AKIL-VAHİY DENGESİ AÇISINDAN SÜNNET.. 2

ÖNSÖZ.. 2

GİRİŞ. 3

1- İnsan Kendi Kendine Yeterli midir?. 3

2- Peygamberlerin Getirdikleri Mesajın İçeriği (Din-Şeriat İlişkisi):4

3- İslâm Şeriatı Ve Evrensellik:4

4- İnsanın Evrendeki Yeri Ve Yükümlü Kılınış Gerekçesi:5

5- İnsanın Tabiî Yapısı Ve Vahiy Işığında Denge:6


AKIL-VAHİY DENGESİ AÇISINDAN SÜNNET

 

ÖNSÖZ

 

Bismülâhirrahmânirrahîm!

İnsanlığa vahiy meşalesiyle ilâhî nur bahşeden Yüce Allah'a sonsuz hamd ü senalar, vahyin aydınlığında insanlığa fiilî rehberlik ve örneklik. yapmış peygamberlere ve özellikle Rasûlullah Muhammed'e (s.a.), âl ve ashabına ve gerçek vârislerine salât ve selâm olsun!

İnsanlıkla birlikte var olagelen din, özde değişiklik arzetmeden ve fakat insanlığın ibtidâî kemâlden nihâî kemâle doğru geçirdiği tekâmül sürecine parelel olarak şeriat boyutunda bazı değişiklikler arzetmiş ve nihayet insanlığın artık kendi yollarında kendi başlarına yol alabilecek­leri seviyeye ulaşmış olmaları gerekçesiyle hazır vahiy dönemi Rasûlu­llah Muhammed (s.a.) ile son bulmuştur. Bundan böyle insanlık, vahyin ışığında, belirlenen yolda, gösterilen hedefe doğru kendi gayretiyle ulaş­mak zorundadır.

Rasûlullah Muhammed (s.a.)r bunun için gerekli olan her türlü ilâhî altyapıyı hazırlamış bulunmaktadır; yol belirlenmiş, ilke ve esaslar ko­nulmuş, hedef tayin edilmiş, tutulan yolun Hakk'a götüren tek yol oldu­ğu fiilen gösterilmiştir. Bizim de aynı hedefe varmamız onun yolunda ilerlemekten, izinden ayrılmamaktan geçer.

Biz bu çalışmamızda Rasûlullah'm (s.a.) bir mübelliğ olarak, bir rehber olarak, bir insan peygamber olarak, bir uygulayıcı olarak vahiyle ilişkisini ele almaya çalıştık.

Sünnet, İslâm Hukukunun kaynakları arasında ikinci sırada yer ahr. Sünnet, Kur'ân'ı beyân eden ve tamamlayan nazarî değeri yanında onu yorumlayan ve hayata geçiren yönüyle de aynı zamanda amelî bir değere sahiptir. Bu haliyle sünnet, İslâm Hukukunun nazarî plânda ve anayasal değerde olan Kur'ân nasslarının, uygulamaya konulmuş ilk ör­neği niteliğini taşır. Bu ilk örneklik, her zaman için tek örneklik anlamı­na da gelmez. Nitekim bu konular bu çalışmamızda ele alınmıştır.

İslâm, kaynak bakımından vahiy-akıl; değer bakımından madde-mânâ, gaye bakımından dünya-âhiret, muhatap bakımından fert-top-lum, uygulanabilirlik bakımından idealler-gerçekler... arasında denge kurmuş bir dindir. Ona dayalı İslâm Hukuku da aynı dengelere sahip olmalıdır. Buna rağmen gerçekler hep öyle olmamış ve yer yer, zaman zaman bu denge bozulmuştur.

Bu dengenin iyi kurulabilmesinin temel şartlarından biri, sünnetin yerinin iyi belirlenmesi, Rasûlullah'ın (s.a.) bunu kendi uygulamasında nasıl gerçekleştirdiğinin çok iyi tespit edilmesidir. Bu iyi bilinmedikçe, o-nun takip ettiği hatt-ı hareket esas alınmadıkça onun günümüzdeki temsilcisi olan peygamber varisleri ulemânın İslâm adına başarılı olma­ları mümkün değildir.

