2- VAHİY- PEYGAMBER (SÜNNET) İLİŞKİSİ3

I-VAHÎY KARŞISINDA Hz. PEYGAMBERİN KONUMU VE YÜKÜMLÜLÜĞÜ.. 3

A) VAHYİN GELİŞİ VE SONUÇLARI3

1-Rasûlullah'ın (s.a.) Vahye İnanması:3

2-Rasûlullah'ın (s.a.) Tebliğ Görevi:3

3-Rasûlullah'ın (s.a.) Beyân Görevi:5

a) "Beyân"m Anlam Ve Tanımı:6

b) Rasûlullah'ın (s.a.) Beyânı:6

i. Rasûlullah'ın (s.a.) Sözlü Beyânı:6

ii. Rasûlullah'ın (s.a.) Fiilî Beyânı:6

iia-Rasûlullah'ın (s.a.) Fiilinin Hükmü:6

iib) Rasûlullah'ın (s.a.) Fiilinin Sözle Desteklenmesi Ya Da Aksi:7

iic-Devamlılık Noktayı Nazarından Rasûlullah'm (S.A.) Fiilleri:8

iica Devamlı Ya Da Sıkça İşlenen Fiiller:8

iicb. Ender Olarak, Ya Da Belli Bir Hal Ya Da Zamanda İşlenen Fiiller:8

iicc-Rasûlullah'ııı (s.a.) Terkleri:10

iii. Rasûlullah'm (s.a.) İkrar Buyurması Yoluyla Beyânı:15

i. Cahiliye Dönemi:16

ii.Cahiliye Döneminde Mevcut Hanif Dininden Tevarüs Olunagelmiş İbadetler:17

b) Rasûlullah'ın (s.a.) Şûra Yoluna Başvurması:18

c) Rasûlullah'ın (s.a.) Bireysel Çözümleri Onaylaması Ve İçtihada Teşvik Etmesi:20

i.Vahye Başvuru Ve İctihâd Arasında Denge:21

d) Rasûlullah'ın (s.a.) Kendi Re'y Ve İçtihadı:22

i. Rasûlullah'ın (s.a.), İçtihadının Tabiî Ve Vahyin Amacına Uygun Olduğu:22

ii. Rasûlullah'ın (s.a.) İctihâd Alanı:22

iii. Rasûlullah'm (s.a.) İçtihadının Şartı Ve Şekli:23

a) Rasûlullah'm (s.a.) Kur'ân'a Ekleme Yapamaması:23

b) Rasûlullah'm (s.a.) Kur'ân Vahyini İlga Edememesi:24

5-Rasûlullah'in (s.a.) Vahyin Gereği İle Amel Etmesi:25

B) VAHYİN BEKLENİŞİ26

1-Rasûlullah^ın (s.a.) Vahyi Bekleyişi:26

2-Rasûlullah'm (s.a.) Gaybı Bilmemesi:27

3-Rasûlullah'm (s.a.) Her İstediği Zaman Vahiy Bilgisine Ulaşamayışı:27

5-Rasûlullah'ın (s.a.) Vahyi Beklemede Alan Ayırımında Bulunması:28

C) VAHYİN YOKLUĞU VE HUKUKÎ BOŞLUKLARIN DOLDURULMASI28

1-Rasûlullah'm (s.a.) Beyânla Görevli Olması:29

2-Vahiy Gelmemesi Halinde Rasûlullah'm (S.A.) Davranışı:29

a) Rasûlullah'm (s.a.) Mevcut Hali (Eski Uygulamayı) İbkâsı:29

i. Cahiliye Dönemi:30

ii.Cahüîye Döneminde Mevcut Hanif Dininden Tevarüs Olunagelmiş İbadetler:31

b) Rasûlullah'ın (s.a.) Şûra Yoluna Başvurması:32

c) Rasûlullah'ın (s.a.) Bireysel Çözümleri Onaylaması Ve İçtihada Teşvik Etmesi:34

i.Vahye Başvuru Ve İctihâd Arasında Denge. 35

d) Rasûlullah'ın (s.a.) Kendi Re'y Ve İçtihadı:36

i. Rasûlullah'ın (s.a.), İçtihadının Tabiî Ve Vahyin Amacına Uygun Olduğu:36

ii. Rasûlullah'ın (s.a.) İctihâd Alanı:36

iii. Rasûlullah'm (s.a.) İçtihadının Şartı Ve Şekli:37

iv.Rasûlullah'm (s.a.) Re'y Ve İçtihadının Kaynakları:37

iva-Kur’ân:37

ivb-Aklı Ve Kişisel Tecrübeleri:38

Örnekler:38

ive-Fizik Çevrenin Değerlendirilmesi:40

Örnekler:40

ivd-Rasûlullah'ın (s.a.) Arabî Unsurları Değerlendirmesi Ve Bunların Sünnete Yansıması:44

ivda.Arabî Hayat Tarzı Ve Sünnet Telakkisi:44

İvdb. Raşid Helifeleri Sünneti45

İvdc. Arabî Dil Özellikleri Ve Bunun Sünnete Yansıması:45

ivdd. Rasûlullah'm (s.a.) Arabî Bilgi Düzeyini Esas Alması:46

ivde.Rasûlullah'ın (s.a.) Arafoî Genel Telakkilere Katılması:47

Örnekler:47

ivdf. Rasûlullah'ın (s.a.) Arabî İmajları Yansıtması:47

ivdg. Rasûlullah'ın (s.a.) Folklor Kabilinden Olan Şeylere Katılması:48

ivdh. Rasûlullah'm (s.a.) Cahiliye Devri Ata Sözleri Ve Hikmetlerini Kullanması:49

ivdi.Rasûlullah'm (s.a.) Yiyecek Ve İçeceklerde Arabî Kabulleri Dikkate Alışı:49

ivdj. Rasûlullah'ın (s.a.) Evlilik Hukukunda Arap Örf-Âdetini Dikkate Alması:49

ivdk.RasûluIlah'ın (s.a.) Tıpla İlgili Hadisleri   (Tıbbu'n-Nebevî):50

ivdl. Rasûlullah'ın (s.a.) Hadislerinde, Arabî Kozmolojiye Atıfta Bulunması:50

v. Rasûlullah'ın (s.a.) Re'y Ve İçtihadının Değeri:51

va-Rasûlullah'ın (s.a.) İçtihadında Hata Etme İhtimali:51

vaa.Peygamberlerin Korunmuşluğu ('İsmet Sıfatı)51

vıab.Peygamberlerin Korunmuşluk Alanı:51

vb-RasûlullaVın (s.a.) Vahyin Kontrolünde Olduğu:52

vba. Kur'ân'ın Rasûlullah'ı (s.a.) Uyarısı Ve Tashihi:52

Örnekler:52

vıbb.Vahyin Tashihine Rağmen Eski Hükmün İbkâsı:54

vi. Değerlendirme:55

via. Bütün Sünnetin "Takrîrî Vahiy" Oluşu:55

vib.Rasûlullah'ın (s.a.) Sünnetinin Vahye Dayalı Olup Olmadığım Ayırmanın Faydası;55

D) RASÛLULLAH'IN (s.a.) TEŞRÎDE BİR SİYASET İZLEYİŞİ56

1-Rasûlullah'ın (s.a.) İzlediği Teşrî Siyaseti:56

2-Rasûlullah'ın (s.a.) Dinî Alanda Takip Ettiği Siyaset:57

3-RasûluIIah'ın (s.a.) Diğer Alanlarda İzlediği Siyaseti:64

II-BİR İNSAN OLARAK VE  AYRICALIKLI ÖZELLİKLERİYLE PEYGAMBER.. 65

1-Rasûlullah'ın (s.a.) bir insan olarak diğer insanlardan farklı olmayışı:65

2-Ayrıcalıklı Yönüyle Peygamber:67

3-Değerlendirme:68


2- VAHİY- PEYGAMBER (SÜNNET) İLİŞKİSİ

 

I-VAHÎY KARŞISINDA Hz. PEYGAMBERİN KONUMU VE YÜKÜMLÜLÜĞÜ

 

Bu çalışmanın en önemli kısmını teşkil eden bu bölümün hazırlan­masında ve kısımlara ayrılmasında hareket noktası, herhangi bir za­man diliminde Rasûlullah'ın (s.a.) bir olayla karşılaşması halinde nasıl bir tavır ortaya koymakta olduğudur. Aynen bir müctehidin herhangi bir olayla karşılaşması halindeki durumu gibi.

Söz konusu zaman dilimi içinde Rasûlullah (s.a.), elbette ki o ana kadar kendisine indirilmiş bulunan vahiy külliyatına sahip bulunu­yordu. Bu vahiyler karşısındaki tavrı nasıldı? Kendisinde mevcut bulu­nan bu vahiyleri ne yapıyor, devreye nasıl sokuyordu? İş tebliğle veya bir adım daha ötesi beyânla bitiyor mu, yoksa onları tebliğ ve beyân yanında öğretmek, bilfiil uygulamaya sokmak ve dahası sonuç almak sorumluluğu da var mıydı?

Öbür taraftan vahiy kesilmemiş devam ediyordu. Bu arada bizzat Rasûlullah'ın (s.a.) kendisi de, şeriatın alacağı en son şeklin ne oldu­ğunu bilmiyordu. Bu itibarla olaylar karşısında, ihtiyaca cevap vere­bilecek, meselenin çözümünü sağlayacak hazır vahiy yoksa, her an gelme imkânı bulunan bir vahiy (potansiyel vahiy) karşısında bulunan Rasûlullah'ın (s.a.) bu aşamadaki tavrı ne idi? Acaba bu durumda, gelmesi muhtemel olan vahyi beklemek zorunda mı idi? Vahyi hızlan­dırmak, yönlendirmek ve istediği anda ona ulaşabilmek yetki ve imkâ­nına sahip miydi?

Ve nihayet elde hazır vahiy yoksa, beklenen vahiy de gelmemişse o zaman Rasûlullah (s.a.) ne yapardı? Meseleleri çözümsüz bırakama­yacağına göre, bu aşamada nasıl bir tavır ortaya koyardı?

Bunların yanı sıra Rasûlullah (s.a.), kendisine indirilen serî hü­kümleri tebliğ etme, onları Öğretme ve iyice yerleştirme, uygulamaya koyma ve bütün bunların Ötesinde sonuca ulaşma yani insanların Is-lâmlaştırılması konusunda kendisine bir strateji belirlemiş, amacına ulaşmak için belli bir siyaset izlemiş miydi?

İzlediği bu siyaset, vahiyle müeyyeddi; ancak bu siyaseti belirleyen her zaman için vahiy mi idi? Vahyin şöyle ya da böyle gelmesinde Rasû-lullah'm (s.a.) izlediği bu siyasetin ne kadar katkısı olmuş, bu tür vahiy­lerin içeriğinde insaniliğin dolayısıyla izafîliğin izleri var mıydı?

İşte bu yaklaşım, bölümün ana konularını ortaya çıkarmıştır. Böylece karşımıza dört ana başlık çıkmaktadır:

A) VAHYİN GELİŞİ VE SONUÇLARI

B)  VAHYİN BEKLENÎŞÎ

C) VAHYİN YOKLUĞU VE HUKUKÎ BOŞLUKLARIN DOLDURULMASI

D) RASÛLULLAH'IN (s.a.) TEŞRÎDE BİR SİYASET İZLEYİŞİ

Şimdi bunları ayrı ayrı ele alalım:[1]

 

A) VAHYİN GELİŞİ VE SONUÇLARI

 

Bu kısımda Rasûlullah'ın (s.a.) kendisine ulaşmış hazır vahiy kar­şısındaki tutumundan, yetki ve sorumluluklarından söz edeceğiz. Oku­yucu burada onun vahiy üstü olmadığını, vahyin kendisinden kaynak­lanmadığını, vahiyde şöyle ya da böyle herhangi bir şekilde oynama yapamayacağını, diğer mü'minler gibi onun da vahyin gereği doğrultu­sunda hareket etmek zorunda olduğunu, bunun yanında onun beyân yetkisine sahip olduğunu ve bu açıdan önemli bir yere sahip bulundu­ğunu görecektir. Şimdi sırasıyla bu konuları ele alalım:[2]

 

1-Rasûlullah'ın (s.a.) Vahye İnanması:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) bizzat kendisi de, diğer mü'minler gibi vahye inanmak zorundaydı.

"Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene inandı, mü'minler de.[3] "Allah'a ve okuyup yazması olmayan, haber getiren peygam­berine ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır- inanın; ona uyun ki doğru yolu bulaşınız[4] âyetleri bunu ifade eder.[5]

 

2-Rasûlullah'ın (s.a.) Tebliğ Görevi:

 

Rasûlullah (s.a.), diğer peygamberler gibi kendisine ulaştırılan vah­yi, -ihtiyaç anından önce insanlara ulaştırılacak şekilde[6] ve tenkis, tezyîd, tahrîf olmaksızın[7] tebliğ etmekle görevli bulunuyordu. [8] Şu ve benzeri âyetler onun bu görevini açıkça ortaya koymaktadır.

"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez. [9]

"Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin, karşı gelmekten çeki­nin; eğer yüz çevirirseniz bilin ki, peygamberimize düşen sadece açıkça tebliğ etmektir. [10]

"Peygamberin görevi sadece tebliğ etmektir, Allah, sizin açıkla­dıklarınızı da gizlediklerinizi de bilir. [11]

"Peygamberlere apaçık tebliğden başka ne vazife düşer?. [12]

Âyetler, tebliğin her türlü ortamda yapılmasının gereğini ortaya koymaktadır; sonuç almak ise peygamberlerin elinde değildir. Bununla birlikte, peygamberler sonuca ulaştırıcı önlemler almakla da yükümlü­dürler. Rasûlullah'ın (s.a.), tebliğ süreci içerisinde, mücerred tebliğden îslâm ahkâmını uygulama ve yerleştirme imkânı bulabileceği devlete ulaştırıcı bir seyir izlemesi bunu göstermektedir.

Şu var ki îslâm hukuku, aynı zamanda dinî itikadın, imanın da bir parçasıdır[13] din ise tamamen inançla olur; dinde zorakilik yoktur; hiç­bir din kalbe zorla sokulamaz. Bu noktadan hareketle İslâm tebliğci-lerinin, öncelikli olarak İslâm'ı iyi tanıtmaları, insanların anlayabile­cekleri, sevebilecekleri ve inanıp benimseyebilecekleri bir söylem içeri­sinde anlatmaları, sevdirici ve kolaylaştırıcı olmaları, itici, zorlaştırıcı ve nefret ettirici olmamaları, hiçbir zaman dayatma yoluna başvurma­maları, bununla birlikte sonuca ulaştırıcı yol, usul ve imkânları da ortaya koymaları gerekmektedir.[14]

 

a) Risâlet bilgisinin muhtevası:

Rasûlullah'ın (s.a.) tebliğ etmekle yükümlü olduğu vahye dayalı bilgilerin "peygamberlik kurumu"nun tabiatına ve ondan beklenen amaca uygun olan, amelî değeri bulunan, [15] insanın âhirete giden yolculuğunda gerekli tedariki yapmak için bulunduğu dünyada, hayatın bütün alanlarıyla ilgili düzenlemelere, güzel ahlâka, inanca kısaca "îman-İslâm-îhsan" diye ifade edebileceğimiz bir muhtevaya ait bilgiler olduğunu düşünüyoruz.[16]

Bunun yanında peygamberler, sahip oldukları peygamberlik vela­yeti hasebiyle yüce hakikatlere ait bilgilere, kendilerine sakladıkları fevkalâdeliklere, sadece yaşamakla elde edilebilen, fakat ifade edile­meyen bilgilere, sair insanların idrak edemeyeceği ve götürenieyeceği bilgilere sahip olmaları ve bunları insanlara açmamaları mümkündür. Birkaç Örnekle konuyu biraz açalım: [17]

 

b) Örnekler:

Ebû Hureyre anlatır: Rasûlullah (s.a.) ashabından bir gruba uğra­dı; onlar gülmekte idiler. Onlara: "Eğer siz benim bildiğimi bilseydiniz, elbette az güler, çok ağlardınız" buyurdu. Bunun üzerine hemen ken­disine Cibril geldi ve ona: "Şüphesiz Allah sana 'Niçin kullarımın umu­dunu kırıyorsun?' buyuruyor" dedi. Rasûlullah (s.a.) derhal onlara dön­dü ve "Dengeli olun, hiçbir şeyde aşırılığa kaçmayın ve ümitvar olun!" buyurdu. [18]

Hadisteki "Eğer siz benim bildiğimi bilseydiniz, elbette az güler, çok ağlardınız" ifadesi, Rasûlullah'ın (s.a.) bütün bilgisini herkese aç­madığına işaret olur.

Uyarılması ise, yüce makamlar için sözkonusu yükümlülük anla­yışının sıradan normal insanlar İçin beklenmemesi gerektiğini ve sorum­luluğa esas alınan seviyenin de bu gibi insanların seviyesi olduğunu gösterir.

Ebû Hureyre şöyle derdi: "Rasûlullah'tan (s.a.) iki kap dolusu ilim Öğrendim; bunlardan birini yaydım, diğerine gelince eğer ben onları yayacak olsam şu boğaz kesilir. [19] Başka bir rivayet de: "Eğer bildiğim her şeyi size haber versem, insanlar beni taşa tutarlar ve 'Ebû Hureyre çıldırmış' derler" şeklindedi. [20]

Rasûlullah (s.a.), Ebû Zer'e infakla ilgili olarak aslında zaafları olduğunu bildiği için "kendisine özel" olmak üzere (kadıyyetu ayn) bazı sözler söylemiş, [21]o ise bunu herkesi ilgilendiren teşrîî bir söz sanmış ve insanların mal biriktirmelerini yasaklayıcı bir tutum içine girmiş, insanları kenz âyeti[22] ile korkutur olmuştu. [23] Bu yüzden dönemin halifesi Hz. Osman (r.a.) tarafından Rebeze'de mecburi ikâmete tabi tutulmuştu. [24]

Kanaatimizce Ebû Zerr'in hatası Rasûlullah'ın (s.a.), insanlara kendi hususiyetlerini göze alarak anlayacakları dilden ve akılları ölçü­sünde hitap ettiğim takdir edememesiydi.

Bu örnekten hareketle önemli bir noktaya temas etmemiz gerek­mektedir:

Teşrîde çok önemli bir husus vardır. O da şudur: Vahiy yani gerek Kur'ân ve gerekse sünnet, insanlara hitap ederken, insanın fıtratında saklı bulunan cibillî motifleri dikkate alarak, dengeleyici bir üslup kullanır. Örneğimizle ilgili olarak meselâ insanın fıtratında Yüce Kudret tarafından yaratılmış bulunan mal tutkusu, dünya sevgisi esasen iyi bir şey olduğu için insanda hilkat özelliği olarak var kılınmıştır. Bunlarsız mamur bir dünya düşünmek mümkün değildir. Fakat frensiz bir mo­torun tehlikeli olduğu gibi, bu motifin frenlenmesi, kontrol altında tutu­labilir olması ve böylece dengelenmesi gerekir. Bu fren görevini de vahiy (Kur'ân ya da Sünnet) üstlenir. Bakarsınız dünyanın kötülüğünden, mal tutkusunun fitneliğinden söz eder. Bunun amacı gerçekten onların kötü­lüğünü beyân etmek değil, aksine aynı Kudret Eli'nin zaten insanın fıtratına muharrik bir güç olarak koymuş olması esasına istinaden bunun frenlenmesi, kontrolü mümkün olan bir güç haline dönüştürül­mesidir. Fıtratta zaten mevcut olan bu duyguların, bir de vahiy yoluyla açıkça teşvik edildiği düşünüldüğünde, motoru alabildiğine güçlendirilen ve fakat fren sistemine yer verilmeyen bir araba gibi insanların helake itilmesi söz konusu olur. Vahyin dilini okuyanların, ilgili nassları yorum­layanların bu ve benzeri vahyin geri plânını dikkate almamaları halinde sadece iyi niyet sahibi olmaları -örneğimizde Ebû Zer (r.a.) gibi- hata etmemeleri için yeterli değildir.

Diğer örnekler:

Rasûhıllah (s.a.), "Yüce Allah'ın, Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve rasûlü olduğuna şehâdet eden her kimseye, cehennem ateşini haram kılacağı" şeklindeki müjdesini, insanlar buna güvenirler de amelden geri kalırlar düşüncesiyle herkese duyurulmasını istememişti. Bu müjdenin muhatabı olan Muâz (r.a.), onu ölümü esnasında haber vermişti.[25]

Bir defasında da, "Aman yapma! Zira, korkarım insanlar buna gü­venip kalırlar. Bırak şu insanları amel etsinler" şeklindeki Hz. Ömer'in (r.a.) ricası üzerine böyle bir ilândan vazgeçmişti. [26]

Hz. Mûsâ ve Hızır kıssasında, Hızır'ın, 'Ya Mûsâ! Bende öyle bir ilim var ki, senin onu öğrenmez gerekmez[27] deyişine de bakılırsa, peygamberliğin daha çok insanları irşad etme, onları hayra yönlendirme, âhirete uzanan dünya hayatında yaşantılarına düzen verme amacı taşı­dığı ve kendilerine verilen bilgilerin de daha çok bu doğrultuda olduğu ve bu gibi konularda kendilerine tevdi edilen ilâhî bilgileri behemehal tebliğ ettikleri, bunun yanında herkesi ilgilendirmeyen, dolayısıyla "yaşanıl­ması gerekli din" olma özelliği taşımayan bazı bilgilere de sahip olduk­ları ve bunları bazı yakınlarına, ya da ehil gördüğü kimselere yeri gel­dikçe söyledikleri anlaşılmaktadır. [28]

"Saklanması halinde kıyamet günü onu saklayanın ağzına ateşten gem vurulacağı[29] ifade edilen bilginin de, "yaşanılması gerekli din" olma özelliği taşıyan türden bilgi olduğunu düşünüyoruz. [30]

 

3-Rasûlullah'ın (s.a.) Beyân Görevi:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) beyân görevini[31] belirtmek sadedinde Yüce Al­lah şöyle buyurur:

"Doğrusu senden Önce de kendilerine kitablar ve belgelerle vahyet-tiğimiz bir takım adamlar gönderdik. Bilmiyorsanız kitablılara sorun. Sana da, insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'ân 'ı indirdik. Belki düşünürler".[32]

"Sana Kitab'ı, ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için, inanan kimselere de doğru yol rehberi ve rahmet olarak indirdik.[33]

"Ey Kitab ehli! Peygamberlerin arası kesildiğinde, 'Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi' dediniz diye, size açıkça anlatacak peygamberimiz geldi. Şüphesiz O, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir. Allah her şeye Kadİr'dir. [34]Yukarıdaki âyetler, Rasûlulîah'm (s.a.) "insanlara gönderileni açıklama" görev ve yetkisinin olduğunu belirtmektedir. Ayrıca pek çok âyette Rasûlullah'dan (s.a.) söz edilirken, onun "kendisine Kitâb ve Hikmet indirilmiş biri[35] olarak, "insanlara Kitab'ı ve Hikmet'i öğ­retme" sıfatına sahip olduğu ısrarla vurgulanmaktadır[36]. Diğer pey­gamberler için de aynı durum söz konusudur. [37]

Bu görev, Rasûlullah (s.a.) için iki şeyi gerekli kılıyordu:

1. Kendisine indirileni insanlara tebliğ yoluyla duyurmak ve ayrıca onları "öğretmek",

2. İnsanlara indirilen ahkâmı beyân etmek. [38]

 

a) "Beyân"m Anlam Ve Tanımı:

 

"Beyân" izhâr etmek, açıklamak demektir. Bazıları beyânı, "ma­nanın, muhatap için kuşkuya mahal kalmayacak şekilde açıklanması, izah edilmesi" şeklinde, bazıları ise "delilden hasıl olan ilimdir" şeklinde tarif etmişlerdir. Kimilerine göre de "beyân" delilin kendisidir.

Beyânın, beyânı takrir, beyânı tefsir, beyânı tağyîr, beyânı tebdil ve beyânı zaruret olmak üzere beş çeşidi vardır.

Beyân sözle olduğu gibi, fiil ve takrirle de olur. Fiilin içerisine terkler de girmektedir. [39]

Beyân, vaktinde yapılmış olmalı, ihtiyaç anından geri kalmama­lıdır. [40]

Rasûlullah (s.a.), hayata veda ettiği zaman din adına ne varsa onları eksiksiz tebliğ etmiş ve gerekli açıklamaları da yapmış olmalıdır. Nitekim bu konuda Kur'ân'm "artık dinin tamama erdirilmiş olduğu­nu[41] söylemesi, Rasûhıllah'ın (s.a.) da: "Allah'ın size emretmiş oldu­ğu her şeyi eksiksiz size emrettim; Allah'ın size yasaklamış olduğu her şeyi de eksiksiz size yasakladım[42] buyurması, bunun böyle olduğunu gösterir. [43]

Bu esastan hareketle Hz. Ömer'in (r.a.), "Kur'ân'dan en son nazil olan âyet ribâ âyetidir ve Rasûlullah (s.a.) onu bize açıklamadan Ölmüş­tür. Bu itibarla, içinizi rahatsız edeni bırakıp, sizi rahatsız etmeyene bakın! [44] şeklindekini sözünü, "uygulamalı olarak bize göstermedi, bu küllî esasın altına girecek cüzîleri belirlemedi ve bunu bizim kendi ictihâd alanımıza bıraktı" şeklinde anlamak gerekir.

Aksi- takdirde dinden olup da, beyân edilmesi gereken bir hükmü Rasûlulîah'm (s.a.) beyân etmediğini söylemek, beyân edecekti ama ölüm gelip çattı gibi izahlar getirmek, "dinin tamamlanma süreci"nin, - hâşâ- önceden programlama olmadan, hesap sı z-kitap sız gelişi güzel kendiliğinden gerçekleştiğini söylemekle aynı anlama gelir. Bu ise ten­zihi gerektiren bir durumdur. Sâri Teâlâ böyle bir konumda olmaktan münezzehtir..[45]

 

b) Rasûlullah'ın (s.a.) Beyânı:

 

Rasûlullah (s.a.) kendisine indirilmiş olan Kur'ân ahkâmını vahye dayalı olarak[46] sözüyle, fiiliyle ve takrir buyurmasıyla beyân ederdi. [47] Bu, mücmel lâfızların açıklanması, müşkil olanların aydınlatılması, âmm lâfızların tahsis, [48] mutlak olanların takyîd edilmesi gibi şekil­lerde olurdu. [49]

Burada bunları ayrı ayrı ele alarak işleyeceğiz:[50]

 

i. Rasûlullah'ın (s.a.) Sözlü Beyânı:

 

Rasûlullah (s.a.), pek çok konuda, pek çok münasebetle ve uzun bir zaman dilimi içinde hemen her konu ile ilgili sözlü açıklamalarda bulun­muştur. Elimizdeki mevcut hadis külliyatına şöyle bir bakmak, bunun için yeterlidir.[51]

 

ii. Rasûlullah'ın (s.a.) Fiilî Beyânı:

 

Bilindiği gibi sünnetin bir türü de Rasûlullah'ın (s.a.) fiilleridir[52] ve bu kısmın altına terkler de girmektedir. Çünkü terk de, bazılarına göre fiildir. Bunlardan ayrı ayrı bahsedeceğiz:[53]

 

iia-Rasûlullah'ın (s.a.) Fiilinin Hükmü:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) fiili, o konuda -aksi durumu gerektiren yani fiilinin, vücûb, nedb ya da ibâhaya husûsî olarak delâlet etmesi gibi beli bir söz, hal karinesi ya da benzeri başka bir delil olmadıkça- mutlak izin ifade eder. Mutlak izin ise, hem vacibi, hem mendûbu, hem de mubahı kapsar. [54]

Kardâvî ise bu konuda şöyle der: "Allah'a yaklaşma kastıyla yapı­lanlar sünnet, bunun dışındakiler ise mubahtır. [55]Normal şartlarda fiil, uyma ve Örnek edinme konusunda mücerred sözden daha açık ve güçlüdür.

Amidî'nin (631/1233) beyânına göre sözün, delilliği üzerinde icmâ bulunmaktadır. Namaz kılmak, haccı eda etmek gibi fiiller ise, gözle ayrıntıları dahi takip etme imkânı olduğu için sözlü beyândan daha açıktır. Hem, duymak, görmek gibi de değildir. Bir kimsenin evde olduğunu gören, onun orada olduğunu duyandan daha güçlü bilgiye sahip olur. Söz, bir beyân türü olabildiğine göre, delâlet bakımından ondan daha açık olan fiilin, bir beyân türü sayılması öncelikli olur. [56]

Fiilin belli bir hale has ya da mutlak olması arasında bir fark yoktur. Mutlak olanı, Rasûlullah'ın (s.a.) normalde yapmış olduğu işle Hir  Belli bir hale has olanı ise, zina ikrarında bulunan bir kimsenin otıffi işten iyice emin olmak için aşırı bir itina göstermesi ve hatta cinsî ilişkiyi (kinaye yoluyla değil) aşikâre ifade eden kelimeyi kullanarak sorması gibi fiilleridir.[57]

 

iib) Rasûlullah'ın (s.a.) Fiilinin Sözle Desteklenmesi Ya Da Aksi:

 

Sözlü sünnet, eğer fiil ile de desteklenmiş ise, mükelleflere nisbetle bu tâbi olma konusunda en açık seçik bir yol olur. Rasûlullah'ın (s.a.) fiili en üst düzeyde bir beyân tarzıdır. Söz ile de birleşmiş olan Rasû­lullah'ın (s.a.) fiiline uymak, en üstün sıhhat mertebesini oluşturur.

Sözün fiile uygun düşmemesi hali ise böyle değildir.

Örnekler:

Rasûlullah (s.a.), "Kim güneş doğmadan önce bir rekat kılabilirse, o kişi sabah namazına yetişmiş olur, [58] buyurmuş olmakla birlikte kendisi öyle yapmamıştır.

Rivayete göre Rasûlullah'a (s.a.) birisi: "Karıma yalan söyleyebilir miyim?" demiş, Rasûlullah (s.a.): "Yalanda bir hayır yoktur" buyurmuş­tur. Adam: "Ona vaadde bulunabilir ve ona (bu konuda yalan) söyleyebilir miyim?" dediğinde de: "Bunda senin için bir sakınca yoktur" buyurmuştur. [59]Buna rağmen caiz kıldığı bu şeyi daha sonra kendisi yapmamış; aksine "megâfîr" kokulu bal şerbeti olayında hanımlarını hoşnut etmek için bir daha içmeme vaadinde bulunduğu zaman, onu hakikaten de içmemeye azmetmişti ve bunun üzerine, "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram kılıyorsun? [60] âyeti inmişti. [61]

Rasûlullah'ın (s.a.) iftarsız peşi peşine oruç tuttuğu olurdu. Diğer­lerine bunu yasakladı. Kendi durumunu ise, "Ben Rabbim katında gecelerim; O beni yedirir ve içirir"[62] şeklinde açıkladı. Sahabe Hz. Aışe (r.a.) ve daha başkaları- bu yasağın gerekçesini insanlara acıma şeklinde değerlendirdi ve içlerinden visal orucu tutanlar oldu. [63]Rasûlullah (s.a.) şair Hassân'a: [64]"Onları hicvet! Cibrîl seninle bera buyurmuştur. Bu hadis, hicve izin verildiğini gösterir, Bununla birlikte Rasûlullah (s.a.), hiçbir kimseyi dınT yönden olması aksine- kendisinde bulunan bir ayıp sebebiyle yermemiştir.

Rasûlullah (s.a.) bazı hallerde yalan söylenmesine müsade etmiş­tir, "îki kişi arasını düzeltmek için çalışan ve bunun için yalan da söyleyen kimse asla yalancı değildir"[65] hadisi gibi. Keza kişinin karı­sının gönlünü almak için yalan söylemesi, harpte yalan söylemesi haram olmayan yalanlardan olmaktadır. Bununla birlikte o, her halde yalan­dan uzak durmuş, bu meyanda sadece tevriye kabilinden sözler sarfet-miştir. Meselâ "Biz sudanız[66] şeklindeki sözlerinde olduğu gibi.

Şâtıbî, bu gibi durumlarda sözlü hadise uymanın, hakkında bir sakınca olmayan şeylerden olacağını, insanlara bir tür kolaylık sağla­yacağını, bununla birlikte imkânı olan kimselerin Rasûlullah'a (s.a.) uymuş olmak için o şeyi terketmelerinin daha da güzel olacağını söy­ler.

Ancak bu genellemenin her zaman için doğru olamayacağını düşü­nüyoruz. Zira Rasûlullah'm (s.a.) yaptığı bazı tasarruflarının veya yapmadığı şeylerin (terkler) her zaman için bizzat kendi idealine uygun düşmediğinin bizzat kendisi tarafından ifade edildiğini de görüyoruz. Hadislerde, "Eğer şimdiki yaptığımı tekrar yapacak olsam şöyle yapar­dım[67]"Şöyle şöyle olmasaydı şunu yapardım veya yapmazdım", "Keşke şunu şöyle yapmasaydım[68] gibi ifadelere rastlamaktayız. [69] Nitekim bu hakikati sahabe de tespit etmiş bulunuyordu.[70]

Bu durumda, fiilin sözlü beyândan üstünlüğünü mutlak ifade etmemek, normal şartlarda diye kayıtlamak, hadisin vürûdunda etkin olan sebepleri, hal karinelerini dikkate almak gerekecektir.

Rasûlullah'm (s.a.) bazı tasarruflarının her zaman için bizzat kendi idealine uygun düşmemesi, -kanaatimizce- nazariyenin, fiiliyata dö­külmesinin tabiî bir sonucudur. İdeallerle gerçekler her zaman için aynı olmamaktadır. Rasûlullah (s.a.), bir sosyal vakıa olarak, içinde bu­lunduğu bütün şartlarla toplumu üstlenmiş, bu sosyal gerçeklikten hareketle şartları kendisine tevdi edilen bir islâm ümmeti oluşturmanın yoluna koyulmuştu. O yüzden, zaman zaman bir şeyler yaptı, fakat onun kendi ideali olmadığını söylemeyi de ihmal etmedi. Zaman zaman bir şeylerin arzusunu, özlemini dile getirdi; fakat o şeyi yapmaya da koyulmadı.[71]

 

iic-Devamlılık Noktayı Nazarından Rasûlullah'm (S.A.) Fiilleri:

 

Devamlılık noktayı nazarından Rasûlullah'm (s.a.) fiillerini iki kısımda mütalaa edebiliriz:[72]

 

iica Devamlı Ya Da Sıkça İşlenen Fiiller:

 

Rasûlullah (s.a.), bir fiili devamlı ya da sıkça işlemiş olabilir. Böyle­si bir sünneti delil olarak kullanma ve gereği ile amel etme konusunda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Delilin gereklilik (vücup), men-dupluk ya da başka bir hüküm gerektirir olması arasında bir fark yoktur. Meselâ, Hz. Peygamberin (s.a.) sözlü beyânları yanında fiili üe taharet, her çeşidi ile farz ve nafile namaz hükümlerini bildirmesi, şartları ile birlikte zekâtı açıklaması, kurban, akîka, nikah, talak, alış­veriş ve şeriatta yer alan diğer hükümleri söz, fiil ya da takrir (tasvib, onay) yolu ile açıklaması gibi. Genel olarak bu gibi yerlerde söz ile uygulama birbirine uygun düşer ve herhangi bir şekilde çelişki olmaz. Bu tür sünnetin delil olarak kullanılması, gereği ile amel edilmesi konu­sunda en ufak bir kuşku bulunmaz. [73]

 

iicb. Ender Olarak, Ya Da Belli Bir Hal Ya Da Zamanda İşlenen Fiiller:

 

Bir fiilin Rasûlullah (s.a.) tarafından nadir hallerde ya da belli bir hale özel olarak işlenmesi durumunda, buna karşılık devamlılık arzeden bir fiil bulunuyor demektir. îşte süreklilik arzeden o fiil, tâbi olunması gereken sünnet olacaktır. Belli bir fiilin devamlılık arzetmesi mutlaka serî bir gerekçeden dolayı olmalıdır.

Devamlılık arzeden fiil, -diğeri ile amelde bir beis olmasa bile- daha öncelikli bir hal alacak ve aynen mubahla mendubun karşı karşıya gelmesi durumu gibi olacaktır. Çünkü mendubun kısmen[74] terkinde bîr günah bulunmamaktadır. Dolayısıyla mükellef mendup ve mubah kar­şısında bir nevi muhayyer gibi olmaktadır. Ancak aslında durum öyle değildir; mendûbu işlemesi, mubahı işlemesinden daha uygun olmak­tadır. Aynı durum devamlılık arzeden fiiller ile ender fiiller için de geçerlidir.

Öbür taraftan usûlcüler, kadâyâ a'yân diye anılan şahsa/hale özel nitelikli nasslarm bir başka delil ile desteklenmedikçe kendi başlarına delil olarak kullanılamayacaklarını da söylerler. Çünkü bizzat kendisin­de ihtimal bulunduran bu deliller öte taraftan, sürekli yapılagelen fiillerle tevhid edilebilme imkanı da taşımaktadır, o yüzden kendileri ile amel edilebilmesi için başka bir delil ile desteklenmesi şartı aranır. Durum böyle olunca, ender fiil karşısında bulunan ve süreklilik arzeden fiil ile amel etme tarafı ağır basmış olacaktır.

Bu kısım için pek çok örnek bulunmaktadır. Ancak bunlar birkaç gruba ayrılırlar:

1.Fiilin ender işlenişinin makul bir izah ve sebebi olması. Bu tür­den olanlarda, sebebin ortadan kalkması durumunda sonuç da ortadan kalkar. Rasûlullah'm (s.a.) tahdid edilmiş sınırları veya tayin edilmiş vakitleri belirlemek için vuku bulan fiilleri bu kabildendir.

Meselâ, Cibril'in (s.a.) Hz. Peygamber'e (s.a.) iki gün imamlık yap­ması[75] Hz. Peygamberin (s.a.) namaz vaktini soran kimseye hemen cevap vermeyip, iki gün boyunca namaz kılması, ilk gün vaktin ilk başlangıcında, ikinci gün ise son anında kıldırması ve namazların, bu iki vakit arasında kılınacağını beyân etmesi[76] bu türdendir. Cibril'in Rasûlullah'a (s.a.) öğretmek için, Hz. Peygamber'in (s.a.) soruya cevap için, namazı ikinci günde vakitlerin tam sonunda kılmış olmaları, sadece ertelenebilir vaktin en son dilimim bildirmek içindir. Bunun dışında bir anlam taşımaz.

Rasûlullah (s.a.), yazın, şiddetli sıcağın biraz serinlemesini bekle­mek, yolculukta iki namazı birleştirerek kılmak vb. gibi bir mazeret ol­madıkça devamlı olarak namazı vaktin ilk anlarında kılmıştır.

Rasûlullah (s.a.) Enes'in (r.a.) ifadesine göre her namaz için abdest alırdı. Diğer müslümanlar ise, abdestlerini bozmadıkça bir abdestle di­ledikleri kadar namaz kılabilirlerdi[77]. Rasûlullah'm (s.a.) bu devamlılık arzeden uygulamasına karşılık Hayber senesi Sahbâ denilen mevkide ikindi ile akşam namazını tek abdestle kılmıştı. [78] Keza Mekke'nin fethi gününde, namazları tek bir abdestle kılmış ve mestleri üzerine meshetmişti. Hz. Ömer (r.a.) kendisine: "Ya Rasûlallah! Bugün, hiç yapmadığınız bir şeyi yaptınız?!" dedi. Rasûlullah (s.a.): "Onu kasten yaptım ya Ömer!" buyurdu. [79]

Hz. Âişe: "Hz. Peygamber (s.a.) ikindi namazını güneş evin içe­risinde iken henüz (batıya doğru meyledip de duvara vurup) zahir olma­dan kılardı"[80] demiştir. Hadiste geçen "kılardı" ifadesi, genelde işin böyle yapıldığını gösterir.

Şükür secdesi hakkında da -Hz. Peygamber (s.a.) tarafından ya­pıldığını farzetmemiz durumunda- durum aynı şekilde olacaktır. Çün­kü Hz. Peygamber (s.a.), kendisine üst üste pek çok sevinç haberi gel­diği, üzerine Allah'ın nimetleri yağdığı halde böyle bir secdeye devam etmemiştir. Onun şükür secdesine devam ettiği hakkında herhangi bir nakil bulunmamıştır. Sahabeden de yaygın olarak böyle bir şey yaptık­ları haberi gelmemiştir. Ancak Ka'b b. Mâlik'in tevbesinin kabul edil­diğine dair âyet inmesi üzerine secdeye kapanması gibi çok nadir haller bulunmaktadır. Bu durumda şükür secdesinde bulunma, onların büyük çoğunluğunun yaygın olarak gösteregeldikleri tavıra muhalefet etmek olacaktır.

Ender olarak işlenen sünnetin hükmü, her nasıl olursa olsun gâlib olan amele uygunluk ve nadiren meydana gelen uygulamaları selefin yaptığı gibi terketmek ya da azaltmaktır. Delil, bir sınır belirleme ve

benzeri konularla ilgili ise, Hz. Peygamber'in (s.a.) devamlılık arzeden fiili, evlâlığını sürdürecektir.

2. Rasûlullah'ın (s.a.) ender olarak işlediği fiiller, bir zarurete meb-ııî olabilir. Meselâ, Hendek harbinde savaşın iyice kızıştığı bir henga­mede RasûluUah (s.a.) beş vakit namazı vaktinde kılamamış, sonra bunları hep birden kaza etmişti.[81]

Böyle bir fiilin, elbette ki cevaz hükmü belirtmeyeceği, ancak zaruret hallerinde -o da "Zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar" ilkesi gereğince bu gibi şeylerin olabileceği açıktır.

3. Fiilin hale ya da şahsa özel olması:

Sahabe, yanlarına Hz. Peygamber'in (s.a.) gelmesi halinde ayağa kalkmıyorlardı ve o (s.a.) mecliste neresi boş ise oraya otururdu. Buna karşılık RasûluUah (s.a.), Habeşistan'dan dönen amcası oğlu Cafer için ayağa kalkmıştı. Kureyza Oğulları hakkında hüküm vermekle görevlen­dirilen Sa'd b. Muâz hakkında da, "Büyüğünüz için ayağa kalkınız! [82] buyurmuştu.

İmam Mâlik, kucaklaşma hakkında, "Bu sadece Cafer'e hastı" de­miştir. Süfyan da: "Eğer biz sâlihlerden olursak, onun için özel olan bize de Özel; onun için genel olan bizim için de genel olur" demiştir. [83]

Hz. Peygamber'in (s.a.) hasta olması sebebiyle abdest alırken al­nına ya da sarığına meshetmesi de, nadir fiillerinden olup, belli bir hale hastır. [84]

Örnekler de göstermektedir ki, Rasûlullah'ın (s.a.) fiilleri hep aynı düzeyde ve eşit değerde değildir. Devamlılık arzeden ya da sıkça işle­nilen fiilleri ile, ender olarak ve bir garaza mebnî işlenen fiilleri arasında fark bulunmaktadır. O yüzden genellemeye gitmek ve toptancı bir yakla­şımla, Rasûlullah'ın (s.a.) söz, fiil ve takrirlerine eş değerde "sünnet" demek, sünnete de "yapılması -mecburî olmaksızın- matlup olan şey" şeklinde bir anlam yüklemek her zaman için İsabetli olmayabilir. Görüldüğü gibi, ender fiillerin böyle bir sonuç ifade etmeyeceği açıktır.[85]

 

iicc-Rasûlullah'ııı (s.a.) Terkleri:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) terkleri de, onun fiilleri meyanmda sayılmak­tadır.

