

Mütercim:

Kur'anı kerimin: «Kiminiz de yaşlanıp bunama çağına    itilir.»

mealindeki ayeti kerime nazil olduktan sonra, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem böyle dua ederlerdi.[14]

 

İSRA SURESİ

 

1141- Ebü Hüreyre'deh  (Radıyallahû Anh) rivayet edilmiştir: «Ben, kıyamet gününde Adem oğullarının efendisiyim. Bu neden­dir, bilir misiniz? Allah Tealâ Hazretleri, Öncekileri ve sonrakileri bir yerde (geniş bir arazide) toplayacaktır. Öyle bir yer ki, çağıran kişi oradakilere sesini duyuracak ve gözde onları görebilecektir, Güneş de onlara yaklaşacaktır. Mahşer halkının keder ve sıkıntısı, çekilmez ve dayanılmaz dereceye ulaşacaktır. İnsanlar birbirlerine diyecek­ler ki, başınıza geleni görüyorsunuz. Rabbiniz   katında size şefaat edecek birini araştırmayacak mısınız?.

Sonra insanlar birbirine diyecekler ki, şefaat dilemek için Adem Aleyhisselâm'a gidiniz. Onlar da Hazreti Adem Aleyhissel&m'a gide­rek ona şöyle diyecekler:

— Sen insanoğullannın atasısın. Allah kudret eliyle seni yarattı ve kendi kudretinden sana ruh verdi. Sonra meleklere emretti Ve sa­na secde ettiler. Rabbin katında bize şefaatçi ol. İçinde bulunduğu­muz (kötü) hali görüyorsun. Sıkıntımızın ne dereceye ulaşmış oldu­ğunu biliyorsun Adem Aleyhisselam cevab verecek!

— Gerçek şu ki, benim Rabbım bugün öyle gazaba gelmiştir ki, bundan önce böyle bir gazaba gelmemiş ve bundan sonra da böyle bir gazaba asla gelmiyecektir. Rabbım, yasak ağacın meyvasmdan yemeği bana yasakladığı halde O'nun emrine karşı geldim. Kendi derdime düşmüşüm, kendi derdime düşmüşüm, kendi derdime düş­müşüm. Başkasına gidin. Nûh Aleyhisse'^m'a gidin.

Sonra onlar Nuh Aleyhisselâm'a gidecekler ve şöyle    diyecek­ler:

  Sen yeryüzüne gönderilen büyük peygamberlerin ilkisin, Al­lah Tealâ Kur "and a seni «Çok şükreden kul» olarak anmıştır (seni öv­müştür) . Rabbin katında bize şefaat et. İçinde    bulunduğumuz hali görüyorsun, Nuh Aleyhisselâm cevab verecek:

  Aziz ve yüce olan Rabbım, bugün Öyle gazaba gelmiştir  ki, bundan Önce böyle bir gazaba gelmemiş ve bundan sonra da böyle bir gazaba asla gelmeyecektir. Hem de ben, kavmimin helaki İçin dua etmiştim. Kendi derdime düşmüşüm,    kendi derdime    düşmüşüm, kendi derdime düşmüşüm. Başkasına gidin, İbrahim Aleyhisselâm'a gidin.  Onlar da İbrahim Aleyhisselâm'a gidib şöyle diyecekler:

  Ey İbrahim Aleyhisselâm! Sen Allah'ın peygamberi ve dün­ya halkından  Allah'ın Halil'isin   (dostusun).   Rabbin  katında  bize şefaat et. içinde bulunduğumuz hali görmüyorsun?  tbrahîm  Aley­hisselâm onlara cevab verecek:

  Benim Rabbim bugün öyle bir gazaba   gelmiştir ki, bundan önce böylesine gazab etmemiştir ve bundan sonra da asla böyle bir gazaba gelmeyecektir. Hem de ben üç yalan söylemiştim. Kendi der-dinideyim, kendi derdimdeyim, kendi derdimdeyim. Başkasına gidin; Musa Aleyhisselâm'a gidin. Onlar da Hazreti Musa'ya gidib şöyle diyecekler:

  Ey Musa! Sen Allah'ın Resulüsün, Allah sâna peygamberlik vermekle ve seninle Konuşmakla seni diğer insanlardan üstün kıl­dı. Bizim için Rabbinden şefaat dile. İçinde bulunduğumuz hali görü­yorsun. Musa Aleyhisselâm onlara cevab verecek:

  Benim Rabbim bugün öyle bir gazaba   gelmiştir ki, bundan Önce böylesine gazab etmemiştir ve bundan sonra da böylesine gazab asla etmeyecektir. Hem de ben emredil m ediği m halde bir cana kıy-mıştım  (bir adam öldürmüştüm). Başım dertte, başım dertte, başım dertte! Siz başkasına gidin; İsâ Aleyhisselâm'a gidin. Onlar da İsâ Aleyhisselâm'a gidib şöyle diyecekler:

  Ey îsâ (Aleyhisselâm M Sen Allah'ın Resulüsün ve Meryem'e vasıtasız olarak bıraktığı kelime ve Allah'dan   bir ruhsun. Beşikte çocuk iken insanlarla konuşmuşsun. Bizim için Rabbinden şefaat di­le. İçinde bulunduğumuz hali görüyorsun? Hazreti İsâ (Aleyhisse­lâm) onlara cevab verecek:

  Benim Rabbim bugün öyle bir gazaba   gelmiştir ki, bundan önce böylesine gazab etmemiştir ve bundan sonra da asla böylesine, gazab etmeyecektir. Hazreti îsâ,  (diğer peygamberler   gibi, işlediği herhangi) bir günah anmayacak, Kendi derdime   düşmüşüm, kendi derdime düşmüşüm, kendi derdime düşmüşüm. Başkasına gidin; Mu-hammed S ali ali ahu Aleyhi ve Sellem'e gidin, diyecek. Onlar da Mu-hammed SaUallahu Aleyhi yo Sellem'e gidip şöyle diyecekler:

  Ey Muhammed   (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)! Sen Allah'ın Resulüsün Ve peygamberlerin sonuncususun. Allah senin gelmiş ve geçmiş bütün günahlarını bağışlamıştır. Bizim için Rabbinden şefaat dile. Bizim içinde bulunduğumuz hali görüyorsun.

Ben de, kalkıp Arş'ın altına vararak Rabbim Azze ve Celîe Haz­retlerine secdeye kapanacağım. Sonra Allah bana, (secdede iken) kendisine öyle hâmd ve güzel övgüler ilham edecek ki, benden önce hiç kimseye bunları ilham edip açmamıştır. Sonra bana şöyle deni­lecek:

  Ey Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)! Başını secde­den kaldır. Dilediğini iste, sana verilecektir. Dilediğine şefaat et, şe­faatin kabul olunacaktır. Bunun üzerine ben başımı kaldıracağım

ve şöyle diyeceğini!

  Ümmetimi isterim, ya Rabbi!   ümmetimi   isterim, ya Rabbil ümmetimi isterim ya Rabbi!  Bana denilecek ki:

  Ey Muhammed  (Sallallahu Aleyhi ve SellemJ! Ümmetinden hesaba çekilmeyecek olanları, ce*nnet kapılarının sağından (Bab-ı ey-men'den)  içeri al. Bu cennete girenler, cennetin   diğer kapılarında da diğer insanlara ortaktırlar.»

Bu hadîsi- şerifin sonunda Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sel­lem şöyle buyurdu:

«Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Cennet ka­pıları kanatlarından her iki kanadın arası, Mekke İle Himyer arası yahud Mekke ile Busrâ arası kadardır.» (Himyer, Yemen'de bir bir belde ve Busrâ da Şam tarafında bir yerdir.)

 

MÜTERCİM:

 

Bu hadîs-i şerifte bütün peygamberlerin «kendi derdime düş­müşüm» demeleri mahşer gününe mahsustur. Mahşer gününden kurtulduktan sonra bütün peygamberler ümmetlerinden bazılarına şefaat edeceklerdir; bu hususta Allah tarafından kendilerine izin ve­rilecektir. Bunlardan başka şehidler ve veliler de şefaat etmeğe yet-, kili kılınacaklardır. Bu hususlar, hadîs-i şerif ve ayetlerle sabittir.[15]

 

KEHF SÛRESİ

 

1142- Ebû Hüreyre'den (Radıyallahu Anh)  rivayet, edilmiştir:

«Kıyamet gününde bazı iri yapılı, semiz adamlar gelecektir   ki, Allah katında sivri sineğin kanadı kadar ağırlıkları olmayacaktır.

Siz bunların durumunu belirten şu mealdeki ayeti kerimeyi oku­yunuz: Biz o kâfirler için kıyamet gününde terazi kurmayız (veya onlara   hiçbir değer vermeyiz).»  (Kehif: 105)[16]

 

MERYEM    SÛRESİ

 

1143- Ebû Saîd'den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:

(Cennetlikler cennete cehennemlik olanlar da cehenneme gir^ dikten sonra) alaca bir koç şeklinde ölüm getirilip (cehennem ile cen­net arasında) durdurulur. Sonra bir münadi (çağına) seslenin — Ey cennet ehli!.,. Cennetlik olanlar başlarını kaldırıp bakarlar. Sonra münadi onlara sorar:

  Siz bunu (bu koç biçimindeki    yaratığı)    tanıyor musunuz? Onlarj

  Evet, bu ölümdür diyecek ve hepsi onu görmüş   olacaklardır. Sonra o münadi cehennemlik olanlara seslenecek:

— Ey cehennemlikler!.. Onlar da başlarını kaldırıp bakacaklar. Sonra münadi soracak:

  Siz bunu (bu koç biçimindeki   yaratığı)    tanıyor musunuz?

Onları

  Evet, bü ölümdür! diyecekler ve hepsi onu görmüş olacaklar­dır. Sonra koç şeklindeki ölüm orada boğazlanır. Arkasından mü­nadi şöyle den

__Ey cennetlik olanlar! Bundan sonra ölüm yoktur. Siz ebedi

olarak cennette kalacaksınız.

  Ey cehennemlik olanlar! Bundan sonra ölüm yoktur. Siz de cehennemde ebedî olarak kalacaksınız.»

Sonra cennetliklerin sevincinin artacağını ve cehennemliklerin de kat kat kedere boğulacaklarını beyan buyuran şû mealdeki ayeti kerimeyi Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem okudu;

.(Ey Resulüm), sen o kâfirleri, hasret (pişmanlık) gününe karşı uyar ki, haklarında hüküm verildiği zaman kendileri gaflet içinde idiler (bu gaflette olanlar dünyalılardır) ve iman* etmemekte direni­yorlardı.» (Meryem: 39)[17]

 

ALTINCI   CÜZ  

NÛR SURESİ

 

1144- Sehl bin Sa'd (Radıyallahu Anh) der ki:

Ashabdan Üvey mir adında bir zat Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in huzuruna gelerek:

— Ya Resûlallah! Bir kimse, kendi zevcesinin yanında yabancı bir erkeği bularak zinalarına gözleriyle şahid olsa, onu zina halinde öldürse siz de kendisini kısas olarak öldürür müsünüz veya koca bu­rada nasıl hareket etmelidir? diye sordu. Peygamber Sallallahu Aley­hi ve Sellem şöyle buyurdu:

«Allah Tealâ Hazretleri seninle zevcen hakkında Kur'an (ayet) indirdi. Nûf: 4) Peygamber Efendimiz, Kur'an-ı Kerim'de belirtilen şekilde lânetleşnıeîerini onlara emretti. Uveymir de karısı ile lanet-leşti. Sonra Uveymir, ya Resülellah! Eğer onu nikâhım altında tutar­sam kendisine haksızlık etmiş olurum, dedi ve onu boşadı. Bu boşa­ma, onlardan sonra, lânetleşen karı-koca hakkında sünnet (şeriat) oldu. Sonra Peygamber Saîlallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: Bakınız, bu lânetleşen kadın, karnındaki çocuğunu siyah, kapkara gözlü, kalın kalçalı ve kalın baldırh olarak doğurursa, Uveymir'in bu kadın hakkında söylediği bence doğrudur. Eğer bu kadın çocuğu­nu, kizılcağız ve kızıl keler gibi çelimsiz doğurursa, Uveymir'in ger çekten o kadına iftira ettiği kanısındayım.»

Sonra o katim, Uveymir'i doğrular biçimde çocuğunu doğurdu. Bu çocuk, anasına nispet edilerek çağrılırdı. Ona, Uveymir'in oğlu denmez, Havle 'nin oğlu denirdi.

Mütercim:

Hanefî mezhebinde, karı-koca arasında fıkıhtaki usulüne göre müîâane yapıldıktan sonra, hakim bunların arasını ayırır. Hakimin bu ayırması bain suretiyle talaktır.

Şafiî mezhebinde ise, kocanın lanetlemesinden sonra bir daha birleşmeyecek şekilde boş olur.

Maliki mezhebinde de, kan-kocadan her ikisinin lânetleşmesin-den sonra ayrılık meydana gelir ve nikâh kalkar, talak vaki olmaz.

Hanbeli mezhebinde, bu hadîs-i şerifin zahiri ile amel edilerek, liandan sonra kocanın boşaması ile talak ve aynbk olur. Boşamazsa nikâh devam eder.

Lianm karı-koca hakkında faydası şu: Koca, kazif cezasından (zina iftirası cezasından ve kadın da zina. cezasından kurtulmuş olur. Bu hususta bilgi için fıkıh kitablarınm Lian, Zina, Kazif bölümlerine bakılsın.

 

1145- îbni Abbas (Radıyallahu Anhüma) .der kis Ashabdan Hilâl bin Ümeyye, Peygamber Sallallahu Aleyhi    ve Sellem'in huzuruna gelerek zevcesinin Şerik bin Semhâ adında bi­riyle zina ettiğini söyledi. Hazreti Peygamber ona şöyle buyurdu:

«Davanı delil ile (şahidlerle) ispat et; yoksa    (iftira  suçundan) sırtına (seksen değnek) vurulmak gerekir.» Hilâl dedi ki:

— Ya Resûlallah! birimiz, kendi evinde bu işlenen suçu yalnız-başma görünce dışarı çıkıp şahid araması mı gerekir? HilâVin bu sözüne karşı yine Hazreti Peygamber-.

«Muhakkak delil gerekir; yoksa sırtına dayak cezası var.» bu­yurdu. Hilâl bin Ümeyye, sözünü yeminle kuvvetlendirerek doğru konuştuğunu, kesinlikle ifade etti ve Allah benim sırtımı iftira ce­zasından korumak üzere ayet indirecek, dedi. Bunun . üzerine şu mealdeki ayeti kerimeyi Allah Tealâ Hazretleri indirdi:

«Zevcelerine zina isnad edenler ve kendilerinden başka şahidlcıi bulunmayanları Bunlardan her birinin şahitliği, dört defa doğru ol­duğuna dair Allah'ı şahit göstermesidir. Beşinci defada, eğer yalan­cılardan ise Allah'ın lanetine uğramasını diler.»    (Nûr: 6-7)

Bu ayeti kerime indikten sonra Hazreti Peygamber haber gön­dererek Hilâl ile zevcesini huzura getirtti. Önce Hilâl, zevcesine is­nad ettiği zine suçunda doğru söylediğini dört defa yeminle   ifade "-  etti. Beşinci defada, eğer yalancı ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını diledi. Bu esnada Peygamber Efendimiz, karı kocadan her ikisine şöyle buyurmakta   idi: «İkinizden birinin yalancı olduğunu Allah muhakkak surette bilir. Sizden tevbe (sucunu   itiraf) edecek olan var mı?» Sonra Hüâl'm karısı Asim kızı Havle kalkarak, kocası tarafından kendisine iftira edildiğine dair dört defa şahitlik etti. Be­şincisinde, oradakiler kadını durdurarak, yalan soyuyorsa mutlaka Allah'ın gazabına uğrayacığını ihtar  ettiler. Kadın bocalayıp du­rakladı ve oradakiler, lânetleşmekten vazgeçeceğini sandılar. Sonra kadın, ben yakınlarımı bütün gün kepaze edemem, diyerek yemin ve laneti tamamladı. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:

«Bu kadını gözleyiniz. Eğer karnındaki çocuğu, sürmeli gözlü, kaba etleri dolgun ve baldırları iri olarak doğurursa, bu çocuk Şerik bin Sehmâ'nın (zinadan) çocuğudur.»

Sonra kadın bu şekilde bir çocuk doğurdu. Peygamber SallaJla-hu Aleyhi ve Seİlem şöyle buyurdu:

«Eğer Allah'ın kitabında geçen hüküm olmayaydı, benimle bu kadın arasında ağır bir hesaplaşma olurdu.»

Mütercim:

Bu hadis-i şerifte ve Iian ayetinin iniş sebebi üzerinde hadîs alimleri ihtilâf etmişlerdir. Bundan önceki hadis-i şerife 'bakılırsa, Iian ayetinin iniş sebebi, Uveymir'in Hazreti Peygambere müracaat etmiş olmasıdır. Bu ikinci hadîs-i şerife bakılırsa, ayetin inmesine sebeb Hilâl bin Ümeyye'dir.

Alimlerin çoğuna göre, ayetin inmesine sebeb Hilâl'dir. Sonra bu hüküm Uveymir'e ve başkalarına teşmil edildi. Fakat Vakıdî'nin görüşüne göre bu ayetin nüzulüne sebeb Uveymir'dir.

Ayrıca kendisine zina isnad edilenin Şerik bin Sehmâ olduğunda ittifak vardır. Her iki hadîs-i şerifte zina ile suçlanan kadınların ismi Havle oluşu, bu meseleyi açığa kavuşturmayı zorlaştırıyor. Bazı alimler, Havle isminde ayrı iki kadın bulunduğunu söylemektedir. Böylece bir erkek, ayrı ayrı iki kadınla zina etmiş olabilir.[18]

 

FURKAN   SURESİ

 

1146- Hazreti Eries (Radıyallahu Anh) der ki:

Bir kimse Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e gelip: — Ey Allah'ın peygamberi! Yüzükoyun cehenneme sürüklenen­ler, (Furkan: 34) mealindeki ayeti kerimeye göre, kıyamet gününde kâfirler böyle nasıl götürüleceklerdir? diye sordu. Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:

«Dünyada iken insanı iki ayağı üzerinde yürüten (Allah), onu kıyamet gününde yüzü üzere yürütmeğe kadir değil mi?»

Mütercim:

Kâfirlerin yüzleri üzere cehenneme   sürüklenmelerinin sebebi, yüz ve alınlarını  secdeden sakındırdıkları  içindir.[19]

 

KASAS SURESİ

 

1147- İbni Mes'ud (Radıyallahu Anh) der ki:

Kureyş kavmi, islâm dinine girmekte geciktiklerinden, peygam­ber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, İslâm'a girmelerine vesile olsun di­ye, onlara, şöyle dua etti:

«Allahım! Hazreti Yûsuf'un yedi kıtlık senesi gibi Kureyş'i yedi kıtlık senesine uğratarak onlara karşı bana yardım et.»

Gerçekten bu duadan sonra Mekke halkı büyük bir kıtlığa düş­tüler. Açlıktan ölenler oldu. Ölen hayvanların leşlerini yediler. Açlık sebebiyle herkesin gözleri, etrafı bulanık görmeye başladı. Sonra Ebû Süfyan, Hazreti peygamberin huzurlarına varıp:

— Ya Muhammedi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ben sana gel­dim. Sen bize daima yakın akrabaya iyilik etmemizi tavsiye ediyor­sun. Halbuki senin yakın akraban olan kavmin kıtlık ve açıktan helak oldular. Siz bunlar üzerinden kıtlığın   kalkması için. Allah'a dua ediniz. Onlardan bu kıtlık kalkarsa sana  iman ederler, dedi. Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem:

«Semanın apaçık bir duman (kıtlık) getireceği günü Cazab gü­nünü) bekle. Öyle bir duman ki, bütün insanları saracaktır. Bu acık­lı bir azabdır. (O kıtlığa ve açlığa düşen kâfirler diyecekler ki): Ey Rabbımız! Bizden bu azabı kaldır; çünkü biz müminleriz. Onlar için düşünüp ibret almak nerede!... Doğrusu kendilerine (gerçekleri) açık seçik anlatan bir peygamber geldi. Fakat ondan yüz çevirdiler ve bu, (peygamber değil) ayartilmış bir çılgındır, dediler. Biz o va'd ettiği­miz, (açlıktan ibaret) azabı biraz kaldıracağız; fakat siz yine (küfre) döneceksiniz.» (Duhan: 10-15 mealindeki ayeti kerimeleri okudu. Gerçekten ayetlerde açıklandığı gibi, Hazreti Peygamberin duası ile Mekke halkı üzerinden açlık ve kıtlık musibeti kalktı. Fakat Mekke halkı yine îmana gelmekten yüz çevirdiler. Eski küfürlerine döndü­ler. Sonra onlar hakkında: «Biz de en ağır darbeyi indirdiğimiz gün, kendilerinden intikamımızı almış olacağız.» mealindeki ayeti kerime indi. (Duhan: 16)

Mütercim:

İbni Mes'ud Hazretlerinin bu hadis'i Şerifi böyle açıklanmaları-nın sebebi şu:

İbni Mes'ud Hazretlerinin kendi kabilesinden bir adam diyor­du ki, kıyamete yakın bir duman gelecek ve münafıkların kulakları­nı sağır, gözlerini kör edecek, müminlere ise bu duman az bir zarar vererek hafif bir nezle şeklinde geçecektir. Adamın bu şekilde insan­lara haber yaymasını İbni Mesud Hazretleri duyunca, dayanmış ola­rak oturduğu yerden hiddetle doğrulmuş ve şöyle konuşmuş:

— Gerçek bir bilgi sahibi olan konuşsun; bilgisi olmayan, Allah bilir, desin. Bilmediği şey hakkında Allah bilir, demek de bir çeşit bilgidir.

Bir de Allah Tealâ Hazretleri: «Ey Resulüm, de ki: Ben, tebli­ğime karşı sizden bir ücret istemiyorum ve ben düzenbazlardan de­ğilim,» buyurmuştur. Şimdi ben, o «Duman» meselesinin anlatıldığı gibi olmadığını, Kureyş hakkında olduğunu söyliyeyim, diyerek yu-kardaki hadîs-i şerifi anlatmıştır.

Fakat Camiu's-Sağîr'de rivayet edilen: «On alâmet meydana gel­medikçe kıyamet kopmayacaktır.., » hadîs-i şerifte, bu alâmetlerden biri «Duman» olarak zikredilmektedir. Bu itibarla «Duman» hadise-sinin.geçmiş olmayıp kıyamete yakın olacağını îbni Abbas Hazretle­ri ile bir. çok sahabî söylemektedirler.

Bununla beraber hatıra şu gelebilir: Ayeti kerimede geçen DU-HAN = Duman, yalnız Mekke'liler hakkındadır. Hadîste geçen DU-HAN ise, kıyamet alâmetlerinden olan dumandır. Bu duman herkesle ilgilidir. (Bu dumandan, büyük tahrip gücüne sahip nükleer silahla­rın, kullanılması kasdedilmiş olabilir.)[20]

 

SECDE  SÛRESİ

 

1148- Ebû Hüreyre'den  (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir.

«Allah Tebareke ve Tealâ Hazretleri buyurdu: Salih olan kulla­rım için, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir kimse­nin kalbinden geçmediği büyük nimetler hazırladım.»

Bu hadîs-i şerifi rivayet eden Ebû Hüreyre demiştir ki, isterseniz şu mealdeki ayeti kerimeyi okuyunuz:

«Müminlerin işledikleri salih amellere karşılık (bir mükâfat) olarak kendileri içine göz aydınlıkları saklandığını hiç kimse bile mez.» (Secde: 17)

Mütercim :

Bazı rivayetlerde bu hadîs-i şerifin   sonuna: «Bilgi edindiğiniz, cennet nimetlerini bir tarafa bırakınız: o nimetlerden başka gizli ve hatıra gelmeyen nice nimetler hazırlanmıştır.» sözleri ilave edilmek­tedir.[21]

 

AHZAB SÛRESİ

 

1149- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in pak zevcelerinden Sevcje (Radıyallahu Anha), hicab=örtünme ayetinin inmesinden sonra gece, yatsı vaktinde, zaruri ihtiyaci için evinden dışarı çık­mıştı. Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) onu uzaktan görerek tanıdı. Zaten Hazreti Şevde boylu-poslu bir hanımdı. Onu bilenler görür görmez kendisini tanırlardı. Hazreti Ömer gece vakti onun böyle dı­şarı çıkmasını hoş görmeyerek kendisine seslendi ve eve geri dönme-, sini istedi. O da geri dönerek benim evime geldi.. Peygamber Sallal­lahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri de benim evimde akşam yemeğini yiyordu ve elinde bir et parçası vardı. Hazreti Şevde:

— Ya Resûlallah! defi hacet için evden çıkmıştım. Hazreti Ömer beni gördü ve bana şöyle şöyle söyledi, dedi. O anda Allah Teal4 Hazretleri, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e vahy indirdi. Vahy tamamlanıp Hazreti Peygamberden şiddet hali gidinceye kadar mübarek elindeki et parçasını yere koymamıştı. Sonra Hazreti Sev-deye cevab olarak şöyle buyurdular:

«Gerçek şu ki, ihtiyaçlarınız İçin dışarıya çıkmanıza izin verildi.»

Mütercim:

îmam Buharî Hazretleri bu hadis-i şerifi «Abdest bölümünde = Kitabu'l-vudu'da» ve hicab ayetinin inmesinden önce1 olarak göster­miştir. Hatta hicab ayetinin iniş sebebi olarak bu olayı   anlatmıştır.

Burada ise, hicab ayetinin inmesinden sonra diye rivayet etmiş­tir. Kirmanî, şerhinde bu iki hadîs-i şerif için uygun yorum yapmış ve demiştir ki, Hazreti Sevde'nin evinden çıkması ve onu Hazreti Ömer'in gö mesi iki defa olmuştur. Biri hicab = örtünme ayetinin inmesinden önce, diğeri de hicab ayetinin inmesinden sonradır. Böy­le olması mümkündür.

Bazı alimler.de demişlerdir ki, hicab ayetinin inmesinden sonra olan Hazreti Ömer'in itirazı, kadınların örtülü olsa bile dışarı çık­malarının caiz olmadığını sandığından ileri gelmiştir. Sonra bu ha-dis-i şerif ile caiz olduğu anlaşılmıştır.

 

1150- Hazreti Aişe  (Radiyallahu Anha) der kit

Hicab ayeti indikten sonra süt babam Ebu'l-Kuays'ın kardeşi olan (süt amcam) Eflah evime geldi ve içeri girmek için izin istedi. Ben ona izin vermedim ve: Hazreti Peygamberden müsaade alma­dıkça sana izin veremem, dedim. Kendi kendime dedim ki, bu adam benim amcam olamaz; çünkü beni emziren kadındır ve o da Ebu'l-Kuays'in hanımıdır. Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem teşrif edince; olayı anlattım:

— Ya Resûlallah! Ebûl-Kuays'm kardeşi Eflah gelip içeri girmek için izin istedi. Ben de, sizden müsaade almadıkça olmaz, dedim. Pey­gamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana şöyle buyurdu:

«Amcanı neden kabul etmedin?» Ben dedim ki: Ya Resûlallah! Nasıl amcam olurmuş. Beni erkek emzirmedi. Be­ni Ebu'l-Kuays'ın zevcesi emzirdi? Bana şöyle buyurdular:

«Eli yeşeresice! Sen ona izin ver; çünkü o senin (süt) amcandır. (Mahrem olmada aynen soyca olan amca gibidir).»

Mütercim:

Sütün baba tarafına geçişine fıkıh alimleri «Leben-i Fahl» derler. Bir kadın kocasının nikâhında iken gelen sütünden bir çocuğun süt emme çağında emmesiyle süt veren kadının çocuğu olduğu gibi, kon­casının da süt oğlu olur. Bu kocanın erkek kardeşi de çocuğun süt amcası olur ki, hadîs-i şerifte geçen mesele budur. Soyca evlenilmele-ri haram olanlar, süt bakımından da haram olurlar. Yani amca ile evlenmek nasıl haramsa, süt araca ile evlenmek de öyle haramdır. Onun için bir kadının amcası ile bir arada bulunmasında bir sakınca yoktur; çünkü mahremidir.

 

1151- Kâb bin Ucre (Radiyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Selleme:

— Ya Resûlallah! Sana selâm verilme şeklini biliyoruz. Tahiy-yatta «Esselâmü Aleyke Eyyühennebiyyu ve rahmetullahi ve berekâ-tüh» diyerek bize onu öğretmiştiniz. Fakat sana» Salâvat» nasıl getireceğiz? diye sorulunca, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri:

«AHahümme Salli Alâ Muhammed'in ve ala Ali Muhammed. Ke-ma Salleyte alâ Ali İbrahims. înneks Hamîdün -Mecîd, Allahümme barik alâ Muhammedin ve alâ Ali Muhammed. Kema barekte alâ Ali İbrahinıe inneke hamîdün mecîd = AUahunl İbrahim ailesine salât (rahmet) ettiğin gibi, Muhamraede ve Muhammed'in ailesine salât et. Muhakkak ki sen Hamîd'sin (hamd edilmeğe lâyıksın), Mecîd'sin (şanın yücedir). Allahım! İbrahim'in ailesini mübarek kıldığın gibi, Muhammed'i ve Muhammed'in ailesini mübarek kıl. Muhakkak ki sen Hamîd'sin, Mecîd'sin.»diye söyleyiniz.» buyurdu.

 

1152- Ebû Saîd EI-Hudrî (Radıyalîahu Anh)  der ki: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerine, ya Resûlallah, sana selâm verme şeklini bildik; fakat sana salât nasıl getirelim. Bunu bize öğretiniz, dediğimiz zaman, bize şöyle deyiniz buyurdu:

«AHahümme Sallı ala Muhammed'in ve resûlike, kema salleyte alâ Ali İbrahîme ve barik ala Muhammedin ve alâ Ali muhammedin kema barekte alâ İbrahime, (alâ Ali İbrahime) ve barik alâ Muham­medin ve alâ Ali Muhammedin kema barekte alâ İbrahime ve Ali İbrahime = Allahim! İbrahim ailesine salât (rahmet) ettiğin gibi, senin kulun ve peygamberin olan Muhammede de salât et. îbrahime (veya İbrahimin ailesine) verdiğin bereket gibi, Muhammed'e ve Muhammed'in ailesine bereket ver.»

Diğer bir rivayette de şöyledir: «îbrahime salât (rahmet) ettiğin gibi, senin kulun ve Peygamberin olan Muhammede salât et. îbra­hime ve İbrahimin Ailesine verdiğin bereket gibi, Muhammede ve Muhammedin ailesine bereket ver.»

Mütercim:

Hazreti Peygambere ealâvet getirmeğe dair çeşitli hadisi şerifler rivayet edilmektedir. Bunların ayrı ayrı zamanlarda buyurulmuş ol­ması ihtimali vardır. En meşhur rivayet, namazlarda «Tahiyyat» dan sonra okuduğumuz salâvatdır.

 

1153- Ebû Hüreyre'den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:

«Hazreti Musa fAleyhisselâm) yüksek hayalı bir zat idi. Bu hal da, şu mealdeki Allah Tealâ Hazretlerinin kelâmının ifadesidir: Ey iman edenler! Sizler, Musa'ya (iftira ederek) eziyet verenler gibi olmayın; nihayet Allah onu dediklerinden temize çıkardı. O, Allah katında çok itibarlı kişidir.» (Ahzab: 69)

Mütercim :

Musa Aleyhisselâm vücudunu yıkarken onu çıplak olarak hiç kimse görmemişti. Daima vücudunu göstermekten sakındığı için îs-raîl oğulları aleyhine sözler etmişler, kendisinde fıtık hastalığı oldu­ğu için bizimle çıplak olarak yıkanmıyor, demişlerdi. Böylece lüzumsuz sözler söyliyerek ona eziyet etmişler. Sonra Allah Tealâ Hazretle­ri, Musa Aleyhisselâm'ı onların kötü isnatlarından temize çıkardı. Buna dair hadiş-i şerif, Gusül Bölümünde geçmiştir.[22]

 

SEBE SURESİ

 

1154- îbni Abbas (Radıyallahu Anhüma) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri bir gün Mek­ke'de Safa tepesine çıkıp: «yetişin, imdat!» diye seslendi. Kureyş kav­mi hemen çevresinde toplandılar. Hazreti peygambere, neyin var senin? diye sordular. Peygamber efendimiz onlara şöyle buyurdu:

«Bakınız, düşmanın sabahleyin veya akşamleyin size saldıracağı­nı haber versem bana inanırmıydınız?» Onlar cevab olarak:

  Evet, inanırdık: dediler.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem:

«îşte ben, (iman etmediğiniz takdirde uğrayacağınız) şiddetli bir azabın önünde sizi uyaran bir peygamberim.» buyurdu. Sonra Ebû Leheb şöyle dedi:

  Yok olasıca sen bizi buraya bunun için mi topîadm? Bunun üzerine, «Ebû Leheb'in iki eli kurusun» mealindeki    Tebbet sûresi nazil oldu.

 

1155- Ebû Hüreyre'den  (Radıyallahu Anh)  rivayet edilmiştir: «Allah Tealâ, dünyayı kabzasına alır, gökleri de sağ eliyle dürer

ve sonra şöyle buyurur: İşte  (gerçek   manada)    hükümdar benim.

Dünya hükümdarları nerede?»[23]

 

ZÜMER   SÛRESİ

 

1156- Ebû Hüreyre'den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiş­tir:

«Sûra birinci üfleyişle ikinci üfleyişin arası kırktır. İnsan vü­cudundan kuyruk sokumu kemiğinden başka bütün kısımları çürür. îşte bu çürümeyen kısımdan tekrar yaratılış teşekkül ettirilecektir.»

Mütercim ;

Ayeti kerimede buyuruldugu gibi, kıyamet günüde iki defa İsra­fil tarafından Sûr'a üfürülecektir. İlk üfürülüşte, gökte ve yerde olan bütün canlılar ölecektir; ancak Allah'ın dü^diği bazı yaratıklar kalır. İkinci kez sûra üfürülünce, bütün ölüler dirilip mezarlarından çıkacaklar ve acaba ne olacağız diye şaşkınlıkla bekleyeceklerdir. İşte bu iki üfürülüş arası kırk yıl, yahud kır ay, yahud kırk gün ola­caktır.

Bir de, insanın bütün azaları (organları) çürüyecek. Fakat yalnız kuyruk sokumu kemiği çürümeyecektir. Bu kısmın parçalanamaya-cak kadar küçük bir cüz (atom) olduğu söylenmektedir. İşte insanın tekrar yaratılması bu parçalanamıyan küçük cüzden olacaktır.

Ebû Hüreyre Hazretlerine «Kırk» sayısının ne olduğu sorulunca, ben cevab vermeğe yetkili değilim, dedi.

Diğer vücudlan çürümeyen Peygamberler, şehidler ve bazı kim­seler, başka bir hadîsle istisna edilmişlerdir.[24]

 

CASİYE SÛRESİ

 

1157- Ebû Hüreyre'den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir: «Azîz ve Yüce olan Allah buyurdu: İnsanoğlu beni incitiyor. Za­mana sövüyor; halbuki zaman benim idare benim elimdedir. Geceyi ve gündüzü ben çeviriyorum.»

Mütercim:

Bu hadîs-i şerifte geçen «Dehr (zaman) benim» ifadesini anla­mayan bazı kimseler, Kur'an-ı kerimde inançları beyan edilen «Bizi dehîrden (tabiattan) başkası helak etmez» inancında bulunanların sapık yoluna düşmüşlerdir.

İbni Hazim ve ona uyan bir kısım alimler de, «Dehr» kelimesini Allah'ın isimlerinden (Esma-i Hüsnâ'dan) saymışlardır. Halbuki hadisi şerifin son kısmı, «Dehir benim* sözünün tam bir açıklaması­dır. Her iş benim kudret elimdedir. Zamanı belirleyen gece ve gün­düzü yaratıp idare eden, nizam ve intizama koyan benim, buyurul-maktadır. Bu açıklama varken başka yorumlarda bulunmak sapık­lık olur.

Ayrıca Allah'ı inkâr eden tabiatçıların «Bizi ancak tabiat helak eder» (Casiye: 24) küfür sözlerini Cenabı Hak red ve iptal için» «Onlar ancak yalan söylüyorlar» (Yûnus: 66) buyuruyor. Artık bu apaçık gerçekten sonra, bunun manasında şübhelenmek veya başka manalara sapmak olur mu?

Allah hiç bir şeyden incinmez ve elem duymaz. Bununla bera­ber «İnsanoğlu beni incitiyor» sözünün buyurulmuş olması, dehre şovenler benim gazabımı kazanırlar anlamındadır. Nitekim: «Allah'a ve onun peygamberine eziyet edenlere Allah hem dünyada, hem de ahirette lanet etmiştir» (Ahzab: 57) mealindeki ayeti kerime de, bu manayı açıklamaktadır. Allah'ın rızasına aykırı olarak peygambere iftira etmek suretiyle ona eziyet edenleri Allah hem dünyada perişan edecek, hem de yine gazabı ile ahirette onlara acıklı azab .taddıra-caktır.[25]

 

MUHAMMED (KITAL)  SÛRESİ

 

1158- Ebû Hüreyre'den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:

«Allah Tealâ Hazretleri bütün yaratıkları yarattı ve yaratma işi­ni tamamlayınca rahim (akrabalık) ayağa kalkıp Rahman olan Al­lah'ın azamet eteğine sığındı. Allah Tealâ ona: geri çekil, buyurdu. Rahim (akrabalık) dedi ki:

  Burası, akrabalık bağının kesilmesinden sana sığınma maka­mıdır. Allah Teâlâ buyurdu:

  Sana bağlanana bağlanmaklığımdan ve seninle arayı kesenle arayı kesmekliğimden memnun olmaz mısın? Rahim cevab verdi:

  Evet yarabbi! memnun olurum. Cenabı hak:

  îşte böyle olacaktır, buyurdu.»   (Senin   hakkını   gözetenlere merhamet edip nimet vereceğim, gözetmeyenleri    de rahmetimden uzak tutacağım.)  Hadîs-i şerifi rivayet e<-i~n Ebû   hüreyre diyor ki: Dilerseniz şu mealdeki ayeti kerimeyi okuyunuz:

«Ey münafıklar! iktidar olsaydınız ülkede bozgunculuk yapma­nız ve akrabalık bağlarını koparmanız sizden beklenirdi elbet.» (Kıtal = Muhammed: 22)[26]

 

KAF  SÛRESİ

 

1159- Hazreti Enes'den (Radıyallahu   Anh) rivayet edilmiştir: «Cehennemlikler ateşe atılır ve Cehennem daha var mı? der. Ni­hayet Allah, cehenneme kudret ayağını koyacak ve cehennem: — Yeter, yeter, diyecektir.»

Mütercim:

Allah Tealâ Hazretleri cehennemi tazyik edip sıkıştıracak. Onu ayak altına almışçasına zelil kılacak. O zaman cehennem: Aman yeter, yeter; gücüm kalmadı, diyecek. Cehennemin konuşması, hal lisanı ile olabileceği gibi, Allah'ın konuşturması ile de olabilir.

 

1160- Ebû Hüreyre'den (Radıyallahu Anh)  rivayet edilmiştir:

«Cehennem  (Allah tarafından)  sorulun - Doldun mu?    Cehen­nem cevab verir:

  Daha var mı? Bunun üzerine Allah Tealâ cehenneme kudret ayağını koyar ve cehennem:

  Artık yeter, yeter, der.»

 

1161- Ebü HÜreyre'den CRadıyallahu Anlı) rivayet edilmiştir: «Cennet ile cehennem karşılıklı olarak düleşecekler: Cehennem diyecek ki, ben büyüklük taslayanlara ve zorbalara tahsis edildim. Cennet de diyecek ki, bana ancak insanların zayıfları ile insanların gözünden düşmüş fakirler girecektir. Sonra Allah Tealâ Cennete şöy­le buyuracak:

  Sen benim rahmetimsin  (rahmet ettiğim yersin). Kullarım­dan dilediğime seninle merhamet ederim.

Cehenneme de şöyle buyurdu:

  Sen ancak bir azabsın (azab yerisin)-. Kullarımdan dilediğim kimseye seninle azab ederim. Her ikiniz için dolmak hakkı   vardır (boş yeriniz kalmayacaktır). Ancak cehennem, Allah Tealâ kudretiy­le tazyik etmedikçe dolmayacaktır. O zaman cehennem: Yeter, ye­ter, diyecektir. O zaman    cehennem   tamamen    dolmuş   olur ve iç içe girerek kapanır. Böylece Allah Tealâ Hazretleri kullarından (yaratıklarından) hiç kimseye zulüm etmez. Cennetin boş kalan ye­rini doldurmak için, Allah Tealâ yeniden bazı yaratıklar yaratır ve onlarla cenneti doldurur.»

Mütercim:

Cehenneme «Doldum mu?» sorulup buna: «Daha var mı?» ceva­bının verilmesi şeklindeki mükâleme, bir kısım alimlere göre Ce­hennemlik olanlar cehenneme girmeden önce olacaktır; diğer bir kısmına göre de bunlar cehenneme girdikten sonra olacaktır. Buna dair geniş bilgi, tefsir kitablannda vardır.[27]

 

NECM SÛRESİ

 

1162- Ebû Hüreyre'den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:

«Kim yemin eder def yemininde: Lât ve Üzza (putları) hakkı için,

derse, hemen arkasından (bu günahı örtmek için «Lâ İlahe İllallah»

desin. Kim de arkadaşına: Gel, kumar oynayalım, derse, o da  (bu

günahı örtmek için) sadaka versin.»

Mütercim:

KasıdJı olarak Lât ve Uzza putlarına hürmet için bunlar adına yemin eden şübhesiz kâfir olur. Fakat cehalet sebebiyle ve kasıdsız olarak derse, onun keffareti «Lâ İlahe illallah» sözü ile önceki ifade­sini terk etmesidir.[28]

 

RAHMAN  SÛRESİ

 

1163- Abdullah bin Kays (Radıyallahu Anh) derki:

«İki cennet vardır ki, onların kap-kacağı ve içlerindeki eşya lar hep gümüştendir. İki cennet de vardır ki, bunların kap-kacağı ve içlerinde olan eşyalar hep altındandır. Bir de ADN cennetinden olan insanlarla Rabî erini görmeleri arasında Allah'ın zatmdaki Azamet perdesinden başka hiç bir engel yoktur.»

 

1164 - Abdullah bin Kays'dan (Radıyallahu Anh) rivayet edil­miştir:

«Cennette, içi boş inciden yapılmış altmış mil genişliğinde bir ça­dır vardır. Çadırın her köşesinde (müminler için) Hurî'ler vardır ve bunlar birbirlerini görmezler. Müminler bunların (Hurilerin) etra­fında dolaşır ve eğlenirler. Bir de iki cennet vardır ki, onların kap-kaçağı ve içerlerinde bulunan eşyalar gümüştendir. İki cennet de vardır ki, onların kap-kacağı ve içerlerinde bulunan eşyalar altın­dadır. Adn cennetin de olan insanlarla Rablerini görmeleri arasında, Allah'ın zatındaki azamet perdesinden başka hiç bir engel yoktur.»

Mütercim:

Bu hadîsi şe-rifte, Allah'ın azamet ve kibriyası, zatının görünme­sine engel olacaktır diye sananlara cevab olarak Şerkavl şerhinde Şöyle denmektedir: Geçen hadîs-i şeriflerde Allah'ın cennette görüB-meyeceğine dair herhangi bir işaret yoktur. Çünkü Adn cennetinde bulunanlara ve belirli bir zamanda görünmemesi, cennetin her ye­rinde ve her zaman için görünmemesi demek değildir. Yahud, Allah Tealâ Hazretlerini görmeye engel, Allah'ın azametinden başka bir şey olamaz. Allah'ın dilemesiyle görüş olur, demektir. Böylece en güzel bir tevil yapılmıştır.

Ehli sünnet inancında, keyfiyet ve misal olmaksızın ahirette Al­lah Tealâ Hazretlerinin cemalini müminler görecekler ve bundan en büyük manevî hazzı duyacaklardır.[29]

 

MÜMTEHÎNE SÛRESİ

 

1165- Hazret! Ali (Kerremellahu Vecheh) der kî* Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, benimle beraber Zübeyr ve Mikdad'ı görevlendirdi ve bize şöyle buyurdu:

«Gidiniz; Hah bahçesine vardığınızda orada, üzerinde mektub taşıyan deveye binmiş bir kadın vardır. O mektubu kadından alınız.»

Biz de, hayvanlarımızı koşturarak yola çıktık. Hah meydanına var­dığımız zaman, gerçekten Hazreti Peygamberin buyurdukları gibi, deve üzerinde sür'atle gitmekte olan bir kadın bulduk. Kadına:

  Üzerinde taşıdığın mektubu çıkar, dedik. Kadın;

  Yanımda hiç bir mektup yoktur, dedi. Biz kendisine:

  Ya mektubu çıkaracaksın, değilse seni soyup arayacağız, de­dik. Bunun üzerine kadın, örgülü saçları arasında bulunan bir mek­tubu çıkarıp bize verdi. Biz hemen Medine'ye   dönerek o mektubu Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e verdik. Bir de mektup açı­lıp okununca, içinde,

Hatıb ibni Ebi Belte'a tarafından Mekke müşriklerinden birine Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Selîem'in askeri harekâtından bazı hususlar ve emirler haber verilmekteydi:

Sonra Hazreti Peygamber Hatıb'ı huzura getirterek ona sordu;

«Bu (yaptığın iş) nedir, ey Hatıb:

  Ya Resul ali ah, bu iş için beni cezalandırmakta acele buyur­mayınız, dedi ve şöyle özür beyan etmeğe başladı:

  Ya Resûlallah!  Ben aslen Kureyş kabilesinden değilim; fa­kat Kureyş içinde büyümüş ve yetişmiş kimsesiz bir adamım. Sizin­le beraber olan diğer muhacirlerin Mekke'de kalan aile ferdleri ile mallarını koruyacak Mekke'deki müşriklerden akraba ve yakınları vardır. Halbuki benim orada kalan ailemi ve mallarımı koruyabile­cek hiç bir akraba ve yardımcım yoktur. İşte böyle    Kureyş içinde akraba ve dosttan mahrum olduğum için, orada bulunan çoluk-çocu-ğumu korumalarına bir vesile olsun diye, onlara yaranma niyeti ile bu mektubu yazmıştım. Yoksa dinimden çıkarak veya onlar safına geçerek bu mektubu yazmadım.

Bunun üzerine Hazreti Peygamber ashabı kiramı toplayarak onlara şöyle buyurdu: «Bu adam, gerçekten size doğruyu söyledi.» Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) söz alarak:

  Ya Resûlallah! Bırakınız bunun boynunu vurayım, dedi. Haz­reti Peygamber ona şu cevabı verdi:

-Bu Hatıb, Bedir savaşında bulundu. Ne biliyorsun, belki Bedir gününde Allah Azze ve Celle Hazretleri Bedir gazilerine bakarak: Artık bundan sonra ne yaparsanız yapınız; muhakkak ben sizi ba­ğışladım, buyurmuştur.»

«Bu hadîs-i şerifin rivayetinde Amr bin Dinar der ki: «Ey iman edenler! Düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dost edinmeyiniz» mealindeki ayeti kerime (Mümtehine: 1)  bu Hatıb olayı hakkında nazil olmuştur.

Mütercim:

Nakledildiğine göre hicret yılının sekizinci senesinde Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Seliem Mekke fethi için savaşa çıkılacağını as­haba haber vermişti. Hatıb bunu öğrenince, Hazreti Peygamberin bu niyetini bildiren bir mektüb yazarak Sare adındaki bir kadınla Mekke'ye göndermeye kalkıştı. Hazreti Cibril (Aleyhisselâm) gelip bu işi Peygambere haber verdi. Hazreti Peygamber de ashabın ileri gelenlerinden Ali, Ammar, Talha, Zübeyir, Mikdad ve Ebû Mersed (Radıyallahu Anhüm) hazretlerini gönderip bu kadını, Hah adındaki ovada yakalamalarını ve kendisinde olan mektubu almalarını, eğer mektubu vermezse boynunu vurmalarını emretti.