Hem ilâhî hem de beşerî temellerinin bulunması sebebiyle sünnet, dengenin kolay kolay kurulamayacağı bir kaynak niteliği arzeder. Bu yüzden sünnet konusunda onu tamamen değersiz ve tarihî gören, ya da onu tamamen vahiy mahsulü kabul eden ve Kur'ân vahyi üe eşdeğerde tutan, çoğu kez sübutu konusunda bile endişeler duymadan, onun şahsa ya da hale özel bir çözüm olabileceği, zaman ve mekan unsurları taşıya­bileceği, ihtimallerini hiç akla getirmeden, Kur'ân'la tearuz edebilecek ve hatta bazen onu neshedebilecek güçte gören iki aşırı uç hep var olagel­miştir.

Biz bu çalışmamızda sünnet konusunda dengeyi bulmaya çalıştık. Çabamız "Allah'ın kulu ve rasûlü" Hz. Muhammed'in (s.a.), Allah adına belirlediği ve fiilen de katettiği yolda, insanlarımızın sapmadan, zorlan­madan, darlanmadan ilerlemesine yardımcı olmaktır. Ne Allah adına başka yola çağıranlara, ne de sünnet adına yol kesicilere itibarımız vardır.

Çalışmamızda ulaştığımız sonuçlarda istikra yöntemi (tümevarım) esas alınmıştır. Ancak yazıya dökülürken varılan sonuç çoğu kez ilk baş­ta verilmiş ve arkasından örnekler sıralanmıştır.

Üslup bakımından aşırı bilimsellikten kaçınılmıştır. Çalışmamızda kullanılan kaynaklar, genelde ilk elden kaynaklardır.

Aslında bu çalışma, "İslâm Hukukunda Denge" adıyla, hep teşvik ve yardımını gördüğüm değerli hocam Hayreddin KARAMAN'a arzetti-ğim ve ileride tamamlamayı düşündüğüm bir plânın bir bölümü olmak­tadır.

Çalışmamı yazarken, konuyu Fakültemizin Hadis Araştırmaları Kulübü'nün Öğrencilere yönelik tertip ettiği bir toplantıda ve Dr. îlyas Çelebi ve arkadaşlarından oluşan bir grup içerisinde iki ayrı celsede arz ve müzakere etme imkânımız oldu. Keza sevgili hemşehrilerim Ferhat KOCA ve Ali COŞKUN'la aile ziyaretlerimiz esnasında sürekli müzake­relerde bulunduk. Bunların bize önemli katkısı olmuştur.

Plânın netleşmesi sırasında Fakültemiz îslâm Hukuku ve Hadis hocalarımızın, arkadaşım Vecdi AKYUZ'ün katkılarını şükranla anmalıyım.

Okuyarak katkı ve eleştiride bulunan arkadaşlarım Muhsin DE-MÎRCt, Ahmet YÜCEL ve araştırma görevlisi Aynur URALER'e, şahsî kütüphanelerinden yararlandığım dostlara müteşekkirim.

Okumamda ve yetişmemde emeği geçen Develi ve Kayseri îmam Hatip Okullarına, Erzurum İslâmî İlimler Fakültesi'ne, Haseki Eğitim Merkezi'ne ve değerli hocalarına, rahmetli babam Garib Ali'ye, sevgili a-nacağızıma, ağabeylerime, evlendiğimiz günden beri evin ve çocukların bütün işlerini üstlenerek vaktimin tümünü çalışmalarıma ayırmama imkân veren cefakâr, vefakâr eşim Fikriye'ye, babalarından çok şey is­temeyen sevgili M. Esad, F. Betül, Elife ve Zehra'ya gerçekten teşekkür etmeliyim.

îslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi gibi bu çalışmamın da vakfımız tarafından basılmasını arzu ettim. Benim bu arzuma olumlu cevap veren vakfımızın genel müdürü kıymetli dost Abdurrahman DODURGALI'ya ve yayın kurulunun değerli üyelerine, yayımı için özel ilgi gösteren neşriyat müdürümüz Mehmet KILIÇ'a minnet borçluyum.

Eserin yayımında emeği geçenlere hayır dualar etmeliyim.