Rasûlullah'ın (s.a.) normalde bir şeyi terki, o şeyin işlenmesinin mercûhiyetini (yani tercihe şayan olmadığını) gösterir. [86] Bununla birlik­te Rasûlullah'ın (r.a.) terklerini, sebepleriyle birlikte ele almak ve onları ayrı ayrı değerlendirmek gerekir:

Rasûlullah'ın (s.a.) terklerinin sebepleri:[87]

 

1. Cibillî sebeplerden dolayı terk:

Rasûlullah'ın (s.a.) aslında caiz olan şeyi, yaratılış icabı hoşlan­maması yüzünden terketmesi: Meselâ Rasûlullah (s.a.), Necd tarafından getirilen ve önüne konulan yiyeceğin keler (dabb) olduğunu öğrenince elini geri çekmiş ve yememiştir. "Keler haram mıdır?" diye sorulunca da, "Hayır! Ancak memleketimde bulunmaz. Bu yüzden de onu yemeyi içim çekmiyor'[88] diyerek terkin gerekçesini açıklamıştır. [89]

Aslında bu, terk kabilinden değildir; çünkü bu davranışta mutlak anlamda bir terk söz konusu değildir. Kaldı ki, diğerleri tarafından bizzat Rasûlullah'ın (s.a.) sofrasında yenilmiştir ve Rasûlullah (s.a.) onları engellememiştir.

Rasûlullah'ın (s.a.) bu şekilde terketmiş olduğu şeylerin işlenme­sinde herhangi bir sakınca yoktur.

Doğrusu, burada Rasûlullah'ın (s.a.) keler yemeyi terkinden çok, ondan hoşlanmamasına sebep olarak ileri sürülen gerekçe bizce çok önemlidir. Bir insan, toplumunun ve içinde yaşadığı coğrafyanın çocu­ğudur, öteden beri içinde yaşadığı gelenek ve göreneklerin, Örf-âdetin, ahşmışlıkların büyük etkisi altındadır.

Haram ve helâl konularında hükmü nasslarla belirlenenlerin ihda kalan şeylerin "Eşyada asıl olan ibahadır[90]prensibi  altına girdiği malumdur. [91]

Bu durumda hakkında nass bulunmayan bir şeyin helâl olmasını, rstishaba değil de, sadece Arab'ın örfüne bağlama eğilimi, Rasûlullah (s.a.) tarafından dile getirilen bu önemli gerçeği görmemek demektir. Meselâ Şafiî fıkhı es-Sirâcu'l-vehhâc'da şöyle denmektedir:

"Hakkında nass bulunmayan bir şeyin helâllik hükmü, bolluk, servet ve sağduyu sahibi Arapların o şeyi temiz bulmaları ile sabit olur. Bu konuda muteber olan iki âdil kimsenin haber vermesidir. Hükmün tesbiti için her devirde yaşayan Araplara bakılır, eğer Araplar o şeyi iğ­renç (pis) buluyorlarsa helâl olmaz. Arapların ihtilâfları durumunda çoğunluğa uyulur. İhtilâfta eşitlik söz konusu olursa, Kureyş'e tabi olu­nur".[92]

Çekirgenin yenilebileceği[93] hükmünü ifade, Türk kamuoyunda iştihayı uyandırma şöyle dursun, çoğu kez tiksinti duyulmasına neden olur. Oysa ki, Câhız'ın (255/869) ifadesine göre Araplar için çekirgeden daha lezzetli bir yiyecek yoktur. [94] Nitekim Hz. Ömer (r.a.), birçok defa kızartılmış çekirgeye karşı özlemini belirtmiş[95]hatta bir defasında, Rebeze'de[96] çekirge sürüsü bulunduğu kendisine söylenince minberde iken, "Keşke bir iki sepet olsa da yesek!" demiştir. [97]

Miletlere göre değişken olan âdetleri, bağlayıcı teşrîde esas almanın İslâm'ın genel esprisine ters düşeceği[98] noktasından hareketle, hak­kında nass bulunmayan bir konuda alışılagelmişliğin neticesinde Arap­ların bir şey hakkındaki özlem ya da nefretlerini evrensel bir hüküm kabul ederek, aynı özlem ya da nefreti paylaşmayan milletler için de geçerli olacağını savunmak yerine, her milleti, her yöreyi kendi örf ve âdetleriyle, öteden beri alışageldikleri şeylerle başbaşa bırakmak daha uygun gözükmektedir. Hakkında yasaklayıcı bir nass bulunmadığı sürece aslî ibaha hükmünce bunlar mubah olacak ve bu hususta bir şeyin âdaba uygunluğunu, ya da mekruh olduğunu tesbit konusunda belirleyici rolü, evrensellik verilecek olan Arap örfü değil, aksine her yörenin kendi örfü oynayacaktır.[99]

 

2. Başkasının hakkı sebebiyle terk: [100]

Rasûlullah (s.a.), meleklerin hakkım gözeterek[101] sarımsak ve soğan yemeyi terketmiştir. [102] Burada terkin gerekçesi, işlenecek muba­hın başkasının hakkı ile çatışm asıdır.

Soğan, sarımsak ve benzeri şeylerin alınması, vahiy elçisinin hak­kını dikkate alma itibarıyla bizzat Rasûlullah (s.a.) hakkında yasak ya da mekruh olmaktadır ve bu hüküm onun için belli bir hale özel de olmayıp sürekli ve mutlaktır.

Mescide ya da cemaat içine çıkma durumunda ise hüküm, hem Rasûlullah (s.a.) hakkında, hem de ümmeti hakkında geneldir. İşte bu yüzden de Rasûlullah (s.a,), bunları yiyen kimselerin mescide yaklaşma­larını yasaklamış ve, "Kim sarımsak ya da soğan yerse, bizden uzak dursun veya mescidimizden uzak dursun! [103]buyurmuştur.

Bu tür terk konusu şeylerin, gerekçeleri kalktığında işlenmesinde bir sakınca olmadığı da açıktır.[104]

 

3. Farz kılınır endişesiyle terk: [105]

Rasûlullah (s.a.), ümmetin Özlem ve beklentilerinin, bu doğrultuda yöneltilen soruların, serî hükümlerin konulmasında etkin olduğunu bil­diği için -bu durum peygamberlerin başlangıçta kendilerine indirilecek olan şeriatın alacağı en son şekli bilmediklerini de gösterir[106] bazı amelleri işleme,: arzusuna rağmen, insanlar onunla amel ederler de bu yüzden üzerlerine farz kılınır ve işleri zorlaşır endişesiyle terkederdi. [107]

Nitekim Hz. Âişe'nin (r.a.) ifadesine göre Rasûlullah (s.a.), kuşluk namazını bu yüzden terketmişti, kendisi ise kılıyordu[108] Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: "Hz. Peygamber'in (s.a.) kuşluk namazı kıldığını asla görmedim. Ben ise bu namazı kılıyorum". Başka bir rivayette ise şöyle demiştir: "Ben gerçekten o namazı kılıyorum. Muhakkak ki Rasûlullah bazı amelleri yapmayı arzu ettiği halde, insanlar onlarla amel ederler de sonra onlara farz kılınır korkusundan dolayı onları terkederdi. [109] Hz. Âişe (r.a.), kuşluk namazını sekiz rekat olarak kılardı ve sonra da: "Ebeveynim kabirden çıksa bile yine onları terketmem! [110] derdi.

Rasûlullah (s.a.), teravih namazını cemaatle kılmayı da bu yüzden terketmiştir. O, mescidde insanlara namaz kıldırmış ve giderek insanlar rağbet etmişti. Üçüncü ya da dördüncü günü âdet üzere yine toplan­mışlar ve Rasûlullah'ı (s.a.) beklemeye koyulmuşlardı. Rasûlullah (s.a.) onların yanına çıkmadı ve şöyle buyurdu: "(Allah'a hamdden) sonra, ey insanlar! Bana sizin durumunuz gizli değildir (sizin iştiyakınızı bili­yorum). Ama gece namazının (teravih) üzerinize farz kılınmasından ve sizin de ona güç yetirememenizden korktum. [111]

Rasûlullah'm (s.a.) vefatı ve böylece bu endişenin sona ermesi ile, -terkine rağmen- onun arzusu doğrultusunda hareket etmek caiz ol­maktadır. Nitekim uygulama da bu doğrultuda gerçekleşmiştir. Hz. Ömer (r.a.) bir gün akşam mescide girmiş namaz kılanların dağınıklığını görmüş ve, "Şunları bir okuyucu arkasında toplasam daha uygun olur!" demiş ve Übey b. Ka'b'ı teravih imamlığı ile görevlendirmiştir. Daha sonra bir gece, insanların imam arkasında toplu bir halde namaz kıl­dıklarım görünce de, "Bu ne güzel âdet oldu! [112]demiştir. [113]

Sonra gelen alimlerin çoğu da, bid'atleri kısımlara ayırmışlar ve teravihin cemaatle kılınmasını "mendûb olan bid'at" sınıfında değerlen­dirmişlerdir.[114]

Hz. Ömer'den (r.a.) beri teravih namazları büyük coşku ile cema­atler halinde kılınmakta ve islâm toplumunun birlik ve beraberlik ruhu­nu pekiştirmededir. Günümüzde ise İslâmlaşma sürecinin yeniden başlaması ve hızlanması konusunda önemli bir rol oynamaktadır.

Muhtemelen cazibesini -uzunluğuna rağmen- geçiciliğinden ve bir bayram havasında kılmıyor olmasından alan teravih namazlarının, halk tarafından bir farzmış gibi algılanmaması, asıl farzları ihmale götürecek bir önem kazanmaması için, İslâm ümmetinin önderleri olan müctehid imamların, âlim ve fazilet sahibi kimselerin, bu durumu mü'minlere tel­kin etmeleri ve bizzat kendi fiilleriyle de -yani zaman zaman terke-derek- bunu göstermeleri uygun olur. [115]

Nitekim, sahabe ve tabiîn neslinden ileri gelen simaların, yatsı na­mazını kıldıktan sonra evlerine gidip; teravih namazını cemâatle kılma-yıp gecenin sonunda kendi evlerinde kıldıkları belirtilir. îmam Mâlik de, güç yetirebilen kimseler için bunu müstahap görmüştür. [116]

 

4. Yanlış anlamaya meydan vermeme gayreti:

Yukarıda örneklerini verdiğimiz terkler, farz kılınma endişesiyle olabileceği gibi, insanların onları farz sanmaları endişesi sebebiyle de olabilir. [117] Bu takdirde gerekçe sedd-i zerîa ilkesi olur.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Bir veya iki gün oruçla Ramazan'ı karşılamayın. Ancak bir kimse, âdet edindiği bir orucu tutuyorsa, onu tutsun!. [118]

Rasûlullah (s.a.), yine bu kabilden olmak üzere bayram gününde, yevm-i sekte[119] oruç tutmayı yasaklamıştır. Çünkü bu günlerle, Rama­zan arasında fasıla yoktur. Aşırılıkçılar tarafından bu günlerde oruç tu­tulması bir yol edinildiği zaman, sonradan gelenler, onları bu oruçlar üzerinde bulur ve nesiller boyunca bu böyle devam eder. Sonuçta dinde tahrif doğar/Aşırılığa kaçılan yerlerden biri de, ihtiyat mahallerinin lâzım sayılmasıdır. Yevm-i şek de bu kabildendir[120]

 

5. Ümmeti kollama gayreti:

Teşrîde bir ilke olarak yükümlülüklerin kolay tutulması gerekti­ğini[121] bilen Rasûlullah (s.a.), bu noktadan hareketle ümmetini kolla­mak amacıyla bazı şeyleri terketmiştir.

"Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım onlara (her na­maz esnasında) misvak kullanmalarını emrederdim"[122]buyurmuştur.

Keza kadınlar ve çocuklar uyuyacak kadar yatsıyı geciktirdiği zaman da: "Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, onlara na­mazı bu saatte kılmalarını emrederdim[123]buyurmuştur.

Hac yaparken Müzdelife gecesi, sünnet edinilir korkusuyla teheccüd namazını kılmamı ştır. [124]

"Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, Allah yoluna çı­kan hiçbir seriyyeden geri kalmazdım; fakat ben onlara binek bulamı-yıruni; onlar da bulamıyor ki çıkalar. Arkamdan geri kalmaları da onlara çok ağır geliyor. [125]

 

6.Üstün ahlâk anlayışına ters düşmesi sebebiyle terki: Bu türden terklere şu iki hadisi örnek olarak gösterebiliriz: "Ben, size falanca ile filancayı[126] ateşle yakmanızı emretmiştim. (Sonra düşündüm) ateşle ancak Allah azap eder. Dolayısıyla eğer onları bulursanız, (yakmayın) öldürün!.[127]

Rasûlullah (s.a.), verdiği emirde, üstün ahlâk anlayışına ters dü­şen, insanı aşan, ulûhiyyet iddiası taşıyan bir muhteva sezdiği için, onların yakılması emrinden vazgeçmiş ve normal bir yolla öldürülme­lerini istemiştir.

Bir diğer örnek de Rasûlullah'm (s.a.) şu olayda şahitliğe yanaş­mamasıdır: Bir zat çocuklarından sadece birine bulunduğu bağışa Ra-sûlullah'ı şahit tutmak ister. Rasûlullah (s.a.) ona: "Çocuklarından her biri için buna benzer şeyler verdin mi?" diye sorar ve: "Hayır!" cevabını alınca da: "Benden başkasını şahit tut; çünkü ben bir haksızlığa şahitlik etmem! [128] buyurur ve şahit olmaz. [129]

Aslında bir kişinin, sağlığında malı üzerinde istediği gibi tasarruf etme hakkı mevcut bulunmaktadır. Bu hakkın gereği olarak da, ço­cuklarından birine bağışta bulunup, diğerlerine mahrum bırakabilir. An­cak bu tutum, çocuklar arasında ve çocuklar ile baba arasında akra­balık ilişkilerini zedeleyici bir etki icra edebilir ve bir babanın gereksiz olarak çocukları arasında bir ayırıma gitmesi üstün ahlâk anlayışı, insanî fazilet ve erdemlerle bağdaşmaz. İşte bu yüzden Rasûlullah (s.a.) bu olayda bizzat kendisinin şahit tutulmasını istememiştir.[130]

7. Hakkında bir sakınca olmayan şeyleri, kül olarak ele alınması halinde yasak olacağı ilkesinden hareketle terki[131]

Buna örnek olarak Rasûlullah'm (s.a.) evinde şarkı söyleyen iki cariyeyi dinlememesini gösterebiliriz. Hadis şöyle:

Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: Bir defa yanımda Buâs ezgileri okuyan iki cariye varken, içeriye Rasûlullah (s.a.) girdi ve yatağa uzanarak yüzünü çevirdi. Derken Ebû Bekir (r.a.) girdi. Hemen beni azarladı ve: "Ra­sûlullah'm (s.a.) yanında şeytan düdüğü mü?" dedi. Bunun üzerine Ra­sûlullah (s.a.), ona dönerek: "Bırak onları!" dedi. Onun zihni dalınca, ben cariyelere işaret ettim; onlar da çıktılar. O gün bayram idi. [132]

Rasûlullah (s.a.) bir hadislerinde de: "Eğlence ile benim bir işim yok; eğlencenin de benimle işi yok![133] buyurmuştur. Her ne kadar oyun ve eğlence, hakkında bir sakınca olmayan şeylerden ise de, Rasû-lullah (s.a.) ondan yüz çevirmiştir.[134]

Bilindiği gibi cüz itibarıyla hakkında bir sakınca olmayan şeyler, kü) itibarıyla jşle/alındıklarında farklı hüküm almaktadırlar. Buna göre mubah türüne göre kül halinde ele alındığında mendup ya da vacip; yine türüne göre mekruh ya da haram şeklini almaktadır. [135]

Şâtıbı, hakkında sakınca olmayan eğlence türü mubahlar konu­sunda şöyle diyor:

Mesire yerlerinde gezinmek, kuş sesi dinlemek, mübâh olan mûsikî dinlemek, güvercinle oynamak vb. oyunlarla eğlenmek gibi türden mubahlar külliyen ele alındığında mekruh hükmünü almaktadır. Bu ve benzeri şeyler, cüz olarak ele alındıklarında mubahtırlar; şu veya bu günde, şöyle veya böyle bir halde bunlarla eğlenmesinde bir günah yoktur. Ama bunları devamlı surette yaparsa, o zaman bunlar mekruha 'dönüşürler ve bunu yapanlar kıt akıllılıkla itham edilirler; onlara iyi bir davranış göstermedikleri, bu gibi şeylere dalarak israfa girdikleri gözüyle bakılır. [136]

Bu durumda Rasûlullah'ın (s.a.) bu kabilden olan terklerinin, cüz olarak ele alındığında mübahlık hükmü ötesinde bir anlam ifade etmeyeceğim, ancak kül olarak ele alındığında meselenin farklı bir boyut kazanacağını söyleyebiliriz. Bu sonuç ise terkin bizatihî kendisinden değil, terke konu olan fiilin mahiyetinden kaynaklanmaktadır.[137]

 

8. Sırf mubah olan bir şeyi, daha üstün olan bir şey için terketmesi: [138]

Rasûlullah (s.a.) için kasm yani eşleri arasında sıraya riayet etmek aslında gerekli değildi. "Ey Muhammedi Bunlardan istediğini bırakır, istediğini yanına alabilirsin. Sırasını geri bırakmış olduklarından da arzu ettiğini yanma almanda sana bir sorumluluk yoktur[139] âyeti de bir takım müfessirlere göre bu manayı ortaya koymaktadır. [140]Buna rağmen Rasûlullah (s.a.) kendisi için mubah kılınan bu davranış şeklini bırakarak, kendi üstün ahlâkına daha uygun olan sıraya riayet esasını benimsemiştir.

O kendisine: "Adil ol! Şüphesiz bu taksim, Allah'ın rızasının bir taksim değildir" diyen kimseden[141]öc almaya gitmemiş, öldürülmesini isteyen kimseye de manı olmuştur, [142]

Yine Rasûlullah (s.a.), kendisini öldürmek için ikram ettiği koyunu zehirleyen kadını öldürmekten vazgeçmiştir. [143]Gafletinden yararlanıp kendisini öldürmek isteyen Urve b. el-Hâ-ris'in elinden kılıç düşüp bu kez kendisi almış ve fakat onu öldürmekten vazgeçmiştir.

Bu tür terklerin gerekçesi şudur: Rütbe ve mevkii yüksek olan kimseler, makamlarının gereğini yerine getirmek ile memurdurlar. Öyle ki bunun aksini yapmak -aslında öyle olmasa bile- hem yasak hem de makama yakışmaz kabul edilir. Nitekim bu husus, "Hasenâtu'l-ehrâr seyyiâtu'l-mukarrabîn[144] sözüyle ifade edilmektedir. Bu anlayış, onların kendi itibarlarına -serî hitabın gereği değil- nisbetle böyledir. Nitekim rivayete göre Rasûlullah (s.a.) eşleri arasında sıra gözetmeye tam olarak dikkat etmesine ve kendi şanına yakışacak şekilde aralarında adaletle muamala etmesine rağmen Rabbine karşı mazeret beyân eder ve şöyle yakarırdı: "Allahım! Bu bemin gücümün yettiği konudaki yapabildiğimdir. Senin elinde olup da benim elimde olmayan şeyden dolayı beni sorgulama! [145] Rasûlullah (s.a.), bununla kalbinin elinde olmaksızın bazı eşlerine daha fazla meylettiğini ifade etmek isterdi.

Şefaat hadisinde Nuh'un (s.a.) haklı yere de olsa kavmine beddua edişinin[146] kusur, keza İbrahim'in (s.a.) tarizlerinin[147] yalan sayılısı[148] ve bu peygamberlerin bu yüzden şefaat etmeye yüzlerinin olmadığım söylemeleri, bu anlayışın doğruluğunu göstermektedir.

Burada söz konusu olan kusur (hata), Allah'ın emrine muhalefetten kaynaklanmış bir kusur değildir; aksine kulun sahip olduğu yüce mer­tebenin bir gereği ve tamamen itibari olan bir durumdur.[149]

Bu tür terkler, gerçek anlamda bir nehyin gereği olmayıp tamamen itibarî mahiyette olan bir esasa dayanmaktadır. Rasûlullah'm (s.a.) bu tür terk tasarruflarından ancak, "Herkes bulunduğu makama yaraşır şekilde davranmalıdır" şeklinde bir ilke çıkarılabilir; yoksa onun bu tür terk tasarrufları teker teker ele alındığında hukukî bir mesned özelliği taşımaz.[150]

 

9. Kamuoyunu dikkate alması ve daha büyük bir zarar doğura­bileceği endişesiyle yapmak istediği bir şeyi terketmesi: [151]

Rasûlullah (s.a.), Hz. Âişe (r.a.) validemize şöyle buyurmuştur: "Bilmez misin, kavmin Ka'be'yi bina ettikleri sırada İbrahim'in te­melleri üzerine tam oturtmadılar; bir kısmını dışarıda bıraktılar". Bunun üzerine Hz. Âişe: "Ya Rasûlallah! Onu İbrahim'in temelleri üze­re yeniden inşa etmez misin?" diye sorar. Rasûlullah (s.a.) cevap olarak: "Eğer kavminin henüz cahiliye devri ile olan anıları taze olmasaydı[152] ve kalplerinin yadırgamasından korkmasaydım, (bugün dışta kalan eski) duvarları Ka'be'ye katar, kapısını da yer ile aynı seviyede yapar­dım"; bir başka rivayette de: "Ka'be'yi Hz. İbrahim'in temelleri üzerine yeniden inşa ederdim" buyurmuştur. [153]

Münafıkların öldürülmesini de "Muhammed, adamlarını öldü­rüyor" derler ve bunu İslâm'ın aleyhine kullanırlar gerekçesiyle engelle-miştir. [154]

Bu tür terk tasarrufları önemli bir ilke vermektedir. O da dinî yerleştirme ve yaymada belli bir siyasetin takip edilmesi gereğidir. Bu siyasetin bir parçası olmak üzere sedd-i zerîa ilkesine yer verilecek, Türkçemizdeki ifadesiyle kaş yapılırken göz çıkarılmayacaktır. Keza yine bu siyasetin bir gereği olarak maşerî vicdanın sesine kulak veri­lecek, insanları tahrik edici davranışlardan, dinî şeâirle oynama anla­mında yorumlanabilecek ve dolayısıyla onların heybet ve saygınlığının kaybolması sonucunu doğurabilecek uygulamalardan kaçınılması gere­kecektir.[155]

 

10. Münasebeti kalmadığı için terk:

Rasûlullah (s.a.) bir fiili, artık münasebeti kalmadığı için terketmiş olabilir. Mesela "kunûf'un terki gibi. Bir musibet karşısında Hz. Pey­gamber (s.a.) bir ay süre ile kunut okumuş ve irşâd heyetini hunharca katleden Ri'l, Zekvân ve Usayya kabilelerine lanette bulunmuştu. Ara soğuyunca da bunu terketmişti.[156]

Bu tür fiiller, işlenmesini gerekli kılan münasebetin bulunmasıyla tekrar gündeme gelebilir.[157]

 

11. Rasûlullah'm (s.a.) düşünce aşamasında kalmış, fiile dökmek­ten vazgeçtiği tasarrufları:

Bu kısma örnek olmak üzere şu hadisleri hatırlayabiliriz:

"Eğer, köpekler de ayrı bir ümmet olmasalardı, onların öldürül­mesini emrederdim. [158]

Buradaki terk, doğal dengelerin korunması endişesine yöneliktir.

Örnek olabilecek bir diğer hadiste ise şöyle buyurmuştur:

"Çocuklarınızı gizlice öldürmeyin; çünkü emzikli iken emilen süt süvariyi yakalar da onu atından düşürür (ölümüne sebep olur). [159]

Rasûlullah (s.a.), emzikli kadınla cinsel ilişkinin, sütü bozacağını, çocuğu ilk büyüme ve kıvamını bulma anında zayıf düşüreceğim, bu za­afın onun yapısına yerleşip etkisini çok sonra dahi gösterebileceğini düşünmüştü. O, büyük ihtimalle zararlı gördüğü bu fiili haram kılmayı bile düşünmüş, sonra istikra sonucunda bu zararın bidüziyelik ve kesinlik arzetmediğini görmüş ve şöyle buyurmuştur.

"Erkeklerin emzikli kadınlarla cinsel ilişki kurmalarını yasakla­mayı düşünmüştüm. Sonradan Bizanslıların ve Farsların bunu yapmakta olduklarını ve fakat bunun çocuklarına herhangi bir zarar ver­mediğini  dikkat nazarına aldım (ve düşüncemden vazgeçtim).[160]

Münafıklıklarının bir göstergesi olarak cemaate gelmeyen kimse­lerin evlerini başlarına yakmaya niyetlenmesi ve fakat gerçekleştirme-mesi de bir başka örnektir. [161]

RasûluUah'ın (s.a.) terkleri de, -her ne kadar genelde Rasû-lullah'm (s.a.) bir şeyi terki, o şeyin işlenmesinin mercûhiyetini, terkinin efdaliyetini gösterir[162] denilse degörüldüğü gibi hep aynı düzeyde değildir; gerekçesine göre farklı hükümler alabilmektedir. O yüzden de­ğerlendirme esnasında bu hususun göz önünde bulundurulması, terkin gerekçesinin çok iyi belirlenmesi ve halihazırda da aynı gerekçenin bulunup bulunmadığının tespiti çok önemlidir.[163]

 

iii. Rasûlullah'm (s.a.) İkrar Buyurması Yoluyla Beyânı:

 

iiia. Sâri Teâlâ'mn sükûtu mübahlığı gerektirir:

Sâri Teâlâ, yükümlülükleri koymuş, sınırları çizmiş, haramları belirlemiştir; pek çok şey hakkında ise unuttuğundan değil, sırf bize olan rahmet ve merhametinden sükut geçmiş; onları bize mubah kıl­mıştır[164] ve bunlar sayılamayacak'kadar çok ve çeşitlidir. Bu ilkeden hareketle, şeriat konulurken halihazırda mevcut bulunan ve Sâri Te-âlâ'ca da müdahale edilmeyen şeyler mubah kapsamına girmektedir. [165]

iiib.Rasûlullah'm (s.a.) sükutu, Sâri Teâlâ'nm sükutu gibi sayılır: Yüce Allah'ın bu sünnetinin bir tecellisi olarak Rasûlullah (s.a.) da aynı şekilde davranmış, Yüce Allah'ın belirlediği münker alanına gir­meyen konularda ses çıkarmamış ve böylece işlenen o şeyin mübahlığmı göstermiştir. Tebliğ ve beyân görevi ile yükümlü olan Rasûlullah'm (s.a.) münker karşısında susmasının caiz olmayışı, bu hükmü gerekli kılmak­tadır.[166]

iiic.Rasûhıllah'ın (s.a.) ikrar buyurması farklı hallerde olur:

Rasûlullah (s.a.) bir fiilden[167]görmese bile- haberdar olduğun­da, ona karşı tepkisini göstermeye de kadir iken susmuşsa bakılır: Eğer o fiili işleyen kimse inançsız ise ve Rasûlullah (s.a.) da onun inançsızlı­ğını biliyor ve bu yüzden sükut etmişse, bu durumda sükûtunun bir hükmü olmaz. Çünkü, o anda o kimsenin Rasûlullah'm (s.a.) müdaha­lesinden bir fayda elde etmeyeceği bellidir.

Eğer fiili işleyen kimse kâfir değilse ve o fiil daha önce âmm bir delil ile haram kılınmış ise, o takdirde RasûluUah'ın (s.a.) onaylamış olduğu fiil, önceki haramlık hükmünün tahsisi anlamına gelir. [168]

Eğer daha önceden haram kılınmamış bir fiil ise, o takdirde onun caiz olduğunun bir delili olur. Aksi takdirde beyânın ihtiyaç anından geriye atılması[169] gibi bir durum meydana gelir. Böyle bir durum şeriatta vaki değildir.

Eğer fiil karşısında sükut yanında sevinç belirtisi de göstermişse, o zaman bu davranışın cevaz hükmüne delaleti daha da açık olur.

Rivayete göre, sabah ezanındaki "es-Salâtu hayrun mine'n-nevm" uyarı cümlesini Bilâl (r.a.) kendisi eklemiş, Rasûlullah (s.a.) da onu memnuniyetle karşılamış ve böylece bu cümle dinî şîârm bir parçası haline gelmiştir. [170]

Ancak Rasûlullah'm (s.a.) fiil karşısında gösterdiği sevincin bizzat o fiilin kendisi için değil de, onunla ilgili bir başka durumdan kaynak­landığını gösteren bir belirti olursa o zaman durum farklı olur. Müdlicli kâif[171] hadisinde olduğu gibi. [172] Bu zat Rasûlullah'm (s.a.) yanına girmişti. Bir de baktı ki Üsâme b. Zeyd (r.a.) ile Zeyd b. Harise (r.a.) bir örtü altındalar ve örtü başlarını örtmekte, ayakları da aşağıdan gözük­mekte. Onların ayaklarını gören Müdlicli kâif: "Bu ayaklar birbirin-dendir" demişti. [173]Hz. Âişe bunun sonrasında Rasûlullah'm (s.a.) se­vinçli, yüzü ışıl ışıl yanına geldiğini ve olanları kendisine haber verdiğini söyler. [174]

Rasûlullah'm (s.a.) bu sevinci belli ki, beyaz tenli olan baba Zeyd ile son derece siyah olan oğlu Üsâme[175] hakkında ileri sürülen iftiraları reddedici mahiyette ohışundandı. Çünkü Araplar kaillerin sözlerine itibar ederlerdi. [176] Bununla birlikte, kâifln ayaklara bakarak hüküm vermesine ses çıkarmamıştı. Bu yüzden daha sonraki gelen -Evzâî, Leys, İmam Şâfıî, İmam Ahmed, Ebû Sevr gibi- çoğu mezhep imamları, onun bu onayına dayanarak nesebin kâifîn beyânı yoluyla da sabit olabileceği görüşünü benimsemişlerdir.

Bir başka örnek:

Abdullah b. Muğaffel anlatır: Hayber gününde bir tulum dolusu içyağ elime geçirdim. Ona sarıldım ve: "Bugün bundan hiçbir kimseye bir şey vermeyeceğim!" dedim. Bir de baktım Rasûlullah (s.a.) yanımda tebessüm ederek duruyordu. [177] Abdullah, Rasûlullah'tan (s.a.) utan­dığını da söyler. [178]

iiid.Rasûlullah'm (s.a.J ikrarının hükmü:

İmam Şâtıbî bu konuda (özetle) şöyle der:

İkrar, Rasûlullah'm (s.a.) görüp de onayladığı ya da işitip de ses çıkarmadığı fiillerde la harace fîh anlamına gelir. Bunun altına ise vacip, mendup ve 'hakkında izin bulunan' ve 'hakkında bir sakınca yok' anlamlarında olan mubah girer. Mekruh ise onun kapsamına girmez. Çünkü Rasûlullah'm (s.a.) mekruh karşısında sükutu, en azından o şeyin işlenmesi ile terkinin eşit olduğu anlamına gelir. Mekruh hakkında böyle bir şey ise sahih olamaz. Çünkü mekruhun işlenmesi yasaklan­mıştır. Hal böyle iken onun işlenmesi karşısında susması mümkün değildir. [179] saflığını yitirmiş ve bozulmuş; hak, bâtıl ile karışmıştır, cehalet, şirk ve küfre esir olunmuştur.[180]

 

i. Cahiliye Dönemi:

 

Rasûlullah'm (s.a.) gönderildiği sırada cahiliye dönemi insanları, peygamberlerin gönderilebileceği esasını kabul ediyorlar, yapılan amel­lerin karşılığının görüleceğine inanıyorlardı, temel iyiliklere itikatları mevcuttu, ikinci ve üçüncü türden irtifakları[181] biliyorlar ve bu yolda aralarında muameleler yürütüyorlardı.

Cahiliye döneminde elbette fâsıklar ve zındıklar da vardı, şu kadar var ki onlar, yoldan tamamen çıkmış ve uzaklaşmış da değillerdi; aleyh­lerine hüccet ikâme edilebilecek düzeyde hayır ve şer telakkisine sahip­tiler.

Cahiliye döneminde Allah Teâlâ'mn, gökleri, yeri ve bunlar ara­sında bulunan her şeyi yaratmada, büyük işleri idare etmede herhan ı bir ortağının olmadığına inanılır, hiçbir kimsenin onun hükmünü geri çeviremeyeceğine, takdir buyurması ve kesin hükmetmesi halinde O'iıun kazasını önleyecek bir manianın olmadığına itikat edilirdi. Şu âyet-i kerîme bu temayı işlemektedir:

"Andolsun ki, onlara, 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah...'derler. [182]

"Bilakis yalnız Allah'a yalvarırsınız. [183]

"Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. [184]

Buna karşılık melekleri ve bazı rahanîleri, sultanlar sultanına nis-betle etrafında bulunan küçük krallara, hışmından yanma yaklaşıla-mayan hükümdara nisbetle şefaatçi ve nedimlere benzetirlerdi. Bu inan­cın çıkış yeri, şeriatların, işlerin meleklere havale edilmiş olduğunu, mu-karrabûn mertebesine ulaşmış insanların dualarının kabul olunduğunu ifade etmiş olmasıdır.

Cahiliye dönemi insanları Allah Teâlâ'yı yüce zatma yakışmayan

Vaöiy-akıl dengesi açısından sünnet

nitelemelerden tenzih ederler, isimleri hakkında ilhâda (küfre) girmeyi haram sayarlardı. Ancak, Allah Teâlâ'nın melekleri kızlar edindiği inan­cına sahiptiler. Onlara göre güya Allah Teâlâ, -aynen hükümdarların istihbarat için casuslar göndermesi gibi- melekler göndermekte ve onlar aracılığıyla vakıf olmadığı bilgilere ulaşmakta, yeryüzünde olup bitenleri onlar vasıtasıyla öğrenmekteydi.

Kadere olan imanları tamdı. Allah Teâlâ'nın, bütün olacakları henüz olmadan önce takdir etmiş olduğuna inanırlardı. Bu konuda Hasan el-Basrî'nin (110/728) sözü şöyledir: "Cahiliye dönemi insanları, hitabelerinde, şiirlerinde kaderden bahsedegelmişlerdir ve şeriat bu ko­nuda onların inançlarım teyit etmenin ötesinde yeni bir şey getirme­miştir".

Onlar, Allah Teâlâ'nın kullarını dilediği şeyle yükümlü tuttuğuna, bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri ise haram kıldığına, kulları yaptıkları iş­lerden dolayı sorguya çekeceğine; iyi ise iyi, kötü ise kötü karşılık vere­ceğine inanırlardı.

İnançlarına göre Allah Teâlâ, bazen lütfü ve keremi sonucu kul­larına kendilerinden bir adamı peygamber olarak gönderirdi. Kur'ân'da, "De ki: Musa'nın getirdiği kitabı kim indirdi?![185] buyrulması, müş­riklerin, "Bu ne biçim peygamber ki (bizim gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor[186] şeklindeki itirazlarına, "De ki: Ben peygamberlerin ilki değiliml[187] şeklinde cevap verilmesi onların peygamberlik kurumuna inandıklarını gösterir.

Bilgi kaynağı olarak en çok önem verdikleri şeyler, rüya ve ken­dilerinden önce gelen peygamberlerin haberleriydi. Zamanla işin içine kehânet, oklarla yapılan falcılık ve uğursuzluk telakkisi girdi. Aslında onlar, bunların dinden olmadığını da biliyorlardı. Nitekim hadiste gel­diği üzere, Rasûlullah'ın (s.a.), Hz. İbrahim (s.a.) ve Hz. İsmail'in (s.a.), ellerinde oklar olduğu halde yapılmış resmini gördüğünde: "Onlar çok iyi biliyorlar ki, bu peygamberler asla ok-falına bakmamışlardır[188] buyurması, bunu ortaya koymaktadır.

Öyle anlaşılıyor ki, müşrikler, her ne kadar doğru yoldan uzak­laşmış idiyseler de, kendilerinde hâlâ mevcut kalan bilgi kalıntıları ile, ilzam edilecek bir durumda bulunuyorlardı. Onların meşhur hatiplerin­den meselâ Kus b. Sâide, [189]Zeyd b. Amr b. Nüfeyl'e baktığımızda, Artır

b. Luhayy'dan önceki dönemlerde yaşayanlarla ilgili haberleri incelediği­mizde, bunu açık ve geniş biçimde görürüz. Dahası onların haberleri Üzerinde derinlemesine durup, iyice araştırdığımızda, onlardan faziletli kimselerin hikmet sahiplerinin (hukemâ)[190] âhiret inancına sahip ol­duklarını, yazıcı meleklerine... vb. inandıklarını, lâyıkı veçhile tevhidde bulunduklarını görürüz.   Meselâ, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl şiirinde şöyle

demişti:

"Kulların hata ediyorlar, sen Rabsin,

Ölüm ve her türlü hüküm iki elindedir senin"

Yine o şöyle demişti:

"Tek bir Rabbe mi yoksa bin rabbe mi tapayım, işler dağılıp yolundan çıktığı zaman,

Ben Lât, Uzzâ terkettim hepsini, böyle yapar aklı başında olan".

Rasûlullah (s.a.), Ümeyye b. Ebî's-Salt hakkında; "Şiiri iman et-miş, fakat kalbi iman etmemiştir" buyurmuştur. [191]Onların sahip oldukları bu inanç, Hz. İsmail'in (s.a.) şeriatından tevarüs edegeldikleri şeylerden olmaktadır. Ehl-i kitaptan da bazı bilgi­ler almış idiler.[192]

 

ii.Cahiliye Döneminde Mevcut Hanif Dininden Tevarüs Olunagelmiş İbadetler:

 

Cahiliye dönemi insanları Hanîflikten[193] tevarüs olunagelen bazı ibadet şekillerine sahip bulunuyorlardı. Bu meyanda cünüplükten dolayı gusül abdesti almak, bilinen ve uygulanagelen bir âdetti.

Sünnet olmak ve fıtrat özelliklerinden olan diğer şeyler[194] de aynı şekilde bilinmekteydi.

Abdesti, mecusîler, yahudîler ve daha başkaları bilirlerdi. Arap bil­geleri (hukemâ) de aynı şekilde abdest almasını bilirlerdi.

Namaz da vardı. Ebû Zer (r.a.), henüz Rasûlullah'a (s.a.) gelmeden üç sene önce namaz kılardı. Kuss b. Sâide el-Eyâdî, namaz kılardı. Ya-hudî, mecusî ve Araplarca kılınan namaz, özellikle secde gibi bazı saygı ifade eden fiillerden, dua ve zikirlerden oluşuyordu.

Zekâtı da biliyorlardı. Bu meyanda misafirleri ve yolcuları ağırlar­lar, zayıf ve düşkünlere yardımda bulunurlar, yoksullara sadaka verir­ler, sıla-ı rahim yaparlar, musibetlere duçar olanlara yardımda bulunur­lardı. Onlar, bu işleri yapanları överler, bunları, insanın kemâl halinin ve mutluluğunun gereği sayarlardı.

Hz. Hatice (r.a.), vahyin ilk gelişinde kocasına şöyle demişti: "Al­lah'a yemin ederim ki, O, seni asla yalnız bırakıp rezil etmez. Çünkü sen, akraba hakkını gözetirsin, misafir ağırlarsın, kimsesiz düşkün kim­seleri kollarsın, hakka ve mazlumlara destek olursun". Benzeri bir sözü İbn ed-Dağna[195] da; Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk için söylemiştir.

Fecirden başlayarak, güneşin batışına kadar süren oruç ibadetini de biliyorlardı. Kureyş, cahiliye döneminde Aşure orucunu tutmakta idi. [196]

Mescidde itikâfa çekilmeyi de bilirlerdi. Hz. Ömer (r.a.), cahiliye dö­neminde bir gece itikâfta kalmayı adamış, daha sonra Rasûlullah'tan (s.a.), ne yapması gerektiğine dair bilgi istemişti.

As b. Vâü, kölelerinden falan, falan kişilerin azad edilmesini vasi­yet etmişti.

Allah'ın evini haccetmek, nişanelerine ve haram aylara saygı gös­termek konusuna gelince, bu konuda durum son derece açıktır.

Kısacası cahiliye döneminde insanlar, her tür ibadet şekliyle kul­lukta bulunuyorlardı. [197]

Onlar çeşitli rukye (afsun) ve istiâzelere sahiptiler. Ne var ki bun­lara şirk de katmışlardı.

Boğazdan (zebh) ve (develeri) göğüsten (nahr) boğazlama işlemini bilmekte ve uygulamakta idiler. Hayvanları boğarak ya da karınlarını yararak öldürmezlerdi.

Onlar, yeme, içme, giyinme, ziyafet, bayram, ölülerin gömülmesi, nikah, talâk, iddet, yas tutma, alış veriş ve diğer muameleler gibi her türlü davranışlarla ilgili uyulması istenilen kurallara sahiptiler ve uy­mayanları kınıyorlardı.

Kızlar, anneler, kızkardeşler gibi yakın akrabalarla evlenmeyi ha­ram sayıyorlardı.

Haksızlıklar karşısında alınmış önlemler/cezalar vardı. Kısas, diyet, kasâme hükümleri, zina ve hırsızlık cezalan bulunuyordu. Kisra ve Kayserlerden edinmiş oldukları, üçüncü ve dördüncü türden ihtiyaçlar ve bunların karşılanması için gerekli yollara (irtifaklar) dair bilgilere sahiptiler. Ancak zamanla esaret, yağma, zinanın yayılması, fasit ni­kahların ortaya çıkması, riba... gibi her türlü fasıklık ve haksızlıklar girmişti. Namazı ve zikri terketmişler, onlardan yüz çevirmişlerdi.

işte onlar bu halde iken dini aslına irca etme amacıyla Rasûlullah (s.a.) gönderildi. O, Arap ulusunda mevcut bulunan her şeyi gözden geçirdi. Bunun sonucunda hak dinden kalan ve bozulmamış bulunan şeyleri olduğu gibi bıraktı ve onların korunmasına hükmetti. Sebepleri, vakitleri, şartları, rükünleri, âdabı, bozucu şeyleri, ruhsat ve azimet, eda va kaza hükümlerini belirtmek suretiyle ibadetlere açıklık getirdi, onları munzabıt hale koydu.

Günahları, onları oluşturan unsurları belirtmek suretiyle açıkladı. Onlar için, hadler, caydırıcı hükümler, keffâretler koydu.

Terğîb ve terhîb yoluyla dini kolaylaştırdı ve sevdirdi.

Günaha götürecek yollan kapadı. Hayra götürecek yolları teşvik etti. Hanif İslâm şeriatının yayılması ve diğer şeriatlara üstün kılınması için elinden gelen her şeyi yaptı.

Mevcut bulduğu tahrifleri ortadan kaldırdı ve bunda aşırı bir gayret gösterdi. İhtiyaçların karşılanması için tutulan yollardan uygun olanla-nnı kabulle karşıladı, onlann devamını emretti. Kötü töreleri, yanlış davranış kurallarım yasakladı, onları kendi hallerine bırakmadı.

Devlet başkanlığını {hilâfet-i kübrâ) üstlendi. Beraberinde olan­larla birlikte, İslâm'a karşı duranlarla cihad etti. Düşmanlann hoşuna gitmese bile, din tamam oluncaya kadar bu mücadelesine devam etti.[198]

Biz, konuyu vereceğimiz bir bibliyografya ile kapatmak istiyoruz. [199]

 

b) Rasûlullah'ın (s.a.) Şûra Yoluna Başvurması:

 

RasûluUah (s.a.) olaylar karşısında ilke olarak aceleci davranmayıp vahyin gelmesini beklerdi. Buna rağmen vahiy gelmediği zaman özellikle önemli konularda, "onlara iş (emr) konusunda danış![200] buyruğu gere­ğince ashabı ile istişare[201] yoluna giderdi.