Ashabı kiram ayni yerde kadını yakaladılar ve üzerindeki mek­tubu istediler. Kadın mektubu inkâr etti, vermedi. Hazreti Ali kılıcı­nı sıyırınca, kadın saç örgütleri arasında bulunan mektubu çıkarıp verdi. Bu mektup Hazreti peygambere takdim edilince, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Seliem, Hatıb'ı huzura çağırdı ve yukarda me­tinde geçtiği gibi karşılıklı konuşma oldu ve sonunda bu ayeti keri­me nazil oldu (mealen):

«Ey iman edenler! Düşmanımı ve düşmanınızı dost edinmeyin. Siz onlara (mektup göndererek bağlılık ve) sevgi yolluyorsunuzi hal­buki onlar, Kur'andan size geleni inkâr ettiler. Rabbınız olan Allah'a iman ediyorsunuz diye sizi ve peygamberi (Mekke'den) çıkarıyor­lardı. Eğer siz benim yolumda ve rızam uğrunda cihad için (Mekke'­den Medine'ye) çiktmızsa (düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dost edinmeyin). Siz sevgi göstererek onlara sır veriyorsunuz; halbuki ben sizin gizlediklerinizi de, açıkladıklarınızı da biliyorum. Sizden kim bunu yaparsa muhakkak doğru yoldan sapmıştır.»[30]

 

CUMA SÛRESİ

 

1166- Ebû Hüreyre (Radıyalîahu Anh) der ki:

Biz, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Seîlem'in huzurunda otur­makta iken, Cuma sûresi nazil oldu. Bu sûreyi Hazreti peygamber okudu. «Henüz o ümmî Arablara katılmamış olan diğer (ırklardan da bütün) insanlara (o peygamberi gönderdi).» (Cuma: 3) mealinde­ki ayeti kerimeyi okuyunca, bu henüz katılmayan kimseler kimler­dir? diye Hazreti peygambere soruldu. Bu soru üç defa tekrarlanınca, Hazreti Peygamber mübarek elini yanında bulunan Selmanî Farisî'­nin omuzuna koyarak şöyle buyurdu:

«îman, Süreyya yıldızında olsa, bunlardan birtakım kişiler veya bir kişi, mutlaka onu elde ederdi.»

(Nitekim arab olmayan ve sonradan gelen büyük islâm mücte-hidleri yetişmiş ve islâm dinine büyük hizmetleri olmuştur.)[31]

 

MÜNAFIKÛN   SÛRESİ

 

1167- Zeyd bin Erkam (Radıyallahu Anh)  der ki:

Biz Tebük savaşında bütün ashabla bir arada iken, (münafıklarr dan) Abdullah bin Ubeyy bin Selül'ün kendi adamlarına şöyle dedi­ğini işitmiştini: Siz bundan sonra Peygamberin etrafında bulunan muhacirlere hiç bir şekilde yardımda bulunmayın, onlara bir şey ver­meyin. Böyle yaparsanız, onlar peygamberin etrafından dağılırlar ve ev sahibi biz şerefli kimseler, o sığıntıları Medine'den çıkarmış oluruz.

Ben de bu sözleri amcam Sa'd bin Ubade'ye yahud Hazreti Öme­r'e söyledim. Hazreti Ömer de bunu Peygamber efendimize bildirdi. Sonra Hazreti Peygamber beni huzurlarına çağırarak işi benden tahkik etti. Ben de olduğu gibi söylenenleri anlattım. Bundan sonra Hazreti Peygamber, Abdullah bin Ubeyy bin Selül'ü ve arkadaşlarını huzura getirterek, böyle mi konuştunuz? diye sordu. Onların hepsi yemin ederek tamamen inkâr ettiler. Onlann toplu bir şekilde ve yemin ederek söylediklerini inkâr etmeleri beni yalancı durumuna soktu. Buna öyle üzüldüm ki, hayatımda böyle bir üzüntü ve keder çekmedim. Böyle keder içinde evime çekilip oturdum. Benim üzün­tüm yetmiyormuş gibi, amcam Sa'd bin Ubade, neden rahat dur­madın, basma iş çıkarıp peygambere karşı    yalancı oldun, diyerek

beni azarlıyordu.

Sonra. Allah Allah Tealâ Hazretleri beni doğrulayan: «Allah'ın Peygamberi yanında bulunan (göçmen Yoksul) lan beslemeyin ki, dağılıp gitsinler, diyenler onların kendileridir. Hal­buki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır; fakat münafıklar (bu­nu) anlamazlar. Diyorlar ki: (eğer bu savaştan) Medine'ye bir dö­nersek, and olsun, güçlü olan güçsüz olanı oradan çıkaracaktır. Hal­buki kuvvet ve üstünlük Allah'ın, Resulünün ve müminlerindir; fakat münafıklar bilmezler.» (Münafıkûn: 7-8) mealindeki ayeti, ke­rimeyi indirdi. Bunun üzerine Hazreti Peygamber bir adam gönde­rerek beni huzurlarına çağırdı. Sonra bu ayetleri okuyarak bana söyle buyurdu:

«Allah Tealâ Hazretleri seni doğruladı, ya Zeyd!»[32]

 

1168- Zeyd biît Erkam'dan (Radıyallahu Anh) rivayet edil­miştir!

«Allah'ım! Ensar'ı (Medineli ashabı), Ensar'ın oğullarım ve En-sar'm oğullarının oğullarını bağışla.»

 

TAHRİM   SÛRESİ

 

1169- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri pâk zevcele­rinden Cahş kızı Zeyneb'in evinde bal şerbeti içer ve yanında fazla kalırdı. (Buna kıskandığımızdan) Hazreti Ömer'in kızı Hafsa ile şöyle anlaştık: Hazreti Peygamber, hangimizin evine gelirse, ya Re-sûlallah! Sen meğâfir (tatlı fakat kokusu hoş olmayan bir bitki usa­resi) mi yedin? Senden meğâfîr kokusu alıyorum, desin. Sonra Haz­reti Peygamber, zevcesi Hafsa'nm yanma gidince, Hafsa konuştuğu­muz şekilde Hazreti Peygambere hitab etti. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:

«Hayır, meğafîr yemedim. Fakat Cahş kızı Zeyneb'in evinde bal şerbeti içerdim. Yemin ettim, bir daha içmeyeceğim ve bunu da hiç kimseye söyleme.»

Mütercim

Hazreti Hafsa, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in sırrını (bal şerbeti içmiyeceğine dair yemin edişini) Hazreti Aişe'ye anlatıp haber verdi. Bunun üzerine: «Ey Peygamber! Allah'ın sana helâl kıl­dığı şeyi neden haram kılıyorsun» mealindeki ayet nazil oldu. (Tah-rîm: D

Bu ayetin nüzul sebebi hakkında bir rivayet de şudur: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellenı, zevcesi Hazreti Hafsa'yı nöbetlerinde ziyaret ettikleri bir günde, Hazreti Hafsa peygamberin izniyle babasına gitmişti. Hazreti Peygamber de kendisine hizmet için cariyesi Mariye'yi çağırmış ve ona hizmet ettirmişti. Hazreti Hafsa bunu öğrenince çok üzüldü. Bunun üzerine Hazreti peygamber ona şöyle buyurdu:

«Mariye'yi kendime haram edersem razı olurmusun?» Hafsa: — Evet, razı olurum deyince, Hazreti Peygamber: «tşte haram ettim. Fakat bunu sakın hiç kimseye söyleme.»* bu­yurdu. Sonra Hazreti Hafsa, Peygamberin bu sırrını Hazreti Aişe'ye söyledi.

Fethu'1-Barî şerhinde ayetin nüzul sebebi olarak bu olayı (Mariye hadisesi) tercihli gösteriliyor. Fakat Buhari şerhinde açıklandığı üzere, bal şerbetinin haram kılınması hususu tercih edilmiştir.

 

1l70- Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh)  der ki:

«Ey Peygamber! Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi neden haram kılıyorsun?» mealindeki ayet nazil olunca, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri pâk zevcelerinden ayrılarak, «bir ay, on­ların yanlarına varmayacağım» diye yemin etmiş ve çardağına çekilmişti îzin aldıktan sonra Hazreti Peygamberin huzuruna vardım Gördüğüm manzara şu idi: Hazreti Peygamberin altın­da kuru bir hasır, başının altında, içi Uf dolu deriden bir yastık; Ayak ucunda, deri tabaklamakta kullanılan selem ağacının yaprakla­rı- başucunda, küçük bir su kırbası (tulumu) asılı ve Hazreti Pey­gamberin hasıra değen yan taraflarına hasırın izleri çıkmıştı. Bu durumdan son. derece duygulandım ve ağlamaya başladım. Hazretı Peygamber bana:

«Ne ağlıyorsun?» buyurdu. Dedim ki:

— Ya Resûlallah! îran ve Rûm imparatorları rahatlık ve nimet içinde yüzüyorlar. Allah'ın Peygamberi olduğun halde senin bu ha­line üzülüyorum. Bunun üzerine bana şöyle buyurdu:

«Dünya onların, ahiretin de bizim olmasına razı değil misin?.

Sonra ben, bu düşüncemden dolayı Allah'dan mağfiret düedım.[33]

 

NÛN   SÛRESÎ

 

1171- Harise bin Vehb El-Huzaî (Radıyallahu Anh) der ki:

«Dikkat ediniz! Size cennet ehli kimdir bildireceğim: Her düşkün ve küçümsenen kimse ki, Allah adına yemin etse. Allah onu doğru çıkarır. Dikkat ediniz! Size cehennem ehlini bildireceğim: Her kaba cimri ve kibirli kişidir.»

(«Kaba, üstelik de haramzadedir. Mal ve evlât sahibi olduğu için de gururlanır.» mealindeki ayeti kerime bu vasıfta bulunanları açık­lamaktadır. (Nün: 13)

 

1172- Ebû Saîd (Radıyallahu Anh) derki:

«Rabbimiz (kıyamette) dizini açar ve her mümin, erkek ve kadın ona secde ederler. Ancak dünyada riya ve gösteriş için secde etmiş olanlar kalır. Bunlardan her biri, secde etmeye davranırsa da sırtı yekpare oluverir, secdeye varamaz.»

Mütercim:

«Dizin açıldığı gün» (Nün: 42) mealindeki ayeti kerimenin ma­nası şiddetin açıldığı gün demektir. O günde münafıklarla kâfirlere secde emredilince, vücutları kas katı kesilip secdeye varamayacaklar. Pişmanlık ve utançlarından yüzlerini, gözlerini kapayacaklar. Onları bayağılık ve zillet kaplayacak. Onlar dünyada ilçen, sıhhat ve afiyet üzere bulunurlarken Allah'a secde etmeye davet edildikleri zaman buna icab etmezlerdi.[34]

 

MÛDDESSİR SÛRESİ

 

1173- Hazreti Cabir'den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştin

«Ben, Hira dağında mücavir kalmıştım. Bu mücavirliğimi ta­mamlayıp vadiye indiğimde, bana seslenildi. Önüme, arkama, sağıma ve soluma baktım. Derken birden, yerle gök arasında bir taht üze­rinde Cibril'i oturuyor gördüm. Sonra hemen Hatice'nin yanma var­dım ve dedim ki: Beni örtünüz ve üzerime soğuk su dökünüz O za­man bana: Ey örtüye bürünen (peygamber)! Kalk ve (insanları Al­lah'ın azabı ile) korkut. Rabbini de yücelt, ayeti nazil oldu.» (Mud-dessir: 1-3)[35]

 

NAZİAT SÛRESİ

 

1174- Sehl bin Sa'd (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ortaparmak ve şehadet parmağı ile şöyle (dikerek) işaret etti ve buyurdu ki:

«Benim peygamber olarak gönderilmemle kıyamet, şu iki (par­mak) gibidir.»

Mütercim:

Orta parmakla işaret parmağı arasında başka bir engel olmadığı gibi, Hazreti Peygamber ile kıyamet vakti arasında başka bir peygam­ber olmayacaktır. İki parmağın birbirine olan yakınlığı veya iki par­mak miktarı ne ise, kıyametle peygamber arasında öyle bir yakınlık veya miktar vardır. Ancak bu işaretten kıyametin ne kadar yakın ol­duğuna dair kesin bir ölçü verilemez. Çünkü ilk hayatın başlangıcı kaç yüz bin sene önce olduğu kesinlikle bilinememektedir. Bu iti­barla bir nispet yapılması hiç bir zaman doğru olmaz. Yine de kıya­metin kopması için uzun bir müddet daha düşünülebilir.[36]

 

ABESE SÛRESİ

 

1175- Hazreti Aişe'den (Radıyallahu Anha) rivayet edilmiştir.-

«Kur'anY ezberleyerek düzgün okuyanın hali, Allah'ın ikramına mazhar olmuş meleklerle beraber olmaktır. Kur'an'ı güçlük ve zah­metle okuyanın hali de, iki kat sevaba nail olmaktır.» (Biri Kur'an okuma sevabıdır^ diğeri de çektiği zahmetin sevabıdır.)

 

1176-  İbni Ömer'den (Radıyallahu Anhüma) rivayet edilmiş­tin

«Kıyamette hesab için insanlar Rablerinin huzurunda durdukla­rı zaman, onların her birinin terleri kulaklarının yarılarına kadar ulaşacak şekilde ter içinde kaybolacaklardır (ter içine batmış ola­caklardır.) »[37]

 

ÎNŞİKAK  SÛRESİ

 

1177- Hazreti Aişe'den (Radıyallahu Anha) rivayet edilmiştir: «Hesabı tartışılan hiç kimse yoktur ki, helak olmasın.» Ben de­dim ki ya Resûlallah! Kur'an-ı Kerim'de Cenabı Allah «Kitabı (amel defteri) sağ eline verilen kimsenin, hemen hesabı kolayca görülecek, buyurduğuna göre nasıl olur? Bana şu cevabı verdiler:

«Bu ayeti kerime, kula amel defterinin arz edilişini beyandır. Kullara iyi amelleri gösterilir. Fakat hesabı incelenen kimse, muhak­kak helak olur.»[38]

 

ŞEMS SÛRESİ

 

1178- Abdullah bin Zem'a (Radıyallahu Anh) der ki: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellern'den hutbe okurken işit­tim; Salih peygamberin devesinden ve onu öldürenden bahsediyordu. «(Semud kavminin) azılısı fırlayınca,» (Şems suresi: 12) mealindeki ayeti okuyarak şöyle buyurmuştu:

«Salih peygamberin devesine atılıp onu öldüren, kendi kabilesi içinde güçlü kuvvetli ve soydaşları arasında (Mekke'de kâfir olarak ölen ve Abdullah'ın babası olan) Ebû Zem'e gibi arkalı bir adamdı.» Sonra Hazreti peygamber hanımlardan anlattı ve şöyle buyurdu-.

«Sizden biriniz kalkar da kölesini kırbaçlar gibi karısını kırbaç­lar ve belki de o günün sonunda onu yatağına alır.»

Sonra hutbeye devam, ederek insanlara öğüt verdi ve câhiliyet zamanında yellenen kimseye gülünmesine temas ederek:

«Herhangi biriniz, kendisinin de yaptığı bir işten dolayı niçin gü­lüyor?» buyurdu.[39]

 

ALÂK (İKRA) SÛRESİ

 

1179 - Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki: amber SalMlahu Aleyhi ve SeHem'e    vahy

yanına döner ve ayni şekilde azıklanarak .

Kendisine hak (Allah'dan vahy)  gelinceye kadar boyfe^deya Nihayet Hira dağı mağarasında iken kendisine melek (Cibril) Oku! dedi. Hazreti peygamber, «ben okumuş değilim.» diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem buyurdu ki: Bunun üzerine o melek beni tutup sikti: takatim kesilinceye kadar. Sonra, beni bıraktı ve: Oku! dedi. Beni Okumuş değilim, dedim. İkinci defa beni tutup sikti: takatim kesilinceye kadar. Sonra beni bıraktı ve: Oku! dedi. Ben: Okumuş de­ğilim, dedim. Üçüncü defa beni tutup sîkti; sonra beni bıraktı. Bunun üzerine Cibril:

«(Her şeyi) yaratan Rabbin adı ile oku. O, insanı bir kan pıhtı­sından yarattı. Oku! Senin Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir.» mea­lindeki (Alâk: 1-3) ayetleri okudu.»

Hazreti Peygamberin kalbi titreyerek zevcesi Huveylid kızı Ha­tice'nin yanına vardı. Hemen şöyle buyurdu:

«Beni Örtünüz, beni örtünüz!» Derhal onu örttüler. Nihayet kor­ku ondan gidince, Hatice'ye başından geçeni anlattı; kendimden kork­tum, dedi. Hatice dedi ki: Hayır (korkma), Allah'a yemin ederim ki, hiç bir zaman seni utandırmaz. Sen yakınlarına iyilik edersin, biça­relerin yükünü yüklenirsin, varlıksızın gönlünü kazanırsın, konuğu ağırlarsın ve Hak'tan gelen güçlüklere yardımcı olursun.

Sonra Hazreti Hatice, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'i amcasının oğlu Varaka'ya götürdü. Varaka'mn babası Nevfel, onun babası Esed, onun babası Abdül'Uzza'dır. Bu kimse cehiliyet devrin­de hıristiyanlaşmıştı. İbranî'ce yazardı. Allah'ın verdiği imkân kadar İncil'den İbranî'ce yazardı. Yaşlı bir ihtiyardı. Gözleri de kör olmuş­tu. Hazreti Hatice ona dedi ki:

  Ey Amcazadem! Biraderzadeni (kocamı) dinle. Bunun üzerine Varaka, Hazreti peygambere sordu:

  Ey biraderzadenı! Ne görüyorsun (halin nedir)? Hazreti Pey­gamber Sallallahu Aleyhi ve SeHem de, gördüğü şeyleri ona haber verdi.

Varaka, Hazreti Peygambere dedi ki:

—. Bu (gördüğün melek), Allah'ın Hazreti Musa'ya indirdiği Cibril'dir. Keşke o (peygamberlik) zamanında bir genç olaydım, keş­ke kavmin seni memleketinden çıkaracağı vakit sağ olaydım. Haz­reti Peygamber sordu:

«Onlar beni çıkaracaklar mı?» Varaka dedi ki:

  Evet, Senin geldiğin şekilde  (peygamber olarak)  gelen her kişiye muhakkak düşmanlık yapılmıştır. Eğer ben senin gününe ka^_ vuşursam sana var gücümle yardım ederim. Sonra Varaka'mn vefa­tı çok sürmedi, bir müddet sonra öldü. Vahiyde bir ara kesildi.

 

1180- Cabir (Radıyallahu Anh) den rivayet edilmiştir:

«Ben, yolda yürürken gökten bir ses işittim. Gözümü kaldırdım; bir de ne göreyim, Hİra'da bana gelen Melek, yerle gök arasında olan bir taht üzerinde oturuyor! Ondan korktum ve geri döndüm. Dedim ki: Beni örtün, beni örtün! Sonra Allah Tealâ, şu mealdeki ayetleri indirdi:

«Ey örtüye bürünen (peygamber)! Kalk da (insanları Allah'ın azabı ile) korkut. Rabbini yücelt. Elbiseni de (daima) temiz tut. Aza­ba sebeb olan şeyleri terkde azimli ol.» (Müddessir: 1-5)

Bundan sonra arka arkaya vahy gelmeğe başladı.

Mütercim:

Hazreti Musa'ya olan İlâhî tecellide ve diğer peygamberlerde de dehşet ve korku hali olmuştur. Hazreti Meryem de: Keski öleydim de, bu halleri görmeyeydim, demişti.

Bu iki hadîs-i şerif Buharî'nin başında «Vahyin Başlaması» bölü­münde geçtiği gibi, burada da zikredilmiştir. Bunun için biz, bu «Züb-de» adlı kitabımızda bu hadîsi şerifleri başta zikretmiyerek burada naklettik. Çünkü «Zübde» ye ftazreti Peygamberin besmelesiyle ban­lamayı tercih ettik.

— İbni Abbas (Radıyallahu Anhüma) der ki:

Ebû Cehil'in: Eğer-ben Kabe yanında Muhammed'in namaz kıldı­ğını görürsem, muhakkak onun boynuna basacağım, dediğini Pey­gamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem işitince şöyle buyurdu:

«Eğer {Ebû Cehil) o işi yapmış olsa, derhal melekler onu yok ederlerdi.»

Mütercim:

Kütüb-i Sitte, diye şöhret bulan altı hadîs kitabından «Nesa'î» nin sahihinde bu hadîs-i şerifin ilâvesi vardır:

«Çok geçmeden Ebû Cehil tasarlamış olduğu bu çirkin işi başar­mak için Hazreti Peygamber namazda iken teşebbüse geçti. Fakat o anda elini yüzüne siper ederek geri dönüp kaçmaya başladı. Orada kendisini görenler: Sana ne oldu? diye sordular. Ebû Cehil cevab ver­di»

— Aman, benimle Muhammed arasında ateşten korkunç bir hendek ve kanatlar vardı. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu: «Eğer Ebû Cehil bana yaklaşmış- olsaydı, melekler onu ya­kalayıp vücudunu paramparça edeceklerdi.»[40]

 

KEVSER  SÛRESİ

 

1182- Enes'den  (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:

«Mi'raç gecesinde büyük bir nehire vardım. Nehirin her iki ya­nı, içi boş inci kubbeleri idi. Ben sordum: Ey Cibril! Bu nedir? Dedi ki: Bu, Kevser nehiridir. (Allah'ın sana ihsan ettiği cennetteki Kev­ser'dir).»[41]                                                               

 

NASR SÛRESİ

 

1183- Hazreti Aişe {Radıyallahu Anha) der ki:

Nasır sûresi nazil olduktan sonra, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri her namazın secde ve rükû'unda muhakkak:

«Ey Rabbimiz! Sana hamd eder olduğumuz halde seni noksanlık­lardan tenzih ederiz. Allah'ım, beni mağfiret buyur.» derdi.

Mütercim:

Nasır (İza câe) sûresinin meali şöyle:

«Allah'ın zaferi ve Mekke'nin fethi gelip de insanları Allah'ın dinine bölük bölük girerlerken gördüğün zaman, artık Rabbini hamd ile teşbih et ve ondan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah Teyvab'dır tevbeleri kabul buyurandır.»

Bu sûreye Tevdi (veda) derler. Bu sûrede Hazreti Peygamberin dünyadan veda edip ayrılacağına işaret olduğu söylenir. Hazreti Ab­bas bu işareti sezerek ağlamış. Bir rivayette bu sûrenin inmesinden iki sene sonra Hazreti Peygamber cennete göçmüştür.[42]

 

MUAVVİZETEYN   SÛRELERİ

 

1184- Ub'eyy bin Kâ'b (Radıyallahu Anh) der ki:

Ben, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerine Muav-vizeteyn (Felak ve Nas) sûrelerinden sorunca şu cevabı verdiler:

«Bana v-ahyedildi ve ben de okudum.»

 (Muavvizeteyn Allah kelâmıdır. Peyganıber'e nasıl Cyahy edile­rek) okundu ise, o da aynını okudu. Bunların bütün kelimeleri Kur'andır. Bundan ümmetin icmal (ittifaklı) vardır. Bunların inkarı kü­für olur.)[43]

 

KUR'ANIN  FAZİLETLERİ BAHSİ

 

1185- Ebû HÜreyre'den (Radiyallahu Anh) rivayet edilmiştir:

«Muhakkak her peygambere emsali olmayan bir mucize verilmiş­tir, ve o mucize üzerine insanlar o peygambere iman etmiştir. Bana verilen (mucize) de, Allah'ın bana vahy ettiği bir vahiydir (Kurban­dır). Umarım ki kıyamet gününde en çok bağlıları bulunacak pey­gamber ben olurum.»

Mütercim:

Bütün peygamberlere ve resullere, bulundukları zamana göre insanların akıllarını hayrete düşürecek, ve peygambere imanı gerek­li kılacak şekilde mucizeler verilmiştir. Hazreti Musa'nın asası ve Hazreti İsa'nın ölüleri diriltmesi gibi... Diğer peygamberlere verilen bu gibi değişik mucizeler bugün için ortada yoktur. Onların hepsi peygamberlerin kendi devirlerine ait olarak kalmıştır. Fakat son pey­gambere verilen mucize, Allah tarafından vahy edilerek indirilen Kur'an olmakla kıyamete kadar devam edip kalacaktır. Bunun için peygamberimizin kıyamet gününde bağlıları (kendisine iman etmiş olanlar), diğer peygamberlerin ümmetinden daha çok olacaktır. Çün­kü kıyamete kadar gelecek olan insanlar, insan gücü üstünde olan Ku'ran-ı kerimin fesahat ve belagatını, ihtiva ettiği hikmet ve hü­kümleri, zaman geçmesiyle de manevî değerinin aynen üstün kaldı­ğını görerek aciz kalacaklar ve iman edeceklerdir. Nitekim bu du­rum halen devam etmektedir. Müslümanların sayısı çoğalıp yayıl­maktadır. Allah, müminlerin sayısını artırsın!

Hadîs alimleri bu hadisi şerifi bir kaç şekilde   yorumlamışlar­dır:

1) Her peygambere, bulunduğu asırda en çok kıymet ve rağ­bet gören şeyin üstünde bir mucize verilmiştir. Sihrin ilerlediği bir devirde Hazreti Musa'ya asa verilerek sihirbazların bütün sihirleri yok edilmiştir. Tıbbın ilerlediği bir zamanda Hazreti îsa'ya ölüleri diriltmek mucizesi verilmiştir: Hicaz'da fesahat    ve belagata-, edebî sanata kıymet verildiği ve şiir yarışmaları yapıldığı bir devirde de, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e bütün şair ve edibleri sus­turacak Kur'an-ı kerim AUah'dan bir mucize olarak verilmiştir.

2) Diğer peygamberlerin mucizeleri kendi hayatları devresine bağlı kalmıştır. Kur'an-ı Kerimin mucizesi ise, kıyamete kadar de­vam edecektir.

 

1186- Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) der ki: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in hayatında, bir gün as-habdan Hişam bin Hakim adında biri namaz kılıyordu. Aşikâre ola­rak Kur'an okurken işittim ki, hazreti peygamberin bana öğrettiği okuyuş şeklinden başka bir şive ile okuyor. Nerde ise adamı hemen tutup namazdan çevirecek oldum. Sabırsızlıkla namazını tamamla­masını bekledim. Selâm verir vermez, kaçmasın diye hemen eteğin­den yapışıp sımsıkı onu yakaladım ve: bu sûreyi bu şekilde okumayı sana kim öğretti, dedim. Hişam dedi ki, o şekilde okumayı bana Pey­gamber Sallalîahu Aleyhi ve Sellem öğretti. Sen yalan söylüyorsun; Hazreti Peygamber o sureyi bana, senin okuduğundan başka türlü öğretti, dedim. Sonra onu elbisesinden yakaladığım gibi, çekerek Hazreti Peygambere götürdüm ve:

— Ya Resûlallah! Bu Hişam, Furkan sûresini, sizin bana öğretti­ğinizden başka bir şive ile okuyor, dedim. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana şöyle buyurdu:

«Sen onu (Hişam'ı) bırak.» Sonra Hazreti Peygamber Hişam'a hitab ederek: «Oku, ey Hişam! «buyurdu. Hişam da, evelce ondan işittiğim şekilde okudu. Onun bu okuyuşuna Hazreti Peygamber:

İşte bu şekilde indirildi.» buyurdu; Hişam'ın okuyuşunu tam buldu. Sonra Hazreti Peygamber bana hitab ederek:

«Oku, ey Ömer!» buyurdu. Ben de daha önce Hazreti Peygambe­rin bana öğrettiği şekilde o sûreyi okudum Benim okuyuşuma da:-

«İşte öyle indirilmiştir.» buyurdu; benim okuyuşumu da doğru­ladı. Sonra şöyle buyurdu:

«Gerçekten bu Kur'an yedi harf (şive) üzerine-inzal edildi. Siz, bunlardan kendinize kolay geleni okuyun.»

Mütercim:

Bu hadîs-i şerifin geniş açıklaması Husumet Bahsinde geçmiş­tir.

 

1187- Hazreti Fatıma (Radıyallahu Anha) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana gizli olarak şöyle buyurmuştur:

«Cibril (Aleyhisselâm) her sene bana (bir defa) Kur'am arz-ederdi, (baştan sona kadar okurdu). Bu yıl ise, onu bana iki defa arz edip okudu. Onun bu işinden ecelimin geldiğini sanıyorum.»

Mütercim:

Her ramazan ayında Hazreti Cibril gelip Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in baştan sona kadar Kur'an'ı hatmedişini dinler ve ondan sonra da Hazreti Peygamber Cibril Aleyhisselâm'in ayni şekilde hatmini dinlerdi. Bu mana, metinde geçen karşılıklı okuyuş ifadesinden anlaşılmaktadır. Ben ona, o da bana okurdu manasını taşıdığından bu ikili okuyuş olduğu meydana çıkıyor. Bu da, Kur'an-î Kerimin baştan sona kelime ve harflerinin tamamen deği­şiklikten korunmuş olduğunun tesbitidir.

 

1188- Ebû Saîd El-Hudrî (Radiyallahu Anh) der ki: Komşum ve anadan kardeşim olan Katade'nin geceleri kısa olan «thlâs» sûresini çok tekraralayarak okuduğunu işittim. Onun bu işi­ni azımsayarak kardeşimin halini Peygamber Sallallahu Aleyhi vo Sellem'e arzettim. Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:

«Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, (o azıınsa-dığın) İhlâs sûresi, Kur'anın üçte birine muâdildir.»

(Sevab ve mükâfat yönünden yahut mana ve meziyetleri bakı­mından muâdil olur, denmektedir. Asıl itibariyle Kur'an üç ana mev-zuyu ihtiva eder. Bunlar, Dinî hükümler, Kıssalar ve haberler, tev-hid konularıdır. İşte İhlâs sûresi bu üçüncü kısım, olan tevhide ait olduğundan Kur'anın üçte birini teşkil etmektedir. Bir de denile­bilir ki, îhlâs sûresini okumanın fazileti — sahih bîr iman ve ihlâs taşıyarak — Kur'anın üçte birini okumanın fazileti kadardır.

 

1189- Ebû Saîd El-Hudrî (Radıyallahu Anh) der ki: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ashabına sordu-. «Her­hangi biriniz bir gecede Kuranın üçte birini okumaktan aciz kalır mı? (neden üçte* birini okumuyorsunuz?) «Bu teklif ashabı kirama ağır gelerek dediler ki: Ya Resûlallah* Kur'anın üçte birini her gece okumaya hangimizin gücü. yetebilir ki! Bunun üzerine Hazreti Pey­gamber şöyle buyurdu:

«Kul Hüveİlahu Ehad = thlas sûresi, Kur1 anın üçte biridir, (her gece onu okuyablirsiniz).»

 

1190- Üseyd bin Hudayr. (Radiyallahu Anh.) dan rivayet edil­miştir:

Üseyd bir gece atını bir yere bağlamış ve oğlu küçük Yahya da hayvana yakın bir yerde yatıp uyumuştu. Kendisi de Bakare sûresini sesli olarak okumaya başlayınca, bir ara at ürkerek öteye beriye sıçrar oldu. Üseyd okuyuşunu kesti. Hayvan da durdu. Tekrar sesle okumaya başlayınca, at yine ürküp tepindi. Üseyd yine okuyuşunu kesti. Hayvan da sakinleşti. Üçüncü defa aynen okuyunca hayvanın ükmesi üzerine, çocuğa bir zarar vermesin diye. Üseyd kalkdı ve oğlu Yahya'ı bir kenara çekti. O esnada gözü göğe. ilişince, beyaz bir bu­lut içinde parlak kandiller halinde çok sayıda nurlar gördü. Bunlai göğe doğru yükselerek kayboldular. Üseyd buna hayret ederek şaşa kaldı. Sabah olunca, gördüğü manzarayı Peygamber Sallallahu Aley­hi ve Selleme anlattığında Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:

«Oku, ey Hudayr oğlu (Üseyd)!, Oku, ey Hudayr oğlu!» CKeşki durmayıp okumaya devam edeydin). Üseyd dedi ki:        

— Ya Resûlallah! Çocuğum Yahya, hayvana yakın bir yerde ya­tıyordu. Hayvan ona bir zarar vermesin diye okuyuşumu kestim ve çocuğu yerinden kaldırdım. O esnada göğe doğru baktığım zaman bulut benzeri bir şey içinde kandiller gibi bir çok ışık ve nurlar gör­düm. Bunlar göğe doğru yükselip gözümden kayboldular.

Hazreti Peygamber Üseyd'e sordu: «O şeyin ne olduğunu bilirmi-sin?». Üseyd: — Hayır, ya Resûlallah; bilmiyorum. Dedi. Hazreti Pey­gamber buyurdu:

«Onlar meleklerdi. Senin sesin (kur'an okuyuşun) için yaklaş­mışlardı. Eğer sen okuyuşuna devam stmiş olsaydın, onlar insanla­rın gözlerinden kaçmaksızın sabahlayacak ve insanlar onlara baka­caklardı.»

Mütercim:

Üseyd bin Hudayr (Radıyallahu Anh), ses ve eda bakımından Kur'anı kerimi en güzel okuyanlardan biri idi. Ebû Musa Eİ-Eş'arî hakkında varid olan, «Davud (Aleyhisselâmî ailesine verilen hoş ses ve hasletlerden sana verilmiştir.» hadîs-i şerif, Üseyd hakkında da varid olmuştur. Üseyd Hazretlerinin bu özelliğinden dolayı melek­ler onun ses ve okuyuşuna ve ihîâsma aşık olarak onun tatlı okuyu­şunu dinlemek için gelmişlerdi.

 

1191- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir;

«Hased (gıbta) ancak iki şeyde olur: 1) Bir adam ki, Allah ona Kur'an öğretmiş o da gece ve gündüz esasında Kur'an'ı okur ve kom­şusu da onu işitip: Keski falana (komşuma) verilen şey bana da ve-rileydi de, onun yaptığını yapaydım der. 2) Bir adam ki, Allah ona mal vermiştir de o malı hak yolunda harcıyor. Bunu bilen biri çıkıp diyor ki: Keski falan kimseye verilen mal bana da verileydi de onun yaptığı gibi yapaydım.»

tîşte bu iki şeye hased ve gıbta caizdir.)

 

1192- Hazf eti Osman'dan (Radıyallahu Anh)  rivayet edilmiş­tir:

«Sizin hayırlınız, Kur'anı öğrenen ve onu başkasına öğretendir.»

 

1193- Osman bin Affan (Radıyallahu Anh) rivayet eder:

«Sizin en faziletliniz, Kur'anı öğrenen ve onu başkasına öğre­tendir.»

Mütercim:

Aranızda eiı faziletli olan kimse, Kur'anı iyi bir şekilde öğrene­rek diğer insanlara aynen öğreteninizdir. Bu daha çok Kıraat ilmini öğrenerek o şekilde başkalarına öğretenler içindir. îmam Sevrî Haz­retleri bu hadîs-i şerifi delil edinerek, Kur'an öğretimi ile meşgul ol­mayı cihada bile tercih etmiştir.

Bir de bu hadîs-i şeriften, Kûr'an öğretmekle meşgul olanların, tefsir, hadîs ve fıkıh öğretenlerden üstün olacağı hatıra gelebilir.

Bunun için sarihler demişlerdir ki, Kur'an öğreticileri umumiyet iti­bariyle alimlerden olacağı cihetle, Kur'an öğreticilerinin alimlerden daha faziletli olması gerekmez. Bu müjde, diğer faydalı bilgi öğreten­leri de içine alır.

 

1194- îbni Ömer (Radıyallahu Anhüma)'dan rivayet edilmiş­tin

«Kur'anı ezberleyenin hali, devesi bağlı olanın haline benzer. Eğer deveyi gözetip bağlı bulundurursa ona sahib olur; eğer onu çö-zer de salıverirse, kaybolur gider.» (Kur'an da devamlı okunarak gözetilirse muhafaza edilmiş olur; aksi halde zihinden kaybolur, gi­der.)

 

1195- Abdullah (Radıyallahu Anh) rivayet eder:

«Bir kimsenin: şu ve şu ayeti unuttum demesi, ne fena sözdür. Gerçek şu, iki unutuldu, demelidir. Unutulmaması için müzakeresine devam ediniz; çünkü Kur'an'ın kişilerin göğüslerinden silinip gitme­si, bağlı iken çözülüverilen develerin dağılıp kaybolmasından daha çabuktur.»

 

1196- Ebû Musa (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Kur'am (devamlı okuyarak) gözetiniz, (onu unutmayınız). Nef­sim kudet elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Kurtan'ın (göğüsler­den) boşanması devenin bağından boşanmasından daha şiddetlidir.»

 

1197- Ebû Musa'dan   (Radıyallahu  Anh)   rivayet   edilmiştin «Ey Ebû Musa! Sana, Davud (Aleyhisselâm) ailesine verilen gü­zel seslerden bir ses verilmiştir.»

 

1198- Abdullah bin Amr (Radıyallahu Anh) der kû

Babam bana şerefli bir aileden bir hanım nikahlamıştı. Evimizin idare ve ihtiyaçlarına da babam bakardı. Bir gün babam benim du­rumumu zevceme sordu. Zevcem beni görünüşte över bir ifade ila ve aslında kusuruma işaret ederek: Sizin oğlunuz ne iyi adamdır ki, ona varah beri yanıma uğramamış, gece gündüz ibadet ile vakit geçirmiştir, dedi. Benim bu halimi babam, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Selleme arzetti. Bunun üzerine Hazreti Peygamber baba­ma:

«Oğlunu benimle karşılaştır.» buyurdu. Sonra Peygamber Sai-lallahu Aleyhi ve Sellem'e gittiğimde bana sordu:

«Sen nasıl oruç tutuyorsun?» Ben: Her gün tutuyorum, dedim. Yine sordu:

«Kuram nasıl hatmediyorsun?» Dedim ki: Her gece Kur'anı hat­mediyorum. Hazreti Peygamber bana şöyle buyurdu:

«Her ayda üç gün oruç tut ve her ay Kur'an'ı bir «iefa hatim et.» Ben, bundan daha çoğunu yapabilirim, dedim. Hazreti Peygamber:

«Öyle ise her hafta üç gün oruç tut,» buyurdu. Ben dedim ki, bun­dan daha çoğunu yapabilirim. Bana buyurdular:

«Bir gün oruç tut, iki gün ye (ve böylece devam et).

Ben dedim ki, bundan dafta -çoğunu yapabilirim. Hazreti Pey­gamber : «Sen oruçların en faziletlisi olan Davud'un (Aleyhisselâm) orucunu tut. O da gün aşm oruç tutmaktır. Her yedi gecede bir defa da Kur'anı Hatim et,» buyurdu.

 

1199- Ebû Saîd (Radıyallahu Anh)den rivayet edilmiştir:

«Sizin içinizden bir kavim çıkacak. OnJarın namazı yanında siz kendi namazlarınızı, oruçları yanında oruçlarınızı, amelleri yanında amellerinizi küçümseyeceksiniz. (Görünüşte onların ibadetleri sizin­kinden daha üstün olacak, gerçekte ise yok hükmünde bulunacaktır.) Kur'an okuyacaklar; fakat hançere] erinden aşağı geçmeyecektir. (Manevî hiç bir nasibleri olmayacaktır). Onların dinden çıkışı, okun av hayvanını delerek çıkışı gibidir. İnsan o okun demir ucuna ba­kar (kan izinden) bir şey görmez. Okun ağaç kısmına bakar, yine bir şey görmez. Sonra yelesine bakar, yine bir şey görmez. Nihayet ok atıcısı, okun gezinde şübheye düşer (de yine bir iz bulamaz işte o okuyucuların da okuyuşlarında manevî hiç bir esef ve iz bulunma yacaktır, okuyuşlarından asla faydalanamayacaklardır) >

 

1200- Ebû Mûsa (Radıyallahu Anh) dan rivayet edilmiştir: «Kur'anı okuyup ta onunla amel eden mümin; yenmesi lezzetli, ve kokusu hoş olan turunca benzer. (Hem kendisi iyidir, hem de çev­resine faydalıdır.) Kur'an okumayıp da onunla amel eden mümin, yenmesi lezzetli ve kokusu olmayan hurma gibidir. Kur'an okuyan münafıkın hali de, kokusu güzel; fakat tadı acı olan bitki gibidir. Kuran okumayan münafıkm hali İse, tadı acı yahut kötü olup koku-su da acı olan Ebû Cehü karpuzuna benzer.»

 

1201- Cündüb (ftadıyallahu Anh) Hazretlerinden rivayet edil­miştir.

.Kalbleriniz Kuran üzerinde (mana ve ^aatba^mmdan) bir­leştikçe Kur'an okuyunuz. Aynlıga düştüğünü,mayı kesip daftıluuz (birbirinizle münakaşaya gırmeyımz)..[44]

 

NİKÂH BAHSİ

 

1202- Enes bin Mâlik (Radiyallahu Anh) der ki:

Ashabdan üç kişi, Hazreti Peygamberin, ibadet halini sorup öğ­renmek maksadıyla Peygamber Sallaliahu Aleyhi ve Sellem'in pâk zevcelerinin evine geldiler. Edindikleri bilgiye göre, Hazreti Peygam­berin geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış olduğundan ibadetini azımsar oldular. Kendilerinin daha çok ibadet etmeleri ge­rektiğini düşündüler. Bir rivayete göre bu üç kişiden biri Hazreti AH ve diğerleri de Abdullah bin Amr ve Osman bin Mez'un idi. Bun­lardan biri, ben ömrüm boyunca geceleri ibadetle geçireceğim, dedi. Diğeri, haram günler müstesna ömrüm boyunca her gün oruç tuta­cağım, dedi. Üçüncüsü de, ben kadınlardan uzaklaşacağım ve asla evlenmeyeceğim, dedi. Onlar böyle konuşurlarken Peygamber Sallal-lahu Aleyhi ve Sellem teşrif ederek onların konuşmalarını duyması üzerine şöyle buyurdu:

«Şöyle, şöyle söyleyen siz misiniz? Dikkat ediniz! Vallahi sizin içinizde Allah'dan en çok korkan (ona itatkâr olan) benim. Bununla beraber bazan oruç tutarım, bazan tutmam? (geceleri) namaz kıla­rım ve aynı zamanda uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden (yolumdan) yüz çevirirse, benden değildir.»

Mütercim:

Hanefî mezhebinde evlenmek, aşırı istek halinde vacibdir. İtidal (normal) halde bulunanlara evlenmek müekked sünnettir. Zevce haklarını gözetmeyeceğinden korkanlara ise mekruhtur.

Evlenmek için durumları müsait olmayanlar, oruç tutmak ve pehriz yapmak suretiyle sabır ve tahammül etmeye çalışır.

 

1203- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh) der kij

Peygamber Sallaliahu Aleyhi ve Sellem'e: — Ben genç bir deli­kanlı olduğumdan zinaya düşmekten korkmaktayım. Evlenmem için de durumum müsait değildir, (kendimi iğdiş yaptırsan olur mu?) diye sordum, cevap vermediler. Sorumu'üçüncü defa tekrarlayınca bana şöyle buyurdular:

«Ey Ebû Hüreyre! Senin ne ile karşılaşacağını yazan kalemin mürekkebi kurumuştur (Senin başından geçecek olan mukadderat yazılmıştır, artık bunlar değişmez). Buna karşı istersen kendini bur­dur? ister bırak (kaderine boyun eğmekten başka çaren yoktur).»

 

1204- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anlıa) der ki:

Ben dedim ki: Ya Resûlallah! Bir vadiye inseniz de orada yapra ğmdan yenmiş bir ağaç ile yaprağından yenmemiş bir ağaç bulsanız, bunlardan hangisinden devenizi otlatmayı münasip görürsünüz? Haz­reti Peygamber:

«Yenmemiş ağaçta otlatırım,» buyurdu. Hazreti Aişe, Hazreti Peygamberin, kendisinden başka bakire bir kadınla evlenmemiş ol­duğunu ima ederek kendisine daha çok muhabbet beslenmesi gerek­tiğini belirtmek istemiştir.

 

1205- Hazreti Urve (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallaliahu Aleyhi ve Sellem, kendine nikahlamak üzere Hazreti Aişe'yi Hazreti Ebû Bekir'de isteyince, Hazreti Ebû Bekir: Ben senin kardeşinim, (kızımı sana verebilir miyim?) dedi. Bunun üzerine Peygamber Sallaliahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyur­du:

«Allah'ın dininde ve kitabında sen benim (din) kardeşimsinj (arada soy ve süt kardeşliği  olmadığı için) o bana helâldir.»

 

1206- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri, Zübeyr'in kı­zı Dıbâa'nın evine vardı ve ona dedi ki:

«Galiba sen haccetmek istiyorsun?» Dıbâa dedi ki:

— Vallahi kendimi de sancılı (hasta) buluyorum. Hazreti Pey­gamber ona şöyle buyurdu:

«Haceıni şart koşarak yap ve şöyle niyet et: Ailahım, Nerede (sancılarım (yüzünden) beni ahkoyarsan, ihramdan çıkma yerim ora­sıdır.» (Bu takdirde muhsar, yanı hacdan bir engelle geri kalan kim­senin hükmüne tabi olur.)

 

1207- Ebû Hüreyre'den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştin

«Bir kadın dört şeyden dolayı nikâh edilir: Malı için, şerefi için, güzelliği için ve dindarlığı için. Sen dindarı seç? ellerin yeşersin.»

 

1208- Sehl bin Sa'd (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in yanından zengin   bir aaam geçip giderken, Hazreti peygamber yanında bulunanlara sor geçen adam hakkında ne dersiniz?» onlar dedilerki:

kim adam: 6ğer bİr klZ isterse kendisine nikâh edilmeğe bir iümse ıçm aracı olursa aracılığı kabul edilmeğe ve eğer bir şey söy dinlennieye Iayik kimsedir- Hazreti Peygamber sustu, bonra muşlumanlardan fakir bir adam geçti. Yine Hazreti Peygam ber ashaba sordu:

«Bu adam hakkında ne dersiniz?.» Onlar dediler ki:

— Bu adam; bir kız isterse verilmemeğe, bir iş için aracı, olursa kabul olunmamaya ve bir söz söylerse dinlenmemeğe layık kimsedir.

Bunun üzerine Hazreti Peygamber buyurdu:

«Şu fakir yokmu, öteki zengin adam gibi dünyadolusu adam­lardan hayırlıdır.»

 

1209- Üsame (Radıyallahu Anh) 'den   rivayet edilmiştir:

«Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı bir fitne bı­rakmadım.»

 

1210- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki:

Ben, Hazreti Peygamberin pâk zevcelerinden Hafsa'nın kapısın da bir erkeğin içeri girmek için izin istediğini işittim. Hazreti Pey­gambere dedim ki, bakınız şu erkek sizin evinize girmek için izin isti­yor. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu:

«Sanıyorum o adam. Hafsa'nın süt amcası falandır.» Sonra sor­dum: — Ya Resûlallah! Benim süt amcam falan kimse hayatta olay­dı, benim evime girebilecek miydi? Hazreti Peygamber:

«Evet! Çünkü süt kardeşliği, soyun haram kıldığını haram kilar-(Soyca olan amca mahrem olduğu gibi, süt amca da mahremdir.)

 

1211- İbni Abbas (Radıyallahu Anhüma) derki: Hazreti Ali tarafından Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Selle-m'e: Hazreti Hamza'nın kızını kendinize nikahlamaz mısınız? denil­mesi üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:

«O kız, süt kardeşimin çocuğudur (ben onun &&t amcası olurum-ki, bu caiz değildir)

 

1212- Ümmü Habîbe validemiz (Radıyallahu Anha) der ki: Ben, Hazreti Peygambere: Kız kardeşim olan Emi Süfya'nm kızı­nı kendinize nikahlayınız, deyince bana şöyle buyurdular:

«Siz bunu İstiyor musunuz? Gerçek şu ki, o bana helâl olmaz (çünkü iki kız kardeş bir kimsenin nikâhında toplanamaz).» Sonra dedim ki; Duyduğumuza göre siz, Ebû Seleme'nin kızını kendinize nikahlamak istermişsiniz! Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu söze şaştı ve:

«Zevcem Ümmü Seleme'nin kızını mı?» diye sordu. Ben de: Evet, dedim. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:

«Eğer o kız, benim himayemde ve terbiyemde yetişmemiş (üvey evlâdım olarak benim terbiyem dışında yetişmiş) olsa bile bana helâl olmaz, O kız, (aynı zamanda) benim süt kardeşimin kızıdır. Onun babası Ebû Seleme ve ben, Süveybe adlı kadından (Ebû Leheb'in ca­riyesinden) süt emdik. Bu halde sakın siz bana kızlarınızı ve kız kar­deşlerinizi arz etmeyiniz.»