Ve nihayet kusurlarımızı iyi niyetimize yoracağından kuşku duyma­dığım siz değerli okuyucularımız ise zaten veli nimetimiz siniz. Sizin eleştiri ve katkılarınız, çalışmalarımıza hem hız, hem de yön verecektir.

Başarı Yüce Allah'tandır.

Saygı ve sevgiyle!

Mehmet ERDOĞAN

Vahyin ışığından kendilerini müstağni görenlere!...

"Onlar, çevresini aydınlatmak için ateş yakan kimseye benzerler ki, Allah ışıklarını yok edince, onları karanlıklar içinde görmez bir halde bırakmıştır.

Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden doğru yola dönmezler.

Bir kısmı da, karanlıklarda, gök gürlemeleri ve şimşek arasında gökten boşanan sağanağa tutulup, yıldırımlardan ölmek korkusu ile parmaklarını kulaklarına tıkayan kimseye benzer.

Şimşeğin^ çakması neredeyse gözlerini alır; onları aydınlattıkça ışığında yürürler ve üzerlerine karanlık basınca durakalırlar.Allah dileseydi işitme ve görmelerini giderirdi. Doğrusu Allah her şeye Kadir'dir"

(Bakara 2/17-20)[1]

 

GİRİŞ

 

Allah Teâlâ, insanoğlunu diğer yaratıklardan farklı olarak sorumlu olabilecek bir yetenekte yaratmış, sorumlu tutmuş ve kendisine yeryü­zünün imar ve tedvîri görevini vermiştir.[2] Bu görevi başarabilmesi için gerekli olan araçlarla kendisini donatmıştır. Böylece insan, sahip olduğu irade ve akıl ile, tüm dış dünyaya egemen olmak kudretine sahip bulunmaktadır. [3]

 

1- İnsan Kendi Kendine Yeterli midir?

 

Bütün bunlara rağmen acaba insan kendi kendine yeterli midir? Bunu şöyle bir misalle açıklayalım: însan bedenini iyi bir arabaya, sahip olduğu aklı da usta bir şoföre benzetelim. Hareket etme ve seçim yapma yeteneğine sahip bu insan için yol gereklidir. Bir yola düşmesi ve o yolda ilerlemesi lâzımdır. İnsan başıboş da değildir; [4]bir yaratılış amacı vardır. [5] Öyleyse yaratılış amacına uygun, kendisini hedefine ulaştıracak olan yolda ilerlemesi gerekir. Daha açık bir ifade ile kendisine verilen görevi çok iyi yapması ve bunun sonucunda da kendisini Allah'ın rızasına ve cennete ulaştıracak yolu tutması lâzımdır.

Hiçbir şoför, ne kadar usta olursa olsun, daha önceden gitmediği bir yolda emin bir halde ilerleyemez. Hele hele yol ayırımına geldiği yerlerde, hangi yolun kendisini hedefine ulaştıracağım hiç bilemez. Yollar pek çok ve tehlikelidir. Bunlardan ancak bir tanesi hak ve hakikat yolu olarak insanın yaratılış amacı doğrultusunda seyir yapmasını mümkün kılmaktadır.

Her şeyden önce hak ve hakikat yolunun tutulması, sonra da yol boyunca muhtemel tehlikeleri göstermesi ve sürücülerin bu şekilde uya­rılması için yol boyunca işaret levhalarının dikili olması, kavşaklarda istikamet belirten yön levhalarının konulmuş olması gereklidir.

İşte peygamberler, Allah'ın bir rahmeti olarak bu iş için gönderilmiş seçkin rehber kimselerdir. Onlar Allah'tan aldıkları emirle, insanların tutacakları yolu belirlerler, sonra da bu yol boyunca uymaları gereken kuralları koyarlar ve muhtemel tehlikelere karşı da onları uyarırlar.

insanlar, eğer kendi kendilerinin yeterli olduklarını düşünür ve daha önceden peygamberlerce belirlenmiş ve İşaretlenmiş yolları bıra­karak, vahyin irşadından nasibini almamış kendi mücerred akıllarının peşine düşerlerse, o zaman hiç bir zaman yaratılış amaçlarına ulaşama­yacaklar ve cennete varamayacaklardır. Deneme yanılma suretiyle in­sanları macerelara sürüklemek, insanlığa çok pahalıya mal olmuştur. Yakın tarihimizde yaşanan ve iflasla sonuçlanan kominizm tecrübesi bütün insanlık için çok önemli ibretler içermektedir.