"Akılların aşılanmas-ı[202] demek olan şûra, esas itibariyle farklı görüşlerin ortaya konulması esasına dayanır.[203] Danışma konumunda olan kimse, her türlü güvenceye sahip[204] olması gereken danışma üyele­rinin ileri sürdüğü görüşler arasından en uygun olanını seçer. Tabiî söz konusu olan îslâm'sa, seçilecek görüşün Kur'ân'ın ruhuna, amacına, onun izlediği teşri siyasetine en uygun olması gerekir.

RasûluUah (s.a.) vahiyle müeyyeddi; bununla birlikte hemen her alanda istişareye büyük önem verir, böylece bunun bir esas olarak üm­mete hem öğretilmesini, hem de alışkanlık olarak kazandırılmasını amaçlardı. [205]O ibadetlerin düzenlenmesi dinî şeâirin belirlenmesi[206] gibi konularda dahi istişare etmiş, şûranın islâm'ın önemli bir umdesi olduğunu bizzat kendi uygulamasıyla göstermiştir. İnsanları görüş bil­dirmeye, i'mali fikirde bulunmaya (içtihada) teşvik etmiş, bu halde yanılmaları halinde dahi mecur olacaklarını[207]bildirmiştir. [208]

O, bu tutumu yüzünden ilâhî uyarıya da uğramıştır; [209] ama olsun, ümmetinin özellikle yönetimle ilgili alanda bu ilkeyi öğrenmiş ve -bırakınız kendilerinden farklı olmayan yöneticileri- vahiyle müeyyed peygamberleriyle dahi bunu bilfiil icra etmiş olmaları RasûluUah (s.a.) için çok daha önemliydi. Rasûlullah'ın (s.a.) şûra esnasında ileri sürülen görüşlerden birini uygulamaya koyması yüzünden zaman zaman ilâhî itaba maruz kalmasına rağmen -ki bu daha iyisi varken, iyiyi almak kabilinden sayılabilir- bu usûlü sürdürmesi, onun bununla aynı za­manda memur olduğunun da bir delilidir.[210]

 

1. Namaz çağrısı ezanın tesbiti:

Rasûlullah (s.a.), namaza çağrı gibi çok Önemli olan ve ileride is­lâm'ın en belirgin şiarı haline gelecek olan ezanın belirlenmesi için as-habıyla istişare etmiş ve onların bu konudaki tekliflerini almıştı. Yapı­lan teklifler tartışıldı ve tam bir karar almamadan toplantı dağıldı. Sonra Abdullah b. Zeyd el-Ensârî'nin "hak rüya[211]sma dayalı olarak - aynı rüyayı başka sahabîler de görmüşlerdi- bu gün icra edilmekte olan ezan -vahyin de onayı ile- İslâm çarısı olarak kararlaştırılmış oldu. [212]

 

2. Aile hayatıyla ilgili bir örnek:

Sevgili eşi Hz. Âişe (r.a.) validemize çirkin bir iftira atılmıştı (ifk hadisesi). Medine bu haberle çalkalanmış, mü'minler çok üzülmüş, mü­nafıklar ise içten içten sevinmişler ve bu asılsız haberi körüklemişlerdi. Rasûlullah (s.a.) tam bir ay boyunca vahiy beklemiş, fakat vahiy bir türlü gelmemişti. Bunun üzerine yakınlarından olan Hz. Ali (r.a.) ile Üsâme'ye (r.a.) danışmış, onlara ne yapması gerektiğini sormuştu. Hat­ta minbere çıkıp konuyu diğer müslümanlara da açmış nasıl davran­ması gerektiği hakkında onlarla isitişarede bulunmuştu. [213] Bütün bunlardan sonradır ki, Yüce Allah, bizzat Kur'ân-ı Kerîm'de validemizi temize çıkarmıştı. [214]

 

3. Yönetimle ilgili konularda istişare ederdi.

Bilindiği gibi islâm'da yönetim meşveret (şûra) esası üzerine kurulmuştur. [215] Şekli zamanla insanların tercihine bırakılmıştır, fakat önemi Kur'âm Kerîm'de defalarca vurgulanmıştır:

"Allah'ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak dav-randın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever[216]

"Onların işleri aralarında danışma iledir. [217]

"Oysa onlara (karar verildikten sonra) itaat etmek ve (müzakere esnasında) uygun olanı söylemek yaraşırdı. Ve umûmî iş (emr) husu­sunda bir karara varıldığında Allah'a gerçekten sadakat ve doğruluk gö'sterselerdi, kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. [218]

Bu meyanda olmak üzere Rasûlullah'ın (s.a.) Bedir, Uhud, Hendek gibi savaşlar hakkında istişare ettiğini biliyoruz. [219]

Hendek savaşının sona erdirilmesi amacıyla Medine hurma mah­sulünün bir kısmının, savaş alanını terketmeleri karşılığında Fezâre oğullarına verilmesi konusunda Sa'dlerle (Sa'd b. Muâz ile Sa'd b. Ubâ-de) istişare etmiş ve onların görüşü doğrultusunda hareket ederek kendi düşüncesinden vazgeçmişti. [220]

Rasûlullah'ın (s.a.), şûraya götürmekle memur olduğu[221] konular, elbette ki hakkında vahiy bulunmayan konulardı. [222] Hakkında vahiy bulunan konularda, vahyin gereğini yerine getirmek zorundaydı. Nitekim ifk hadisesinde, iftiracılara had cezası tatbik etmiş, istişare sonucu ileri sürülen fikirlere aldırmamıştı. [223] Keza o, azmettikten sonra, kararın­dan dönmemekle de memur bulunuyordu. [224]Uhud savaşı öncesi yapılan şûrada, kendi reyi Medine'de kalıp savunma savaşı yapmaktı; fakat özellikle gençler düşmanla dışarıda karşılaşmak istiyorlardı. Rasûlullah (s.a.) sonunda dışarı çıkmaya karar verdi ve zırhını giydi. Sonra ashap, belki yanlış yaptıkları düşüncesiyle Rasûlullah'tan (s.a.) Medine içinde kalmasını istedilerse de, artık karar verilmişti; Allah ne takdir etmişse onu göreceklerdi. [225]

Vahîy-akıl dengesi açısından sünnet[226]

 

c) Rasûlullah'ın (s.a.) Bireysel Çözümleri Onaylaması Ve İçtihada Teşvik Etmesi:

 

Rasûlullah (s.a.), gerek huzurunda ve gerekse gıyabında sahabece yapılmış bulunan kişisel çözümlere muttali olur ve eğer bir sakınca görmezse onları onaylardı. Onun bu onaylaması arkasından herhangi bir uyarı gelmezse, artık o da sünnet kabilinden sayılırdı. Biz bunlara Rasûlullah'ın (s.a.) "ikrâr"ı diyoruz. Onun ikrarı tasvip etmesi, uygun görüp onaylaması ve en azından o şeyin "bir sakınca olmayan şey" ol­duğu anlamlarına gelir.[227]

Rasûlujlah (s.a.), ashabının meseleler karşısında mevcut Rur'ân ve sünnet esasları ışığında kendilerinin bir çıkış yolu bulmaları gerektiğine inanıyordu. Zira olaylar, problemler sonsuz niteliklidir. Oysa ki şeriatın getirdiği hükümler nihayet sınırlıdır. Bu durumda her halükârda içti­hada ihtiyaç bulunmaktadır. Zaten îslâm şeriatının son şeriat olması da bununla izah edilmektedir. Yani îslâm ve onun yüce peygamberi, bizzat teşvik ederek ve hatta fiilî tatbikatını yaptırarak mü'minleri bu yola teşvik etmiş ve hazırlamıştır. Zira hayatın durmayacağı, hep yü­rüyeceği gerçeği karşısında hazır vahiy devrinin de sona erdiği bir dönem için bu vazgeçilmez bir esastı. [228]

işte bu noktadan hareketle Rasûlullah (s.a.), Yemen'e vali olarak gönderdiği Muaz'dan, Kitap ve sünnete başvurduktan sonra "Ictihâd ederim ve kendimi çaresiz görmem" şeklinde aldığı cevaptan fevkalâde memnun olduğunu ifade etmişti. [229]

Rasûlullah'ın (s.a.) gıyabında ashabın ictihâd ederek hareket ettik­lerinin örnekleri çoktur. Meselâ Kureyza Oğullan'nın kuşatılması doğrul­tusunda Rasûlullah'ın (s.a.), "Hiçbir kimse Benî Kureyza yurduna var­madan ikindi namazını kılmasın!" şeklindeki emri karşısında, ashaptan kimisi emrin zahirine uymuş, kimi de kendi ictihâdlarınca emrin asıl maksadına itibarla, namazı geçirmemek için yolda kılmıştı.[230]

Amr b. As, Zâtusselâsil gazvesinde geceleyin cünüp olduğunda, "Kendinizi öldürmeyiniz! Şüphesiz Allah size karşı çok merhametli[231] âyetinden hareketle soğuk suyla yıkanmamış, arkadaşlarına sabah namazını teyemmüm alarak kıldırmıştı. Rasûlullah (s.a.), bunu öğrendiğinde gülerek karşılamış, bir şey dememişti. [232]

Rasûlullah (s.a.) kendi huzurunda da ashabın içtihadına izin ver­miş, [233]onları teşvik: etmişti. [234]

Kureyza Oğulları hakkında hüküm vermesi için Sa'd b. Muâz'ı görevlendirmişti. [235]

Bir defasında Rasûlullah'a (s.a.) birbirinden şikayetçi iki kişi gelmişti. Rasûlullah (s.a.), Amr b. el-As'a: "Şunlar hakkında hüküm ver!" buyurdu. Amr: "Sen varken ben nasıl ictihâd ederim; sen hüküm ver-meye benden daha lâyıksın" dedi. Rasûlullah (s.a.) ona: "Evet ded­iğin doğrudur, bununla birlikte senin hüküm vermeni istiyorum" buyur­du. Amr, "Eğer aralarında hüküm verecek olursam bana ne var?" diye sordu. Rasûlullah (s.a.) da, "Eğer aralarında hükmeder ve isabet de edersen, sana on ecir vardır; eğer ictihâd eder buna rağmen hata eder­sen sana bir ecir vardır[236] buyurdu.

Zamanla Medine'de yönetimle ilgili işlerin artması ile, Rasûlullah (s.a.), hâkim sıfatıyla taşımakta olduğu yetkilerden bir kısmını, as­haptan liyakatli gördüğü kimselere devretme yolunu tutmuş, kazâî hu­susu hemen hemen tamamen onlara tevdi eylemiş, kendisi sadece temyiz yetkisini kullanmakla yetinmişti.[237]

Şakir Berki, çok önemli ve enteresan bulduğu bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

Hz. Peygamber devrinde de hakimler için ictihâd kapısı kapalı değildi. Yani bir hakim (kadı) kendisine arzedilen ihtilâfı hal için Kur'ân'da hüküm bulunmazsa ve hadiste de olmasa Hz. Peygamber'e müracaat ederek, müşkil durumda kaldığını, davanın onun tarafından hükme bağlanması lâzım geldiğini ileri sürüp, ihtilâfı Hz. Peygamber'e havale edemez veya keyfiyeti ona sorup verilecek hükmün nasıl olması lâzım geldiğini resmen isteyemez. Kendi şahsî içtihadı ile hükmetmeye mecburdur. [238]Bu husus ayrıca Roma hukukundan ayıran önemli bir farktır. [239]

Rasûlullah'm (s.a.) bu anlayışı sonucu, bizzat kendi döneminde as­hap içerisinde sürekli fetva vermekte olan güzide ilim adamları yetiş­mişti. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (r.anhum) muhacirlerden, Übeyy b. Ka'b, Muâz b. Cebel, Zeyd b. Sabit (r. anhum) ensârdan olmak üzere bu seçkin kimselerdendi. [240]

Rasûlullah (s.a.), kanaatimizce bu teşvikin bir uzantısı olarak içti­hada dayalı verilmiş hükümleri -eğer vahyin belirlediği esaslara uygunsa- bozmuyordu. [241] Bazen de Sa'd'm hükmünde olduğu gibi "Allah'ın hükmüyle hükmettin[242] gibi ifadelerle onları taltif etmiştir.[243]

 

i.Vahye Başvuru Ve İctihâd Arasında Denge:

 

Bu örneklerin yanında meselelerin Allah'a ve Rasûlullah'a (s.a.) götürülmesini emredşn, [244] heva ve heveslere uyulmasını yasaklayan[245]nassların mevcudiyetini de -zaten bir esas olmak üzere- bilmekteyiz. Rasûlulİah'm (s.a.) uzakta bulunanlardan, kendilerinin bir mesele ile karşılaşmaları halinde kendisine yazmalarını emrettiğine dair rivayetler de bulunmaktadır. Meselâ bu konudaki îbn Mâce'nin rivayeti şöyledir:

Muâz b. Cebel anlatır: Rasûlullah (s.a.) beni Yemen'e gönder­diğinde, "Sakın ha bilmeden bir hüküm ya da yargıya varmayasm! İçin­den çıkamadığın bir şeyle karşılaşırsan; onu aydınlatana kadar bekle, yahut da o konuda bana yaz!.[246]

Hadisin, konu ile ilgili diğer rivayetlerden farklı olmasına rağmen, sahih olduğunu varsaydığımızda kanaatimizce bu konuda da bir denge­nin korunmasının gerektiğini âmir olmaktadır. Şöyle ki, her şeyden önce ictihâd için bir alan bulunmaktadır. Vahiy bizlere çerçeve hükümler vermekte, ilke ve esasları belirlemekte, amaçları göstermektedir. Bu çer­çeve dahilinde karşılaşılan olayların hukukî yerlerine oturtulması gere­kecek, yargıda bu esaslar dahilinde hüküm verilecektir.

İşte bu işlem yapılırken, yani cüzî olayların külli esaslar ve nassîar karşısındaki konumu tespit edilirken aceleci davranılmaması, mutmain olunmadan karar verilmemesi, hükmün behemehal iyice temellendiril-mesi gerekmektedir. Bu aşamada yapılacak ictihâd gereklidir ve teşvik dahi edilmektedir.

Eğer karşılaşılan mesele çok karmaşık ise, onu basite irca için beklenmeli, üzerinde diğerlerine nisbetle daha fazla durulmalıdır. Eğer konunun temellendirilmesinde gerekli ilke ve esaslarda, çerçevede bir boşluk olduğu gözükürse, o zaman da vahye ve onun temsilcisi olan pey­gambere başvurmak gerekecektir. Böylece arzulanan denge de kurulmuş olacaktır. Rasûlullah'ın (s.a.), Kitap ve sünnete başvurduktan sonra ictihâd edeceğini ve kendisini çaresiz görmeyeceğini söyleyen, bunlarda bir şey bulamadığı zaman size yazarım demeyen aynı Muâz'ı memnu­niyetle karşılaması[247] meseleyi bu şekilde değerlendirmemizi gerekli kılmaktadır.

Kısaca söylemek gerekirse, eğer mesele vahiyle ilgili ise yani bir meselenin ibtidâen konulmasını ya da bir usûl, bir esas, bir ilke, bir hedef belirlenmesini gerektiren bir alanla ilgili ise, o zaman zaten Rasûlullah (s.a.) da vahyi beklemek durumundadır. Dolayısıyla ashabın da elbette ki kendilerini aşan bu gibi konularda vahye ve vahyin tem­silcisi durumunda olan Rasûlullah'a (s.a.) başvurmaları gerekecektir.

Yok böyle değil de uygulama mahiyetinde ise, bir yargıyı, bir tedbiri gerektiriyorsa, dinin günlük yaşantıya aktarılmasında bir çıkış yolu aranıyorsa o zaman ashap, Rasûlullah'tan (s.a.) da aldıkları cesaret­lendirici teşvikle bu gibi alanlarda ictihâd etmişler ve bunda bir sakınca da duymamışlardır. Dinin yaşanılabilirliği de zaten bu anlayışa bağ­lıdır. Her şeyi en ince ayrıntılarına kadar ortaya koymayı ilke olarak benimsemeyen vahyin istediği de budur.[248]

 

d) Rasûlullah'ın (s.a.) Kendi Re'y Ve İçtihadı:

 

Rasûlullah (s.a.), olaylar karşısında eğer mevcut vahiylerde bir çö­züm bulamamış ve belli bir süre de geçtiği halde vahiy gelmemişse, o takdirde re'y ve içtihadı[249] ile hareket ederdi.[250]

 

i. Rasûlullah'ın (s.a.), İçtihadının Tabiî Ve Vahyin Amacına Uygun Olduğu:

 

Rasûlullah'ın (s.a.), sözünü ettiğimiz bu şartlarla ictihâd etmesi çok tabiî ve vahyin amacına uygun bir tavırdır. Onun içtihada olan ihtiyacı diğerlerine nisbetle daha çoktu. [251] Zira vahiy -Kur'ân'da da ifade edildiği gibi[252]insanlık için gerekli bütün tafsilatı vermemektedir. Zaten verecek olsa, o zaman rahmet olmaktan çıkar, hâşâ insanlığa bir yük ve zahmet olurdu.

Vahyin amacı, belli bir tekamülden sonra insanların artık kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlamak ve belirlenen hedefe doğru, çizilen yolda, verilen usûl ve ilkelerle yol almalarını sağlamaktır. Vahiy nazarî esaslar vermekte, bunun hayata geçirilmesini ise Rasûlullah (s.a.) ve ümmeti gerçekleştirmektedir. Bu bağlamda Hz. Peygamber (s.a.), vahiy meleği elinde bir kukla gibi değildir. [253]Elbette ki uygula­mada pek çok problemlerle, pek çok olaylarla, sayısız ayrıntılarla karşı­laşılır, îşin tabiatı budur. Bu durumda Rasûlullah'ın (s.a.) ve ondan sonra onun yerini alacak olan "peygamber varislerV'mn (ulemâ), nazarî esasları hayata uyarlama anında bazı yetkiye sahip olmaları, re'sen bazı karar alabilmeleri pek tabiîdir. Nasslarm sınırlı, olayların ise sınırsız nitelik ve nicelikte oluşu bunu gerektirir.

Rasûlullah'ın (s.a.) ictihâd etmesini gerekli kılan bu gerekçeye kar­şılık, onun cevazına mani herhangi bir şey de yoktur; zira bu had­dizatında ne muhaldir, ne de muhale ya da mefsedete götürecek bir şeydir. [254]

İçtihada dayalı görüş beyân etmek, ne Hz. Peygamber (s.a.) ne de sonraki müctehidler için "hevâ ve hevese uyma" anlamına gelemez, [255]

 

ii. Rasûlullah'ın (s.a.) İctihâd Alanı:

 

Gazzâlî'nin de ifade ettiği gibi Rasûlullah'ın (s.a.), idarî, siyâsî, iktisadî kararlar alma... gibi dünyevî konularda ictihâd etmesinin caiz olduğunda görüş ayrılığı bulunmamaktadır; [256] ihtilâf sadece dinî konu­larda da ictihâd yapıp yapamayacağı hakkındadır. [257]

Çoğunluk, peygamberlerin[258]ve bu meyanda bizim Peygamberi­mizin (s.a.), dinî konularda da ictihâd etmelerinin caiz olduğunu kabul etmektedir. Zira ictihâd, peygamberlerden başkası hakkında caiz olunc-a, onlar için caiz olması evleviyyette kalır. [259]Çünkü onlar, ictihâd için gerekli olan şartlara herkesten daha çok sahiptirler.

Gazzâlî[260] "usûlde değil de furû da ictihâd edebilir" der, Serahsî ise, "içtihadın müsbit değil muzhır olduğu[261]ilkesinden hareketle olmalı, bir hükmü ibtidâen re'y ve içtihadıyla koyamayacağını, ancak vahiy yoluyla koyabileceğini belirtir; ictihâd yoluyla ancak daha Önce vahiy yoluyla ibtidâen konulmuş olan hükümlere benzerlerini katma şeklinde icrayı faaliyette bulunabileceğini söyler. [262]

Rasûlullah'm (s.a.) içtihadının fiilen vuku bulmuş olması da cevaz için en büyük delildir. [263]

 

iii. Rasûlullah'm (s.a.) İçtihadının Şartı Ve Şekli:

 

Rasûlullah'm (s.a.) içtihadının vahye istinat etmesi şart değildir; [264] o konuda mevcut vahiy bulunmaması ve bir süre de vahyi beklemiş olması yeterlidir. [265]

Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa adlı eserinde Rasûlullah'm (s.a.) içti­hadının, maslahat ve mazinnelerİ (yani hükme mesnet teşkil edecek hususları, gerekçeleri) bilmek, haramlık ve mekruhluk hükümlerini onlara bağlamak şeklinde olduğunu söyler[266]

Bir başka yerde de şöyle der:

Allah Teâlâ, peygamberine şer'î bir hükmü vahyeder ve o hükmün sebep ve hikmetine onu vakıf kılar. Bu durumda peygamber, o masla­hatı esas alarak ona bir illet belirleyebilir ve onu hükme medar kılabilir, îşte bu, Rasûlullah'm (s.a.) kıyası olmaktadır. Ümmetinin kıyası ise, nass ile belirlenmiş bir hükmün illetini bilmeleri ve onu hükme medar yapmalarıdır. [267]Bunun örneği, Rasûlullah'm (s.a.) sabah, akşam ve uyadama: "Onu dök!" diye emreder. Adam: "Müsade edebilir misin onu İçeyim, bir daha içmeyeyim?!" der. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) "Peki onu iç, fakat bir daha tekrarlama!" buyurur.[268]

Eğer bu konu gerçekten vahiyle ilgili bir alan olsaydı, o zaman Ra­sûlullah'm (s.a.) bu tavrı göstermesi mümkün müydü? Vahiy alanına giren durumlarda kendisine yöneltilen bir soru karşısında yahut bir olay anında durup beklediğini, biraz da konunun mahiyetine göre hemen cevap vermeye kalkmadığını bilmekteyiz. Hal böyle iken, burada olduğu gibi Rasûlullah (s.a.) re'sen hareket edebiliyor, sözünü ya da fiilini değiş­tirebiliyor sa, daha da önemlisi bundan dolayı vahyin uyarı ve tashihi ile karşılaşmıyorsa, bu söz konusu şeyin onun takdir alanına, peygam­berlik yetkisine bırakılmış olduğunu gösterir.[269]

 

a) Rasûlullah'm (s.a.) Kur'ân'a Ekleme Yapamaması:

 

Bu konuda sözü uzatmayacak sadece şu âyetle yetineceğiz: "Kur'ân, alemlerin Rabbinden indirilmedir. Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz de onu koruyamaz­dınız. [270]

Âyet, konu ile ilgili son derece açıktır. Ancak buradaki eklemeden maksat, beyân ya da yorum anlamında olmayıp, vahye kendi sözünü sokuşturmak, Allah'a (c.c.) iftirada bulunmak, [271]risâlet görevi ile ilgili yapması gerekenleri yapmayıp, yapmaması gerekenleri yapmak, kısaca vahiy üzerinde oynama yapmak anlamındadır.[272]

 

b) Rasûlullah'm (s.a.) Kur'ân Vahyini İlga Edememesi:

 

Rasûlullah (s.a.), Kur'ân vahyini tebliğ etmekle memur biri sıfa­tıyla, onu ilga ve iptal etme yetkisine asla sahip değildir.

Kur'ân'da ilga ve iptal anlamında[273] mensûh âyet olama­yacağını, onun nihâî plarak bir anlam ifade etmeyen nasslar içerme­diğini, onda yer alacak her buyruğun, mutlaka uygulanacağı bir zaman ve mekanın (ortamın) bulunduğunu ve bulunacağını, birbiri ile çelişir gibi gözüken âyetlerin -eğer varöa- aslında çelişmediğini, aksine birbir­lerini tamamladığını, aynı konu etrafında olan bu âyetlerin, o konuyu farklı açılardan ele aldığını, dolayısıyla Özde ve esasta âyetler arasında bir çelişmenin olamayacağını bir ilke olarak kabul edenlere -ki biz de aynı inancı taşımaktayız- karşılık, Kur'ân âyetlerini sünnetin dahi neshedebileceğini kabul eden görüşler vardır.[274]

Tabiî iş bu noktada da kalmamış, daha sonraki uygulamaların[275] daki bir anlamında uygulama da sünnet sayılmaktadır- Kur'ân âyetlerini neshettiği şeklinde açıklamalar görülür olmuştur. [276]

Neshin olabilmesi için, telif imkânın bulunmaması gerekir. Biz ilke olarak vahiyde çelişkinin olacağını kabul etmiyoruz. Sünnete, Kur'ân'm açılımı gibi bakıyor ve her ikisini bir bütün olarak ele alıyoruz. Her ikisini de, biri diğerini tamamlayan, biri diğerini aynı zamanda içinde taşıyan tek bir öge gibi kabul ediyoruz. Bu durumda Kur'ân vahyi içerisinde bir çelişki olmayacağı gibi, Kur'ân ile sünnet arasında da bir çelişkinin olmayacağını düşünüyoruz. [277]Gözüken farklılıkların eğer varsa nazariyenin uygulamaya dökülmesi sırasında, ortam gereği[278] olduğuna inanıyoruz.

Aksi takdirde Kur'ân'm sünnetle ve arkasından da uygulamaya kadar giden hususlarla neshedilebileceğini bir ilke olarak kabul etmek bizi iyiden iyiye çıkmaza götürür. Dahası -mevzu hadislerin varlığı da dikkate alındığında- sonuçta Allah'ın hükmünün yerini, bir zındığın, bir münafığın, bir dalkavuğun uydurması dahi alabilir.

İşte bu noktada asıl ve ilk kaynak olan, pramidin zirvesindeki temel ilkeleri kapsayan Kur'ân'm bir kıstas olarak alınması ve sünnetin Kur'ân'a arzedilmesi[279] önemli ve vazgeçilemez bir esas olarak karşımiza çıkar.

Bu konuda şöyle bir rivayet vardır:

"Size bir hadis rivayet edildiği zaman onu Allah'ın Kitâb'ına arzedin; eğer ona uygun olursa onu kabul edin; aksi takdirde onu reddedin!.[280]

Şâtıbî, bu hadisin manasının -senedi sahih olsun olmasın- doğru olduğunu söyler ve şöyle devam eder:

Tahâvî (321/933), kitabında hadisin müşkü yönünün beyânı hakkında bu manada bir hadis tahric etmiştir: Abdulmelik b. Saîd b. Süveyd el-Ensârî - Ebû Humeyd ve Ebû Esîd senediyle Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Benden bir hadis duyduğunuz zaman, onu kalp­leriniz tanır, tüyleriniz ve tenleriniz ona yatışır ve onu kendinize yakın görürsünüz. İşte ben o hadise hepinizden yakınım. Yine benden bir hadis duyduğunuz zaman, kalpleriniz onu yadırgar, tüyleriniz ve ten­leriniz ondan ürperir, onun bir münker olduğunu görürsünüz. İşte o hadise ben hepinizden daha uzağım. [281]

Yine sözü edilen Abdulmelik'ten, o da Abbâs b. Sehl'den olmak üzere şu rivayeti yapmıştır: Übeyy b. Ka'b bir mecliste bulunuyordu. Oradakiler, kimisi zorlaştırıcı kimisi kolaylaştırıcı olmak üzere Rasû-lullah'tan (s.a.) çeşitli rivayetlerde bulunuyorlardı. Übeyy b. Ka'b ise susmaktaydı. Onlar rivayetlerini bitirince şöyle dedi:

"Bre adamlar! Rasûlullah'tan (s.a.) size ulaşan hadis karşısında, kalp onu tanır, ten ona yatışır ve onu duyduğunuzda ümitvar olursanız, bilin ki o Rasûlullah'tandır (s.a.); Rasûlullah'ın (s.a.) sözü olmak üzere onu tasdik edin. Çünkü Rasûlullah (s.a.) hayırdan başka bir şey söy­lemez".

Tahâvî, bunun böyle olduğuna şu âyetleri delil getirmiştir: "İna­nanlar ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer[282] "Rablerinden korkanların bu kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır[283] "Peygambere indirilen Kur'ân'ı işittiklerinde gerçeği öğrenmelerinden gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün[284]

Bu âyetler, Allah'ın kelâmını dinleyen ehl-i imanın tepkisini gös­termektedir. Rasûlullah'tan (s.a.) rivayet edilen sözler de vahye dayan­ması sebebiyle onun cinsindendir. Çünkü hepsi de Allah (c.c.) katından olmaktadır. Hadis dinlerken, aynen Kur'ân dinlerkenki ruh haletine girmeleri, o hadisin doğruluğuna bir delil olur. Eğer hadisi din-lerken böyle bir ruh haletine girmiyorlarsa, o zaman o hadis karşısında dur­mak ve araştırmak gerekir; çünkü diğer hadislere benzememektedir.

Yine Tahâvî, Ebû Hureyre'den şu rivayeti yapmıştır:

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Size benden tanıdığınız ve yadırgamadığınız bir hadis rivayet edildiği zaman, ben onu desem de demesem de siz onu tasdik edin. Çünkü ben iyi olup kötü olmayanı emrederim. Eğer size benden yadırgadığınız ve tanımadığınız bir riva­yette bulunulursa, onu yalanlayınız; çünkü yadırganan ve tanınmayan bir şeyi ben söylemem. [285]

Bunun izahı şöyle: Rivayet, eğer Allah'ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine[286]çerdiği mananın onlarda bulunması suretiyle- uygun düşerse, kabul edilir. Çünkü Rasûlullah (s.a.), onu o lâfızla söyleme-mişse bile, manasını başka bir lâfızla söylemiş olmaktadır. Eğer rivayet muhalif düşüyor, Kur'ân ve sünnet tarafından tekzip ediliyorsa, o zaman onun atılması gerekir ve o rivayetin Rasûlullah (s.a.) tara­fından söylenmemiş olduğu anlaşılır. Bu da aynen öncekisi gibidir. Bütün bunlardan, hadisin değerlendirilirken Kur'ân'a uygun düşüp, ona ters düşmemesi noktasının göz önünde bulundurulmasının doğru olacağı sonucu ortaya çıkar.[287]

Hüseyin Hatemi, bazılarının -pazarları bozulacak diye- uydurma saydıklarını, oysa bu alanda "aşamalı kurallar dizisi" düşüncesine ta-mamiyle uygun düştüğünü ve bir çıkar yolu gösterdiğini söylediği Arz hadisi ile ilgili şöyle bir değerlendirme yapar:

Bu hadise uydurma demek (ve arkasından sünnetin Kur'ân'a arzı ilkesini kabul etmemek), en basit akla uygun düşünme ilkelerini bile reddederek Hikmet'i, Fıkh'ı, îrfan'ı alt-üst etmek veya edilmesine göz yummak demektir. Çünkü arkadan, akıl mantık, yol ve yöntem şeddi yıkılacak ve her alanda bir yığın uydurma ve korkunç derecede iğrenç rivayetler, "hadis" kılığına bürünerek, Tevrat ve İncil'i tahrif ettikleri gibi, îslâm fıkıh ve irfanını da tahrip edecekler, bu hücumdan sadece Allah'ın vaadi dolayısıyla Kur'ân-ı Kerîm masun kalacaktır. Masun kaldığı için de, bir süre sonra başka bazı kimseler çıkarak "temel ilkeler dışında başka bir şeye ihtiyacımız olmadığını" söyleyecektir. [288]Böylece bir aşırılık, karşı bir aşırılığı doğuracaktır. Nitekim öyle de olmuştur.

Bu konuda bir makale yazan Suat Yıldırım, şu sonuca varmıştır:

Konuyla ilgili rivayet edilen hadis sahih olmasa bile, hadislerin Kur'ân'a arzı bizzat Rasûlullah (s.a.) tarafından başlatılmış[289] ve bir­çok âlim tarafından da uygulanagelmiştir. Bu yöntem, kullanılmasında aşırı gitmemek şartıyla yerinde bir tedbirdir ve hadis rivayetinde hassasiyete davet eder. [290]

 

5-Rasûlullah'in (s.a.) Vahyin Gereği İle Amel Etmesi:

 

Rasûlullah'ın (s.a.), vahyin gereği ile amel etme zorunluluğu bulu­nuyordu.

Vahyin ilk muhatabı olan Hz. Peygamber (s.a.), onda herhangi bir değişiklik yapma yetkisine sahip olmadığı gibi, onun gereğini harfîyyen uygulamak va hayata geçirmekle de görevliydi. Şu âyetler bunu açık bir şekilde ifade eder: [291]

"Kur'ân'ı, önce gelen Kitâb'ı tasdik ederek ve ona şahit olarak gerçekle sana indirdik. Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet;gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna ğöt^jthlann heveslerine uyma! Her biriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık; eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı, fakat bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir; o halde iyiliklere koşuşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir.

O halde, Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet, Allah'ın sana indirdiği Kur'ân'm bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın, heveslerine uyma; eğer yüz çevirirlerse bil kit Allah bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fasıktırlar.

Cahiliye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır.[292]

Buraya kadar ele alman konular, Rasûlullah'ın (s.a.) mevcut vahiy karşısındaki tavrını ortaya koymaya yönelikti. Böylece bu kısmı bitirmiş olduk. Şimdi ikinci bölümümüzün ikinci kısmına geçiyoruz:[293]

 

B) VAHYİN BEKLENİŞİ

 

1-Rasûlullah^ın (s.a.) Vahyi Bekleyişi:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) inme imkânı olan vahiy karşısındaki tavrı neydi?

Bir olay veya bir soru... gibi bir gelişme karşısında, eğer konu ile ilgili herhangi bir hazır vahiy yoksa, acaba bu durumda Rasûlullah'ın (s.a.) tavrı ne olacaktı?

Böyle bir durumda o, her halükârda vahyi beklemek ve vahiy gelin­ceye kadar herhangi bir şey yapmamak (tevakkuf) zorunda mıydı?

Veya vahyi beklemek zorunda değil miydi?

Yahut da belli bir süre vahyi bekleyip, ondan sonra gelmişse vahyin gereği ile, gelmemişse kendi uygun gördüğü bir şekilde hareket etmek durumunda mıydı?

Aslında konu, Rasûlullah'ın (s.a.) ictihâd etme yetkisinin bulunup bulunmadığı konusuna çıkmaktadır ve bu konuda üç görüş vardır:

1. İctihâd yetkisinin bulunduğu görüşü. Bu görüş usûlcülerin büyük çoğunluğuna aittir.

2.  İctihâd yetkisinin bulunmadığı görüşü. Bu görüşün temsilcisi olarak îbn Hazm verilebilir. Rasûlullah'ın (s.a.) bütün sünnetinin vahye dayalı olduğunu savunan[294] bu görüş, sağlam bir temeli olması bir yana akla ve uygulamaya da ters düşmektedir.

3. Tevakkuf görüşü.[295]

Geriye doğru baktığımızda bu örüşün de taraftar bulduğunu görmekteyiz. Biz bu konuda orta yolcu bir yaklaşım olan birinci görü­şün[296] daha isabetli olduğu kanaatindeyiz ve bu esas üzerinden yürü­yeceğiz.

Rasûlullah'm (s.a.) vahiy alıyor olması yanında kendi re'y ve içti­hadı ile hareket ettiği bir gerçektir. Nitekim bir sonraki kısımda bu konu üzerinde genişçe durulacaktır. Onun ictihâd yapıyor olmasını engelle­yecek herhangi bir durum yoktur. Kaldı ki bu yetki ümmetinden müc-tehid olan âlimler için dahi söz konusudur. Onun peygamber olması ve bunun için gerekli olan yüksek zeka ve anlayış düzeyine sahip olması, aynı zamanda ictihâd için de gerekli olan niteliklere sahip olmasını gerekli kılar.

Fiilen ve çokça vuku bulmuş olması da, bunun cevazı için en büyük delildir.

Ancak Rasûlullah'm (s.a.) bu re'y ve içtihadıyla hareket edebilme yetkisini doğrudan kullanamayacağı, Önce hazır vahye başvurmak, yok­sa -Özellikle de belli alanlarda- vahyi belli bir süre beklemek zorunda olduğu kanaatindeyiz.

Bu konuda en güzel değerlendirmeyi Serahsî'nin yaptığını düşünü­yoruz.

İçtihada baş vurma vahiy olmadığı zaman, zaruret halinde olur. Bu durumda Rasûlullah (s.a.), istikbali kıble konusunda Mekke'de olup da Ka'be'yi gören kimse gibidir; çünkü devamlı olarak kendisine vahiy gelmektedir. Kıble istikametinin araştırılması ancak Ka'be'den uzakta olanlar için gereklidir. Bu itibarla Rasûlullah (s.a.) işe önce ictihâddan başlayamaz. O her halükârda vahyi beklemek zorundadır. Nasıl ki üm­metten bir müctehid ictihâd yapmadan önce Kitap ve sünnete başvur­mak ve onlarda bulamadığına kanaat getirdikten sonra ictihâd etmek zorunda ise, Rasûlullah (s.a.) da aynı şekilde vahyi beklemek, ondan umudunu kestiği anda kendi re'y ve içtihadı ile hareket etmek duru­munda idi.

Bu, yolculuk halinde bulunup da beraberinde su olmayan kimsenin haline benzer. Bu kimse eğer su bulabileceğini umut ediyorsa, hemen teyemmüm almaz, bir süre su arar; eğer su bulabilme umudu yoksa o takdirde su aramakla uğraşmadan hemen teyemmüm alabilir.

Rasûlullah (s.a.) dışındaki müctehidlerin durumu -tabiî Kitap ve sünnete başvurduktan sonra- su bulabilme umudu taşımayan yolcu gibidir; zira kendisine vahiy kapısı açık olmadığından vahiy gelir diye beklemesinin bir anlamı yoktur. Rasûlullah (s.a.) ise öyle değildir; o su bulabilme umudunda olan yolcunun haline benzer, çünkü ona vahiy kapısı açıktır ve her an vahiy gelebilir. O yüzden hazır vahiy bulun­mayan bir konuda Rasûlullah (s.a.), hemen kendi rey ve içtihadı ile hareket etmeyip, belli bir süre vahyi beklemek zorundadır. Onun bu beklemesi, müctehidin müevvel nass ya da hafi nass üzerinde düşün­mesi mesabesindedir.

Bekleme süresine gelince, bunun belli bir zamanı yoktur; vahyin gelmesinden umudunu kesmiş olması, re'yi ve içtihadı ile hareket etmesi için yeterlidir.[297]

 

2-Rasûlullah'm (s.a.) Gaybı Bilmemesi:

 

Rasûlullah (s.a.) da bir insandı. Hâşa onun ulûhiyyet iddiası hiçbir zaman olmamıştır. O kendisinin Allah'ın kulu ve rasûlü olduğunun pe­kâlâ şuurundaydı. Bizzat Kur'ân, gaybın bilgisinin ancak Allah'a (c.c.) ait olduğunu ve peygamberlerin dahi gaybı bilemeyeceğini çok açık bir şekilde ifade etmektedir. Peygamber gaybdan ancak Allah'ın kendisine bildirmesi sonucu ve bildirdiği kadarını bilebilir. [298]

Şu âyetler bu hususta acıkır:

"Allah, sizi gayba muttali kılacak değildir. [299]

"De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur. [300]

Gaybın anahtarları O'nun yanır.dadır. Onları, O'ndan başka kimse bilmez. [301]

Diğer bir âyette ise peygamberler bu genellemeden -Allah'ın meşî-etine bağlı olmak kaydıyla- istisna edilerek şöyle buyurulmuştur:

"Gaybı bilen Allah, gaybına kimsiyi muttali kılmaz. Ancak pey-. gamberlerden, bildirmek istediği bunun iışmdadır. [302]

Rasûlullah (s.a.) ise, bir düğünde "içimizde yarın ne olacağını bilen bir nebi var" şeklinde ezgiler söyleyen bir cariyeye öyle dememesini, çünkü yarında ne olacağını ancak Allah'ın bileceğini söylemiş[303] ve bir münasebetle de şöyle buyurmuştur: "Kim 'Muhammed, yarın ne ola­cağını bilir' sanıyorsa, şüphesiz o, Allah'a büyük bir iftirada bulunmuş olur. [304]

 

3-Rasûlullah'm (s.a.) Her İstediği Zaman Vahiy Bilgisine Ulaşamayışı:

 

Vahyin mahiyeti gereği şunu da biliyoruz ki Rasûlullah (s.a.) vahiy sürecini kendisi başlatmadığı gibi her istediği anda da vahye ulaşa-mıyordu. Bu tamamen Yüce Allah'ın dilemesine bağlı idi. [305] Bu itibarla vahiyde kesiklilik sözkonusu idi[306] Kendisi sadece bekleyebilir; arzu ve himmetini bu yönde yoğunlaştırabilirdi. Gerçi bunun vahyin inmesinde etkisi bulunuyordu ama, irtibat kendisinden başlamıyordu. O devamlı açık duran bir alıcı gibi vahyi almaya hazırdı; ama bunun için verici tarafından da mesaj gelmesi gerekiyordu. Nitekim "kelâle" hakkında soru soran kimseye, "Bana verilen bu; bana fazla bilgi verilmedikçe ben de sana fazlasını söyleyemem[307] buyurması bunu ifade eder. Vahyin gelmesi de tamamen Yüce Allah'ın irade ve takdirinde olan bir şeydi; Peygamber dahi O'ndan sadece rahmetini bekleyebilirdi. Nitekim vahiy tecrübesinde bunun böyle olduğunu görmekteyiz, ilk alıştırma döne­minde uzun süre kendisine vahiy'gelmemiş (fetret dönemi) ve hatta Rasûlullah (s.a.) kendisini dağdan atmayı bile düşünmüştü. Bu esnada Cibril gelmiş ve Duhâ suresini indirmişti. [308]

Urve şöyle der: Rasûlullah (s.a.) kıyamet hakkında hep sorar dururdu; sonunda, "Onu hatırlamak nerde, sen nerde? [309] âyeti indi, Rasûlullah (s.a.) da bir daha sormaktan vazgeçti. [310]

İfk hadisesinde, çok sıkıntılı anlar yaşamış, tam bir ay boyunca [311]beklemiş, fakat bu süre içinde vahiy gelmemişti.

Bunun yanında bir kısmı Rasûlullah'm (s.a.) kendi elinde olmayan ve fakat vahyi engelleyen haller de bulunuyordu.

Rivayetlere göre vahiy meleği, içinde timsal ve köpek bulunan eve giremiyordu.[312] Rasûlullah'm (s.a.), cevap işini Allah'ın meşîetine bağla­madan bir anlık gafleti vahyin gelmemesine müncer olmuştu[313] Asha­bın temizliğe riayet etmemeleri de vahyin engellenmesi sonucunu doğu­rabiliyordu. [314]

Rasûlullah'm (s.a.) vahyi bekleyişi ile ilgili bazı örnekler:

İslâm'ın dönüm noktası olan Hicret için, önce bütün müslümanların göç etmeleri sağlanmış, kendisinin hicreti için ise vahiy beklenmişti. [315]

Hz. Âişe (r.a.) anlatır:

Şevde bt. Zem'a (r.a.) geceleyin ihtiyacı için dışarı çıkmıştı. Ömer (r.a.) onu görmüş ve tanımış ve ona "Şüphesiz sen -ey Şevde!- vallahi bizden kendini saklayamazsın!" demiş. Şevde Rasûlullah'a (s.a.) döndü ve olanları ona anlattı. Rasûlullah (s.a.) benim evimde akşam yemeği yiyiyordu ve elinde etli bir kemik vardı. Kendisine o halde vahiy geldi ve kendine gelince şöyle buyurdu: "Allah, size ihtiyaçlarınızdan dolayı çıkmanıza izin verdi. [316]

Câbir b. Abdullah (r.a.) anlatır:

Rasûlullah (s.a.), ben hasta iken ziyaretime gelmişti. Ben ona: "Ya Rasûlallah! Malımı nasıl yapayım?" diye sordum. Bana hiçbir cevap vermedi. Sonunda miras âyeti indi. [317]

İhram yasakları ile ilgili bir soru üzerine bir süre susmuş ve ken­disine vahiy gelmiş, ondan sonra cevap vermişti[318].