 

1213- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der kiî

Süt kardeşim yanımda iken, Peygamber Sallallahu Aleyhi; ve Sellem yanımıza geldi. Ben Hazreti Peygamberin bu halimizden hoş­lanmadığını mübarek yüzlerinden anladım. Hemen dedim ki: Ya Re-şûlâllahr Bu adam benim süt kardeşimdir. Bunun üzerine buyurdu­lar:

«Siz, süt kardeşlerinizin kimler olduğuna dikkât ediniz. Süt mahremliği, ancak açlık sebebiyle emzirilmedir, (iki veya iki buçuk yaşma) kadar çocuğun emmesinden olur. Bu yaştan sonra süt kar­deşliği olmaz.)

Mütercim:

Süt kardeşliği, çocuk henüz iki yaşını geçmemişken, süte muh­taç olduğu bir devrede ona verilen sütten dolayı olur. Bu müddeti iki buçuk yaşma kadar çıkaran imam vardır. Bu yaştan sonra süt. emmekten kardeşlik meydana gelmez. îmam Şafiî Hazretleri bu ha-dis-i şerifi delil alarak bir çocuğun en az beş defa süt emmiş ol­masını, kardeşliğin meydana gelmesi için şart koşmuştur. Hanefî mezhebinde ise, bir defa emmekle de kardeşlik husule gelir. Ancak her ikisinde de bu emişlerin süt emme cağında olması gereklidir.

 

1214- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anha)'dan rivayet edilmiş­tir:

«Bir kadın, halası ile ve yine bir kadın teyzesi ile bir adamın ni­kâhında toplanamazlar.»

(Bir adamın nikâhında iki kız kardeşi bulunamayacağı gibi, hala ile yeğen ve teyze ile yeğen de bir adamın nikâhında toplanamazlar. Ancak bunlardan biri ölür veya boşanırsa, diğeri   nikâhlanabilir.)

 

1215- Cabir ve Seleme bin Ekva (Radıyallahu Anhüma) anla­tırlar:

Biz, bir savaşda ordugâhda iken Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem (bir rivayette de onun elçisi Bilâl Habeşi) yanımıza geldi. Son­ra bize şöyle buyurdu:

«Mut'a (geçici nikâh) yapmamıza izin verildi. Siz muta nikâhı yapabilirsiniz. Herhangi bir erkek ve kadın aralarında anlaşırlarsa, beraber olmaları müddeti üç gecedir. Sonra isterse bunu çoğaltırlar veya birbirlerini anlaşarak terk ederler.»

Hazreti Ali'den rivayet edildiğine göre, bu hadîs-i şerifin hükmü sonradan kaldırıldı ve müt'a nikâhı haram kılındı.

Mütercim:

Müt'a nikâhı, ki, bir mal karşılığında muayyen bir vakit için yapılan nikâhtır. Böylece bir nikâh, ümmetin Cehli sünnet alimleri­nin) icma'ı ile haramdır. Rafizî ve Şiî'lerde bu nikâh halen yürürlük­tedir. Ehli sünnet mezheblerinde bu nikâh caiz olmamakla beraber böyle bir nikâh halinde taraflara recim cezası uygulanmaz. Ebû Sûud Hazretlerinin Kenz haşiyesinde böyle yazılıdır.

 

1216- Sehl bin Sa'd (Radıyallahu Anh) der ki:

Bir kadın, kendisini Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e arz etti (nikâhlanmasım istedi). Hazreti Peygamberin buna istekli olmadığını anlayan orada bulunanlardan biri dedi ki: Ya Resûlallah bu kadını bana nikahlayınız. Hazreti Peygamber ona sordu:

«Senin (mehir olarak verebilecek! neyin var?» Adam: — Ya Resûlallah, hiç bir şeyim yoktur! dedi. Hazreti Peygamber:

«Demirden bile olsa bir yüzük ara bul.» buyurdu. Adamcağız evine gidip arama yaptıktan sonra döndü ve:

— Vallahi, ya resûlallah hiç bir şey (demir yüzük dahi) bula­madım! Yalnız üstümdeki şu futanın yarısı benim, yansı da bu kadı­nın olsun, dedi. Adamın belden yukarı kısımda giyilecek elbisesi olmadığını da Sehl rivayet eder. Sonra Hazreti Peygamber adama şöyle buyurdu:

«Kadın senin futanı ne yapacak? onu sen takınsan ona bir şey kalmayacak. Ve o takmsa sana bir şey kalmıyacaktir» Aradan bir müddet geçtikten sonra adamcağız kalkıp evine gitmek üzere çıkar­ken arkasından Hazreti Peygamber çağırdığı ve sordu:

«Kur'andan ne biliyorsun?» Adam, falan sûreyi, falan sûreyi ve falan sûreyi biliyorum, diyerek saydı. Peygamber, «bunları ezberden okuyabilirmisin?» diye sordu. Adam, evet! dedi. Resûl-i Ekrem buyur­du ki: «O halde Kur'an'dan bildiğin (sûreleri ona öğretmen) karşılı­ğında o kadını sana nikahladım.»

Mütercim:

Hanefî mezhebine göre bu hadîsin manası şu: Ezberinde bulunan Kur'anm hürmetine veya onun sebebiyle bu hanımı, emsaline tanı­nan nıihir bedeli ile (nikâh bedeli ile) sana nikahladım.

Şafiî mezhebinde manası şu: Ezberinizde olan sûreleri bu hanıma öğretmek mihir karşılığı olmak üzere onu sana nikahladım. Şafii mezhebinde Kur'an öğretmek, geçer para ve mal hükmündedir. Hal­buki Hanefî mezhebinde mihrin aynî mal veya para olması şarttır. Yine Hanefi mezhebinde «temlik» sözü ile nikâh akdi sahih olur. Şa­fiî'de ise akıd ancak nikâh ve tezviç sözleriyle olur.» Nikahladım, aevce aldım» gibi sözlerle nikâh akdi olur, mülk edindim sözü ile olmaz. Şafiilerce her ne kadar bu hadîs-i şerifte «Temlik» sözü ile nikâh akdi yapıldığı görülüyorsa da, daha önce Hazreti Peygamberin nikâh sözünü kullanması vardır. «Temlik» sözünü sonradan tekid için kullanmışlardır, denilmektedir. Nitekim bazı rivayetlerde «tem­lik» sözü yerine, «nikâh» sözü geçmektedir.

 

1217- Sehl bin Sa'd (Radıyallahu Anh) der ki; Bir kadın gelip: Ya Resûlallah, ben kendimi   sana hibe etmek üzere geldim, dedi. Hazreti Peygamber onun bu teklifi    karşısına mübarek başını eğdi ve bir şey söylemiyerek durdu. Sonra ashab-dan bir adam ayağa kalkıp o kadını kendisine istedi. Hazreti Pey­gamber adama sordu:

«(Mihir bedeli olacak) bir şeyin var mı?» Adanı, bir şeyim yok­tur, dedi. Hazreti Peygamber:

«Evine git de bir şey bulabilir misin, bir bak! Demir yüzük bile olsa ara!» buyurdu.

Adam evine gidip döndü ve: Ya Resûlallah, vallahi hiç bir şey bu­lamadım. Yalnız şu belden aşağı giydiğim futam var; bunun 'yansı benim yansı da o kadının olsun, dedi. Hazreti Peygamber:

«O, senin futam ne yapacak? Sen giyince, ona bir şey kalmaya­cak ve o giydiği zaman, sena bir şey kalmayacak.* buyurdu. Adam epeyce oturduktan sonra evine gitmek üzere kalktı. Arkasını dönüp gitmekte olduğunu Hazreti Peygamber görünce onu çağırdı ve sor-du:

Kurandan ne biliyorsun?» Adamcağız; falan sûreyi, falan sûreyi bilirim, diyerek bir kaç sûre saydı. Peygamber, «bunları ezberden biliyor musun?» buyurdu. Adam, evet! dedi. Peygamber, «o halde Kur'an'dan bildiğin (süreleri ona öğretmekliğinJ, karşılığında o ka­dını sana temlik ettik (nikahladık).» buyurdu.

Mütercim:

Bu hadîs-i şerif, geçen hadisin tekrarı ise de birbirinden   biraz farklı olduğundan yine tahric edilmiştir.

 

1218- Ebû Hüreyre (Radıyallahu AnhVden rivayet edilmiştin

«Dul bir kadın, açık olarak rızası alınmadıkça nikâh edilmez. Bakire kız da izni alınmadıkça nikâh edilmez.» Ashabı kiram sordu­lar: Ya Resûlallah! Bakire olan bir kızdan nasıl izin alınır? (Ekseriya utangaç olur ve konuşmaz.) Buna cevab olarak:

«Onun izni (rızası) susmasıdır» buyurdular.

Mütercim:

Bulûğ çağına ermiş akıllı dul kadın, hanefî mezhebinde açık ola­rak söylemedikçe, kabul ve rızasını beyan etmedikçe evlendirilemez.

Bulûğ çağma ermemiş çocuğun izni alınmaksızın evlendirilmesi itti­fakla caizdir.

Şafiî mezhebinde bulûğa ermiş olan bakire bir kızı, kızın izni olmaksızın babası cebren, evlendirebüir. Fakat izin alması müstahab-âır. Halbuki Hanefî mezhebinde bu caiz değildir. Ancak bir baba kızını evlendirir de kız bu evlenmeyi duyunca susarsa, bu izin kabul edilerek nikâh sahih olur. Eğer evlenme akdini duyduğu zaman is­temez ve red ederse, nikâh sahih olmaz.

 

1219- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anhal'dan rivayet edilmiştir:

«Kızın rızası susmasıdır!»

Hazreti Aişe'nin: Ya Resûlallah! Kızlar utangaç olurlar, (rıza­ları nasıl anlaşılacak?) demesi üzerine, Hazreti Peygamber bu ha­disi buyurdular.

Mütercim:

Bakire olan bulûğ çağındaki kızın gülmesi, sessiz olarak ağla­ması yine rıza;sayılır. Fakat sesli olarak ağlaması veya feryad et­mesi red ve kabul etmemektir.

 

1220- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir*

Resûl-i Ekrem:

«Kötü zandan sakınınız; çünkü kötü zan, sözün ve hatırdan ge­çen şeyin en yalanıdır. Siz insanların ayıblarını araştırmayınız, dedi­kodularını dinlemeyiniz ve birbirinize kiri tutmayınız. Birer kardeş (gibi) olunuz. Hiç kimse, kardeşinin talib olduğu kadına, nikahlan­masın! veya bırakmasını beklemeden talip olmasın.» buyurdu.

 

1221- Ebû Hüreyre (Radiyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştin

«Hiçbir kadına, (dinde veya insanlıkta) bacısının kabındakini kendi kabına aktarmak için onun boşanmasını dilemesi caiz değil­dir. Nitekim o kadının alacağı, kendisine ne takdir edilmiş ise odur.»

(îyi varlıklı bir kocaya sahip olan bir kadının elindeki nimete kon­mak istemek, günah olmakla beraber mukadderatın ötesinde bir ya-rar~sağlaması da imkânsızdır.)

 

1222- Hazreti Aişe (Radıyallahu AnhaVden rivayet edilmiştir:

Hazreti Aişe, kendisine ait bir hizmetçi kadını, Ensar'dan biri­ne nikahlayarak onun gerekli ihtiylaçlannı hazırladı ve evlenmesin­de bulundu, Eivne döndüğü zaman Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona şöyle buyurdu:

«Ey Aişe! Sizin düğününüzde eğlence yok muydu? Enşar (Medi-neli müminler) oyun ve eğlenceden hoşlanırlar.»

(Bunun manası, nikâh ve düğün toplantılarında dinen meşru olan def çalma gibi eğlencelere yer veriniz, demektir. Şerkavî şerhin­de: «Keşke def çalıp oynayacak bir cariye göndereydin» diye rivayet vardır. Hazreti Aişe: Ya ResûTallah! Biz nasıl bir şarkı söylemeliydik? diye sorunca Hazreti Peygamber, şöyle diyebilirdiniz, buyurdu:

«Geldik size, geldik size.

«Allah kerem kılsın bize.

«Esmer buğday olmayaydı, semirmezdi kızlarınız,

«Sarı altın olmayaydı, şenlenmezdi yurtlarınız.»

 

1223- İbni Abbas (Radıyallahu Anhtima) "dan rivayet edilmiş­tir:

«Dikkat ediniz! Bir kimse zevcesine yaklaşırken: Bismillah, Al-lahım, beni şeytandan uzaklaştır ve şeytanı da bize vereceğin çocuk­tan uzaklaştır! der ve sonra da karı-koca arasında bu yaklaşmadan bir çocuk meydana gelirse, o çocuğa hiç bir zaman şeytan zarar ve­remez.»

 

1224- İbni Ömer (Radıyallahu Anhünıa) 'den rivayet edilmiştir: «Sizden biriniz düğön ziyafetine çağrıldığı zaman,  oraya var­sın.»

Mütercim:

Herhangi haklı bir özür olmadıkça veya düğün cemiyetinde ha­ram işler işlenmedikçe düğün toplantılarına gitmek gereklidir. Çün­kü düğün sünnettir, ona icabet etmemek günah olur. Diğer davetle­re katılmak ise müstahabdır.

 

1125- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir: «Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, komşusuna eziyet etmesin. Kadınlara iyi davranilması hakkındaki öğütlere uyunuz. Çünkü onlar eğe kemiğinden yaratılmışlardır. Eğe kemiğinin en eğ­ri yanı yukarısıdır. Eğer onu doğrultmaya kalkışırsan kırarsın ve de olduğu gibi bırakırsan öylece eğri kalır. Siz kadınlara iyi davran­mayı birbirinize tavsiye ediniz.»

Mütercim:

Kadınların bazı eksiklik ve aksaklıklarını görürseniz onları ba­ğışlayınız. Onları oldukları gibi kabul ederek   idare ediniz.   Onların yaratılışlarından gelen birtakım zaafları vardır. Bu itibarla onların dünyasında daha çok duygular hakimdir ve bu da onların idare edil­meye muhtaç oldukları gerçeğini isbat eder.

 

1226- Hazret! Aişo CRadıyallahu Anha) der ki.-

Bir gün, onbir kadın, kocalarının gizli yönlerini olduğunu gibi anlatmak üzere sözleşerek aralarında bir toplantı düzenlediler. On­lardan birinci kadın kocasını şöyle tanıttı: «Benim kocam, sivri da­ğın tepesinde arık deve etine benzer. Yassı değil ki çıkıîabilsin ve et de semiz değil ki, taşınmaya değsin.

(Benim kocam çok zayıftır; hiç bir kadının rağbet edeceği bir er­kek değildir.)

İkincisi: Kocamın durumunu yayamani; çünkü saymakla bitire1 memekten korkarım, onu (ne zaman ve nerede) ansam hep kusur­larını anarım.

Üçüncüsü: Benim kocam patavazsızın biridir. Konuşsam boşanı­rım ve sussam askıda bırakılırım (ne boşar beni, ne de kocalık eder bana).

Dördüncüsü : Benim kocam çöl gecesi gibi mutedildir. Ne sıcak, ne de soğuktur. Ne korku var, ne de usanmak.

Beşincisi : Kocam eve girince parslaşır (pars gibi yatar uyur) ve evden çıkınca arslanlaşır. Verdiğinin nereye harcandığını sormaz. Pars gibi yuvasına bağlı, aslan gibi güçlü ve aynı zamanda cömert­tir.)

Altıncısı: Kocam yemek yeyince ne var, ne yok kaldırır su içince su kabını kurutur. Yatağa yatınca elbisesine bürünür yatar ve elini uzatmaz ki, derdimi bilebilsin.

Yedincisi : Benim kocam başarısız veya iktidarsız ve salaktır. Her ne dert varsa onda mevcuttur. Ya başını yarar, ya bir yerini kırar, ya da sana hepsini birden yapar.

Sekizincisi i Kocamın bana dokunması tavşan dokunması gibi yu­muşaktır. Vücudunun kokusu da turunç kokusu gibi hoştur.

Dokuzuncusu: Kocamın evi yüksek direkli (olup misafir kabulüne her yönden elverişli) dir. Kılıcının bağı uzun (kendi de uzun boylu) dur. Ocağının külü boldur (ateşi daima yanar ve kazanı da misafirler için her zaman kaynar). Evi de toplantı yerinin yakınındadır.

Onuncusu: Kocam mülk sahibidir. Onun mülkünden daha iyisine sahip olan yoktur. Damları çok ve fakat yayılma yerleri az olan deve­leri vardır ki, ud sesini işittikleri zaman yaşamaktan ümitlerini keser­ler (kesilip misafirlere ikram edileceklerini bilirler).

Onbirincisi: Kocam Ebû Zer öyle bir adamdır ki, iki kulağımı mü­cevherat ile süsledi. Pazılarımı yağla doldurdu ve beni şişmanlattı; ben de kendime geldim. Kocam beni güç şartlar altında yaşayan bir­kaç davar sahibi (fakir) bir ailede bularak atları, develeri ve ekinleri bol olan bir yuvaya koydu. Onun yanında ne söylesem azarlanmam, uyurum ve gün üzerime doğar (kimse beni iş için uyandırmaz). İçti­ğim zaman da kanıncaya kadar içerim. Ebû Zer'in annesi öyle bir kadın ki, sandıklan ağzına kadar dolu ve evi geniştir. Ebû Zer'in oğlu öyle bir oğul ki, onun yattığı yer kılıç kını gibidir ve kuzu budu ile doyar. Ebu Zer'in kızı öyle bir kız ki, babasının ve annesinin emrin­dedir. Giysilerini doldurur. Komşu kızları (endamı ve güzelliği ile) küplere bindirir. Ebûzer'in cariyesi öyle bir cariyedir ki, (mahrem) konuşmalarımızı asla yaymaz. Aşımıza kem gözle bakmaz. Evimizi çerçöple doldurmaz.

Ümmü Zer sözlerine şöyle devam etti:

Kocam Ebû Zer, sütlerin yayıklandığı bir gün çarşıya çıktı ve ora­da bir kadınla karşılaştı. Kadının pars yavrusu gibi iki çocuğu vardı. Bu çocuklar, kadının koltuklarının altından memeleri ile oynuyor­lardı. Kocam hemen beni boşayarak onu kendisine nikahladı. Ben de daha sonra hatırı sayılan bir adamla evlendim. Atma bindi, eline Hat yapısı mızrağını aldı, akşamleyin yanıma bol bol av hayvanları ile geldi ve her çeşidinden bana bir çift vererek dedi ki: Ey Ümmü Zer! Yiyebildiğin kadar ye ve yakınlarına da ver. Bununla beraber onun bana verdiği şeyleri bir yere toplasam, ilk kocam Ebû Zer'in, en küçük kabını dolduramazdı.  '

Bu hadiseyi anlatan Hazreti Aişe Radıyallahu Anha, Peygamber Salİallahu Aleyhi ve Sellem'in şöyle buyurduğunu anlattı: «Senin için ben, Ümmü Zer, için Ebû Zer gibiyim.»

Mütercim ;

İyi geçinmede, ihsan ve ikramda, ben de sana Ümmü Zer hakkın­da Ebû Zer nasıl idiyse öyleyim. Bazı rivayetlerde şu ilâve vardır:

«Fakat Ebû Zer zevcesi Ümmü Zer'ı boşamış, ben ise seni boşamayaca-ğım.»

 

1227- Ebû Hüreyre  CRadıyallahu AnbJ'den rivayet edilmiştin

«Kocası yanında iken, hiç bir kadına, kocasının izni olmaksızın* (nafile) oruç tutmak helâl olmaz. Yine kocasının izni olmaksızın hiç kimseyi evine alamaz. Kocasının emri olmadan kadın herhangi bir harcamada bulunur (sadaka verir) ise onun (sevabının) yarısı koca­sına verilir.»

 

1228- Üsame (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Cennet kapısında dikildim ve cennete girenlerin genellikle yok­sullar olduğunu gördüm. Makam sahipleri ise bekletilmekte idiler. An­cak cehennemliklerin cehenneme atılmaları emredilmişti. Cehennem kapısında da dikildim ve cehenneme girenlerin genellikle kadınlar ol dr ğ unu gördüm.»

 

1229- Hazret! Esma (Radıyallahu Anha) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e sordum: — Ya Resûlal-lah! Benim bir ortağım (kumam) var. Ona nisbet ve gösteriş yapmak niyetiyle, kocam Zübeyir, bana şunu ve bunu verdi desem bunun ba­na bir günahı var' mıdır? Hazreti Peygamber şu cevabı verdiler:

«Kendisine verilmedik şeyi verilmiş gibi gösteren, yalandan, iki elbise giyen gibidir.»

 

1230- Mugîre (RadıyallahuAnh)den rivayet etmiştin

Sa'd in kıskançlığına mı şaşıyorsunuz? Ben ondan daha kıskancım. Allah da benden daha kıskançtır.»

Mütercim:

Hazreti Sa'd : Vallahi ben zevcemle bir kimseyi görmüş olsam ona kılıcımın arkası ile değil, keskin tarafı ile vururum, dediğinde herkes onun kıskançlığına şaştı. Onların bu hayretini sezen Peygamber Sal­lallahu Aleyhi ve Sellem, işte bu hadîs-i şerifi buyurdu.

 

1231- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu AnbJ'den rivayet edilmiştir!

«Allah Tealâ kıskançtır. Allah'ın kıskanması ise, haram kıldığı şeyi, müminin yapmasmdandır.»

 

1232- Hazret! Esma (Radıyallahu Anha) der ki: Zübeyr bin Avvam, beni kendisine nikahladı. Zübeyr'in dünya ma­lı olarak su taşımak için bir deve ve binmek için de bir attan başka hiç bir şeyi yoktu. Bu atın yem ve otunu ben temin ederdim. Her iki hayvanın suyunu da ben verirdim. Devenin su tulumu sökülürse, onu ben dikerdim. Ekmek hamurunu da ben yogururdum. Ekmek pişirme­sini iyi beceremediğimden çok kere bu işi Medirie'li sadik komşularım yaparlardı.

Hazreti Peygamber, Nad'roğullan arazisinden bir hurma bahçesi­ni Zübeyr'e vermişti. Ben o bahçeden deveye yem olmak üzere hurma çekirdeği toplar ve başımda taşıyarak getirirdim. Hurmalık da Mediyne'ye altı km. kadar uzakta idi. Birgün bir kap içinde başımda hurma çekirdeği taşıyarak evime dönerken yolda Hazreti Peygambere rastladım. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in beraberinde En-\ sar'dan bazı kimseler de vardı.

Hazreti Peygamber berii kendi devesinin arkasına bindirmek i;in, «Ih ıh» deyerek devesini çökertti. Fakat benim erkeklerle beraber yürümekten utandığım ve kocamın da kıskanç olduğunu düşün­düğümden deveye binmek istemediğimi anlayan Hazreti Peygamber beni bırakıp geçti. Sonra eve dönünce karşılaştığım bu hadiseyi oldu­ğu gibi kocam Zübeyir'e anlattım. Kocam bana şu cevabı verdi:

— Senin hurma çekirdeği taşıman, Peygamberin devesinin arka­sına binmenden daha ağır geldi.

Yine ben eski işime ve hizmetime aynen devam ettim. Sonra ba­bam Hazreti Ebû Bekir Es-Sıddîk (Radıyallahu Anh), işimi görmek ve atımıza bakmak üzere bana bir hizmetçi gönderdi. Böylece babam beni hizmetçilikten azad etmiş gibi oldu.

 

1233- Hazreti Enes (Radıyallahu Anh) der ki:

Birgün Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem pak zevcelerin­den birinin evinde iken, diğer bir zevcesi hizmetçisinin eline bir tar bak içinde yiyecek tutuşturarak Hazreti Peygambere gönderdi Ev sa­hibesi olan zevcesi kıskanarak hizmetçinin eline vurup tabağı yere düşürdü. Tabak kırıldı ve içinde' bulunan yiyecek dağıldı. Hazreti Peygamber çanağın kırıklarını ve dağılan yiyecekleri (hurmaları) toplamağa başladı. Bunu yaparken de misafirlere:

«Anneniz kıskandı» buyurdu. Sonra Hazreti Peygamber o hiz+ metçiyi alakoydu ve tabağı kıran zevcenin ev eşyasından bir tabak alarak ona verip tabak sahibine yolladı.

 

1234- Hazreti Aişe {Radıyallahu Anha) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem    bana şöyle ^

«Senin  benden hoşnud veya dargın  olduğunu kesinlikle bilirim^

SonTben sordum: Ya Resûlallah! bunu nerden bilirsiniz? Şu ce-

«Sen benden hoşnud iken, bir şey için yemin ettiğin zaman, Mu-hammed'in Rabbi hakk* için, diyerek yemin edersin. Fakat dargın olduğun zaman İbrahim'in Rabbi hakkı içm, diye yemin edersin,» Ben doğrudur dedim. Ne var ki, vallahi ya Resûlallah yalnız adınızı anmam (fakat kalbim sevginizle doludur).

 

1235- Ukbe bin Âmir'den (Radıyallahu Anh) 'den rivayet edil­miştir:

«Nikâh düşen kadınların yanına varmaktan sakınınız.» Ensar'-dan bir adam sordu: Ya Resûlallah! Bir kadının kayın biraderi hakkın­da ne buyurursunuz? Buna cevab olarak Hazreti Peygamber şöyle bu­yurdu-.

«Kayın biraderiyle kadının yalnız kalması ölümdür (tehlikeli ve

caiz değildir).»

 

1236- İbni Mes'ud'dan (Radıyallahu Anh)'den rivayfet edilmiş­tir:

«Kadın kadına, tenleri birbirine değecek şekilde yaklaşıp da sonra

o kadını, kocasının gözü önüne getirircesine ona anlatmasın.»

Mütercim:

Burada Hazreti Cabir'den rivayet edilen bir hadis-i şerif unutul­muştur. Qda şudur: «Sizden biriniz evinden uzun zaman uzak kalırsa gece ansızın evine gelmesin.» Diğer bir rivayette de: «Yolculuktan dö­nüp kasabana girdiğin zaman hemen karının yanına varma; tâ ki, zevcen başını tarayıp süslensin» buyurulmuştur. Gurbet, hac ve gaza gibi uzak bir yolculuktan evine dönecek olan kimse, evine varmadan önce, gelişinden evini haberdar etmelidir. Kocasının döndüğünü öğ­renen zevce, bazı temizlik ve süslenme işleri için zaman bulacağından aralarındaki muhabbet çoğalmış olur. Aralarında nefreti gerektire­cek bir durum olmasın.

Eve ansızın gelmeler, ev halkına kötü   bir zan  beslemeğe sebeb olabileceğinden bunu yapmamak uygun olur.[45]

 

TALAK (BOŞAMA) BAHSİ

 

1237- îbni Ömer tRadıyallahu Anhüma) 'den rivayet edilmiştir; İbni Ömer, zevcesini hayız halinde iken boşadı.   Babası Hazreti Ömer, bunu Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e   sordu. Bunun üzerine Hazreti Peygamber, Hazreti Ömer'e şöyle buyurdu:

«Ona emret karışma dönsün. Sonra hayızdan temizlenip sonra tekrar aybaşı görüp temizleninceye kadar onu (nikâhı altında) tut­sun. Bu ikinci temizlik döneminde isterse tutar ve dilerse cinsi te­masta bulunmadan boşar. O temizlik süresi, kadınları boşamak için Allah Teâlâ'nın emrettiği süredir.» (Karı, kendisiyle cinsî temasta bulunulmayan temizlik devresi içinde boşanır.)

Mütercim:

«Adet (hayız) halinde zevcesini boşayan kimsenin zevcesine dönmesi (boşamadan vazgeçmesi) hususundaki bu emir, Hanefî ve şafiî mezheblerinde vacib olmayıb müstahabdır. Fakat Maliki mezhe­binde ve bazı Hanefî alimlerine göre vacibdir.

Sünnete aykırı olarak adet halinde hanımını Uir veya iki talak ile boşayan kimsenin ric'at etmesi gerekir. Hanımı adetten temizlendikten sonra yeniden bir hayız daha görüpte ondan da temizlenince, koca isterse onu boşar, istese nikâhında tutar. Ancak ilk hayızdan temizlendikten sonra cinsî münasebet kurmadan dilerse boşayabilece-ği hususu alimler arasında ihtilâf konusudur. îkinci adetten temiz­lendikten sonra da şayed boşama niyeti varsa, yine bu boşamayı cinsi münasebet olmadan yapmak gerekir ki, sünnet üzere boşama yapıl­mış olsun.

 

1238- Hazreti Aişe (Radiyallahu Anha) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Cevn'in kızını nikahla­dıktan sonra zifaf için Hazreti Peygambere getirilince, birden bire ür­kerek: Senden Allah'a sığınırım, dedi Bunun üzerine Peygamber Sal­lallahu Aleyhi ve Sellem ona şöyle buyurdu:

«Ulu zata (Allah'a) sığındın. Haydi babanın evine git (seni bo­şadım) .»

Mütercîm:

Hazreti Peygamber boşama yerine kapalı bir ifade kullanarak evine git, buyurdu. Bu kadın Arap emirlerinden birinin (Nüman bin Şürah'm) kızı idi. Allah'ın kaderi olarak Hazreti Peygamberden ürkmüş olup sonradan pişman olduğu ve başkası tarafından kendi­sine bu yolda telkinde bulunulduğu ve bunu iyi söz maksadıyla söy­lediğini ileri sürdüğü de söylenir. Fakat bunlar kabul görmemiştir.

Hazreti Peygamber o kadına hiç dokunmadan öylece onu boşa-mış ve mihir bedellerini fazlasıyla ödemiş olduğu gelecek hadîs-i şe­riften anlaşılmaktadır.

 

1239- Ebû Üseyd   (Radıyallahu  Anh)der ki:

Cevn'in kızı, beraberinde dayısı ve dadısı olduğu halde Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e getirildi. Resûli Ekrem bize:

«Siz dışarıda oturunuz.» buyurarak gelinin yanma girdi ve ona: «Kendini bana bağışla» buyurdu. Kadın dedi ki: — Bir prenses halk-

tan birine kendini bağışlar mı? Hazreti Peygamber ona iltifat etmek için mübarek elini başına doğru uzatmak isteyince kadın başını sa­kındırmış ve: — Senden Allah'a sığınırım, demiş. Bunun üzerine Haz­reti Peygamber ona şöyle buyurmuş:

«Büyük makama sığındın.»

Sonra Hazreti Peygamber dışarı yanımıza çıkarak şöyle emret­ti:

«Ey Ebû Üseyd! Sen o kadına (benim tarafımdan) iki kat Razıkıy-ye kumaşından elbise giydir ve onu kendi evine gönder (ben onu boşadım).»

Mütercim:

Arab Emirlerinden Nüman bin Cevn El-Kindî adındaki zat, Pey­gamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in huzuruna gelip: Ben sana Arabistan bölgesinde bulunan dul hanımların en iyisini nikahlaya­yım, kabul ediniz, diye kendi kızını vermekte İsrar etti. Hazreti Pey­gamber de kabul ederek onu nikahladı ve o kadını getirmek için Ebû Üseyd'i görevlendirdi. Sonra kadının kötü kaderi gereği olarak ken­disine dokunulmadan boşanmış oldu. Boşandıktan sonra da yine Ebû Üseyd tarafından babası evine götürüldü. Kadının bütün akraba ve yakınları bağırıp feryad edince, onlara şu cevabı vermiş: Bazı kıs­kanç kadınlar beni aldattılar ve bana tuzak kurdular. Bu sözü söy­lersen, Hazreti Peygamber sana daha çok rağbet ve iltifat eder, dedi­ler. Hatta bunun üzüntüsünden çok geçmeden o kadının vefat ettiği rivayet edilir.

 

1240- Hazreti Alge (Radıyallahu Anha) der ki:

Kurayza Oğulları kabilesinden Rifâa'nm boşanmış hanımı, Pey­gamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in huzuruna gelerek dedi ki:

— Ya Resûlallah! Kocam Rifâa beni tamamen (üç talakla) boşa­dı. Ondan sonra ben yine Kurayza oğullarından Abdurrahman bin Zübeyr'e nikahlandım; fakat Abdurrahman'm erliği, şu elbisenin saçağı gibi (sarkık) dır (beni ondan ayır).

Hazreti Peygamber ona şöyle buyurdu:

«Galiba sen tekrar (eski kocan) Rifâa'ya dönmek istiyorsun. Ha­yır, ikinci kocan Abdurrahman senin balcağızmdan t ad madika   ve sen de onun balcağızmdan tadmadıkça bu olamaz (ilk kocana döne­mezsin) .»

Mütercim:

Kocasından üç talakla boşandıktan ve iddetini doldurduktan sonra isterse başka bir kocaya varabilir. Böyle bir duruma düşen ka­dın ilk kocasına varabilmek için ikinci bir adamla sahih bir nikâh yaptıktan ve karı koca olduktan sonra bu ikincisinden de aynlırsa, o zaman ilk kocasına dönebilmek ancak kendisine helâl olur. Fakat bir veya iki talakla boşananlar böyle değildir. Bunlar muvafakat ha-linde tekrar ilk kocalarına varabilirler, başka bir kocaya gitmek zo­runda kalmazlar.

 

1241- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha)  der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem balı ve tatlıyı severdi. İkindi namazından çıktıktan sonra da pâk zevcelerinden birinin evi­ne giderek onun gönlünü hoş ederdi. Bir defasında bu adeti üzere Hazreti Ömer'in kızı olan zevceleri Hafsa'mn yanma vardılar. Orada her zamankinden fazla kaldılar. Ben bunu kıskandım. Bu kadar faz­la kalmalarının sebebini de araştırdım. Sonra öğrendim ki, Hafsa'mn akrabasından biri, Hafsa'ya bir çömlek bal hediye olarak göndermiş. Hafsa da bu baldan şerbet yaparak Hazreti Peygambere içirmiş.

Bu hali öğrenince düşündüm ve bir hile kurayım diye yemin et­tim. Sonra diğer ortağım Sevde'ye dedim-ki; Hazreti Peygamber şim­di senin yanma gelince kendisine: Ya Resûlallah! Galiba siz (hoş ko­kulu olmayan) meğâfîr zamkı yemişsiniz, dersin.

Hazreti Peygamber sana tabiî ki yok, böyle bir şey yemedim, diye­cektir. O zaman sen, o halde bu meğâfîr kokusu nereden geliyor? diye sor. Hafsa bana bal şerbeti içirdi, -diyecektir. Sen, öyle ise o balı anlar meğâfîr çiçeklerinden toplamış olmalı, dersin. Hazreti Peygam­ber bana gelince, ben de ayni şekilde söyleyeceğim. Hazreti Safiyye'-ye de ayni şekilde söylemesi için tenbih ettim.

Sonra Şevde bana dedi ki: Senin verdiğin öğüt üzere hareket ettim ve Hazreti Peygamber de öylece sorularımı cevablandırdı ve: «Hayır, Hafsa bana bal şerbeti içirdi.» buyurdu. Hazreti Sevde'den sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana geldi. Bende öyle­ce söyledim. Safiyye'nin yanma vardığı zaman da, Safiyye bizim söy­lediklerimizi aynen söyledi. Daha sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi vö Sellem Hazreti Hafza'nm yanına gidince, Hafsa sordu: Ya Re-sûlallah! Size bal şerbeti yapayım mı? Hazreti Peygamber:

«Artık bana bal şerbeti lazım değil.» buyurdu.

Hazreti Aişe der ki: Şevde bana, ya Aişe, bundan böyle bal şer­betini biz Hazreti Peygambere haram ettirdik, dedi. Ben ona:

— Sus! Bu benim Hafsa'ya ettiğim bir hiledir, duyulmasın, dedim.

Mütercim:

Cenab-ı Hak: «Ey Peygamber! Neden Allah'ın sana helal kıldığı şeyi kendine haram ediyorsun?» mealindeki ayeti kerimeyi indirerek pak zevcelerin almış oldukları tedbiri açığa çıkardı. Ancak bu, kadın­larda olan kıskançlık gereği küçük günahlardan sayıldığından ba ğışlanan günahlar arasına girer. Üstelik bu hareketlerinden dolayı pâk zevceler aglaştılar, tevbe ettiler ve mağfiret dilediler. Nitekim bu husus daha önce mezkûr ayeti kerimenin tefsirinde geçmişti. (Tah-rîm sûresi: Ayeti)

 

1242- İbni Abbas (Radıyallahu Anhüma) der ki:

Sabit bin Kays'ın kansı Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerine gelip:

— Ya Resûlallah! Kocam Sabit bin Kays'ın gerek ahlâkı ve ge­rekse dindarlığı hakkında bir kusur söyliyemem; fakat başka sebeb-den dolayı ondan memnun olmadığım için çok kötü duruma düşmek­ten korkuyorum. Beni ondan ayırınız, dedi. Hazreti Peygamber ona sordu:

«Kocanın sana evelce vermiş olduğu bostanı ona geri verir mi sin?» Hanım: - Evet, onu geri veririm, dedi. Sonra Hazreti peygam­ber Sabit bin Kays'a şöyle emretti:

«Sen (daha önce hanımına verdiğin) bahçeni geri kabul et ve hanımını bir talakla boşa,» (Mevcut hoşmıdsuzluk ve geçimsizliği gidermek için mal karşılığında boşamanın meşru olduğuna bu hadîs-i şerif delildir.)

 

1243- İbni Âbbas (Radıyallahu Anhüma) der ki,

Berîre adındaki cariyenin kocası, Muğîs adh bir köle idi. Sonra Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) Berîre'yi azad edince, Berîre hür­riyet hakkını kullanarak kocasından ayrıldı.

tbni Abbas sözüne devam ederek der ki: Karısının ayrılmasına üzülen Muğîş'in göz yaşlan sakallan üzerinde akarak Medine sokak­larından dolaştığını halâ görür gibiyim. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve SeUem babam Abbas'a şöyle buyurmuştu;

«Ey Abbas! Mugîş'in Berîre'ye olan sevgisine ve Berîre'nin de Muğîs'e olan nefretine hayret etmiyor musun?» Sonra Peygamber Şallallahu. Aleyhi ve Sellem Mûğîs'in haline acıyarak Berîre'ye:

«Muğis'e dönsen olmaz mı? «buyurdu. Berire dedi ki:

- Ya Resûlallahİ Gerçekten ona dönmemi mi emrediyorsun? Hazreti Peygamber şu cevabı verdi:

Hayır, bu hususta sana kesin emir vermiyorunu ancak vasıta olmak İstiyorum.» Berire: — Artık benim ona bir ihtiyacım yoktur (onunla ilgim kesilmiştir), dedi.

 

1244- Sehl bin Sa'd (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, mübarek işaret parmağı ile orta parmağını göstererek ve bir miktar aralannı açarak şöyle buyurdu:

«Ben ve yetimin işlerine bakan kimse, cennette şunlar (birbirine yakın olan şu iki parmak) gibiyiz.»

(Oennet-i Alâ'da benim derecemle, yetimlerin iş ve ihtiyaçlarını hakkaniyet üzere gören kimsenin derecesi arasında bu kadarcık bir fark olacaktır.)

 

1245- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh) der kiı

Bir adam Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e gelip:

— Ya Resûlallah! Benim simsiyah bir çocuğum doğdu    (benden

olup olmamasında şübheye düştüm), dedi.    Peygamber    Sallallahu

Aleyhi ve Sellem ona sordu:

«Senin develerin var mı?» Adam: — Evet, var, dedi. Peygamber, «O develerin renkleri nedir?» Adam: — Renkleri kızıldır, dedi.

Peygamber:

«Onların İçinde boz renkli olanı varandır?» Adam: — Evet, var­dır, dedi. Yine Hazreti Peygamber:

«O halde o boz renk nereden geldi?» diye sordu: Adam: — Her

halde soyunda, bulunan bir damar çekmiştir, cevabını verdi. Haz­reti Peygamber: «İşte senin bu çocuğun da belki soyunun bir damarı­na, (atalarından veya analarından birine) çekmiştir,» buyurdu.

Müütercim:

Böyle zayıf işaretlerle çocuğu kendinden kabul etmemek caiz de­ğildir. Çocuğu kendinden kabul etmemek için kuvvetli bir delil gere­kir. O da zevcenin kesin olarak zina etmiş olması veya kan koca ol­duktan sonra altı aydan az bir zaman içinde zevcenin çocuk doğur­ması ve yahut adam öldükten sonra dört (veya ilci) yıl geçtikten sonra zevcesinin çocuk doğurmuş olması halleridir.[46]

 

LİAN BAHSİ

 

1246- tbni Ömer (Radıyallahu Anhüma) der kis

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri, lian ede­cek (karşılıklı yemin etmek suretiyle lânetleşecek) olari karı ve kocaya hitaben şöyle buyurdular-.

«Her ikinizin, hesabını (ah ir ette) Allah görecektir. Şu bir ger­çek ki, ikinizden biri yalancıdır. Tevbe edeniniz var mı?» Resûl-i Ek­rem Bu soruyu üç defa tekrarladılar. Sonra usulüne göre «Mülâa^ ane» yapıldı ve kocaya hitaben Hazreti Peygamber:

«Artık bu kadın üzerinde senin bir hakkın kalmadı,* buyurdu. Adam dedi ki: — Benim harcadığım malım ne olacak? Hazreti Pey-

gamber ona şöyle buyurdu:

«Mal alacağın da yoktur; çünkü sen ona isnat ettiğin zina doğ­ru ise, senin verdiğin mal onun nikâhından faydalanman karşılığı­dır. Yok, eğer o kadına iftira etmişsen verdiğini geri almaktan daha uzaksın.»

 

1247- Ümmü Seleme (Radıyallahu Anha) der ki: -Bir kadın, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e gelecek: Ya Resûlallah! Kızımın kocası öldü. Şimdi kızımın gözleri ağrıyor, göz­lerine sürme çeksin mi? diyerek bu hususta izin istedi. Hazreti Pey­gamber ona şu cevabı verdi:

«Hayır, gözlerine sürme çekmesin! Ey badın Cahiliyet devrinde sizden birinizin kocası ölünce, en kötü elbisesi veya evinin en kötü yerinde tam bir sene matem tutardı. Bir yıl dolunca yanından bir kö­pek geçtiği zaman yerden hayvan tezeği alarak arkasına atar ve mateminden çıkardı. Şimdi dört ay ön gün geçmedikçe sürme çekmek (süslenmek) olmaz. Allah'a ve ahiret gününe iman eden müslüman bir kadının kocasından başkasına üç günden fazla matem tutması caiz değildir. Ölen kocası için ise dört ay on gün matem tutar.»

Mütercim;

Kocası ölen bir kadın, Müslümanlıktan önce matem tutup sü­sünü bırakarak eski, kara ve kirli elbisesini giyinip yahut kötü ve karanlık bir edada tam bir sene beklerdi. Bir yıldan sonra yanından bir köpek geçerken yerden bir tezek alıp kendi arkasına atarak ma­teminden çıkardı. İslâm'da ise, böyle kocası ölen bir kadın dört ay on gün bir zaman (iddet) bekler ve bu müddet içinde süslenmez. Eğer o kadın hamile ise doğum yapıncaya kadar beklemek zorunda kaldı­ğından yine sürme çekmek ve buna benzer süs bakınmaktan kaçınır.

Cahiliyette arkaya tezek atılmasının manası, güya bir yıl kocam için tutmuş olduğum matemin bence bir tezek parçası kadar kıymeti yoktur, demektir.

tmam Malik mezhebinde, matemde olan bir kadının sürme çek­mesi mutlak olarak caiz değildir. Ancak gözlerin kör olma korkusu olur da başka bir ilâç bulunamıyorsa, o zaman sürme çekmesi caiz olur. İmam Şafiî Hazretlerine göre de hüküm böyle ise de, yalnız ge­celeri sürme çeker, gündüzleri sürmeyi siler. Çünkü bu hadîsin so­nunda: «geceleri sürme çek, gündüzleri sil,» diye varid olmuştur. Bununla beraber büsbütün sürmeyi terk etmek daha iyidir.

İmam Azam Hazretlerine göre, kocası ölen kadın için süs yap­mak, gösterişli elbise giymek, güzel kokular sürmek, gözlere sürme çekmek, ellerine kına yakmak gibi şeyler, meşru bir mazeret olmak­sızın caiz değildir, haramdır. Yine iddeti içinde diğer bir adama ni­şanlanmak, nikâh için sözleşmek haram olduğu Kur'anın hükmü ile sabit olduğundan bütün mezheblerce caiz değildir. Ancak ihtiyaç hallerinde bazı gündüz ve bazı geceleri dışarı çıkması caiz ise de, kendi evinden başka bir evde gecelemesi caiz değildir. Boşanmış bir kadın ise, iddeti içinde (üç hayız müddeti zarfında) zaruret olmadık­ça evinden başka hiç bir yere çıkamaz, caiz değildir. Bu hususta ge­niş bilgi fıkıh kitaplarında vardır.[47]

 

NAFAKA BAHSİ

 

1248- Ebû Mes'ud CRadıyallahu AnhJ'dan rivayet edilmiştir:

«Bir müslüman Allah rızasını gözeterek çoluk-çocuğuna (ailesi­ne) , harcama yaparsa, bu harcaması kendisi için bir sadaka olur.»

Mütercim ;

Harcadığı nafaka, sevab bakımından sadakaya benzer. Bir kim­se,, ailesine ve çoluk - çocuğuna nafaka temin etmenin Allah tarafın­dan üzerine farz kılındığını düşünerek Allah rızası için bü hizmeti yerine getirirse, malının zekâtını vermekten kazandığı sevab gibi büyük bir sevab kazanır. Çünkü çoluk-çocuğun geçimini sağlamak, hem sadakadan ve hem de zekâttan önde gelir.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri Hayber'de kendilerine ait olan bahçenin hurmalarını satıp elde ettiği parayı, pâk zevcelerinin birer yıllık idaresi için saklarlardı. Bunu nafaka bahsinde, Hazreti Ömer'den imam Buharı rivayet etmiştir. Bir yıllık nafaka saklanmasının tevekküle aykırı olmadığı adı geçen sahih ha­dîsle sabittir. Ayrıca ümmetine caiz olduğunu bildirmek içindir. Fakat Hazreti Peygamber şahsı için hiç bir şey biriktirmez ve sakla-mazdı.

 

1249- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştin

«Dul ve miskinin hayır işine koşan kimse, Allah yolunda müca-hede eden yahud geceyi ibadetle geçirip gündüz oruç tutan gibidir.»[48]

 

YİYECEK  (Etime) BAHSİ

 

1250- Ebü Hüreyre'den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:

Açlık sebebiyle takatim kesilmişti. Hazreti Ömer ile karşılaştım. Kendisinden, bana Kur'andan birkaç âyet okumasını istedim. Esas maksadım, bu bahane ile yiyecek bir şey bulmaktı. Hazreti Ömer (ra­dıyallahu Anh) evine girdi ve bana Kur'an okumaya başladı. Sonra ben oradan çıktım. Biraz uzaklaştığım zaman açlıktan bayılarak yol ortasında yüzükoyun düşüp kaldım. Bir de gözümü açtım ki, yanım­da Hazreti Peygamber duruyor. Bana:

«Ey Ebû HüreyreU buyurdular. Ben de, buyurunuz, ya Resûlal-lah, dedim. Resûl-i Ekrem elimden tutarak beni kaldırdı ve halimi (ac olduğumu) anladı. Beni saadethanelerine götürdü ve hemen bana bir kâse içinde süt ikram etti. Ben de o sütten içtim. Bana:

«Ya Ebâ Hüreyre, içmeye devam et!» buyurdular. Ben de içtim. «Yine iç.» buyurdular. Ben de içtim öyle ki karnın şişip göğsümün hizasına geldi.

Sonra Hazreti Ömer'le tekrar karşılaşınca o zamanki hal ve ha­reketimi ona anlatarak dedim ki; Allah, karnımı doyurmak için sen­den daha hayırlı olan Hazreti Peygamberi görevlendirdi. Vallahi, senden Kur'an dinlemek istemiştim; halbuki ben senden daha iyi okurum. Asıl maksadım beni yedirmenizdi. Hazreti Ömer cevab ver­di: Vallahi sana orada ziyafet vermiş olsaydım, bana bir deve sürü­sü bağışlanmasından daha sevimli olurdu. Böylece pişmanlığını be­lirtmişti.