Şu halde önderlere ihtiyaç vardır. Ancak onların üstün vasıflara sahip ve hatadan korunmuş olmaları gerekir. Yoksa yanlış yollara sürükleyen önderlerin zararları daha büyük olur.

Hatadan korunmuşluk, önder olacak zatın müptezel şehvanî duygulardan uzak yaratılması, kendisine iyinin iyiliğinin, kötünün kötülü­ğünün bildirilmesi (vahiy), kendisi ile şehvanî istekleri arasına Allah'ın girmesi yoluyla olur. [6]Bu da ancak peygamberlerde gerçekleşir. [7]

 

2- Peygamberlerin Getirdikleri Mesajın İçeriği (Din-Şeriat İlişkisi):

 

Peygamberler hep aynı mesajları mı getirirler, yoksa getirdikleri mesajın içeriğinde farklılıklar olur mu?

Değişken dünyamızda, hiç değişmeyen sabit esaslar, kurulu den­geler vardır ve düzen işte bu esaslar sayesinde sağlanmaktadır. Aslında bütün değişiklikler, sabit esasların tezahürlerinde olmakladır. Bu esasların değişmesi, bidüziyelik arzetmemesi halinde düzenden bahset­mek mümkün olmaz ve dünyamızda hayat imkânı kalmaz. Meselâ yer çekimi kanununun bir an için olsun bidüziyelik arzetmediğini düşüne­lim. Suların bir an için tersine doğru yürüdüğünü tasavvur edelim. Bir an için kurulu dengelerin bozulduğunu varsayalım...

Görüleceği üzere, kâinatta mevcut düzenin tek bir esasının değiş­mesi âlemin sonu demektir. Aynı durum sosyal hayatımız için de geçer­lidir, insanlık hayatı da çok değişken olmakla birlikte özde sabit esas­lara sahiptir. Temel ihtiyaçlar ve bunların karşılanması için gerekli faaliyetler, insanı insan yapan değerler, insan için belirlenen görevler hep var olagelmiştir. Allah Teâlâ, göndermiş olduğu peygamberler aracılığı ile ilâhî mesajlar indirmiş ve insanlık için gerekli olan esasları belirlemiştir, insanlık tarihi boyunca bu esasların tezahürleri farklı ola­bilir- ama özde bir değişiklik olmamıştır. Böylece insanlık, asırlar de­ğişse de, şekiller değişse de ayaklarını sağlamca basabilecekleri değiş­mez esaslara sahip kılınmıştır.

Peygamberlerin getirdikleri din, işte bu sabit esaslardır ve her kavim için aynı mesajları içermektedir. Bu sabit esasların tezahürü olmak, zaman ve mekan özelliklerinden kaynaklanan ihtiyaçları kar­şılamak üzere ayrıca şeriatlar da tebliğ etmişlerdir. Din sabit, şeriat' tr ise değişkendir. Din bütün insanların Rabbi olan Allah'a isnad edi­lirken, şeriatlar belirli dönemlere ve zamanlara isnad edilir.[8] Peygam­berlerin getirdikleri mesajlardaki farklılık işte bu kısımda cereyan eder ve nesih olayı da bu kısım hükümlerde geçerli olur.

Bu konuda Ahmed Hamdi Akseki şöyle der:

islâm inancına göre, ilk din ilâhî vahiy esası üzere kurulu olan hak dindir ve özünü tevhid esası oluşturur, insanların dinde olan ihtilâf ve sapıklıkları sonradan arız olmuş, marazı bir durumdur.