Dünyanın cazibesinden bahsederken kendisine yöneltilen "Hayır, şer getirir mi?" sorusu üzerine susmuş, ashap kendisine vahiy geldiğini müşahede etmişti. [319]

Ruh hakkında sorulan soruya cevap vermemiş, vahyi beklemişti[320]

Uveymir el-Aclânî'nin, önce Âsim aracılığı ile, arkasından bizzat kendisi tarafından yönelttiği ısrarlı sorusu karşısında Rasûluilah (s.a.) susmuş, [321]sonunda vahiy (li'ân âyeti) [322]gelmişti. [323] Hatta Müslim'in bir rivayetinde, ısrar karşısında "Allah'ım (vahiy kapısını) aç!" diye dua ettiği belirtilir. [324]

Evs b- Sâmit, hanımı Havle bt. Mâlik b. Sa'lebe'ye zıhâr yapar. Bu kadın Rasûlullah'a (s.a.) gelerek: "Ya Rasûluilah! Şüphesiz ki Evs b. Sâmit, ben genç ve arzulanan biri iken benimle evlendi. Gençliğimi yedi, yaşım ilerledi, ona bir sürü çocuk doğurdum. Şimdi ise beni anasının yerine koydu. Benim küçük çocuklarım var, eğer onları ona versem ziyan olurlar; kendim alsam aç kalırlar" der. Rasûluilah (s.a.) ona: "Senin hakkında benim yapabileceğim, bir şey yoktur" buyurur. Çaresiz kadın: "Ey Allahım! Ben halimi sana şikayet ediyorum" der. Bunun üzerine Kur'ân âyetleri[325] iner. [326]

Ashâb-ı Kehf kıssası ile ilgili kendisine yöneltilen soruya, "Yarın cevap vereceğim" buyurmuş "İnşallah!" dememişti. Bunun üzerine tam on beş gün vahiy gelmemişti. [327]

meselelere benzerlerini katm,, arı[amı taşıyan hususlarda daha serbest davrandığını söyleyebiliriz. [328]

Böylece bu kısmın da  geldimiş buhmuyoruz Şimdi dişinde hazır vahiy bulunma beklentisine  buna rağmen vahye ulaşamayan RasûlullıaıVı (g a } ne yapacağım ele alacağımız üçüncü ve en önemli kısma [329]

 

5-Rasûlullah'ın (s.a.) Vahyi Beklemede Alan Ayırımında Bulunması:

 

Rasûlullah'm (s.a.) vahiy tecrübesine, olaylar ve sorular karşısın­daki tavrına baktığımız zaman, onun sanki bir saha ayırımı yaptığını sezer gibi oluyoruz. Buna göre Gazzâlî'nin de belirttiği üzere[330] usûl ve esaslara yönelik olan, Serahsf nin dediği gibi, ibtidâen hüküm koymayı gerektiren alanlarda, Fazlur Rahman'm ifadesiyle "umuma ait politi­kanın önemli meselelerinde[331] duraksadığım, vahyi beklediğini ve bu bekleyişte kararlılık gösterdiğini, hatta "Allah'ım (vahiy kapısını) aç!" diye dua ettiğini, [332]furûda ve hükmü vahiyle ibtidâen belirlenmiş olan[333]

 

C) VAHYİN YOKLUĞU VEHUKUKÎ BOŞLUKLARIN DOLDURULMASI

 

1-Rasûlullah'm (s.a.) Beyânla Görevli Olması:

 

Bilindiği gibi Rasûlullah (s.a.), elçi olma sıfatıyla, Yüce Allah adına beyânda bulunmak yetki ve sorumluluğunu taşıyordu. [334]Beyânın ise ihtiyaç anında yapılmış olması gerekir; [335] gerektiği anda yapılmayan bir beyânın bir önemi yoktur. Bu itibarla o, kendisine yöneltilen soruya ce­vap vermek, yahut karşılaşılan bir probleme çözüm getirmek, meydana gelen bir olayı hukukî yerine oturtmak durumunda idi.

İşte bir yandan onun bu görev ve sorumluluğu, öbür taraftan gaybı bilmeyişi ve dahası vahyi beklediği halde vahye ulaşamaması, bu sa­yılan yollar dışında da onun çözüm getirme yetkisinin olmasını gerek­tirir. Nedir bu yollar? Şimdi bu yolları görelim:[336]

 

2-Vahiy Gelmemesi Halinde Rasûlullah'm (S.A.) Davranışı:

 

Rasûlullah (s.a.), beklemesine rağmen vahyin gelmeyeceğine artık kanaat ettiği zaman, elbette ki sonsuza dek beklemeye koyulmayacak ve halin gereği ne ise onu yapacaktı. [337]Nitekim uygulama da onun öyle yaptığım göstermektedir.

Böyle bir durumda Rasûlullah'm (s.a.) şu tavırları gösterdiğini görmekteyiz:[338]

 

a) Rasûlullah'm (s.a.) Mevcut Hali (Eski Uygulamayı) İbkâsı:

 

Rasûlullah (s.a.), kendisine vahiy gelmemiş konularda mevcut cahi-liye uygulamalarını esas alabiliyordu[339] çünkü bunlar aslında İsmail-oğulları şeriatının bir uzantısı mahiyetinde idi. [340] Kendisine kocası tarafından zıhâr yapılan Havle bt. Mâlik b. Sa'lebe'ye Rasûlullah'm (s.a.): "Senin hakkında benim yapabileceğim bir şey yoktur" buyurması, mevcut konumun Rasûlullah'ca (s.a.) esas alınmış olduğunu gösterir. [341] Bu olayda sonunda Kur'ân âyetleri[342] iner ve mevcut durum, keffâret usûlüne bağlanır. Bu, sayısız örneklerden sadece birisidir.

İbkâ edilen eski uygulamaların, çok eski ve semavî bir şeriata da­yanmış olma şartı da her zaman aranmıyordu. [343] Bu vahiyle çatışma­yan örf ve âdetlerin, uygulamaların kabulle karşılanması anlamına gelir ve islâm şeriatının esnekliğini temin eden önemli bir özelliğini oluş­turur. [344]

Rasûlullah'm (s.a.) ve onun getirdiği İslâm şeriatının cahiliye dö­nemi uygulamalarına bakışı, sanıldığının aksine çok kötü değildir; elbe­tte iptal edilen ve ortadan kaldırılan uygulamalar vardır, ama pek çok hüküm ya aynen, ya da ıslâh edilmek suretiyle korunmuştur. Tarihte de -kominizm gibi- devrimci uygulamaların başarısızlığına karşılık istik­rara dayalı ve mevcudu koruyarak yapılan ıslahat hareketleri başarılı olmuştur. Rasûlullah'm (s.a.), başarısında teşrîde izlenen bu siyasetin de katkısı büyük olmalıdır. [345]

Vahiy geleneğinin îslânı şeriatmca da sürdürüldüğünü ortaya koy­ması bakımından önemli gördüğümüz bu konu hakkında, Dihlevî'nin Huccetullâhi'l'bâliğa'smdzLn bir bölümü konu bütünlüğümüzü bozma­yacak şekilde -ve önemine binaen aynen- almak istiyoruz:

Rasûlullah'ın (s.a.), "Sizi o seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; atanız İbrahimi'in dini[346]âyetinin de ifade ettiği gibi hanîf Ismailî şeriatla gönderilmiş olduğunu, görevinin zaman içe­risinde meydana gelen sapmaların doğrultulması, tahriflerin izalesi, nu­runun ortaya çıkarılması olduğunu ifade ile söze başyalan Dihlevî şöyle devam eder;

Durum böyle olunca, bu şeriatın esaslarının (Araplarca) müsellem, tutacağı yolun belirgin olması gerekmektedir. Zira peygamberin, hak yolun hâlâ İzlerini taşıyan bir kavme gönderilmesi halinde, onun tümden değiştirilmesi ve yerine başkasının konması manasız olur. Dahası bu gibi durumlarda vacip olan, daha önceden mevcut bulunan şeriatın be­nimsenmesi ve yerleştirilmeye çalışılmasıdır. Çünkü, peygamber gönde­rilen kavmin o şeriatı kabul etmeleri daha kolay, haklarında ileri sürü­lecek hüccetler daha güçlü olacaktır.

îsmailoğulları, ataları Hz. İsmail'in (s.a.) şeriatını tevarüs edegel-mişlerdi. Onlar, Rasûlullah'ın (s.a.) gönderilmesinden yaklaşık yediyüz yıl kadar Önce yaşayan Amr b. Luhayy'a[347] gelinceye kadar onun şeriatı üzere idiler. Amr, kendi sakat düşüncesine dayanarak onun şeriatına bazı şeyler sokmuş, bunun sonucu hem kendi sapmış, hem de başka­larını saptırmıştır. Bu meyanda putlara tapınmayı, şaibelerin[348] seyip-lenmesini, bahîraların[349] kutsanmasını icad etmiştir, işte o zaman din saflığını yitirmiş ve bozulmuş; hak, bâtıl ile karışmıştır, cehalet, şirk ve küfre esir olunmuştur.[350]

 

i. Cahiliye Dönemi:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) gönderildiği sırada cahiliye dönemi insanları, peygamberlerin gönderilebileceği esasını kabul ediyorlar, yapılan amel­lerin karşılığının görüleceğine inanıyorlardı, temel iyiliklere itikatları mevcuttu, ikinci ve üçüncü türden irtifakları[351] biliyorlar ve bu yolda aralarında muameleler yürütüyorlardı.

Cahiliye döneminde elbette fâsıklar ve zındıklar da vardı, şu kadar var ki onlar, yoldan tamamen çıkmış ve uzaklaşmış da değillerdi; aleyh­lerine hüccet ikâme edilebilecek düzeyde hayır ye şer telakkisine sahip­tiler.                                                                                               

Cahiliye döneminde Allah Teâlâ'nın, gökleri, yeri ve bunlar ara­sında bulunan her şeyi yaratmada, büyük işleri idare etmede herhangi bir ortağının olmadığına inanılır, hiçbir kimsenin onun hükmünü geri çeviremeyeceğine, takdir buyurması ve kesin hükmetmesi halinde O'nun kazasını önleyecek bir manianın olmadığına itikat edilirdi. Şu âyet-i kerîme bu temayı işlemektedir:

"Andolsun ki, onlara, 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah...' derler. [352]

"Bilakis yalnız Allah'a yalvarırsınız. [353]

"Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. [354]

Buna karşılık melekleri ve bazı rahanîleri, sultanlar sultanına nis-betle etrafında bulunan küçük krallara, hışmından yanına yaklaşıla-mayan hükümdara nisbetle şefaatçi ve nedimlere benzetirlerdi. Bu inan­cın çıkış yeri, şeriatların, işlerin meleklere havale edilmiş olduğunu, mu-karrabûn mertebesine ulaşmış insanların dualarının kabul olunduğunu ifade etmiş olmasıdır.

Cahiliye dönemi insanları Allah Teâlâ'yı yüce zatına yakışmayan

Bunun kulakları çentilir ve sütü, eti, sırtı kadınlara haram sayılırdı. Putlara adanırdı (Mâide 5/103). nitelemelerden tenzih ederler, isimleri hakkın ilhâda (küfre) girmeyi haram sayarlardı. Ancak, Allah Teâlâ'nın melekleri kızlar edindiği inan­cına sahiptiler. Onlara göre güya Allah Teâlâ, -aynen hükümdarların istihbarat için casuslar göndermesi gibi- melekler göndermekte ve onlar aracılığıyla vakıf olmadığı bilgilere ulaşmakta, yeryüzünde olup bitenleri onlar vasıtasıyla öğrenmekteydi.

Kadere olan imanları tamdı. Allah Teâlâ'nın, bütün olacakları henüz olmadan önce takdir etmiş olduğuna inanırlardı. Bu konuda Hasan el-Basrfnin (110/728) sözü şöyledir: "Cahiliye dönemi insanları, hitabelerinde, şiirlerinde kaderden bahsedegelmişlerdir ve şeriat bu ko­nuda onların inançlarını teyit etmenin ötesinde yeni bir şey getirme­miştir".

Onlar, Allah Teâlâ'nın kullarını dilediği şeyle yükümlü tuttuğuna, bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri ise haram kıldığına, kulları yaptıkları iş­lerden dolayı sorguya çekeceğine; iyi ise iyi, kötü ise kötü karşılık vere­ceğine inanırlardı.

İnançlarına göre Allah Teâlâ, bazen lütfü ve keremi sonucu kul­larına kendilerinden bir adamı peygamber olarak gönderirdi. Kur'ân'da, "De ki: Musa'nın getirdiği kitabı kim indirdi?[355] buyrulması, müş­riklerin, "Bu ne biçim peygamber ki (bizim gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıy[356] şeklindeki itirazlarına, "De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim! [357] şeklinde cevap verilmesi onların peygamberlik kurumuna inandıklarını gösterir.

Bilgi kaynağı olarak en çok önem verdikleri şeyler, rüya ve ken­dilerinden önce gelen peygamberlerin haberleriydi. Zamanla işin içine kehânet, oklarla yapılan falcılık ve uğursuzluk telakkisi girdi. Aslında onlar, bunların dinden olmadığını da biliyorlardı. Nitekim hadiste gel­diği üzere, Rasûlullah'ın (s.a.), Hz. İbrahim (s.a.) ve Hz. ismail'in (s.a.), ellerinde oklar olduğu halde yapılmış resmini gördüğünde: "Onlar çok iyi biliyorlar kî, bu peygamberler asla ok-falına bakmamışlardır[358] buyurması, bunu ortaya koymaktadır.

Öyle anlaşılıyor ki, müşrikler, her ne kadar doğru yoldan uzak­laşmış idiyseler de, kendilerinde hâlâ mevcut kalan bilgi kalıntıları ile, ilzam edilecek bir durumda bulunuyorlardı. Onların meşhur hatiplerin­den meselâ Kus b. Sâide[359], Zeyd b. Amr b. Nüfeyl'e baktığımızda, Amr

b. Luhayy'dan önceki dönemlerde yaşayanlarla ilgili haberleri incelediği­mizde, bunu açık ve geniş biçimde görürüz. Dahası onların haberleri üzerinde derinlemesine durup, iyice araştırdığımızda, onlardan faziletli kimselerin hikmet sahiplerinin (hukemâ) [360]âhiret inancına sahip ol­duklarını, yazıcı meleklerine... vb. inandıklarını, lâyıkı veçhile tevhidde bulunduklarını görürüz. Meselâ, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl şiirinde şöyle demişti:

"Kulların hata ediyorlar, sen Rabsin,

Ölüm ve her türlü hüküm iki elindedir senin"

Yine o şöyle demişti:

"Tek bir Rabbe mi yoksa bin rabbe mi tapayım, işler dağılıp yolundan çıktığı zaman,

Ben Lât, Uzzâ terkettim hepsim, böyle yapar aklı başında olan".

Rasûlullah (s.a.), Ümeyye b. Ebî's-Salt hakkında; "Şiiri iman et­miş, fakat kalbi iman etmemiştir" buyurmuştur. [361]Onların sahip oldukları bu inanç, Hz. ismail'in (s.a.) şeriatından tevarüs edegeldikleri şeylerden olmaktadır. Ehl-i kitaptan da bazı bilgi­ler almış idiler.[362]

 

ii.Cahüîye Döneminde Mevcut Hanif Dininden Tevarüs Olunagelmiş İbadetler:

 

Cahiliye dönemi insanları Hanîflikten[363] tevarüs olunagelen bazı ibadet şekillerine sahip bulunuyorlardı. Bu meyanda cünüplükten dolayı gusül abdesti almak, bilinen ve uygulanagelen bir âdetti.

Sünnet olmak ve fıtrat Özelliklerinden olan diğer şeyler[364] de aynı şekilde bilinmekteydi.

Jullah (s.a.}, onu Ukâz'da değneğine dayanmış hitabede bulunurken dinlemiştir. Hitabesi şöyle başlar: "Ey insanlar! Yaşayan ölür, ölen gider, gelecek olan her şey gelir..'."

Abdesti, mecusîler, yahudîler ve daha başkaları bilirlerdi. Arap bil­geleri (hukemâ) de aynı şekilde abdest almasını bilirlerdi.

Namaz da vardı. Ebû Zer (r.a.), henüz Rasûlullah'a (s.a.) gelmeden üç sene önce namaz kılardı. Kuss b. Sâide el-Eyâdî, namaz kılardı. Ya-hudî, mecusî ve Araplarca kılınan namaz, Özellikle secde gibi bazı saygı ifade eden fiillerden, dua ve zikirlerden oluşuyordu.

Zekâtı da biliyorlardı. Bu meyanda misafirleri ve yolcuları ağırlar­lar, zayıf ve düşkünlere yardımda bulunurlar, yoksullara sadaka verir­ler, sıla-ı rahim yaparlar, musibetlere duçar olanlara yardımda bulunur­lardı. Onlar, bu işleri yapanları överler, bunları, insanın kemâl rıalinin ve mutluluğunun gereği sayarlardı.

Hz. Hatice (r.a.), vahyin ilk gelişinde kocasına şöyle demişti: "Al­lah'a yemin ederim ki, O, seni asla yalnız bırakıp rezil etmez. Çünkü sen, akraba hakkını gözetirsin, misafir ağırlarsın, kimsesiz düşkün kim­seleri kollarsın, hakka ve mazlumlara destek olursun". Benzeri bir sözü İbn ed-Dağna[365] da, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk için söylemiştir.

Fecirden başlayarak, güneşin batışına kadar süren oruç ibadetini de biliyorlardı. Kureyş, cahiliye döneminde Aşure orucunu tutmakta İdi. [366]

Mescidde itikâfa çekilmeyi de bilirlerdi. Hz. Ömer (r.a.), cahiliye dö­neminde bir gece itikâfta kalmayı adamış, daha sonra Rasûlullah'tan (s.a.), ne yapması gerektiğine dair bilgi istemişti.

As b. Vâil, kölelerinden falan, falan kişilerin azad edilmesini vasi­yet etmişti.

Allah'ın evini haccetmek, nişanelerine ve haram aylara saygı gös­termek konusuna gelince, bu konuda durum son derece açıktır.

Kısacası cahiliye döneminde insanlar, her tür ibadet şekliyle kul­lukta bulunuyorlardı. [367]

Onlar çeşitli rukye (afsun) ve istiâzelere sahiptiler. Ne var ki bun­lara şirk de katmışlardı.

Boğazdan (zebh) ve (develeri) göğüsten (nahr) boğazlama işlemini bilmekte ve uygulamakta idiler. Hayvanları boğarak ya da karınlarını yararak öldürmezlerdi.

Onlar, yeme, içme, giyinme, ziyafet, bayram, Ölülerin gömülmesi, nikah, talâk, iddet, yas tutma, alış veriş ve diğer muameleler gibi her türlü davranışlarla ilgili uyulması istenilen kurallara sahiptiler ve uy­mayanları kınıyorlardı.

Kızlar, anneler, kızkardeşler gibi yakın akrabalarla evlenmeyi ha­ram sayıyorlardı.

Haksızlıklar karşısında alınmış Önlemler/cezalar vardı. Kısas, diyet, kasâme hükümleri, zina ve hırsızlık cezaları bulunuyordu. Kisra ve Kayserlerden edinmiş oldukları, üçüncü ve dördüncü türden ihtiyaçlar ve bunların karşılanması için gerekli yollara (irtifaklar) dair bilgilere sahiptiler. Ancak zamanla esaret, yağma, zinanın yayılması, fasit ni­kahların ortaya çıkması, riba... gibi her türlü fasıklık ve haksızlıklar girmişti. Namazı ve zikri terketmişler, onlardan yüz çevirmişlerdi.

işte onlar bu halde iken dini aslına irca etme amacıyla Rasûluîiah (s.a.) gönderildi. O, Arap ulusunda mevcut bulunan her şeyi gözden geçirdi. Bunun sonucunda hak dinden kalan ve bozulmamış bulunan şeyleri olduğu gibi bıraktı ve onların korunmasına hükmetti. Sebepleri, vakitleri, şartları, rükünleri, âdabı, bozucu şeyleri, ruhsat ve azimet, eda va kaza hükümlerini belirtmek suretiyle ibadetlere açıklık getirdi, onları munzabıt hale koydu.

Günahları, onları oluşturan unsurları belirtmek suretiyle açıkladı. Onlar için, hadler, caydırıcı hükümler, keffâretler koydu. Terğîb ve terhîb yoluyla dini kolaylaştırdı ve sevdirdi. Günaha götürecek yolları kapadı. Hayra götürecek yolları teşvik etti. Hanif İslâm şeriatının yayılması ve diğer şeriatlara üstün kılınması için elinden gelen her şeyi yaptı.

Mevcut bulduğu tahrifleri ortadan kaldırdı ve bunda aşırı bir gayret gösterdi, ihtiyaçların karşılanması için tutulan yollardan uygun olanla­rım kabulle karşıladı, onların devamını emretti. Kötü töreleri, yanlış davranış kurallarını yasakladı, onları kendi hallerine bırakmadı.

Devlet başkanlığını (hilâfet-i kübrâ) üstlendi. Beraberinde olan­larla birlikte, islâm'a karşı duranlarla cihad etti. Düşmanların hoşuna gitmese bile, din tamam oluncaya kadar bu mücadelesine devam etti.[368] Biz, konuyu vereceğimiz bir bibliyografya ile kapatmak istiyoruz. [369]

 

b) Rasûlullah'ın (s.a.) Şûra Yoluna Başvurması:

 

Rasûlullah (s.a.) olaylar karşısında ilke olarak aceleci davranmayıp vahyin gelmesini beklerdi. Buna rağmen vahiy gelmediği zaman özellikle önemli konularda, "onlara iş (emr) konusunda danış!"[370] buyruğu gere­ğince ashabı ile istişare[371] yoluna giderdi.

"Akılların aşılanması[372] demek olan şûra, esas itibariyle farklı görüşlerin ortaya konulması esasına dayanır [373]Danışma konumunda olan kimse, her türlü güvenceye sahip[374] olması gereken danışma üyele­rinin ileri sürdüğü görüşler arasından en uygun olanını seçer. Tabiî söz konusu olan Islâm'sa, seçilecek görüşün Kur'ân'm ruhuna, amacına, onun izlediği teşrî siyasetine en uygun olması gerekir.

Rasûlullah (s.a.) vahiyle müeyyeddi; bununla birlikte hemen her alanda istişareye büyük önem verir, böylece bunun bir esas olarak üm­mete hem öğretilmesini, hem de alışkanlık olarak kazandırılmasını amaçlardı. [375] O ibadetlerin düzenlenmesi, dinî şeâirin belirlenmesi[376] gibi konularda dahi istişare etmiş, şûranın İslâm'ın önemli bir umdesi olduğunu bizzat kendi uygulamasıyla göstermiştir, insanları görüş bil­dirmeye, i'mali fikirde bulunmaya (içtihada) teşvik etmiş, bu halde yanılmaları halinde dahi mecur olacaklarım[377] bildirmiştir. [378]

O, bu tutumu yüzünden ilâhî uyarıya da uğramıştır[379] ama olsun, ümmetinin özellikle yönetimle ilgili alanda bu ilkeyi öğrenmiş ve - bırakınız kendilerinden farklı olmayan yöneticileri- vahiyle müeyyed peygamberi eriyle dahi bunu bilfiil icra etmiş olmaları Rasûlullah (s.a.) için çok daha önemliydi. Rasülullah'ın (s.a.) şûra esnasında ileri sürülen görüşlerden birini uygulamaya koyması yüzünden zaman zaman ilâhî itaba maruz kalmasına rağmen ki bu daha iyisi varken, iyiyi almak kabilinden sayılabilir- bu usûlü sürdürmesi, onun bununla aynı za­manda memur olduğunun da bir delilidir.[380]

 

1, Namaz çağrısı ezanın tesbiti:

Rasûlullah (s.a.), namaza çağrı gibi çok önemli olan ve ileride İs­lâm'ın en belirgin şiarı haline gelecek olan ezanın belirlenmesi için as-habıyla istişare etmiş ve onların bu konudaki tekliflerini almıştı. Yapı­lan teklifler tartışıldı ve tam bir karar almamadan toplantı dağıldı. Sonra Abdullah b. Zeyd el-Ensârî'nin "hak rüya[381]sma dayalı olarak - aynı rüyayı başka sahabîler de görmüşlerdi- bu gün icra edilmekte olan vahyin de onayı ile- îslâm çarısı olarak kararlaştırılmış oldu. [382]

 

2. Aile hayatıyla ilgili bir örnek:

Sevgili eşi Hz. Âişe (r.a.) validemize çirkin bir iftira atılmıştı (ifk hadisesi). Medine bu haberle çalkalanmış, mü'minler çok üzülmüş, mü­nafıklar ise içten içten sevinmişler ve bu asılsız haberi körüklemişlerdi. Rasûlullah (s.a.) tam bir ay boyunca vahiy beklemiş, fakat vahiy bir türlü gelmemişti. Bunun üzerine yakınlarından olan Hz. Ali (r.a.) ile Üsâme'ye (r.a.) danışmış, onlara ne yapması gerektiğim sormuştu. Hat­ta minbere çıkıp konuyu, diğer müslümanlara da açmış nasıl davran­ması gerektiği hakkında onlarla isitişarede bulunmuştu. [383] Bütün bunlardan sonradır ki, Yüce Allah, bizzat Kur'ân-ı Kerîm'de validemizi temize çıkarmıştı. [384]

 

3. Yönetimle ilgili konularda istişare ederdi.

Bilindiği gibi İslâm'da yönetim meşveret (şûra) esası üzerine kurulmuştur. [385] Şekli zamanla insanların tercihine bırakılmıştır, fakat önemi Kur'ânı Kerîm'de defalarca vurgulanmıştır:

"Allah'ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak dav-randın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever[386]

"Onların işleri aralarında danışma iledir. [387]

"Oysa onlara (karar verildikten sonra) itaat etmek ve (müzakere esnasında) uygun olanı söylemek yaraşırdı. Ve umûmî iş (emr) husu­sunda bir karara varıldığında Allah'a gerçekten sadakat ve doğruluk gösterseler di, kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. [388]

Bu meyanda olmak üzere Rasûlullah'ın (s.a.) Bedir, Uhud, Hendek gibi savaşlar hakkında istişare ettiğini biliyoruz. [389]

Hendek savaşının sona erdirilmesi amacıyla Medine hurma mah­sulünün bir kısmının, savaş alanını terketmeleri karşılığında Fezâre oğullarına verilmesi konusunda Sa'dlerle (Sa'd b. Muâz ile Sa'd b. Ubâ-de) istişare etmiş ve onların görüşü doğrultusunda hareket ederek kendi düşüncesinden vazgeçmişti. [390]

Rasûlullah'ın (s.a.), şûraya götürmekle memur olduğu[391] konular, elbette ki hakkında vahiy bulunmayan konulardı. [392] Hakkında vahiy bulunan konularda, vahyin gereğim yerine getirmek zorundaydı. Nitekim ifk hadisesinde, iftiracılara had cezası tatbik etmiş, istişare sonucu ileri sürülen fikirlere aldırmamıştı. [393] Keza o, azmettikten sonra, kararın­dan dönmemekle de memur bulunuyordu. [394]Uhud savaşı öncesi yapılan şûrada, kendi reyi Medine'de kalıp savunma savaşı yapmaktı; fakat özellikle gençler düşmanla dışarıda karşılaşmak istiyorlardı. Rasûlullah (s.a.) sonunda dışarı çıkmaya karar verdi ve zırhım giydi. Sonra ashap, belki yanlış yaptıkları düşüncesiyle Rasûlullâh'tan (s.a.) Medine içinde kalmasını istedilerse de, artık karar verilmişti; Allah ne takdir etmişse onu göreceklerdi. [395]

 

c) Rasûlullah'ın (s.a.) Bireysel Çözümleri Onaylaması Ve İçtihada Teşvik Etmesi:

 

Rasûlullah (s.a.), gerek huzurunda ve gerekse gıyabında sahabece yapılmış bulunan kişisel çözümlere muttali olur ve eğer bir sakınca görmezse onları onaylardı. Onun bu onaylaması arkasından herhangi bir uyarı gelmezse, artık o da sünnet kabilinden sayılırdı. Biz bunlara Rasûlullah'ın (s.a.) "ikrâr"ı diyoruz. Onun ikrarı tasvip etmesi, uygun görüp onaylaması ve en azından o şeyin "bir sakınca olmayan şey" ol­duğu anlamlarına gelir.[396]

Rasûlullah (s.a.), ashabının meseleler karşısında mevcut Kur'ân ve sünnet esasları ışığında kendilerinin bir çıkış yolu bulmaları gerektiğine inanıyordu. Zira olaylar, problemler sonsuz niteliklidir. Oysa ki şeriatın getirdiği hükümler nihayet sınırlıdır. Bu durumda her halükârda içti­hada ihtiyaç bulunmaktadır. Zaten islâm şeriatının son şeriat olması da bununla izah edilmektedir. Yani îslâm ve onun yüce peygamberi, bizzat teşvik ederek ve hatta fiilî tatbikatını yaptırarak mü'minleri bu yola teşvik etmiş ve h'azırlamıştır. Zira hayatın durmayacağı, hep yürüyeceği gerçeği karşısında hazır vahiy devrinin de sona erdiği bir dönem için bu vazgeçilmez bir esastı. [397]

İşte bu noktadan hareketle Rasûlullah (s.a.), Yemen'e vali olarak gönderdiği Muaz'dan, Kitap ve sünnete başvurduktan sonra "İctİhâd ederim ve kendimi çaresiz görmem" şeklinde aldığı cevaptan fevkalâde memnun olduğunu ifade etmişti. [398]

Rasûlullah'ın (s.a.) gıyabında ashabın ictihâd ederek hareket ettik­lerinin örnekleri çoktur. Meselâ Kureyza Oğullan'nın kuşatılması doğrul­tusunda Rasûlullah'ın (s.a.), "Hiçbir kimse Benî Kureyza yurduna var­madan ikindi namazını kılmasın!" şeklindeki emri karşısında, ashaptan kimisi emrin zahirine uymuş, kimi de kendi ictihâdlarınca emrin asıl maksadına itibarla, namazı geçirmemek için yolda kılmıştı.[399]

Amr b. As, Zâtusselâsil gazvesinde geceleyin cünüp olduğunda, "Kendinizi öldürmeyiniz! Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir[400] âyetinden hareketle soğuk suyla yıkanmamış, arkadaşlarına sabah namazını teyemmüm alarak kıldırmıştı. Rasûlullah (s.a.), bunu öğrendiğinde gülerek karşılamış, bir şey dememişti. [401]

Rasûlullah (s.a.) kendi huzurunda da ashabın içtihadına izin ver­miş, [402]onları teşvik etmişti. [403]

Kureyza Oğulları hakkında hüküm vermesi için Sa'd b. Muâz'ı görevlendirmişti. [404]

Bir defasında Rasûlullah'a (s.a.) birbirinden şikayetçi iki kişi gelmişti. Rasûlullah (s.a.), Amr b. el-Âs'a: "Şunlar hakkında hüküm ver!" buyurdu. Amr: "Sen varken ben nasıl ictihâd ederim; sen hüküm ver-meye benden daha lâyıksın" dedi. Rasûlullah (s.a.) ona: "Evet ded­iğin doğrudur, bununla birlikte senin hüküm vermeni istiyorum" buyur­du. Amr, "Eğer aralarında hüküm verecek olursam bana ne var?" diye sordu. Rasûlullah (s.a.) da, "Eğer aralarında hükmeder ve isabet de edersen, sana on ecir vardır; eğer ictihâd eder buna rağmen hata eder­sen sana bir ecir vardır[405] buyurdu.

Zamanla Medine'de yönetimle ilgili işlerin artması ile, Rasûlullah (s.a.), hâkim sıfatıyla taşımakta olduğu yetkilerden bir kısmını, as­haptan liyakatli gördüğü kimselere devretme yolunu tutmuş, kazâî hu­susu hemen hemen tamamen onlara tevdi eylemiş, kendisi sadece temyiz yetkisini kullanmakla yetinmişti.[406]

Şakir Berki, çok önemli ve enteresan bulduğu bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

Hz. Peygamber devrinde de hakimler için ictihâd kapısı kapalı değildi. Yani bir hakim (kadı) kendisine arzedilen ihtilâfı hal için Kur'ân'da hüküm bulunmazsa ve hadiste de olmasa Hz. Peygamber'e müracaat ederek, müşkil durumda kaldığını, davanın onun tarafından hükme bağlanması lâzım geldiğini ileri sürüp, ihtilâfı Hz. Peygamber'e havale edemez veya keyfiyeti ona sorup verilecek hükmün nasıl olması lâzım geldiğini resmen isteyemez. Kendi şahsî içtihadı ile hükmetmeye mecburdur. [407]Bu husus ayrıca Roma hukukundan ayıran önemli bir farktır. [408]

Rasûlullah'ın (s.a.) bu anlayışı sonucu, bizzat kendi döneminde as­hap içerisinde sürekli fetva vermekte olan güzide ilim adamları yetiş­mişti. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (r.anhum) muhacirlerden, Übeyy b. Ka'b, Muâz b. Cebel, Zeyd b. Sabit (r. anhum) ensârdan olmak üzere bu seçkin kimselerdendi. [409]

Rasûlullah (s.a.), kanaatimizce bu teşvikin bîr uzantısı olarak içti­hada dayalı verilmiş hükümleri -eğer vahyin belirlediği esaslara uygunsa- bozmuyordu. [410] Bazen de Sa'd'ın hükmünde olduğu gibi "Allah'ın hükmüyle hükmettin[411] gibi ifadelerle onları taltif etmiştir.[412]

 

i.Vahye Başvuru Ve İctihâd Arasında Denge

 

Bu örneklerin yanında meselelerin Allah'a ve  Rasûhıllah'a (s.a.) götürülmesini emreden, [413] heva ve heveslere uyulmasını yasaklayan[414] nassların mevcudiyetini de -zaten bir esas olmak üzere bilmekteyiz. Kasûlullah'm (s.a.) uzakta bulunanlardan, kendilerinin bir mesele ile karşılaşmaları halinde kendisine yazmalarını emrettiğine dair rivayetler de bulunmaktadır. Meselâ bu konudaki ibn Mâce'nin rivayeti şöyledir:

Muâz b. Cebel anlatır: Rasûlullah (s.a.) beni Yemen'e gönder­diğinde, "Sakın ha bilmeden bir hüküm ya da yargıya varmayasın! İçin­den çıkamadığın bir şeyle karşılaşırsan; onu aydınlatana kadar bekle, yahut da o konuda bana yaz!.[415]

Hadîsin, konu ile ilgili diğer rivayetlerden farklı olmasına rağmen, sahih olduğunu varsaydığımızda kanaatimizce bu konuda da bir denge­nin korunmasının gerektiğim âmir olmaktadır. Şöyle ki, her şeyden Önce ictihâd için bir alan bulunmaktadır. Vahiy bizlere çerçeve hükümler vermekte, ilke ve esasları belirlemekte, amaçları göstermektedir. Bu çer­çeve dahilinde karşılaşılan olayların hukukî yerlerine oturtulması gere­kecek, yargıda bu esaslar dahilinde hüküm verilecektir.

İşte bu işlem yapılırken, yani cüzî olayların küllî esaslar ve nasslar karşısındaki konumu tespit edilirken aceleci davranılmaması, mutmain olunmadan karar verilmemesi, hükmün behemehal iyice temellendiril-mesi gerekmektedir. Bu aşamada yapılacak ictihâd gereklidir ve teşvik dahi edilmektedir.

Eğer karşılaşılan mesele çok karmaşık ise, onu basite irca için beklenmeli, üzerinde diğerlerine nisbetle daha fazla durulmalıdır. Eğer konunun tem ellendirilme sinde gerekli ilke ve esaslarda, çerçevede bir boşluk olduğu gözükürse, o zaman da vahye ve onun temsilcisi olan pey­gambere başvurmak gerekecektir. Böylece arzulanan denge de kurulmuş olacaktır. Rasûlullah'ın (s.a.), Kitap ve sünnete başvurduktan sonra ictihâd edeceğini ve kendisini çaresiz görmeyeceğini söyleyen, bunlarda bir şey bulamadığı zaman size yazarım demeyen aynı Muâz'ı memnu­niyetle karşılaması[416] meseleyi bu şekilde değerlendirmemizi gerekli kılmaktadır.

Kısaca söylemek gerekirse, eğer mesele vahiyle ilgili ise yani bir meselenin ibtidâen konulmasını ya da bir usûl, bir esas, bir ilke, bir hedef belirlenmesini gerektiren bir alanla ilgili ise, o zaman zaten Rasûlullah (s.a.) da vahyi beklemek durumundadır. Dolayısıyla ashabın da elbette ki kendilerini aşan bu gibi konularda vahye ve vahyin tem­silcisi durumunda olan Rasûlullah'a (s.a.) başvurmaları gerekecektir.

Yok böyle değil de uygulama mahiyetinde ise, bir yargıyı, bir tedbiri gerektiriyorsa, dinin günlük yaşantıya aktarılmasında bir çıkış yolu aranıyorsa o zaman ashap, Rasûlullah'tan (s.a.) da aldıkları cesaret­lendirici teşvikle bu gibi alanlarda ictihâd etmişler ve bunda bir sakınca da duymamışlardır. Dinin yaşanılabilirliği de zaten bu anlayışa bağ­lıdır. Her şeyi en ince ayrıntılarına kadar ortaya koymayı ilke olarak benimsemeyen vahyin istediği de budur.[417]

 

d) Rasûlullah'ın (s.a.) Kendi Re'y Ve İçtihadı:

 

Rasûlullah (s.a.), olaylar karşısında eğer mevcut vahiylerde bir çö­züm bulamamış ve belli bir süre de geçtiği halde vahiy gelmemişse, o takdirde re'y ve içtihadı[418] ile hareket ederdi.[419]

 

i. Rasûlullah'ın (s.a.), İçtihadının Tabiî Ve Vahyin Amacına Uygun Olduğu:

 

Rasûlullah'ın (s.a.), sözünü ettiğimiz bu şartlarla ictihâd etmesi çok tabiî ve vahyin amacına uygun bir tavırdır. Onun içtihada, olan ihtiyacı diğerlerine nisbetle daha çoktu. [420] Zira vahiy -Kur'ân'da da ifade edildiği gibi[421]insanlık için gerekli bütün tafsilatı vermemektedir. Zaten verecek olsa, o zaman rahmet olmaktan çıkar, hâşâ insanlığa bir yük ve zahmet olurdu.

Vahyin amacı, belli bir tekamülden sonra insanların artık kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlamak ve belirlenen hedefe doğru, çizilen yolda, verilen usûl ve ilkelerle yol almalarım sağlamaktır. Vahiy nazarî esaslar vermekte, bunun hayata geçirilmesini ise Rasûlullah (s.a.) ve ümmeti gerçekleştirmektedir. Bu bağlamda Hz. Peygamber (s.a.), vahiy meleği elinde bir kukla gibi değildir.[422] Elbette ki uygula­mada pek çok problemlerle, pek çok olaylarla, sayısız ayrıntılarla karşı­laşılır. İşin tabiatı budur. Bu durumda Rasûlullah'ın (s.a.) ve ondan sonra onun yerini alacak olan "peygamber varisleri"tiiyi (ulemâ), nazarî esasları hayata uyarlama anında bazı yetkiye sahip olmaları, re'sen bazı karar alabilmeleri pek tabiîdir. Nassların sınırlı, olayların ise sınırsız nitelik ve nicelikte oluşu bunu gerektirir.

Rasûlullah'ın (s.a.) ictihâd etmesini gerekli kılan bu gerekçeye kar­şılık, onun cevazına mani herhangi bir şey de yoktur; zira bu had­dizatında ne muhaldir, ne de muhale ya da mefsedete götürecek bir şeydir. [423]

içtihada dayalı görüş beyân etmek, ne Hz. Peygamber (s.a.) ne de sonraki müctehidler için "hevâ ve hevese uyma" anlamına gelemez. [424]

 

ii. Rasûlullah'ın (s.a.) İctihâd Alanı:

 

Gazzâlî'nin de ifade ettiği gibi Rasûlullah'ın (s.a.), idarî, siyâsî, iktisadî kararlar alma... gibi dünyevî konularda ictihâd etmesinin caiz olduğunda görüş ayrılığı bulunmamaktadır; [425]ihtilâf sadece dinî konu­larda da ictihâd yapıp yapamayacağı hakkındadır. [426]

Çoğunluk, peygamberlerin[427] ve bu meyanda bizim Peygamberi­mizin (s.a.), dinî konularda da ictihâd etmelerinin caiz olduğunu kabul etmektedir. Zira ictihâd, peygamberlerden başkası hakkında caiz olunc-a, onlar için caiz olması evleviyyette kalır. [428]Çünkü onlar, ictihâd için gerekli olan şartlara herkesten daha çok sahiptirler.

Gazzâlî, [429] "usûlde değil de furû da ictihâd edebilir" der, Serahsî ise, "içtihadın müsbit değil muzhır olduğu[430] ilkesinden hareketle olmalı, bir hükmü ibtidâen re'y ve içtihadıyla koyamayacağım, ancak vahiy yoluyla koyabileceğini belirtir; ictihâd yoluyla ancak daha önce vahiy yoluyla ibtidâen konulmuş olan hükümlere benzerlerini katma şeklinde icrayı faaliyette bulunabileceğini söyle. [431]

Rasûlullah'ın (s.a.) içtihadının fiilen vuku bulmuş olması da cevaz için en büyük delildir. [432]

 

iii. Rasûlullah'm (s.a.) İçtihadının Şartı Ve Şekli:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) içtihadının vahye istinat etmesi şart değildir; [433]o konuda mevcut vahiy bulunmaması ve bir süre de vahyi beklemiş olması yeterlidir. [434]

Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa adlı eserinde Rasûlullah'ın (s.a.) içti­hadının, maslahat ve mazinnelerİ (yani hükme mesnet teşkil edecek hususları, gerekçeleri) bilmek; haramlık ve mekruhtuk hükümlerini onlara bağlamak şeklinde olduğunu söyler. [435]

Bİr başka yerde de şöyle der:

Allah Teâlâ, peygamberine şer'î bir hükmü vahyeder ve o hükmün sebep ve hikmetine onu vakıf kılar. Bu durumda peygamber, o masla­hatı esas alarak ona bir illet belirleyebilir ve onu hükme medar kılabilir, îşte bu, Rasûlullah'ın (s.a.) kıyası olmaktadır. Ümmetinin kıyası ise, nass ile belirlenmiş bir hükmün illetini bilmeleri ve onu hükme medar yapmalarıdır. [436]Bunun örneği, Rasûlullah'ın (s.a.) sabah, akşam ve uyku saatinde okunmasını istediği zikirlerdir. Rasûlullah (s.a.), namaz­ların meşru kılınmasmdaki hikmete vakıf olduğundan, bu konuda ictihâdda bulunmuştur. Yani nerede illet varsa orada hüküm de var, nerede illet yoksa orada hüküm de yok şeklinde hareket etmeleri.[437]

Rasûlullah'ın (s.a.) içtihadının, vahiy mesabesinde olduğunu da söyleyen Dihlevî, bunu şöyle izah eder:

Çünkü Allah Teâlâ, onu, görüşünün hata üzerinde karar kılmasın­dan korumuştur. Zannedildiği gibi, onun içtihadının nassla belirtilmiş bulunan şeylerden (mansûs) istinbat edilmiş olması gerekmez. Aksine çoğu kez şöyle cereyan eder: Allah Teâlâ, ona şeriatın maksatlarını, teş-rf, kolaylaştırma ve hüküm koyma kıstaslarını öğretir, bunun sonu­cunda o da, bu kıstaslardan hareketle vahiy yoluyla elde edilmiş olan maksatları açıklar. [438]

Şâtıbî'den anladığımıza göre ise, Rasûlullah'ın (s.a.) içtihadı, hük­mü açık ve belli olan iki uç arasında kalan ve hükmü belli olmayan şeyleri, hükmü belli uçlardan birine katma ya da furûyu usûle katma[439] ve bir de Kur'ân'ın istikrasından hareketle tüme varma[440] şeklinde gerçekleşir.[441]

 

iv.Rasûlullah'm (s.a.) Re'y Ve İçtihadının Kaynakları:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) re'y ve içtihadının mahiyet ve şekline dair ver­diğimiz bu ön bilgiden sonra şimdi onun re'y ve içtihadının kaynaklarına geçebiliriz:[442]

 

iva-Kur’ân:

 

Rasûlullah (s.a.), hiç şüphesiz Kur'ân'ı en iyi bilen, onu en iyi an­layan ve onu en iyi şekilde açıklayan kimse oluyordu. Kur'ân'ı açıklama (beyân) işini genelde vahye dayalı olarak yaptığını biliyoruz. Nitekim bu konuyu daha önce genişçe ele almıştık.