 

1251- Ömer ibni Ebi Seleme (Radıyallahu Anh) der ki:

Henüz bulûğ çağma varmamıştım. Hazreti Peygamberin himaye ve terbiyesinde bulunuyordum. Annem Ümmü Seleme, Hazreti Pey­gamberin zevcesi olduğundan ben de onun üvey oğlu idim. Bir defa-

sında yemek yerken elim yemek kabının öte yanma uzanmıştı. Pey­gamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana şöyle buyurdu:

«Ey oğul, yemek yerken besmele çek, sağ elinle ve önünden ye!»

 

1252- Ömer ibni Ebi Seleme (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem   üvey oğlu Ömer ibni üftımi Seleme'ye (bana) şöyle buyurdu: «Yemek yerken önünden ye!»

Mütercim:

Yemeğin başında Besmele ve sonunda hamdele (Elhamdü Lillah) söylemek sünnettir. Yemeğin başlangıcında besmele unutulursa,, sonra hatıra gelince getirilmelidir. Yine sağ el ile yemek sünnettir. Sol el ile yemek veya içmek mekruhtur. Hatta İmam Şafiî Hazretle­rinin bir-kavline göre, sağ el ile yemek ve içmek vacibdir. Sol.el ile yemek-içmek haramdır. Zira İmam Müslim'in rivayetinde şu manada bir hadîs vardır:

Hazreti Peygamber, sol eliyle yemek yemekte olan bir kimseyi görünce ona: «Sağ elinle ye, buyurdu. O kimse de: Sağ elimle yiye­miyorum,, cevabını verdi. Hazreti Peygamber ona: sağını kullanamaz olasıca! buyurdu ve artık adam ondan sonra sağ elini kaldıramaz ol­du.                                   

Bunun için sahih olan, ehli sünnet alimlerine göre, sol el ile ye­mek- içmek ve başkasının önünden yemek mekruhtur. Ancak biıv birinden farklı olan meyva taneleri bir tabak içinde olduğu zaman aralarından seçme yapılabilir. Bunda kerahet yoktur.' Fakat yine ön­den almak daha iyi dir.

 

1253- Ebû Hüreyre'den  (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:

«tki kişinin yemeği üç kişiye yeter. Üç kişinin yemeği de dört kişiye yeter.» Çoklukta ve toplulukta bereket vardır.

Diğer bazı rivayetlerde de: «Bir kişilik yemek iki kişiye, iki kişi­lik yemek üç kişiye ve üç kişilik yemek dört kişiye yeter!» şeklinde nakledilmiştir.

 

1254- İbni Ömer (Radiyallahu Anhüma) der ki:

«Mümin, yalnız bir barsağını dolduruncaya kadar yer; kâfir ise, yedi bağırsağını dolduruncaya kadar yer.»

(Burada yedi bağırsağını dolduruncaya kadar sözü, çok yemek yemesine işarettir. Bağırsakların hepsinin yedi kısma ayrılması da mümkündür. Aklı başında olan bir mümin, sünnete riayet ederek ye­meğini yer ve midesini doldurmaz. Bununla midesini fazla dolduran müminler, anlayışsız olanlardır ve Hazreti Peygamberin sünnetine ıvmayanlardır. Diğer taraftan sağlık yönünü gözeterek az yemek yi­yen kâfirler de az değildir. Gerçek manada mümin hem israf yönün­den, hem de sağlık yönünden asla çok yemeğe rağbet etmez. Fakat kâfirler genellikle bu kaydın dışında kalarak israfa düşerler. Daha doğrusu mümine yaraşan az yemektir.)

 

1255- Ebû Cühayfe'den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiş­tin

«Ben bir yere yaslanmış olarak yemek yemem.»

Mütercim:

Sünnet üzere oturuş, dizler üzerine oturmak yahut sol ayak üze­rine oturup sağ ayağın dizini dikmek ve bu şekilde yemek yemek­tir.

 

1256- Hazreti Aişe'den (Radıyallahu Anha) rivayet edilmiştir:

Bir ev halkından vefat eden bir kimse için taziye maksadı ile insanlar ölü evinde toplandıktan sonra dağılmışlardı. Ev halkı yalnız kalınca Hazreti Aişe emredip muhallebi hazırlattı ve bu ev halkına îöyle dedi: Siz bu telblne adı verilen yemekten (muhallebiden) yiyiniz; çünkü Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'den   bu yemek hakkında şöyle buyurduğunu kulaklarımla işittim:

«Telbine (muhallebi) hastanın kalbine rahatlık verir, bazı keder ve üzüntüleri de giderir.»

Mütercim:

Gerçekten benim oğlumun ölümünden çok üzüntü duymuş­tum. Sonra bir kadın kaymaklı ve buzlu bir kayısı yemeği yaparak bana getirdi. Onu böyle soğuk soğuk yediğimizde, kederli olan kalb-lerimize bir merhem gibi ferahlık verdi.

Kederli olan bir kimsenin kalb ve midesi, gıda azlığından vo üzüntünün vücudu kaplamasından susuz kalacağı için böyle hafif şeyler yemek, kalbi ve mideyi kuvvetlendirir.

 

1257- Huzeyfe'den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir! «Siz ipek ve atlas elbise giymeyiniz, altın ve gümüş kaptan su iç­meyiniz, bunların tabaklarında da yemeyiniz. Çünkü bu altın ve gü­müş kaplar dünyada kafirler, Ahirette ise bizim içindir.»

Mütercim:

Halis ipek ve atlas kumaşları giymek erkeklere haramdır. Fakat hanımlar için bunları giymek mubahtır. Savaşta gazilerin ipek giy­meleri ve giysilerde dört parmak eninde ipek kullanılmak erkekler için de caizdir. Altın ve gümüş de süs eşyası olarak kadınlara helâl­dir; bunları takınırlar. Erkeldere ise haramdır. Yalnız erkekler gü­müşten mühür ve yüzük edinebilirler, kılıç kabzasını süsleyebilirler.

Bir de altın ve gümüş kaplardan su içmek ve bunların çatal-ka-şığı ile yemek yemek hem erkeklere, hem de kadınlara haramdır.

 

1258- Ebû Mes'ud (Radiyallahu Anh) der ki:

Ensar'dan Ebû Şuayb namında bir adam vardı. Kölesi kasap idi. Bir gün. bu kölesine dedi ki; Bana beş kişilik bir yemek hazırla. .Ben beş kişinin beşincisi olarak Peygamber S&llallahu Aleyhi ve Seli e m'ı davet edeceğim.

Sonra yemek, hazırlandı ve Hazreti Peygamber, beraberinde dört kişi olduğu halde çağırıldı. Yolda gelirlerken bunlara altıncı bir kişi takıldı. Davet sahibi Ebû Şuaybin yanına vardıkları zaman Pey­gamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Şuayb'a şöyle buyurdu:

«Gerçekten sen bizi beş kişi olarak davet ettin; fakat bu zat da bize katılıp geldi. Şimdi istersen ona izin verirsin, İstersen yol verir­sin!» Ebu Şuayb dedi ki: ben ona izin verdim, davete buyursun.

Mütercim;

Davet edilmediği halde bir kimsenin başka davetlilere uyarak onlarla davete gitmesi haramdır. Ancak davet sahibi ile davet edil­memiş kimse arasında bir yakınlık ve özel durum olursa, bu durum­da ev sahibinin rızası bilindiği zaman davetsiz olarak da gidilebilir.

Davetsiz olarak ziyafet ve düğün yemeklerine gidene «Tufeyli» denilir ve türkçede de kullanılır. Bunun aslı şu;

Kûfe'de Tufeyl isminde bir adam vardı. Her nerede bir ziyafet ve yemek daveti var idiyse bu Tufeyl orada davetsiz olarak hazır bulunurdu. Düğünlerin Tufeyl'i diye şöhret bulmuştu. İşte onun ha­linde olan herkese Tufeyli lâkabı verilmiş ve böylece devam edegel-miştir.

 

1259- Hazreti Cabir (Badıyallahu Anh) der ki.

 Yahudi her ^ hurma Armanı

zamalmakllblr VardL ° Yahudi her ^ hurma Armanı zamanına kadar bana ödünç para verirdi. Benim de Rûme kuyusu adı verilen Hazreti Osman kuyusu yolunda hurma bahçem vardı. Na­sılsa o yıl hurmalarda çok az ürün oldu. Sonra harman zamanında o Yahudi gelerek benden alacağını istedi. Çıkan ürünle borcumu kapa-yamayacağımı anladığımdan, gelecek yıla Içadar borcumu ödemek İçin bana mühlet vermesini Yahudi'den rica ettim. Fakat Yahudi ke­sin olarak kabul etmedi ve alacağının Ödenmesini istedi. Benim zor duruma düştüğüm Hazreti Peygambere iletildi. Peygamber Sallalla­hu Aleyhi ve Sellem bir kısım ashaba şöyle buyurdu:

«Yürüyünüz gidelim, Cabir için Yahudi'den mühlet isteyelim.» Sonra Hazreti Peygamber, beraberlerinde' ashabdan bazı zevat olduğu halde benim hurma bahçeme geldiler. Borcumun gelecek yıla kadar ertelenmesi için Yahudi'ye teklifte bulundularsa da Yahudi kabul etmeyip şöyle dedi: Ya Ebal - Kasını, ben asla alacağımı tecil etmem (ertelemem). Cabir'e bir gün bile müsaade etmem.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun bu halini görünce, benim hurmalığımı şöyle bir dolaştı. Sonra Yahudi'ye yine ayni tek­lifte bulundu. Yahudi yine kabul etmedi. Ben kalkıp bir miktar olgun hurma toplayarak Hazreti Peygamberin önüne koydum. Onlardan bir miktar yedikten sonra bana şöyle buyurdular:

«Ey Cabir, senin çardağın (gölgeliğin) nerededir?» Ben de çarda­ğımın yerini ona bildirdim. Buyurdular ki:

«Orada (çardağında) bana bir yer döşeyip hazırla, İstirahat ede­yim.» Ben de hemen orada bir yer hazırladım. Hazreti   Peygamber de çardağa girerek hazırladığım yerde yatıp biraz uyudu. Uyandıkla­rı zaman ben yine bir miktar hurma getirip kendilerine takdim et­tim, onlardan yediler. Sonra yerinden kalkarak üçüncü defa Yahu­di'den alacağını ertelemesini rica ettiler. Yahudi yine kabul etmedi. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem benhu hurmalığımın çevresi­ni ikinci defa olarak dolaşıp geldi ve bana şöyle buyurdu: «Ey Cabir, ağaçlarda olan hurma salkımlarını kesip topla ve bunlarla Yahudîye olan borcunu öde.» Hazreti Peygamber bizzat hurma   harmanının başında durdu. Ben, hemen hurma ağaçlarındaki   salkımları kçsip topladım ve o zamanki hesaba göre borcuma karşılık olarak hurma­ları Yahudi'ye verdim. Borcumu tamamen ödedim. Fazla olarak bir o kadar da hurma yanımda kaldı. Ben bu hali gidip Peygamber Sal­lallahu Aleyhi ve Sellem'e bildirince bana şöyle buyurdular:

«Ben, kendimin Allah'ın Peygamberi olduğuma şahidlik ederim.» (Ben Allah'ın hak Peygamberi olduğumdan benden böyle mucizeler meydana gelir. Allah'ın izni ile böyle az olan hurmaları çoğaltırım. Bunlar Allah'ın lütuf ve ihsanıdır.)

 

1260- Hazreti Sa'd'dan  (Radıyallahu Anh)  rivayet edilmiştin

«Her sabah Acve hurmasından yedişer tane yiyen kimseye o gün, zehir de tesir etmez, sihir de tesir etmez.»

(Medine hurması denilen ve Medine'nin, en iyi cins hurması olan Acve'den aç karnına her sabah yedişer hurma yiyen kimseye, o gün, zehir ve sihir tesir etmez.)

 

1261- lbni Abbas'dan (Radıyallahu Anhüma) rivayet edilmiş­tir!

«Sizden biriniz yemek yiyince,   parmaklarını   yalamadan veya başka bir şeyle silip temizlemeden elini bir yere dokundurmasın.»

Mütercim:

Yemeğin başında ve sonunda elleri yıkamak sünnettir. Fakat su bulunmadığı bir yerde yine el yağlı bırakılmayıp hiç olmazsa par­makları yalamalı veya el bezi gibi bir şeyle silmelidir. Yağlı ellerle bir şey - tutmamalıdır. Zarurî durumlara ve yenen yemeğin cinsine göre bu hususta alınacak tedbir değişik olur. Asıl olan, imkân dahi­linde en iyi bir şekilde temizliği gözetmektir. Bugün için su ve sabun en iyi bir temizleyicidir. Bunlar varken başka türlü temizliğe ihtiyaç kalmaz.

 

1262- Ebû Ümame  (Radıyallahu Anh) der ki:

«Cenabı Allah'a sayısız, halisane ve kendisine lâyık şekilde faamd olsun! Ey Rabbimiz! Nimetinin hakkı karşılanamaz, ondan vazgeçilemez ve ona olan ihtiyaç kesilmez.»

 

1263- Ebû Ümame'den (Radıyallahu Anh)  rivayet edilmiştir:

«Allah'a hamd olsun ki, bize yetecek nimet Verdi, bizi Uçirip) kandırdı. Onun nimetinin hakkı karşılanamaz, nimetleri de inkâr edi­lemez.»

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve SeUem yemeği bitirdiği zaman zaman böyle dua ederdi ve bazan da : «Ey Rabbımız, sana hamd ol­sun! Nimetinin hakkı karşılanmaz, ona veda edilmez ve ondan uzak kalınmaz, ey Rabbimiz (bizi besleyip kemale erdiren yaratıcı­mız) !»[49]

 

AKIKA KURBANI, HAYVAN KESME VE AVLAMA BÖLÜMÜ

 

1264- Selman bin Amir'den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiş­tin

«Erkek çocuğun doğması ile bir akîka kurbanı kesilir. Siz onun için kurban kesip kan akıtınız ve çocuktan eziyeti (onu rahatsız eden nesneleri) kaldırınız» Bazı rivayetlerde de erkek çocuk için iki kur­ban, kızlar için de bir kurban kesilmesi emredildiğinden bunu yap­mak müstahab sayılmıştır.

 

1265- Ebû Hüreyre'den   (Radıyallahu Anh)  rivayet  edilmiştir:

«Fera (ilk doğan deve veya koyun yavrusunu kurban etmek -ve atîre (receb ayında kurban) yoktur.»

Cahüiyet zamanında müşrikler ilk doğan deve veya koyun yav­rularını putları için kurban ederlerdi ve buna «Fera» derlerdi. Receb ayında da yine putları için kurban keserlerdi. Buna da «Atîre» der­lerdi. İslâmda kesin olarak bunlar yasaklanmıştır, kesilmeleri caiz değildir. Esasen bunların, Allah'dan başkası adına kesilmeleri şirk ve küfür olur.

Ancak Şafiî mezhebinde Allah rızası için olmak şartıyla ilk do­ğan deve veya koyun yavrusunu kurban etmek yahud receb ayında bir hayvan kurban etmek ve etlerini fakirlere sadaka vermek müs-tahabdır.

 

1266- Adiyy bin Hatim (Radıyallahu Anh)  der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimize ok ile avla­nan hayvanların hükmünü sordum. Bunların eti hangi halde, yenilir ve hangi halde yenmez? Bana cevab olarak şöyle buyurdular:

«Ok, sivri ucuyla delip öldürdüğü hayvanı yej fakat okun enine isabetiyle ölen hayvan iaşedir, yenmez.»

Sonra Hazreti Peygambere köpeğin avladığı hayvandan sordum. Bana şöyle buyurdular;

«Av köpeğinin senin için tuttuğunu yet çünkü bu köpeğin yakala­ması bir nevi boğazlamadır. Eğer kendi köpeğinle veya köpeklerinle beraber başka bir köpek bulursan ve bu yabancı köpeğin yakalama­sından veya av hayvanını öldürmesinden kuşkulanırsan, o zaman avlanan hayvanın etinden yeme. Çünkü sen besmele çekerek kendi köpeğini saldırdın, diğer köpeği besmeie çekerek salmadın.»

Mütercîm:

Bir hayvan boğazlanırken veya avcı tetiği çekerken veya avcıl hayvanı av üzerine salarken besmele getirmek vacibdir. Kasden bes­mele terk edilirse boğazlanan veya avlanan hayvanın, eti yenmez, ha­ramdır. Hanefî ve Hanbeli mezheblerinde hüküm budur Unutula­rak veya yanılarak besmele çekilmezse yenilir.

Şafiî mezhebinde ise, besmele getirmek sünnet ve müstahabdır. Bunun için besmelesiz boğazlanan hayvanın etini yemek onlarca he­laldir. Ancak Allah'dan başkası adına kesilmiş veya avlanmış olur­larsa, bu gibi hayvanların eti yenmez.

Hayvana atılan ok, sivri ve delici tarafından onu yaralayıp öl­dürdüğü zaman hayvanın kanını akıtmış olur. Fakat yan tarafından isabet edip kan akıtmadan öldürürse eti yenmez.

Kurşun ve saçmalarla öldürülen hayvanların etlerinin yenilebi­leceğine dair bir fetva risalesini Mısır'ın büyük kütüphanesinde gör­düm. Fakat Şafiî mezhebinde kurşun ve saçma ile avlanan hayvanın yenmesi haramdır. Ancak hayvan ölmeden kavuşulur ve boğazlanır­sa, o zaman yenir. Onun için kurşuna mukavemeti olmayan küçük kuşlara kurşun atmak doğru değildir. Kaz ve ördek gibi hayvanlara kurşun atıldıktan sonra onların boğazlanmalarına yetişilebiltr.

 

1267- Ebû Sa'lebe (Radıyallahu Anh) der ki:

Ya Resûlallah! dedim. Biz kitab ehli olan (hıristiyan ve Yahudi­lerin) memleketinde bulunuyoruz. Biz onların yemek kablarından yi­yelim mi? Bir de av hayvanları çok olan bir memleketteyiz. Bazan ok atarak avlanıyorum. Bazan da öğretilmiş veya öğretilmemiş kö­pekle av yapıyorum. Bunlardan bana yemesi helal olan hangisidir? Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana şu cevabı verdiler:

«Kitab ehlinin kabları hakkında durum şöyle: Eğer onların kab­larından başkasını bulursanız, o kablarda yemeyiniz. Eğer başkasını bulamazsanız, o kabları yıkayınız ve onlarda yiyiniz. Okunla avla­dığın ve besmele getirmiş olduğun hayvanın etini ye. Yine öğretilmiş köpeğinle avladığın ve besmele getirmiş olduğun hayvanı ye. Bir de avcıl olmayan köpeğin ile avladığın ve sonra henüz ölmeden kavu­şup besmele, ile kestiğin hayvanı ye (başka şekilde avlananları ye­me).»

 

1268- İbni Ömer'den (Radıyallahu Anhüma) rivayet edilmiştir:

«Kim hayvan ve malını korumak veya avlanmak kasdı olmadan evinde bir köpek beslerse, her gün onun amelinden iki kîrât eksilir.»

 

1269- Adiyy bin Hatim  (Radıyallahu Anh)   Hazretlerinden ri­vayet edilmiştir: «Köpeğini salıverip besmele getirdikten sonra avı yakalar ve öldürürse sen o av hayvanını ye. Eğer hayvan o avdan yerse, sen yeme; çünkü hayvan kendisi için avı tutmuş demektir. Eğer besmele çekerek saldığın köpeklere başkaları katılarak av hay­vanını yakalar ve öldürürlerse onu yeme; çünkü sen hangi köpeğin yakalıp öldürdüğünü bilemezsin (belki besmelesiz salıverilen hayvan onu öldürmüştür).

Bir av hayvanına ok atar da, bir veya iki gün sonra onu bulur­san, eğer üzerinde senin okunun izinden başka bir iz yoksa (ondan) ye. (Bir rivayette de, dilerse yiyebilir, buyurulmuştur.) Eğer suya düşmüşse, ondan yeme.»

Mütercim:

Bu hadîs-i şerifin zahirine bakarak Şafiî imamlarından îmarn Nevevî Hazretleri, öldürülmüş olarak bulunan,av hayvanının yenme­sinin helal olduğunu tercih etmiştir. Hatta suya düşen av hayvanı­nın ok ve silâh tesiri ile ölmüş olduğu bilinirse yine yenir. Ancak hayvan suya düştükten sonra boğularak ölürse, onun eti yenmez. Bunlar Şerkavî şerhinden alınmıştır.

 

1270- Ebû Musa'dan   (Radıyallahu  Anh)   rivayet edilmiştir:

4yi arkadaşla kötü arkadaşın hali, misk (hoş koku) taşıyanla körük çekenin haline benzer, Misk taşıyan ya sana misk verir, ya sen ondan satın alırsın, ya da onun güzel kokusundadan faydalanır­sın. Körük çeken ise, ya elbiseni yakar yahud ondan pis bir koku duyarsın.»

Mütercim:

Bu hadîsi- şerif miskin tahir ve temiz olduğuna delil kabul edil­miştir. Senenin muayyen bir ayında geyiğin karın kısmında toplanan kandan misk elde edilir. Bununla beraber bu kan, diğer kanlardan istisna edilerek pis sayılmamıştır. Çünkü hayvanın sütü ve şaraptan yapılan sirke gibi değişikliğe uğramıştır.[50]

 

KURBANLAR   BÖLÜMÜ

 

1271- Seleme bin Ekva (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir sene bize şöyle bu­yurdu:

«Sizden kurban kesen kimse, sakın bayramın üçüncü gününden sonra o kurban etinden evinde hiç bir şey bulundurmasın.»

Ertesi yıl olunca bize şöyle buyurdu:

«Kurbanlarınızdan yiyiniz, başkalarına yediliniz ve isterseniz (evlerinizde) biriktiriniz. Geçen yıl insanlarda sıkıntı vardı. Onlara bu hususta yardım etmenizi istedim (ve evlerinizde et biriktirmeme­nizi emrettim) .*

Mütercîm:

Hanefî mezhebinde yolculuk halinde olmayan (mukîm bulunan) ve zengin olan kimseye kurban kesmek vacibdir. Kurban etinin üçte birinin fakirlere, üçte birinin konu-komşuya dağıtılması ve geriye ka­lan üçte birinin de aile halkına bırakılması sünnettir.

Diğer mezheplerde kurban kesmek vacib olmayıp sünnettir. Bu­nunla beraber Şafiî mezhebinde bir fakirin karnını doyuracak ka­dar ona et verilmesi gerekir.[51]

 

MEŞRUBAT    (İÇÎLECEK ŞEYLER)    BÖLÜMÜ

 

1272- İbni Ömer (Radıyallahu Anhüma) 'den rivayet edilmiştir:

«Dünyada şarap içen ve sonra tevbesiz ölen kimse ahirette-ondan (cennet şarabından) mahrum olur.»

Mütercim:

Dünyada şarabı helal kabul ederek ondan içenin ve bu inanç üze­re ölenin küfrüne hüküm verildiğinden ebediyyen cehennemlik olur. Böylece cennet şarabından mahrum kalır. Fakat şarabı helal kabul etmeyerek haram olduğu inancı ile içen ve böyle devam edip tevbe etmeksizin ölen kimsenin hali, diğer büyük günahları işleyenler gi­bidir. İşi Allah'ın dilemesine kalmıştır. Cenab-ı Hak dilerse bağış­lar, dilerse azab eder. Fakat cennete girdiği' zaman da yine cennet şarabını içemeyecektir.

 

1273- Ebü Hüreyre (Radıyallahu AnhVden rivayet edilmiştin «Bir kimse zina ederken mümin olarak zina etmez, şarap içer. ken mümin olarak şarap içmez, bir hırsız çalarken mümin olarak çalmaz ve bir çapulcu, insanların göz diktikleri değerli bir nesneyi yağma ederken mümin olarak yapmaz.»

Mütercim:

Bu hadîs-i şerifin manası şu: zina işlemek, şarab içmek hırsızlık ve yağmacılık etmek gibi büyük günahları kâmil ve olgun bir müs-îüman yapamaz. Yahud bu gibi günahları helal inancı ile işleyen kâfir olacağından o kimsenin imanı gitmiş olur. Bu hadis-i şerifin müminleri tehdit ve korkutma için varid olduğu da söylenilmektedir. Bir de utanma ve ar sahibi olanlar bu günahları işleyemezler denile­bilir. Çünkü helâl saymayarak nefsine Uyup bu günahları işleyenler, müminlik vasfını kaybetmezler.

 

1274- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e bal bozasından sorul­du. Şu cevabı verdiler: «Her sarhoşluk veren içki haramdır.»

Mütercim:

Bu hadîsi- şerif müctehid imamların delili olup kaynatılarak elde edilen ve çok içildiği zaman sarhoşluk veren bütün içkilerin haram olduğunu kabul etmişlerdir. Hububattan yapılanlar da böyledir. Yal­nız ceza uygulaması bakımından şarab ile diğer içkiler arasında fark vardır. Şöyle ki, bir damla dahi içilse, şarabdan dolayı ceza uygula­nır. Halbuki diğer içkilerin sarhoşluğundan dolayı ceza uygulanır. Bir de içkilerin necis olmalarında ihtilâf vardır. Şarabın ağır neca­set olduğunda ihtilâf yoksa da, diğer içkilerin hafif necaset oldu­ğunu kabul eden müctehidler vardır. Bu bilgi Mülteka metninden alınmıştır.

 

1275- Ebû Âmir EI-Eş'arî (Radıyallahu Anh) Hazretlerinden rivayet edilmiştir:

«Benim ümmetimden bir takım kavimler gelecektir ki, zinayi. İpek giymeyi, şarabı ve çalgıları helal kabul edeceklerdir. Yine bir takım kavimler bir dağın kenarına konacaklar. Çobanlar, hayvanla­rını otlatıp akşamleyin ağıllarına getirecekler. Kendileri nimet için­de yüzerken İhtiyaç sahibi bir kimse kapılarına varınca yarin gel! diyecekler: Allah Tealâ onları geceleyin helak edecek ve başlarına o dağı yıkacaktır. Bir kısmını da, kıyamete kadar maymun ve hınzır biçimine çevirecektir.»

Mütercim:

Alimlerin çoğu bu hadîs-i şerifin zahirine bakarak bu ümmetten de bazı kişilerin maymun ve domuz kılığına sokulacağına inanmış­lardır. Bir kısım alimler de bunların huylarının maymun ve domuz huyuna çevirileceğini söylemişlerdir. Şerkavî şerhinde bunun tafsi­lâtı vardır. îşte haramı helâl saymak ve nimete nankörlük etmek günahlarının cezası böyle kılık değiştirmek veya yere batmaktır.

 

1276- Hazreti Cabir (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, içlerinde içki yapılan kapların kullanılmasını da yasaklamıştı. Ashabı kiramın: Ya Resu-lallah, biz bu kaplan bazı ihtiyaçlarımızda kullanmak zorundayız, de­meleri üzerine Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyur­du:

«O halde kullanabilirsiniz.»

Mütercîm:

Bu kitabın başında geçen 37. sayılı hadîs-i şerifle içki kaplarını kullanmanın yasaklanması üzerine ashabı kiram dediler ki, ya Re-sûlallah! Bazı içeceklerimizin hazırlanması ve korunmasında bu kap­lara zarurî ihtiyacımız vardır. Bunun üzerine Hazreti Peygamber sarhoşluk veren içki kaplarının mubah olan meşrubat için kullanıl­malarına izin verdi ve eskiden konulmuş olan kullanma yasağının hükmünü kaldırdı. Mubah olan içecekler arasında boza; da sayılmak tadır. Ancak bozanın sarhoşluk verecek derecede ekşimemiş olması şarttır.

 

1277- Hazreti Cabir (Radıyaîlahu Anh) der ki:

Ashabın ünlülerinden Ebû Humeyd Es Sâidî, Akik vadisinde bu­lunan Nakî adındaki çiftlikten taze sağılmış 'süt hazırlayarak açık bir kap içinde Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e hediye getir­di. Hazreti Peygamber ona şöyle buyurdu:

«Keski bir odun parçası ile olsun, bu kabın üzerini örteydin.-

Mütercim:

İçlerinde yiyecek ve içecek bulunan bütün kapların örtülmesi ve kapanması sünnettir. Çünkü kapların örtülmesiyle içlerine zararlı maddelerin düşmesi önlenmiş olur. Hiç olmazsa bir odun parçasıyle örtülmesinin istenmesi, kapları örtme işinin önemine işarettir. Örtü­lürken de besmele getirilmesi sünnet olduğundan, kap üzerine her­hangi bir şey konarken besmele hatırlanır ve çekilir. Besmele getiri­len şeyde bereket olduğundan o kab şeytandan da korunmuş olur.

 

1278- Ebû Hüreyre (Radıyaîlahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Sağılır bir devenin muayyen bir zaman için fakire verilmesi

ve yine sağılır koyunun bir süre fakirin istifadesine bırakılması ne

güzel sadakadır. O hayvan ki, bir kap sabahleyin, bir kap da akşam

üstü süt verir...»

 

1279- Hazreti Cabir (Radıyaîlahu Anh) der ki: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri beraberle­rinde Hazreti Peygamber olduğu halde Medine'de Ebû Heysem adın­daki meşhur sahabinin bostanına girdiler. Bostan sahibi Ebû Hey-sem'e şöyle buyurdular: «Su kabında geceden soğutulmuş suyun varsa bize içir; değilse şu önümüzdeki akar suya ağzımızı dayar içe­riz.»

Ebû Heysem dedi ki, ya Resûlallah! Geceden sağûtulmuş suyu­muz vardır. Buyurunuz, çardağa gidelim, orada size ikram edeyim.

Beraberce çardağa (gölgeliğe) gittiler. Ebû Heysem su kırbasından bir miktar bir kâseye döktü ve üzerine de taze sağmış olduğu sütten ilâve ederek Hazreti Peygambere ve beraberinde olan Hazreti Ebû Bekir'e içirdi.    *

Mütercim:

Suyun soğutularak bir kap içinde iken içilmesinde veya akar su­lardan ve çeşmelerden avuç ve ağızla içilmesinde bir sakınca olma­dığına bu hadîs-i şerif delildir.

 

1280- Ününü Seleme (Had ıy ali ahu AnhaVden riv&fet edilmiş­tir:

«Gümüş kapdan su içen kimse, karnına cehennem ateşini gürül gürül akıtmış olur.»

Mütercim:

Gümüş kaşıklarla ve gümüş kaplardan yeyip içmenin haram ol­duğuna bu hadîs-i şerif delildir. Daha önceki hadis-i şerifte altın kaplar da ayni yasağa sokulmuş olduğundan aralarında haram olma bakımından fark yoktur.[52]

 

HASTALAR BAHSİ

 

1281- Ebû Saîd ve Ebû Hüreyre  (Radıyallahu AnhümaTdan rivayet edilmiştir:

«Diken batırılmasına varıncaya kadar müslümanlanın başına gelen musibet, meşakkat sıkıntı, üzüntü, eziyet ve keder gibi şeyleri, muhakkak Allah Tealâ o müslümanm günahlarına keffaret kılar.»

Mütercim:

İmam Gazali Hazretleri, müslümanın başına gelen musibetleri üçe bölmüştür. Birincisi, münafık olanlara gelen hastalık ve felâket­lerdir. Münafık bunlar için Cenabı Hakk'a itirazda bulunur. Ondan dolayı da çektiği hastalık ona azabdan başka bir şey olmaz.

İkincisi, sabırlı mümine gelen hastalıklardır. Mümin bunlara sabrettiği için sevab kazanır, günahlarına keffaret olur.

Üçüncüsü, şükraniyet makamında olana gelen hastalıktır. Gelen musibete karşı Allah'a şükür ve hamd eder. Böyle musibetler, onun derecesini yükseltmek içindir.

 

1282- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anh) dan rivayet edilmiştir:

«Müminin hali, yaş ekine benzer. Rüzgâr ona ne taraftan eserse,

rüzgâra uyarak meyleder. Rüzgâr gidince de doğrulup kalır,   Facir

(kâfir) ise kaskatı ve dik duran çam gibidir. Allah dilediği   zaman

onu kırar (artık doğrulmaz)

Mütercim:

Buharî'de bu hadis-i şeriften sonra «Allah Tealâ Hazretleri, sev­diği kulu, dünyada çeşitli musibetlerle müptelâ eder (derecesinin yükselmesi için musibetler günahlarına kefaret olur) «şeklinde riva­yet vardır.

 

1283- Abdullah bin Mes'ul (Radıyallahu Anh) der klî Ben, Pey­gamber SallaUahu Aleyhi ve SellenVin hastalığında ateşinin şiddetin­den mübarak vücudunun titrediğini görünce dedim ki:

__Ya Resûlallah! Bu derecede şiddetli hastalığınız, herhalde si­ze iki kat sevaba vesile olacaktır. Peygamber SallallahuAleyhi ve Sellem beni doğrulayarak şöyle buyurdu «Evet, Hiç bir müslüman yoktur ki, bir eziyete uğrasında, Allah onun günahlarını ağaç yap­raklarının dökülmesi gibi dökmesin.»

Mütercim:

Alimlerin çoğu, mümin kul büyük günahlardan sakındığı müd­detçe, musibetlerden dolayı günahlarının döküleceğini kabul etmişler­dir Yani hastalık ve musibetler sebebiyle ancak küçük günahlar bağışlanır. Günahların büyükleri ise ancak tevbe edip mağfiret dilemekle ve haklar ödenmekle bağışlanır.

 

1284- tbni Abbas (Radıyallahu Anhüma) der kiî

Bir kadın Peygamber Sallallahu Aleyhi- ve Sellem'in huzuruna geldi ve: Ya Resulallah! Beni sar'a tutuyor ve bu esnada üstün başım da açılıyor. Allah'a dua ediniz de uundan kurtulayım, dedi. Hazreti Peygamber ona şöyle buyurdu:

İstersen buna sabreder ve karşılığında cenneti kazanırsın. İster­sen seni iyileştirmesi için Allah'a dua ederim.»

Bunun üzerine kadıncağız:

— Ya Resulallah! Bu halime sabrederim; yalnız açılmamam için dua ediniz, dedi ve Hazreti peygamber de ona dua etti.

 

1285- Enes Hazretleri  (Radıyallahu AnhJ'nden    rivayet edil­miştir:

-Allah Tealâ buyurmuştur: Ben bir kulumu iki sevgili gözünden mahrum ettiğim zaman kul buna sabrederse, gözlerine karşılık ona cenneti veririm.* (sabır, belanın başında olursa makbuldür. Ümit kesildikten sonra sabrın faydası kalmaz.)

 

1286- Kasım bin Muhammed ibni Ebi Bekir (Radiyallahu An-hüm) der ki:

Birgün Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) şiddetli bir baş ağrısına yakalanmıştı. Ölümüne sebeb olacağını ifade eder şekilde «Vay ba­şım, ölüyorum!» deyince, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona şöyle buyurdu:

«Eğer ben sağ iken sen (bu ağrıdan) öleydin, senin için mağfiret dilerdim ve sana dua ederdim.» Bunun üzerine Hazreti Aişe son de­rece üzülerek sitem yollu Hazreti Peygambere:

— Vay başıma gelen! Vallahi, sanıyorum ki, siz benim ölümümü istiyorsunuz, dedi. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Hazreti Aişe'yi teskin etmek için şöyle buyurdu:

«Hayır, senin sandığın gibi değil. Ah başım I diyen benim. İçim­den geçti veya istedim ki, Ebû Bekir ile oğluna haber göndereyim ve (hilafet meselesinde) kendisiyle sözleşeyim ki, kimse lâf etmesin ve umutlu olanlar da umutlanmasınlar. Sonra düşündüm ki, nasıl olsa Allah, (ondan başkasını) kabul etmez ve müminler de reddederler veya Allah, (ondan başkasını) reddeder ve müminler de kabul et­mez.*

Mütercim:

Bu hadîs-i şerif Hazreti Peygamberin mucizelerinden olup Haz­reti Ebû Bekir'in hilâfetine de delil olabilir.

 

1287- Enes (Kadıyallahu AnhJ'den rivayet edilmiştir:

«Sakm sizden biriniz, çektiği acıdan dolayı ölümü istemesin. Eğer Ölümü istemek zorunda kalırsa desin ki: Allahim!    Yaşamak hakkımda hayırlı ise, bana sağlık ver; ölüm benim için  hayırlı ise canımı al!»

Mütercim:

Buradaki emir vücubü ifade etmeyip bu şekilde dua yapılabilece­ğine bir izin teşkil etmektedir.

 

1288- Ebû Hüreyre (Radıyallaiıu AnhKdan   rivayet edilmiştir: «Hiç kimseyi ameli cennete koyamaz.» Ashab sordular: Ya Resû-lallahS Sizi de mi ameliniz cennete koyamaz? Hazreti Peygamber şöy­le buyurdu:

«Beni de amelim Cennete sokamaz. Ancak Allah Teâlâ'nm lütfü ve rahmeti beni kaplarsa cennete girerim. Sizler dürüst olunuz ve mutedil .davranınız. Hiç biriniz ölümü zinhar temenni etmesin! iyi ki­şi ise iyiliği artabilir ve kötü kişi se pişmanlık duyup tevbe edebilir.»

 

1289- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki:

Bir hasta okunmak için, Peygamber .Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e getirildiği zaman ona şöyle dua ederlerdi:

«Ey insanların Rabbı! hastalığı gider ve şifa ver. Şifa veren an­cak sensin, senden başka şifa veren yoktur. Geride hastalık bırak­mayacak bir şifa ver!»[53]

 

TIP BAHSİ

 

1290- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Allah Teâlâ, indirdiği her hastalık için muhakkak bir şifa indir­miştir.»

Mütercim:

Tedavi görmek tevekküle engel değildir. Allah her hastalık için bir deva yarattığına göre onun aranması gerekir. Ancak şifayi ihsan eden Allah Teaîâ olduğuna inanmalıdır.

Bir de, şarab gibi haram olan şeylerle tedavi caiz değildir. Vü­cut dışında kullanılmalarında beis yoktur. Hayvanata bile yediri îip içirilmeleri doğru değildir:

 

1291- ibni Abbas (Radıyallahu Anhüma)'dan rivayet edilmiş­tir:

«Şifa üç şeydedir: Hacamat aletiyle kan almada, bal şerbetinde ve ateşle dağlamada. Ancak ben, (başka çare bulunursa) ateşle dağ­lamaktan ümmetimi menederim.»

 

1292- Ebû Saîd El-Hudrî (Radıyallahu Anh) der ki:

Bir adam Peygamber Saİlallahu Aleyhi ye Sellem Hazretlerine gelerek: Ya Resûlallahl Benim kardeşim karnından şikâyet ediyor, ishali vardır, ne yapalım? diye sorunca, Hazreti Peygamber şöyle buyurdular:

«Ona bal (şerbeti) içir!» Bir müddet sonra adam gelip: Ya Re-sûlallah, emriniz üzere ona bal içirdim; fakat hastalığı geçmedi, de­di. Hazreti Peygamber ikinci defa-. «Ona bal şerbeti içir!» buyurdu. Adam gidip tekrar döndü ve eski sözünü tekrarladı. Hazreti Peygam­ber üçüncü defa:

«Ona bal içir!» buyurdu. Adam dördüncü defa gelip, ilâcı yap­tım, fakat fayda vermedi, dedi. Bunun üzerine Peygamber Sallalla­hu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

«Allah sözünde doğrudur (balda şifa vardır); fakat senin kar­deşinin karnı yanılıyor. Sen ona bal içir!» Adam gidip hasta olan kardeşine tekrar bal İçirince, iyileşti.

Mütercim:

Bal şerbetinin bir, iki ve üçüncü defalarda fayda vermemesinin sebebi, yetecek miktar içilmemiş olmasındandır. Yoksa Hazreti Pey­gamberin tedavi edişleri kesindi. Tıp kitaplarına göre, bal ateş veren bir ilaç olduğundan bütün soğukla ilgili hastalıklarda çok faydalı­dır.

Müfessirler, Kuran-i kerimde bal hakkında geçen «Onda işfa vardır» ayetini tefsir ederlerken bazı hastalıklar murad edilmekte olduğunu söylemişlerdir.

 

1293- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha)'dan rivayet edilmiş­tir:

«Gerçekten şu kara tanecik (çörek otu) samdan (ölümden) başka her şeye şifadır.» Ben, sam nedir? diye sordum. Hazreti Pey­gamber:

«Ölümdür.» buyurdu.

Mütercim:

Çeşitli sebeplerden meydana gelen hastalıklara çörek otunun fayda ve şifa verdiğini doktorlar kabul etmektedir. Bazı ilâçlara karıştırılarak muhtelif hastalıklar için kullanılır.

Çörek otu döğüîerek bal ile macun yapıldıktan sonra sıcak su ile içilirse mesanedeki taşları eritir. Beş gram çörek otu su ile içilir­se, nefes darlığına fayda verir. Çörek otundan 5-7 tane döğülüp zey­tin yağı ile karıştırılıp süzüldükten sonra nezleli olanın burnuna çekilir ve içilirse nezle hastalığı gider.

 

1294- Ümmü Kays (Radıyallahu AnhdVdan rivayet edilmiş­tin

«Siz, bu Üd-i Hindiye (topalak otuna) devam ediniz; çünkü bunda yedi çeşit şifa var. Bademcik hastalığı için buruna (enfiye gi­bi) çekilir. Zatülcenb hastalığı için su ile karışık içilir.»

 

1295- Hazreti Enes {Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Kullandığınız devanın en iyisi (bilhassa sıcak    bölgeler için) kan aldırmak ve topalak otunu kullanmaktır. Çocuklarınızın boğa-

zmdaki bademcikleri ezip onlara eziyet vermeyiniz. Topalak otunun tozunu burunlarına çektiriniz.»

Mütercim:

Hadîs-i şerifte «Kust» olarak adı geçen ot bir k&ç nevidir. Biri Kust-i Hindidir ki siyah renkte, tatlı ve hafif olur. Bir nevi de Kust-i Sami'dir. Şimşir ağacına benzer, güzel kokusu vardır. Bir de Kust-i Bahrî'dir. Bu ak renkte olup hoş kokusu var; fakat tadı acıdır.

 

1296- İbni   Abbas   (Radıyallahu   AnhümaJ'dan   rivayet edil­miştir:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu:

«Bana bütün ümmetler gösterildi. Peygamberler, beraberlerin­de grupları olduğu halde birer, ikişer geçtiler. Yanında hiç kimse bulunmayan peygamber vardı. Nihayet bana büyük bir kalabalık gösterildi. Kim bunlar, benim ümmetim mi? dedim. Bu kalabalık Musa kavmidir, denildi, sonra, ufka bak! denildi. Birden ufku doldu­ran bir kalabalık gördüm. Sonra, gök ufuklarının şurasına ve şura­sına bak! denildi. Birden ufku dolduran bir kalabalık gözüme ilişti. Denildi ki: İşte senin ümmetin. Bunlardan yetmiş bin kişi hesaba çekilmeksizin cennete girecektir. Onlar muska ve afsun yapmayan, şu veya bu hadiseyi  uğursuz saymayan, ateşle dağlanmayan    ve Rablerine tevekkül eden (bel bağlayan) kişilerdir.»

Mihsan oğlu Ükâşe dedi: Ben onlardan biri miyim? ya Resûlal-lan! Hazreti Peygamber: «Evet (sen onlardansın)!» buyurdu. Başka birisi kalkıp: Ben de onlardan mıyım? dedi. Hazreti Peygamber ona:

«Ükâşe, bunda seni geçti.» buyurdu,

Mütercim:

İkinci olarak kalkan adamın Sa'd bin Ubade olduğu rivayet edi­lir. Eğer Hazreti peygamber buna da evet cevabını vermiş olsaydı, onun arkasından herkes kalkıp ayni şeyi isteyeceklerdi. Buna mey­dan vermemek için Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem sözü kesmiş oldu.

Tedavi için zahirî sebeplere baş vurmak gerekli ise de, aslında Allah'a tevekkül ederek şifayi Allah'dan beklemelidir. Bu inançla, tedavi usullerine baş vuranların hareketi yerindedir ve tedaviye baş vurmayanlardan da dereceleri daha düşük değildir.

 

1297- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anhî'dan rivayet edilmiş­tir»

«Hastalıklar (Allan'in izni ve takdiri olmadan) bulaşmaz, şu veya bu hadiseyi uğursuz saymak, baykuş uğursuzluğu. Sefer ayı uğursuzluğu yoktur. Ancak cüzzam hastalığına yakalanandan, as­landan kaçtığın gibi kaç.»

Mütercim:

Her şeyde tesiri yaratan Allah'dır. Bazı hastalıklar bulaşıcı ise de bu bulaşmayı yaratan ve ona sebep bağlayan yine Aîlah'dır. Ateş yakar, kılıç keser; fakat gerçekte bunlarda o kuvveti yaratan Al-lah'dir diye inanç beslemelidir. Diğer taraftan cüzzamlıdan kaçınıl­ması emredildiğine göre; bu hastalıkta bulaşıcılık olduğu anlaşıl­maktadır. Fakat yine onun bulaşması kendi tesiri ile değil, Allah'ın takdiri iledir.

 

1298- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh) der kis

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, «Hastalık, (Allahm takdiri olmadan) bulaşmaz.» buyurunca bir bedevi söyle dedi:

— Ya Resûlallah! Benim geyikler gibi sapasağlam kırda dola­şan develerimin arasına dışardan uyuzlu bir deve girerse onları uyuz eder. Halbuki siz hastalık bulaşmaz, buyurdunuz?

Hazreti Peygamber şu cevabı verdiler:

«tik deveye hastalığı geçiren kimdir?» Yani, ilk uyuz illetine yakalanan deveye o hastalık bulaşmakla geçmemiştir. Önce o has­talık Allah'ın takdiri ve kudreti ile olduğuna göre, her hayvanda da hastalık ayni şekilde olur. Vasıtalar asıl hastalığı yapmaz. Demek ki, senin bu develerinin uyuz hastalığına yakalanmaları yine Al­lah'ın kaza ve kaderi iledir.

Mütercim:

«Sakın hasta hayvanın yanma sağlam hayvanı getirme» mealin­deki hadisi şerifte açıklama gelecektir.

 

1299- Hazreti Enes (Radiyalla.hu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Taun (veba)  hastalığı her müslüman için şehitlik rütbesidir.»

(Taun hastalığı, yaralanıp ölen şehidin çektiği acı ve ızdırab gibi tesir bıraktığından onların kavuştuğu mertebeye veba sebebiyle ölenler de erişir,)

 

1300- Ümmti Seleme (Radıyallahu Anha) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem benim evimde iken, yü­zünde kara ve kızıl yahut sarı renk karışığı olan bir kızı görünce şöyle buyurdu:

«Şu kıza nazar değmiş, Onu afsunlayınız.»

(Nazar hastalığına karşı tütsü ve efsun gibi şeyler yapılmasının caiz olduğuna ve göz değmesinin hak olduğuna bu hadîs-i şerif delildir.)

 

1301- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha)  der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir hastayı okuduğu za­man: «Bismillah, Ülkemizin toprağı kimimizin tükürüğü ile karışır ve hastamız, Babbİmizin izniyle şifa bulur.»

Mütercim:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem önce mübarek işaret parmağını ağzına koyup tükürükle ısladıktan sonra toprağa değdi-rir ve ondan sonra hastanın ağrıyan yerine sürer ve bu duayı okur-' du. İnsanın asıl mayası ve yaratılış maddesi toprak ve su olduğu için, bunlardan hayat veren Allah Teaîâ, hastalıklara da bunlarla şifa verir. Hazreti Peygamberin yaptığı gibi hareket edilerek onun duası hastaya okunursa Allah'ın izni ile hasta şifa bulur.

 

1302- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir: «Uğursuzluk sayma (kötüye yorma)  yoktur. En iyisi fal (iyim­serlik) dir.» Ashab sordular ki, fal nedir? Hazreti Peygamber şu ce­vabı verdi: «Sizden birinizin işittiği (ve iyimserlik uyandıran) yararlı sözdür.»