Hal böyle olunca, insanların ilk mürşidi ilk peygamber olmak gerekir. Hz. Âdem, hem ilk insan hem de ilk peygamber olmaktadır. Böylece insanlığın başlangıcı, ilâhî vahye dayalı bir medeniyetin de başlangıcı olmaktadır. [9]

Zamanla insanlar ihtilâfa düşerek, saf inanç ve iman esasları yer yer ve zaman zaman bazı insanlarca zedelenmiş ve bunlar peygamberî yoldan ayrılarak farklılıkları ortaya çıkarmışlar, çeşitli bâtıl itikatlara saplanmışlardır. [10]Allah Teâlâ, zaman zaman peygamberler göndere­rek, insanları tekrar doğru yola çağırmış ve onlara hak ve hakikati tekrar tekrar bildirmiştir. Bu süreç içerisinde sayısını ancak kendisinin bildiği peygamberler göndermiş, onlara ilâhî emir ve yasakları içeren, hidayet ve şifâ olan, insanlığa ışık saçan kutsal buyruklarını havi kutsal sahife ya da kitaplar indirmiştir. Bu arada iptidaî kemâlden nihâî kemale doğru süren bir tekamül[11] süreci yaşanmıştır.

Bu tekamül ve değişiklik, dinlerin aslında değil, serî hükümler demlen fürû'dadır. [12]

Peygamberlerin tebliğ ettikleri esaslar ile insanlar yükseldikçe, fikirlerde inkişaf ve terakki meydana geldikçe, medeniyet ve ihtiyaç iler­ledikçe, sonraki peygamberlerin tebliğ ettiği esaslar da başkalaşıyordu. insanlar tedricî bir surette yükseldikçe dinler ve şeriatlar da tedricen tekamül etmiş, bu tedrîcî tekamül Yahudilik ve Hıristiyanlığı da geçerek nihayet İslâm dininde kemal mertebesini bulmuştur. Aynı zamanda suhuf halinde başlayan kutsal kitaplar da, insanlığı itikadî, ilmî, ahlâkî, ve içtimaî bütün ihtiyaçlarını karşılayan genel esasları içeren Kur'ân ile nihayet[13] bulmuştur. [14]

 

3- İslâm Şeriatı Ve Evrensellik:

 

En son olması hasebiyle İslâm Dini, kendisinden evvel geçen şeriat­ların hükümlerini ilga ve neshetmiştir. Güneş doğduktan sonra ay ve yıldızların ışığına nasıl ihtiyaç kalmaz ve güneşin ışığı yanında onlar sönük ve hükümsüz kalırsa, müslümanlığa nisbetle diğer şeriatlar da böyledir. [15]

îslâm şeriatı, bütün çağların ve bütün ulusların ihtiyaçlarını kar­şılama amacının bir gereği olarak çok esnek bir yapıya sahip kılınmıştır. Kutsal kitabımız Kur'ân, insanlığın bütün ihtiyaçlarını iki tür yaklaşımla karşılama yolunu tutmuştur:

1. Adını koyarak,

2.  Prensibini koyarak.

Birinci türden olan çözümlere fazla girmeyen Kur'ân, ikinci yolu asıl kabul etmiştir. Bu meyanda olmak üzere çok genel esaslar koymuştur. Bunlardan bir kısmını şöylece sıralayabiliriz:

İnsanlar arasında değişmez ilâhî değer ölçülerinin esas alınması, bunun bir gereği olarak kul olması hasebiyle herkesin Allah nazarında eşit olduğunun, bunun tabiî sonucu olarak herkesin temel hak ve hürri­yetlere doğuştan eşit olarak sahip bulunduğunun, üstünlüğün ancak takva, ilim gibi kazamlabilen meziyetlerle olacağının belirtilmesi.

Adaletin hâkim kılınması, zulmün yasaklanması.

Meselelerin ehline götürülmesi.

Emanetlerin sahiplerine verilmesi.

işlerin şûra ile yürütülmesi.

Herkesin kendi yaptığından sorumlu tutulması.

Nimet-külfet dengesinin kurulması.

Suç-ceza dengesinin kurulması.

Haksız kazanç yollarının yasaklanması.

Kardeşliğin tesisi ve sosyal dayanışmanın sağlanması.

Verilen sözlerin yerine getirilmesi, altına girilen yükümlülüklerin ifası.

Tedrice riayet, kolaylık ve güçlüğün kaldırılması İlkesi.