Rasûlullah (s.a.), bunun dışında kendi aklını kullanarak, Kur'ân'ın istikrasını yapmak suretiyle, onun ruh ve gayesini kavramak yoluyla hareket edebiliyordu. Nitekim Kur'ân'da lâfız olarak bulunmayan, an­cak onun özü mesabesinde bulunan bazı ilke hadislerin (cevâmiu'l-kelim) bu şekilde ortaya çıktığım düşünüyoruz. "Lâ darara velâ dırâr = Zarar vermek ve zarara zararla mukabele etmek yoktur[443]"Ameller ancak niyetlere göredir[444]"el-Harâcu bi'd-damân = Semere, cereme karşılığındadır[445]"Haram ve helâl karşılaştığında, haram tarafı galebe çaldırılır[446] "Hadleri, şüphelerle düşürünüz! [447] gibi hadis­ler böyledir. [448]

Bu tür hadisler, Kur'ân'ın istikrası demek olduğu için, Kur'ân'a raci olması bir tarafa, katiliklerinde en küçük ihtimale yer kalmadığı için[449] cüzî nassların değerlendirilmesinde birer kıstas olma özelliğine de ayrıca sahip bulunmaktadır. [450]

Rasûlullah'm (s.a.) Kur'ân'dan istifadesinin bir yolu da, karşılaştığı meseleyi Kur'ân'm umûmâtı altına sokması şeklindedir.

Buna örnek olarak şu hadisi verebiliriz: Rasûlulîah (s.a.) atların sahipleri için yük, örtü ve ecir olmak üzere üç kısım olduğunu beyân edince, kendisine eşeklerin durumu[451] hakkında soru sorulmuştu. Rasû-lullah (s.a.) bu soruya: "Eşekler hakkında bana şu yegane kapsamlı âyetten başka bir şey indirilmedi. 'Her kim zerre miktarı bir hayır işlerse onun mükafatını görür. Zerre miktarı kötülük işleyen de, onun karşılığını görür[452] şeklinde cevap vermiştir. [453]

Görüldüğü gibi, bu örnekte Rasûlulîah (s.a.), eşeklerle ilgili hükmü Kur'ân'ın genel ifadeli bir nassıran altına sokmuştu.

Genel kurallara irca tarzında yapılan ictihâd şekli, ashap tara-findan yürütülen ictihâd faaliyetinin en belirgin şekli idi.[454]

 

ivb-Aklı Ve Kişisel Tecrübeleri:

 

Rasûlulîah (s.a.), vahiy alan, vahye dayalı konuşan ve içinde "ya­nılmazlık ve hatadan berî olma vasfını" saklı bulunduran peygamber özelliğine sahip olmasının yanında, fânî bir kul, yanılabüen, unutabilen bir insan olma özelliğini[455]de taşıyordu. Ancak o hiçbir zaman vahyin kontrolü dışında değildi. Hayatın acı tatlı bütün yönlerinin ashaba öğ­retilmesi zarureti, onun böylesine bir insan peygamber olmasını gerek­tiriyordu. Yani herşey vahyin sihirli değneğiyle çözümlenmeyecek, insan­lara, insanî melekelere, insanî gayrete ve katkılara iş düşecekti. îşte Rasûlulîah (s.a.), hayatının bu yönüyle de insanlara örnek olmuş, onlara ictihâd etmeyi -bu yolda yanılma ihtimalinin her zaman mevcut bulunmasına rağmen- bilfiil öğretmişti. Hayatın sonsuza dek yürümesi için yapılacak olan buydu.

0.  sahip olduğu ikinci özelliği ile, vahye dayalı olması gerekmeyen konularda, diğer insanlar gibi aklını ve kendi kişisel tecrübelerini kul­lanmak suretiyle bazı davranışlarda bulunuyordu.[456]

 

Örnekler:

 

1.Atlar konusundaki tecrübesine binaen söylediği, "Siz, siyah ve alnı sakar ata bakın!, [457]erak ağacı yemişi (kebâs) hakkında ço­banlık tecrübesine dayanarak söylediği "Siz siyah olanına bakın; çünkü o en güzelidir! [458] tıp tecrübesine dayalı olarak söylediği "Şu Ud-ı Hindî'yi (kust) kullanın; çünkü onda yedi[459] şifa vardır[460] türün­den söyle-diği hadisler bu kabildendir. [461]

 

2. Hz. Âişe (r.a.) anlatır: Rasûlulîah (s.a.) bana şöyle dedi: "Elbet ben, senin benden hoşnut mu yoksa bana kızgın mı olduğunu bilirim".

Ben ona "Bunu nereden biliyorsun?" diye sordum. O: "Sen eğer benden hoşnut isen, 'Hayır Muhammed'in Rabbine yemin olsun ki...' de­mektesin; eğer bana kızgın isen, 'Hayır İbrahim'in Rabbine yemin olsun ki...' demektesin" buyurdu. Ben de ona şöyle dedim: "Vallahi öyle ya Rasûlallah! Ben sadece senin ismine küsmüş oluyorum!.[462]

Bu hadiste biz, Rasûlullah'm (s.a.) karşısındaki insanın psiko­lojisini dikkate aldığım ve iç âleminin dışa yansıması sayılabilecek dav­ranışları tespit ettiğini ve bunlardan hareketle bir sonuca ulaştığını görmekteyiz. Bu her zeki insanın şu ya da bu zamanda, şöyle ya da böyle yaptığı aklî istidlallerden bir tür olmaktadır. [463]

 

3. Rasûlullah'm (s.a.) kendi tecrübesine dayalı olarak ifade bu­yurduğu hadislere bir başka örnek, "Erkeklerin emzikli kadınlarla cin­sel İlişki kurmalarını yasaklamayı düşünmüştüm. Sonradan Bizanslı­ların ve Farsların bunu yapmakta olduklarını ve fakat bunun çocuk­larına herhangi bir zarar vermediğini dikkat nazarına aldım (ve düşün­cemden vazgeçtim)" [464] hadisidir.

Rasûlullah (s.a.), hadiste kendi şahsî düşüncesinin emzikli ka­dınlarla cinsel ilişkiyi yasaklama doğrultusunda olduğunu ve fakat so­nuçtan tam emin olmadığım, zira başka uluslarca yapılan uygulamanın kendi düşüncesinin aksi doğrultusunda olduğunu, buna rağmen çocuk­larının bir zarar görmediğini ifade etmektedir.

Bizim bu hadisten çıkaracağımız sonuç, böylesi bir ilişkinin hükmü ile ilgili değil, aksine, böylesi konularda bir sonuca ulaşmak istendiğinde kesin sonuçlara dayanılması ve bunun için de başka ulusların tecrü­belerinden de yararlanılması gerektiğidir. Rasûlullah (s.a.) bu şekildeki beyanıyla, vahye dayalı olmayan, bilim ve tecrübe alanına giren böylesi bir konuda, yetkililerin re'sen karar vermemeleri, konuyu daha geniş bir düzlem içerisinde ele almaları ve hatta insanlığa malolmuş tarihî tecrü­belerden yararlanmaları gerektiğini ifade etmiş olmaktadır ve hadis bu yönüyle bizim için önemli bir değer taşımaktadır. [465]

 

4. Rasûlullah (s.a.), ile "karım siyah bir çocuk doğurdu, ben de onun benden olmadığını söyledim" diyen adam arasında şöyle bir konuşma geçer:

Rasûlullah (s.a.): -Senin develerin var mıdır?

Adam: -Evet.

Rasûlullah (s.a.): -Renkleri ne?

Adam: -Kızıl.

Rasûlullah (s.a.): --Peki içlerinde boz olanı da var mı?

Adam: -Evet, içlerinde bir boz olanı var.

Rasûlullah (s.a.): -Peki acaba o boz olanı nereden geldi dersin!

Adam: -Ya Rasûlallah! Soyundan bir damara çekmiştir.

Rasûlullah (s.a.): -Belki bu da bir damara çekmiştir.

Rasûlullah (s.a.), bu karşılıklı konuşmadan sonra adamın çocuğu reddetmesine izin vermemiştir.[466]

Bu olayda Rasûlullah (s.a.), "Hayır, ben bir peygamber olarak söy­lüyorum o senin çocuğundur" şeklinde bir beyânda bulunmak yerine, adamın anlayacağı dilden konuşmuş, kendi tecrübesine dayalı olarak - sonuca ulaştırıcı önermeyi hem de karşısındakine söylettirerek- ikna edici bir yol tutmuştur. [467]

 

5. Rasûlullah'm (s.a.) bir liân uygulaması sonrası eşleri ayırdıktan sonra, "Kadını takip edin, eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa adamın yalan söylediğini, şu şu eşkalde bir çocuk doğurursa kadının yalancı olduğunu düşünüyorum" buyurması da, yine kendi tecrübesine dayalı bir ifade olmaktadır. Ancak o, bu tecrübesini hükme mesned olarak kul­lanmamıştır. [468]

 

6. Müslim, "Rasûlullah'm (s.a.) şer'an söylediklerine uymanın va­cip olması; kendi reyi olarak dünya işlerine ait söylediklerine uymanın gerekmemesi babı" altında şu hadislere yer verir:

Mûsâ b. Talha'nm babası anlatır: Rasûlullah (s.a.) ile birlikte hur­ma ağaçlarının tepelerinde bulunan bir topluluğun yanına uğradık da, "Bunlar ne yapıyorlar?" diye sordu. "Onu aşılıyorlar. Erkeğin çiçeğini di-şininkine koyuyorlar, böylelikle aşılanıyor" dediler. Bunun üzerine Rasû­lullah (s.a.): "Bunun bir fayda vereceğini zannetmiyorum" buyurdu. O topluluk bunu haber alarak aşılama işlemini bıraktılar.

Sonra Rasûlullah (s.a.) bunu haber aldı ve: "Bu onlara fayda veri­yorsa yapsınlar. Çünkü ben sadece bir zanda bulundum. Zandan dolayı beni muaheze etmeyin. Ancak ben size Allah'tan gelen bir şeyden bahsedersem onu hemen alın. Çünkü ben Yüce Allah adına asla yalan söyleyecek değilim" buyurdu.[469]

Müteakip hadiste o sene hurmaların iyi mahsul vermediği, mey­velerin döküldüğü ya da azaldığı belirtilir. Bunu kendisine hatırlattık­larında şöyle buyurduğu ifade edilir: "Ben sadece bir beşerim. Size dininizle ilgili bir şey emredersem, onu alın. Kendi görüşümden bir şey emredersem, ben de nihayet bir beşerim. [470]

Bir sonraki hadiste de Rasûlullah'm (s.a.), "Siz kendi dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz" dediği ifade edilmektedir. [471]

Bu olayda Rasûlullah (s.a.), vahiy alan ve içinde "yanılmazlık ve hatadan berî olma vasfını" saklı bulunduran peygamber özelliği ile değil de, fânî bir kul, yanılabilen, unutabilen bir insan olma özelliği[472] ile karşımızda bulunmaktadır.

Bu olayda Rasûlullah (s.a.), kendi tecrübesince aşı işleminin bir de yapılmamasını denemelerini istemişti. Ekin ve ziraati olmayan Mek­ke'de doğup büyüdüğü için[473] bu konudaki tecrübesi yeterli değildi; bu yüzden de sonuç vermedi. Bu olayın arkasından "işlerin ekline veril­mesi" gibi önemli bir ilkeyi vazetmiş olması, sanıyoruz bu olayın da bizim için önemli bir yeri olduğunun ifadesidir.

Rasûlullah (s.a.), önemli konularda isabetli karar verebilmek üzere, -Medine'de yapıları ilk nüfus sayımında[474] olduğu gibi- yerine göre istatistik! verilere dayanmış, aklını devreye sokarak tedbiri hiçbir zaman elden bırakmamış, tevekkül anlayışını sağlam temeller üzerine oturtmuş ve ileriye yönelik plân ve projeler yaparak hattı hareketini ona göre ayarlamıştır. [475]

Sonuç olarak diyebiliriz ki, verdiğimiz bu örnekler, Rasûlullah'm (s.a.) kendi aklına ve bilgi birikimine, kişisel tecrübesine dayalı olarak bazı tasarruflarda bulunduğunu göstermektedir. Örneklerde de görül­düğü gibi, bu tür hadislerin bizzat kendi muhtevaları bizim için bağ­layıcı bir özellik arzetmemekdir. Çünkü vahye dayalı değildir. Nü­büvvetin genel amaçlarını gerçekleştirmek doğrultusunda gelmemiştir. Bununla birlikte, taşıdığı tali delâletler, içerdiği hikmet parıltıları ve bunlar üzerine bina edilen bazı ilkeler bizim için son derece değerlidir. Bu gibi konularda aklın ve tecrübenin ön plâna çıkarılması,[476] mevcut birikimle yetinmenin gerekmediği, hep ileriye doğru gitmenin gerektiği, bunun için de yeni yeni tecrübelere girişmenin ve bu arada eskilerin sınanmasının, başka ulusların tecrübelerinden, bütün insanlığa mal olmuş deneyimlerden yararlanmanın gerektiği... gibi çok değerli so­nuçları bu tür hadislerden çıkarmamız, onun rehberliğinin her alanda bizim için -su kadar hava kadar- vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunu ortaya koyar. [477]

 

ive-Fizik Çevrenin Değerlendirilmesi:

 

Rasûlullah (s.a.), belli bir coğrafyada, belirli iklim şartlarında ya­şamış olması hasebiyle içinde bulunduğu şartları tabiî olarak değerlen­dirmiş ve bazı tasarruflarını bunun sonucu elde ettiği veriler üzerine bina etmiştir. Keza olaylar cereyan ederken, içinde bulunulan şartları ve ortamı dikkatten uzak tutmamıştır. [478]

 

Örnekler:

 

1. Rasûlullah'm (s.a.) narh koymaya yanaşmaması:

Pazar statüsünün belirlenmesinde, serbesti ya da müdahaleci yak­laşımların ortaya çıkmasında en etkin unsur çevre faktörüdür, [479]is­lâm'ın merkezi olan coğrafî bölge -Mekke-Medine- her türlü müda­haleden tamamen uzak, fiyatların tabiî şartları içerisinde belirleneceği bir pazarı gerekli kılıyordu. Zira halkın geçimi büyük ölçüde -Ilâf sûresinde de atıfta bulunulduğu gibi[480] kış ve yaz olmak üzere dü­zenlenen ticarî seferlerle temin ediliyordu. Üretimin yeterli olmadığı bu bölgeye ithalatı teşvik edici bir pazar anlayışı şarttı. Zoraki belirlenecek fiyatlar, ticaret mallarının bu pazarlardan kaçması anlamına gelirdi ve sonunda insanlar büyük sıkıntı çekerlerdi.

işte bu şartlar karşısında Rasûlullah'm (s.a.) öngördüğü fiyat sistemi, her türlü tekelci müdahalelerin Önlendiği serbest bir ortamda, karşılıklı tarafların rızası ile belirlenmesi şeklindedir. Bu yüzden - talebe rağmen- narh koymaktan kaçınmıştır[481] ve buna gerekçe olarak Allah'ın huzuruna hiçbir kimsenin kanına ve malına zulmetmek sizin ulaşmak arzusunu göstermiştir. [482]

Fukaha, daha sonra cebir ve müdahaleciği gerekli kılan toplumsal hayatta görülen düzensizleşme ve soysuzlaşmayı[483]gerekçe göstererek narha cevaz vermiş[484] ve bu zamanla bir sistem olarak yerleşmiştir. [485]

 

2.Rasûlullah'm (s.a.) hicret konusunda bedevi-şehirli ayırımı: Rasûlullah (s.a.) fizik çevreyi dikkate almak suretiyle hicreti iki kısımda mütalaa etmiştir:

i. Bedevinin hicreti.

ii. Şehirde oturanın hicreti. [486]

Bedevinin hicreti cihada çağrıldığında icabet etmesi şeklindedir. Bu kadarı onun hicret hükümlerinden yararlanması için yeterlidir Oysa ki şehirde oturan behemehal Medine'ye göç edecek ve oluşturulmak istenen İslâm devletinin fiilî gücüne katkıda bulunacaktır.[487]

 

3. Rasûlullah'm (s.a.) Muhassab'da konaklaması: Rasûlullah'm (s.a.) hac sonrası Mekke'den ayrılıp Medine'ye dönü­leceği zaman Ebtah'a (Muhassab) inmiş olması ve orada konaklaması yine bu kabilden sayılabilir. Çünkü burası mekan olarak Medine'ye dönecek olan sahabenin toplanmasına elverişli bir yerdir ve Rasûlullah (s.a.) da bunu değerlendirmiştir. O, yüzden de Hz. Âişe (r.a.) ve Ibn Abbâs (r.a.) gibi sahabîler, burada konaklamanın haccın sünnetlerinden olmadığım bildirmişlerdir. Konu ile ilgili Hz. Âişe'nin (r.a.) sözü şöyledir: "Muhassab (hacla ilgili) bir sünnet değildir. O yalnızca Rasûlullah'm  (s.a.) yola çıkmak daha kolay olsun diye konakladığı bir yerdir.[488]

 

4. Rasûlullah'm (s.a.) hayvanların verdiği zararın tazmini konu­sundaki hükmü:

Berâ b. Âzib'in devesi, bir adamın bahçesine girer ve zarar verir. Rasûlullah (s.a.) bu olay üzerine, bahçe sahiplerinin gündüz boyu, hayvan sahiplerinin de gece boyu mallarına sahip olmaları gerektiğine; dolayısıyla hayvanlar şayet gündüz vakti zarar verecek olurlarsa, sahip­lerinin zararı tazmin etmeyeceğine, gece zarar vermeleri halinde ise verilen zararı karşılamak zorunda olacaklarına hükmeder. [489]

Kanaatimiz, Rasûlullah'm (s.a.) bu hükmünde Medine şartlarını dikkate aldığı şeklindedir.

Hayvanların gündüz boyu müseyyep (başıboş) halde yayılması, zi-raatin geliştiği alanlarda mümkün değildir. Çöl şartlarının hakim ol­duğu, sulama imkânlarının çok kıt olduğu dolayasıyla büyük ölçüde hayvancılıkla geçimin temin edildiği bir yerde bahçe sahiplerinin gündüz boyu bahçelerine sahip olmaları, hayvan sahiplerinin de gündüz boyu hayvanlarını seyipleyip, akşam onları toplamaları çok tabiîdir.

Bu noktadan hareketle Rasûlullah'm (s.a.) bu hükmünden bizim çıkaracağımız sonuç, hüküm verilirken ortamın değerlendirilmesi gereği olacaktır; yoksa hükmün bizzat kendisinin hiç de benzer olmayan yöre­lere taşınmasına imkân yoktur.[490]

 

5. Rasûlullah'm (s.a.) ev iktisadı hakkındaki öğüdü: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Yanlarında hurma olan bir ev halkı aç kalmaz.[491]

"İçinde hurma olmayan ev halkı açtır. [492]

Hadislerin, özellikle hurma için değil de ucuz ve bol olan yiyecek maddelerinin evden eksik edilmemesi konusunda olduğu açıktır.

"Ev iktisadının en önemli unsurlarından biri, pazarda ucuzca bu­lunabilen mebzul gıda maddelerini evden eksik etmemektir" diyen Dihlevî, hadiste geçen hurmanın Medine için söz konusu olduğunu meselâ kendileri için ise (Hindistan) havuç gibi mebzul olan yiyeceklerin aynı hükümde olduğunu söyler. [493]

Bizde ise ev halkının aç kalmamasını sağlayacak en ucuz ve bol olan gıda maddesi herhalde ekmektir. Bu tamamen yöreden yöreye, iklime göre değişken bir şeydir.[494]

 

6. Rasûlullah'm (s.aj abdest bozma âdabı hakkındaki hadisi: Rasûlullah (s.a.)3 abdest bozma âdabından olmak üzere ashabına,

kıbleye karşı önlerini ya da arkalarını dönmemelerini emrettikten sonra, nasıl davranacaklarını kolayca göstermek için, "Doğuya ya da batıya dönün. [495] buyurmuştur.

Bu hadis belli ki Medine'nin coğrafî yeri ile ilgilidir. [496] Eğer Öyle olmayacak olsa meselâ Mekke ile aynı parelelde olan ülke ve şehirlerde bulunan insanların[497] hacet esnasında doğuya ya da batıya dönmeleri halinde tam kıbleye karşı önlerini ya da arkalarını dönmüş olacakları aşikârdır. [498]

 

7.  Rasûlullah'm (s.a.) şarabın üzüm ve hurma ağacından olduğunu söylemesi:

Rasûlullah'm (s.a.), "Şarap, şu iki ağaçtandır; hurma ve üzüm[499] hadisinin de hasr için olmadığını, [500] aynı şekilde coğrafî şartların değer­lendirilmesi sonucu söylenmiş olduğunu düşünüyoruz. Zira şarabın (içki) buğday, arpa ve bal gibi başka şeylerden de yapıldığını Rasûlullah (s.a.) da bilmektedir.[501]

Buna rağmen özel olarak bu iki şeyi zikretmiş olması içinde yaşa­dıkları muhitte genelde içkinin bu iki ağaçtan yapılmış olmasından kay­naklanmıştır. [502]

 

8. Rasûlullah'm (s.a.) ayak ayağın üstüne atılması hakkındaki ha­disi:

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur;

"Biriniz sırt üstü uzanıp da ayak ayak üstüne atmasın!. [503]

Dihlevî bu hadisi şöyle yorumlar:

Eskiden insanlar izâr kuşanırlardı. İzâr giyildiğinde, ayaklardan birinin diğerinin üstüne atılması halinde, muhtemelen avret yeri açılır. Şayet alttan don giyiyorsa, yahut avret yerinin açılması endişesi bulun­muyorsa, o takdirde böyle bir istirahat şeklinde bir sakınca yoktur. [504]

Hadisteki yasak, "Allah Teâlâ, mahlukâtı yaratınca sırt üzeri uzandı ve ayaklarını birbiri üstüne attı ve sonra: 'Başka hiç bir kimse böyle yapmamalı!' buyurdu[505] şeklinde yahudî inancı doğrultusunda bir rivayet ileri sürülerek daha anlamlı (!) bir şekilde de izah edilebilirdi.

Hâşâ Yüce Allah'ın dinlenmeye ihtiyaç duyduğu[506] ve kendine mahsus bir oturuş şekline sahip olduğu şeklindeki nitelemelerin bizim ulûhiyyet anlayışımızla bağdaşmayacağına inanıyoruz. Sahabenin hem Rasûîullah'ı (s.a.), hem de Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer'i (r.a.) bu şe­kilde (istükâ) otururken gördüklerini söylemeleri[507] de, bizim bu inan­cımızı doğrulamaktadır.

Biz Yüce Allah'ın dünyayı ve dünya nimetlerini insan için yarat­tığını ve yaşantısında -edebe riayet şartıyla- nasıl dinlenebiliyorsa, o şekilde dinlenebileceğine inanıyor; din adına hiç bir kimsenin insanları dünyada iken cehenneme sokma gibi bir çaba içerisine girmelerini onay­lamıyoruz.

Öbür taraftan zorlaştırıcı ve aşırıhkçı din anlayışının inkarcı karşı aşırı uçları doğurmuş olduğunu ve doğuracağını düşünüyoruz. [508]

 

9.  Rasûlullah'ın (s.a.) izin isteme şekli:

Dihlevî, Rasûlullah'ın (s.a.), izin istemek üzere bir kimsenin evinin kapısına geldiği zaman yüzü doğru kapıyı karşısına almayıp, kapının sağ ya da sol tarafına yanaştığını ve, "es-Selâmu aleykum, esSelâmu aleykum!" demekte olduğunu[509] izah ederken de bunun ortamın gereği olduğuna dikkat çeker. Zira o zamanlar, evlerin kapılarında perde (si­per) yoktur. [510] Şimdi bizler, sesli selâm yerine kapıya vurarak yahut varsa zile ba­sarak izin istiyoruz ve bununla sünnete uyduğumuza inanıyoruz. Kapı­nın açılışı sırasında yüzümüzü sağa ya da sola döndürmek ise günümüz için de geçerlidir.[511]

 

10.  Rasûlullah (s.a.) zamanında hediyelerin mahiyeti:

Ebû Yusuf, Rasûlullah'ın (s.a.), "Bir kimseye bir şey hediye edildiği zaman, yanındakiler o hediyeye ortaktırlar[512] şeklinde bir hadisi ol­duğunu söyleyenlere şöyle demişti: O, o günkü şartlar içinde öyleydi, çünkü o zamanki hediyeler keşk, hurma kuru üzüm, süt gibi şeylerdi; şimdiki gördüğünüz şeyler gibi değildi. [513]

 

11. Rasûlullah'ın (s.a.) mikat yerlerini belirlemesi:

Rasûlullah (s.a.) mikat yerlerini belirlerken o günkü müslümanların meskun bulunduğu mahalleri dikkate almıştı. Irak ise o gün yoktu. [514] Çünkü Basra ve Küfe şehirleri sonra kurulmuştu. Rasûlullah'ın (s.a.) mikat yeri olarak belirlemede coğrafî özellikleri dikkate aldığını gören Hz. Ömer (r.a.), kendi döneminde onlara uygun olacak şekilde Zatu Irk'ı Iraklılar için mikat yeri olarak belirlemişti. [515]

 

12.  Rasûlullah'ın (s.a.) başını Örtmesi:

Rasûlullah'ın (s.a.) başını örtmesi, genelde beyaz renkli elbiseleri tercih etmesi, hiç şüphesiz ki içinde yaşadığı sıcak iklimin bir gereği idi ve asla islâm'ın alâmeti değildi. [516] Nitekim Rasûlullah'ın (s.a.) müca­dele verdiği insanların da benzer giysiler giydiğini biliyoruz.[517]

 

13. Rasûlullah'ın (s.a.) dinî konuları izah ederken coğrafî öğelerden yararlanması:

Rasûlullah (s.a.) bunların dışında dinî konuları izah sadedinde de yine coğrafî özellikler olan gölge boyu, şafak, fecir gibi kavramlardan ya­rarlanmıştır. Mesela Ebû Davud'un rivayet ettiği bir hadis şöyledir:

"Cibril (s.a.) iki defa (yani iki gün) Beyt-i Muazzam'm yanında bana imâm oldu. İlk defasında, zeval vaktinde güneşin verdiği gölge bir ayakkabı (na'leyn) tasması kadar uzadığında bana öğlen, herşeyin göl­gesi birer misli uzadığında ikindi, oruçlu oruç bozduğu vakitte akşam, şafak kaybolduğunda yatsı, oruçluya yemek içmek haram olduğu zaman da sabah namazlarını kıldırdı. Ertesi gün öğlen namazını her şeyin gölgesi bir misli, ikindi namazını iki misli olduğu, akşam na­mazını oruçlu iftar ettiği zamanda, yatsı namazını'gecenin üçtebirine doğru, sabah namazını da ortalık iyice aydınlandığı vakit kıldırdı. Son­ra bana döndü ve, Ya Muhammed, bu senden evvelki Peygamberlerin vaktidir. Namaz vakitleri işte bu ikişer vakit arasındadır' dedi.[518]

Ahmet Naim Efendi bu hadisi izah ederken şöyle diyor:

Bilindiği üzere öğlen vakti ile ikindi vaktinin başlangıçlarını belirlerken, her beldede ve her günde başka olan fey-i zevali (tam zaval vaktinde oluşan gölge) de hesaba dahil edip fey-i zevali müteakiben öğle vakti, fey-i zevale bir şeyin, bir, veya iki misli kadar gölge eklendikten sonra ikindi vakti girer. Bu hadisde ise fey-i zevalden hiç bahis buyu-rulmadığına göre, bu olay senenin en uzun günlerinden birinde olmak lâzım gelir diye hükmedebiliriz.

Mekke-i Mükerreme (21derece 29') kuzey yarımkürede olduğundan Yengeç Dönencesi'nin yaklaşık iki derece güneyine düşer. Binaenaleyh, iki dönence arasındaki memleketlerin tamamında olduğu gibi, orada da senenin iki gününde güneş tam tepe hizasına gelir ve gün ortasında fey-i zeval sıfırdır. Yani şâkülün gölgesi dibinde olur, Mekke-i Mükerreme'de bu Rûmî Mayısın yirmi beşi ile sonu, bir de Rûmî Temmuzun onu ile yir­misi arasında olmak üzere senede iki kere vâki olur. Nitekim Mekke'de güneş Oğlak Dönencesi'ne girdiği gün fey-i zeval bir kamet, yani herşeyin birer misli kadar gölge olur. iki dönence arasında bu miktarlar azalırsa da kuzey ve güneylerinde gittikçe artar. Ve senenin her gününde zeval vaktinde uzun, kısa bir gölge olur. Ve çok kereler zeval vaktindeki gölgeler bile her şeyin bir mislini aşabilir. Fey-i zevalin ayakkabı tas­ması miktarı ile takdir buyrulması doğuya dönmeye başlayan gölgenin en az miktarım beyân içindir ki, gölge cihetinin bu değişmesi zeval anını mütakip vâki olur.

O halde namazların farz olması gününde ayakkabı tasması mik­tarı gölge öğlenin başlangıcı ve tam bir veya iki misli miktarı gölge ikindi vaktinin başlangıcı olabilmek için, bu olayın dediğimiz mevsimde cere­yan etmiş olması gerekir.[519]     

Bu izahtan da anlaşılacağı üzere burada verilen gölge boyu, şafak gibi kavramlar hem mevsimden mevsime, hem de yöreden yöreye deği­şiklik arzeden şeylerdir. Kış mevsimi başkadır, yaz mevsimi başka. Hele kutuplara doğru gidildikçe bu farklılıklar daha da artacaktır.

O zaman şöyle dememiz mümkün olacaktır: Rasûhıllah (s.a.) Cibril'in (s.a.) kendisine öğrettiği vakitleri müminlere anlatmakta ve henüz değişmeyen aynı coğrafî ortamın bazı unsurlarını da birer vesile alarak -gaye değil- kullanmakta ve böylece, zamanın kolaylıkla ölçü-lemediği o dönemde konunun muşahhaslaştırılarak anlaşılmasını sağ­lamak istemektedir. Yoksa kullanılan birimler, İslâm'ın evrensel bo­yutlu zaman ve mekana göre değişmez hükmünü ifade için değildir. Eğer öyle olmasaydı, maksat hüküm (namaz) vesîle hükme (vakit ve vakti belirlemede kullanılan vasıtalar) heba edilmiş olacak, kutup bölgelerine doğru yaklaşıldıkça şafak kaybolmadığı için yatsı namazı kılınma­yacak, [520]  iftardan kısa bir süre sonra imsak vakti başlayacak ve niha­yet kutuplarda insanlar altı ayda sadece beş vakit namaz kılacaklar... ki, ulaşılacak olan bu netice İslâm'ın teşriden gözettiği naak-satlarla asla uyum arz etmeyecektir. [521]

Sonuç olarak, buraya kadar verilen örneklerin, konunun açıklık ka­zanması için yeterli olduğunu düşünüyoruz. Bütün bunlar göstermek­tedir ki, Rasûlullah (s.a.) bir söz buyururken, ya da bir fiil işlerken veya başkalarınca yapılmak üzere bir şeyi emredip, başka bir şeyi yasak­larken ve hatta asıl itibariyle vahye dayalı bulunan bir konunun açık­lamasında bulunurken, içinde bulunmuş olduğu ortamı, coğrafî şartları, iklim özelliklerini dikkate alıyor ve ona göre bir tavır koyuyordu.

Bu nitelikte olan sünneti, arka plânım oluşturan bu tabiî şartları görmeden, ince ince hesaba katmadan değerlendirmeye tabi tutmak bizleri çıkmazlara götürür ve İslâm'ın yaşanan ve her zaman için yaşa­nılabilir olan bir din olma özelliğini, Kutlu İslâm Şeriatı'nm evrenselliğini ortadan kaldırır.

Bütün insanları, tek bir coğrafya şartlarına, belirli bir iklim özel­liklerine uyarlamak, coğrafya ve iklimin dayattığı ayrılıkları bir gerçek olmasına rağmen görmezlikten gelmek esasen mümkün de değildir.[522]

 

ivd-Rasûlullah'ın (s.a.) Arabî Unsurları Değerlendirmesi Ve Bunların Sünnete Yansıması:

 

Rasûlullah (s.a.), hiç şüphesiz yurt ve dil bakımından arabî idi. [523] Kendisine inen Kur'ân da arabî lisanıyla inmişti465. Bir dilin, bün­yesinde, o dili kullanıp geliştiren kavme ait pek çok kültürü, tarihî dene­yimi, ırkî özellikleri, genel telakkileri, inançları, imajları içinde saklı tutması tabiîdir. [524]

Öbür taraftan vahyin evrensel özelliğine rağmen, ilk muhatap ola­rak seçtiği kavmin dili ile gelmesi ve onların anlayabilecekleri bir seviye ve üsluba indirgenmesi gerekmektedir. İmam Şafiî'nin de ifade ettiği gibi, Rasûlullah (s.a.) onlara arabî akılları ölçüsünüde hitap etmiştir. [525]Aksi takdirde anlaşılamayan, ulaşılamayan bir vahyin bir anlamı ol­mazdı.[526]

 

ivda.Arabî Hayat Tarzı Ve Sünnet Telakkisi:

 

Arabî (çöl) hayatta, bir iz sürerek gitmenin Önemi çok büyüktür. Aksi takdirde çöl ortasında yolu şaşırıp helak olup gitmek mukadderdir. Bu itibarla "çiğnenmiş yol" anlamına gelen bir "sünnet[527] olması ve insanların arkasına düşüp emniyetle gideceği bir rehberin bulunması, bu izden saptıracak davranışlara (yani bid'aüara) itibar edilmemesi, [528] amaca ulaşabilmek için önderin izinden ayrılmadan[529] yola devam edilmesi çok önemlidir.

Hem yeni izlere değil eski olanına bakılmalıdır. [530] Mücerred yol haritasının (Kitâb) elde olması yeterli olmayıp, onu iyi anlayan ve kullanmasını iyi bilen kimseye/kimselere ihtiyaç vardır.[531]

Bu işi Rasûlullah'tan (s.a.) sonra en iyi bilenler, belli bir süre onun­la birlikte aynı yolda ilerleyenler ve onlardan sonra da "ashâb-ı sü-nen"dir; zira yol haritasını -uygulamalı olarak- en iyi bilenler onlar olacaktır. [532]

Kur'ân'm beyânı dışında Rasûlullah'ın (s.a.) örnekliği, İslâm'ı haya­ta geçirmesi, onu bir yaşam biçimi haline getirmesi ve inananlara da kendisini takip etmelerini, gittiği yoldan ayrılmamalarını emir ve telkin etmesi bunun için çok Önemlidir.

Tutulacak yol "mirası üzerinde bulunduğunuz[533] "atanız İbra­him'in yolu, [534]bu yol "müslümanların yolu, yani bizim yolumuz[535] dur. En emin, en güvenilir yol, "En hayırlı yol olan bizim peygamberi­mizin yolu[536]dur. Her şey Allah'ın adıyla başlayıp, Rasûlullah'm (s.a.) yolu (sünneti) üzere[537] gitmelidir. den (sünnet) çıkan, yoldan çıkmış olur, artık o ayrı bir yol tutmuş sayılır[538] ve asla güvencede değildir.

Aynı zamanda arabî geleneğe de sahip olan ashap sünnetin takip edilmesi gereken bir yol olarak yeterli olduğunun[539] ve onun ne denli öneminin farkındaydı ve "eğer onun yolundan çıkarsak sapacağımızı[540] çok iyi biliyordu.

Yol çatallar gibi olduğunda illâ da onun eski ve asıl olan yolundan gidilmeliydi ve başkası Ömer'in yolu da olsa iltifat edilmemeliydi. [541]

 

İvdb. Raşid Helifeleri Sünneti

 

Rasûhıllah (s.a.) yine bu noktadan hareketle, kendisinin hemen arkasında yer alan ilk haleflerinin de aynı şekilde takip edilmesi, onla­rın izleri doğrultusunda yola devam edilmesi gereğini vurgulamıştı. Bu nıeyanda olmak üzere şöyle buyurmuştu;

"Sünnetime ve hidayet üzere olan râşid halifelerin sünnetine yapı­şın; onlara iyice tutunun, onlara azı dişlerinizle sarılın!. [542]

Rasûlullah (s.a.): "Ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Hepsi de ateştedir; biri müstesna" buyurdu. "Onlar kimlerdir? Yâ Rasûlal-lah!" dediklerinde: "Benim, ve ashabımın üzerinde olduğu fırkadır" bu­yurdu. [543]

"Ashabım yıldızlar gibidirler; hangisine uysanız, hidayet bulur­sunuz. [544]

 

İvdc. Arabî Dil Özellikleri Ve Bunun Sünnete Yansıması:

 

Rasûlullah (s.a.), mensup olduğu toplumun dil özelliklerini elbette ki sünnetine yansıtıyordu. [545]Bu meyanda olmak üzere, lâfzı zikredip onunla mecaz, yahut hakikat anlam murad etmesi, [546] âmm bir lâfzı kullanıp, genel bir mâna kastetmesi, bazen âmm bir lâfız kullanıp o-nunla hususîlik kastetmesi[547] ya da aksi, mübalağalı ifadeler kullan­ması... gibi hususları hatırlayabiliriz.

Sayıların kullanılışı ile ilgili olarak îbn Hibbân, "Arap, kendi lü-gatince bir şeyden söz ederken belli bir sayı kullanarak o şeyi ifade eder ve fakat bununla o sayıdan maadasını nefyetmeyi düşünmez" dedikten sonra, bu hususu Rasûlullah'm (s.a.), "Size dört şey emrediyorum: Bi­rincisi Allah'a iman etmek. [548] "İslâm, beş şey üzerine kurulmuştur..." gibi hadislerine tatbik eder ve bu sayıların da Ötesinde emredilen ve islâm'a esas olan şeylerin bulunduğunu söyle.[549]

Mübalağa ifade için "Kayın akraba (el-ham) ölümdür[550] hadisini örnek olarak gösterebiliriz. Ibn Haldun, "Üzerinize başı üzüm gibi siyah habeşli bir köle de getirilse, dinleyin, itaat edin!" hadisinin de devlet başkanlığı ile ilgili alanda delil olarak kullanılmaya elverişli olmadığını, çünkü mübalağa için söylenmiş olduğunu belirtir. [551]"Ebû Cehm'e gelince, değneğini omuzundan indirmez!" [552] hadisi de yine konuyla ilgili bir başka örnektir. [553]

Hendek harbi sırasında Gatafân'ı uzaklaştırmak için Medine hur­ma mahsulünün bir kısmının verilmesi konusunda iki Sa'd ile İstişaresi sırasında, "Vallahi ben bunu, sırf bütün Arapların sizi tek yaydan oka tuttuklarını gördüğüm için yapıyorum[554] buyurması da aynı şekil­dedir.

Kadınlar hakkında, "Sizden biriniz, ömrünün yarısını namaz kıl­madan geçirir" buyurması[555] kişinin, içkiyi dördüncü defa da içmesi halinde öldürülmesini söylemesi, [556] cemaate gelmeyenlerin evlerini baş­larına yakmak istediğini ifade etmesi[557] Hayber seferinde ehlî eşek etinin pişirilmekte olduğu kaplan dökmelerini ve kırmalarını[558] emret­mesi, rukye yoluyla aldıkları ücretin caiz olup olmadığını soran bir grup sahabîye "Bir pay da bana ayırın!" buyurması ve gülmesi[559]gibi ha­dislerle örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Buna göre Rasûhıllah'm (s.a.) sünneti değerlendirilirken, arabî dilin bu hususiyetlerinin dikkate alınması ve maksadı aşan bir sonuca ulaşılmaması gerekir.[560]

 

ivdd. Rasûlullah'm (s.a.) Arabî Bilgi Düzeyini Esas Alması:

 

Rasûlullah (s.a.) -ve hatta Yüce Allah Kur'ân'da- vakıayı kabul­lenmenin, gerçekçi olmanın gereği olarak arabî bilgi düzeyini esas almış, bazı yükümlülüklerin belirlenmesinde "ümmî Arap toplumu"nun bilgi seviyesini dikkate almıştır. O yüzden getirdiği şeriat "ümmî şeriat" olarak adlandırılmaktadır.

Şâtıbî, bu konuda şöyle der:[561]

îlk muhataplar ümmî olduğu için, kutlu islâm şerîatı da ümmîdir. Sâri' Teâlâ'nın şerîatten gözettiği maksatların gerçekleşebilmesi için en uygun yol da budur.

Ümmetin ve Peygamberinin (s.a.) ümmîliğine delil olarak, "Ümmî kimseler arasından, kendilerine âyetlerini okuyan, onları arıtan, olara Kitâb'ı ve'hikmeti öğreten bir peygamber gönderen odur. [562] "Allah'a ve okuyup yazması olmayan, haber getiren peygamberine inanın. [563] "Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerd[564] âyetleriyle "Ben ümmî bir ümmete gönderildim. [565] "Biz ümmî bir ümmetiz; hesap kitap bilmeyiz... [566] hadislerini gösterebiliriz.

Abdullah Draz, Şâtıbî'nin yukarıdaki sözüne düştüğü notta şöyle der:

İslâm şeriatının ümmîliğinden maksat, "onun genel felsefesinin kavranması, emir ve yasaklarının anlaşılması ve gereklerinin yaşanıla-bilmesi belli bir ilim tahsili ve ihtisası vb. gerektirmez" demektir. Bunun için ne tabiat ilimleri ne matematik ne felsefe ne de bir başka ilim tah­siline gerek vardır.

Eğer şeriat belli bir ilim, tahsil ve ihtisasa ihtiyaç duyulmadan anlaşılabilecek ve tatbik edilebilecek şekilde gelmişse, işte bu özelliğe şeriatın ümmî oluşu denmektedir. Eğer böyle değilse, o zaman şeriatın, muhataplarca bilinmeyen ve anlaşılmayan bir şekilde inmiş olması gibi bir netice lâzım gelecektir. Bu ise şeriatın özüne, onun konuluş şekline aykırıdır. Şeriatın mutlaka muhatapların anlayabileceği bir şekilde olması gerekir, ilk muhataplar olan Araplar ümmî idiler. Öyle ise onlara indirilen şeriat da ümmî olacaktı.