Mütercim:

Cahiliyet zamanında bir adam yolculuğa çıkınca onun sağ ta­rafından bir kuş.uçtu mu, onu hayıra yorardı. Sol taraftan uçarsa kötüye yorardı. İşte buna «Tıyere» denirdi. îslâmda bunun yeri ol­madığını Hazreti Peygamber «Tıyere yoktur» buyurarak o adeti kal­dırmıştır. Fakat işitilen güzel sözün iyiliğe yorumlanabileceğini be­yan buyurmuşlardır. Meselâ, yolculuğa çıkan bir kimse, başka bir adamdan: Ey yol gösteren, ey insanların öncüsü, ey hayır sahibi gibi güzel sözler işitirse, bunlar iyiliğe yorumlanabilir. Bu da kesin bir şey değildir. Bu itibarla yolculuk maksadıyla evinden dışarı çıkanın bazı sebepleri kötüye yorumlayarak evine geri dönmesi mekruhtur.

 

1303- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh) der kij

Hüzeyi kabilesinden iki kadın kavga ettiler. Onlardan biri ha­mile olan diğerinin karnına taş ile vurarak karnındaki çocuğu öl­dürdü. Bunlar Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in huzurunda muhakeme edildiler. Hazreti Peygamber onlar arasında şöyle hüküm verdi-.

«Hamile kadının karnındaki çocuğun diyeti, ğurre, bir köle ve­ya bir cariyedir. «Sonra bu şekilde hüküm giyen kadının  (kocası):

— Ya Resûlallah! Yemeyen, içmeyen, konuşmayan ve hayat be­lirtisi göstermeyen bir cenin için diyet ödemeye nasıl mahkûm edilirim. Onun gibisi, hükümsüz sayılır dedi. Bunun üzerine Hazreti Peygamber: «Şüphesiz bu adam, kehânet yapanlardandır.» buyur­du. Fakat yine de Hazreti Peygamber, ona bu yorumundan dolayı ceza vermedi. Ancak diyet ona ödettirildi.

 

1304- İbni Ömer (Radıyallahu Anhüma)   der ki: Medine'nin doğusunda oturan ve Arab hatiplerinden olan iki adam, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in huzurunda hitabet (nutuk) yarışmasında bulundular. Orada bulunanların hepsi, bu ıkı adamın güzel konuşmalarına hayran oldular. Bunun üzerine Haz­reti Peygamber:                                                                       «Anlatışın da büyüleyeni vardır veya bazı anlatışlar büyüleyi­cidir.» buyurdu. Böyle güzel ifadeler, sihir gibi insana tesir eder.

Mütercim:

Bu hadis-i şerifte belagat üzere  söylenen kelâma sihir adı ve­rildiğinden bazı alimler böyle tesirli sözler söylemenin iyi bir iş olmadığına hükmetmişlerdir. Ancak helâl olan sihirdir, demişlerdir. Doğrusu bu hadîs-i şerif, böyle tesirli sözlerin iyi veya kötü olduğu­na delil gösterilemez. Sözün en iyisi, kısa ve faydalı olandır. Buna dair de hadîs-i şerif vardır: «Bana derli toplu (lafızları az, manaları çok) sözler verildi.»

 

1305- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anhîdan rivayet edilmiştir:

-Sakın hasta deve, sağlam devenin yanına sokulmasın.» Ebû Hüreyre, hastalıklarda bulaşıcılık yoktur, mealindeki Ük rivayetini inkâr etmiştir.

Mütercîm:

Bazı hastalıkların tabiatları gereği Allah'ın izni ile başkalarına geçtiğine en büyük delil bu hadîs-i şeriftir. «Hastalıklarda bulaşma yoktur,» hadîs:i şerifi ile bu hadîsin ravisi Ebû Hüreyre olduğu hal­de, Ebû Hüreyre önceki hadîs-i tamamen inkâr etmiştir. Önce «Has­talıklarda bulaşma yoktur» hadisini rivayet etmişken, her nasılsa bu rivayetini tamamen unutmuş. Halbuki diğer hususlarda bu duru­ma düştüğü olmamıştır. Bununla beraber İlk hadisi anlattığı za­man çok kimseler onu kendisinden işittikleri için onların rivayeti ile sahih hadîs kitaplarına geçmiştir.

 

1306- Ebû Hüreyre  (Badiyallahu An)'den rivayet edilmiştiri

«Kim kendini bir dağın tepesinden aşağı- atarak Öldürür İse o kişi cehennemliktir ve cehennemde .temelli, ebedi ve sonsuza dek yuvarlanacaktır. Kim de zehir içerek kendini öldürürse, zehiri elin­de olduğu halde onu cehennemde temelli, ebedî ve sonsuza dek yu-dumlayacaktir. Kim de bir demirle (kesici bir aletle) kendini öldü­rürse, demiri elinde olduğu halde onu cehennemde temelli, ebedî ve sonsuza dek karnına saptayacaktır.»

Mütercim:

Bu hadîs-i şerifte varit olan tehdit ve azabla korkutma üzerinde "alimler değişik açıklamalarda bulunmuşlardır. Bazılarına göre, in­tihar etmeyi helal sayarak kendini öldüren kimse kâfir olacağından ebedî olarak cehennemde kalır. Bazılarına göre de, mümin olduğu halde intihar eden, uzun müddet cehennemde kalacaktır. Fakat bir­kaç defa tekid edilerek ebediyyen cehennemde kalacağı ifadesine bakılırsa, intihar edenin akıbetinden korkulur. İntihar, şirkten son­ra gelen en büyük günahtır.

 

1307- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiş­tir:

«Birinizin tabağına kara sinek düşerse onu iyice batırsın ve son­ra çıkarıp atsın, çünkü onun kanatlarının birinde dert ve diğerinde deva vardır.»[54]

 

GİYÎM (elbise)  B AHSÎ

 

1308- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anh)   'dan rivayet edilmiş­tir:

«İzann (şalvarın)  topuklardan aşağı sarkan    (ve yere   sürü­nen) kısmı cehennemdedir.»

Mütercim:

Belden aşağı giyilen elbiseye izar denilir. Böyle elbiseler yerlere sürünecek şekilde topuklardan aşağı sarkması, kibir ve azametten dolayı ise bu haramdır. Böyle bir maksat taşımıyorsa, temizliğe aykı­rı ve israfa olacağından tenzihen mekruh sayılır.

 

1309- Ebû Zer (Kadıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: «Hiç bir kul yoktur ki, Lâ ilahe İllallah desin de sonra bu iman üzere Ölsün ve cennete girmesin (muhakkak o kimse cennete girer). Ben, zina etse de, hırsızlık yapsa da mı? dedim. Hazreti Peygamber: «Zina da etse, hırsızlık da yapsa (girer).» buyurdu. Ben yine: Zina etse, hırsızlık yapsa da mı? dedim. Hazreti Peygamber: «Zira da et­se, hırsızlık da yapsa» buyurdu. Ben tekrar:

— Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı? dedim. Hazreti Peygam­ber: «Zina etse ve hırsızlık da yapsa Ebû Zerr'e rağmen (Cennete gi­recektir).» buyurdu.

Mütercim:

Ehli sünnet inancına göre, "bir mümin imanını kaybetmedikçe, her ne kadar günah işlemiş olsa bile ebedî olarak cehennemde kalmaz. Günah işlemiş olanlardan bir kısmı Allah'm mağfiretine uğrayarak azab çekmeksizin cennete girerler, Allah dilediğini bağışlar; ancak kul hakları varsa onlar için. ceza vardır. Tevbe etmeksizin ölen bazı günah sahipleri de azablarını çektikten sonra yine cennete girerler. Kul hakları için ölmeden önce helallaşmak veya haklan ödemek ge­rekir.

Bununla beraber, Allah dilerse hak sahiplerini ahirette memnun ederek dilediği kullarını azaba uğratmadan cennete koyar.

 

1310- îbni Zübeyr   (Radıyallahu AnhJdan rivayet  edilmiştir-. «Dünyada ipek elbise giyen erkek, onu ahirette giyemiyecek-tir.»

Mütercim:

Erkekler için haram olan saf ipek ve atlas gibi elbiseleri dünya­da giyenler, ahirette böyle, elbiselerden mahrum kalacaklardır. Bu hadîsi şerifin manası üzerinde alimler ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmına göre, mümin olarak bu elbiseyi giyenler ahirette cennete girecekleri halde orada bu elbiseden mahrum kalacaklardır.

Bir kısım alimler de, ipek kumaşı helâl kabul ederek giyenler ce­hennemlik olacağından onlar bu cennet elbisesini giyemiyeceklerdir, demişlerdir. Bir kısmına göre de, bu hadîs-i şerif ipekten sakındırma ve korkutma mahiyetinde olarak varid olmuştur.

İpek elbise kadınlara helal olduğu için bu yasağın onlara şümulü yoktur. İki imama göre, savaşta bazı yararlı sebepler için askerlerin ve mücahidlerin ipek giymesinde bir sakınca yok ise de, İmam Azam'a göre alâmet ve işaret yerinde dört parmaktan ziyade kulla­nılması tahrimen mekruhtur. Fakat çözgüsü ipek, ağacı pamuk olursa giyilebilir. Aksi halde mekıuhtur.

 

1311- Enes (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştin «Sizden birinin ayakkabısını giyerken sağdan başlasın ve çıka­rırken soldan başlasın ki, sağ ayak, ayakların ilk giydirileni ve son çıkarılanı olsun.»

Mütercim:

Şeref ve önemi olan her işte sağ el ve sağ ayak ilk olarak kulla­nılır ve böyle işler sağ ile yapılır. Sümkürmek ve taharet gibi işler ise sol elle yapılır. Her iki elin veya her iki ayağın iştiraki ile olacak işlerde önce sağ ile işe başlanılır ki, bu müstahabdır.

 

1312- Hüreyre (Radıyallahu AnhVden rivayet edilmiştir.

«Herhangi bîriniz, tek ayakkabı ile dolaşmasın, ya ikisi de giyili veya ikisi de çıplak olsun.»

Mütercim:

Ayağın biri giyinik, diğeri çıplak olarak yürümek insanlar naza­rında çirkin bir hareket olduğu gibi, böyle yürümekte de bir denge­sizlik vardır. İnsanın vakar ve heybetine de aykırı düşer.

 

1313- Enes (Radıyallahu  Anh)'den   rivayet  edilmiş* ir: «Ben gümüşten mühürlü yüzük edindim ve ona Allah'ın  Resulü

Muhammed mührünü kazdırdım. Hiç kimse bu (bana ait)  mü hürü

taklit etmesin.»

Mütercim:

«Muhammed Resûlüllah» imzası yalnız Hazreti Peygambere ait­tir, Bu unvanı hiç kimse kendi mühüründe kullanamaz. Çünkü Haz­reti Peygamberin imzalamış olduğu mektup ve vesikalara başka sah­te imza karışması ancak böyle önlenebilir. Herkes, kendine mahsus gümüşten bir mühürü yüzük edinebilir. Erkeklerin sağ elin küçük parmağına yahut yüzük parmağına Cserçe parmakla orta parmak ara­sındaki parmağa takmaları müstahabdır. Sol elin yüzük parmağına da takılabilir. Orta parmakla işaret parmakların takılmasında tenzih yollu kerahet vardır. Bir de yazılı olan kısmın elin iç tarafından bulun­ması evlâdır.

 

1314- İbni Abbas (Radıyallahu Anhüma)'dan rivayet edilmiş­tir:                                                                                       

«Kendilerini (giyim-kuşam ve hareketleriyle) kadınlara benzeten erkekleri ve kendilerini erkeklere benzeten kadınları evlerinizden çı­karın, kovunuz.»

(Kadın elbiseleri giyip kadınlar gibi süslenen ve onların konuşma ve hareketlerine kendini uyduran erkeğe «Muhannes» denilir. Kadın­lardan da ayni şekilde kendilerini erkeklere benzetenlere «Müterecci-le denilir. İşte bunların her ikisine Hazreti Peygamber lanet etmiş­tir ve onların evlerden kovulmasını emretmiştir. Hazreti Peygamber, böyle erkek kıyafetine bürünen Binti Gaylân adındaki bir kadını ve kadın kılığına giren Enceşe adındaki siyah bir köleyi kendi saadet-hanelerinden kovmuştur.

 

1315- İbni Ömer (Radıyallahu Anhüma)'dan rivayet edilmiş­tir:

«Allah'a şirk koşanlara aykırı olunuz, sakallarınızı uzatıp, bıyık­larınızı kesiniz.»

Mütercim:

Sakalın bir kabza (tutam) miktarından çok olan kısmını al­makta bir kerahet yoktur. Bıyıklar ise, dudakların kırmızılığr tama­men meydana çıkıncaya kadar kısaltılır. Bundan çok uzatılmalarında kerahet vardır. Bu hadîs-i şeriften bıyıkların büsbütün traş edilme­leri gerektiği anlaşılmaktadır. Çünkü bıyıklar hakkındaki emir, kö­künden bıyıkları yok ediniz manasını taşımaktadır. Fakat İmam Ma­lik Hazretleri bıyıkların traş edilmesini bir nevi uzuv (organ) kesil­mesi sayarak bıyıkların traş edilmesine cevaz vermez. Diğer imamlar dudakların kırmızılığı görününceye kadar kısaltılmalarını müstahab görmüşlerdir. Ancak heybet ve yiğitlik ifadesi maksadıyla savaşan asker ve mücahidler bıyıklarını kısaltmayarak uzatabilirler. Diğer erkeklerin kısaltmaları sünnettir. Sakalın uzatılması ise sünnettir, kabzadan az olmasında kerahet vardır. Ayrıca başın tamamen traş edilmesinde bir kerahet yoktur.'

 

1316- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anhî'dan rivayet edilmiştir:

«Yahudilerle Hıristiyanlar sakallarını boyamazlar,* siz onların ak­sini yapınız (sakallarınızı boyayınız).»

Mütercim:                                                                .

Kına ve ketem denilen ot yaprağı ile yahut bunların karışımı ile saç ve sakalları boyamak, ak saçlı olanlar için müstahabdır. Kına kırmızıya, ketem sarıya ve her ikisinin karışımı da siyaha yakın ko­yu bir renk verir ve en güzeli olur.'Sırf siyaha boyanması mücahid-lerden başkası için caiz değildir. Bir de karısı genç olanların ünsiyet ve muhabbetin devamı için saç ve sakallarını siyaha boyamaları caiz­dir, demişlerdir.

 

1317- tbni Ömer (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Bu tasvirleri (heykelleri) yapanlara kıyamet gününde muhak­kak azab edilecektir. Kendilerine yarattıklarınızı diritiniz, denile­cektir.»

Mütercim:

Canlı varlıkların tasvirlerini yapmak haramdır; fakat canlı ol­mayan ağaç ve manzara resimleri caizdir.

 

1318- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu AnhJ'dan rivayet edilmiştir:

«Allah Tealâ buyurur ki: Benim yaratıklarımın benzerini (tas­virlerini) yaratmaya kalkışandan daha küstah kim olabilir! Güçleri yetiyorsa bir habbe (tane yaratsınlar, W zerre (atom) yaratsınlar.»

Mütercim:

Canlı varlıkların tasvirlerini yapmak haramdır; fakat gölgesi düşmeyen resimleri' çizmenin haram olmadığı    insanlar arasında yaygındır. Bu sözün dayanağı da yine Buharîde olan «Kumaş ve elbi­seler üzerine çizilen resimlerde beis yoktur» mealindeki hadîs-i şerif­tir. Buharîde bu hadîs kuvvetli ve sahih .olduğundan eşyalar üzerine çizilen resimler istisna edilmiştir.[55]

 

EDEB VE SILA-1  RAHİM BAHSİ

 

1319- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh) ler ki:

Bir kimse, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in huzuruna gelerek:

— Ya Resülallah! İnsanlar içinde benim iyilik etmeme en çok lâ­yık olan kimdir? dedi. Hazreti Peygamber:

«Annendir!» buyurdu. Adam sordu: — Sonra kimdir? Hazreti Peygamber: «Annendir!» buyurdu. Adam yine sordu: — Sonra kim­dir? Hazreti Peygamber: «Annendir!» buyurdu. Adam dördüncü de­fa: — Sonra kimdir? diye sorunca, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem:

«Babandır!» buyurdu.

Mütercim:

Bazı alimler bu hadîs-i şerifin zahirine bakarak anne hakkının baba hakkından üç derece daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Fa­kat Şafiî mezhebinde baba ile annenin haklan ve kendilerine iyilik etmek hususları eşittir. Diğer taraftan annelerin gebelik, doğum, ço­cuk emzirme v& yetiştirme bakımından çektikleri eziyetler, babanm-kinden daha çok olduğu için daha fazla mükâfata hak kazanmaları da söylenebilir.

 

1320- tbni Ömer (Radıyallahu Anhüma) 'dan rivayet edilmiş­tir:

«Kişinin kendi ana ve babasına lanet etmesi, büyük günahların en btiyüğündendir. Şöyle ki:- Bir adam, başka bir adamın babasına söver, Sövülen adam da şovenin babasına ve anasına söver.» (Böylece

baba ve annesini sövdürmüş olur.)

 

1321- Cübeyr ibni Mut'İm (Radıyallahu Anh) rivayet eder:

Sılâi- rahmi (Akrabalara iyilik edip onlarla ilgilenmeyi) ke­sen kimse cennete girmez.»

(Silâi rahmi kesmenin, helâl olduğuna inanarak bunu yapan ya­hut hiç bir sebeb olmaksızın sıla'yi kesen, ilk cennete girenlerle be­raber cennete giremez şeklinde yorumlanır.)

 

1322- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Rahim (akrabalık), ilahî rahmetin sarmaşmış köklerinden bi­ridir. Allah Teâlâ (rahme) şöyle buyurmuştur: Kim sana yakınlık gösterirse ben de ona yakınlık gösteririm ve kim seninle alakasını keserse ben de onunla alakamı keserim.»

(Sılâ-i rahim, mümkün olduğu takdirde bizzat hısım ve akraba­yı ziyaret etmek ve onlarla ilgilenmek ve elden gelen yardımı yap­mak suretiyle olur, Değilse, mektup ve haberleşme suretiyle yapılır.)

 

1323- Amr binâs (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Benim babamın akrabası, velilerim değildin ancak benim ve­lim Allah'dır ve müminlerin salihleridir. Lâkin onlar (babamın ak­rabaları) İçin akrabalık hakkı vardır ve ben bu hak sebebiyle onlar­la ilgilenirim.»

 

1324- Abdullah  (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Sıla (nın faziletli olanı), karşılık olarak yapılan değildir. Fa­kat sıla, akrabalık bağlan kopan İd ığı  zaman onları bağlamaktır.»

Mütercim:

Sıla, yakınlık göstermek, ilgilenmektir. Bu sıla hususunda insan­lar ûç kısımdır:

1- Birincisi «Muvasıl» dır ki, kendisine ilgili    gösterilmediği halde ilgi gösterendir. İşte asıl sıla budur.

2- İkincisi «Mükâfî» dir ki, kendisine gösterilen ilgiye misliy­le mukabele edendir. Buna sıla denmez.

3- Üçüncüsü «Kâtı = İlgiyi kesen» dir ki, kendisi herkesden alır; fakat kimseye bir şey vermez.

Bir de vardır*ki, kendisine çok az bir şey verildiği zaman ona fazlasıyle mukabele eder. Böyle kimse de birinci kısma dahil olur. Bunların gönül rızası ve hoşluğu ile verilmesi gerekir. Fakat bazı maddi menfaatler için olursa, iyilikler Allah katında makbul olmaz, belki vebali olur.

 

1325- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e bir a'rabl : — Siz ço­cukları öpüyorsunuz; fakat biz çocuklarımızı öpmeyiz, dedi. Bunun üzerine Hazreti Peygamber ona şöyle buyurdu:

«Allah, senin kalbinden merhameti soyup almışsa ben sana ne yapabilirim.»

Mütercim:

Çocukları öpmek, merhamet ve şefkatten ileri gelir. Çocukları öpmeyenlerde bu merhamet duygusu yok demektir. Allah tarafın­dan kalblerden çıkarılan merhameti de kimse geri çeviremez. Bun­dan anlaşılıyor ki, hadisi şerifte çocukları sevmeye teşvik vardır.

 

1326- Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e Havazin kabilesinden bir takım esirler gelmişti. Bu esirler arasında bir kadın vardı ki, çocuğunu kaybettiği için göğüslerinde biriken sütü rasgele çocukla­ra emziriyordu. Sonra o kadın esirler arasında kendi çocuğunu bu­lur bulmaz onu kucaklayıp bağrına bastı ve onu emzirmeye başladı. Hazreti Peygamber, ve kadının böyle şefaktle çocuğuna sarılmasını görünce bize şöyle buyurdu:

«Şimdi şu kadının çocuğunu ateşe atabileceğini, sanar mısı­nız?» Biz de dedik: — Bu kadının elinde oldukça çocuğunu ne ken­disi ateşe atar ve ne de ona ateş dokundurur. Bunun üzerine Hazre­ti Peygamber: «îşte kendi çocuğuna bu derecede şefkatli ve merha­metli olan kadından Allah Tealâ Hazretleri kullarına daha çok mer­hametlidir.» buyurdu.

 

1327- Ebû Hüreyre  {Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Allah Tealâ Hazretleri, rahmeti yüz bölüm olarak yarattı. Bunlardan doksan dokuz bölümünü kendinde tuttu ve yeryüzüne de bir bölümünü indirdi. İşte bu bir bölüm ile yaratıklar birbirlerine merhamet ederler; hatta yavrusunu çiğnemesin diye at ayağını kaldırıp yavrusundan uzaklaştırır.»

 

1328- Üsame bin Zeyd (Radıyallahu Anh) der ki: Çocukluğumda Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem beni bir dizine ve Hazreti Hasanı da öteki dizine oturturdu. Sonra her iki­mizi de bağrına basarak bizi kucaklaştırır ve şöyle buyururlardı.

«Allahım! Bu çocukları esirge; ben de onları esirgiyorum.»

Mütercim:

Üsame hazretleri, Hazreti Hasan'dan birkaç yaş büyük ise de, Hazreti Peygamberin mübarek dizleri üzerine oturamayacak kadar büyük yaşta olmasa gerektir. Yahut dizlerinin yanında oturmuş ol­dukları da hatıra gelebilir.

 

1329- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem namaza durdu ve biz de cemaat olarak ona uyduk. Sonra namaz içinde bir Arabi (Zül-cevhere El-Yemanî): Allahım! Bana ve Muhammed'e rahmet et! bizden başkasına merhamet etme, diye dua etti. Peygamber Sallalla­hu Aleyhi ve Sellem selâm verip namazdan çıkınca o Arabi'ye şöyle buyurdu:

«Gerçekten sen, geniş (ve hudutsuz olan) Allah'ın rahmetini kısıtladın. (Allah'ın rahmeti herkese şamildir, onu yalnız ikimize tahsis etmen doğru değildir).»

 

1330- Nüman bin Beşir (Radıyallahu Anh)'den rivayet edil-miştir:

«Bütün müminleri, birbirlerine acımada, birbirini sevmede ve birbirine yardım etmede tek vücut gibi görürsün. O vücudun azala­rından biri hastalanınca, vücudunun diğer azaları onun uykusuzlu­ğuna ve sızısına katılırlar.»

 

1331- Hazreti Enes! (Radıyallahu Anh) 'den rivayet edilmiş­tin

«Herhangi bir müslüman bir ağaç diker de o ağaçtan bir insan yahut bir hayvan yerse, muhakkak o müslüman için bir sadaka olur.»

 

1332- Cerîr   (Radıyallahu Anh) 'den rivayet edilmiştir: •Merhamet etmeyen kimseye merhamet edilmez.»

 

1333- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) 'den rivayet edilmiş-tln «Cibril bana komşu hakkında o denli tavsiyelerde bulundu ki, komşuyu (komşuya) mirasçı kılacağım sandım.»

Mütercim:

Komşu üç kısımdır. Biri, yalnız komşuluk hakkı bulunan kafir komşudur. Biri de, hem komşuluk ve hem de islâm hakkı bulunan komşudur. Öteki de, hem müslüman, hem akraba olan komşudur.

 

1334- Ebû Süreyh ve Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anhüma) derler ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem:

«Vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz.» diye üç kere yemin etti. Bunun üzerine kendisi­ne:

— Ya Resûlallah! Kimdir o iman etmemiş olan? diye soruldu Şu cevabı verdiler: «Komşusu kötülüğünden emin olmayan  kişi...»

(Komşusuna eziyet ve cefa edenin imanı tam olmaz, kemal üze re bulunmaz. Yahut ettiği zulüm ve cefayı helâl kabul ederse ima­nım yitirir.)

 

1335- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anhî'den rivayet edilmiştir!

«Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse komşusuna eziyet etmesin. Allah'a ve ahiret gününe iman eden, müsafirine ikram etsin. Allah'a ve ahiret gününe iman eden, hayırlı söz söylesin ya­hut sussun.» (Kâmil iman sahibi bu hasletlere sahip olacağından bunları her mümin gözetmelidir. Bir de müsafirin hakkı üç gece ağırlanmaktır.)

 

1336- Çabir (Radıyallahu Anhî'den rivayet edilmiştir:

«Her iyi davranış sadakadır.» (Tatlı bir söz, iyi bir davranış karşılığında insan, vermiş olduğu sadaka sevabı gibi sevab kazanır. Hatta bir mümin kardeşinin yüzüne güler.yüzle bakması da bir iyi­lik ve sadaka yerine geçer).

 

1337- Hazreti Aişe (Badıyallahu Anha) der ki:

Yahudilerden bir kaç kişi, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sel-lem'in huzuruna gelip «sîze ölüm» demek olan «Essamü Aleyküm» dediler. Ben de onlara: «Ve aleykümüssamü ve'1-Lânetü = Ölüm ve Allah'ın laneti size olsun!» dedim. Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana şöyle buyurdu:

«Yavaş ol, ey Aişe! Muhakkak ki Allah Tealâ bütün işlerde yu­muşaklığı sever. Ben onlara, Ve Aleyküm = size olsun, demiştim.»

Mütercim.

Es-gam kelimesinin manâsı ölümdür. Yahudiler, Essamü Aley­küm, diyerek selâm veriyorlarnuş gibi gözükerek Peygambere ölüm­le beddua ettiler ve Peygamber    Sallallahu Aleyhi    ve Sellem de. «ve Aleyküm = Size olsun» buyurmakla kendilerine kısaca muka­bele ettiler. Fakat Hazreti A^e (Radıyallahu Anha) Yahudilerin bu çirkin hareketlerine dayanamayarak «Ölüm ve lanet size olsun!» di­yerek sert bir karşılık verdi ve onların aybını yüzlerine vurdu. Bu­nun üzerine Hazreti Peygamber Hazreti Aişe'ye itidal tavsiye bu­yurdu ve onlara «Ve Aleyküm» sözü ile mukabele ettiğini, onların beddualarının kendine geçmediğini halbuki kendi bedduasının on­lara geçeceğini bildirdi. Bunun için onlara bü derece sert davran­maya lüzum olmadığını da açıkladılar.

 

1338- Ebû Mûöa (Radıyallahu Anh) 'den rivayet edilmiştir:

"Mümin'e karşı mümin, tuğlaları birbirine kenetlenen bir yapı

gibidir.» Hazreti Peygamber bunu buyurduktan sonra mübarek elle­rinin parmaklarını kenetleyerek müminlerin böylece birbirlerine bağlanarak yardımlaşmaları gereğine işaret etti. Tam bu sırada meclise dışardan biri gelip bir şey istedi. Hazreti Peygamber bize dönerek şöyle buyurdu:

«İhtiyaçların karşılanması için aracı olunuz ki bundan dolayı sevabı kazarlasınız ve Allah Tealâ da peygamberinin dilinden diledi­ği hükmü versin.»

 

1339- Hazreti Enes (Radıyallahu Anh) der kit Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem birini azarlayacağı za­man: «Nesi var, alnı topraklanasıca!» buyururdu.

(Bu ve bunun gibi sözler Arab lisanında beddua manasını taşı­mazlar. Bununla beraber alnı secdeye kapanıp toz-toprak olsun yere düşsün ve hayır görmesin şeklinde de nıanalandırılabilir.

 

1340- Ebû Zer (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir.:

«Biri diğerini fasıklıkla itham etmesin ve kâfirlikle de itham et­mesin. Eğer bunu yapar ve arkadaşı dediği şekilde olmazsa, isnad

ettiği şey kendisine döner.»

(Bir kimse, diğer bir kimseye: Ey fasık, ey kâfir, demiş olsa, ıî kimse de fasxk veya kâfir değilse «Söz, sahibinin sıfatıdır.» Kaidesi gereğince söylenen söz, söyliyene ait olur. Bu gibi kötü sözlerden, sakınmalıdır. Söylendiği takdirde de, tevbe ve istiğfar etmeli ve kar­şı tarafla helallaşmahdır. Kendisine söz atılan kimse, gerçekten fa-cir ve kâfir olsa bile onu ağır ve sert bir şekilde suçlayıp günahını açığa vurmak haram olur. Tatlı ve yumuşak sözlerle onu yola getir­meğe çalışmalıdır. Sert çıkışlardan bir fayda ve hayıf umulmaz, onun azgınlığı artırılmış olur. Onun için Kur'anı kerimde Hazreti Musa ve Hazreti Harun (Aleyhisselâm) Firavun'u hak dine davet edecekleri zaman Allah Tealâ onlara: «Firavun'a yumuşak söz söyle­yin.» diye tavsiyede bulunmuştur.)

 

1341- Sabit bin Dahhak (Radıyallahu Anh)'den rivayet edil­miştir:

«Her kim islâm milletinden başka bir milletten olmaya (falan işi yaparsam, falan batıl dinden olayım, şeklinde) yemin ederse o kimse dediği gibi olur. İnsanoğluna sahibi olmadığı bir malda adak düşmez (ben kurtulursam falancanın malı sadaka olsun, sözü adak olmaz). Kim herhangi bir şeyle (aletle) kendini dünyada öldürürse, kıyamette o aletle ona azab edilecektir. Kim bir mümine lanet eder­se, onu Öldürmek gibidir. Kim de bir mümine küfür isnad ederse, onu öldürmek gibidir.»

Mütercim:

Kasıdh olarak yalan yere «falan işi yaparsa, kâfir olsun» diye yemin eden kimse, sonra o işi işlerse, dediği gibi kâfir olur. Burada kesin niyetin bulunması şarttır. Niyet ve kasıd olmaksızın bu türlü yapılan yemin küfrü gerektirmezse de, böyle sözlerden ka­çınmak lazımdır.

Bir de, bir kimse sahibi bulunmadığı bir şeyi adaşa bir şey ge­rekmez. Ben hastalığımdan şifa bulursam, falancanın kölesi azad olsun, diyen kimseye şifa bulduğu zaman bir şey yapmak gerekmez.

Herhangi bir aletle, kendini öldüren (intihar eden) kimse, kul­landığı aletle kıyamet gününde azaba uğratılacaktır. Bir mümine lanet eden kimse, o kimseyi öldürmüş gibi azab çeker. Bir mümine küfür isnad eden de, o mümini öldürmüş gibi, ahirette azab çeker.

 

1342- Huzeyfe  (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir: «Koğuculuk eden cennete giremez.»

(İnsanlar arasında koğuculuk yaparak feşad çıkaran kimse, cennete ilk gireceklerle beraber giremez/ Yahut büyük günahlar­dan olan koğuculuğu helâl kabul eden kinişe kâfir olacağından cen­nete giremez demektir.)    .

 

1343- Ebû Bekre (Radıyallahü Anh) der ki-.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in huzurunda, bir adam başka bir adamı aşın derecede övdü. Bunun üzerine Peygamber Sal­lallahu aleyhi ve Sellem o adama:

«AÜah sana iyilik versin; sen arkadaşının boynunu kırdın.» buyurarak bu sözü bir kaç defa tekrarladı. Sonra Hazreti Peygam­ber ilâve etti:

«Sizden bîriniz çaresiz arkadaşını övecekse ve arkadaşının öv­düğü gibi olduğuna kani ise, ben onu şöyle ve şöyle biliyorum, an­cak iç yüzünü Allah bilir, desin ve Allah'a karşı hiç kimseyi tezkiye etmesin.»

 

1344- Hazreti Enes (Radıyallahu Anh)'der rivayet edilmiştir:

«Birbirinize  karşı kin tutmayınız,  hasedleşmeyiniz, birbirinize (darılıp)  arka çevirmeyiniz. Ey Allah'ın kulları, kardeş olunuz. Hiç bir müslümanm üç günden fazla kardeşine darılıp konuşmaması caiz değildir.»

Mütercim:

Allah için sevmek gibi Allah için darılmak da caizdir.

— Ebü Hüreyre   (Radıyallahu Anh) den rivayet edilmiştir «jyuOi zan beslemekten sakınınız; çünkü  en yalanı dır. Birbirinizin kusurlarını araştırmayınız, niz. Alıcı değilseniz satılık malın fiyatını a yiniz. Birbirinize kin tutmayınız. Birbirinize yiniz. Ey Allah'ın kulları, kardeş olunuz!»

 

1346- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki:

Peygamber Saîlallahu Aleyhi ve Sellem, münafıklardan iki kişi hakkında bana şöyle buyurdu:

«Falanca ve falanca kişilerin, bizim dînimizden bir şey bildikle­rini sanmıyorum.» Başka bir rivayetde ise şöyle buyurmuştur: «Ya Aişe! Falan ve falanın, bağlı olduğumuz dini bildiklerini sanmıyo­rum.»

Mütercim:

Böyle nifakları meydanda olanlar hakkında kötü zanda bulun­manın caiz olduğuna bu hadîs-i şerif delildir.

 

1347- Ebû   Hüreyre   (Radıyallahu   AnhJ'den rivayet edilmiştir:

«Ümmetimin hepsi bağışlanmıştır; ancak açık olarak günah iş­leyenler bağışlanmazlar. Kişinin geceleyin yaptığı işi (işlediği güna­hı) Allah Tealâ örtmüşken sabalüeyin kalkıp (bir arkadaşına,) falan! dün gece şöyle ve şöyle yaptım, demesi düpedüz deliliktir. Geceyi Rabbisi tarafından örtülerek geçirdiği halde sabahleyin kal­kıp Allah'ın örtüğünü açığa vuruyor.»

Mütercim:

Bütün ümmetin günahları bağışlanır; fakat ümmet içinde per­vasızca açıktan açığa günah işleyen kimselerin günahları bağışlan­maz. Üstelik bu gibiler işledikleri günahları da övünerek söylerler. Türkçede meşhur bir ata sözü vardır: «İbadet de gizli, kabahat da gizli olmalıdır.» İbadetlerden nafile olanlar gösterişten uzak tutul­malı ve günahları da Allah'dan başkası bilmemelidir. Başkalarına kötü örnek olmamalı ve fenalığa teşvik etmemelidir.

 

1348- Ebû Eyyub (Radıyaliahu Anh) 'dan rivayet edilmiştir:

«Bir adamın, Üç günden fazla kardeşine dargın durması caiz değildir. Birbiriyle karşılaşırlar ve o yüz çevirir, bu da yüz çevirir. Bunların en hayırlısı ilk olarak selâm verendir.»

Mütercim:

Bid'at ehlinden olan veya sapık islâm fırkalarından, bulunan kimseler hallerinden tevbe edip dönmedikçe onlarla dargın durmak caizdir. Ayrıca kızgınlığa kapılarak üç güne kadar dargın durma­nın caiz olduğuna bu hadîs-i şerif delildir. Fakat barışmak daha fa­ziletlidir. Türkçede güzel bir ata sözüdür: Müminin dargınlığı tül­bent kuruyuncaya kadardır.

 

1349- Abdullah   (Radıyaliahu Anh) 'dan rivayet edilmiştir:

«Doğruluk insanı iyiliğe ulaştırır. İyilik de insanı cennete götü­rür. Gerçekten insan, doğruluğu adet edinerek sonunda Sıddik (çok dürüst kişi) olur. Yalan da insanı kötülüğe götürür ve kötülükte de insanı cehenneme götürür. Kişi yalana alışarak sonunda Allah ka­tında büyük yalancı olarak yazılır.»

Bu hadîs-i şerif, «Muhakkak ki iyiler Naîm cennetlerindedir ve facirler (kâfirler) de cehennemdedir» mealindeki ayeti kerimeye uygun olarak varid olmuştur. (înfitar sûresi: ayet 13-14)

 

1350- Ebû Musa  (Bacîıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştin

«Hiç kimse veya hiçbir şey, duyduğu ezaya (hakarete) karşı Allah'dan daha sabırlı değildir. Onlar Allah'a çocuk nisbet ettikleri halde yine Allah onlara sıhhat ve afiyet veriyor, onları nziklandiri-yor.»

 

1351-Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Güçlü, başkalarının  sırtını yere getiren değildir.  Asıl    güçlü, öfkelendiği zaman kendine hakim olan (öfkesini yenen) kişidir.»

 

1352- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)  der ki:

Bir kimse Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerine:

— Ya Resûlallah! Bana bir tavsiyede  bulununuz, dedi. Hazreti Peygamber ona! «Sakın öfkelenme!» buyurdu. Adam, birkaç kere isteğini tekrarladı ve Resûl-i Ekrem «Sakın öfkelenme!» cevabını verdiler.

(Öfke ve hiddete hakim olmak çok önemli ve zor bir- iş olduğu gibi, doğuracağı zararlar da büyüktür. Bunun için Hazreti Peygam­ber tekrar tekrar öfkelenmemeyi tavsiye buyurmuşlardır.)

 

1353- îmran bin Husayn  (Radıyallahu Anhh'den «Utanmak insana ancak hayır getirir.»

(Allah'dan ve insanlardan utanan kimse haram ve yasak işler­den sakınır ve böylece gerekli vazifelerini yerine getirmiş olacağın­dan dünya ve ahiret saadetine, bütün hayırlara kavuşur.)

 

1354- İbni Mes'ud   (Radıyallahu Anh)   anlatır: «tik peygamberlik sözünden insanların eriştikleri hikmetlerden şüphesiz biri de, utanmazsan dilediğini yap, hikmetidir.*

Adem Aleyhisselâm'dan beri peygamberlik sözü olarak nesil­den nesile intikal ede gelen hikmetlerden biri de hadiste varit olan sözdür. Eğer utanmazsan, kötülüğü emreden nefsine uyarak diledi­ğini yap; ona göre de, mücazat görürsün.

 

1355 Hazreti Enes (Radıyallahu Anh) der ki: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bazan   aramıza katılır ve bizimle şakalaşırdı. Anneden kardeşim olan Ebû umeyr'in   kır­mızı gagalı bir kuşcağızı vardı. Resûl-i Ekrem, «Ebû umeyr! Ne yap­tı Nügayr tkuşcağız) ?» diyerek onunla şakalaştı.

 

1356- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu    Anh)'dan rivayet edilmiş­tir:

«Mümin aynı delikten iki defa sokulmaz, ısırılmaz.»

Mütercim:

Akıllı bir mümin, yılan veya akreb deliğine bir defa elini sokup ısırılınca bir daha ayni yere elini sokmaz. Yani bir mümin bir defa aldatılırsa, ikinci defa ayni işten ötürü aldanmaz. O iş için tedbirli hareket eder.

Bu hadîs-i şerifin söyleniş sebebi şu: Mekke   şairlerinden   Ebû Azze adındaki ünlü şair, Hazreti Peygamber hakkuıda ve islâm dini aleyhinde şiirler söyliyerek insanları islâm aleyhine kışkırtırdı. Son­ra bu adam Bedir savaşında müslümanların eline esir olarak dü­şünce, bir daha böyle şiirler söylemiyeceğine dair söz verdiğinden bağışlanarak salıverilmişti. Fakat Mekke'ye dönünce, sözünde dur­mayarak eskisi gibi islâm aleyhine şiirler söylemeğe başlamış. Ara­dan zaman geçip Uhud savaşı olunca bu şair tekrar müslümanların eline esir olarak geçti ve Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in huzuruna götürdüğü. Adam Bedir savaşında yapılan sözleşme şek­liyle tekrar- bağışlanmasını isteyince Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu hadîs-i şerifi» Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz.» buyurdular ve onu bağışlamadılar.

 

1357- Übeyy bin Kâb (Radryallahu Anh) 'dan rivayet edilmiş­tir:

«Bazı şiirler hikmettir (gerçeğe ve hakka uygundur).»

(Böyle faydalı olan ve gerçeği dile getiren şiirleri söylemek caiz­dir.)

 

1358- İbni Ömer (Radiyallahu Anhüma)'dan rivayet edilmiş­tir!

«Sizden birinizin karnı şiir dolmaktansa irinle dolması daha ha­yırlıdır,» (Aşırı söz ve hicivlerden ibaret şiirler yerilmektedir.)

 

1359- Hazreti Enes (Radıyallahu Anh) der ki:

Bir kimse Peygamber Sallallahu Aleyhi ve :Sellem'e sordu:

  Ya Resûlallah! Kıyamet ne zaman kopacaktır? Hazreti Pey­gamber ona şu cevabı verdi:

«Sen o kıyamet için ne hazırladın?» Adam:

  Ya Resûlallah, oruç, sadaka, namaz gibi   ibadetlerden fazla bir şeyim yoktur; fakat Allah Tealâ Hazretlerini ve onun peygambe­rini severim, dedi. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona:

«Gerçekten sen, sevdiğinle berabersin.» buyurdular. Bir rivayette de şu ilâve vardır:

ResûlüUah'a dedik ki, biz de böyle (sevdiğimizle beraber) miyiz? Hazreti Peygamber; «Evet!» buyurdu.

 

1360- İbni Ömer  (Radıyallahu Anhüma)  anlatır: «Ahdim bozan kimse için kıyamet gününde bir sancak   dikilir ve denilir ki: Bu, falan oğlu falanın gadirliğinin alametidir.»

 

1361-1362 - Ebû Hüreyre (Radıyallahu AnhVdan rivayet edilmiştir)

«Üzüm asmasına kerm (kerem) demeyiniz. Ancak kerem mü­minin kalbidir, zamanın kalleşliği de demeyiniz; çünkü zamanı ya­ratan ve idare eden bizzat Allah'dır.»

«Üzüm asmasına her ne kadar kerim manasında» kerem adı ve­rilirse de, cahiliyet adeti üzere üzüm suyundan elde edilen şarabı içen kimse iyi huylardan cömertlik ve kahramanlık gibi vasıflara sahib olma manasında kullanılmaktaydı. Halbuki İslâm'da asıl iyi­lik, iman nuru ile dolu olan müminin kalbidir. Üzüm ve üzümün asması değildir. Bununla beraber yine üzüm asmasına kerem denilebileceği cihetle halen üzüm hakkında bu isim kullanılmaktadır. Zamana sövgü ve yergi anlamında dil uzatılmamalı, zaman kö~ tülehmemelidir. Kötü olan insanların hareketidir. Çünkü zamanı yaratan Aİlah'dır ve onun bir sorumluluğu yoktur. Bütün varlıkları ve oluşları dehre - zamana isnad eden maddeciler C materyalistler), en büyük bir küfür içindedirler; çünkü bunlar Allah ve ahireti inkâr ederler.

 

1363- Hazreti Enes (Radıyallahu Anh) der ki:

Bir yolculukta annem Ümmü Süleym ile bazı kadınlar Resûl-i Ekrem'e refaket ediyorlardı. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sel-lem'in «Ençeş» adındaki kölesi de şiir ve gazeller okuyarak develeri ahenkli bir şekilde hızlı sürüyordu. Hazreti Peygamber ona şöyle buyurdu:

<Ey Enceş! Billur vazo (kadın) Iarm kervanını yavaş sür.»

(Güzel sesin ve nağmalerinle hayvanları koşturup billur gibi, nazik hanımları incitme kendin coşup kervanı, da coşturma.)

 

1364- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir; tir:

Kıyamet gününde Allah katında adların en çirkini bir hükümda­rın, kendisini padişahlar padişahı olarak adlandırmayıdır.»

Mütercim:

İmam Buharı Hazretleri bu hadîs-i şerifin açıklamasında der ki: Melikü'l-Emlâk, şahların şahı demektir. Şerkâvi de şerhinde di­yor ki: Bir kimsenin şahların şahı (şehinşahî adını vermesi haram ve yasak ise de, bir başkası tarafından söylenmesinde beis yoktur. Ulu hakim, kadılar kadısı demek gibi olur. Bu şekli ile haram olmaz. Nitekim Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Hazreti Ali hak­kında:  «Ali, sizin eh ulu kadınız  (hakiminiz)    dir!»  buyurmuştur

Çünkü bu bir isim ve lâkab olmayıp bir vasıftan ibarettir. Diğer ta­raftan fıkıh kitablannın önsözlerinde zamanın padişahları ^Sultan-lar sultanı» diye yad edilmişlerdir.

 

1365- Hazreti Enes (Radıyalîahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve SellemUri huzurlarında iki kişi aksırdılar. Hazreti Peygamber bunlardan birine «Yerhamukellah Allah sana merhamet etsin» dedi; fakat diğerine .söylemedi Ashab. bunun hikmetini sorunca, onlara şu cevabı verdiler:

«Aksıran bu adam Allah'a hamd etti (Elhamdu Lillâh' dedi) Öteki ise aksırınca Allah'a hamd etmedi.™

(Bir kimse aksırınca «Elhamdü Lülah* demelidir ve bunu söyle­mek müstahabdır. Bunu işitenlerden birinin veya bir kaçının ona «Yerhamükellah = Allah sana merhamet etsin» diyerek dua etme­leri ve aksıranın da «Yehdînâ ve Yehdikümullah» diyerek karşılık vermesi müstahabdır.)

 

1366- Ebû Hureyre {Radıyalîahu Anh) den rivayet edilmiş­tir:

«Allah Tealâ, aksırığı sever, esnemeyi sevmez. Bir kimse aksırır da Allah'a hamd ederse, bumı duyan her müslümanm ona\ «yer­hamükellah, deşmesi gerekir. Ensemeye gelince, o şeytandandır. İn­san gücü yettiği kadar onu engeHesin. ' însan esner de: Hah... der­se, şeytan ona güler.»

Mütercîm

Nezle hastalığı olmadığı bir zamanda sağlık ve neş'e halinde gelen aksırma uyarıcı ve ibadete teşvik edici bir işaret taşıdığından iyi bir şeydir. Esnemek ise, usanma ve tenbellik alâmeti olduğu için iş ve ibadetten insanı alıkoymakla Allah katında mekruhtur. Şey­tanın da hoşlandığı bir şeydir. Onun için bu iş şeytana nisbet edil­miştir. Yoksa her işin yaratıcısı Allah'dır. Onun için bir kimse a'ksir-dığı zaman Allah'a hamd etmeli ve esnediği zaman da onu engelle­mek için ağzını kapamalı ve çirkin ,ses çıkmasını önlemelidir. Çünkü esneyipte ağzı açarak hâ... dedikçe şeytan sevinir ve güler. Bir de böyle çirkin bir şekilde  esnemek köpeğin hareketine    benziyeceği cihetle, en güzel bir kıvamda yaratılan insanın şekli değişmiş olur. Bu bakımdan da esnemek çirkin bir şeydir.[56]

 

ÎZÎN İSTEMEK BAHSİ

 

1367- Ebû Hüreyre CRadıyallahu Anhl'den rivayet edilmiştir! Küçük büyüğe, yürüyen oturana, azlık da çokluğa selâm verrir.

 

1368- Ebû hüreyre   (Radıyallahu AnhJ'den rivayet -edilmiştir: «Süvari piyadeye, yürüyen oturana, azlık da çokluğa selâm ve-

 

1369- Abdullah bin Aaır (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e, islamın hangi ameli daha hayırlıdır? diye sordum. Şöyle buyurdular:

«Yemek yedirirsin, tanıdığına ve tanımadığına selâm verirsin.»

 

1370- Sehl bin Sa'd (Radıyallahu Anh) der ki:

«Bir adam, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in evine ait pencereden içeriye baktı. Hazreti Peygamber de o esnada bir çubuk la mübarek başını kaşıyordu. Adamın pencereden içeriye bakışını farkedince. Hazreti Peygamber ona şöyle buyurdu:

«Eğer gizlice içeriye baktığını bilmiş olsaydım şu demir çubuk­la gözünü oyardım. Çünkü bir eve girmek için izin istemenin sebe­bi, evin içini görmek içindir.»

(Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka bir eve, izin alma­dıkça girmeyiniz, mealindeki ayeti kerime ile meşru olan izin iste­me, dışardan gelen yabanci kimsenin gözü ev halkının durumuna vakıf olmasın diyedir. Bu izin alma işi yapılmaksızın pencereden ba­kılırsa ev içinde bulunanların hali görülmüş olur ki, bu haramdır.)

 

1371- Ebû Hüreyre (Radıyallahu AnhVden rivayet edihniştiri «Allah Tealâ, insanoğluna zinadan nasibini takdir etmiştir ve bu nasibine mutlaka ulaşacaktır. Gözün zinası bakmaktır, dilin zi­nası konuşmaktır. Nefis, temenni eder ve arzular. Fere (cinsi organ) ise bu arzuyu ya doğrular tyerine getirir) veya yalanlar (karşı çı­kar) .»

(Allah Tealâ Hazretleri bazı kimselere büyük günahlardan olan zinayi takdir etmişse, o muhakkak meydana gelecektir. Çünkü gü­nahlardan olan şehvetle harama bakmak da göz zinasıdır. Yine ya­banci kadınla şehvetle konuşmak dil zinasıdır. Kötülük peşinde olan nefsin zinayi temenni etmesi ve arzulaması, cinsi organın bu arzuya uyup uymamasına bağlıdır. Eğer uyarsa zira fi'li işlenmiş ve büyük günaha girilmiş olur, uymadığı takdirde zina günah yazılmaz.

 

1372- Hazreti Cabir (Radiyallahu Anh) der ki.-

Özel bir işim için Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendi­mizin saadethanelerine gidip kapıyı çaldım. Hazreti Peygamber: «Kim o?» diye sordu. Benim! dedim. Hazreti Peygamber bu cevap­tan hoşlanmayarak: «Ben, ben...» buyurdu. (Ben, Cabir'im! diyecek yerde, benim! diye kapalı cevabvermesi hoş karşılanmamıştır. Açık olarak kimliğin bildirilmesi gerekir.)

 

1373- İbni Ömer (Radıyallahu Anhümaî'den rivayet edilmiş­tir:

«Kimse kimseyi yerinden kaldırıp orada kendisi oturmasın.» Bir rivayette de: «Fakat yer açın veya meclîsi genişletin.» ilâvesi vardır:

(Bir kimsenin oturmakta olan birini yerinden kaldırıp onun ye­rine oturması doğru değildir. Fakat sıklaşıp yer açmak için arka­daşların toparlanmasını rica edebilir. Nitekim: «Ey iman edenler!. Meclislerde size, yer açınız! dendiği zaman yer açıp meclisi genişle­tiniz ki, Allah da sizi genişletsin (rahata kavuştursun).» mealinde­ki ayeti kerime de bunu beyan buyurmaktadır. (Mücadile sûresi: ayet 11)

 

1374- Abdullah   (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir;

«Siz üç kişi bir arada olduğunuz zaman, insanlara karışmadık­ça, iki kişi diğerini bırakarak kendi aralarında gizlice konuşmasın­lar; çünkü bu hal, yalnız bırakılan arkadaşı üzer. -(Kalabalık arasında iki kişinin başbaşa konuşmaları caiz ise de, üç arkadaştan ikisi diğer arkadaşı bırakıp kendi aralarında gizlice konuşmaları doğru değildir. Bir toplum içinde bile yakın arkadaşı üzecek şekilde iki ki­şinin gizli konuşması edebe aykırı düşer.)

 

1375- Ebû Musa El-Eş'arî (Radıyallahu Anh) der ki: Hazreti Peygamberin devrinde Medine'de    geceleyin   bir evde yangm çıktı ve ev tamamen yandı. Bu haber Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimize duyurulunca şöyle buyurdular:

«Gerçekten bu ateş sizin düşmanınızdır; gece uykuya yattığınız zaman onu (size zarar vermemesi için) söndürünüz.»[57]

 

DUA BAHSİ

 

1376- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiş­tir:

«Her peygamberin (Allah katında makbul) bir duası vardır? onu ister. Ben ise duamı, ahirette ümmetime şefaat için saklıyo­rum.» Hazreti Enes'in rivayetinde şöyledir:

«Her peygamber dünyada dileğini (Allah'dan) diledi yahud her peygamberin (kabul olacak) bir duası vardır, bu duasını yapmış've kabul olunmuştur. Ben duamı, kıyamet gününde ümmetime şefaat olarak ayırdım.»

Mütercim:

Hazreti Peygamber efendimiz kendilerine mahsus olan müste-cab dualarını, ümmetine olan üstün şefkat ve merhametlerinden dolayı onları kurtarmak için kıyamet gününe bırakmıştır. Her pey­gamberin her duası makbul olabilirsede, kesinlikle, kabul edilen kendilerine has bir duaları da vardır. Hazreti Adem Aleyhisselâm'-ın tevbesi, Hazreti Nûh Aleyhisselâmın, kaviminin helaki için duası, Hazreti İbrahim Aleyhisselâm'ın Kabe için duası, Hazreti Musa Aleyhisselâm'm Firavun'un helaki için duası, Hazreti İsa Aleyhisse-lâm'ın, gökten sofra indirilmesine dair, duası, kesinlikle kabul edil­diği gibi, ahir zaman peygamberinin de ahirette ümmetine şefaat için ayırdığı Özel duası vardır.

 

1377- Şeddat bin Evs (Radıyallahu AnhVden rivayet edilmiş­tir:

«İstiğfarın büyüğü şöyle demendir: Allah'ım! Sen benim Rab-bilmsin. Senden başka ilâh yoktur. Sen beni yarattın. Ben senin ku­lunum ve ben, sana verdiğim va'di ve sözü gücümün yettiği kadar koruyorum. İşlemiş olduğum günahların kötülüğünden sana sığını­rım. Bana olan nimetini sana ikrar ve itiraf ederim. Günahlarımı da itiraf ederim. Beni bağışla? çünkü senden başkası günahları ba­ğışlayamaz. Kim kesin bir inanç -ile bu duayı gündüz okuyup da akşama varmadan ölürse, o kimse cennet ehlindendir. Kim de kesin bir inançla geceleyin bu duayı okur da sabaha varmadan ölürse, o da cennet ehlindendir.»

(Bunlar cehennemi görmeden    Uk cennete    girenlerle beraber olurlar.)

 

1378- Ebû  Hüreyre   (Radıyallahu   AnhVden  rivayet  edilmiş-

«Vallahi, gerçek şu ki, günde yetmiş defadan çok Allah'dan mağfiret diler ve o'na tevbe ederim.»

«Peygamberlerin hepsi günah işlemekten korunmuş (masum) oldukları halde Hazreti peygamberin bu kadar çok tevbe ve istiğfar etmesi, onun kemal derecesini gösterir ve ümmetine bir öğretme ve yol gösterme olur.)

 

1379- İfoni Mes'ud (Radıyallahu Anh) anlatır:

«Allah Tefila'nın kulunun tevbesine olan hoşnutluğ'u; yiyeceği ve içeceği beraberindeki devesinin sırtında olduğu halde tehlikeli bir yerde (ıssız çölün ortasında) konaklayan, başını koyup (yere uzanıp) uykuya dalan, uyanınca devesinin gittiğini gören, sıcak ve susuzluk beynine işleyinceye dek veya Allah'ın dilediği sürece arayıp bulamayan, yerime döneyim diyerek (eski yerine) dönüp uykuya dalan ve sonra başını kaldırınca birden devesini yanında bulan ki­şinin sevincinden daha fazladır.»

 

1380- Hüzeyfe (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem (gece) yatağına yattığı zaman sağ elini sağ yanağının altına koyar ve sonra:

«Allah'ım! Senin adınla (kudretinle) ölürüm ve dirilirim.» bu­yururdu. Uyanıp kalktığı zaman da:

«Bizi öldürüp sonra dirilten (uykudan kaldıran) Allah'a hamd olsun. Dönüş yalnız O'nadır.»

 

1381- Bera bin Azib (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri yatağına gir­diği zaman sağ yanı üzere yatar, sonra şu duayı okurdu-

«Allah'ım! Kendimi sana telim ettim. Yüzümü sana çevirdim. Bütün işlerimi sana bıraktım. Rahmetini umarak ve azabından kor­karak arkamı sana dayadım. Senden başka sığmak ve kurtuluş yeri yoktur. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin peygambere iman ettim.

Bunları söyleyip o gecenin karanlığı altında ölen kimse islâm dini üzere ölür.»

 

1382- îbn! Abbas (Radıyallahu Anhüma) der kli

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in dualarından biri d© şu idi: «Allahım! Kalbimde nur, gözümde nur, kulağımda nur, sa­ğunda nur , s ol um d a nur, üstümde nur, altımda nur, önümde nur, arkamda nur kıl ve beni nurlandır» Bir rivayette de; «Sinirimi, eti­mi, kanımı, kılımı ve derimi nurlu kıl!» ilâvesi vardır.

 

1383- Ebû Hüreyre (Radıyallahu AnhVden rivayet edilmiştir:

«Sizden biriniz yatağına gireceği zaman, peştemalının iç kısmı ile yatağını çırpsın. Çünkü insan yatağına ne girip çıktığını bilemez. (Akreb ve böcek gibi şeyler yatağına girmiş olabilir.) Sonra şöyle desin: Rabbim! Senin isminle (senden yardım dileyerek) yanımı yatağıma) koydum ve senin gücünle kalkacağım. Ruhumu alırsan, ona merhamet eyle ve bırakırsan, iyi kimseleri koruduğun gibi onu da koru.»

 

1384- Ebû Hüreyre   (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Sakın sizden. ;biriniz duasında: Allahım, dilersen, beni bağışla! Allah'ım, dilerse» bana merhamet et! demesin. Kesin dilekte bulun­sun (Alla&ın rahmetini kesinlikle istesin); çünkü o'nu zorlayıcı bir kuvvet yoktur.»

 

1385- Ebû Hüreyre (Radıyallahu AnhVden rivayet edilmiştir:

«Herhangi birinizin duası; dua ettim de kabul olunmadı, diye­rek acele etmedikçe kabul olunur.» (Kesinlikle isteyip dua etmeli ve sabırla beklemelidir. Muhakkak ki ihlâs ile edilen dua makbul olur. Kabul edilmese bile, dua ibadet kısmından olduğu için, sevabı olur.

Duanın bir de edebleri vardır: Abdestli olmak, namazdan sonra dua etmek, önceden tevbe ve istiğfar yapmış olmak, kıbleye dönmüş olmak, duaya hamd ile ve arkasından salâvat ile başlamak ve sonun­da amin diyerek duayı tamamlamak. İnsan yalnız kendi nefsine dua etmeyip müşterek olarak bütün müminlere dua etmelidir. Dua edip bir şey isteneceği zaman avuçlar açık olarak eller göğe doğru omuz hizasına kadar kaldırılır. Faydalı şeyler istendiği zaman eller yüze sürülür. Kötülüklerin yok edilmesi istendiği zaman eller yüze sürül­mez. Duanın asıl anahtarı helâl lokmadır.)

 

1386- İbni Abbas (Radıyallahu Anhüma)  der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem musibet ve keder halle­rinde şu duayı okurlardı:

«Büyük ve Halım olan Allah'dan başka hiç bir İlâh yoktur. Arş'-ın Rabbi büyük Al I ah'd an başka hiç bir İlâh yoktur. Sema vatın (göklerin) Rabbi olan, arzın Rabbi olan, Arş'ın Rabbi olan Kerîm Allah'dan başka hiç bir İlâh yoktur.»

(Rabbim! Bütün alemlerin ve varlıkların yaratıcısı ve koruyu­cusu ancak sensin. Senden başka ibadet edilecek hiç bir varlık yok­tur. Başımıza gelen şu felâket ve belâyı sen gider.)

 

1387- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Allahım! Herhangi bir mümine kötü bir şey söyledimse, bunu kıyamet gününde senin rahmetine yakın olmak için o kimseye bir vesile yap»

Mütercim:

Başka bir hadîs-i şerifte şöyle varid olmuştur:

«Ben Allah ile şöyle anlaştım: Eabbim! Ben ancak bir insanım. Birisine kızıp öfkelenebilirim. Kötü söyleyip lanet etmek suretiyle onu incitmiş olabilirim. Her kim böyle haksız yere benim tarafım­dan azarlanmış ve incitilmiş olursa, bunu o kimse için bağışlanma vesilesi kıl.»

 

1388- Sa'd ibni Ebû Vakkas (Radıyailahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu sözlerle dua buyu­rurlardı: -Al I ah im! Cimrilikten sana sığınırım. Korkaklıktan sana sığınırım. Ömrün (yaşamanın) kepazeliğinden sana sığınırım. Dün­yanın fitnesinden (yani Deccal'in fitnesinden) sana sığınırım. Kabir azabından sana sığınırım.»

 

1389- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha)'dan rivayet edilmiş­tin

«Allahım! tembellikten, bunama derecesindeki yaşlılıktan, gü-nahlılıktan, borçluluktan kabir fitnesinden ve kabir azabından, ce­hennem fitnesinden ve cehennem azabından, zenginlik fitnesinin şerrinden sana sığınırım. Fakirlik fitnesinden sana sığınırım. Mesih Deccal'in fitnesinden sana sığınırım. Al I ah im! Benim hatalarımı kar ve buz suyu ile yıka. Beyaz elbiseyi kirden temizlediğin gibi, kalbimi de hatalardan temizle. Doğu ile batı arasını uzaklaştırdığın gibi, be­nimle hatalarım arasım uzaklaştır.»

 

1390- Hazreti Enes (Radıyallahu Anh) der ki: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in duası çok kez şu idi: «Allahım! Bize dünyada iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru.»

 

1391- Ebû Musa (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir: «Allahım! Günahımı,   bilgisizliğimi,    işlerimdeki israf ve  senin benden daha iyi bildiğin kusurlarımı bağışla. Allahım! Benim şaka­mı, ciddiliğimi, yanlışımı ve kasıtlı ğı mı    -ki bunların hepsi bende vardır- bağışla.»

(Peygamberler günah işlemekten korunmuş oldukları halde ve âhir zaman peygamberinin gelmiş ve geçmiş bütün hataları bağış­lanmış olduğu halde bu şekilde dua buyurmaları, ümmete dua şek­lini öğretmek içindir.)

 

1392- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştin .    «Her kim, günde yüz defa: Allah'dan başka ilâh yoktur, Birdir. Ortağı yoktur. Mülk onundur. Hamd ona mahsustur. O her şeye ka­dirdir, derse on köle azad etmiş kadar sevab kazanır. Ayrıca kendi­sine yüz sevab yazılır ve yüz günahı silinir. Aynı zamanda bu, o günün akşamına kadar kendisi için Şeytan'dan korunma olur. Hiç kimse, onun getirdiği bu teşbihten daha üstününü getiremez. Ancak (aynı teşbihi) kendisinden daha çok çeken kişi getirebilir.»

 

1393- Ebû Eyyûb El-Ensarî  (Radıyallahu Anh)'den rivayettir-. Zlr kim (geçen teşbihi)  on defa çekerse ismail Aleyhisselâm neslinden bir köle azad etmiş gibi olur.»

 

1394- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir!

*Her kim bir gün içinde yüz defa Sübhanellahi ve bihamdihi = Allah'a hamd ederek onu noksanlıklardan tenzih ederim, derse gü-hanları, deniz köpüğü kadar olsa bile dökülür.»

(Allah ile kul arasındaki günahlar düşer; fakat kul hakları he­lallik almaya veya ödemeye bağlıdır. Bazı hadîslerde de «Büyük gü­nahlardan sakındıkça, kaydı vardır ki, o zaman küçük günahların bağışlanmış olacağı anlaşılır. Her iki halde de bu teşbihin günde hiç olmazsa kalb huzuru ile yüz defa söylenmesinde büyük sevab var­dır ve günahların bağışlanmasına vesiledir. Üç-beş defa Esteğfirul-lah dedikten sonra her tesbihden önce Sübhanellahi ve Bihamdihi teşbihini getirmenin fazileti çok büyüktür ve söylenmesi de çok ko­laydır.)

 

1395- Ebu Mûsa CRadıyallahu Anh) 'dan rivayet edilmiştir: 1 «Allah'ını zikredenle onu zikretmeyenin hali, ölü ile dirinin hali gibidir.»

Mütercim:

Bu hadîs-i şerif, zikir ehli için pek büyük bir müjdedir. Allah'ı zikretmenin çeşitleri çoktur; Allah rızasını gözetereR yapılan her ibadet de bir zikirdir. Canlı kimsenin dışı hayat nuru ile, içi de ilim nuru ile süslendiği gibi, Allah'ı zikreden kimsenin dışı ibadet nuru ile, içi de mârifetullah ile süslenir. Allah'ı zikretmeyen kimsenin dışı manevi yönden boş, içi de batıldır. Dünya işi zikire engel değil­dir. Bedenle iş, dil ve kalb ile de zikir yapılır.

 

1396- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anh) 'den rivayet edilmiştir;

«Allah'ın bir takım melekleri vardır ki, yollarda dolaşıp zikir edenleri ararlar. Allah'ı zikreden bir topluluk buldukları za­man, göreviniz başına gelin, diye çağrışırlar. Hemen o zikredenleri kanatları ile aşağı dünyaya kadar çevrelerler. Gerçeği meleklerden daha iyi bilen Allah onlara sorar:

  Benim kullarım ne söylüyor? Melekler:

  Seni teşbih ediyorlar, seni yüceltiyorlar, sana hamd ediyor­lar, senin şanım yüceltiyorlar, derler. Allah buyurur:

  O kullarım beni gördüler mi? Melekler:

  Hayır, vallahi, seni görmemişlerdir! derler. Allah Tealâ me­leklere sorar:

  Acaba beni görmüş olsalardı ne yaparlardı? Melekler:

  Eğer seni gördeydiler sana daha çok  ibadet ederlerdi, sen* daha çok yüceltirlerdi ve seni daha çok teşbih ederlerdi, cevabını verirler. Allah sorar:

  Benden ne istiyorlar. Melekler:

  Senden cenneti istiyorlar, derler. Allah sorar:

  Onlar cenneti gördüler mi? Melekler:

  Hayır, vallahi, cenneti görmemişlerdir! cevabını verirler. Al­lah Tealâ meleklere sorar:

  Cenneti görseler nasıl olurdu? Melekler:

  Eğer cenneti görmüş olsalar, cennete çok daha haris olurlar­dı, onu daha çok ararlardı ve daha fazla ona rağbet ederlerdi, ceva­bını verirler. Allah meleklere sorar:

  Hangi şeyden onlar Allah'a sığınırlar? Melekler:

  Cehennemden, derler. Allah sorar:

  Onlar cehennemi gördüler mi? Melekler:

  Hayır, vallahi onu görmemişlerdir. Allah sorar:

  Cehennemi görmüş olsalardı, ne yaparlardı? Melekler:

  Onu görselerdi, ondan çok daha fazla kaçarlardı, ondan da­ha çok korkarlardı. Allah "buyurur:

  O halde ben sizi şahid tutuyorum ki, ben onları bağışladım. Meleklerden biri der ki: Bunlar arasında falanca kimse vardır ki kendilerinden   (zikredenlerdenJ   değildir,  yanlarına bir iş için  gel­miştir. Allah Teaİâ buyurur: Onlar (zikir   meclisinde) oturanlardır ki, meclislerinde bulunan mutsuz olmaz (nasipsiz kalmaz).»

Mütercim

Gerçekten bü hadîsi- şerif, zikir yolunda bulunanlar için büyük bir müjdedir ve zikir meclisine karşı olanlara da büyük bir derstir.[58]

 

DUYGULU SÖZLER BAHSİ

 

1397- İbni Abbas (Radıyallah'u Anhüma) 'dan rivayet edilmiş­tir.

«İki nimet vardır ki, insanlardan çoğu bunlarda aldanım şiardır: Bu nimetlerden biri sağlıktır, diğeri de boş vakittir.»

(Çok kimseler bu iki büyük nimetin kıymetini bilmezler. Bun­ları ganimet sayarak Allah yolunda çalışmazlar ve üzerlerine düşen dini görevleri yerine getirmezler. Bu iki nimeti boşuna söz ve eğlen çelerle, günah şeylerle geçirirler ve aldanmış olurlar. İbadet edemiyecek şekilde hastalık ve meşguliyet haline düşen kimsenin pişman­lık çekmesi artık ona hiç bir fayda vermez ve fırsat da bir daha ele geçmez. Onun için bu iki büyük nimeti ganimet bilerek hak yolda çalışmalı ve zamanı değerlendirmelidir.)

 

1398- İbni Ömer (Radıyallahu Anhüma) der ki: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve  Sellem benim omuzumu  (ya­hut iki omuzumu) tutarak bana şöyle buyurdu:

«Dünyada, sanki bir yabancı veya gelip geçen bir yolcu imişsin gibi ol.»

(Dünyaya bağlanıp ona güvenme; son ve ebedi karargâh olan ahiret hazırlığı içinde ol. Dünyada sürülecek ömür çok azdır ve zevkleri aldatıcıdır. Onun için dünyada geçirecek olduğun kısa za­manı fırsat bilerek Allah yolunda bulun ve ömrünü boşa harcama.)

 

1399- Abdullah bin Mes'ud CRadıyallahu Anh) der ki: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem,   elindeki   bir çubukla toprak üzerine bir kare çizdi. Sonra bu şeklin ortasından dışarıya doğru bir uzun çizgi çekti. Bu uzun çizgiyi kare içinde dikey olarak kesen küçük çizgiler çizdi. Sonra şöyle buyurdu:

«Şu (karenin merkezi), insandır. Şu çevre de, -kendisini her ya­nından kuşatan ecelidir.   Karenin merkezinden   dışarı çıkıp   (son­suzluğa doğru) uzanan çizgi de, insanoğlunun emel ve (tükenmez) arzulandır. Bu küçük çizgiler de insanın başına gelecek kaza ve belalardır. Eğer bunlardan birini atlatırsa öbürüne yakalanır. Onu da atlatırsa bir başkasına yakalanır (ve onu da atlatsa ölüm çembe­rini aşamaz).»

 

1400- Hazreti Enes (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir takım çizgiler çizip şöyle buyurdu:

«İşte şu çizgi insanın emelidir. Şu insanın ecelidir. Şu da in­sanın başına gelecek kaza ve belalardır. İnsan uzak emellerine ulaş­ma çabası içinde iken kendisine daha yakın olan çizgi (ecel çizgisi) önüne çıkar.» (İnsanlar ömrü sınırlı, emelleri ise sınırsızdır. Eceli emelden daha yakın bilip, ona göre hareket etmeli.)

 

1401- Ebû HÜreyre (Radıyallahu Anh) dan rivayet edilmiş­tir.

«Allah Tealâ ömür verip altmış yaşına ulaştırdığı kişiye maze­ret bırakmamıştır.? (Bu yaşa varıncaya kadar halini düzeltmeyen kimsenin ahirette mazeret beyan etmeye hakkı yoktur.)

 

1402- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Yaşlı adamın kalbi, iki şeyde  daima genç kalır: Dünya  sev­gisi ve çok yaşama arzusu.»

 

1403- Ütban bin Malik   (Radıyallâhu Anh)'den rivayettirı

«Kıyamet gününe, LA İLAHE İLLALLAH demiş ve bununla yal­nız Allah'ın rızasını kasdctmiş olarak varan kula, Cenabı Allah ce­hennem ateşini kuşkusuz haram kılar.»

 

1404- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Allah Tealâ buyurur ki: Dünya halkından, en çok sevdiğinin ruhunu aldığımda rızamı kazanmak için sabreden mümin kuluma benim mükâfatım mutlaka cennettir.»

 

1405- Mirdas El-Eslemî'den (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«İyiler (ilimleriyle amel eden salih kullar) peş peşe giderler ve geride, arpa veya hurma döküntüsü gibi işe yaramayanlar (cahil­ler) kalır. Allah onlara hiç kıymet vermez.»

(Bu hadîs-i şerife göre, kıyamete yakın dünyada salih alimler kalmayacak, dünya cahiller elinde ve idaresinde olacaktır. Allah'ı tanımayan ve ona ibadet etmeyen insanların Allah katında ne değe­ri olabilir ki!.. Onlar dünya hazinelerine ve Saltanatına erişseler bile, bunun Allah katında bir çöp kadar değeri olmaz. Bu hususta cenab-ı Hak mealen şöyle buyuruyor: «Duanız (ibadetiniz) olma­yınca Rabbiniz sizi ne yapsın (ne kıymetiniz olur)?» fFurkan sûre­si: Ayet 77)

 

1406- îbni Abbas (Radiyallahu Anhüma) 'dan rivayet edilmiş­tir*

«Eğer insanoğlu için iki vadi (dolusu) mal olsaydı, muhakkak bir üçüncü vadi isterdi. İnsanoğlunun içini topraktan başkası do­yurmaz. Allah Tealâ tevbe edenin tevbesini kabul buyurur.»

Mütercim:

İnsana iki dere dolusu altın akmış olsa, mala olan hırs ve düş­künlüğünden ötürü bir üçüncüsünü' isterdi. İnsanın gözü ancak ölüp toprağa girince doyar. Fakat islâmın ruhunu yaşayan ve nef­sini düzelten kimseler, bu kötü huydan uzak kalabilirler. Çünkü: «Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, bu gibiler kurtulanlardır.» mealindeki ayeti kerime hırs ve tamahın esiri olmayanları kurtuluş­la müjdelemiştir.

(Hair sûresi: ayet 9) Diğer taraftan hadisi şerifin sonu olan «Allah, tevhe edenlerin tevbesini kabul buyurur.» ifadesi de bu ma-nayi belirtir. Ayrıca insanın yaratılışında bu mal hırsının mevcut olduğuna ve bu hırsın ancak Allah korkusu ile önlenebileceğine işa­ret edilmiştir.

 

1407- Abdullah bin Mes'ud (Radryallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bize şöyle   buyurdular: «Kendi malından varisinin malım daha çok seven hanginizdir?» Biz de, ya Resûlallah! dedik, kendi malını daha çok sevmeyen kimse içimizde yoktur. Bunun üzerine buyurdular ki:

«Bir insanın kendi malı, hayatta iken (Allah yolunda) harcadı­ğıdır; varisinin   (mirasçısının)  malı ise  harcamayıp geriye bıraktı ğıdır.»

 

1408- Ebû Hüreyre (RadıyaUahu Aıüı) der ki:

Allah'a yemin ederim ki, bazan açlıktan karnımı yere yapıştırır dım veya açlıktan bayılır yere düşerdim. Bir gün mescide giderken, Hazreti Peygamberin ve diğer ashabın, geçiş yolu üzerinde otur­muştum. Önce yanımdan geçen Hazreti Ebû Bekir'e, karnımı do­yurmasına vesile olsun diye Kur'andan bir ayet sordum. Fakat be­nim asıl maksadımı (açlığımı) anlayamayıp gitti. İkinci olarak ya­nımdan Hazreti Ömer geçti. Ona da ayni maksadla Kur'andan bir ayet sordum. O da halimi anlayamayıp gitti. Sonra Peygamber Sal-lallahu Aleyhi ve Sellem yanımdan geçerken beni görür görmez ha­limi anlayarak gülümsedi ve: «Ebâ Hifr (Ya Ebâ Hüreyre), arkama düş!» buyurdu. Ben de arkasına düşerek Hazreti Peygamberin evine gittik. Önce kendisi içeri girdi, biraz sonra da beni içeriye aldı. Haz­reti Peygambere süt getirilmişti. «Bu süt nereden geldi?» diye sor­dular. Denildi ki: Bu sütü sana falanca adam, yahud falanca kadın hediye etti. Bunun üzerine Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimiz bana şu emri verdiler:

«Suffelilere (mescidde barınan ashabın fakirlerine) git ve on­ları bana çağır.» Hazreti Peygamber zekât ve sadaka gibi malları bu kimsesiz ve çok muhtaç fakirlere hemen dağıtır ve kendilerine gelen hediyelerden de vermek için onları davet ederlerdi. Hediye olarak gelen yiyeceklerden hem kendileri yerler, hem de onlara ik­ram ederlerdi. Bu gelen süt. için de ayni şeyi yaptılar; fakat ben endişelendim. Kendi kendime dedim ki, bu kadarcık süt Suffe ehline yeter mi? Bu ancak benim açlığımı giderebilir. Fakat Allah'ın ve Peygamberin emrine bağlılığım sebebiyle sesimi çıkarmadan hemen Suffe ehline koştum ve onları davet ettim. Hepsi Hazreti Peygambe­rin huzuruna geîdiler. Herkes kendisine uygun yerde oturduktan sonra Hazreti Peygamber bana: «Şu kâseyi al da, müsafirlere ikram et,» buyurdular. Ben de kâseyi alarak sıra ile onlara vermeye başladim. Her biri kanıncaya kadar içtikten sonra kâseyi bana geri veri­yordu. Böylece hepsi içtiler ve kandılar. Sonra  kâseyi Peygamber

Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e verdim. Hazreti Peygamber kâseyi mübarek elinde tutarak ve tebessüm ederek bana şöyle buyurdu:

«Ebâ Hirr! Geriye seninle ben kaldım.» Ben de, evet, ya Resûlal-lah! dedim. Sonra bana:

«Otur da iç bakalım!» dedi. Ben de oturdum ve içtim. Her du­rakladığımda Hazreti Peygamber bana, devamlı olarak; «Daha iç, daha içi» buyurmakta idiler. Nihayet, seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, artık tıkandım, dedim. Bunun üzerine Hazreti Peygamber:

«Öyle ise o kadehi bana ver,» buyurdu. Ben de kâseyi kendileri­ne verdim. Hazreti Peygamber Allah'a hamd etti ve besmele çekerek sütün artanını içti.

 

1409- Ebû Hüreyre (Radıyallahu AnhJ'den rivayet edilmiş­tir: Resûl-i Ekrem,» Ali ahım! Muhammed ailesine yetecek kadar rızik ver.» diye dua ederdi.

Mütercim:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bazan ailelerinin bir yıllık ihtiyaçlarını biriktirirler idi. Bu da ancak zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilecek miktarda ve israfa yol açmayacak şekilde olurdu. Netice olarak yine günlere taksim edildiği zaman kifayet miktarını aşmazdı.

 

1410- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: «Sizden hiç birinizi (ahirette) asla ameli kurtaramaz.» Ashab sordular. ya Resûlallah! Sizi de,mi? Hazreti Peygamber;

«Evet, beni de (amelim) kurtaramaz! Ancak Allah'ın rahmeti beni kaplarsa kurtulurum. Bununla beraber doğruluktan yana olunuz. Yakıştırmaya çalışınız. Sabah, akşam ve gecenin bir kısmında kulluk vecibelerinizi yerine getiriniz. Hele itidal, itidal!  (bu ölçülü

davranmayı elden bırakmazsanız) hedefinize ulaşirsımr

 

1411- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha)'den rivayet edilmiştir:

«Doğruluktan yana olunuz. Yakıştırmaya, çalışınız. Biliniz ki, biç birinizi, ameli cennete koyamaz. Amel ve ibadetlerin Allah'a en sevimlisi, az dahi olsa devamlı olanıdır.»

 

1412- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e:    Amellerin   hangisi daha sevimlidir? diye soruldu. Şu cevabı verdiler:

«Az da olsa devamlı olanıdır. Gücünüzün yettiği amelleri üstle­niniz.»

 

1413- Ebü Hüreyre (Radıyallahu AnhVden rivayet edilmiştirı

«Allah Tealâ rahmeti yarattığı zaman yüz bölüm olarak yarattı. Doksan dokuz bölümünü kendi katında sakladı. Bütün yaratıkları­na da yalnız bir bölümünü verdi Kâfir bile Allah katında olan rahmetin büyüklüğünü bilebÜseydi cennetten ümidini kesmezdi. Mü­min de, AUah katında olan azabın büyüklüğünü bilebilseydi cehen­nemden emin olmazdı (cehennemlik olacağını sanırdı).» (Müminin durumu, cehennemden korkmakla cenneti ummak arasındadır.)

 

1414- Sehl bin Sa'd (Radıyallahu Anh) anlatır:

«Her kim iki çene arasım (Ağızını ve dilini) ve iki bacak arasını (avret yerini) koruyacağına dair bana teminat verirse, ben de ona cenneti garantilerim (ona cennetlik olacağını müjdelerim.).» (Ağzı­nı haram yemekten, dilini haram ve yasak sözlerden, avret yerini de zina ve kötü işlerden koruyan kimse, Allah'ın va'di üzere cennete girer.)

 

1415- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmişr tir:

«Gerçekten insanoğlu farkında olmadan Allah'ın razı olduğu sözlerden birini söyler de Allah bu yüzden onu birkaç derece birden yükseltir. Bir kul da, farkında olmadan Allah'ın razı olmadığı söz­lerden birini söyler de bu yüzden cehennemi- boylar.» (Onun için insan, sözlerinde ölçülü olmalı ve Allah rızasına aykırı gelişi güzel rasgele söz söylememelidir).

 

1416- Ebû Musa  (Radıyallahu  Anh)'dan  rivayet edilmiştir;

«Benim ile, Allah tarafından İfasına memur edildiğim vazife­nin örneği şudur: Bir adam, bir kavme gelerek, (size saldıracak olan) orduyu gözlerimle gördüm ve işte ben çıplak ihtarcıyım. Ka­çıp kurtulun, kaçıp kurtulun! demiştir. Bir grup, sözünü dinleyerek gecenin karanlığında sessizce yola koyulup kurtuldular. Bir grup da, ihtarcıyı yalanladılar ve sabahleyin ordu gelip onları kılıçtan geçirdi.»

Mütercim:

Arabların eski adetlerinde, yolda bir kimse ansızın düşman as­kerini görünce, çırılçıplak soyunarak hemen kabilesine koşar ve ha­ber getirirdi. Yahud düşmanlar bu adamı yakalayıp elbisesini so­yar ve kabilesine teslim olmalarını bildirmek için onu çıplak vazi­yette kabilesine gönderirlerdi. Haberi alan kabile de bütün mal ve eşyalarını bırakarak kaçarlardı. İşin gerçekliğine delâlet etmesi için yakaladıkları kimseyi böyle  çırılçıplak soyarlardı.

İşte Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, nice açık maci-zelerle ve kesin alâmetlerle kavmine gönderildiği ve iman edenlere cennet, etmeyenlere de cehennem vadettiği halde, bu gerçek karşı­sında peygamberin haberini yalanlayanlar elbette baskına uğrayan­ların halinden daha feci bir akıbete düşeceklerdir. Tebliğ emirle­rini doğrulayanlar da elbette kurtulacaklardır.

Bu misal ile Hazreti Peygamber şunu belirtiyor: «Ey Ümmetim! Ben doğru bir haberciyim. Gözlerimle cennet ve cehennemi gör­düm. Düşmanı gören çıplak haberci gibi. Size ihtarda bulunuyorum. Bana inanır da dediklerimi yaparsanız kurtulursunuz; değilse helak olursunuz.

 

1417- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir-.

«Cehennem,   nefsanî arzuların   perdesiyle örtülmüştür.   Cennet ise  (nefsin hoşlanmadığı) sevimsizlikler, perdesiyle örtülüdür.»

Mütercim:

Nefsin arzuları, görünüşte hoş ve tatlı şeylerdir. Fakat bu tatlı aslında cehennemi örten bir perdedir. Bu perdeyi aralayan kendisini cehennemde bulur. Cenneti örten perde de nefse ağır gelen ibadetler ve yasaklar perdesidir. Bunlar gözetilip zorluklara göğüs gerilirse cennet perdesi aralanarak cennete girilir. Nefsin arzusu peşinde ko­şan, tuzağa gelen kuşa benzer. Kuş, tuzaktaki yemi görür ve onu almaya özenir, ötesindeki tuzağı ve felâketi görmez. Nihayet yemi alırken felâkete uğrar. Şehvet peşinde koşan da şehvet yeminin ar­kasındaki cehennemi görmez ve zevkleri uğruna kendini helak eder.

 

1418- Abdullah (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Cennet, herhangi birinize, pabucunun taşmasından daha yakın­dır. Cehennem de böyledir.»

(însana ölüm, anî olarak gelir, bunun belli bir vakti yoktur. Ölüm gelmekle de arkasında ya cennet vardır, ya da cehennem. Onun için herkes bu kısa ve anî durum için tedbirli bulunmalıdır, .vazifelerini yerine getirmelidir. Gaflet edip cehennemlik vesilesi işlerden kaçın­malıdır.

 

1419- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«En doğru beyit (şiir parçası), Lebîd'in şu sözüdür: Dikkat edin! Allah'dan başka her şey batıldır.» (Allah'dan başka bütün varlıklar yok olacaktır. Daima var ve baki olan ancak alemleri yaratan Allah Tealâ Hazretleridir.)

 

1420- Bbû Hüreyre (Radıyallahu AnhVden rivayet edilmiştir:

«Sizden biriniz, mal ve güzellik bakımından kendisinden üstün olanı görünce hemen kendinden aşağı olana baksın.»

(Fakat ahiret işlerinde kendisinden üstün olana bakıp onun gibi olmaya çalışmalıdır.)

 

1421- tbni Abbas (Radıyallahu Anhüma)'dan rivayet edil­miştir: seyyiatı (kötülükleri) takdir etmiş ve sonra bunları açıkla­mıştır. Her kim bir basene (iyilik) yapmaya niyetlenir de onu yap­mazsa, Allah Tealâ ona kendi katında bir tam sevab yazar. Eğer iyilik yapmaya niyetlenir ve yaparsa Allah ona yaptığı iyiliğin on katından yedi yüz katına kadar ve daha birçok katlara değin sevab yazar. Kim de bir günah işlemeye yeltenîr de, onu işlemezse Allah, kendi katında ona bir tam sevab yazar. Eğer o günaha yeltenir de onu işlerse, Allah, ona yalnız bir günah yazar.

Mütercim:

Alimler bu konuda çok ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı bu hadîsi- şe­rifin zahirine bakarak, sırf kötü bir niyet ve kasıtla hiç kimse azarlan­maz demişlerdir. Bir kısmına göre de, niyet ve kasıd beş kısımdır: Hevacis, havatır, kuruntu, himmet, azim. Bunlardan dördü bağışlanan niyetlerdir. Beşincisi olan azim ve kesinlik durumunda olan kimse, fenalığı başaramamış olsa bile, azaba uğratılır. Bu azab şekli de ba-zılarma göre dünyada elem ve sıkıntılar çekmekle olur. Bazılarına göre de, ahirette azab şekliyle değil de azarlama mahiyetinde ölür. Bir de Mekke'yi istisna ederek, orada kötülük niyet edenin azaba uğratılacağını söyleyen alimler vardır.

İmana gelince, bir kimse dinden çıkmaya niyet ederse, hemen dinden çıkmış olur, Amele benzemez. İlerde ve gelecek bir zamanda dinden çıkacağına niyet beslemesiyle de hemen dinden çıkar.

 

1422- Hüzeyfe (Radıyallahu Anh) Hazretleri der kî:

Peygamber Sal] ali ahu Aleyhi ve Sellem, emanet (dinî sorumlu­luk) hakkında iki husus beyan etti. Bunlardan birini gözlerimle gör­düm ve ikinciyi de bekliyorum. Hazreti Peygamber şöyle buyurmuş­tu: «Gerçekten emanet bazı kişilerin kalblerinin derinliklerine inmiş­tir. Sonra (şeriat hükümlerini Kur'andan öğrendiler, sonra sünnetten öğrendiler.» hükümlere, Allah'ın emanetine sımsıkı sarılarak görev] rini yerine getirdiler, Hazreti Peygamber, ikinci husus olarak bü emanetin kalkmasından bize söz etti ve şöyle buyurdu:

*Kişi bir uykuya dalar ve emanet onun kalbinden alınarak siyah bir leke gibi sadece izi kalır. Sonra bir uykuya daha dalar ve emanet alınarak hava kabarcığı gibi izi kalır. Tıpkı ayağımı* üzerinden yu­varladığın kor parçasının meydana getirdiği kabarcık gibi ki, onu ka­barık olarak görürsen de içi boştur. İnsanlar alış veriş yapacaklar ve sen emaneti yerine getiren bir kimse hemen hemen bulamıyacak-sm. Falan ailede emin (dürüst) bir kişi var denilmeye   başlanacak,

Aynı zamanda bir kişi için? ne akıllı, ne kibar, ne celadeti! (gözü pek) adam! denilecek. Oysa kalbinde, hardal tanesi ağırlığınca İman yoktur.»

Hüzeyfe şöyle devam etti: Ben öyle güzel günler geçirdim ki, siz­den herhangi birinizle tereddütsüz alış-veriş yapardım. Çünkü alış veriş ettiğim kimse müslüman ise, onun inancı ve emanet duygusu bana hiyanet etmesini engellerdi. Eğer gayri müslim ise onu idarecisi bana hiyanet etmekten menederdi. Fakat bugün herkesde emanet vo emniyet kalmadığından falan ve falan kimselerden başkası ile alış-ve­riş etmiyorum.

 

1423- îbni Ömer (Radıyallahu Anhüma) anlatır

«İnsanlar yüzlük deve katarı gibidir. Bu yüzlük develerin içinde sağlam bir binek hemen hemen bulamazsın.»

 

1424- Cündüb (Radıyallahu Anh) 'den rivayet edilmiştir!

«Desinler diye iş yapanı Allah dile düşürür ve gösteriş için İş (amel ve ibadet) yapanı da Allah teşhir eder.»

Mütercim:

Bütün ibadetler Allah için ve onun rızasını kazanmak için yapı­lır. Aslında bunlarda gösteriş ve desinler gibi düşünceler olamaz. Kim bu esastan aynlırsa riyakâr durumuna düşer. Onun için Allah Tealâ Hazretleri hem dünyada ve hem de ahirette o riyakârın halini insan­lara açar ve ikiyüzlülüğünü açığa vurur. Farz olan ibadetler Allah'ın emri olduğu için açıkta yerine getirilir. Nafile ibadetlere gösteriş ve desinler karışmaması için onlar mümkün olduğu  kadar gizli yapılır.

 

1425- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anhî'den rivayet edilmiştir:

«Allah Tealâ buyurdu: Benim velîme (evliyama) düşmanlık eden kimseye savaş ilân ederim. Kullarımdan hiçbiri, ona farz kıldığım işten daha sevgili bir şeyle bana (rahmetime) yaklaşmamıştır. Ku­lum, nafile ibadetlerle bana yaklaşmaya devam edince ben onu se­verim ve sevdiğim zaman da onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne dilerse mutlaka veririm. Ba­na sığınırsa mutlaka kendisini korurum. Müminin canını almakta tereddüt ettiğim kadar yapacağım hiç bir işte tereddüt etmedim: Mü­min ölümü sevmez, ben de onun yadırgadığını yapmak istemem.»

Mütebcim:

Tasavvuf alimleri bu hadîs-i şerifi şöyle tevil ederler: Allah'ın gerçek velileri her şeyi Allah Tealâ'dan işitirler. Her şeyi Allah Tea-lâ'dan görürler, bütün hareketleri Allah'dan bilirler. Hulul ve birleş­me itikadı olmaksızın kendi varlığını yok kabul edip Allah'ın varlığı­na dayanırlar.

Diğer alimler şu manayı vermişlerdir: Ben razı olduğum kulu­mu başarıya ulaştırırım, ona her hususta yardım ederim ve her işini şeriat hükümlerine uygun olarak yapar. Her şeyi şeriat kulağı ile dinler, her şeyi şeriat gözü ile görür, her şeyi şeriat eliyle tutar, her işe şeriat ayağı ile yürür. Yahut benim veli kulum, beni zikretmek­ten başka bir şeyden haz duymaz, yaratıklarımın hepsine ibret ba­kışı ile bakar, .rızama aykırı işlere el uzatmaz ve yürümez.

 

1426- Ubade bin Samit (Radiyallahu Anh) anlatır:

«Kim Allah'a kavuşmayı severse Allah da ona kavuşmayı sever. Kim Allah'a kavuşmayı sevmezse, Allah da ona kavuşmayı sevmez.» Bu hadîs-i şerif üzerine Hazreti Aişe sordu:

— Ya Resûlallahl Biz ölümden hoşlanmıyoruz, nasü edelim? Hazreti Peygamber cevab verdiler:

«Ölüm meselesi başka! Lâkin mümin kimseye ölüm gelince, Al­lah'ın rızası ve keremi ona müjdelenir ve kendisine önünde olan ahiretten daha sevimli bir şey olmaz. Bunun üzerine o, Allah'a ka­vuşmayı, Allah da ona kavuşmayı sever. Kafir olan kimse, ölüm gel­diği Uzaman, Allah'ın azabı ve cezası ile müjdelenir ve kendisine Önünde olan (azab)dan daha kötü bir şey olmaz. Onun için kâfir, Al­lah'a kavuşmayı sevmez ve Allah da ona kavuşmayı sevmez.»

 

1427- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki: Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerine Bedevi'ler­den bazıları geldi ve kıyamet ne zaman kopacaktır? diye sordular. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bu gelenler içinde en genç yaşta olan bir çocuğa bakarak şöyle buyurdu:

«Bu genç yaşarsa o İhtiyarlamadan sizin kıyametiniz kopar (siz ölürsünüz ve sizin için kıyamet kopmuş olur).»

Mütercim:

Bu hadîs-i şerifin rivayetinde Hişam bin Ürve der ki: Onların ölümü, kıyamet demektir. Çünkü insanın küçük kıya­meti Ölümdür. Orta derecede kıyameti, yalanlarının ve sevdiklerinin ölmesidir. Büyük kıyamet ae, öldükten sonra dirilip hesaba çekilme zamanıdır. Hazreti Peygamber, cahil olan bedevilere anlıyabilecek-leri şekilde çok hikmetli bir cevab vermişlerdir. însana esas lüzumlu olan kendi halini düzeltip ahirete selâmetle göçmektir. Bu göçmekle dünya sona erdiğinden kıyamet kopmuştur.. Ömür de kısa olduğu için insanlara gereken iş, hak yol üzere bulunmaktır. Zamanı Allah tarafından bilinen kıyamet işini siz ne yapacaksınız, sîz ahiretiniz için hazırlanın.

 

1428- Ebû Saîd El-Hudrî (Radıyallahu Anh) der ki:

«Kıyamet gününde yeryüzü bütün bir ekmek olacak ve ulu Al­lah, herhangi birinizin yolculukta ekmeğini silkmesi gibi onu silke-rek cennet ehline ziyafet verecektir.» Hazreti peygamber böyle buyurduktan sonra, Yahudilerden bir adam gelip:

  Allah sani mübarek kılsın ey Ebe'l Kasim! Sana kıyamet gü­nünde cennet ehline verilecek yemekten haber vereyim mi? dedi. Hazreti Peygamber: «Evet! (haber ver)» buyurdu.   Adam,   Hazreti Peygamberin buyurduğu gibi, yeryüzünün bir bütün ekmek olacağı­nı söyledi. Sonra dedi ki: Sana cennetliklerin katığını söyleyeyim mi? Onların katıkları Bâlâm ve Nûn'dur.

Sonra ashab Yahudi'ye Bâlâm ve Nûn ne demektir diye sordu­lar. Yahudi cevab verdi:

  Öküz ile Hut balığıdır. Bu iki hayvanın ciğerlerinden   sarkan kısımdan (ince yerden) yetmiş bin (kişi veya ordu)   yiyeceklerdir. (Öküz ve balık ciğerlerinin en lezzetli kısımları mahşer ehlinin yiyeceği olacaktır. Bu da cennetlik olanlara ziyafet olarak verilecektir. Yötmiş bin rakamı, yiyecek olanların çok kimseler olacağına işaret-

 

1429- Sehl (Radıyallahu AnhVden rivayet edilmiştir:

«Kıyamet gününde insanlar, halis undan yapılmış pide gibi es­merimsi bir toprak üstünde toplanacaklardır. Alan düzlük olacak ve orada hiç kimsenin bir alâmeti olmayacaktır.»

Mütercim:

Böyle tertemiz ve bembeyaz bir yer üzerinde hasrın olmasının hikmeti, o gün mülkiyetin tamamen Allah'ın kudretinde bulunması itibariyle en büyük ilâhî mahkeme (Mahkeme-i Kübraî için yaraşır paklık ve temizlik ifadesidir söylenebilir.