Zaruret ilkesi.

Bu ve benzeri ilkeleri en geniş anlamıyla yorumlama, örneklen­dirme ve zamanında uygulama faaliyetinde bulunan sevgili Peygam­berimiz (s.a.), bu görevi kendisinden sonra gelecek olan alimlere bırak­mış ve arkasında bütün müessesesiyle kıyamete kadar payidar olacak ve tüm insanlığa huzur getirecek islâm'ı hem din, hem de hukuk nizamı olarak miras bırakmıştır. Bu vesileyle sevgili Peygamberimize en içten salât ve selamlarımızı arzediyor, onun kutsal emanetini hayata taşıma başarısını gösteren ulemamıza rahmet diliyor, bizleri de onlardan kılmasını niyaz ediyoruz. [16]

 

4- İnsanın Evrendeki Yeri Ve Yükümlü Kılınış Gerekçesi:

 

Yüce Allah, kendi ruhundan üflediği,[17] en mükemmel şekilde ya­rattığı insanı, [18] kendisine muhatap kılmakla yüceltmiş, bu yüceliğinin gereği olarak da ona hem yetki hem de sorumluluklar vermiştir.

insanoğlunun yükümlülüğü konusunda Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Biz amaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi). Çünkü o zâlim, çok cahildir. [19]

Şah Veliyyullah Dihlevî (Ö. 1176/1762), bu âyeti -özetle- şöyle yorumlar; [20]

Bazı bilginler emanet hakkında şu açıklamayı yapmışlardır: Ema­net, tâat ve isyan karşılığında sevap ve azabı göze alarak yükümlülük altına girmek, sorumluluğu üstlenmektir. Emanetin göklere ve yere arzından maksat, Onların yeteneklerinin dikkate alınmasıdır. Kaçın­malarından maksat ise, liyakatsiz olma, sorumluluğa kabiliyetli bulun­mama, tabiî yapılarının buna elvermemesi anlamında kaçınmadır, insanın yüklenmesinden kasıt da, ona liyakat ve kabiliyetinin bulun­masıdır.[21]

Buna göre âyette geçen, "Çünkü o çok zâlim, çok cahildir" ifadesi yükümlülüğün gerekçesini bildirmektedir. Çünkü zâlim, âdil olmayan, fakat âdil olma imkânı bulunan kimsedir. Câhil de, bilgi sahibi olma­yan; fakat bilgilenme imkânı bulunan kimsedir. İnsanoğlu dışında kalan diğer yaratıklar bu özelliğe sahip değildir. Onlar, ya bilgi sahibi ve âdildirler; kendileri için asla cehalet ve zulüm söz konusu olamaz; me­lekler böyledir. Ya da âdil değillerdir, ayrıca âdil olabilecek özelliğe de sahip değillerdir; hayvanlar da böyledir. Şu halde yükümlülüğe liyakati olan ve onun için gerekli kabiliyete sahip olan, (melekler gibi) bilfiil değil bilkuvve (yani potansiyel) kemâle sahip bulunan varlıktır ki, bu da insandır.

Konunun daha açık bir hal alması için Önce meleklerin hallerine bakalım: Onlar, isteklerden soyutlanmışlardır; bu itibarla ne açlık, susuzluk, korku, üzüntü... gibi hayvanı gücün tefrit hali, ne şehvet, öfke, kendini beğenme gibi ifrat hali onları etkiler, ne de beslenmek, büyümek gibi şeyler onları ilgilendirir. Onlar her an kendilerine yukarıdan inecek olan emirlere yönelik beklenti halinde bulunurlar. Onlar, kendilerine ait hiçbir arzu ve istek taşımazlar, ilâhî irade içerisinde kendi benlik­lerini yok ederler.

Bir de hayvanların hallerine bakalım: Hayvanlar aşağılık duygu­larla donatılmıştır. Onlar devamlı olarak süflî tabiatlarının gereği doğrultusunda hareket ederler ve onlar içerisinde kendilerini kaybe­derler. Onlar bir şeye yönelmişlerse, bu mutlaka hayvanı bir güdünün ya da kendi tabiatlarının gereği olan insiyaklarla meydana gelir.