Eğer Rasûlullah (s.a.), islâm'ın anlaşılması ve yaşanılması için ümmî düzeyi esas almayıp belli bir ilim tahsili ya da ihtisas gerek­tirecek bir seviyeyi esas alsaydı o takdirde islâm'ın evrensellik arzet-mesi mümkün olmayacak, getirdiği emir ve yasaklar hem Arap, hem de Arap olmayan diğer unsurların büyük çoğunluğu tarafından anlaşılama-yacak ve tatbik edilemeyecekti.

Bu noktadan hareketle hem itikadı hem de amelî mükellefiyetlerin, ümmî bir insanın kavrayabileceği bir düzeyde olması gerekir ki, mükellef onun hükmü altına girebilsin ve sorumlu tutulabilsin.[567]

Rasûlullah (s.a.) işte bu mülâhazalarla bir hadislerinde, "Biz ümmî bir ümmetiz; hesap kitap bilmeyiz. Ay böyledir, böyledir ve böyledir"[568] buyurmuş ve ayların -o günün şartlarına göre imkânsız ya da çok zor olan hesap ile değil de- rü'yetle takip edilmesi araç hük­münü getirmiştir. Keza namaz vakitlerini de gölge boyu gibi herhangi bir tahsili, uzmanlaşmayı gerekli kılmayan belirtilere bağlamıştır.

Kanaatimizce şeriatın ümmîliği, hükümlerde gözetilecek en alt sınır anlamına gelmektedir. Yani şeriat ilâ nihâye ümmî kalacak demek değildir; aksine ümmî başlayan şeriat zaman içinde kurumlaşacak, in­sanlar arasında ihtisaslaşma ve işbölümü artacak, buna bağlı olarak da yükümlülükleri belirlemede kullanılan araçların medeniyetin değiş­mesine parelel olarak -kolaylık ve genellik ilkelerine bağlı kalmak şartıyla- değişebilecektir.

Bu anlayışın en canlı şahidi, okumâ-yazma ve hesap bilmediklerini söyleyen Rasûlullah'ın (s.a.), islâm'ın daha ilk yıllarından itibaren oku­ma ve yazmaya önem vermesi, bunun yaygınlaştırılması için gerekli önlemleri alması şeklinde müşahade ettiğimiz tavrıdır.

Bu itibarla Rasûlullah'ın (s.a.) "ümmî Arabi" ortamı dikkate alarak koymuş olduğu araç hükümlerin[569]geliştirilerek değiştirilmesi zaten Rasûlullah'ın (s.a.) bir sünneti olmaktadır.[570]

 

ivde.Rasûlullah'ın (s.a.) Arafoî Genel Telakkilere Katılması:

 

Rasûlullah (s.a.) vahyin düzenleme alanına girmeyen konuda içinde yaşadığı toplumun genel telakkilerine katılmış, sünnetinde onları da yansıtmıştır.[571]

Dihlevî, şeriatların farklı şekillerde gelmesini izah sadedinde şöyle der:

Meselâ bir yerde fil ve benzeri korkunç görünümlü hayvanlar olsa, o memleket ahalisinde cin çarpması, şeytan korkutması gibi şeyler hep bu korkunç hayvanların suretine bürünen görüntüler ile gerçekleşecektir. Başka yerde öyle olmaz. Yine meselâ bazı yerlerde, bazı şeylere çok bü­yük değer verilir, yiyecek ve giyeceklerden güzel şeyler bulunur. O yöre halkı, nimet ve meleklerin inişini işte bu suretlerle algılar.

Keza bir Arap, bir şeyi yapmak, ya da bir yola çıkmak üzere iken, "râşid" veya "necîh" gibi bir kelime[572]duyarsa, bu onun için yapmak istediği şeyin güzel olduğuna bir delil olur. Tabiî bu durum, Arap ol­mayan için söz konusu değildir. Sünnette buna dair bazı örnekler mev­cuttur. [573]

 

Örnekler:

 

"Rasûlullah,(s.a.) şöyle buyurmuştur:

"(Elbise) kız çocuğunun sidiğinden dolayı yıkanır; erkek çocuğunun sidiği üzerine ise su dökülür. [574]

Dihlevî bu hadisi şöyle yorumlar:

Bu cahiliye döneminde yer etmiş bir telakki idi. Rasûlullah (s.a.) onu olduğu gibi bırakmıştır. İki sidik arasındaki fark şunlar olabilir:

1.Erkek çocuğunun sidiği dağılır, onun izalesi güç olur. Dolayısıyla onun için hafifletme yoluna gidilmesi uygun olur. Kız çocuğunun sidiği ise bir yerde toplanır; yıkamak suretiyle izalesi kolay olur.

2. Kadınların sidiği erkeklerinkine nisbetle daha ağır (galîz) ve kokuşmuş olur.

3. Erkek çocuklara karşı nefislerde bir istek olur; kız çocuklarına karşı ise nefiste bir isteksizlik bulunur; (kız çocuğunun sidiğini yıkama-dıkça rahat edemez).[575]

Görüldüğü gibi, gerekçenin bu sonuncusu olması halinde hadis, ta­mamen arabî toplumun kız çocuklarına yönelik telakkilerinin yansıtıl­ması şeklindedir.

Burada vahyin istediği şey temizliktir. Temizliğin nasıl ve ne ka­darı ise elbette ki toplumların anlayışlarına, sahip oldukları imkânlara ulaşılan medeniyet düzeyine göre değişiklik arzedecektir. Dün hiç mev­cut bulunmayan temizlik maddelerinin, günümüzde en çok harcamayı gerektiren tüketim maddeleri arasında yer alması bunun böyle olduğunu gösterir.[576]

 

ivdf. Rasûlullah'ın (s.a.) Arabî İmajları Yansıtması:

 

Rasûlullah (s.a.) hadislerinde cennet, hûrî gibi güzellik tasvirle­rinde; cehennem, zebanî gibi kötü ya da korkunç şeylerin tavsifinde Arapların iyilik/güzellik ve kötülük/çirkinlik imajlarından yararlan­mıştır. Bu cümleden olmak üzere cennet, susuz bir hayatla mücadele eden bedevi[577] bir arabm özlemlerinin tatmin olacağı bir evsafta takdim edilmiştir. [578]

Dünya, [579]Münker-Nekir[580] ve Şeytan[581] nitelenirken[582] de Arap-larca en belirgin düşman imajı olan "gök gözlülük" öğesinden yararlanıl­mıştır. [583]Zira Araplarda gök rengi, en kötü ve en uğursuz göz rengidir ve gök gözlülük düşman imajının en belirgin bir vasfıdır. Üstelik onu büyük bir uğursuzluk sayarlardı.[584] Çünkü o dönemde Arapların en azılı düşmanları gök gözlü olan Rumlardı. [585]

Yine bu bağlamda cennet yiyecek ve içecekleri onların bildikleri türlerle açıklanmış, ceviz, badem, armut, elma... gibi acem yemişleri "meyve" kapsamında yer almıştır[586]

Çadır imajından yararlanılmış ve namaz, çadırın direği mesabe­sinde olmak üzere dinin direği olarak takdim edilmiştir.

Demîrî, "uğursuzluğun kadında, evde ve atta olduğu[587] şeklindeki hadisten maksadın, nebevi bir bilgi verme mahiyetinde olmadığını söyler ve hadisin insanların itikatları doğrultusunda varid olduğunu belirtir. [588]

Başka bir örnek:

Arapçası "vezağ" olan ve Türkçe'de -Kayseri bölgesinde- "kertiş (sânı abraş)" denilen bir hayvan vardır. Bu hayvanın kuyruğu kısa ve küt, kertik kertik, rengi gridir. Genellikle taşlık kayalık yerlerde yaşarlar. Taşın başına çıkar ve Üfler gibi yaparlar. Halk arasında şöyle bir inanç vardır. Hz. ibrahim (s.a.), ateşe atıldığı zaman kertiş, ateş üflemiş, kertenkele ise ağızında su getirmiştir. O yüzden kertişi bir vurmada öldüren cennetliktir. Kertenkele ise sevilir; öldürülmez.

Bu telakkî -Câhız'm beyânına göre- aynısıyla Arap toplumunda da mevcuttu. [589]

Rasûlullah (s.a.), işte bu kertişin (sâm abraş) öldürülmesini emret­miş ve onu "fâsık" olarak nitelemiş, onun Hz. İbrahim'in (s.a.) ateşine üflemiş olduğunu[590] belirtmiştir.

Bir hadisinde de aynen şöyle buyurmuştur:

"Her kim bir kertişi (sâm abraş) ilk vuruşta öldürürse, ona şu ve şu kadar sevap vardır. Ve her kim onu ikinci vuruşta öldürürse, birin­ciden aşağı olmak üzere şu kadar sevap vardır. Ve her kim onu üçüncü vuruşta öldürürse, ona da ikinciden aşağı olmak üzere şu kadar sevap vardır.[591]

Kanaatimizce bu hadisler, aslında muzır hayvanların öldürülmesi ilke emrinin, insanların vahye ters düşmeyen genel telakkileri doğrultu­sunda, onların kültürüne de yer verildiği imajım doğuracak şekilde örneklendirilmesinden başka bir şey değildir.

Nitekim Câhız da, bunun halkın sözlü kültürünün bir hikâyesi kabilinden olabileceğini söylemiştir. [592]

Rasûlullah (s.a.), bu hayvanın Hz. İbrahim'in (s.a.) ateşine üflenıiş olduğunu ifade ederek muzırlığına dikkat çekmek istemiştir.

Bizim bu hadislerden alacağımız sonuç, insana eza veren muzır ya­ratıkların öldürülmesi, zehirli ot ve ağaçların izalesi gibi müslümanların genel yararına olan şeylerin yapılması gereğidir.

Hadisin ulaşmak istediği nihâî amacı budur- Yoksa gerçekten öyle olup olmadığı değildir.[593]

 

ivdg. Rasûlullah'ın (s.a.) Folklor Kabilinden Olan Şeylere Katılması:

 

Rasûlullah'm (s.a.); folklor kabilinden olup, kavminin anlatageldik-leri şeyleri zikrettiği de olurdu. Ümmü Zer' hadisi, Hurâfa hadisi[594] böyledir.[595]

Zeyd b. Sabit'in, huzuruna giren ve kendilerine Rasûlullah'm (s.a.) hadislerinden anlatmasını isteyen kimselere söylediği şu sözü bu temayı işlemektedir:

"Ben onun komşusu iliîm. Kendisine vahiy geldiği zaman beni çağirtırdı ve bende inen vahyi, onun için yazardım. Biz dünya işleri ko­nuştuğumuzda, o da bizimle birlikte konuşurdu. Biz âhiret işleri konuş­tuğumuzda, o da bizimle birlikte konuşurdu. Biz, yiyeceklerden bahsettiğimizde, o da bizimle bahsederdi. Şimdi bütün bunları size anlatayım mı.[596]

Buradaki istifham, inkârîdir; yani, bütün bunları size anlatmaya hem imkânım hem de gerek yok demektir.

Batleyvsî de şöyle der: Rasûlullah, (s.a.) meclisinde hikâye tarzında çeşitli haberler anlatır, emretmeyi ya da yasaklamayı murad etmediği yahut da dininde bir esâs kılmayı düşünmediği şeyler söylerdi. Bu onun fiilinde ve sözünde malum ve meşhur bir durumdu. [597]

 

ivdh. Rasûlullah'm (s.a.) Cahiliye Devri Ata Sözleri Ve Hikmetlerini Kullanması:

 

Rasûlullah (s.a.) cahiliye devri ata sözleri ve hikmetlerini de -top­lumunun bir ferdi olarak- elbette kendi konuşmalarında yansıtmıştı.

Toplumun akıl ve ahlâk seviyesini gösteren atasözleri cemiyetin her tabakasında görünür. Cahiliye atasözleri, îslam devri atasözleri ile ka­rışmıştır. Bir atasözünü ilk olarak söyleyen kimseyi bilmemiz ve onu ortaya çıkaran tarihi hadiseyi tespit etmemiz mümkün değildir. Bunlar araştırma yapmağı gerektirmeyecek kadar kısa, kolay ve ibretli söz­lerdir; araştırma mahsulü delilli ve isbatlı şeyler değildir. [598]

"Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et! [599] gibi baaı atasözlerinin, Rasûlullah (s.a.) tarafından da kullanılması ve bunların hadis şeklini alması inkâr edilemez.[600]

 

ivdi.Rasûlullah'm (s.a.) Yiyecek Ve İçeceklerde Arabî Kabulleri Dikkate Alışı:

 

Yüce Allah, yiyecek ve içeceklerin belirlenmesi konusunda Rasû­lullah'm (s.a.) İşlevini beyân sadedinde şöyle buyurur:

"O peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz olan şeyleri helâl, pis ve iğrenç olan şeyleri haram kı­lar. [601]

- Burada soru, neyin temiz ve hoş, neyin de pis ve iğrenç sayıla­cağıdır. Kanaatimizce Rasûlullah (s.a.) bu konuda büyük ölçüde arabî maşerî vicdanın sesine kulak vermiştir. Bunun sonucu olarak meselâ keler[602] ve çekirge temiz kabul edilmiş[603] ve Rasûlullah (s.a.) zamanında ve onun bilgisi dahilinde yenilmiştir. Çünkü Araplar bunları temiz kabul ederler ve afiyetle yerlerdi. [604]Hayber günü eşeklerin yenilmesini yasaklamış[605] fakat atların yenilmesine izin vermiştir. [606]

 

ivdj. Rasûlullah'ın (s.a.) Evlilik Hukukunda Arap Örf-Âdetini Dikkate Alması:

 

Arapların ne kadar örflerine bağlı olduğu bilinir. [607]

Araplar, kendi kendini evlendiren kadına "zinakâr" gözüyle bakarlardı.[608] Rasûlullah (s.a.) bu olguyu dikkate alarak, "velisiz kıyılan nikâhın bâtıl olduğunu[609] söylemiştir. [610]

 

ivdk.RasûluIlah'ın (s.a.) Tıpla İlgili Hadisleri   (Tıbbu'n-Nebevî):

 

Rasûlullah (s.a.), Muhammed Hamidullah'm ifadesiyle[611] esaslı suret-te tıbbî malumata vâkıf bulunuyordu. [612]Bununla birlikte o, tıp alanıyla ilgili olmak üzere ileri sürdüğü tedavi yöntem ve usullerini[613]o zaman-da Arap ulusunda mevcut bulunan bilgi ve tecrübe birikimine bina et-miştir. [614]

Tabiî bu genellemeden, konuyla ilgili tedavi olmanın gerektiğini bildirmesi, içki ile tedaviyi yasaklaması, işlerin ehline tevdi edilmesi... gibi ilkeler[615] hariçtir.

Bu konuda Şâtıbî şöyle der:

Araplar, ilk tabiblerden kalma yoluyla ve öncekilerin ortaya koy­dukları tabîat ilimleri üzerine kurulu haliyle değil de, kendî ümmî tec­rübelerinden elde ettikleri bazı tıbbî bilgilere sahip bulunuyorlardı. Şe-rîatta da bu doğrultuda atıflar gelmiş; ancak öyle detaylı değil, derli toplu ve sadra şifa verici, az olmakla birlikte çok büyük netice beklene­cek vaziyette temas edilmiştir. [616] Bu meyanda Yüce Allah: 'Yiyiniz, içi­niz, israf etmeyiniz![617] buyurmuştur. Hadislerde de, bazı dertlere karşı bir takım ilaçların tarifi yapılmış, tıb olarak geçerliliği kabul edilen şeyler arasında bâtıl olanlar ise iptal edilmiştir. Mesela şarapla teda­vi[618] şer'an caiz olmayan unsurları içeren rukye (okuma, efsun) ile teda­vi bunlardandır. [619]

Dolayısıyla Rasûlullah'ın (s.a.) önerdiği tıbbî yöntemlerin, zamanla istenilen faydayı vermediği ve hatta yanlış olduğu ortaya çıkarsa, bu Rasûlullah'ın (s.a.) peygamberliğini sorgulamayı gerektirmez, sadece o devrin bilgi birikiminin yetersiz ya da yanlışlığını ortaya koyar.

Kaldı ki Rasûlullah (s.a.), Ibn Haldun'un da dediği gibi bize taba­beti öğretmek için de gelmemiş, dinî hükümleri öğretmek için gelmiş­tir[620] Bu itibarla tıpla ilgili açıklamalarının "vahye dayalı bir din" olma değeri bulunmamakta, uyulması gerekli farzı özellik taşımamaktadır.

Bununla birlikte onun tıbbî öğütlerine taberrük niyetiyle uyulur, tam bir imanla bağlanılır ise, bunun büyük faydası görülür. Ancak bu fayda fizik tedavi anlamında olmayıp, imanın sihirli gücünün etkisi (psikolojik fayda) şeklindedir ve bu husus tecrübî olarak da sabittir[621] imanın ne kadar büyük bir güç kaynağı olduğu herkesçe bilinir.[622]

 

ivdl. Rasûlullah'ın (s.a.) Hadislerinde, Arabî Kozmolojiye Atıfta Bulunması:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) gerek günlük konuşmalarında, gerek beyânla­rında ve hatta gerekse Allah'ı teşbih makamında ifadeler kullanırken, o zamanki insanlar arasında mevcut bulunan telakki doğrultusunda "dünyanın düzlüğü, güneşin onun etrafında döndüğü..." vb. düşünceleri içinde saklayan sözler kullanmasını[623] da aynı şekilde bu kısmın ör­neklerinden sayıyoruz.

İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.), Ümeyye b. Ebî's-Salt'ın, şiirinde geçen iki beyti tasdik etmesi bu kısma örnek olabilir:

"(Yüce kudretin emriyle arşın kürsüsünü, dört varlık tutar ayakta,

Bir ayağında adam ve öküz, diğerinde kartal ve pusuda aslan".

Rasûlullah (s,a.), bunu işitince, "Doğru söylemiş" demiştir.

"Güneş, doğar her gecenin sonunda, kırmızı olarak, gül rengini alarak,

Kaçınır, kendiliğinden doğmak istemez bize, zorlanır buna, kırbaçlanır yoksa".

Rasûlullah (s.a.), buna da "Doğru söylemiş" demiştir.[624]

Muhtemelen şiirde sözü edilen unsurlar, Hamele-i Arş ile ilgili vahiy dilinin semboller halinde okunması sonucu -belki daha önceki şeri­atlardan bir kalıntı olarak- arabî kültüre mal olmuş bulunuyordu. Ca-hiliye döneminde insanlar, Arş'ı taşıyan meleklerin dört tane olduğunu zannederlerdi. Biri insan suretindeydi ve bu insanların şefaatçisi idi. İkincisi, öküz suretinde idi ve hayvanların şefaatçisi oluyordu. Üçüncüsü kartal (kerkenez) suretindeydi ve kuşların şefaatçisiydi. Dördüncüsü aslan suretinde idi ve yırtıcı hayvanların şefaatçisi oluyordu.

Rasûlullah (s.a.) da, onları tasdik etti. [625]

 

v. Rasûlullah'ın (s.a.) Re'y Ve İçtihadının Değeri:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) rey ve içtihadının değerinden söz etme, onun içtihadında hata etmesinin söz konusu olup olmadığı, hangi konuda ne kadar korunmuş olduğunun bilinmesine bağlıdır. Bu itibarla önce bu ko­nulardan kısaca söz etmemiz gerekmektedir:[626]

 

va-Rasûlullah'ın (s.a.) İçtihadında Hata Etme İhtimali:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) içtihadında hata etme ihtimalinin nazarî olarak bulunup bulunmadığı, onun bu alanda dahi masum olup olmadığı konu­suna bağlıdır! Bu itibarla genel olarak peygamberlerin özelde de bizim Peygamberimizin masumluğuna yani korunmuşluğuna kısaca bir bakalım:[627]

 

vaa.Peygamberlerin Korunmuşluğu ('İsmet Sıfatı)

 

Genelde peygamberlerin masum oldukları[628] yani her türlü günah­tan, yalan söylemekten, hata yapmaktan korunmuş oldukları kabul edilir. Ancak konunun mutlak anlamda ifade edilmesine elde bulunan örnekler müsade etmemektedir. Çünkü Kur'ân'da bazı peygamberlere "isyan etti ve haddi aştı[629] gibi ifadeler kullanılmakta, bizzat Rasûlullah'a (s.a.) da "zenb = günah" kelimesi isnad edilmekte[630] bazı ko­nularda uyarıldıkları bilinmektedir.

Bu konuda Mâturîdî Akaidi adlı kitapta şöyle denilmektedir: Peygamber, gerek sözlerinde, gerek fiillerinde kendisini lekeleyecek ve kadru kıymetini düşürecek hatalardan korunmuş (ma'sûm) olur. Eğer kasıt ve iradesi olmaksızın kendisinde bir hata vuku bulacak olursa Yü­ce Allah onu uyarır, kınar; bu konuda peygamberini kendi haline bırak­mak şöyle dursun, onu uyarmayı geciktirmez bile.

İmam Ebû Mansûr el-Mâturîdî, peygamberlerin ismeti ile ilgili ola­rak "îsmet külfeti kaldırmaz" demiştir. Bunun manası şudur: Peygam­berin günahtan korunmuş olması {'ismet) onu tâate zorlamadığı gibi, günah işlemekten de âciz bırakmaz. Ne var ki ismet Allah'ın bir lütfü olup peygamberi hayır yapmaya sevkeder, kötülükten de alıkoyar. Fakat ilâhî imtihanın gerçekleşmesi için onda yine de irâde mevcut­tur. [631]

 

vıab.Peygamberlerin Korunmuşluk Alanı:

 

Gazzâlî, ismet sıfatının gereği olarak Rasûlullah'ın (s.a.) küfre düş­mesi, Yüce Allah'ı bilmemesi, Allah'ın risâletini saklaması, tebliğ ettiği konularda yalan söylemesi, [632] hata etmesi ve yanılgıya düşmesi, tebliğ­de ihmal göstermesi, çağrıda bulunmakla memur olduğu şeriatın tafsilâ­tını bilmemesi gibi "mu'cize" kavramının medlulüne ters düşen davra­nışlardan masum olmasının aklın gereği olduğunu söyler. [633]

Bunlara ilâveten, kendisine indirilmiş olan şeyleri karıştırması, şeytan vesvesesine açık olması, hilâf-ı hakikat beyânda bulunmaya yel­tenmesi... gibi konularda peygamberlerin korunmuşhığu hakkında icmâ bulunm aktadır. [634]Rasûlullah'ın (s.a.): "Allah'ın size emretmiş olduğu her şeyi eksiksiz size emrettim; Allah'ın size yasaklamış olduğu her şeyi de eksiksiz size yasakladım[635] buyurması, keza bizzat Kur'ân'ın da "artık dinin tamama erdirilmiş olduğunu[636]söylemesi de, tebliğe yönelik görevin eksiksiz olarak yerine getirilmiş olduğunu ifade etmektedir.

Gazzâlî, risâletle ilgili olmayan konularda peygamberlerin unutma­larının ya da hata etmelerinin 'ismetle ilgili olmadığını da belirtir. [637]

Ashabın, Rasûlullah'ın (s.a.) bazı davranışları karşısında, o davra­nışının vahiyden mi yoksa kendi re'y ve içtihadından mı kaynaklandığını sormaları, [638] onların Rasûlullah'ın (s.a.) korunmuşluğunun belli bir alanda olduğunun farkında olduklarını gösterir.[639]

 

vb-RasûlullaVın (s.a.) Vahyin Kontrolünde Olduğu:

 

İsmet sıfatının bir uzantısı olarak, Rasûlullah (s.a.) vahyin devamlı kontrolü altında bulunmaktadır. Dolayısıyla onun hatasının düzeltil­meden bırakılmayacağı[640] ve bu uyarının da geciktirilmeden hemen ya­pılacağı[641] bilinmelidir. [642]Bu özelliği ile o, diğer insanlardan ve içtihada ehil olan müctehidlerden ayrılmaktadır.

İbn Teymiyye (728/1327), tebliğ alanı dışında peygamberlerin 'is­metinin, "hata ve günah üzerinde mutlak surette uyarılmadan bırakıl­mama" konusunda olduğunu söyler. [643]

Nasıl ki Rasûlullah (s.a.), sahip olduğu konum gereği, bilgisi dahilinde işlenen herhangi bir davranışa karşı -eğer olumsuzsa- tepkisini göstermek zorunda ise, Rasûlullah'a (s.a.) nisbetle vahiy kurumu da aynı işlevi görüyordu. Yüce Allah, bu kurum aracılığı ile, Peygamberini tashih ya da tasvip ediyordu. Eğer ortada bir tashih yoksa, bunun an­lamı Rasûlullah'ın (s.a.) o davranışının takrir ile karşılandığı yani onay­landığı idi.

Bu itibarla Rasûlullah'ın (s.a.) vahye dayalı olmaksızın yaptığı tashih edilmemiş tüm tasarruflarının, -aynen takrîrî sünnette olduğu gibi- takrîrî vahiy sayılması gerektiğini düşünüyoruz.[644]

 

vba. Kur'ân'ın Rasûlullah'ı (s.a.) Uyarısı Ve Tashihi:

 

Rasûhıllah (s.a.) aynı zamanda bir beşer de olması hasebiyle, onun bütün tasarruflarını toptancı bir anlayışla tenzih etmeye imkân yok­tur. [645]Bu itibarla vahyin tebliği ve beyânı alanı[646] dışında kalan bazı konularda yaptığı ictihâdlarda yamlabilmesi, hata etmesi -veya en azından daha uygun olanı terketmesİ[647] söz konusudur. [648]

işte bu yüzdendir ki Kur'ân, yer yer Rasûlullah'ı (s.a.) uyarmış ve onun davranışlarını tashih etmiştir. Zira Yüce Allah, Peygamberini (s.a.) hiçbir zaman hata üzerinde bırakmaz, gecikmeden hemen uyarır. [649]

 

Örnekler:

 

1.Rasûlullah'ın (s.a.) vahyin korunması endişesinin tashihi: "Cebrail sana Kur'ân okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle. Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştir­mek ve onu sana okutturmak Bize düşer.[650]

 

2.Tebliğde usûl hatasının tashihi:

"Ey Muhammedi Sen hatırlat! Sen sadece hatırlatıcısın. Sen onlara zor kullanıcı değilsin. [651]

"Putperestlerin, 'Ona bir hazine indirilmeli veya yanında bir melek gelmeli değil miydi?' demelerinden senin -ey Muhammedi- kalbin da­ralır ve belki de sana vahyolunanın bir kısmını terkedecek olursun. Sen ancak bir uyarıcısın, Allah her şeye vekildir. [652]

"Ey Muhammedi Seni, sana vahyetitğimizden ayırıp başka bir şeyi Bize karşı uydurman için uğraşırlar. O zaman seni dost edinirler. Sana sebat vermemiş olsaydık, and olsu ki, az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana, hayatın da ölümün de, kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın. [653]

"Yanına kor bir kimse geldi diye (Peygamber) yüzünü asıp çevirdi. Ne bilirsin, belki de o arınacak; yahut öğüt alacaktı da bu öğüt ken­disine fayda verecekti. Ama sen, kendisini öğütten müstağni gören kim­seyi karşına alıp ilgileniyorsun. Onun arınmak istememesinden sana ne? Sen, Allah'tan korkup sana koşarak gelen kimseye aldırmıyorsun. Dikkat et; bu Kur'ân bir öğüttür. Dileyen onu öğüt kabul eder. O, kut­sal kılınmış, yüceltilmiş, arınmış sahifeler üzerindedir. İyi kimseler, saygıdeğer elçilerin eliyle yazılmıştır. [654]

 

3.Vahye ancak Allah'ın (c.c.) dilemesiyle ulaşabileceğini söylemeyi unutmasının tashihi:

"Herhangi bir şey için, Allah'ın dilemesi dışında, 'Ben yarın onu ya­pacağım' deme. Unuttuğun zaman Rabbini an ve şöyle de: 'Umulur ki Rahbim beni doğruya daha yakın olana eriştirir. [655]

 

4.Rasûlullah'ın (s.a.) sonuç alma arzusunun tashihi:

"Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir': [656]

"Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı, öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın? [657].Ey Muhammedi İnanmıyorlar diye nerdeyse kendini mahvedeceksin[658]

 

5-Amcası Ebû Tâlib hakkında tashihi:

"Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek, Peygamber'e ve mü'minlere yaraş­maz".[659]

 

6.Uhud sonrası düşmanlarına lanette bulunması[660] hakkında tashihi:

"Allah'ın onların tevbelerini kabul veya onlara azâb etmesi işiyle senin bir ilişiğin yoktur; çünkü onlar zalimlerdir[661]

Hz. Hamza'ya (r.a.) Uhud savaşında müsle[662] yapılması üzerine, öfkelenmiş ve, 'Vallahi eğer onları birgün elimize geçirirsek, onlara öyle bir müsle yapacağız ki, Arap o zamana kadar hiç öylesini yapmamış olacak" demişti. Bunun üzerine şu âyetler inmişti: [663]

"Eğer ceza vermek isterseniz size yapılanın aynıyla mukabele edin. [664]Sabrederseniz and olsun ki bu, sabredenler için daha iyidir. Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır; onlara üzülme, kur­dukları düzenden de endişe etme!. [665]

 

7.Rasûlullah'm (s.a.) savaş siyasetinin tashihi:

Bedir savaşı sonrası alman esirlere ne yapılması gerektiği konu­sunda Rasûlullah (s.a.) ashabı ile istişare etmiş ve sonunda Hz. Ebû Bekir (r.a.) tarafından ileri sürülen fidye[666] alarak salıverme görüşünü kabul ederek onunla amel etmişti. Hz. Ömer (r.a.) ise, onların öldürül­mesini teklif etmişti. [667] Aşağıdaki âyetler bu olay üzerine inmiştir ve sert bir uyarı niteliği taşımaktadır:

Yeryüzünde savaşırken, düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah ahireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür, hakimdir. Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap erişirdi. [668]

Şu âyet de Tebük seferi hakkında inmişti.

"İsteyen, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın. Allah yolunda malla­rınızla, canlarınızla cihat edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır. Kolay bir kazanç, normal bir yolculuk olsaydı sana uyarlardı, fakat çıkılacak yol onlara uzak geldi, kendilerini helak ederek, 'Gücümüz yetseydi sizinle beraber çıkardık' diye Allah'a yemin edeceklerdir. Allah, onların yalancı olduğunu elbette biliyor. Allah seni affetsin; doğrular sana belli olup, yalancıları bilmeden önce, niçin onlara izin verdin?.[669]

 

8.Münafıklarla ilgili tavrının tashihi: [670]

"Onların ister bağışlanmasını dile, ister dileme, birdir. Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, Al­lah'ı ve peygamberini inkar etmelerinden ötürüdür. Allah fasık toplu­luğu doğru yola eriştirmez... Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma! Çünkü onlar Allah'ı ve peygamberini inkâr ettiler, fâsık olarak Öldüler.[671]

 

9. Zeyneb'le evliliği konusunda uyarılması: [672]

"Allah'ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin kimseye: 'Eşini bırakma, Allah'tan sakın!' diyor, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde sak­lıyordun. İnsanlardan çekmiyordun; oysa Allah'tan çekinmen daha uy­gundu. Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik, ki evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konu­sunda müminlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allah'ın buyruğu yerine gelecektir. [673]

 

10. Eşlerinin arzusu için Allah'ın helâl kıldığı şeyi kendisine haram kılması sebebiyle uyarılması:

"Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine yasak ediyorsun? Allah bağışlayandır, acıyandır. Allah şüphe­siz size, yeminlerinizi keffaretle geri almanızı meşru kılmıştır. Allah sizin dostunuzdur. O, bilendir, hakimdir. [674]Görüldüğü gibi bizzat Kur'ân'da Rasûlullah'ın (s.a.) davranışlarının tashih edildiğinin yer alması, Rasûlullah'ın (s.a.) içtihadında hata ede­bileceği ihtimalini ortaya koyar.

Kur'ân'da yer alan bu tashihlerin dışında, vahy-i gayri metluvv tarafından da Rasûlullah'ın (s.a.) bazı görüşlerinin tashih edildiğini gösteren örnekler bulunmaktadır.

Müşriklerin çocuklarının önce babaları hükmünde olduğunu beyân etmesi, sonra ise onların cennette olduklarını söylemesi[675] ilk önceleri kelerin, meshe uğramış yahudüer olabileceğini söylemesi sonra bu görü­şünden vahyin uyarısıyla vazgeçmesi, [676] bir yahudî kadının kabir azabı hakkındaki sözünün yahudi fitnesi olduğunu söylemesi, arkasından kendisine vahiy gelerek görüşünü tashih etmesi ve Rasûlullah'ın (s.a.) bu doğrultuda beyânda bulunması ve artık dualarında kabir azabından da Allah'a sığınır olması[677] bu kabilden örnekler olmaktadır.[678]

 

vıbb.Vahyin Tashihine Rağmen Eski Hükmün İbkâsı:

 

Bazı rivayetlerde yargı konusunda Rasûlullah'ın (s.a.) bir hükümde bulunduğu, arkasından Kur'ân'ın onun hükmünden farklı bir hüküm ge­tirdiği, bu durumda Rasûlullah'ın (s.a.) bundan böyle Kur'ân'ın hükmü­nü uyguladığı ve fakat daha önceki hükmünü bozmadığı belirtilmek­tedir. [679]Nitekim benzeri tavrın yani, aynı konuda daha önceki hüküm­den farklı bir hükümde bulunma halinde önceki hükmü iptal etmeme yaklaşımının daha sonra ashap tarafından da sürdürüldüğü ifade edil­mektedir. [680]

Bu rivayetlerin yargı alanına ait bulunan ve vahyin düzenleme alanına girmeyen konularla ilgili olduğunu düşünüyoruz. Yargıda verilen hükmün, dinin özüne, adalet, hak hukuk anlayışına ters düşmeyen sa­dece terk-i evlâ yahut en üstünü alma kabilinden sayılabilecek ictihâd değişiklikleriyle değiştirilmiş olması, adalete güveni sarsar ve hiçbir da­vanın son şeklini alamaması gibi bir sonucu gündeme getirir. Bu itibarla bu rivayetleri vahyin ilgi alanı olmayan konulara, içtihada dayalı hükümlere hasretmemiz gerektiğini düşünüyoruz.

Kaldı ki Rasûlullah (s.a.) -bilindiği gibi - zıhârla ilgili olarak vahiy gelmeden önce bir beyânda bulunmuştu. [681] Vahiy geldikten sonra beyânında ısrar etmeyip, inen hükmü uygulamıştı. Liânla ilgili olarak da bazı rivayetlere göre önce Hilâl b. Ümeyye'ye, 'Ta dört şahit ya da sırtına had!" şeklinde cevap vermiş, fakat arkasından inen âyete göre hükmetmişti. [682]

Bu da gösteriyor ki, bu konuda da bir alan belirlemesi vardır ve vahyin ibtidâen düzenlemeye gitmesi gereken alanlarda tashih edilen hata üzerinde devam etmeye imkân verilmezken, hassların değerlen­dirilmesi, olayın hukukî yerine oturtulması alanında gerekli şartlar bulunduktan sonra varılmış olunan bir hüküm, daha sonra hatalı olduğu ortaya çıksa bile, ibkâ edilecektir.[683]

 

vi. Değerlendirme:

 

Buraya kadar verilen örnekler ve yapılan izahlardan da anlaşı­lacağı üzere Rasûlullah (s.a.) için söz konusu edilen hataların, dinin özü ve esasıyla ilgili olmadığı, kutlu İslâm şeriatının beyânına yönelik bu­lunmadığı, dinin hayata geçirilmesi demek olan uygulama esnasında, ortamın değerlendirilmesi, gelişmelerin dikkate alınması ve amaca ulaş-tırıcı süreci hızlandırıcı belli bir siyaset izlenmesi noktasında ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.

Burada yapılan hatalar ile -ki bunlar terki evlâ cinsinden olan şeylerdi[684] ictihâd faaliyetinin yürütülmesinden amaçlanan ve fiilen de elde edilen fayda karşılaştırıldığı zaman, birer alıştırma olması hase­biyle bu gibi hataların zaten gerekli de olduğu ve hiçbir zaman elde edilen "vahyin ışığında kendi kendine yol alabilme" beceri ve meleke­sine nisbetle, düşülen hataların bir anlam ifade etmeyeceği, vahyin kontrolünün ise bu tecrübeyi destekleyici ve cesaretlendirici olduğu görülecektir.

Bunun tek şartı bu faaliyetin vahyin özüne yönelik olmaması ve onu ortadan kaldırıcı mahiyet almamasıdır. Bu şarta uyulduğu sürece dinin hayata geçirilmesi için zaten zarurî olan bu faaliyetin teşvik edildiği, hata etmeden korkuimaması gerektiğinin vurgulandığı görülür.[685]

 

via. Bütün Sünnetin "Takrîrî Vahiy" Oluşu:

 

Yukarıda Rasûlullah'ın (s.a.) tashihine dair verdiğimiz Kur'ânî ör­nekler bize, onun içtihadında hata edebildiğini göstermesi yanında bundan daha fazla ve daha da önemli bir başka şey daha verir: O da şudur: Onun vahiy tarafından tashih edilmemiş olan bütün tasarrufları -Rasûlullah'ın (s.a.) hangi özelliğine atfedilirse edilsin- vahyin onayından geçmiş ve doğrulanmıştır. Böylece Kur'ân'da örneklerini verdi­ğimiz durumların dışında kalan bütün sünnet, hangi türden olursa olsun en alt düzeyde "takrîrî vahiy" ya da Hanefî ulemasının dedikleri gibi "bâtını vahiy[686] niteliğine sahiptir.[687]

 

vib.Rasûlullah'ın (s.a.) Sünnetinin Vahye Dayalı Olup Olmadığım Ayırmanın Faydası;

 

Burada bir soru akla gelebirir? O da şudur: Madem ki sünnet sonuç itibariyle hepsi vahiydir, ya da vahiy hükmündedir; o zaman Rasûlul­lah'ın (s.a.) tasarruflarını uzun boylu bu tür ayırımlara tabi tutmanın ne gereği ve anlamı vardır?

Rasûlullah'ın (s.a.) içtihada dayalı tasarruflarının ortaya konul­ması, bunların kaynaklarına ulaşılması, bunların Rasûlullah (s.a.) tara­fından nasıl değerlendirildiğinin belirlenmesi elbette ki bizim için çok önemlidir. Çünkü bu bize, vahyin insanlığın içtihadına bıraktığı alanda nasıl icrayı faaliyette bulunacağımızın bir örneğini teşkil eder ve bize bunun gerekli ilke, usûl ve esaslarım verir.

Burada vahyin onayladığı şeylerin doğru olması ile, aynı şeyin ev­rensel ilâhî hakikat olması arasını ayırmak zorundayız.

Kaldı ki Kur'ân'da yer alan yazılı vahiyde dahi bu gibi zaman mekan unsurlarının yani tarihselliğin -az da olsa- çoğu kez örnekleme mahiyetinde[688] imajlara ve genel telakkilere katılma, dil özelliklerini yansıtma şeklinde olmak üzere bulunduğunu biliyoruz. [689]Bu itibarla Rasûlullah'ın (s.a.) vahiy tarafından onaylanmış olan sünneti, tümüyle kendi tabiî ortamında ve özel şartları içerisinde doğrudur, yerindedir ve her zaman için ideal bir örnektir. Yoksa, farklı ortamlara da olduğu gibi taşınması gerekli evrensel mahiyetli serî hükümler değildir; aksine serî hükümlere kaynak olacak özellikte peygamberi çözümlerdir.

Burada bir noktayı daha belirtmek gerekmektedir. Mutlak hakikat tektir ve hiçbir zaman ve mekana göre, toplumlara nisbetle değişiklik arzetmez. Fakat bu mutlak hakikatin tezahürü, başka bir ifade ile sosyal gerçekler toplumlara, zaman ve mekan şartlarına göre değişir. Dolayısıyla sosyal alanlarda "doğrunun tekliği" gibi bir zorunluluğun ve buna bağlı olarak da zorluğun bulunmadığı, bir yere kadar insaniliğin ve ona bağlı olarak da izafîliğin esas olduğu unutulmamalıdır.

Bir konuda pek çok birbirinden farklı ictihâdî çözümlerin buluna­bilmesi ve bunlarla amel eden her insanın yükümlülüğünü yerine getir­miş, kulluk görevini hakkıyla ifa etmiş sayılması[690] bu anlayışın sonucu olmaktadır. Görülüyor ki insanlar sadece kendi vüsatleri doğrultusunda kullukta bulunmakla yükümlüdürler, [691]Allah'a götüren vasıtaların ise çok olduğu bilinmektedir.

Dolayısıyla Rasûlullah'ın (s.a.) vahye dayalı olarak ortaya koyduğu tebliğ ve beyân tasarrufları dışında, meselâ yukarıda örneklerini arze-ttiğimiz türden ictihâdî tasarruflarının -vahyin takriri sonucunda- doğru olduğunun sabit olması, içtihada dayalı o tasarrufunun aynı za­manda evrensel ilâhî bir hakikat mahiyetini almasıni gerekli kılmaz.

Zaten Rasûlullah'ın (s.a.) bu tür ictihâdları belirli esasların uygu­lanması, nassların belirli şartlar, özel konumlar muvacehesinde yorum-lanması, yahut da tamamen akıl ve tecrübenin ilgi alanına bırakılmış olan hususlarla ilgilidir.

Bir esasın değişik/çeşitli şekillerde uygulanması, bir nassın farklı şekillerde yorumlanması tabiîdir ve burada belirleyici olan zaman me­kan unsuru, şartlar ve meseleye olan farklı bakış açısıdır. Aynı şeye farklı açılardan bakanların, farklı görüntü elde etmeleri tabiîdir ve bu durumda elde edilen sonuç hiçbir kimse için yanlış değildir. Yanlış olan tek şey, elde edilen sonuçtan başka farklı sonuçların da olmayacağını id­dia etmek, kendi sahip olduğumuz doğruyu teke indirgemek, başka doğ­ruların da olmayacağını savunmaktır.

Bu itibarla evrensellik arzetmek zorunda olan bir nassın ideal tatbikinin her zaman ve mekan için tek olduğunu söylemek yanlıştır. Rasûlullah'ın (s.a.) bu tür ictihâdî çözümleri doğru ve isabetli çözüm­lerdir; ancak yegane çözümden ibaret de değildir.

Rasûlullah'ın (s.a.) bu tür ictihâdî sünnetinin diğer beşerî çözüm­lerden ayrıca farkı da bulunmaktadır, o da hatasızlığı kesin bilinen örnek olmasıdır. Diğer beşerî ictihâdî çözümlerde ise -her ne kadar gereği ile amel edildiği zaman yükümlülük düşmekte ise de- isabet etmişliğin bir garantisi yoktur; o yüzden de onların -ictihâdî sünnetin aksine- herhangi bir kaynak değeri yoktur.[692]

 

D) RASÛLULLAH'IN (s.a.) TEŞRÎDE BİR SİYASET İZLEYİŞİ

 

1-Rasûlullah'ın (s.a.) İzlediği Teşrî Siyaseti:

 

"Siyaset", îbn Akîl'in de dediği gibi, "insanları hayra ulaştırıp, fe­sattan uzaklaştırmak için takip edilen en kestirme yoldur.[693]

Rasûhıllah (s.a.), bir peygamber olarak bir din getirmiş, bunun e-saslarını, kurumlarını, ahlâk anlayışını yerleştirmeye çalışmış, yeni bir "insan" ve "ümmet" tipi oluşturmak için bütün güç ve gayretini ortaya koymuştur.

O bu amacına ulaşmak için hemen her alanda bir siyaset izle­miştir. [694] İzlediği bu siyaset çoğu kez Kur'ânî vahiyle de desteklenmiş­tir. Daha doğrusu, ilkelerini vahyin belirlediği teşrî siyasetine parelel olarak Rasûlullah (s.a.) da uygulamada kendine has bir yol izlemiş ve bunda başarılı da olmuştur.