 

1430- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu AnhVden rivayet edilmiştin

«İnsanlar,  (kıyamete yakın bir zamanda Yemen'de çıkacak bir yangın yüzünden Şam tarafına akın edeceklerdir. Bu göç üç şekil­de tamamlanacaktır : istekli ve korkulu olarak   göçenler. Bir deve üzerinde İkişer, üçer, dörder ve onar kişi olarak göçenler. Geri kalan­larını da ateş katarlayacak; öğlen vaktinde konakladıkları    yerde ateş yanlarında olacak, geceledikleri. yerde ateş yanlarında olacak sabahladıkları yerde ateş yanlarında olacak ve akşamladıkları yerde ateş yanlarında olacaktır.» (Bu üçüncü grup çok geç kaldığı için ar­kalarını ateş bırakmayacaktır.)

Mütercim:

Bu hadis-i şerifte geçen göç, alimlerin çoğuna göre kıyamete çok yakın bir zamanda Aden'de meydana gelecek ateş yüzünden olacak­tır ve insanlar Şam'a doğru yürüyeceklerdir. Bazı alimlere göre de bu ateş, ahiret ateşidir. Herkesin kabirden çıktıktan sonra mahşer yerine doğru toplanmalarının ifadesidir. Çünkü günahkâr ve isyan­kâr olanların etrafını ateş çevreleyerek Arasat meydanına ateş ile sevk edilecekleri diğer sahih hadîslerle sabittir.

Bir kısım alimler de demiştir ki, bu ateş kıyamete yakın bir za­manda olacaksa da, bu gerçek bir ateş değildir. Aden'den çıkarak bütün dünyaya dağılacak fitne ve fesad ateşidir.

îster bu ateş gerçek ateş olsun, ister fitne ateşi olsun, bu kıyamet alâmetlerinin büyüklerinden birincisidir. Diğer alâmetler bundan sonra arka arkaya gelecektir; ve bu ateş bütün insanları doğudan batıya doğru sürecektir, kaçmaya mecbur bırakacaktır. Bu husus «Adem'in Yaratılışı» bahsinde ikinci hadîs-i şerif münasebetiyle açık­lanmıştı.

 

1431- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha)'dan rivayet edilmiştir:

«Mahşere yalınayak, anadan doğma çıplak ve sünnetsiz olarak kaldırılacaksınız.» Hazreti Aişe der ki: Ben,

— Ya Resûlallah! dedim. Erkekler ve kadınlar birbirini görecek­ler! Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:

«Mesele, insanların bununla ilgilenmelerinden çok daha dehşet­lidir.»

Mütercîm:

İnsanlar kabirlerinden dirilip çıktıkları zaman anadan doğma çırılçıplak olacaklarsa da, sonra bütün peygamberler ve iyi kimseler derecelerine göre güzel elbiseler giyeceklerdir. Bu hususta» Kıyamet gününde ilk elbise giyecek olan, İbrahim Aleyhisselam'dır, hadîs-i şerifi vardır.

 

1432- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Kıyamet gününde insanlar ter* »yecek; terleri yetmiş arşınlık bir alanı kaplayacak ve ağızlarına gem vurup 'kulaklarına.kadar va­racaktır.»

Mütercîm:

Mahşerde bu kadar fazla terleme herkes için olmayıp kâfir ve asiler içindir. Terleme de herkesin günah ve suçuna göre olacaktır. Nitekim başka bir hadîste: «Bazı kimselerin teri ayağının ökçesine kadar, bazısının teri baldırın yarısına kadar, bazısının teri dizlerine kadar bazısının teri oyluklarına kadar, bazısının teri koltuklarına ka­dar, bazısının teri ağzına kadar yükselecek ve bazısını da ter tama­men içine alıp örtecektir.» diye' varid olmuştur.

Adaletli hükümdar ile bazı salih kimselerin Arş-ı Alâ gölgesinde o günkü sıcaklıktan korunacaklarına dair «Yedi kimse vardır ki, Allah onları rahmet gölgesi altında gölgelendirir, barındırır» mealindeki ha­dis-i şerif geçmişti. Peygamberler, sıddiklar, şehidler, bu terlemeden korunmuş olup mahşer gününde altın kürsüler üzerinde bulunacak­lardır, diye hadîs-i şerif nakledilmiştir.

 

1433- Abdullah (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Kıyamette insanlar arasında ilk önce görülecek olan dava, kan davasıdır.»

Mütercîm:

Mahşer gününde insanlar ilk önce namazdan hesaba çekilecekler­dir, şeklindeki hadis-i şerif ile bu hadis-i şerif arasında çelişki yoktur; çünkü namaz Allah'ın hakkıdır. Allah'ın haklarından en önce namaz­dan sorulacaktır. Kul hakları yönünden de, ilk görülecek dava, Allah'­ın binası insan yapısını yıkmak olan adam öldürme hususudur.

 

1434- İbni Ömer  (Radıyallahu Anhüma) 'dan rivayet edilmiş­tir:

«Cennet ehli cennete ve cehennem ehli de cehenneme yerleştik­ten sonra (herkes ebedi yerini aldıktan sonra bir koç suretinde) Ölüm getirilir ve cennetle cehennem arasına konur. Sonra bu (koç suretindeki) ölüm boğazlanır. Arkasından bir münadi çağırır: Ey Cen­netlikler ve ey cehennemlikler! Bundan sonra artık ölüm yoktur (her­kes olduğu yerde ebedi olarak kalacaktır). Bu yüzden cennetliklerin sevinçlerine sevinç eklenir ve cehennemliklerin de üzüntülerine üzün­tü eklenir.»

Mütercim:

Kurtubî'nin ta;iavvufçulardan naklettiğine göre, cennet ile ce­hennem arasında kesilecek olan koçun kesicisi Yahya Aleyhisselâm olacakmış. Bu koç şeklindeki ölümün kesilmesi de Allah'ın emri ile Peygamberimizin huzurunda olacaktır. Kesicinin Yahya Aleyhisselâm olması, isminin manasının devamlı bir hayata delâlet etmesi bakımın­dandır ve onun tercihi bu yöndendir. Bu acize kalırsa, Yahya Aley hisselâm, Kudüs Kralı tarafından ,koç gibi boğazlanmıştı. Bu bakım­dan ölüm koçunu kendisinin kesmesi akla yatkındır.

Bir de bu koçu Hazreti Cibril'in keseceği söylenir; çünkü ruhların bekasına memur olduğu için ölümü yok etmesi gerekir.

 

1435- Ebû Saîd (Radıyallahu Anh) 'den rivayet edilmiştir:

«Allah Tealâ cennet ehline: Ey cennetlikler! buyuracak ve onlar da diyecekler ki-. Emrine hazırız ve kulluğunla mutluyuz, Rabbimiz! Allah buyuracak: Memnun oldunuz mu? Cennetlikler diyecekler! ne­den memnun olmayalım? Gerçekten yaratıklarından hiç kimseye ver­mediğini bize verdin. Allah buyuracak: Size bundan daha üstününü vereceğim. Onlar diyecekler ki: Ey rabbimiz! Bundan daha üstün han­gi şeydir? Allah buyuracak: Sizin üzerinize rızamı indireceğim; artık bundan sonra hiçbir zaman size gazab etmeyeceğim.»

Mütercim:

Dünya aleminde de bunun benzeri bir örnek verilebilir. Yunan savaşında Dömeke zaferinden sonra paşalar ve askerî kumandanlar padişah ikinci Abdülhamid'in huzuruna davet edildiler. O zamanki gazetelerin verdiği habere göre, Padişah onlara şöyle hitap etti:

«Anadan doğalı beri bugünkü kadar sevinçli bir günüm olmamış tır. Ben sizden memnunum. Bundan böyle size hiç bir şekilde gücen­meyeceğim.» işte dünyada da bu gibi iltifatlardan memurların sevinç duyacağı tabiidir.

 

1436- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Kâfirin (cehennemde) iki omuzu arasındaki mesafe hızlı giden bir sürücünün üç günde alabileceği mesafedir.»

Mütercim:

Bazı gençler bu gibi hadîs-i şerifleri akıl ve mantık dışı sayarak itiraz ederlerse de, onların itirazlarına bakılmaz; çünkü bu ve bunun gibi hadisler sahih olarak sabittir. Bugünkü alimler güneşin arzdan bir milyon üçyüz bin defa daha büyük olduğunu ve güneşden daha büyük pek çok yıldızlar bulunduğunu hesap etmektedirler. Büyüklük ve mesafenin ne kadar sonsuzluğa doğru gittiğini kabul etmeyen kalmamıştır. Bunların tümünü yaratan Allah olduğuna göre, hadis-i şerifte geçen mesafenin hiç bir önemi ve uzaklığı kalmaz.

«Cennetin genişliği arz ve sema vat kadardır.» mealindeki ayeti kerime gereğince ehli sünnete göre, cennet güneş ve yıldızlara nisbet-le çok daha büyüktür. Cehennem de böyledir.    Bu derecede büyük olan cehennem böyle küçük bedenlerle dolmaz. Bedenin büyümesi, azabın artması içindir.

Cennet ehli ise, Hazreti Adem Aleyhisselâm'm boyunda, Hazre-ti Yûsuf Aleyhisselâm'ın güzelliğinde, Hazreti İsa'nın otuzüç yaşla­rında ve bizim peygamberimizin ahlâkında olacaklardır.

 

1437- Hazreti Enes  CRadıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir.'

«Bazı insanlar, kendilerine cehennem ateşi dokunduktan sonra vücûtlarında yanık izleri bulunduğu halde cehennemden çıkarılırlar ve cennete girerler. Cennet ehli onlara «cehennemliler.» diye ad ve­rirler

rirler.

Mütercîm:

Cehennemde bir müddet yandıktan sonra, vücudlannda yanık izi olduğu halde çıkarlar. Cennette bulunanlar bunlara, cehennem içinde kaldıkları için, cehennemliler ismini verirler. Fakat bunlar sonradan bu ismin kaldırılmasını Allah'dan dileyecekler. Allah da onların üzerinden bu çirkin ismi kaldıracaktır. Bu husus başka ha­dîslerde vardır.

 

1438- NÜman bin Beşir (Radıyallahu Anh)'den rivayet edil­miştir:

«Kıyamet gününde cehennem ehlinin azab bakımından en hafifi o kimsedir ki, ayaklarının çukuru altında iki ateş koru bulunur da, kazan ve tencerenin kaynayışı gibi, bu iki kordan dimağı kaynar.»

 

1439- Ebû Hüreyre   (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Hiç bir kimse, eğer günah işleseydi cehennemdeki yeri göste­rilmeden cennete girmezdi. Bu, onun şükrünü artırması içindir Hiç kimse de, eğer salih amel işleseydi cennetteki yeri gösterilme­dikçe cehenneme girmezdi. Bu da onun pişmanlık duyması içindir.»

Mütercim:

Her şahsın hem cennette ve hem de cehennemde makamı (bir yeri) vardır. Bir mümin csmıete girmeden önce, kendisine cehen­nemdeki makamı gösterilir. îman edip salih amel işlememiş olsa gireceği cehennemdeki yeri kendisine gösterilir ki, oraya düşmedi­ğinden dolayı Allah'a çok çok şükretsin. Bu görüş ona eziyet ver-miyecek, şükrünü artıracaktır. Kâfir de cehenneme girmeden önce, ona cennetteki yeri gösterilir. İman edip salih amel işleseydin işte cennetteki bu yeri alacaktın, denilerek gösterilir ki, hasret ve üzün­tüsü çoğalsın. Sonra cehennemdeki yerine girer. Müminler, kâfirlerin cennetteki yerlerine varis olacaklarına dair başka hadîs-i şerif oldu­ğu gibi, bu şekilde tefsir edilen ayet de vardır.

Bazı hadîs-i şeriflerde de bu cennetle cehennemdeki makamların gösterilmesi. Kabir suali zamanında olacağı belirtilmektedir.

 

1440- İbni Ömer (Radıyallahu Anh) 'den rivayet edilmiştir:

«Önünüzde (ahlrette) bir havuz vardır ki, Cerbâ ile Ezruh arası kadardır.»

 

1441- İbni Ömer (R.A.)'dan rivayet edilmiştir: «(Cennette) benim havuzumun boyu bir aylık mesafedir. Suyu, sütten daha beyazdır, kokuşu misk kokusundan daha hoştur ve kâ­seleri de gök yıldızları gibidir (çok ve parlaktır). Kim ondan içerse, artık bir daha ebedî olarak s us anı az.-

 

1442- Enes (Radıyallahu Anh) 'den rivayet edilmiştir:

«Benim havuzumun boyu, Eyle ile Yemen'in San'a şehri arası kadardır. Orada gök yıldızları sayısınca ibrikler vardır.»

Mütercim:

Bu hadîs-i şerifte beyan edilen havuz, asıl Kevser nehri olmayıp bu nehirden ayrılan bir koldan meydana gelen havuzdur. Kıyamette mahşer yerinde Hazreti Muhammed Aleyhisselâm'ın ümmetine ait olan mübarek bir havuzdur. Bu iki yerde bulunacaktır. Biri Sırat köp­rüsünden önce Arasat meydanında, diğeri de Sırat'dan sonradır: Ger­çekte her peygamberin kendi ümmetine mahsus bir havuzu buluna-caksa da, bizim peygamberimizin Kevser nehrinden meydana gele­cek havuzlarının başka özelliği olacaktır.

 

1443- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu AnhJ'den rivayet edilmiştir:

«Rüyamda Havuzumun başında ayakta duruyor m usum. Bir de baktım ki, bir topluluk su içmeye geldiler. Ben onları, tanıyınca, ara­mıza biri girip onları, haydin diyerek katarlardı. Ben, nereye götü-rüyorsun? dedim. Vallahi, cehenneme götürüyorum! dedi. Ben sor­dum: Onların durumu nedir? Cevab verdi: Bunlar senden sonra din­den gerisin geriye döndüler. Sonra yine havuzumun başında başka bir topluluk gördüm. Nihayet onları tanıdığımda, aramıza biri girip onları haydin, diyerek katarlardı. Ben sordum: Nereye? Cevab ver­di: Vallahi, cehenneme götürüyorum! Durumları (suçları) nedir? diye sordum. Cevab verdi: Bunlar (sizin sağlığınızda Müslüman iken) sizden sonra dinden gerisin geri küfre döndüler. Bu durumda onlardan, hayvanın sürüden ayrılıp kırda başıboş kalması gibi pek az kişinin kurtulacağını sanıyorum.»

Mütercim:

Burada geçen topluluklar, Hazreti Ebû Bekir'in hilafeti zamanın­da «Zekât vermeyiz» deyip dinlerinden dönenler ve Hazreti Ali za­manında türeyen sapık zümrelerden olması ihtimali vardır.

 

1444- Harise (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Havuzumun boyu, Medine ile (Yemende'ki) San'a arası kadar­dır.» Bir rivayette de: «Orada su kaplan yıldızlar gibi parıldar» ilâ­vesi vardır.[59]

 

KADER   BAHSİ

 

1445- İmran bin Husayn (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber SaJlallahu Aleyhi ve Sellem'e biri (yani kendisi) sor-dU:

— Ya Resûlallah! Cennet ehli cehennem   ehlinden    (dünyada) ayırt edilir mi? Cevab verdiler: «Evet!»

— O halde (cennet için) çalışanlar neden çalışsınlar? dedi. Haz-reti Peygamber: «Herkes, hangi şey için yaratilmışsa veya kendisine hangi şey takdir edilmişse ona çalışır.» buyurdu.

(Bir kimse cennetlik ise, ömrünün sonuna kadar salih amel iş­ler. Böylece iyi bir hal üzere ahirete göçer ve cennetlik olur. Cenem-nemlik olan kimse de küfür ve inad üzere bulunur ve çeşitli günahlar işleyerek o hal üzere ahirete göçer ve cehennemlik olur. Her ne ka­dar bir kimsenin cennetlik veya cehennemlik oluşu ezelde mukad­der ve Levh-i Mahfuz'da yazılı ise de, bunlar onun dünyada yapacağı işlere uygun olarak takdir edildiğinden amelleri iradesi ile yapılmış olur. Kul, ezelde kendisi için takdir edilen durumu bilmediği için daima hayırlı işlere koşmak ve sorumlu olduğu işleri yapmak zorun­dadır.)

 

1446- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anhî'den rivayet edilmiştin

«Adak, insan oğluna takdir etmediğim bir şeyi sağlayamaz. Ne var ki kader o kimseyi adak yapmaya sevkeder. oysa ben onu (ezel­de) kendisine takdir etmişimdir. Fakat bu adak sebebiyle (fukaraya çıkar cağlarım.» (Çünkü adak yapmamış olsa, fakire hiç b*ir şey vere­cek değildi.)

Mütercim:

Bir kimse: Falan dileğim olursa, falan musibet benden kalkar­sa, Allah rızası için fakirlere şu kadar para vereceğim yahut Allah rızası için bir kurban keseceğim, diyerek adak yaparken her şeyin Allah'ın takdiri ile olacağına inanır. Bu inançla yapılan adaklar meşru olup sonunda fakirlerin faydalanmasına sebep olur. Aslında adaklar Allah Tealâ Hazretlerinin takdirini değiştirmez. îşte nezir­ler (adaklar) bu inanç ile yapılmalıdır.

 

1447- Ebû Saîd  (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«İktidar mevkiine getirilen bir şahsın mutlaka iki çeşit sırdaşı vardır. Bunlardan biri, ona iyiliği tavsiye eder ve onu hayıra teşvik eder. Diğeri ise kötülüğü tavsiye eder ve onu kötülüğe teşvik eder. Masum, Allah'ın koruduğu kimsedir.» (Allah'ın himayesinde olan bir idareci daima hayırlı işi kabul eder ve onu yapar.)

 

1448- Abdullah bin Mes'ud (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sailallahu Aleyhi ve Sellem, çoğu kez: «Kalbleri 'çeviren hakkı, için, hayır!» diye yemin ederdi.[60]

 

YEMİNLER    VE    ADAKLAR

 

1449- Abdurrahman bin Semüre (Radıyallahu Anh)'den riva­yet edildiğine göre Peygamber Sailallahu Aleyhi ye Sellem şöyle bu­yurmuştur: «Ey Abdurrahman bin Semüre! Sen valilik isteme, Eğer valilik sana istekten dolayı verilirse, onunla başbaşa bırakılırsın (sa­na Allah'dan yardım gelmez). Fakat istemeksizin verilirse, o hususta sana (Allah tarafından) yardım edilir. Eğer bir iş için yemin eder de, o işten başkasını daha hayırlı görürsen, yeminini bozarak hayırlı olanı yap ve yeminin için de keffaret ver.»

(Meselâ: Falanca kimseye vallahi selâm vermem, diye bir kimse yemin etmiş olursa, selâm vermek hayırlı bir" iş olduğu için yeminini bozması ve y«mini bozduğundan dolayı da keffaret vermesi gerekir.

Yemin keffareti de zengin olan için imkân varsa bir köle azad etmek, yoksa on fa,kire ayrı ayrı birer fitre miktarı para vermek yahut on fakirin bedenlerini örtecek şekilde onları giydirmektir. Fakir olan kimse ise arka arkaya üç gün oruç tutar. Yemin bozulduktan, sonra keffaretin yerine getirilmesi lazımdır.

Yemin üç kısımdır:

1- Yemin- gamus: Yalan yere kasden yemin etmektir. Böyle bir yemin büyük günahlardandır. Tevbeden başka bir keffareti yoktur. Ancak böyle bir yeminle kul hakkına tecavüz edilmişse, o haklan geri verilmesi yahut hak sahibinden helallik alın­ması gerekir. Böyle kul hakkmı taşıyan yemin-i gamûs, sahibinin oca­ğını söndürür. Şafii mezhebinde böyle bir yeminden dolayı ayrıca fazla olarak keffaret ödemek de gerekir.

2- Yemin-i lağv: Bjir kimse kendi inancına göre gerçek zanm ile yemin eder. Halbuki yemin ettiği iş dediği gibi değildir. Bunda bir kasıd olmadığı için, yemin sahibinin bağışlanmış olacağı umulur.

3- Yemn-i Mün'akıd: gelecekte bir işi yapmaya veya yapma­maya yemin etmektir. însan böyle bir yemin eder de yeminini bozar­sa, keffaret ödemesi vacib olur. Eğer böyle bir yemin hayırlı işlerin yapılması ve kötü işlerin yapılmaması için ise, o yemine bağlı kalmak işin Önemine göre farz ve vacib olur. Eğer edilen yemin hayırlı işi terk veya hayırsız işi yapmak için ise, o zaman yeminin bozularak keffaret yerilmesi gerekir.

Bir de bu hadîs-i şerifte valilikle yemin bir arada anıldığına gö­re, bir memuriyet işinde hayır olduğu takdirde yeminin bozulabilece-ği ve keffaret verilmesi gerektiği anlaşılabilir.

 

1450- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Biz sonuncularız ve (fakat) Ahirette Önde gelenleriz. Vallahi, sizden birinizin aile ve akrabası aleyhindeki yemininde ısrar etmesi, Allah'ın farz'kıldığı keffareti vermek için yemini bozmasından Al­lah katında kendisi için daha günahtır.»

Mütercim:

Bir kimse aile ve akrabasından biri ile konuşmamaya veya ona yardım etmemeye yeminde bulunursa, bu yemini bozmam ve keffa-ret vermem, diye İsrar ettiği takdirde işlediği günah Allah katında büyük olur. Onun için yeminini bozarak keffaret ödemesi gerekir.

Bu hadîs-i şerifi açıklayan alimler, hadîsin birinci kısmı olan «Biz sonuncularız... «ile son kısmı olan» yeminde İsrar etmenin günah ol­ması» arasında bir ilgi bulamamışlardır. Ben bu ve buna benzer yerlerde tam bir ilgi buldum. Şöyle ki: Biz bütün geçmiş ümmetler­den en sonra geldiğimiz için, geçmiş ümmetlerden ibret alarak şeriat edeblerine en çok riayet etmemiz gerekir. Bu itibarla akraba ve dost­lar aleyhine yemin edip bunda İsrar etmek, bu hayırlı ümmetin gü­zel ahlâkına aykırı düşer.

 

1451- Abdullah bin Hişam (Radıyallahu Anh) der ki:

Biz Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile birlikte idik. Haz-reti Peygamber de Ömer bin Hattab'm elinden tutmuştu. Bu halde iken Hazreti Ömer, Peygamber Sallallahv  \leyhi ve Sellem'e:

  Ya Resûlallah, Ben seni, kendimden başka her şeyden daha çok severim, dedi. Hazreti Peygamber ona şöyle buyurdu:

«Hayır, nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben sana, kendi nefsinden daha sevgili olmadıkça imanın kemale ermiş olmaz.» Hazreti Ömer de:

  O halde, şimdi yemin ederim ki, sen bana   nefsimden daha sevgilisin, dedi. Buna karşılık Hazreti Peygamber:   «Ey Ömer, işte şimdi inancın tam oldu.» buyurdu.

 

1452- Ebü Zer Eldfarî (RadıyaİIahu Anh)   der ki,

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri Kabe'nin göl­gesinde otururlarken: «Kabe'nin Rabbi olan Allah'a yemin ederim ki, onlar en büyük hüsrandadırlar! Kabe'nin Rabbi olan Allah'a yemin ederim ki, onlar en büyük hüsrandadırlar.» buyurdukları sırada ben yanlarına vardım. Hatırıma geldi ki, acaba Hazreti Peygamber bu sözleri benim için mi söylüyor. Bu endişe ve korku ile gidip yanıbaş-larında oturdum. Kendimi tutamâyarak sordum:

— Ya Resûlallah! Anam-babam sana feda olsun! En büyük hüs­randa olanlar kimlerdir? Şu cevabı verdiler:

«Onlar, büyük servet sahibi olanlardır. Ancak şöyle, şöyle ve şöyle yapanlar (önüne sağına ve soluna yardım elini uzatanlar) baş­kadır.»

(Yani önüne, sağma ve soluna gereken şekilde verenler bu hüs­ran ve ziyan dışında kalır. Bu gibilerin akıbeti kötü değildir.)

 

1453- Ebû Hüreyre  (Radiyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir.-«Müslümanlardan birinin üç çocuğu ölürse, ona cehennem ateşi değmez, ancak Allah'ın yemini yerine gelecek kadar (sırat köprüsün­den geçerken) değer.»

(Kur'ani kerimin Meryem sûresi 71. ayeti kerimesinde mealen: «İçinizde cehenneme uğramadan geçecek hiç kimse yoktur. Bu, Rab-binin katında kesinleşmiş bir hükümdür.» buyurulan yemin yerini bulacaktır. Bu itibarla üç çocuğu ölen ana ve babaya cehennem ateşi dokunmayacaktır. Ancak ayeti kerimede buyurulduğu şekilde cehen­neme varılacak; fakat cehennem ateşinden zarar   görülmeyecektir.)

 

1454- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir: «Allah Teaiâ Hazretleri benim-ümmetimi, kuşkulandığı içinden

geçindiği kötü şeyleri yapmadıkça veya söylemedikçe (açığa vurma-dıkça) bağışlar.»

Mütercim:

İnsanın kalbine ve zihnine gelen bir takım kuruntular ve ves-eseler dil ile söylenmedikçe veya işlenmedikçe, sırf böyle fenalıklan düşünmekle günah yazılmaz. Bu özellik bu ümmete mahsustur. Ba­zı alimler, kalblerde yerleşen ve kararlaşan çirkin işler işlenmemiş olsa bile bunlardan sorumluluk doğacağını söylemişlerse de, gerçek olan bunların da bağışlanmış olmasıdır. Fakat inanç bozukluğu ile ilgili olup kalbde veya zihinde yerleşen hususlar münafıklık olur ki, Allah korusun imansız gitmeye sebeb teşkil edebilir.

 

1455- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) 'dan rivayet edilmiştir:

«Kim Allah'a itaat (ibadet) etmek üzere adakta bulunursa, o ibadet adağını yerine getirsin. Kim de Allah'a âsi olmayı adarsa, Al­lah'a asi olmasın.»

(Bir kimse: Allah rızası için gece namaz kılmaya kalkacağım. Adağım olsun, Allah için üç gün oruç tutacağım, sadaka vereceğim demiş olursa bu adaklarını yerine getirsin. Bunları yerine getirmek vacibdir. Fakat şarab içeceğim, günah işleyeceğim diye adak yapar­sa, bunları yapmak haram olduğu için-bu gibi işler yerine getiril­mez.

 

1456- İbni Abbas (Radıyallahu Anhüma) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir Cuma günü'hutbe okurken, herkes mescidde gölgede oturuyordu. Bir adam da güneş altında ve ayakta duruyordu. Hazreti Peygamber onu görünce kim­liğini ve halini sordu. Ashab cevab verdiler:

— Ya Resûlallah! Bu adam Ebû İsrail'dir. Güneş altında kal­mak, yere oturmamak ve asla konuşmamak şartı ile oruç tutmayı adamıştır. Onun için böyle duruyor. Bunun üzerine Hazreti Peygam­ber ashabdan birine şöyle buyurdu:

«Ona söyle, konuşsun, gölgeye çekilsin ve otursun. Orucunu da tamamlasın.» (Bunlar içinde yalnız oruç ibadet olduğu için onun ye­rine getirilmesi gerekir, diğerlerini yerine getirmek gerekmez.)

 

1457- Enes (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştirr

«Allahımî Medinelilerin ölçek, kile ve şiniklerine bereket (onların ürünlerini bol yap).»

 

1458- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir?

«Peygamber Süleyman Aleyhisselâm  dedi ki: Vallahi, bu gece doksan karımı dolaşacağım- Bunlardan herbiri, Allah yolunda sava­şacak birer oğlan doğuracaktır. Peygamberin arkadaşı melek, kendi sine: İnşa-Allah, de! dedi. Hazreti Süleyman  (İnşa   Allah   demeyi) unutarak kanlarını dolaştı. Bunlardan hiç biri çocuk    doğurmadı; yalnız bir tanesi yarım (felçli) bir çocuk doğurdu.» Ebû Hüreyre ri­vayet ederek der ki: «Eğer Süleyman Aleyhisselâm, İnşa Allah demiş olsaydı, yemini yerine gelecek  ve maksadına kavuşmuş olacaktı.» Bir defa da Peygamber Sâllallahu Aleyhi ve Sellem'in şöyle buyur­duğunu rivayet etmiştin «Keski İnşa Allah deseydi.»

Mütercim:

İmam Buharı Hazretleri bu hadis-i şerifin birinci kısmını Hazreti Peygambere isnad etmiyerek onu sanki Ebû Hüreyre'nin sözü gibi göstermişse de, yine iman ve adak bahsinin baş tarafında Hazreti Peygambere isnad ile zikretmiştir.[61]

 

SEKİZİNCİ   CÜZ  

FERAİZ   BAHSİ

 

1459- îbni Abbas   CRadıyallahu  AnhümaJ'den rivayet     edil­miştir:

«Kur'an-i Kerimde takdir ve tayin edilen hisseleri hak sahihleri­ne veriniz. Arta kalanı da en yakın erkek asabeye veriniz.»

(Meselâ: bir kimse ölür de geriye zevcesini, iki kızını ve bir er­kek kardeşini bırakırsa, bu durumda farz ve muayyen hisse olarak zevce sekizde bir (1/8) hisse, iki kız da üçte iki (2/3) hisse alır. Bu hisseler alındıktan sonra geri kalan kısım erkek kardeşe (asabeye) ait olur. O halde miras 24 hisse itibar edilir. Bundan sekizde bir olan 3 hisse ölenin karısına, üçte iki olan 16 hisse iki kızma düşer ki bu farz hisselerin toplamı 19 'hisse eder. Yirmidört hisseden geri kalan 5 hisse de, ölenin erkek kardeşine ait olur.)

 

1460- Hazreti Enes  (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Bir kavmin azadlısı, kendilerinden sayılır. (Azad edilen bir kö­lenin soyca yakını yoksa orîun mirası, kendisini azad eden efendinin­dir.»)

1461- Hazreti Enes (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:

«Bir kavmin kız kardeşlerinin oğlu  kendilerinden sayılır     (ve mirasa hak kazanır). «Bir ölünün mirasçı olarak farz hisse sahipleri veya asebesi bulunmazsa, yakınlık derecesine göre kız kardeş çocuk­ları asabe gibi hak sahibi olurlar.)

 

1462- Sa'd (Radıyallahu Anh) anlatın

«Her kim, babasından başkasını, babası olmadığını bildiği halde, babasıdır diye iddia ederse cennet ona haramdır.»

(Böyle haram olan bir işi helal kabul ederse cehennemliktir îs-ter şöhret edinmek için, ister miras almak için olsun, böyle bir iddia­da bilerek bulunmak haramdır.

 

1463- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh) 'den rivayet edilmiştin

«Sakın babalarınızdan yüz çevirmeyin  (başkalarını baba edin­meyin). Kim babasından yüz çevirirse nankörlük etmiş olur.»[62]

 

ŞER'ÎC EZALAR VE DİYETLER BAHSİ

 

1464- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in huzuruna şarab içen bir adam getirilince bize şöyle buyurdu:

«Onu dövünüz.» Biz de o şarab içeni dövdük. Sonra içimizden biri ona: Allah seni perişan etsin, diye beddua etti. Bu beddua üzeri­ne Hazreti Peygamber:

-Böyle söylemeyiniz ve onun aleyhine şeytana yardımcı olmayı­nız.» (Şeytan insanın kötülüğünü ister; onun isteğine yardımcı ol­mayınız yahut nefis bu sözlerden katüaşır da ona fenalığa devam et­meyi emreder. Bu, bakımdan Şeytana ve nefse yardımcı olmayınız.

Mütercim:

Kendi istek ve arzusu ile, bir damla dahi olsa, şarab içen kimse ağzına şarab kokusu olduğu halde yakalanırsa yahut diğer içkilerden sarhoş olarak yakalanırsa ve bu kendi ikrarı yahut iki şahidin şeha-deti ile sabit olursa ona ceza olarak seksen kamçı vurulur. Bu hüküm Hanefî, Maliki ve Hanbelî mezheblerine göredir. Şafiî mezhebinde ise onun cezası kırk kırbaçtır.

Ceza sarhoşluk halinde uygulanmaz; kendine geldikten sonra, uy­gulanır. Sarhoşluk, kadın ile erkeği, yer ile göğü ayırt edemeyecek kadar kendinden geçme halidir. Bu îmam Azam'a göredir. Diğer iki imama göre sarhoşluk konuşurken saçmalama ve sözleri birbirine karıştırma halidir. Fetva da bunların görüşü üzeredir.

Şarabın haram oluşu Kur'anı kerimin serahati İle sabit bulundu­ğundan onun bir damlasını dahi içmek şer'î cezayı gerektiriyor. Hal­buki diğer içkiler böyle olmadığı için ancak sarhoşluk verdikleri za-zaman şer'i ceza gerekiyor.

 

1465- Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh* der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in zamanında Himar lâ­kabında bir şakacı adam vardı. Bazan yaptığı şakalarla Hazreti Pey­gamberi tebessüm şeklinde güldürürdü. Bir vakit bu adam şarab iç­miş olduğundan Hazreti Peygamber ona kırbaç cezası uygulamıştı. Yine bir gün ayni suçtan dolayı yakalanarak 'Hazreti Peygamberin huzuruna getirildi. Kendisine ikinci defada değnek cezası uygulandı­ğı esnada, orada bulunanlardan biri; Rabbim, bu şarabcıya lanet et, ne de çok içki içiyor! diye ilendi. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:

«Ona lanet etmeyiniz. Vallahi, onun Allah'ı ve Allah'ın peygam­berini sevdiğini kesinlikle biliyorum.»^ Bundan anlaşılıyor ki, bir mü­min, şarab içmek gibi günah işlemesiyle lanetlenmez ve haram iş Allah'ı ve peygamberini sevmeye engel olmaz. Bununla beraber şer'i cezaya çarptırılır; bu da günahına keffaret sayılır. Haklarında açık delil olmayan kâfirleri bile isim tayin ederek lanetlemek caiz değil­dir; ancak Allah'ın laneti zalimler üzerine olsun, kâfirler üzerine ol­sun denilebilir.

 

1466- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Allah o hırsıza lanet etsin ki, başa giyilen miğferi çalar da eli kesilir, urganı çalar da eli kesilir.»

Mütercim:

Bir dinarın Cbir altının) dörtte bir kıymetine ulaşan herhangi bir eşyanın çalınması ile elin kesilmesi gerekir. Bundan daha az kıymet­te olan eşyaların çalınması ile el kesilmez.

 

1467- Hazreti Aişe CRadıyallahu Anha) 'dan rivayet edilmiştir: «Çeyrek Dinar ve ,daha fazlasında el kesilir.»

(Altın paranın dörtte biri veya gümüşün on dirhemi veya bunlar kıymetinde olan eşyaların çalınması, el kesmeyi gerektirir. Ancak îmam Azam Hazretlerine göre, halk arasında mubah hükmünde olan ot, kamış, kızıl toprak boyası gibi şeyleri çalmakla el kesilmez. Yine çabuk bozulan ve çürüyen süt, et, kavun, karpuz ve yaş mey-valar gibi şeylerden dolayı da kesilmez. Sarhoşluk veren maddeleri ve eğlence aletlerini çalmaktan da el kesilmez. Alacağını tahsil ede­meyen bir kimse, alacağı kadar bir malı borçludan çalarsa yine el kesilmediği gibi umuma ait veya ortak malların çalınmasından da kesilmez. Bununla beraber başkasının hakkına tecavüz edilen yerler­de haram yine işlenmiş olur. hak sahibi ile hellallaşılmazsa ahiretde ceza çekilir.

 

1468- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

-Bir cariye (kadın köle) zina eder de ettiği zina meydana çıkar­sa, (efendisi onu) kırbaçla dövsün (ona elli kırbaç vursun); fakat ona bağırıp çağırmasın. Sonra yine zina ederse, yine onu doğsun. Fakat bağırıp çağırmasın» Sonra üçüncü defa zina ederse/bir ip karşılığın­da olsa bile onu satsın.»

Mütercim:

Şer'î cezalarda kölelerin cezası hür olanlara uygulanan cezanın yarısıdır. Bekâr halde iken zina eden hür kimselerin cezası yüz değ­nek ve kölelerinki elli değnektir. Ayrıca kölelerde recim cezası yok tur; çünkü recim cezasının yarısı olmaz. Bu ceza yalnız hür ve nikah­lanmış kimseler hakkında olur.

 

1469- Ebû Bürde (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir: «Allah'ın şer'î cezalarından olmayan  (başkasına hakaret gibi suçlardan dolayı (suçluya) on değnekten fazla vurulmaz.»

Mütercim:

Bir kimse, şarab içmek, zina etmek ve namuslu bir kadına iftira da bulunmak gibi, şer'î cezayı gerektiren suçların dışında bir su< işlerse, o suçluya on değnekten fazla ceza verilmemelidir.

İmam Ahmed ile îmam Hanbel Hazretleri bu hadîs-i şerifi esas kabul ederek amel etmişlerdir. İmam Azam, îmam Şafiî ve îmair Maliki Hazretleri ise, on değnekten çok vurulabileceğini kabul etmiş lerdir. Ancak ne kadar ziyade yapılabileceğinde ayrılığa, düştüler İmam A'zam Hazretlerine göre, tazir adı verilen cezaların miktarı ha kimin takdirine bağlıdır. Suçlunun suç durumuna, bedenî, malî içti maî durumlarına bakılarak tayin edilir. Azarlama ve ayiblama ceza lan da verilebilir.

 

1470- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh) 'dan rivayet edilmiştir:

«Kim, kölesine suçsuz olduğu halde zina isnad ederse, kıyamet günü kırbaçlanır. Ancak söylediği doğru ise kırbaçlanmaz.»

(Bir kimse kendi kölesine zina etmiştir diye iftira ederse dünya­da bu iftirasından dolayı ceza görmez ise de, ahirette Allah tara­fından ona iftira suçunun cezası olmak üzere seksen kırbaç vurulur.)

 

1471- tbni Ömer (Radiyallahu Anhüma)'dan rivayet edilmiş­tin

«Bir mümin, yasak olan cana kıymadıkça dininde genişlik içinde devam eder.»

Mütercim:

Bir mümin küçük ve büyük günahlar işlemiş olsa bile, din ve iman dairesinde serbestlik içinde olur. Her istediği zaman tevbe ve, istiğfar ederek, üzerinde kul hakkı varsa helallaşarak bağışlanması umulur. Fakat şirkten (Allah'a ortak koşma günahından) sonra en büyük günah olan adam öldürme suçu- insana bulaştı mı, artık onun dindeki genişliği kaybolur; çünkü dünyada kısas cezasına, ahirette de azaba çarpılır.

Bu hadis-i şerifin işaretinden anlaşılıyor ki, katil olanın tevbesi makbul değildir. Bu görüşe, İbni Ömer ve İbni Abbas katılmışlardır. Fakat diğer müctehidlere göre, bu hadis-i şerif tehdit ve teşdit ma­nasını taşımaktadır. Yahut öldürme işini helal kabul etmek şartına bağlıdır. Çünkü şirkten başka günahları işlemekle, helali helal, ha­ramı da haram kabul etmek şartı ile hiç bir mümin kâfir olmaz. An­cak küfrü gerektiren söz ve hareketleri işlemekle dinden çıkılır. Din­den çıkmayı gerektirmeyecek şekilde günah işleyenlere Allah dilerse ahirette azab eder, dilerse bağışlar. Azab edişi de kulun günahı mik-tannca olur.

 

1472- Mikdad bin Am (Radıyallahu Anh) der ki:

Ben Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimize sordum:

— Ya Resûlallah! Savaşırken bir kâfirle karşılaşsam ve kolumu bir kılıç darbesiyle kesmiş olsa ve Sonra bu adam bir ağacı siper ederek, ben Allah rızası için müslüman oldum dese onu öldürebilir mi­yim? Hazreti Peygamber:

  «Onu öldürme!» buyurdu. Ben yine:

  Ya Resûlallah! Bu kâfir benim kolumu kestikten sonra müslü­man olduğunu söylüyor. Yine onu öldüremem mi? dedim. Buyurdu ki:

«Sakın Onu öldürme. Onu öldürürsen, o kâfir* senin onu öldür­menden önceki durumuna geçer (mümin sayılır); sen ûe, o kâfirin, tevhit kelimesini söylemesinden önceki durumuna düşersin.» (Bir mümini, mümin olduğu için öldürmek küfürdür.) İbni Ömer'den (Ra-dıyallahu Arihüma) şöyle bir rivayet vardır:

«Mümin kişi, kâfirlerle beraber olduğu için imanını gizlerde sonra açığa vurur ve sen onu Öldürürsen aynı netice meydana gelir. Nitekim sen de önceleri Mekke'de imanını gizliyordun.»

 

1473- Abdullah bin Amr Ebû Musa (Radıyallahu Anh)'dan ri­vayet edilmiştir:

«Bize karşı silâh taşıyan bizden değildir.» (Müslümanlara ve is­lâm idaresine karşı silâh taşıyan ve bunu helâl sayan bir insan mü­min değildir.)

 

1474- Abdullah CRadıyallahu AnbJ'dan rivayet edilmiştik: «Allah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed Aleyhİsselâm' m Allah'ın peygamberi olduğuna şahadet eden bir müslümanm kanı (öldürülmesi) ancak üç sebebden biri ile helâl olur:

1- Can mukabilinde can (haksız yere cana kıyanın kısas ola­rak öldürülmesi gerekir).

2- Evli veya dul iken zina eden (taşlanarak öldürülmesi gere­kir) .

3- İslâm dininden çıkan ve islâm cemaatından ayrılan.» (katil. zani ve mürted olandan başkasını öldürmek helâl olmaz.

Bir kısım alimler, bu üçüne bir dördüncüsünü ilâve etmişlerdir. O da nefis müdafaası için adam öldürmektir. Birisinin üzerine saldıran ve hayatına kasdeden kişi başka türlü önlenemezse öldürülür.)

Mütercim:

Hanefî mezhebinde cemaatla namaz kılmayı terk etmek öldürül­me sebebi değildir; ancak farziyyeti inkâr edilirse dinden çıkılır ve tevbe etmediği takdirde öldürülür. Çünkü islâm toplumunu terk et­mek, namazı terk etmek manasına gelmez. Müslümanlardan ayrılıp kâfirlere karışmak demektir.

 

1475- ibni Abbas  (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Allah'ın en çok buğzettiği kişiler üçtür: 1 — Harem hudutları içinde inkarcılık eden, 2 — Müslümanlıkta cahzh'yet adeti peşinde ko­şan. 3 — Haksız yere bir kimsenin kanını dökmeye istekli olan

 

1476- Ebü Hüreyre  (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Biz dünyada sonuncular ve (fakat) ahirette önde gelenleriz. İzin vermediğin halde evinin içine bakan kimseye, parmaklarının arasından bir çakıl taşı fırlatıp gözünü çık arsan sorumlu olmazsın.»

Mütercim:

İmam Şafiî Hazretleri bu hadis-i şerifin zahiri ile amel ederek de­miştir ki: Bir kimse, kendi evinin kapı veya penceresinden izin al­maksızın evin içine bakar da, içerde bulunan ev sahibi, iki parmak arasmaTbır taş alarak içeriye bakan mütecavizin gözüne atarak gözü­nü kör eder veya sakatlatırsa, bundan dolayı ev sahibine ceza vermek gerekmez. Yaralanan ölse bile yine bir günah yoktur, diyet de yoktur. Diğer alimler ve müctehidler demişlerdir ki, bu hadîs-i şerif tehdit ve teşdit ifade eder. Büyük pencere ve kapılardan içeri bakanın gözü oyulması halinde diyet gerekir.

 

1477- Ibni Abbas (Radıyaîlahtı Anhüma)'dan rivayet edilmiş­tir:

«Şu ve şu (serçe parmağıyle baş parmak)  diyetçe eşittir.»

(Bu iki parmaktan herhangi biri kesilmiş olursa kesen kimsenin ölüm diyeti olan yüz devenin onda birini (on deveyi) Vermesi gere­kir.[63]

 

MÜRTEDLERİN   (HAK   DİNDEN   ÇIKANLARIN)   TEVBEYE ÇAĞRILMALARI

 

1478- İbni Mes'ud (Radıyallahu Anh) Hazretleri-der ki:

Bir kimse Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e sordu: — Ya Resûlallah! Cahiliyet zamanında (islâmdan önce) yapmış olduğumuz günahlardan sorumlu olacak mıyız? Hazreti Peygamber cevab verdi:

«İslâm'da iyi olan kimse, cahiliyet zamanında işlemiş olduğu günahlardan sorumlu tutulmaz. Fakat islâm'da kötü olan,kimse, ön­ceki ve sonraki kötülüklerinin cezasını çeker.»

Mütercim:

Bir kimse irtidat ettikten sonra tekrar tevbe ederek İslâm dinine dönse, imam sahih olur ve o günden itibaren müslüman sayılarak sahih amelleri makbul olur. İrtidat halinde terk etmiş olduğu farz-lan kaza etmesi gerekmez. Ancak İslâm iken yapmış olduğu hac ibadetini yeniden müslüman olmakla kaza etmesi icab eder.

İrtidad eden kimseye, tevbe ederek iman etmesi teklif edilir ve varsa şübheleri giderilir. Tevbe edince kurtulur, değilse islâm idaresi tarafından öldürülmesi gerekir. Ancak irtidad eden kimse kadın ise öldürülmez, habsedilir. Şafii mezhebinde kadın bakımından hükümde bir ayrılık yoktur.

İşte Islâmda kötülük yapan kimse, hem islâm halinde, hem de cahiliyet zamanında işlediği günahlardan sorumlu tutulur, hükmü­nün manası da, İslâm'dan kötülük yaparak çıkanın durumunu tesbit etmektedir. Yoksa islâm dininden çıkmaksızın günah işleyen kimse manasına gelmez.[64]

 

TABİR  (Rüya tevili)  BAHSİ

 

1479- Hazreti Enes (Radiyallahu Anh) 'den rivayet   edilmiştin

«Salih adamın güzel rüyası, peygamberliğin kırk altıda bir bö­lümüdür.»

 

Mütercim:

 

Salih kimsenin görmüş olduğu güzel ve iyi rüyalar, peygamberli­ğin bir bölümüdür. Çünkü rüya gaybe ait şeylerle ilgili olduğu bakım­dan nübüvvet bölümlerine benzer. Burada ifade ettiği mana gerçek­ten nübüvvetin parçası olmayıp ona benzeme bakımından mecazı manasını taşımaktadır. Fakat peygamberlerin gördükleri rüyalar nü­büvvetten olduğu cihetle hakikattir ve Allah'dan bir vahiydir.

Çoğunlukla iyi kimselerin (salih kulların gördükleri rüyalar ger­çek çıktığından hadıs-i şerifte salihlerin rüyası diye kayıd Vardır. Yoksa salih olmayanlar da güzel rüyalar görebilir. Müslüman olma­yanlar da görebilir. Onun için rüyalar üç kısımdır:

1- Peygamber rüyası: Bunların rüyalarının tümü doğrudur ve çoğuda tâbire muhtaç olmayıp aynı ile çıkar. Bazısıda tevile muhtaç olarak çıkar.

2- Salih insanların rüyası: Bunların rüyalar çoğu kez rahmani­dir. Ve gördükleri gibi çıkar.

3- Diğer insanların rüyası: rüyalarının bir kısmı doğrudur, bir kısmı da bozuk ve karışıktır. Bu üçüncü kısım arasında kâfir olanlann rüyaları nadiren doğru çıkar. Alimler, doğru kimselerin rüyalaıı doğru çıkar, yalancı ve sahtekârların rüyaları ise doğru çıkmaz, de­mişlerdir.

Bir de peygamberlerin bir nübüvvet yönü ile risalet yönü var­dır. Nübüvvet yönü, gaybe dair bilgilere sahib olma hasletidir. Risa­let ise, insanlara tebliğ halidir. Onun- için rüya nübüvvetten parça sayılmış, risaletten sayılmamıştır.

 

1480- Ebû Saîd (Radıyallahu Anhî'den rivayet edilmiştir:

«Sizden biriniz, sevdiği bir rüya gördüğü zaman, muhakkak o rüya Allah'dandır. Bu rüyadan dolayı Allah'a hamd etsin ve onu an­latsın. Bundan başka hoşlanmadığı bir rüya gördüğü zaman, muhak­kak o şeytandandır, onun kötülüğünden Allah'a sığınsın ve onu hiç kimseye de anlatmasın; artık o rüya kendisine zarar veremez.»