İnsana gelince; Allah Teâlâ, yüce hikmetinin gereği olmak üzere insanı iki yönlü yaratmıştır:

1. Melekî yönü: Bu, insanın sahip olduğu ve melekler alemiyle müşterek bulunduğu ulvî yönünü teşkil eder.

2. Hayvani yönü: Bu da insanın diğer canlılarla müşterek olan süflî yönünü oluşturur.

insanın bu iki yönü arasında sürekli bir çekişme hali vardır. Melekî yon, insanı yücelere doğru çekerken, hayvani yön onu süflî âleme doğru çeker. Hayvanı güç belirgin hal alır ve etkisini gösterirse, melekî yön gizlenir. Melekî yön galebe çalarsa, hayvanî yön siner ve etkisini kaybeder.

Allah Teâlâ, ilke olarak bunlardan hangisi üstün gelirse, onu diğerine egemen kılmaktadır. Dolayısıyla hayvanı güç galebe çalarsa, Allah Teâlâ onu destekler ve ona münasip olan şeyi kendisine kolay­laştırır. Melekî kuvvet üstün gelirse bu kez de onu destekler ve ken­disine uygun olan şeyi onun için kolaylaştırır. Nitekim Allah Teâlâ, bu nıeyanda şöyle buyurmaktadır:

"Kim verir ve sakınırsa, en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlar, onda başarılı kılarız. Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, biz de ona en zoru kolaylaştırırız.[22]

"Hepsine; dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de, Rabbinin ihsanından, ayırt etmeksizin veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir".[23]

İnsanın melekî ve hayvanî yönleri, hem hazlara hem de elemlere açıktır. Haz duyması, kendisine uygun olanı idrak etmesi; elem İse, ters düşen şeyi tatmasıdır.

Nasıl ki, bedeninde uyuşturucu kullanan kimse, ateşin yakıcılığını hissetmez, uyuşturucunun etkisi azalıp da eski tabiî haline döndüğü zaman, acıyı son derece şiddetli bir şekilde hissederse, insan da öyledir. Hayvanî yönün melekî yöne galebe çalması halinde, şu anda hissedil­meyen elem ve ızdıraplar sonradan ortaya çıkar. [24]

 

5- İnsanın Tabiî Yapısı Ve Vahiy Işığında Denge:

 

İnsanı, sorumlu varlık olarak yaratan Yüce Allah, bu iki gücün den­gelenmesini istemektedir. Bunun için de peygamberler aracılığıyla ilahî mesajlar göndermiş ve insanın hem melekî yönünü hem de hayvanî yönünü ihmal etmeyecek bir hayat tarzı öngörmüştür. İnsanlık için öngörülen son din İslâm ve ona dayalı olan îslâm hukuku fıtrî[25] özelliği ile dengeyi temsil eder. Vahye dayanmayan, kökleri bu ulvî kaynağa ulaşmayan, oradan fışkırmayan bir sistemin, insanların ruhlarının derinliklerine nüfuz etmesi ve kalplere hakim olması asla düşünü­lemez.[26]

Peygamberlerin sunduğu hayat tarzı dışında kalan diğer sistemler, akımlar, tarikatlar... bu dengeden uzak ifrat ya da tefriti temsil ede-gelmişlerdir. İnsanı ya sadece beden olarak almışlar ve bütün amaç­larını onun maddî ihtiyaçlarının giderilmesine doğru yöneltmişlerdir; böylece onun manevî yönünü ihmal etmişlerdir. Ya da onun sadece manevî yönünü esas alan ve sonuç itibariyle de onun maddî ihtiyaçlarını kale almayan, bütün amaçlarını onun manevî ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kılan bir anlayışı hâkim kılmaya çalışmışlardır.

Sonuçta her iki aşırı uç da ruhu bedenden, dünyayı âhiretten ayır­mışlar; bunları bir bütün olarak ele almayı başaramamışlar; "bedenin, ruhumuzu sonsuzluğa taşıyan kozmik binek" olduğu gerçeğini göre­memişlerdir.