Şimdi onun izlediği siyasetin anahatlarmı arzedeceğiz:[695]

 

2-Rasûlullah'ın (s.a.) Dinî Alanda Takip Ettiği Siyaset:

 

Rasûlullah (s.a.) tebliğ etmekle memur olduğu dinin esaslarının yerleşmesi için belli bir siyaset izlemiştir. İzlediği bu siyasetin sonucun­da onun normal ölçülerde beklenenin üstünde başarı elde ettiği müslü-man olmayan bilim adamları tarafından da teslim edilmektedir. [696]

Şimdi örneklerle konunun açıklık kazanmasına çalışalım:[697]

 

1. Tevhidin yerleştirilmesi için alınan ilave önlemler:

Rasûlullah (s.a.) tevhidi yerleştirmek ve cahiliye dönemi bâtıl inançlarını söküp atmak için, sedd-i zerîa kabilinden küfrü, şirki çağrış­tıracak, eski inançlara değer atfedecek birçok davranışı yasaklamıştır.

Örnekler:

Ümmü Atiyye anlatır: "Ey Peygamber! Sana mü'min kadınlar gelerek Allah'a şirk koşmayacaklarına... ve sana âsî olmayacaklarına dair söz verirlerse, onlarla bey'at akdet![698] âyeti inince, Rasûlullah'm (s.a.) kadınlardan aldığı bey'at sözünde niyâha[699] da vardı. Ben: "Ya Rasûlallah! Yalnız falan oğulları ailesine yapılacak niyâha müstesna. Çünkü onlar cahiliye döneminde benim niyâhama iştirak etmişlerdi. Dolayısıyla benim de onların niyahasına katılmam gerekir; değil mi?" dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) "Peki falan oğullarına yapılacak niyâha müstesna olsun!" buyurdu. [700]

Kanaatimiz, bu hadisin tevlıid inancının iyice yerleştirilmesine yö­nelik ilave önlemlerden biri olduğudur. Eğer niyâha gerçekten Allah Teâlâ tarafından adı konularak belirlenmiş bir haram olsaydı, Rasû­lullah'm (s.a.) böylesi hassas bir konuda belli bir şahsa istisna getirmesi mümkün olmazdı.

Öbür taraftan şunu da bilmekteyiz: Uhud şehidlerine Ensar ka­dınları ağlamışlar, Rasûlullah (s.a.), şehid Hz. Hamza'mn (r.a.) evindeki sessizlik karşısında duygulanmış ve gözleri yaşarmıştı. Durumu kav­rayan Ensar'dan Sa'd b. Muâz (r.a.) ve Üseyd b. Hudayr (r.a.), Ensâr ka­dınlarını Hz. Hamza'mn evine göndermişler ve onlar da Rasûlullah'm (s.a.) amcası arkasından ağlamışlardı. Rasûlullah (s.a.) da bundan memnun olmuştu. [701]

Bir başka Örnek, 'Yılanları öldürün! Kim onların öc almasından korkarak, onları terkederse benden değildir[702] hadisidir.

Araplarda, bir yılan öldürülürse, onun eşinin öc alacağı inancı var­dı. Rasûlullah (s.a.) bu bâtıl inancı yıkmak için, aslında muzır hayvan­ların öldürülmesi[703] ilkesinin bir gereği olan yılanların öldürülmesi em­rini, [704]böyle bir üslup içerisinde vermiştir. îlk zamanlarda kabir ziyaretini yasaklamış olması, sonra bizzat kendi beyanıyla buna izin vermesi,[705] yasağın gerekçesinin İslâm aka­idini iyice yerleştirmek olduğunu gösterir:

Osman Keskioğlu, ilk devirlerde resim yasağının da bu kabilden o-lacağı kanaatindedir. [706]

 

2.Dinin dil ve merkezinin seçimi:

Şüphesiz Yüce Allah, "risâletini nereye koyacağını en iyi bilen­di. [707] Seçtiği yer evrensellik iddiasında bulunacak bir mesaj için en uygun bir yerdi. [708]Seçilen kişi de büyük bir özenle seçilmişti. [709]

Bu seçimde "Arap" ulusunun da ayrı bir yeri vardı. Onlar, -potan­siyel olarak[710] oluşturulacak "hayırlı ümmet"in nüvesini teşkil edi­yordu.[711]

 

3.Kıble seçimi:

Rasûlullah (s.a.) işin ilk başında inananları inanmayanlardan ke­sin olarak ayırmak gerektiğini düşünüyordu. Bunun için asıl dînî merkez Mekke olmakla birlikte, geçici bir süre için inananların namaz kılarken Kudüs'e[712] doğru kıbleye yönelmelerini istemişti.[713] Medine mescidinin kıblesi de Kudüs yönüne, doğru yapılmıştı. [714]

Bu konuda Dihlevî şöyle der:

RasûluUah (s.a.) Medine'ye gelince, gayretini Evs ve Hazrec[715] kabi-leleriyle müttefikleri yahudilerin arasını kaynaştırmaya yöneltti. Kendi­sine destek verenler, insanlar için çıkarılmış olan ümmet onlardı. Mudar ve tabileri, Rasûlullah'ın (s.a.) en azılı düşmanları halini almışlar, ona insanların en uzağı olmuşlardı. Bu durumu değerlendiren RasûluUah (s.a.) ictihâdda bulundu ve Beyt-i Makdis'i kıble edinmeye hükmetti.

Zira şeriatlarda kurbetler[716] belirlenirken, peygamberin gönderil­miş olduğu kavmin, ona destek veren ve bütün insanlara karşı şahit tu­tulan ümmetin içinde bulunduğu halin dikkate alınması bir asıldır.

Rasûlullah'ın (s.a.) bu özelliği taşıyan ümmeti, o anda Evs ve Haz-rec'ti. Bunlar, yahudilere ait bilgileri kabule son derece yatkındılar. Nite­kim bu hususu İbn Abbâs, "Tarlanıza nasıl isterseniz öyle gelin! [717] âyetinin tefsiri esnasında şu sözleriyle ifade etmektedir: "Bu kabile En-sar'dandı ve onlar putataparlardı. Onların yanında yahudiler de vardı. Onlar ehl-i kitaptı. Sözü edilen kabile, yahudileri ilimce kendilerinden üstün görürlerdi. Dolayısıyla pekçok konuda onların yaptıklarına uyar­lardı. [718]

Sonra şeriatların, hak din üzere olan milletlerin bilgi ve uygula­malarına -bir tahrif olmamış, aşırılığa kaçılmamış ise- uygun düş­mesi de bir başka ilkedir. [719]

Rasûlullah'ın (s.a.), tebliğ ve takip ettiği siyasette, Evs ve Hazrec'in içinde bulundukları bu psikolojiyi takdir etmesi tabiîdir.

Bunun ötesinde Mekke devrinde kendisine en yüksek düzeyde medh ü senalar taşıyan Kur'ân âyetlerine sahip bulunan[720] Rasûlullah (s.a.), Medine yahudileriyle çok iyi ilişkiler içinde olmayı siyasetinin bir parçası edinmişti. Medine'ye varışının ilk aylarından itibaren, yahudiler tarafından kendisinin bir Allah Elçisi olarak kabul edilip tanınması için çaba harcamış, onlara yakınlık göstermiştir[721]Hicri birinci yılda Hay-ber yahudilerine gönderdiği tebliğ mektubunun muhtevası[722] bu siyase­tin açık izlerini taşır. Hatta o kadar ki, vahiy olmayan konularda onla­rın şeriatlarından yararlanır, dahası saç tarama gibi dış görünüşünde onlara benzemeye çalışırdı. [723] îbn Abbâs'ın (r.a.) şu sözü bu konuda açıktır:

Ehl-i kitap saçlarım salar, müşrikler ise ortadan ayırırlardı. Ra­sûlullah (s.a.), emrolunmadığı konularda Ehl-i kitaba uygun düşmekten hoşlanırdı. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.) saçlarını alnına doğru salardı; sonra ise ortadan ayırdı. [724]

Ancak çok geçmeden bu siyasetin beklenen faydayı vermeyeceği, on­ların kolay kolay müslüman olmayacağı görüldü. Bunun üzerine Rasû­lullah (s.a.) yahudilere karşı siyasetini değiştirdi. Bir taraftan Bedir zaferi ile müslümanlar artık Medine'deki yerlerini sağlamlaştırmışlardı. Öbür taraftan beklenmedik olaylar yahudilere karşı sürdürülmek iste­nen siyaseti giderek sertleştirdi.

Rasûlullah (s.a.) artık onlara benzeme şöyle dursun, ashabına he­men her konuda onlara muhalefet etmelerini[725] tembihledi ve böylece kendi öz kişiliklerinin oluşmasını amaçladı. [726]

Ortaya çıkan ihanetleri sebebiyle, kimisini sürdü[727] kimisini de öl­dürttü. [728] Kendisi henüz hayatta iken, islâm'ın siyasî başkenti bulunan Medine yahudilerden arındırılmış bulunuyordu.

Yüce Allah, bu işin asıl sahiplerinin îsmailoğulları olacağını Peygamberinin kalbine ilka etmiş ve gözünü İslâm'ın ebedî dinî merkezi olan Mekke'ye çevirmişti. Artık Rasûlullah (s.a.) kıblenin Mekke olma­sını arzuluyordu ve bu doğrultuda bir vahiy beklentisi haline girmişti. Sonunda beklediği oldu ve inanların kıble olarak Mekke'ye yönelmeleri emrolundu.[729]

Bilindiği gibi Rasûlullah (s.a.) Ismailoğulları şeriatının kalıntıları üzerinde bulunan ümmîler içerisinde peygamber olarak gönderilmişti. Ka'be, bütün Araplarca Allah'ın nişanelerinden sayılıyor; büyük küçük, uzak yakın herkes ona büyük saygı gösteriyordu. İbadet esnasında ona doğru yönelmek, bir sünnet olarak Öteden beri yaygın bir şekilde devam ediyordu. Bu durumda, ilk etapta Araplara yönelik bir tebliğde Ka'be dı­şında bîr kıble arayışı, -hele izlenen geçici siyasetin sonuç vermeyeceği de anlaşıldıktan sonra- anlamsızdı.

Aslında "Nereye yönelirseniz, Allah'ın yüzü (zâtı) oradadır"[730] âyeti fahvasmca kıble, din için aslî bir unsur değildi. [731]Zaruret halinde kıb­leye dönülmeksizin kılınan namazın caiz olması bunu gösterir. Ancak kıbleye yönelmenin, "Senin yöneldiğin yönü, Peygambere uyanları caya-caklardan ayırmak için kıble yaptık" âyetinde[732] de açıkça ifade edil­diği üzere, "kimlik belirleme"de çok önemli bir işlevi bulunmaktadır ve bu özellik yerleşmiş olan bu haliyle kıyamete kadar devam edecektir. Yani eğer başka unsurlar islâm'a girrecek olurlarsa, eski dinlerinden ayrılıp, bu yeni dine girdiklerinin bir belirtisi olarak İslâm'ın kutlu başkentine (Mekke) yönelecekler ve bu yöneliş onların kimliklerinin en belirgin ve ayırıcı bir vasfı olacaktır. Bu itibarla çok önemlidir.[733]

 

4.Rasûlullah'ın (s.a.) Araplara yönelik siyaseti:

Rasûlullah (s.a.), bu işin Araplarla kaim olacağını anlayınca, on­lara karşı özel bir siyaset izledi. Bu siyasetin en belirgin öğesi, onlara karşı verilen mücadelede gösterilen kararlılıktı.

Rasûlullah (s.a.), getirdiği mesajın bir din olduğunu, dinin ise inanç işi olduğunu ve kalbe zorla, dayatma ile girmeyeceğini elbette biliyordu. Nitekim tebliğ hayatında bu esaslara hep dikkat etmiş, insanların inanmalarım sağlamak için elinden gelen bütüii çabayı göstermişti.

Arapların durumu ise, diğerlerinkinden farklıydı. Çünkü Peygam­ber, kendilerine kendi dilleriyle ve "kendi özlerinden"[734]gelmişti; [735]"bütün şehirlerin anası"[736]olan kendi şehirlerinin halklarından başla­yarak uyarıda bulunmuştu; en yakın akrabadan[737] işe başlamıştı. Hem sonunda iş başarıldığında "bu, Peygamberin ve kavminin ünü"[738] ola­caktı. Hal böyle iken, ev halkından olan bu İnsanların biraz zorlanması gerekiyordu.

Rasûlullah (s.a.), İslâm'ın harimi ismetinde -getirdiği dinin ko­runmasının ön şartı gördüğü için- başka din mensuplarının bulunma­sını istemiyordu. Diğer din sâlikleri Medine'den çıkarılmış, bir kısmı ise kuzeye doğru sürülmüştü. [739]Sıra kendilerine geldikçe bu iş daha da ile­ri götürülecek ve Arap yarımadasında "iki dinin bir arada bulunmasına izin verilmeyecekti. [740] Çünkü "bir beldede iki kıble bulunamazdı[741]. Bunun temini için Rasûlullah'm (s.a.) son vasiyetlerinden biri, İslâm'a mensup olmayan herkesin Arap Yarımadası'ndan çıkarılması şeklin­deydi. [742] Onun bu vasiyeti Hz. Ömer (r.a.) tarafından gerçekleştirilmişti. O, Necrân ve Fedek yahudilerini -kıymet takdiri ile mülklerini almak suretiyle- kuzeye sürmüştü.[743]

Bu bağlamda irtidada yani dinden dönmeye de Ölümle cezalandır­ma müeyyidesi getirilmişti. Bu muhtemelen, yahudiler tarafından sür­dürülen dinden döndürme taktiklerine[744]karşılık alınmış aynı zaman­da siyasî bir tedbir mahiyetinde idi. [745]

Arap müşriklerine gelince, onlardan sadece şu iki şeyden birini seç­melerini istemiş, üçüncü bir seçenek tanımamıştı: Ya îslâm ya da  [746]Oysa ki aynı Peygamber (s.a.), Habeşlilere -kendilerine dokun­madıkça- dokunmamalarını, Türkleri kendi hallerine terketmelerini söylüyordu. [747]

 

5.Hicret uygulaması:

Muhammed Hamidullah'm ifadesiyle Rasûlullah (s.a.) daha Mek­ke'de iken 'Devlet içinde devlet" olma siyaseti gütmüştü. Bunun sonucu olarak müslümanlar, dinî, hukukî, iktisadî her türlü dünyevî ihtiyaç­larında Peygamberimize müracaat edeceklerdi. Rasûlullah (s.a.) Mekke site devletinin aslında mü slüm ani arın haklı devleti olduğunu ve onu halihazırda müşriklerin haksız yere işgal etmiş olduklarını düşünü­yordu. [748]

Binbir işkence ve zorluk altında inananların sabrım taşıracak ölçüde suskunlukla[749] geçirilen Mekke döneminde, artık bekleyişler son bulmuş ve fiilî devlete giden bir yol olmak üzere Medine, ""hicret yurdu" olarak belirlenmişti. [750]Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) bütün inanan­ların oraya göç etmelerini emretmiş[751] "Ben, müşrikler arasında otu­ran her müslümandan uzağım. [752] buyurmuş ve Kur'ân vahyinin de desteğinde[753] buna dînî bir mahiyet vermiştir.

Hicret, [754] îslâmın bütün müesseseleriyle hayata geçirilmesi için gerekli görülen devlete giden yoldu. Kurulacak İslâm devleti ile hem îs­lâm iman ve inancı yerleşecek, hem ibadetleri oturacak, hem de hayata yön verilecekti.

Rasûlullah (s.a.), Medine'nin içinde bulunduğu ortamı değerlen­direrek işe başlamıştı. 1/10 oranındaki müslüman azınlığına rağmen Medine'de ilk iş olarak bir "Site Devleti" kurmuş, kendi otoritesini kabul ettirmiş ve bunu yazılı bir anayasaya da bağlamıştı. [755]

Rasûlullah (s.a.) yakın hedef olan site devletinin kurulması amacı ile yetinmeyecek, gerçek İslâm Devletine giden süreci tamamlayacaktı.

İslâm'ın başkenti olan {Ümmu'l-kurâ[756]) Mekke'yi de içine alan, her türlü saldırıdan uzak, İslâm'ın harîmi ismeti sayılacak bir alanın, başka din saliklerinden de tamamen arındırılması gerekiyordu. Bu yüzden savaşa izin verilmiş, [757]Mekke fethinin ardından özellikle ev halkından olan Arap müşrikleri hakkında "Ya İslâm, ya da ölüm!" pa­rolası kabul edilmiş[758]diğer din salİkleri de kuzeye doğru sürülerek  amaç gerçekleştirilmiştir.

Hicret, izlenen Arapların zorla da olsa îslâmlaştırılması siyasetinin önemli bir parçasıdır. Bu bağlamda hicretin rolü çok büyük olmuştur. Bu uygulama asla değiştirme imkânı bulunmayan, evrensel bir vahiy olgusu olmayıp, vahye müstenid sürdürülen, ortamı ve gelişen şartları dikkate almanın bir sonucu uygulamaya konulan, asıl maksada ulaştırıcı ve İslâmlaşma sürecini hızlandırıcı bir araç hükümdür.

Hicret siyaseti, Mekke'nin fethi ile işlevini başarıyla tamamlamış olduğu için, Fetihten sonra artık hicret şartın son verilmiş, onun yerine daha kalıcı ve genel olan "cihâd"[759] ülküsü yerleştirilmiştir. [760]

Kanaatimizce, hicretin fetihten sonra artık son bulması, Rasû-lullah'ın (s.a.) kendi ortamına mahsustur. Zira artık bir anlamı kalma­mıştı. Bu daha sonraki dönemlerde hicrete[761] ihtiyaç duyulmayacağı demek değildir. Zira o günün şartlarında hicreti gerekli kılan aynı ya da benzeri sebepler pekâlâ bugün de, yarın da bulunabilir. Bu gibi du­rumlarda, müslümanlarm önderleri ve ulemâ hicretin lüzumuna kani olurlarsa, bunu bir dinî siyaset haline getirebilirler. Bu durumda müslü­manlarm, bu siyasete uymaları aynı zamanda dinî bir mahiyet de ala­rak gerekli hale gelir. Hicretle ilgili âyetler ve Rasûlullah'm (s.a.) uygu­laması, bize bu imkânı verir.[762]

 

6.Fetih sonrası af siyaseti:

Güdülen hicret siyasetinin fetihle başarıya ermesinin hemen ardın­dan, Arapların İslâmlaştırılması için şimdiye kadar izlenmiş bulunan sert ve kararlı tavır, yerini birden sevdirici, gönül alıcı, olursa ancak bu kadar olur dedirticİ ve müşriklere hiçbir mazeret hakkı bırakmayıcı af ve sevdirme siyasetine dönüşmüştür.                   '

Bunun ilk tezahürü olarak Mekke anveten yani savaş yolu ile fethedildiği halde, daha önce bu tür fethedilen yerlere uygulanan hüküm uygulanmamış ve Mekke halkı esir edilmemiş, mülkleri fethe iştirak eden savaşçılar arasında paylaştırılmamış[763] gönül alıcı savaş bildiri­leri çıkarılmıştır.

Rasûlullah (s.a.) akıbetlerini bekleyen Mekke halkına serbest ol­duklarını belirtmiş[764] ve şöyle demişti: "Ben size ancak kardeşim Yu­suf un sözlerini tekrarlıyorum. Yusuf: 'Bugün sizi azarlamıyorum, Allah kendisi sizi yarlıgasm. Esirgeyen ve yarlıgayan yalnız O'dur[765] demiş­ti".[766]

Hatta kanları heder edilen, görüldükleri yerde öldürülmeleri gere­ken azılı İslâm düşmanlan dahi affedilmişti. [767]

Kur'ân'da yer alan "müellefe-i kulüb[768] uygulamasında da bu si­yasetin izleri açıkça görülmektedir. Bir zamanlar kanlan heder edilenler arasında olan Safvân b. Umeyye, bu siyaset sonucu müslüman olmuş­tur. [769]

 

7.Eski kararlı siyasete tekrar dönülmesi:

Bu siyaset bir süre izlenmiş ve büyük oranda başarılı olmuştur. [770] Ancak bütün bunlara rağmen hâlâ İslâm'a girmeyen Arap müşrikler bulunuyordu. Artık bu işe bir son vermek gerekiyordu. Nihayet beklenen oldu ve aşağıdaki âyetler geldi. Böylece Arap müşriklerinin İslâmlaş­tırılması süreci de tamamlanmış oldu:

"Allah'tan ve peygamberinden, kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır: Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Allah'ı aciz bırakamıyacağınızı, Allah'ın inkarcıları rezil edeceğini bilin.

Allah'ın ve peygamberinin, puta tapanlardan uzak olduğunu, bü­yük hac günü, Allah ve peygamberi insanlara ilân eder. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlı olur, yüz çevirirseniz, bilin ki siz Allah'ı aciz bırakamazsınız. İnkar edenlere can yakıcı azabı müjdele.

Yalnız, andlaşma hükümlerinde size karşı bir eksiklik yapmayan ve aleyhinizde kimseye yardım etmeyen müşriklerle yaptığınız andlaş-maya sonuna kadar riayet edin. Allah sakınanları sever.

Hürmetli aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde Öldürün; onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.

Puta tapanlardan biri sana sığınırsa, onu güvene al; taki Allah'ın sözünü dinlesin. Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur.[771]

Rasûlullah (s.a.) hac emiri olarak Hz. Ebû Bekir'i (r.a.) görevlen­dirmişti. Sonra bu âyetleri tebliğ etmek üzere kendi ailesinden biri olan Hz. Ali'yi (r.a.) bu ilâhî fermanın bütün Arap kabilelerine tebliğ edilmesi için Hz. Ebû Bekir'in arkasından gönderdi. Ertesi yılki hacda yani Ra-sûlullah'ın da katılmış olduğu veda haccmda artık hiçbir müşrik yok­t. [772]

Mekke fethinin arkasından Yarımada'nın îslâmlaştırılması siyase­tinin gereği olarak mevcut direnişlere karşı yapılan sıcak savaşların[773] yanı sıra soğuk savaş siyaseti de izlenmiş ve Rasûlullah (s.a.), düşman elinde bulunan kölelerin gelip de İslâm'a girdiklerini beyân etmeleri halinde hürriyetinlerini elde edeceklerini ilân etmişti. Belâzurî'nin ifa­desine göre bu çağrıya kulak veren kölelerin sayısı sekseni bulmuştur. [774]

Bütün bunların sonunda Araplar tümüyle müslüman olmuş, İslâm, muhkem bir harîmi ismete sahip olmanın güvenine kavuşmuş oldu. Artık sıra çağrının diğer uluslara ulaştırılmasına gelmişti.[775]

 

8.Hilafetin Kureyşliliği siyaseti:

Bu bağlamda Rasûlullah'm (s.a.) "İmamlar, Kureyş'tendir[776] buyurmasını da bu siyasetin bir uzantısı olarak görebiliriz.

Dihlevî, Kureyş'in, dini en iyi bilen kimseler olduğunu söyledikten sonra şöyle der:

Kureyş, Rasûlullah'ın (s.a.) mensup olduğu kavmiydi. Bu itibarla, onların, Hz. Muhammed'in (s.a.) getirdiği dinin yüceltil m esinden başka şeref aramalarını düşünmek imkânsızdır. Bu haliyle onlarda, hem din hem de kavmiyet hamiyeti bir arada bulunuyordu ve şer'î hükümlerin uygulanması ve onlara sımsıkı yapışılması konusunda en liyakatli kimseler olarak onlar gözüküyorlardı.

Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) bu manaya işaret etmiş ve şöyle de­miştir: "Bu iş ancak Kureyş ile olur. Onlar, yurt ve neseb bakımından Arapların en ortasındadır.[777]

Bu izaha göre, "İşi Ehl-i beyt'ten olma şartına bağlamak daha sağ­lama almak olmaz mıydı?" şeklinde mukadder bir soruya da şöyle cevap verir:

Bunun iki sebebi vardır:

i. insanların şüpheye düşüp, "peygamber, diğer hükümdarlar gibi davranıp mülkün ehl-i beytine tahsisini istemiştir" demelerine imkân vermemek.

ii. Halifenin bir kavimden değil de, bir aileden olmasının şart ko­şulması sıkıntı ve zorluklar doğurur. Muhtemelen o ailede, bu sayılan şartları kendisinde bulunduran herhangi bir kimse bulunamayabilir; ama kavim içerisinde olur. [778]

 

9. Medine'nin siyasî merkez seçimi ve kutsal ilan edilmesi: Rasûlullah (s.a.), aynen Hz. ibrahim'in (s.a.) Mekke için yaptığı du­anın bir benzerini[779] Medine için yapmış ve Medine'nin iki taşlığı ara­sındaki alanı kutsal belde (harem) kılmış ve şöyle buyurmuştur:

"Ben Medine'nin iki taşlığı arasını ağacı kesilmememek, avı öldü­rülmemek üzere kutsal belde ilân ediyorum. [780] Başka bir rivayette de şöyle buyurur: "Medine kutsaldır; dolayısıyla orada kim bir bid'at Çıkarır veya bir bid'atçiyi barındırırsa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerinedir. Kıyamet gününde onun ne farzı ne de nafilesi (veya onun ne tevbesi ne de fidyesi) kabul edilmez. [781]

Medine, Mekke'ye rakip bir şehir değil; Mekke'nin fethine giden yoldur. Hicret siyasetiyle müslümanların orada daha kolay bir şekilde toplanabilmesi için, Medine'ye özel bir statü vermek gerekiyordu. Bu yüzden, Medine kutsanmış ve bereketli kılınması için dua edilmişti.

Dinî merkez Mekke'nin fethinden sonra Rasûlullah'ın (s.a.) siyasî merkez olarak eskisi gibi yine Medine'yi tercih etmesi, hem bir vefa örneği oluyordu[782] hem de, Muhammed Hamidullah'm ifadesiyle "din ile siyaseti ayırış tarzına bir misaldi. Böylece Mekke islâm'ın dinî ve ruhanî merkezi olarak kalacak, siyasî merkezler günün şartlarına göre yer değiştiriebilecektir. Fakat her ikisi de aynı kitabın, Kur'ân-ı Kerîm'in kanunlarına tabi olacaktır. Böylelikle kesrette vahdet (çeşitlilik ve farklılıklar içinde birlik: Unity in Diversity) meydana gelecektir. İşte bu, Hz. Muhammed'in (s.a.) öğretiminin kendine has vasıflarından biridir. [783]

Rasûlullah (s.a.), kabrinin de Medine'de olmasını çok arzu ediyor­du[784] ve bu gerçekleşti. Bunun, tevhid inancının bekası ve Kutlu Ka'-be'nin "Beytullah" ismine şaibesiz uygun bir müsemmâ olması açı­sından önemli olduğunu düşünüyoruz.

Siyasetin, dinî alanlara yansımasıyla ilgili örneklerden olmak üzere, hacda "remel" ve "hervele" uygulamasını, [785] islâm'ın gücünü göstermek üzere Ebû Cehl'in devesini, burnunda gümüşten bir halka ile kurbanlık olarak sevketmesini, bu haliyle müşrikleri bir tür çileden çıkartmak istemesini, [786]kamuoyunu yeterli olgunluk gösteremeyecekleri konularda dikkate alma ve kışkırtıcı, fitne uyandırıcı davranışlara girmemesini, [787] tebliğde bir siyaset izleyerek insanları tembelliğe sevkedici müjdeli haberleri herkese söylememesini[788]ilâve edebiliriz.[789]

 

10.Rasûlullah'ın (s.a.) İslâmlaştırma siyasetinde bedevilere karşı tavrı:

Rasûlullah (s.a.) şehirlilerle bedevileri farklı değerlendirmeye tabi tutmuş, özde bir şehir medeniyeti olan İslâm'ın yayılması için, şehirde yaşayan ve müslüman olan herkesin Medine'ye hicret etmesini aynı zamanda dinî bir yükümlülük halinde siyasî bir görev olarak takdim ederken, badiyede (çölde) yaşayan ve yerleşik olmayan insanları bu­nunla yükümlü tutmamış, onlar için sadece çağrıldıkları zaman koşma­ları ve İslâm ordusuna katılmaları şartı ile yetinmiştir.

Bunlar medeniyetten uzak kaba saba insanlardır. Nitekim bizzat Kur'ân onlar hakkında yapılması gereken değerlendirmeyi yapmış bu­lunmaktadır. [790]

Onların bu yapıları dikkate alındığı zaman, onlardan çok şey bek­lemenin de bir anlamı kalmamaktadır. Bu gerçekten hareketle Allah'ı kabul edip birlemek, İslâm'ın olmazsa olmaz türünden olan temel şartlarını kabul etmek onlar için yeterli görülmüştür. [791]Bu temelller üzerine kurulacak olan ihlâs alemli görkemli İslâm binasını bunlardan beklemek o an için fazla iyimserlik olurdu.

Bu gerçeği birçok defa tecrübe ile de yaşayan Rasûlullah (s.a.), Arap Yarımadasının bütünüyle Islâmlaştırılması için onları da ihmal et­miyor, tebliğine onları da katıyordu. Bu meyanda onların ileri sürdükleri şartları -ki bunlardan bazısı şehirliler tarafından ileri sürülse asla kabul edilebilecek gibi değildir- bir yere kadar kabul dahi ediyordu. Bu camiye gelmek istediklerini ancak çarıklarını çıkarmaktan üşendiklerini ileri süren köylülerin -ileride âdabı Öğrenirler ve kendiliklerinden çıka­rırlar siyasetine binaen- çarıklarıyla birlikte camiye alınması gibi bir şey oluyordu.

Şu örnekleri Rasûlullah'ın (s.a.) bu siyasetinin birer tezahürü ola­rak görüyoruz:

i.Rasûlullah'a (s.a.) Sakif heyeti gelmişti. Daha etkili olması için onları mescidde kabul etti. Onlar Hz. Peygamber'e (s.a.); cihâda çağ­rılmamaları, kendilerinden zekat alınmaması, namaz kılmamaları ve üzerlerine kendilerinden başka birinin tayin edilmemesi şartlarını ileri sürdüler. Rasûlullah (s.a.) onlara: "Tamam, cihada çağrılmazsınız, ze­kat vermezsiniz, üzerinize başka biri de tayin edilmez: (Namaz konu­suna gelince olmaz.) Rukûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur!" bu­yurmuştur.[792]

İbn Esîr, bu hadisdeki garîb kelimeleri açıklarken yapılan bazı yo­rumlara yer vermesi yanında şu izahı yapar: Hz. Peygamber (as.) Sa-kîf in o anda İslâm'ı olduğu gibi kabul etmeyeceklerini biliyordu. Onları ısındırmak ve yavaş yavaş tedricî bir şekilde İslâmm tüm ahkâmına ulaştırmak için bu şartlarını kabul etti (gözüktü). [793]

ii,Rasûlullah (s.a.), sadece iki vakit namaz kılmak şartı ile müslüman olmak isteyen kimsenin müslümanlığını da kabul etmişti. [794]

İmam Ahmed ve Ebû Davud'un rivayetlerine göre, beş vakit namaz kılmaya vakti olmadığını söyleyen ve "Bana öyle bir şey emret ki, yap­tığım zaman benim için yeterli olsun!" diyen Fudâle'ye, sabah ve ikindi namazlarına devam etmesini söylemişti. [795]

Allah'ın dinini hiçbir taviz vermeden tam bir kararlılık içinde tebliğ eden Rasûlullah'ın (s.a.), insanların İslâmlaştırılması konusunda şehirli ile bedeviye ayrı muamele etmesi, onlara farklı yükümlülükler getirmesi, akılları ve anlayışları oranında insanları sorumlu tutması, bazı şeylerin olgunlaşmasını, nihâî şeklini almasını zamana bırakması, bir tedrîc[796] siyaseti gütmesi bizce anlamlı olmalıdır.

Tebliğde, kendilerini ona halef görenlerin de aynı tavrı göstermeleri, çalıyı tepesinden sürümeye kalkışmamaları, işi oluru istikametinde ele alarak, varılmak istenen yere kolayca götürmeleri, insanları önce olduğu gibi artüarıyla eksileriyle- kabul edip, onların seviyesine inip nihâî hedefe doğru onları sırtlayarak yukarılara çıkarmaları gerekir.

Tabiî bu zordur; zoru ancak büyük himmet sahibi olan, ün peşinde olmayan, kendisim bu yola adayan kimseler başarabilir. Tarihin her döneminde bu tür insanlara ihtiyaç olmuştur; günümüzde ise Rasû­lullah'ın (s.a.J bu siyasetini izleyecek, İslâm coğrafyasında yaşayan yı­ğınları yemden "hayırlı ümmet" haline getirecek, dünyada denge unsuru olacak "vasat ümmef'i ortaya çıkaracak dava erlerine her zamankinden daha çok ihtiyaç bulunmaktadır.

Ona salât ve selâm olsun![797]

 

11.Rasûlullah'ın (s.a.) haram helâl konusunda siyaseti:

Rasûlullah (s.a.), haramların iyice yerleşmesi için haram helâl konusunda da kendine göre bir siyaset izlemiştir:

Rasûlullah (s.a.) aslında sarhoşluk verici olmayan fakat sarhoş et­meye ramak kalan bazı içecekleri de siyaseten yasaklamıştır. Bunlar "Dubbâ[798] "Müzeffet[799] ve "Nakîr[800] vb. demlen kaplarda tutulan şıralardır. [801]

Rasûlullah (s.a.) bunları önce, sedd-i zerîa ilkesinden hareketle sarhoş edici içkilere katmış ve içilmesini yasaklamıştır. Çünkü bu gibi kaplar, -özellikle Hicaz gibi sıcak iklimlerde[802] içindeki şıranın, ekşimesini ve sarhoş verici hal almasını hızlandırıyordu[803] ve genelde içkiler bu tür kaplarda tutuluyordu.

İçki yasağı gelince, yasağın iyice yerleş eb ilme si için Rasûlullah (s.a.) bu kaplarda şıra tutulmasını dahi yasakladı. Haramlık hükmü iyice yerleşip, nefisler bu yasak hükmüne artık alışınca bu kapların kulla­nılması yasağından dolayı sıkıntıya düşülmesi de söz konusu olunca, Rasûlullah (s.a.) mesele üzerinde tekrar durarak "eşyada asıl olan ibâhadır" prensibinden hareketle aslî   hüküm doğrultusunda onlara bütün kapların kullanılmasını mubah[804] kıldı; bir kayıtla ki asla sar­hoşluk verici bir içki içmeyeceklerdi. Bu konuda o şöyle buyurmuştu:

"Ben size daha önce şıra (nebîz) edinmenizi yasaklamıştım. Şimdi ise şıra edinebilirsiniz. Her sarhoşluk verici nesne haramdır[805]

"Azı sarhoşluk verenin çoğu da haramdır[806]

 

3-RasûluIIah'ın (s.a.) Diğer Alanlarda İzlediği Siyaseti:

 

1.Nüfus siyaseti:

Rasûlullah (s.a.), bu genel siyasetine uygun olmak üzere toplumsal alanda da evliliği ve çok çocukluluğu teşvik eden[807] bir nüfus siyaseti iz­lemiştir. Çok hanımlılığın korunmasında da -diğer teşrî gerekçeleri ya­nında- bu siyasetin etkisi olmalıdır. [808]

 

2.Toplumsal dayanışma siyaseti:

Öbür taraftan hicretin hemen başlarında[809] "kardeşlik" (muâhât) uygulamasını başlatmıştır. Bilindiği üzere Mekkeli müslümanlar yeni hicret yurdu Medine'ye göç etmişlerdi. Mekkeli müslümanlarm zaten çoğu fakirdi, içlerinden zengin olanlar da varlarını yoklarını geride bırakarak Medine'ye yoksul olarak ulaşmışlardı[810]. Ortada büyük bir mesele vardı: Muhacirler nerede barındırılacak, geçimleri nasıl sağ­lanacaktı ?

Rasûlullah (s.a.), tarihte benzeri görülemeyecek bir uygulama başlatmıştı. Buna göre Mekkeli muhacirlerden biri ile Medineli Ensar'dan biri (bir kısmı kur'a ile[811]) kardeş ilan ediliyor, böylece muha­cirlerin barınak ve geçim problemlerine büyük ölçüde bir çözüm geti­riliyordu (Makrizî'ye göre 186 aile).

Bunlar birlikte çalışıyorlar, elde ettikleri kazancı aralarında kar­deşçe paylaşıyorlardı. Bunların kendi aralarında zamanı dahi paylaş­tıkları, bir gün biri işte çalışıp, diğeri Rasûlullah (s.a.) ile birlikte günü geçirdiği, ertesi gün de tersi yapıldığı ve her akşam Rasûlullah (s.a.) ile beraber olanın öğrendiklerini diğerine naklettiği bilinmektedir. [812]Rasûlullah (s.a.), bunları ilk zamanlarda birbirlerine vâris de kıl­mıştı. [813] Bu durum Bedir ganimetleri ele geçirilinceye kadar sürmüş­tü"[814]

RasûluIIah'ın (s.a.), toprak kirasını yasaklamasının sebeblerinden biri de muhtemelen muhacirlere iktisadî yardım ve böylece sosyal alanda onlarla kenetlenme zarureti idi. [815]

Rasûlullah (s.a.), Nadîr Oğulları malları ele geçirildiğinde, mevcut sosyal ve iktisâdı yapıyı gözönünde tutarak, Ensar'a danışmış ve mu­hacirlerin iktisadî açıdan kendi kendilerine yeterli hale gelmelerini, artık Ensar'a daha fazla yük olmamalarını temin için, ele geçirilen malların sadece muhacirler arasında dağıtılmasına karar vermişti.

Rasûlullah (s.a.), böylece izlediği siyasetin sonucunu almış, ulaş­mak istediği yere varmıştı. Bundan böyle, hukukî olarak kardeşlik mü­essesesine de ihtiyaç kalmamıştı. Buna rağmen Ensar, muhacir kardeş­lerinin eskiden olduğu gibi, bundan böyle de kendi evlerinde barına-bîleceklerini ifade etmişlerdi. [816]

 

3.Kurban etlerini üç günden fazla tutma yasağı: Sosyal dayanışmayı sağlamak için -Medine'nin yoksul gezginlerin akınına uğradığı sene- kurban etlerinin üç günden fazla saklanmasını yasaklaması da bu kabildendir.

Bu uygulama kalıcı teşrîî bir özellik arzetmediği için daha sonra benzeri bir ortamdan dolayı aynı şekilde Hz. Ali (r.a.J de yasakla­mıştır.[817]

 

4- Değerlendirme:

Benzer Örnekleri diğer alanlarla ilgili olarak da bulmak müm­kündür. [818] En hassas olan dinî alanda dahi böyle bir siyasetin izlenmiş olduğunun tespiti aslında bizim için yeterlidir.

Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç, Rasûlullah'ın (s.a.) bu ve ben­zeri uygulamalarında, uygulamanın bizatihi kendisine ve içeriğine bak­mak değil, aksine tutulan yola, ortamların nasıl dikkate alındığına, ortamın değişmesine bağlı olarak izlenen siyasetin de nasıl değiştiğine, varılmak istenen hedefe ulaştırıcı nasıl bir seyir izlenmesi gerektiğine, amaca ulaşmak için nasıl bir kararlılık gösterildiğine, yılmadan usan­madan, en ufak fütur göstermeden başarının nasıl göğüslendiğine bak­mak ve bütün bunları günümüzde bizim nasıl yapacağımızı bir mesele olarak ortaya koymak, mevcut şartlar, ortam, yeni gelişmeler vb. muva­cehesinde nasıl sonuca ulaşacağımızın plân ve programım yapmak ve yapılan plânı hayata geçirmek için gerekli her türlü çabayı, sabır ve metaneti göstermek, hiçbir zaman yılmamak, kararlılıktan vazgeçme­mektir.

Bütün bunların yanı sıra insanlara akılları ölçüsünde hitap etmek, yerine göre kararlı fakat yerine göre son derece müsamahakâr olmak, sevdirici ve kolaylaştırıcı olmayı yeğlemek, her aşamada dengeli olmak, cihada en son aracı olan kılıçla işe başlamamak, islâmlaşmada en sağlıklı ve kalıcı yol olan eğitimi cihadın aslî rüknü olarak kabul etmek, Kur'ân ve sünnetin tümünden elde edilen değişmez değerleri elde de­vamlı bir kıstas olarak tutan, vahyin ışığında yol alan, aklını bir araç olarak en üst düzeyde kullanan, öncelikleri olan, imkânlarını bu öncelik­lerine göre değerlendiren, paylaşmasını da yerine göre savaşmasını da bilen, birbirlerine karşı müşfik ve mütevazi, kendisini horlayanlara karşı vakur, güçlü ve kendinden emin mü'minlerden oluşacak "hayırlı ve denge unsuru ümmef'in yeniden ayağa ve atağa kalkması için çalış­mak; sevgili Peygamberimizin (s.a.) açtığı yolda, Allah'a giden yolda onun izinde emin adımlarla ilerlemektir. Bütün yapılacak olan budur.[819]

 

II-BİR İNSAN OLARAKVE AYRICALIKLI ÖZELLİKLERİYLE PEYGAMBER

 

Aslında biz bu bölümde vereceğimiz malumatın bir kısmını şöyle ya da böyle vermiş bulunuyoruz. Yine Rasûlulİah'm (s.a.) bir insan olarak vahiy üstü olmadığına, onun da diğerleri gibi vahyin gereği ile yükümlü bulunduğuna yer yer işaret etmiştik. Bununla birlikte konunun bir plân dahilinde bütünlük arzetmesi için bu bahsi ayrıca açmak gereği duyduk. Maksadımız bu konuda mevcut bulunan rivayetlere sadece atıflarda bu­lunmaktır; yoksa konunun derinlemesine araştırılması gibi bir niyetimiz yoktur.[820]

 

1-Rasûlullah'ın (s.a.) bir insan olarak diğer insanlardan farklı olmayışı:

 

Rasûlullah (s.a.), kırk yaşına kadar sade bir kul hayatı yaşamıştı. O zamana kadar herkes nasıl yapıyorsa o da öyle davranıyordu. Hayvan otlatmasından tutunuz, uluslararası ticarete kadar birçok iş yapmış, ge­çimini temin için çalışmıştı. Evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuştu.

Kırk yaşında peygamberlik göreviyle ortaya çıktığında melekleş-memiş yine insan olarak ortaya çıkmıştı; diğer insanlar gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıp geziniyordu.[821]

Onun da cibillî olarak bazı şeylerden hoşlanmaması, bazı şeyleri sevmesi   insan   olmasının   bir   gereği   idi.   Meselâ   kelerden, [822] sarımsaktan[823] megâfîr[824] kokusundan hoşlanmaması, bazı rivayet­lerin ifade ettiğine göre kabağı[825], tatlıyı, balı, güzel kokuyu[826] sevmesi bu kabil örneklerdendir. Cibillî olarak sevmedikleri şeylerin haramlığı söz konusu olmadığı gibi, sevdiği şeylerin sevilmemesi de Rasûlullah'a (s.a.) muhalefet sayılmaz. Bunlar zaten elde olmayan şeylerdir. Bu iti­barla, "Kabağı sevmem diyenin küfründen korkulacağı[827] gibi sözlerle insanları korkutup ürkütmenin anlamı yoktur. Bu tür çabalar, sözde Rasûlullah (s.a.) sevgisi adına bütün insan mizaçlarını Rasûlullah'ın (s.a.) mizacı içinde toplamaya çalışma, insanların yaratılış farklılıklarını dikkate almama demektir ki fıtrat yasasına aykırıdır. Bendeniz, bu hadislerden şunu anlıyorum: Rasûlullah (s.a.), önüne ne konulursa onu bir nimet olarak görür ve yerdi; yemeğe kusur bulmazdı. "Kuzu kebabı yemedi[828] ise, Kettânî'nin de ifade ettiği gibi[829] takdim edilmediği için yememiştir; "üç gün üst üste arpa ekmeği ile karnını doyurmadı" ise ortam bunu gerektirdiği için Öyle olmuştu. Ashabı aç iken, tok gezen bir peygamber olmak istemediği için öyle yapmıştı[830]Dolayısıyla genel refah düzeyinin yükselmesi sonucu insanlar -israfa kaçmadan- beyaz buğday ekmeği yemeye ve elek kullanmaya başlamışlarsa[831] bu bidat anlamına gelmez; sadece şükrü gerekli kılan bir nimet olur. Allah'ın nimetine de doyum olmaz!