 

Mütercim:

 

Salih rüyaların edebleri üçtür:

1- Allah'a hamd ve şükür etmek,

2- Görülen salih rüyayı başkasına anlatmak,

3- Kendisine rüya anlatılan kimse, o rüyadan sevinç duyabilecek ve onu kerih görme­yecek kimse olmalıdır.

Fena rüyaların edebleri ise dörttür:

l- Görülen rüyanın fena­lığından Allah'a sığınmak,

2- Şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak,

3- Uykudan uyanır uyanmaz, hemen sol tarafa tükürmek ve sağ yanı üzere yatmak,

4- O rüyayı hiç kimseye söylememek.

Bir de.Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ashabdan kötü ve korkulu rüya gören birine buyurdular ki: «Sen yatağına girerken şunu oku: Bismillâhi eûzü bikelimatillahi't-tammati min gadabihi ve şerri ibadihi ve min hemezati'ş-şeyatıni ve en yahzurûn.» Bu ha-dis-i şerifi îmam Nese'i tahriç etmiştir.

Bu gibi korkulu rüyalardan korunmak için Ayetülkürsi'nin okunmasının yararlı olduğu tecrübeye dayanarak söylenir.

 

1481- Ebü HÜreyre (Radıyallahu Anh) der kiî

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem: ^Peygamberlikten, mü-beşşirattan başka bir şey kalmadı.» buyurdu. Ashab sordular:

— Ya Resûlallah, mübeşşirat nedir? Hazreti Peygamber: «Salih rüyadır.» buyurdu.

Mütercim:

Artık peygamberlik bende tamamlandı. Benden sonra bâzı kul­lara salih rüya ile müjdeler gelecektir.

Yunus sûresinin 64. ayeti kerimesinin meali olan «Veliler için hem dünya hayatında (Kur'anm ve Peygamberin haberleriyle), hem de ahirette (cennetle) müjdeler var.» ayetini, bazı müfessirler, Allah iyi kullarını, güzel rüyalar göstererek ve ilhamda bulunarak dünyada müjdeler, diye tefsir etmişlerdir. Bir müminin dünyada müjdelenmesi, gerek kendisi için ve gerekse başkası için göreceği salih rüyadır ve ahiretteki müjdesi de cennettir, diye de tefsir edil­miştir.

 

1482- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh) 'den rivayet edilmiştir:

«Rüyasında beni gören kimse,  (ahirette)  ayık iken beni  göre­cektir. Şeytan benim kılığıma giremez. -

 

Mütercim:

 

Allah Tealâ Hazretleri, şeytanın dünyada Hazreti Peygamberin şekil ve kıyafetine girmesine müsaade etmediği gibi, rüya aleminde de ona izin vermemiştir. Bunun sebebi de, hak ile batıl birbirine ka­rışmasın diyedir. Hazreti Peygamberin şekil ve kıyafetine uygun olarak görülen ve rüyada alimler ittifak etmişlerdir. Diğer hususlar ihtilaflıdır.

 

1483- Ebû Saîd  (Radıyallahu Anh) den rivayet edilmiştir:

«Rüyada beni gören, muhakkak zatımı görmüştür; çünkü    şey­tan benim şeklime giremez.»

 

1484- Ümmü  Haram   (Radıyallahu  AnhaKdan rivayet  edil­miştir:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in süt teyzesi ve Ubade bin Samit zevcesi olan Ümmü Haram der ki:

  Bir gün, Hazreti Peygamber evimizi şereflendirdi ve evimiz­de uyudu. Bir müddet sonra gülümseyerek sevinç ve neş'e ile uyandı. Ben ona sordum:

  Ya Resûlallah, neden güldünüz? Cevab verdiler: «Rüyamda ümmetimden birtakım insanlar tahtları üstünde sul­tanlar gibi şu denizin ortasında savaş ge ..Herine binip Allah yolun­da gazaya çıkmış olarak bana gösterildiler.»

  Ya Resûlallah! dedim, Allah'a dua et beni de onlardan   biri yapsın.»  Hazreti Peygamber  de istediğim    şekilde bana dua etti. Sonra Hazreti Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem mübarek ba­şını yastığa koyarak tekrar uykuya daldı. Sonra.yine gülümseyerek neş'e ile uyandı. Ben sordum:

  Ya Resûlallah, neden güldünüz? Cevab verdiler:

«Rüyada ümmetimden bir takım insanlar, tahtları üstünde sul­tanlar gibi şu denizin ortasında savaş gemilerine binip Allah yolun da gazaya çıkmış olarak bana gösterildiler.» «Ümmü Haram der ki; Ben yine dilekte bulundum:

  Ya Resûlallah, dua et de, Allah beni onlardan bir mücahide yapsm. Bana cevab verdiler:

«Hayır, sen evvelkilerdensin!»

Mütercim:

Gerçekten Hazreti Peygamberin bir mucizesi olarak Hazreti Os­man'ın hilâfeti zamanında Hazreti Müâviye'nin kumandası altında Kıbrıs'ı fetih için savaşa çıkan ordu içinde Ümmü Haram savaşa katılmış. Mücahidler Kıbrıs'a çıktıkları zaman, Ümmü Haram (Ra-dıyallahu Anha) binmiş olduğu hayvandan düşerek adada ilk şehid kadın olmuştu.

 

1485- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh) 'den rivayet    edilmiş ;ir

«Zaman (kıyamet) yaklaştığı vakit müminin rüyası pek az yan­lış çıkar. Müminin rüyası, nübüvvetin kırk altı parçasından bir par­çadır. Nübüvetten olan şeyde de yalan olmaz.»

 

Mütercim:

 

Bazı mevsimlerde veya kıyamete yakın zamanlarda müminlerin görecekleri rüyalar çoğunlukla doğru çıkar. Kıyamete yakın rüyala­rın doğru çıkacağına dair başka hadis-i şerif vardır.

Bir kısım alimlere göre de, insanlar Hazreti Mehdi zamanında herkes saadete kavuşacağından vakit çok çabuk geçecektir. Böyle bir zamanda görülen rüyalar doğru olur ve nadir olarak yanlış çı­kar. Bu zaman da kıyamete çok yakın bulunacağından bir takım es­rarın ortaya çıkmış olması tabiidir. Bir de bu zamanın, sür'at za­manı denilen uçak, füze, radar ve telsizler gibi keşiflerin ortaya çık­tığı vakit olduğunu söyleyenler de vardır. Bu da Hazreti Peygambe­rin yine bir mucizesi olur.

 

1486- îbni Ömer (Radıyatlahu Anhüma)'den  rivayet edilmiş tir:

«Rüyamda sanki siyah ve başı dağınık bir kadının Medine'den çıkarak Cuhfe denilen Mehyea'ya konduğunu gördüm. Bu rüyamı, Medine'deki veba hastalığı oraya nakledildi, diye tevil eltim.»

 

Mütercim:

 

Hazreti Peygamberin bu rüyasından sonra Medine'nin veba ve sıtma hastalıkları kalkmış, diğer memleketlerde ara sıra olan hasta­lıklar gibi zuhur etmiştir. Daha önce bu hastalıklar Medine'de çok olurdu.

Bir de rüya tabiri yapacak olan kimsenin bu hususta ilim ve tecrübe sahibi bir kimse olması şarttır.

 

1487- îbni Abbas (Radıyallahu Anhüma)'dan rivayet edil­miştir:

«Her kim rüyasında görmediği birvşeyi gördüm diye söylerse, ahirette ona iki arpa danesini birbirine düğümlemesi *teklif edilir; halbuki bunu asla yapamayacaktır. Kim de, bir toplum kendisinden hoşlanmadığı yahud ondan kaçtıkları halde, dinlerse, kıyamet gü­nünde onun kulağına kurşun dökülür. Kim de (canlılara ait) bir suret (heykel) yaparsa, (kıyamette) ona ruh vermeye zorlanır. Hal­buki ona ruh veremiyecektir.» (Bu işleri helal sayarak yapan kim­seler, bu şekilde azab edilirler. Yahud bu işleri yapmamak için bir tehdit mahiyetindedir. Yoksa müminler ebedi olarak cehennemde kalmazlar.)

 

1488- tbni Ömer (Radıyallahu Anhüma)'den rivayet edilmiş­tir:

«Yalanların içinde en büyük yalan, rüyasında gözlerinin gör­mediği şeyi görmüş göstermesidir.»

 

1489- îbni Abbas (Radıyallahu Anhüma) der ki:

Bir adam Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in   huzuruna gelip dedi ki:

— Ya Resûlallah! Ben bu gece rüyamda gökte bir bulut gördüm. ,O buluttan yağ ve bal yağıyordu. İnsanlar o bal ve yağdan avuç avuç toplamaya başladılar. Bir kısım kimseler çok, bir kısmı da. az topladı. Sonra bir ip gördüm ki bir ucu yerde, diğer ucu gökte. Ya Re­sûlallah, sen o ipi tuttun ve göğe çıktın. Sonra başkası tuttu ve o da çıktı. Sonra birisi daha tuttu; o da çıktı. Sonra bir adam daha o ipi tutunca, ip koptu. Sonra yine birleşti. Bu rüyamı nasıl tabir eder­siniz?

Orada bulunan Hazreti Ebû Bekir {Radıyallahu Anh) hemen dedi ki: - Ya Resûlallah, anam-babam sana feda olsun. Vallahi bu rüya mn tabirini bana bırakınız. Bunun üzerine kendisine izin verildi. O da rüyayı şöyle tabir etti:

O bulut islâm dinidir. O buluttan akan yağ ve bal, Kur'anı ke­rim olup bazı insanlar onu çok okuyarak fazla tad alacaklar, bazıla­rı da az okuyarak az tad alacaklardır. Gökten yere kadar sarkan ip de, sizin şimdi üzerinde bulunduğunuz hak dindir, şeriattır. Siz bu dine bağlı kalarak Allah sizi yüksek derecelere çıkaracaktır. Sizden son­ra yerinize geçecek halifeniz de şeriata tutunarak o da onunla yük­sek derecelere ulaşacak. Sonra birisi daha tutacak, o da yüksek derecelere çıkacak. Sonra birisi daha tutacak; fakat bu defa o ip kesilecek, sonra yine birleşecek ve o da yüksek derecelere kavuşacak.

Hazreti Ebû Bekir rüyayı bu sakilde tabir ettikten sonra sordu:

— Ya Resûlalla, anam-babam sana feda olsun. Bu tabirimde isabet mi ettim, hata mi ettim? Peygamber Sallallahu .Aleyhi ve Sellem ona: «Rüyanın bir kısmında isabet, bir kısmında hata ettin.» buyurdu. Hazreti Ebû Bekir rica etti:

— Ya Resûlallah, Allah için bana söyle, hangi yerde isabet ve hangi yerde hata ettim? Resûl-i Ekrem:

«Allah için deyip yemin ederek İsrar etme.» buyurdu.

Mütercim:

Hazreti Ebû Bekir'in tabiri üzere Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimizden sonra Hazreti Ebû Bekir halife oldu.. Ondan sonra Hazreti Ömer ve sonra Hazreti Osman halifâ oldu. Fakat Haz­reti Osman zamanında fitne ve fesad ortaya çıkarak ip koptu ise de Hazreti Osman şehid olarak cennete gittiğinden ip tekrar bitişti.

Bu tabirlerin hata ve sevab yerlerinde hadis sarihleri ihtilâf et­mişlerdir.

. Rüyasının tabirini isteyen kimseye: Hayırdır inşa Allah, rüyanız bize hayırdır ve düşmanlarımıza serdir. Alemlerin Rabbı olan Alla­h'a hamd olsun, rüyanı anlat, demelidir. Tabir edecek kimse de, bu işe ehil olmalı, rüyayı görenin hal ve durumuna göre yorum yap­malıdır. Kerahet vakitlerinde, geceleyin tabir etmemelidir.

Güzel ve doğru ;rüya görmek isteyen de, yatarken abdestli ol­malı ve Ayetülkürsi ile üç.îhlâs ve Mavvizeteyn'i okumalıdır. Bun­dan sonra kıbleye karşı sağ yanı üzere yatmalıdır. Şu duayı da oku­malıdır:

«Rabbim! Korkulu rüyaların kötülüğünden ve şeytanın oyunun­dan hem uyaûık iken, hem de uyurken sana sığınırım. Rabbinı! Sen­den salih ve faydalı olan, zihinde tutulan ve unutulmayan bir rüya isterim, Rabbim: Rüyamda bana, sevdiğim şeyi .göster.»

Bir de rüyayı, güvenilir kâmil insanlara tabir ettirmeli. Cahil­lere ve düşmanlara ettirmemelidir.[65]

 

FİTNELER VE  B1TANA  İTAAT BAHSİ

 

1490- îbni Abbas  (Radıyallahu  Anhüma)'dan rivayettir:

«Her kim amirinden hoşlanılmayacak bir şey görürse sabret­sin; çünkü sultanın İtaatmdan bir karış çıkan, bir nevi cahlliyet ölümü ile (sapıklık üzere) ölür.»

 

1491- tbni  Abbas   (Radıyaİlahu Anhüma)'dan rivayettin

«Her Vim amirinden hoşlanmayacağı bir şey görürse ona sab­retsin; çünkü toplumdan (islâm toplumundan) bir karış ayrılıp da vefat eden, ancak cahiüyet ölümü gibi bir ölümle vefat etmiş olur.»

 

1492- Ubade bin Samit (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem   bizi biat için çağırdı. Biz de Hazreti Peygambere söyle biat ettik:

 

«Neş'eli ve kederli halimizde, darlıkta, bollukta, aleyhimize ya­pılan terçihde ve idari iş hususunda idarecilerle, bizce apaçık küfür sayılan ve Kur'an'dan da delili bulunan bir mesele olmadıkça çekiş­memek hakkında biat ettik.

1493- tbni Mesud   (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştiri

«Hayatta kahp da kıyamet başlarına kopanlar, insanların en köiülerindendirler.»

Mütercimi

Kıyamet, insanların en kötülerinin basma kopacak. Kıyamete yakın zamanda yeryüzünde salih kimselerden hiç biri bulunmaya­cak. Bazı hadîs-i şeriflerde, kıyamete yüz sene kala yeryüzünde Al­lah Allah diyen kalmayacak, buyurulmaktadır. Çünkü kıyamete ya­kın bir zamanda Yemen tarafından gayet yumuşak ve tatlı bir rüz­gâr gelip bütün müminlerin ruhlarını alacaktır. Sonra yeryüzünde insanların kötüleri kalacaktır.

 

1494- Hazreti Enes (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir:

«Siz Rabbinize kavuşuncaya-kadar, üzerinize hangi zaman ge­lirse mutlaka sonraki zaman ondan.»

(Zaman ve asırlar geçtikçe kıyamete kadar fenalıklar çoğalarak devam edecektir. Fakat hadis alimleri bunu genel bir kaide kabul et­memektedirler. Çok kere böyle fenalıklar olacağı manasını taşıdığı­nı ifade ediyorlar. Bu da bazı devirlerde iyiliklerin bulunacağına aykırı düşmez.)

 

1495- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu AnhJ'den rivayet edilmiştin

«Sakm sizden biriniz silâhını din kardeşine doğrultmasın çün­kü farkında olmadan şeytan silâhı elinden kaydırabilir de (kaza neticesi cinayet işleyerek)  cehennem çukuruna düşer.»

(Şaka ve eğlence kabilinden dahi olsa, hiç kimse silâhım din kardeşine çevirmemeli ve onu hedef almamalıdır. Çünkü şeytan dürtmesi ile silâh patlayabilir, elden fırlayabilir. Sonunda da haksız yere bir din kardeşin ölümüne sebebiyet verilebilir. Bu işi yapan da kıyamette cehennem azabını çeker.)

 

1496- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh) 'dan rivayet edilmiştir:

«Yakında birtakım fitneler olacaktır. O fitneler zamanında otu­ran ayakta durandan daha hayırlı, ayakta duran yürüyenden daha hayırlı ve yürüyen de koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitneleri gör­meye kalkarsa fitneler onu helak eder. Kim de o fitnelerden kurtul­mak için bir sığınak yahud bir barınak bulursa, oraya sığınsın, (fit­nelere bulaşmasın).»

 

1497- İbni Ömer (Radıyallahu Anhüma)dan rivayet edilmiş­tir:

«Allah bir kavme azab indirdiği zaman, azab o kavmin içinde bulunanların tümüne isabet eder. Sonra kıyamette kendi amellerine göre hesaba çekilirler.» (yine iyiler cennete, kötüler cehenneme girerler.)

 

1498- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Busrâ'da (Medine ile Şam arasında bir yerde) bulunan deve­lerin boyunlarını aydınlatacak şekilde Hicaz arazisinden bir ateş çıkmadıkça kıyamet kopmaz.»

CHicretin altıyüz yirmi dört yılında ve Cumadelahire ayının başlarında pazar günü kuşluk zamanında başlayarak cuma gününe kadar devam eden zelzele sonucu, Medine çevresinden bir yerde meydana gelen ateş dere ve tepeleri kaplayacak şekilde ortalığı dehşe­te vermişti. Medine'liler tevbe ve istiğfar ederek, kurbanlar kese­rek ve sadakalar vererek korkulu anlar geçiliyorlardı. Sonra Allah tarafından cuma günü Uhud dağı hizasına yaklaştığı bir sırada ateş söndü. Bu ateş Mekke'den ve Medine ile Şam arasında, bulunan Busra'dan görülmüştür. Ateşin göklere doğru yükselmesiyle ışığı uzaklara kadar ulaşmıştı.)

 

1499- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)*den rivayet edilmiştir:

«Fırat nehrinin bir altın hazine çıkarma zamanı yaklaşıyor. Kim bu hazinenin çıkışında hazır olursa ondan bir şey almasın. (Çünkü insanlar ona sahib olmak için birbirlerine girecekler ve o mücadeleye girenler birbirini öldüreceklerdir.)

 

1500- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anhî'den rivayet edilmiştir:

«Davaları bir olan ve aralarında çok büyük bir savaşın meyda­na geleceği iki büyük ordu çarpişmadikçâ, herbiri Allah'ın Peygam­beri olduğunu iddia eden otuza yakın yalancı deccal çıkmadıkça, ilim, kaldırılmadıkça, zelzeleler çoğalmadıkça, zaman daralmadık-ça, fitneler baş göstermedikçe, öldürme vak'aîan çoğalmadıkça, servetiniz çoğalıp taşmadıkça, mal sahibini sadakasını kimin kabul edeceği düşündürme dikçe ve sadakasını (maddi yardımını) arzetti-ğİ kişi, benim ona ihtiyacım yoktur, demedikçe, insanlar yüksek yüksek binalar kurmadıkça, kişi, bir Ölünün kabrine uğrayıp, keski onun yerinde ben olaydım, demedikçe ve güneş battığı yerden doğ­madıkça kıyamet kopmayacaktir. Güneş batıdan doğup da insanlar, onu görünce hepsi birden iman edecekler, fakat o vakit» önceden iman etmemiş veya iman ederek hayır kazanmamış olan kişiye îmanının fayda vermeyeceği zamandır, kıyamet mutlaka kopacak ve kumaşlarını aralarında açan iki insan, onu satmaya veya katlamaya fırsat bulamıyacaklardır. Kıyamet mutlak kopacak ve hayvanının sü­tünü (evine) götüren adam onu tatma fırsatı bulamiyacaktır. Kı­yamet mutlaka kopacak ve havuzunu dolduran kişi sulama fırsatı bulamayacaktır. Kıyamet mutlaka kopacak ve lokmasını ağzına kal­dıran kişi onu yeme fırsatı bulamayacaktır.»

 

1501- Hazreti Enes (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Başı siyah bir nokta gibi, Habeş'li bir köle dahi sizin başınıza idareci getirilmiş-olsa, ona itaat ediniz ve onu dinleyiniz.»

 

1502- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştin

«Gerçekten siz amir olmaya hırs ve heves gösterirsiniz. Halbu­ki o kıyamet gününde pişmanlık olacaktır. Amirlik, tyi emziren sü­tanne ve fakat memeden kesen kötü kadındır.»

 

1503- Ma'kü bin Yesar (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edil­miştir:

«Müslüman halkı idare eden bir vali, onlara hainlik ederek ölürse, Allah ona cenneti mutlaka haram kılar.»

 

1504- Cündeb (Radıyallahu Anh) 'dan rivayet edilmiştir:

«Kim işittirmek için (şöhret ve gösteriş için) bir iş yaparsa, Allah da onu teşhir eder. Kim de insanlara güçlük çıkarırsa kıya­met gününde Allah ona güçlük çektirir.»

Mütercim:

Dünyada gösteriş ve şöhret gibi şahsî maksadlar için ibadet ve amel işleyen kimseyi Allah Tealâ Hazretleri kıyamette insanların ortasında rezil eder, teşhir eder, Yahud dünyada da o kimseyi rezil ve rüsvay eder. Her kim de insanları zorluk v.e sıkıntıya sokar veya zahmet ve meşakkat  yüklerse yahut onların ayıblannı    örtnıeyip meydana çıkarırsa, o kimseyi de Cenabı Hak ahirette *Ceza iş kar­şılığıdır» kuralınca yaptığına karşılık azaba sokar.

 

1505- Ebû Bekre (Radıyallahu Anh) 'dan rivayet edilmiştir:

«Sakın bir hakim, öfkeli iken iki kişi arasında hüküm verme­sin.»

(însanhk hallerinden olan üzüntü, öfke, korku ve açlık benzerî -haller insanın kalbini meşgul eder ve. hisler gerçekler'üzerinde te­sirde bulunur. Bu gibi durumlarda hakim davaya bakıp hüküm vermesin; başka zamana bıraksın. Hatta Hanbelî mezhebinde bu ahval içinde hakimin vermiş olduğu karar geçerli sayılmaz. Diğer mezheblerde kerahetle geçerlidir.)

 

1506- Sehl ibni Ebî Hesme (Radıyallahu Anh) anlatın

Sehl oğlu Abdullah ile Muhaysa adlarında iki amca oğullan yi­yecek noksanlığından içine düştükleri sıkıntı ve zarureti gidermek için hurma satın almak üzere Hayber kasabasına gittiler. Orada birbirlerinden ayrılarak ayrı ayrı yerlerde dolaştılar. Sonra Muhay­sa, Abdullah'ın bulunduğu yere gidince Abdullahı bir su kenarında al kanlar içinde ölü buldu. Muhaysa Yahudilere dedi ki:-

  Vallahi bu cinayeti siz işlediniz. Yahudiler:

  Vallahi onu biz öldürmedik, dediler. Sonra Muhaysa amcaza­desini gusledip kefenleyerek namazını kılıp oraya gömdü. Hemen Medine'ye dönerek durumu kendi kabilesine haber verdi. Muhaysa, büyük kardeşi Huveysa ve kendilerinden daha küçük olan ölü Ab­dullah'ın kardeşi Abdurrahman olduğu halde Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in huzuruna çıktılar.  Muhaysa  söze başlayınca» Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona şöyle buyurdu:

«Sözü büyüğe bırak, sözü büyüğe bırak!»

Sonra Muveysa hadiseyi anlattı. Sonra, Muhaysa gördüklerini olduğu gibi etraflıca anlattı. Sonra bunların içinde bulunan ve en küçükleri olan ölünün kardeşi Abdurrahman konuşarak kısas veya diyet istedi. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Yahudilere: «Siz ya bu ölünün diyetini verirsiniz, ya da bu işten dol ay i anlaşma­yı bozmuş sayılacağınızdan size karşı harp ilân edeceğim.» şeklinde yazı gönderdi. Yahudiler:

  Biz muhakemeye hazırız, vallahi onu biz öldürmedik, öldü­reni de bilmiyoruz, diye cevab yazdılar. Bunun üzerine Hazreti Pey­gamber Mu|ıaysa, Huveysa ve Abdurrahman'a hitaben:

«Siz katilin kim olduğuna dair yemin eder misiniz? Bu takdirde Ölen adamınızın diyetine hak kazanırsınız.» buyurdu. Onlar:

  Ya Resûlallah! Görmediğimiz şeye nasıl yemin edelim? dedi­ler. Hazreti Peygamber: «O halde Yahudilerden elli kişi gelip Öldür­mediklerine dair yemin etsinler» buyurdu.

y- Ya Resûlallah! dediler, Onlar müslümah olmadıklarından yalan yere yemin edebilirler. Biz onların yeminine nasıl inanabi­liriz. Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri, Ölü­nün diyetini bizzat kendi malından (yahud müslümanlara harcana­cak maldan) ölünün varislerine yüz deve verdi.

Mütercîm:

Kadın İyad'ın beyanına göre, Maliki mezhebine bağlı bazı alim­ler bu hadîs-i şerifin delaletiyle zekâtın bu gibi yerlere verilebilece­ğine kail olmuşlardır.

Bu hadîs-i şerif biraz daha noksan olarak Cihad Bahsinde 836 sayıda geçmişti. Fakat «Sözü büyüğe bırak, sözü büyüğe bırak» hi­tabı orada Abdurrahman hakkında varit olmuştur. Burada ise Mu-haysa'ya hitaben variddir. Olabilir ki, bunların en küçüğü olan Ab­durrahman söze başlamış da ona hitab olmuştur. Sonra Muhaysa başlayınca, ona da ayni hitab olmuştur. Bu da zannımca mümkün olabilir.

 

1507- İbni Ömer (Radıyallahu Anhüma)  der ki: arz, peyganıoer aaiıananu Aleyhi ve Sellem'e, kendisini dinle­yip itaat etmek üzere biat ettiğimiz zaman herbirimize şöyle buyu­rurlardı:

«Gücün yettiği şeyde Citaat edeceğine dair senin biatini kabul ettim)»

 

1508- Cabir bin Semûre  (Radıyallahu    Anh)'den rivayettir: «O iki emîr olacaktır. Onların hepsi Kureyş'dendir,»

Mütercim:

Kureyş'den on iki kıymetli zat müminlerin enıiri olacaktır. Dört halife (Hulefa-i raşidîn) ile beraber Ömer bin Abdülaziz'in zamanı­na kadar on iki zat Müminlerin Emîri olmuştur. Yahud on iki Emir adalet üzre şeriat ahkâmını yürüteceklerdir, islâm şevketi kemal de­recesine ulaşacaktır. Yoksa on iki imamdan sonra islâm emirliği ol­mayacaktır manasını taşımaz. On iki zattan başka emirlerin idaresi kemâl üzere olmayacağı manasına hamledilir.[66]

 

TEMENNİ BAHSİ

 

1509- Hazreti Enes  (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Ölümü istemeyiniz  (temenni etmeyiniz.)»

(Hiç kimse dünyada karşılaştığı sıkıntılardan dolayı «Rabbim, canımı al» diye istek ve temennide bulunmasın. Ecel takdir edilmiş muayyen bir zaman olduğu için böyle bir dilekte bulunmak, kadere rıza göstermemek anlamını taşıyabilir. Ancak bir kimse-. Allahım! ölüm hakkımda hayırlı ise benim iman üz»re hemen canımı al, hak­kımda hayırlı değilse ömrümü uzat» şeklinde dua edebileceği başka hadîsi şeriflerde vardır.

 

1510- Ebû Ubeyde (Radıyallahu AnhVden rivayet edilmiştir:

«Sakın sizden hiç biriniz ölümü istemesin. îyi kimse ise umulur-ki iyiliği çoğalır. Kötü kimse ise umulur ki tevbe eder.»[67]

 

KİTAB VE SÜNNETE SARILMAK

 

1511- Ebû Hüreyre (Radıyallahu AnhVden rivayet edilmiştir:

-Ümmetimin hepsi, cennete gireceklerdir; ancak çekinip kaçı­nanlar giremeyecektir.» Sonra ashab sordu:

— Ya Resûlallah! Çekinip kaçınanlar kimlerdir? cevab verdi­ler: «Bana itaat eden cennete girer, baha isyan eden de çekinip ka­çınmıştır.»

Mütercim:

Baha iman ve itaat edip kitap ve sünnete yapışanlar cennete gi­recekler; fakat nefis arzularına uyup doğru yoldan sapanlar ce­henneme gireceklerdir. Eğer bir kimse mümin olarak günah işlemiş olursa, bağışlanmadığı takdirde günahına göre cehennemde muay­yen bir müddet kalacaktır. Eğer inkarcı ise cehennemde ebedi ola­rak kalacaktır.

 

1512- Hazreti Cabir (Radıyallahu Anh) der kit

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem uyurlarken yanlanna melekler geldi. Bunlardan biri, peygamber uyuyor dedi. Bir diğeri, göz uyuyor; fakat kalb uyanıktır dedi. Sonra aralarında dediler ki: Sizin bu adamınız için örnek vardır; ona bir örnek verin. Biri uyu­yor dedi. Öbürü de, göz uyuyor; fakat kalb' uyanıktır, dedi. Sonra 1 (ona örnek vererek) dediler ki:

O, saray yaptıran adam benzer ki, orada bir sofra hazırlar. Son­ra ziyafetine insanları davet için bir davetçi gönderir. Davete icabet eden eve girer ve sofradan yer. Davete icabet etmeyen de ve gire­mez ve sofradan yemez. Melekler, bu örneği tevil edin (yorumlayın) ki, onu kavrasın! dediler. Biri, uyuyor, dedi. Bir diğeri de, gözü uyu­yor, fakat kalbi uyanıktır dedi.

Sonra örneği şöyle tevil ettiler: Saray cennettir. Davetçi is© Mu-hammed'dir (SaUaK^u Al'/hi ve jellem). Kim Muhammed'e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e) itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Muhammed'e (Saîlallahu Aleyhi ve Sellem) isyan eders'e, Allah'a isyan etmiş olur. Muhammed Sallaîlahu Aleyhi ve Sellem, insanları biribirinden ayırt etmiştir. (Mümin de bellidir, kâfir de... îman edenle etmeyen diye ikiye ayrılmışlardır.)

 

1513- Hazreti Enes  (Radıyaîlahu AnhVden rivayet edilmiştin «İnsanlar,   (yaratıcıyı)  birbirlerine sormaktan vaz geçmeyecek­ler ve nihayet, her şeyi yaratan Allah bu; fakat Allah'ı kim yarattı?

diyeceklerdir.»

Bütün kâinatı ve varlıkları yaratan Allah'dır. Acaba Allah Te-ala Hazretlerinin yaratıcısı kimdir? diye şeytan insanların kalbine vesvese bırakacaktır. Bu durum karşısında şeytandan korunmak için, «Allah'ın rahmetinden kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığı­nırım, deyiniz» mealindeki hadîs-i şerifin emrine uymalıdır. Çünkü varlığı kendisinden olan vacibu'l-vücud hazretlerinin zatını ve haki­katim hiç kimse bilemez. Allah hiç bir şeye muhtaç değildir ve bü­tün alemlerden müstağnidir. Mahlûkat (yaratıklar) ise hep Allah'a muhtaçdırîar. Onun kudret ve iradesiyle, vardırlar ve yok olacaklar­dır. Onun için Allah'a bir yaratıcı düşünmek küfrün en büyüğüdür.

 

1514- îbni Amr (Radıyaîlahu Ant)'den rivayet edilmiştin «Allah Tealâ, ilmi onlara verdikten sonra onu çekip almaz. Lâ­kin alimleri ilimleriyle beraber vefat ettirerek İlmi onlardan çeker alır. Geriye birtakım cahiller kalır. Bunlara dini meseleler sorulur. Onlar da kendi görüşleriyle cevab verirler. Böylece hem başkalarım dalalete düşürürler, hem de kendileri dalalete düşerler.»

 

1515- Ebû Hüreyre   (Rsdiyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Ümmetim, kendilerinden önceki milletlerin tutumunu karış karış ve arşın arşın izlemedikçe kıyamet kopmâyacaktır.» Hazreti peygamber soruldu:

— Ya Resûlallah! Acem ve Rum gibi milletlerin mi? Hazreti Peygamber:

«Mîlletler ancak onlar değil mi?» buyurdular. (Zamanla müminler bu iki milletin ve bunlara bağlı olanların ahlâk ve adetlerini benimseyeceklerdir.)

 

1516- Amr bin As ve Ebû Hüreyre (Radıyallahu anhüma)' dan rivayet edilmiştir:

«Bir hakim, içtihad ederek (hakkı araştırarak) hüküm verir de isabet ederse, iki sevab kazanır. Eğer ictihad ederek hüküm verir de yanıhrsa bîr sevab kazanır.»

Mütercim:

Müctehid, isabet eder, hata da edebilir. Doğruyu bulana iki se­vab, hata edene de bir sevab vardır. Ancak hatasında bir kasıd ol­mamak şarttır. Yanılarak hatanın işlenmiş olması halinde bir se­vab var. Kasıd olursa, sevab yerine azab gerekir.[68]

 

TEVHÎD BAHSİ

 

1517- Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellein Hazretleri, ashabdan bir zatı gazaya çıkan bir birliğe komutan tayin etti. Bu komutan, askerlerine imam olup her namaz kıldırdığında ikinci rekâtlarda «İhlâs» sûresini okurdu. Bunlar seferden Medine'ye döndükleri za­man kumandanlarının bu hareketini şikâyet yollu Hazreti Peygam­bere anlattılar. Hazreti Peygamber onlara: «Kendisine sorunuz, ne­den böyle yapıyor (daima ikinci rekâtta ihlâs sûresini okuyorlar)?» buyurdu. Ashab da bunun sebebini kumandanlarına sorunca, onlara şu cevabı verdi:

— İhlâs' sûresi, Allah'ın sıfatı, olduğundan onu okumayı sevi­yorum. Onlar aldıkları bu cevabı Hazreti Peygambere arz ettiler. Peygamber Salîallahu Aleyhi ve Sellem:

«Allah'ın da onu sevdiğini kendisine bildiriniz.»    buyurdular.

 

1518- Ebû Musa  (Radıyallahu AnbJ'dan rivayet edilmiştir: «Hiç kimse işittiği eziyete  tkötü söze)  karşı Allah'dan daha sa­bırlı değildir. İnsanlar  (müşrikler)   Allah'a  çocuk isnad  ediyorlar. Buna rağmen Allah onlara sağlık veriyor ve onları     nzıklandin yor.»

 

1519 -İbni. Abbas (Radıyallahu Anhüma)'dan rivayet edil­miştir!

.Senin izzet ve üstün kudretine s.ğm.rım. Ölümsüz ve ibadete layık olan yegâne ilah sensin. Bütün cinler ve insanlar fanidirler..

 

1520- Ebû Hüreyre  (Radıyallahu AnhJ'den rivayet edilmiştir:

«Allah'ın doksan dokuz, yüzden bir eksik ismi vardır.   Bunları kira çekerse cennete girer.»

 

1521- Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)'den rivayet edilmiştin «Allah Tealâ Hazretleri jnahlûkatı yarattığı zaman, kendi kita­bında kendini taahhüt altına koyan bir yazı yazdı. Allah   katında Arş üzerine konan bu yazı şudur: Rahmetim gazabımı yen er.»

Mütercim:

Cenabı Hak, bütün mahlûkatı yarattıktan sonra' İlâhî mukadde­ratı yazan kaleme emir buyurarak kullarına ihsan edeceği rahmeti­ni ihtiva eden bir yazı yazdırdı ve onun Arş-ı Alâ'ya konmasını dile­di. Yazının ihtiva, ettiği mana «Dünyada ve kıyamette rahmetim gazabımı yenecektir.» mealindedir.

 

1522- Ebû Hüreyre (Radıyallahu AnhJ'den rivayet edilmiştir: «Allah Tealâ Hazretleri buyurur: Kulum beni nasıl sanıyorsa öyleyim. O kul beni andığı zaman ben onunla beraberim. Eğer beni gönülden anarsa, ben de onu zatımda anarım. Eğer beni bir toplum İçinde anarsa, ben de onu, o toplumdan daha hayırlı bir toplum için­de (melekler arasmda) anarım. Eğer bana (benim rızama) bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse, ben ona koşa­rak varırım.»

 

Mütercim:

 

Bir kul Allah'a iyi zan besliyerek, Allah merhametlidir ve ba­ğışlayıcıdır diye güven beslerse. Allah o kulu bağışlar ve ona merha-

met eder. Eğer Allah'a güvenmez de onun merhamet ve bağışlama­sını inkâr ederse, bu nimetten mahrum kalır. İnsan korku ve ümid içinde yaşamalı ve mağfiret tarafı üstün olmalıdır, ölüm haline gel­diği zaman da, Allah'ın rahmetine tam bir güven beslemelidir.

Bir de Allah Tealâ Hazretleri anıldığı ve zikredildiği zaman kul ile beraber olur, sözünün manası, Allah o kula yardımcı olur, rızası onunla olur demektir. Yoksa Cenab-ı Hakk'ın kudret ve ilmi her varlık ile beraberdir. Hiç bir şey onun kudret ve ilmi dışında kala­maz.

Kul, gizli ve aşikâr her nasıl Allah'ı yad ederse, Allah da onu daha hayırlı şekilde rahmetiyle melekler arasında anacaktır.

Bir kul az ibadet etmekle Allah'ın rızasına yaklaşınca, Allah ona çok sevab verir. Allah'a ibadeti çoğaldıkça Allah'ın ona İkramı çok daha büyük olur.

 

1523- Ebû Hüreyre (Radıyallahu AnhJ'den rivayet edilmiştin «Allah yazıcı meleklerine şöyle buyurur: Kulum bir günah İşle­mek isterse, işlemedikçe o günahı yazmayın. Onu işlerse, ancak gü­nahı kadar yazın. Eğer benim için onu terk ederse, kendisine bir sevab yazın. Eğer o iyi işi (ibadeti) işlerse, onun on mislinden yedi-yüz katına kadar kendisine sevab yazın.» (Herkesin amel ve ihlâsı-na göre yapılan iyi işlerin sevabı on katından yedlyüz katma kadar çoğalır.)

 

1524- Ebû Hüreyre  (Radiyallahu Anh)'den rivayet edilmiştir:

«Bir kul günah işledi veya günaha düştü de, Rabbim, günah İş­ledim veya günaha düştüm, beni bağışla! diye dua etti Rabbi buyur­du ki: Kulum, günahı affeden ve ona ceza veren Rabbı olduğunu bildi mi? O halde ben de onun günahım bağışladım. Sonra o kul, Allah'ın dilediği müddetçe (günahsız) kaldıktan sonra tekrar gü­naha düştü veya bir günah işledi de:

  Eabbimt Ben günah işledim yahud günaha düştüm, onu ba­ğışla! diye düa etti. Allah buyurdu ki:

  Benim kulum, günahı affeden ve ona ceza veren bir Rabbı olduğunu bildi mi? O halde ben kulumu bağışladım.

Sonra o kul, Allah'ın dilediği müddetçe   (günahsız)   kaldıktan sonra bir günah işledi yahud bir günaha düştü de dedi ki:

  Rabbim: Başka bir günaha düştüm veya başka bir günah iş­ledim. Benim için onu bağışla. Allah buyurdu ki:

  Benim kulum, günahı affeden ve ona ceza veren bir Rabbi olduğunu bildi mi? O halde ben kulumu üçüncü kez bağışladım. Ku­lum dilediğini yapsın.»

(Günahlarından samimi olarak pişman olup tevbe edenlerin Al­lah günahlarını bağışlar. Fakat günahlarında ısrar edenlerin yalnız sözle mağfiret dilemeleri halinde Allah yine dilerse o kulu bağışlar. Bu durumda bile Allah'dan mağfiret dilemeyi kesmemelidir. Çünkü şirk günahından: ve kul haklarından başka diğer bütün günahları, dilediği kimselere tevbesiz dahi bağışlar. Dilediği kimseye de bağış lamaz ve onu günahına göre cehennemde azaba sokar. Sonra cenne­tine alır. Fakat imanı olmayanlar ebedî olarak   cehennemde kalır Büyük günahlardan ötürü  azab çekildiği gibi, küçük günahlardan ötürü de çekilebilir.)

 

1525- Hazretl Enes  (Radıyallahu AnhJden rivayet edilmiştir: «Kıyamet günü olup  (Allah tarafından)   şefaatçi kılındığımda;

  Babbim! Kalbinde hardal danesi kadar iman olanı   cennete koy, diye dua ederim ve onlar cennete girerler. Sonra:

  Kalbinde imandan en az bir şey olanı cennete koy, diye yal­varırım.»

 

1526- Hazreti Enes (Radiyallahu Anh) 'den rivayet edilmiştir:

«Kıyamet günü olunca, insanlar birbirine karışıp dehşete kapıl dıkları zaman (şefaat dilemek üzere) Hazreti Adem Aleyhisselâm'a giderler ve derler ki: Bize Rabbin yanında şefaat et. Hazreti Adem der ki: Şefaat benim işim değil: fakat siz İbrahim'e (Aleyhisselâm) gidin. Çünkü o, Allah'ın Halil'idir (dostudur). Onlar da İbrahim (A. S.) e giderler. O da der ki! Ben ona ehil değilim; fakat siz Musa'ya (Aleyhisselâm) gidin. Çünkü o, Allah'ın Kelîmidir (Vasıtasız olarak Allah onunla konuşmuştur). Onlar Musa'ya giderler. Musa (Aleyhis­selâm) da der kis Beıi ona ehil değilim; ancak siz İsa'ya (Aleyhis­selâm) gidiniz. Çünkü o, Allah'ın ruhudur ve kelimesidir. Onlar İsa'­ya (Aleyhisselâm) giderler. İsâ (Aleyhisselâm) der ki, Ben ona ehil değilim: ancak siz Muhammed Sallallahu Aleyhi   ve Sellem'e gidin.

Onlar bana gelirler. Ben de, şefaat etmeye hazırım, derim. Sonrı Rabbimden şefaat için izm isterim ve bana izin verilir. Hem de şim di söyliyemiyeceğim bir çok hamd çeşitleri bana iham edilir. Bei de onlarla Allah'a hamd ederek secdeye kapanırım. Bana denilir ki

  Ya Muhammed! Başını kaldır, söyle, sözün dinlenecek; dile dilediğin sana verilecek. Şefaat et, şefaatin kabul olunacak. Ben de

  Ümmetim, ümmetim, ya Rabbi!.. derim. Bana şöyle denilir

  Git, kalbinde arpa tanesi kadar iman oîan kimseleri cehen nemden çıkar. Ben de gider onları cehennemden çıkarırım. Sonrc dönerim ve o hamd çeşitleriyle Allah'a hamd ederim. Sonra Allah'E secdeye kapanırım. Bana şöyle denir:

  Ya Muhammed! Başını kaldır, söyle sözün dinlenecek. Dil* dilediğin sana verilecek. Şefaat et, şefaatin kabul edilecek. Ben de rim ki:

  Ya Rabbi! Ümmetim, Ümmetim!.. Bana şöyle denir:

  Git, kalbinde zerre veya bardal tanesi   kadar iman olanları cehennemden çıkar. Ben de giderim ve onları çıkarırım. Sonra dö­nüp Allah'a o çeşitli hamdlerle hamd ederim ve Allah'a secdeye ka­panırım. Allah buyurur:

  Ya Muhammed! Başını kaldır. Söyle, sözün dinlenecek. Dile-dilediğin sana verilecek. Şefaat et, şefaatin kabul edilecek. Ben de derim ki:

  Ya Rabbi! Ümmetim, ümmetim!.. Allah buyurur:

  Git, kalbinde hardal danesi ağırlınm azının azının âzı kadar imanı olan kimseleri cehennemden  çıkar. Ben de gider, onları çıka­rırım.» Bir rivayette de şu ziyadelik vardır:

«Sonra dördüncü defa dönerim ve o hamdlerle Allah'a hamd ederim. Sonra Allaha secdeye kapanırım. Bana denilir ki:

  Ya Muhammed! Başını kaldır Söyle; sözün dinlenecek, dile, dilediğin sana verilecek şefaat et, Şefaatin kabul olacak. Ben de de­rim ki:

  Ya Rabbi! Lâ îlâhe İllallah, diyenler hakkında bana izin Ver. Allah Tealâ Buyurur:

  İzzetim, Celâlim, kibriyam ve azametim hakkı için, Lâ İlahe İllallah, diyenleri muhakkak cehennemden çıkaracağım.»

Mütercim:

Ehli sünnet imamları bu hadîs-i şerifin ve bazı ayeti kerimele­rin delaletiyle, ahirette şefaatin vuku bulacağını isbat etmişlerdir. Bunu akaidimizde de inanılması gereken hususlardan saymışlardır.

Bütün peygamberlerin, velilerin ve şehidlerin şefaatleri olacağına, ancak bizim peygamberin şefaatinin umumi olacağına inanmak eh­li sünnet inancıdır. Biz böyle bir peygamberin ümmeti olduğumuz­dan Allah Tealâ Hazretlerine sonsuz hamd ederiz. Nihayetsiz şükür borcumuzu yerine getirememekteki acziyetimizi de itiraf ederiz. Cenabı Hak hepimizi, günahkârların büyük şefaatçisinin şefaatin» kavuşturarak bizi mesûd kılsın, amîn!..

 

1527- Ebü Hüreyre CRadıyallahu Anh) 'den rivayet edilmiştir: «İki kelime vardır ki, Rahman olan Allah Tealâ'ya sevimlidir­ler, dile kolaydırlar (kıyamette) terazide ağırdırlar. Bunlarj Sübha-nellahi ve bihamdihi, sübhanellahil-Azzmi = Allah'a hamd ederek onu teşbih ve noksanlıklardan tenzih ederim, yüce Allah'ı tenzih ederim, sözleridir.»

Mütercim:

Allah'ı tenzih ve takdis eden şu iki sözü söyleyen kimseyi Allah sever ve ona büyük sevab verir, ondan razı olur. Bu iki cümleyi söylemek dile gayet kolaydır. Fakat kıyamette ameller tartılacağı zaman, bu iki cümlenin sevabı tartıda çok ağırdır.

Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur; gerçek amellerimizi bilensin ve kabul edensin. Günahlarımızı bağışla. Muhakkak ki sen tevbeleri kabul eden ve merhameti çok olan mevlâmızsın.

Melik ve Vehhab olan Allah Tealâ Hazretlerinin yardımı ile ki-tab tamam oldu.

Allah'a hamd olsun ki, Allah'ın yardımı ile «Zübdetül - Buharı tercemesi şerh ve açıklamasiyle beraber hicretin 1337 yılında Rebiu-levvel ayının onbeşinci pazartesi günü tamam olmuştur. Allah Tealâ Hazretleri iş bu tercemeyi, kendi rızasını kazanmaya vesile kıla­rak kıyamete kadar islâm ehlini bu eseri okuyarak faydalandırsın. Mağfiret ve rahmetime sebeb olması için din kardeşlerimden dualar rica ederim.

Sadeleştiren:

Zûbdetü'l-Buharî adlı bu eserin sadeleştirilmesi hicretin 1399 yı­lı Cumadelahir ayının yirmi dördü pazartesi günü tamamlanmıştır.[69]



[1] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:738-742

[2] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:742-743

[3] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:743-745

[4] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:746-758

[5] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:758-763

[6] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:763

[7] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:763-767

[8] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:767-773

[9] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:773-775

[10] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:775-778

[11] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:779

[12] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:779-780

[13] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:780-782

[14] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:782

[15] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:782-787

[16] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:787

[17] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:788-789

[18] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:789-792

[19] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:792-793

[20] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:793-795

[21] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:795

[22] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:796-800

[23] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:800-801

[24] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:801

[25] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:802

[26] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:803

[27] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:803-805

[28] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:805-806

[29] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:806-807

[30] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:807-809

[31] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:809-810

[32] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:810-811

[33] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:811-813

[34] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:813-814

[35] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:814-815

[36] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:815

[37] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:815

[38] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:816-817

[39] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:817-818

[40] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:818-822

[41] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:822

[42] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:823

[43] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:823-824

[44] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:824-833

[45] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:833-852

[46] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:852-858

[47] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:858-860

[48] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:861

[49] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:862-869

[50] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:869-873

[51] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:874

[52] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:874-879

[53] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:879-884

[54] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:884-893

[55] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi: 893-899

[56] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi: 899-918

[57] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:918-921

[58] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:921-932

[59] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi: 932-957

[60] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:957-959

[61] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:959-964

[62] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:965-966

[63] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:966-973

[64] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:973-974

[65] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:974-981

[66] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:982-990

[67] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:990-991

[68] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:991-994

[69] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:994-1003