Bu dengenin ilkelerini ancak Âlemlerin Rabbi olan Allah verebilir. O, kendi kendilerine yeterli olamayan, karanlıklar içresinde bocalayan, ara sıra çakan insanî fikrî şimşeklerle yol alabileceğini sanan, aslında çabaladıkça bocalayan insanlığa vahiy kurumu ile ışık tutmuş, onlara gidecekleri yolu belirlemiş, maddenin ötesinde bir mânâ, dünyanın ötesinde bir âhiret olduğunu öğretmiş, akla yetkisi dahilinde görev biçmiş, akıl üstü konulara ise açıklık getirmiş ve böylece insanın gayb tünelinde kafasını sağa sola vurmadan yol almasını, güven ve huzur içe­risinde mutlu bir hayat yaşamasını sağlamış; onu heva ve heveslerinin boyunduruğu altında olmadığı için hür, tedbir alması gerektiği için yetkili, yetkisi olduğu için de sorumlu şerefli bir varlık olarak tebcil etmiş ve bunu "hilâfet[27] diye adlandırarak da taçlandırmıştır.

Böylece dünya tarihi senaryosunda insanın yeri, oyuncu olarak ortaya çıkmaktadır. Senaryo yazılmış, roller paylaştırılmış ve bize de hilâfet rolü düşmüştür. Ödüllendirilmemiz ya da cezalandırılmamız bize verilen rolü oynamamıza bağlıdır; iyi oynarsak alkışlanır, kötü oynarsak yuhalanırız. Unutmayalım ki bizler birer oyuncuyuz ve başrolü oynu­yoruz. Bu rolü bizden başka oynayabilecek yok; öyleyse en iyi şekilde oynamalıyız. Öbür taraftan biz başoyuncuyuz diye senaryoyu değiştirme yetkimiz de yok. [28]



[1] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: XI-XIII.

[2] Kur'ân. bu görevi "hilâfet" olarak isimlendirmektedir. Bu konudaki âyetler şunlardır: Bakara 2/30; Sâd 38/26 (Bu âyet, halifelikten maksadın da "insanlar arasında hak ite hükmetmek" olduğunu açıklar.); En'âm 6/165; Yûnus 10/14; Fâür 35/39.

[3] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 3.

[4] İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?" (Kıyamet 75/36).

[5] Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât 51/56).

[6] Dihlevî, Huccetullahi'l-bâliğa, 1/321.

[7] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 3-4.

[8] bkz. Dinlerin birliği hakkında bkz. Şûra 42/13; Mü/minûn 23/52; Ala 87/18-19. ŞeriaÜann farklılığı hakkında bkz. Mâide 5/48; Hacc 22/67.

[9] bkz. Akseki, tslâm Dini, 13.

[10] bkz. Aksekili, Ahmed Hamdi, Dînî Dersler, 211-214.

[11] bkz. Aksekili, Dînî Dersler, 237 vd.

[12] bkz. Akseki, îslâm Dini, 19-21; Aksekili, Dînî Dersler, 237 vd.

[13] Akseki, İslâm Dini, 21.

[14] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 4-6.

[15] Akseki, İslâm Dini, 21.

[16] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 6-7.

[17] bkz. Hicr 15/29; Sâd 38/72.

[18] isrâ 17/70; Tın 95/4.

[19] Ahzâb 33/72-73.

[20] bkz. Dihlevî, Huccetullâhil-bâlİga, 1, 61-64.

[21] Beydâvî, V, 144; Ateş, S., Çağdaş Tefsir, VII, 209. "İnsanın yükümlü olduğu tüm emir ve yasaklar" şeklindeki yakın bir yorum için bkz. Hâzin, V, 143-145; İbn i Kesir, III, 323. Keza emanetten maksadın "mesuliyet" olduğu izahı için bkz. Ülken, islâm Düşüncesine Giriş, 53.

[22] Leyi 92/5-10.

[23] îsrâ 17/20.

[24] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 7-9.

[25] bkz. Aksekili, Dînî Dersler, 164.

[26] bkz. Akseki. İslâm Dini, 8.

[27] İlgili âyetler: Bakara 2/30; Sâd 38/26; En'âm 6/165; Yûnus   10/14; Fâür 35/39.

[28] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 9-10.