Rasûlullah (s.a.) eşleri arasında adalete son derece dikkat ederdi; buna rağmen "müslümanlar Rasûlullah'ın (s.a.) Hz. Âişe'ye olan (farklı) sevgisini bilirlerdi[832]Çünkü bu cibillî olup, kendi elinde değildi. [833] Elinde olmayan şeyler konusunda sorguya çekilmemesi için dua ettiğini ise bilmekteyiz. [834]

Kendince hoşlandığı dinlenme şekilleri vardı. Sabah namazından sonra sağ tarafı üzerine uzanması ile ilgili rivayetler böyle olmalıdır. Yine kendisine has yolda yürüyüş şekli, yolculuk sırasında bineğe biniş şekli... gibi şeyler bu kabildendi.[835]

Rasûlullah (s.a.) bir insan olarak şaka yapardı[836]. Güzel nağ­meden hoşlanırdı. [837] Diğer insanları rahatsız eden şey onu da rahatsız ederdi, başkalarının kalbini meşgul eden şey onun da kalbini meşgul ederdi. Nite kim namazda iken çocukların ağlamasının kalbini meşgul ettiğini söylemişti. [838]Yeni giydiği nakışlı bir elbise namazda iken kalbini meşgul etmiş ve bu yüzden onu çıkartmıştı. [839]

O da, diğer insanlar gibi heyecanlanıp telaşa kapılabilirdi. Rivayete göre güneş tutulması sırasında telaşından yanlışlıkla hanımına ait bir elbiseyi üzerine geçirmişti. [840]

Rasûlullah (s.a.) da gülerdi, ağlardı; öfkelenir ve kızardı. Ayağına basan birine kızmış, kırbacıyla iteklemiş ve acıttığını söylemişti. [841]

Bu konuda Medâin'de Selmân ile Huzeyfe arasında geçen şu olaya bakalım:

Huzeyfe, Medâin'de idi. Hz. Peygamber'in (s.a.) gazap halinde iken ashabından bazı insanlar için söylemiş olduğu şeyleri zikrederdi. Huzeyfe'den bunu işitenlerden bir grup insan ondan ayrıldılar ve Selmân'a gelerek ona Huzeyfe'nin söylediklerini anlattılar. Selmân: "Huzeyfe kendi söylediğini kendi daha iyi bilir." dedi. Onlar Huzeyfe'ye tekrar döndüler ve ona: "Sözünü Selmân'a anlattık; o ne seni tasdik etti, ne de yalanladı." dediler. Bunun üzerine Huzeyfe, Selmân'a geldi, o bir bostanda idi. Ona: "Ey Selmân! Benim Rasûlullah'tan (s.a.) işittiğim şeyi tasdik etmene engel olan şey nedir?" diye sordu. O: "Şüphesiz Ra­sûlullah (s.a.) kızar ve ashabından bazı insanlar için bir şeyler söyler, hoşnut olur ve hoşnutluk hali içerisinde ashabından bazı kimseler hak­kında bir şeyler söyler. Sen bu yaptığından vazgeçmez misin? Bak bunun sonunda sen, insanlara bazı insanların sevgisini, bazı insanların da buğzunu miras bırakacaksın, ihtilâf ve ayrılıklara neden olacaksın. İyi biliyorum ki Rasûlullah (s.a.) bir defasında hutbe irad etti ve: 'Öfke halinde iken ümmetimden her kime hakaret etmiş veya lanette bu-lunmuşsam, şüphesiz ki ben de Ademoğlundanım; onların kızdığı gibi ben  de  kızarım.  Beni Allah,   âlemlere  ancak  rahmet  olmam  İçin gönderdi. Ve ben onu kıyamet gününde sizin için dua (şefaat) olarak kullanacağım.' buyurdu. Vallahi, ya sen bu tutumundan vazgeçersin, ya da ben durumu Ömer'e yazarım.[842]

Ve nihayet Rasûlullah'm (s.a.) yanıldığı ve unuttuğu da olurdu. Bir defasında namazda yanılması üzerine şöyle buyurmuştu: "Ben de an­cak sizin gibi bir insanım; sizin unuttuğunuz gibi ben de unutu­rum. [843]

Aynı hadiste yer alan sahabînin "Yoksa unuttun mu ya Rasû-lallah!" demesi ve unutma fiilini Rasûlullah'a isnadda bir sakınca görmesi de anlamlıdır.

Zaten bizzat Kur'ân'da da, peygamberlere "unutmak" fiilinin nisbet edildiğini görüyoruz. [844]

Bütün bunların risâlet görevinin tebliği dışında kalan alanlarda ol­duğunu bir kez daha hatırlatalım. Zira peygamberlik görevinin ifası ala­nında peygamberlerin korunmuşluğu ('ismet) söz konusudur. Bu itibarla, Rasûlullah'm (s.a.) bazı âyetleri unutmuş olduğunu ve onları okuyan birisini duyunca hatırladığını ifade eden rivayetleri[845] ihtiyatla karşj-lamak gerekir.

Bir de "unutturulma" vardır. Yüce Allah, bazı hikmetlere binaen peygamberine indirdiği bir takım vahiyleri, o henüz tebliğ etmeden unut-turabileceğini ifade buyurmaktadır. [846] Kadir gecesinin unutturulması böyle olmuştur. [847]Bu türden olan unutturmalar bahsimiz dışındadır.

Bütün bunlardan sonra anlaşılıyor ki Rasûlullah (s.a.) da normal bir insandı. Vahiy karşısında -Peygamber olarak sahip olduğu yetki ve sorumluluk dışında- o da diğer insanlar gibi sorumlu idi. Yükümlülük bakımından kapsam dışı değildi. Nitekim daha önce de bu konuya deği­nilmişti.

Konuyu Rasûlullah'm şu sözleriyle bitirelim:

"Hıristiyanların, Meryem oğlu îsâ'yı övmede haddi aştıkları gibi, siz de beni övme de haddi aşmayın! Bilin ki ben sadece bir kulum. Benim hakkımda 'Allah'ın kulu ve rasûlü' deyini. [848]

 

2-Ayrıcalıklı Yönüyle Peygamber:

 

Bütün bunların yanında Rasûlullah'm (s.a.) ayrıcalıklı yönleri ol­duğunu ifade eden rivayetler de bulunmaktadır. Bunların hangi alan­larda olduğunu sadece başlıklarıyla arzetmek istiyoruz:

Daha önceki peygamberlerin sırf kendi kavimlerine gönderilmiş olduğu, Rasûlullah'm (s.a.) ise bütün insanlara ve cinlere gönderildiği[849] Özel koruluğa sahip olma ayrıcalığı[850] ganimet malları arasından be­ğendiği şeyi kendisine ayırabilmesi (safiyy), humustan kendisine bir pay ayrılması, zevi'l-kurbâ (yakın akraba) hissesi[851] miras bırakmama­sı[852]visal orucuna dayanabilecek güce sahip olması, Rabbinin onu doyurup ve susuzluğunu gidermesi[853]kanının temiz olması[854] gözleri­nin uyuyup kalbinin uyumaması[855] arkasındakileri de önündekiler gibi görmesi kendisine gayb anahtarlarının verildiği iddiası[856] dörtten fazla hanımla evliliğini sürdürmesi[857] mü'min kadınların kendilerini mehirsiz Rasûlullah'a (s.a.) hibe edebilmesi[858] Rasûlullah'm (s.a.)  eşlerinin mü'minlerin anaları kılınması ve Rasûlullah'm (s.a.) arkasın­dan onlarla evlenmenin yasaklanması[859] yine hanımlarının örtünmele­rinin (ihticâb) diğer kadınlardan farklı olması[860]eşleri arasında kasme (sıraya) riayet etmek mecburiyetinde[861] olmaması[862] her sebep ve nesebin kıyamet gününde kesileceği halde Rasûlullah'm (s.a.) sebep ve nesebinin kesilmemesi[863]gibi.[864]

 

3-Değerlendirme:

 

Bu ve benzeri rivayetler, kanaatimizce önce sıhhat yönünden ciddî bir araştırmaya tabi tutulmalıdır.

Kur'ân'da yer alan ayrıcalıklardan bir kısmı, izlenen teşrîî siyasetin bir parçası olmaktadır. Bir kısım ayrıcalıklar ise -teheccüd, visal orucu gibi- kendisine bir ayrıcalık değil, sahip olduğu yüce makama uygun ek külfet mahiyetindedir ve bütün insanlara yönelik bir mükellefiyet kılınacak şeyler kabilinden değildir. Diğer bir kısım ise Rasûlullah'ın (s.a.) şahsının kamuyu temsil eden yönü ile ilgili olup, devlet başkanlığı sıfatıyla ilgilidir ve bunların Rasûlullah'm (s.a.) zatına mahsus olup olmadığı konusu zaten tartışmalıdır.

Biz burada Rasûlullah'ı (s.a.) sıradan bir insan kılma çabasında asla değiliz; onun "Allah'ın kulu ve rasûlü" olduğunu söylemeğe çalışı­yoruz. Onu vahiyden koparan, tamamen seküler bir konuma indirgeyen bir yaklaşıma[865] destek verecek değiliz. Buna karşılık onu -hâşâ- ulûhiyyet mertebesine çıkaran, iki başlı bir teşrî anlayışı getiren bir yaklaşıma da karşıyız. Biz bu konuda -diğer konularda da olduğu gibi- dengenin bulunması taraftarıyız. O yüzden diyoruz ki, Rasû­lullah'a (s.a.) has özellikler (hasâis) şeklinde rivayet edilen haberlerin yeniden Kur'ânî esaslara vurulması, bu tür haberlerin içeriklerinin ger­çekten öyle olup olmadıklarının belirlenmesi gerekir.

Öbür taraftan bu konu işlenirken şu noktalar gözönünde bulun­durulmalıdır: Rasûlullah (s.a.) Muhammed yüceltilirken, önceki peygam­berlerin faziletlerine halel getirilmemeli, peygamberler arası sürdürülen gizli bir yarış[866]havası verilmemeli,  vahyin  evrensellik  arzeden boyutunun, yerellik arzeden boyutundan her zaman için önde geldiği, peygamberleri peygamber yapan asıl özelliğin onlara vahiy gelmesi ol­duğu -mucize değil- ve bu hususta da hepsinin müşterek olduğu[867] vurgulanmalıdır.

Rasûlullah'm (s.a.) kendi ümmetine nisbetle vahiy üstü olduğu, va­hiyde istediği gibi tasarrufta bulunduğu intibaı veren bir söyleme gidil­memelidir.

Muhtemelen bazı sahabîler onun öyle olduğunu düşünmüş olma­lıdır. Nitekim şu hadis bunu gösteriyor. Hz. Âişe (r.a.) anlatır: Bir adam kapının eşiğinde durmuş -ben de duyuyordum- Rasûlullah'a (s.a.) şöyle diyordu: "Ya Rasûlallah! Ben oruç tutma niyetim olduğu halde cünüp olarak sabahlıyorum, ne yapayım?" Rasûlullah (s.a.): "Ben de oruç tutma niyetim olduğu halde cünüp olarak sabahlıyorum, sonra yıkanıyor ve orucumu tutuyorum" buyurdu. Adam: "Ya Rasûlallah! Sen bizim gibi değilsin ki; Yüce Allah senin gelmiş geçmiş bütün günahlarım affetmiştir!" (diğer bir rivayette "Biz Rasûlullah (s.a.) gibi değiliz; Allah, rasûlüne dilediğini helâl kılar. [868] şeklinde) karşılık verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) kızdı ve şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim ki, elbette Allah'tan en çok korkanınızın ve O'ndan neyle sakınacağını da en iyi bileninizin ben olacağımı umuyorum!. [869]

Kanaatimizce bu hadis, Rasûlullah'm (s.a.) vahiy üstü olmadığını, Allah huzurunda onun da diğer insanlar gibi sorumlu olduğunu, şu kadar var ki, sorumlulukların nasıl yerine getirileceğini en iyi bilenin Ra­sûlullah (s.a.) olduğunu, yaşantısıyla da herkese örnek olabilecek den­geli bir yol çizdiğini; ancak aşırılıkçıların onda aradıklarını bulamaya­caklarını; aşırılıkların ise İslâm'da yeri olmadığını açıkça ifade eder. Peygamberden daha takva bir müslümanlık olamaz; zira müslümanlık aşırılık değildir, o denge dinidir.[870]

 



[1] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 83-84.

[2] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 85.

[3] Bakara 2/285.

[4] A'râf 7/158.

[5] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 85.

[6] bkz. Âmidî, thkâm, II, 44.

[7] Gazzâlî, Mustasfâ, II, 212-213; Çakan, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, 56, 98.

[8] Bu konuyla ilgili olarak ayrıca bkz. Kâsımî, el-Fetvâ fi'1-Islâm, 31.

[9] Mâide 5/67.

[10] Mâide 5/92.

[11] Mâide 5/99.

[12] Nahl 16/35.

[13] bkz. Aksekili, Din Dersleri, 336.

[14] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 85-86.

[15] İmam Mâlik'in, duyduğu ve fakat amelî değeri olmadığını gördüğü hadislere değer vermediği hk. bkz. Şâtibî, Muvafakat, IV, 292.

[16] bkz. Kâsımî, el-Fetvâ fî'1-Islâm, 32.

[17] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 86-87.

[18] İbn Hibbân, I, 163, Nihâye, IV, 33.

[19] Buhârî, ilim, 42 (I, 38).

[20] îbn Sa'd, Tabakât, II, 362, 364; IV, 331.

[21] Dostum Rasûlullah (s.a.) bana, "Ey Ebû Zer! Uhud'u görüyor musun?" dedi. "Evet" dedim. "Uhud dağı kadar altınım olsa, üç dirhem hariç hepsini Allah yolunda harcamaktan başka bir şey istemezdim" buyurdu, bkz. Buhârî, Zekât, 4; Müslim, Zekât, 31.

[22] Tevbe 9/34

[23] İbn Âşûr, 37; Karaman, "Rasûlullah'ın   Davranışları", İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri II, 454.

[24] Ibn Sa'd, Tabakât, IV, 226.

[25] Müslim, îmân, 53. Ayrıca bkz. Menâkıbu Ömer, 45-46; Şelebî, Ta'lîl, 32.

[26] Müslim, îmân, 52.

[27] Ahmed, V, 120.

[28] Serahsî'nin bir "el-münzelu ileyke = Kur'ân", "el-münzelu ileyhim = hukmu'l-Kur'ân" şeklindeki bir ayırımı için bkz. Usû!, II, 72.

[29] bkz. îbn Hibbân, I, 154.

[30] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 87-89.

[31] Bu konuyla ilgili olarak aynca bkz. Şâfıî, Risâie, 20 vd.; Serahsî, Usûl, II, 26 vd.; Süyûtî, Miftâhu'l-cenne, 42; Ibn Kayyım, İ'lâmu'l-muvakkı'în, II, 214; Abdulganiy Abdülhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 295; Koçkuzu, "Sünnetin Değeri", Nesil Dergisi, III, sa. 2, s. 13; Koçkuzu, Rivayet İlimlerinde Haber-i Vahitlerin İtikat ve Teşrî Yönlerinden Değeri, 36, Kirbaşoğlu, Sünnet, 188-194; Toksan, Sünnet, 83 vd.

[32] Nahl 16/43-44.

[33] Nahl 16/64.    

[34] Mâide 5/19.

[35] bkz. 4/113; Mâide 5/110.

[36] bkz. Bakara 2/129, 151; Âl-i İmrân 3/129, 164; Cum'a 62/2. Ayrıca bkz. Şâfıî, Risale, 76 vd.

[37] Meselâ İsâ (s.a.) için bkz. Al-i İmrân 3/48.

[38] Şâtıbî, Muvafakat, III, 37.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 89-90.

[39] bkz. Serahsî, Usûl, II, 26 vd.; Neseft, Keşfu'l-esrâr, II, 109 vd.; Âmidî, Ihkâm, II, 24 vd.; Bâcî, îhkâmu'1-fusû), 216 vd. Ayrıca bkz. Şelebî, Medhal, 98; Muhammed Arûsî, Ef âlu'r-rasûl, 54; Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 50.

[40] bkz. Serahsî, Usûl, II, 28; Âmidî, İhkâm, II, 30; Bâcî, ihkâmu'I-fusûl, 218.

[41] Ivlâide 5/3.

[42] Risale, 87, 93 (dn). Ayrıca bkz. Ebû Yûsuf, er-Reddu alâ Siyeri'I-Evzâî, 31-32; Beyhakî, Sünen, VII, 76; Süyûtî, Miftâhu'l-cenne, 30.

[43] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, I, 26, 67; Şâtıbî, l'tisâm, II, 304. Geniş bilgi için bkz. Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi, "İslâm'ın kemâle ermiş olması" bahsi, 23 vd.

[44] Dârimî, Mukaddime, 18 (I, 51-52).

[45] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 90-91.

[46] Serahsî, Usûl, II, 72, 74.

[47] bkz. Serahsî, Usûl, II, 27, 50, 97; Nesefî, Keşfu'l-esrâr, II, 135.

[48] Örnekler için bkz. Şâfıî, Risale, 64 vd.; îbn Kayyim, l'lâmu'1-muvakki'în, II, 299.

[49] bkz. Ebû Zehra, Usûl, 112; Zeydân, Vecîz, 145; Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 93; Toksan, Sünnet, 83-86.

[50] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 91.

[51] Ayrıca bkz. Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 34 vd.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 92.

[52] Örnekler için bkz. Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 43 vd.

[53] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 92.

[54] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 55.

[55] Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 48.

[56] Fiilin t^yan olacağına itiraz edenler, o takdirde beyanın ihtiyaç anından geriye atılmış olması sonucunun lâzım geleceğini ileri sürmektedirler, bkz. Amidî, Ihkâm, II, 25-26.

[57] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 55.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 92-93.

[58] Buhârî, Mevâkît, 28; Müslim, Mesâcid, 261-265; Ebu Davud, Salât, 4,

[59] Muvatta, Kelâm, 15.

[60] Tahrim 66/1.

[61] bkz.jfirrlÇesîr, IV, 387.

[62] Buhârî, Savm, 20; Müslim, Sıyâm, 57.

[63] ŞâtıbV, Muvafakat, III, 53.

[64] Buhârî, Edeb, 91; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 153.

[65] Buhârî, Sulh, 2; Müslim, Birr, 101; Ebû Dâvûd, Edeb, 50.

[66] Rivayete göre Rasûlullah (s.a.) ashabından bazı kimselerle birlikte iken müş­riklerden bir grupla karşılaştı. Müşrikler: "Siz kimlerdensiniz?" diye sordular. Onlara: "Biz sudanız" diye cevap verdi. Onlar birbirlerine  baktılar ve; "Yemen kabileleri çoktur. Belki de bunlar onlardandır," dediler. Rasûlullah'm (s.a.) kastettiği diğer mana ise kendilerinin sudan yaratılmış olduğunu ifade idi.

[67] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 65-68 (özetle).

[68] Rasûlullah (s.a.), Fetih günü Ka'be'nin içine girmiş, fakat sonra -ümmetini sı­kıntıya düşürmüş olacağı endişesiyle- yaptığından pişman olduğunu söylemişti, bkz. tbn Mâce, Menâsik, 79(11, 1018).

[69] Örnekleri bir arada görmek için bkz. Aliyyu'i-Kârî, Şerhu'ş-Şifâ, II, 367; Yusuf el-Maraşlî, Fihrisu'l-Beyhakî, 357-359; Ayrıca bkz. Muvatta, Hac 104; Kasru's-salât, 29; Kitabu's-salât fî Ramadân, 1; Taharet, 114, 115; Cihâd, 40; Radâ, 16; Saîd b. Mansûr, Sünen, II, 243; Ahmed, I, 225, 236, 345; Buhârî, Teheccüd, 5; Cum'a, 8; Cihâd,   119; Müslim,'Hac,   398;  Salâtu'l-musâfirîn,  77,   178; Taharet, 42; İmâre, 103,  106; Nikah, 140-142, Sıyâm, 133; Neseî, Menâsik, 125; Dârimî, Sünen, Menâsik, 44; İbn Hıbbân, Sahih, II, 202; III, 40; Şâtıbî, Muvafakat, III, 60-61, 63, 324;   Tûfî, Risale, (Hallâf, Masadır), 133; Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, II, 166;  Şeiebî, Ta'lîl, 31, 87 vd., 290; tbn Âşûr, Makâsıd, 37,103-104; ArÛsî, Efâlu'r-Rasûl, 207 vd.; Ebû Sünne, Örf, 84; Zeydan, Medhal, 115; Abdulcelîl İsa, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 45; Nâdiye Şerif el-Ömerî, îctihâdu'r-rasûl, 109, 159, 164; Karaman, Ictihad, 37. Hadisler hakkında toplu bir fikir edinmek için meselâ Beyhakî'nin Fihristi'ne (s. 357-359) bakılabilir.

[70] Kuşluk namazı hakkında Hz. Âişe'nin (r.a.) sözüne bkz. Muvatta, Sefer, 29; Buhârî, Teheccüd, 5; Müslim, Müsâfirîn, 77.

[71] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 93-95.

[72] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 95.

[73] Özetle ve uyarlanarak Şâtıbî, Muvafakat, III, 49-50.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 95.

[74] Daha önce de geçtiği gibi, mendubun bütün olarak terki   sakıncalıdır. Zira cüz itibarı ile mendub olan bir şey, kül itibarı ile ele alındığında vacib olmaktadır.

[75] Müslim, Mesâcid, 166; Ebu Davud, Salât, 2.

[76] Ebu Davud, Salât, 2.

[77] Buhârî, Vudû, 54 (I, 60).

[78] Bubârî, Vudû, 54 (I, 60).

[79] Müslim, Taharet, 86 (II, 409); Goldziher, Zahirîler, 41.

[80] Ebu Davud, Salât, 4. Güneş henüz dik iken pencere ya da kapıdan vuran güneş evin ortasına düşer; eğilip de batıya doğru kaydıkça duvara da düşmeye başlar.

[81] Davudoğlu, Müslim Şerhi, II, 410. Hadisler için bkz. Ahmed, I, 374; Buhâri, Cihâd, 98; Müslim, Mesâcid, 202 vd., Nesâî, Ezan, 21, 22; Tirmizî, Mevâkît, 18.

[82] Buharı, îsti'zân, 26 (VII, 135); Nâdiye Şerif el-Ömerî, îctihâdu'r-rasûl, 180.

[83] Şâtıbî, Muvafakat, III, 57.

[84] Şâtıbî, Muvafakat, III, 59.

[85] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 96-98.

[86] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, IV, 56.

[87] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 99.

[88] Muvatta, II, 968; Buhârî, Zebâih ve Sayd, 33; Afime,  10, 14 (VI, 200); Şafiî, İhtilâfu'l-hadîs, 92; Müslim, Zebâih, 43; Şâtıbî, Muvafakat, III, 311; IV, 56; îbn Kayyım, Zadu'1-meâd, IV, 335-336; Demiri, Hayâtu'l-hayevân, II, 66.

[89] RasûİulIah'm (s.a.) ilk Önceleri, Israiloğullarından ilâhî gazaba uğramış bir boyun kelere çevrildikleri (mesh) doğrultusunda açıklamada bulunduğu, fakat daha sonra kendisine meshe uğramış canlıların nesillerinin türemediği ve çok sürmeyip öldükleri yolunda vahiy geldiği, ondan sonra keler hakkında daha önceki görüşünden farkiı açıklamarda bulunduğu, kendisinin onu yemediğini, fakat haram   da kılmadığını ifade ettiği şeklindeki  açıklamalar için bkz. Abdulcelîl İsâ, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 57-59.

[90] Kaidenin dayanağı ayetler: Bakara 2/29; Câsiye 45/13; Lukmân 31/20. Ayrıca Hz. Peygamber (as.) Kur'ân'da beyan edilenlerin dışında, sükût geçilen şeylerin ümmet için "bağış" (avf) olduğunu belirtmiştir. (Buhârî, Tefsir 99; Müslim, Zekât, 24; Tirmizî, Libas, 6; İbn Mâce, Et'ıme, 60).

[91] bkz. Kardâvî, el-Halâlu ve'1-harâm, 21-24; Karaman, Haramlar Helâller, 16-17.

[92] Gamrâvî, es-Sirâcu'1-vehhâc, 566.

[93] Bkz. Muvatta, Sıfatu'n-Nebî, 30; Ahmed,   II, 97; IV, 353; Ebû Dâvûd, Et'ıme, 34; Ibn Mâce, Sayd, 9, Et'ıme, 31. Ayrıca Buhârî, Zebâih, 13 {VI, 223); Müslim, Sayd, 52.

[94] Câhız, Hayevân, IV, 43.

[95] İbnSa'd, Tabakât, III, 317.

[96] Hicaz yolu üzerinde, Medine'ye üç günlük mesafede bir köy. (Yâkût, Mu'cemu'l-büldân, III, 24).

[97] Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyyi, 10 (II, 933); îbn Sa'd, Tabakât, 3/318.

[98] Ibn Âşûr, Makâsid, 90.

[99] Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi, 132.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 99-101.

[100] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, 57

[101] Şafiî, İhtilâfu'l-hadîs, 92.

[102] Rasûlullah'a (s.a.) bir tencere getirildi. İçinde sebze yemeği vardı. Onda bir koku hissetti ve ne olduğunu sordu, içinde kerih koku veren (soğan ve sarımsak) oldu­ğunu söylediklerinde kendisi yemedi ve onu ashabından birine vermelerini işaret etti ve ona: "Seriye! Çünkü ben senin münâcâtta bulunmadığın kimselerle münâcâtta bulunuyorum" buyurdu. Bir rivayette  ise,   "Ben onu, kokusundan dolayı sevmiyorum" buyurduğu ifade edilmektedir (bkz. Müslim, Mesâcid, 76). Bu takdirde, terkin sebebi cibillî olur.

[103] bkz. Buhârî, Ezan, 160, Afime, 49; Ebû Dâvûd, Afime, 40.

[104] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 101.

[105] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, 57.

[106] Serahsî, Rasûlullah (s.a.) zamanında mevcut hükümlerin her an neshedilebilme imkânlarının bulunduğunu ifadeyle, hiçbir hükme son şekli verilmiş gözüyle bakılamaycağını söyler, bkz. Serahsî, Usûl, II, 57.

[107] Bu konuda Hz. Âişe'nin bir sözü hk. bkz. îbn Hibbân, I, 265.

[108] bkz. Buhârî, Teheccüd, 5; Müslim, Salâtu'l-musâfirîn, 77; Muvatta, Kasru's-salât, 29 (I, 152); îbn Hibbân, I, 265.

[109] Buhârî, Teheccüd, 5; Müslim, Müsâfîrîn, 77; Muvatta, Sefer, 29.

[110] Yani kuşluk namazından aldığım huzur ve ferah, ölmüş ebeveynimi görmekten alacağım sevinçten daha büyüktür; dolayısıyla onları asla bırakmam, demektir.

[111] Buhârî, Terâvîh, 1; Müslim, Müsâfîrîn, 177; Muvatta, es-Salât fî Ramazân, 1 (I, 113); Îbn Hibbân, I, 178.

[112] bkz. Tecrîd, IV, 76.

[113] Muvatta, Kitâbu's-salât fî Ramadân, 3 (I, 115); Miras, Tecrid, IV, 75-76. Ayrıca bkz. Şâtıbî, î'tisâm, I, 193; Îbnu'l-Cevzî, Menâkıbu Ömer, 63; Şelebî, Ta'lîl, 40; Karaman, îctihâd, 72; Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, 48.

[114] Bkz. Beyhakî, Menâkıbu'ş-Şâfıî, I, 469; îbn Abdisselâm, Kavâid, II, 172-173; Şâtıbî, İ'tisâm, I, 188.

[115] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, III, 54.

[116] Şâtıbî, Muvafakat, III, 53.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 101-103.

[117] bkz. M. Arûsî, Efâhı'r-rasûl, 214

[118] Müslim, Sıyâm, 21.

[119] Ramazan'dan olup olmadığı hakkında şüphe edilen günde.

[120] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, 160.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 103-104.

[121] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 356.

[122] Buhârî, Mevâkît, 24, Cura'a, 8; Müslim, Taharet, 43; Muvatta, Taharet, 114, 115 (I, 66); İbn Hibbân, II, 202; Nâdiye Şerif el-.Ömerî, Ictihâdu'r-rasûl, 159.

[123] Buhârî, Mevâkît, 20-24; Müslim, Mesâcid, 218. Birinde Rasûlullah (s.a.) yatsıyı geç bir vakte bıraktı. Ömer çıktı ve: "Yâ Rasûlallah! Namaz, namaz! Kadınlar ve çocuklar uyudu." dedi. Rasûlullah (s.a.), başından su damlayarak çıktı ve şöyle  diyordu:   "Eğer  ümmetime   meşakkat   verecek  olmasaydım..."  İbn Hibbân'm rivayeti {III, 40), "Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, yatsıyı gecenin üçte birine kadar ertelerdim" şeklindedir.

[124] bkz. Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, II, 199.

[125] Buhârî, Cihâd, 119; Müslim, îmâre, 103, 106; Muvatta, Cihâd, 40 (II, 465).

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 104.

[126] Bunlar, Rasûiullah'm (s.a.) kızı Zeyneb Medine'ye hicret ederken arkasından yetişip devesini mahmuzlayan, böylece onun düşmesine ve hastalanmasına sebep olan Hebbâr b. el-Esved ile Nâfi b. Abdikays idi. Rasûlullah (s.a.), bu hadise üzerine bir seriyye göndermiştir. Hebbâr daha sonra müslüman olmuş, diğerinin akibeti hakkında ise bilgi yoktur, bkz. Ziriklî, A'lâm, VIII, 70; Abdulcelîl İsâ, Ictihâdu'r-Rasûl (s.a.), 77.

[127] Saîd b. Mansûr, Sünen, II, 243.

[128] Buhârî, Hibe, 12; Müslim, Hibât, 9.

[129] Bir rivayete göre ise, bu hibe işlemini iptal etmiştir. O takdirde hadis konuya örnek olma özelliğini kaybeder.

[130] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 104-105.

[131] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, 57.

[132] bkz. Buhârî, 'Iydeyn, 2; Müslim, "Iydeyn, 19.

[133] ibn Asâkir, Enes'ten rivayet etmiştir, bkz. Nihâye, II, 109.

[134] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, IV, 57.

[135] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, I, 121 vd.

[136] Şâtıbî, Muvafakat, I, 122.

[137] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 105-106.

[138] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, 58.

[139] Ahzâb 33/51.                                       

[140] Diğer bir kısım müfessirler âyeti boşamak ya da tutmak anlamında almış­lardır. "Yani istediğini bosar, istediğini yanında tutabilirsin..." şeklinde. Bir kısım müfessirler ise âyetin her iki manayı da içerdiğini söylemişlerdir.

[141] Bu kimse Zü'1-Huveysıra'dır. Kendisi münafıklardandı. Nehrevân gününde Hz. Ali'nin (r.a.) elinde Haricîler arasında iken Öldürülmüştür.

[142] Buhârî, Menâkıb, 25, Mürteddîn, 7; Müslim, Zekât,  142,  148; İbn Mâce, Mukaddime, 12.

[143] bkz. Buhârî, Meğâzî, 41; Ebû Dâvûd, Diyât, 6.

[144] Yani, "Ebrâr zümresinden olan kimselerin iyilikleri, mukarrabîn zümresinden olanların kusurları sayılır."

[145] tbn Mâce, Nikâh, 47.

[146] Nuh dedi ki: Rabhim! Yeryüzünde hiçbir kâfir bırakma.'^ûh 71/26.

[147] bkz. Enbiyâ 21/63.

[148] ibrahim hiçbir şey hakkında asla yalan söylememiştir; bundan sadece üç durum müstesnadır: Biri 'Şüphesiz ben hastayım.' demesidir..." bkz. Buhârî, Enbiyâ, 8.

[149] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 58, 60-62.

[150] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 106-108.

[151] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, 59; Tûfî, Risale, (Hallâf, Masadır içerisinde), 133; Şelebî,. Ta'lîl, 290.

[152] Yani müslümanlıklan köklü olmuş olsaydı.

[153] Buhârî, Hacc, 42 Tefsîr, 2/10;; Müslim, Hacc, 398, 399; 405;. Muvatta, Hacc, 104 (I, 363); Nesâî, Menâsik, 125; Dârimî, Menâsik, 44; Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 412; II, 23; Şelebî, Ta'lîl, 21; Davudoğlu, Müslim Şerhi,  VII, 67; Nâdiye Şerif el-Omerî, îctihâdu'r-rasûl, 65.

Rasûlullah'm (s.a.) bu arzusunu -Abdullah b. Zübeyr'in akîni kalan teşebbüsü doğrultusunda- yerine getirmek isteyen devrin halifesi Ebû Cafer el-Mansûr'a İmam Mâlik şöyle demiştir: "Ey mü'minlerin emiri! Allah aşkına, şu kutsal evi senden sonra gelecek olan hükümdarların elinde oyuncak haline getirme. Eğer Öyle yaparsan her aklına esen onda değişiklikler yapmaya kalkar ve insanların kalbinden heybeti kaybolur gider". Halife, bunun üzerine düşüncesinden vaz­geçmişti, bkz. Şâtıbî, Muvafakat, III, 310; Şelebî, Ta'lîl, 145.

[154] bkz. Muvatta, Sefer, 84 (I, 171); Ahmed, III, 352; Müslim, Zekât, 142; Birr, 63; Şelebî, Ta'lîl, 31; Davudoğlu, Müslim Şerhi, V, 504, X, 63.

[155] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 108-109.

[156] M. Arûsî, Ef âlu'r-Rasûl, 222-227.

[157] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 109.

[158] Beyhakî, Sünen, X, 6; İbn Hibbân, VII, 466.

[159] Ebû Dâvûd, Tıbb, 16; İbn Mâce,  Nikâh, 61.

[160] Muvatta, Radâ, 16 (II, 607); Müslim, Nikâh, 24, 140-142; Ebû DâvÛd, Tıbb, 16. Yorumu için bkz. Dihlevî, Huccetullâbi'I-bâliğa, II, 419; İbn Âşûr, Makâsıd, 103; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 900; Abdulcetîl îsâ, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 76; Bulaç, Ali, "Kadının Şahitliği", ÎAD, V, 295

[161] Muvatta, Salâtu'l-cemâ'a, 3 (I, 129); Ahmed, I, 394, 402; II, 351, 539; Buhârî, Husûmât, 5 (III, 91); Şâtıbî, Muvafakat, III, 337; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, Ictihâdu'r-rasûl, 110.

[162] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, IV, 56.

[163] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 109-110.

[164] bkz. Ebû Dâvûd, Afime, 30; Tirmizî, Libâs, 6; İbn Mâce, Afime, 60.

[165] bkz. ibn Âşûr, Makâsıd, 104; Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 91.

[166] bkz. Araf 7/158; Bâcî, İhkâmu'l-fusûl fi ahkâmi'l-usûl, 233; Muhammed Arûsî, Efâlu'r-rasûl, 230, 232.

[167] Burada fiilden kasdımız sözü   de   içine  almaktadır.   Örnekleri   için   bkz. Muhammed Arûsî, Efâlu'r-rasûi, 231.

[168] Nesh eder diyenler dahi vardır. Bâcî, İhkâmu'l-Fusûl  fî ahkâmi'l-usûl, 175; Muhammed Arûsî, Efâlu'r-rasûl, 240.

[169] Beyanın, ihtiyaç anından sonra kalmayacağı hk. bkz. Bâcî, İhkâmu'l-fusûl fî ahkâmi'l-usûl, 217 vd.

[170] îbn Sa'd, Tabakât, I, 248; Tâhiru'l-Mevlevî, Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, 63-64.

[171] Kâjf: Kıyafet ve eserden anlayan, farklı bünyeler arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları bÜen ve bu melekesine dayanarak hüküm veren kimsedir.

[172] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 63 (Draz'ın notu).

[173] bkz. Ahmed, VI, 82, 226; Buhâri, Menâkıb, 23; Müslim, Radâ, 38-40 (VII, 390); EbûDâvûd, Talâk, 31; Tirmizî, Velâ, 5; Nesâî, Talâk, 51; İbn Mâce, Ahkâm, 21.

[174] Müslim, Radâ,' 38 {VII. 390).

[175] Annesi olan Ümmü Eymen de siyâhdı.

[176] Davudoğlu, Müslim Şerhi, V, 391.

[177] Müslim, Cihâd, 72 (VIII, 544); Ebû Dâvûd, Cihâd, 167.

[178] Müslim, Cihâd, 73 (VIII, 544).

[179] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 62-63.

[180] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 110-113.

Bunun kulakları çentilir ve sütü, eti, sırtı kadınlara haram sayılırdı. Putlara adanırdı (Mâide 5/103).

[181] İnsan yaşantısı için zorunlu olan her türlü insanî ilişkiler, mübadeleler vb. ikinci; insanlar arasında adalet tevziini sağlamak, güveni yaymak için ihtiyaç duyulan önlemler de üçüncü türden irtifaklar olmaktadır.

[182] Lokman 31/25.

[183] En'âm 6/41.

[184] İsrâ 17/67.

[185] En'âm 6/91.

[186] Furkân 25/7.

[187] Ahkâf46/9.

[188] Buhârî, Meğâzî, 48; Ahmed, İ/365.

[189] Cahiliye dönemi Arap hatiplerinin en büyüğüdür. Hadiste geldiğine göre, Rasû lullah (s.a.), onu Ukâz'da değneğine dayanmış hitabede bulunurken dinlemiştir. Hitabesi şöyle başlar: "Ey insanlar! Yaşayan ölür, ölen gider, gelecek olan her şey gelir..."

[190] Bunlardan biri Züheyr b. Ebî Sülmâ'dır. Kuruduktan sonra tekrar yeşeren yerleri gördükçe: "Eğer Araplar bana sövmeseydi, toprağı kuruduktan sonra onu yeniden diriltenin, çürümüş kemikleri de tekrar dirilteceğine inanırdım" derdi. Bir diğeri Âmir b. Zarib'dir. Bu, onların meşhur hatiplerindendi. Kendisine içki içmeyi haram kılmıştı. Abdullah b. Tağlib, Berre b. Kudâ'a, Allan b. Şihâb et-Teymî de, Allah'a ve âhiret gününe inananlardandı.

[191] Onun az kalsın müslüman olacağını" belirten yaklaşık rivayetler hk. bkz. Müslim, Şi'r, 1-7.

[192] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 113-115.

[193] Haniflik ve Hanifler için bkz. Kuzgun, Şaban, Hz. İbrahim ve Haniflik, Ankara 1985.

[194] Tırnak kesmek, etek tıraşı olmak gibi.

[195] İsmi Sübey'a b. Rafı' dir. ed-Dağna, annesinin adıdır. Bu zat, Hz. Ebû Bekir'in, Kureyş'in baskısı sonucu Mekke'yi terketmesine razı olmamış ve onu kendi himayesine almıştır.

[196] bkz. Şafiî, İhtiiâfu'l-hadîs, 68.

[197] is-i şerifte geldiğine göre Rasûlullah (s.a.), peygamberliğinin arifesinde Hıra mağarasına çekiliyor ve kendisini ibadete veriyordu.

[198] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâiiğa, I, 457-467 (bazı tasarruflarla ve özetle).

[199] îptal edilenler hk. bkz. Saîd b. Mansûr, II, 24, 78; Dârimî, Mukaddime, 1; Bilmen, Kamus, IV, 96-97; İbn Ferec, Akdıyetu'r-Rasûl, 19-20; Dihlevî, Hucce-tullâhi'l-bâliğa, I, 431 vd.; Ahmed Emin, Fecru'l-İslâm, 227, 232; Wensinck, Miftâhu künûzü's-sünne, 67, 94.

Islâh edilenler hk. Muvatta, Talâk, 103; Şafiî, Risale, 338; Saîd b. Mansûr, II, 22,   27,  80;  Buhârî,  Talâk,  46;  Müslim,  Talâk,   58;   Beyhakî,   I,   16,   19;

Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 261-263, 265 (1969 baskısı); 588; Hamidullah, islâm Tarihine Giriş, 56; İbn Âşûr, Makâsıd, 113; Wensinck, Miftâhu künûzü's-sünne, 69, 108; Karaman, Modern Problemler Karşısında islâm Hukuku, 20, 26;

îbkâ edilenler hk. Buhârî, Bed'u'1-vahy, 6 (I, 7); İbn Hibbân, I, 207; İbn Kuteybe, Te'vîl, 104 vd.; İbn Ferec, Akdıyetu'r-Rasûl, 13, 17; Şâtıbî, Muvafakat, I, 165; II, 75; 307; III, 42; Dihlevî, Huccetullâhi'I-bâliğa, I, 385-386, 448, 466, 623, 625, 635, 663; II, 488, 561; Ahmed Emîn, Pecru'l-Islâm, 227; Wensinck, Miftâhu künûzü's-sünne, 71; Ertuğrul, I.F., Hakikat Nurları, 93 vd.; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 898; Hanıidullah, İslâm Tarihine Giriş, 24, 67, 92; Fayda, Divan, 7.

Arabın karakter yapısı ve fikir dünyası, sahip oldukları ilimler hk. Şâtıbî, Muvafakat, II, 68-71; Y. Kumeyr'den F. Olguner, islâm Felsefesinin Kaynak­lan, 19 vd.

Genel olarak ele alınması hk. müstakil eserler; Cevad Ali, Târîhu'1-Arab kable'l-îslâm, Bağdad 1950-1958; Nebîh Âkil, Târîhu'l-Arabi'l-kadim ve asru'r-Rasûl, Dımeşk 1969; Çağatay, Neşet, islâm öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara 1982.; Tevfik Berrû, Târîhu'l-Arabi'l-kadîm, Dımeşk 1988. Ayrıca bkz. Şâtıbî, Muvafakat, I, 165 vd; Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 386, 390; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 837 vd.; Hamidullah, RasûluUah Muham-med, 288 vd.; Hamidullah, Devlet İdaresi, 104-118; Hamidullah, İslâm Tarihine Giriş, 57 vd.; Hamidullah, Muhammed: "el-îlâf veya islâm'dan önce Mekke'nin İktisadî-Diplomatik Münâsebetleri", trc. İsmail Cerrahoğlu, AÜİFD., c.XI, Ankara 1961; VVensinck, Miftâhu künûzü's-sünne, 108; Schacht, îslâm Hukukuna Giriş, 17 vd.; Watt, İslâm Vahyi, 47 vd.; Watt, islâm Nedir?, 27 vd.; Watt, Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık, 116; Ülken, İslâm Düşüncesine Giriş, 34, 94; el-Asru'1-câhilî, 72 vd.; Karaman, îslâm Hukuk Tarihi, 29-35; Ateş, itirazlara Cevapiar, 45 vd.; İAD, V, 38, 300 vd.; DİA, III, 316 vd.; Uğur, Müctebâ; îslâm Toplumu, ist. 1980; Çelebi, İlyas, Gayb Problemi, 30 vd.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 115-117.

[200] Âl-i Imrân 3/159.

[201] Rasûlullah'ın (s.a.) Cibril'e danıştığı rivayetleri de vardır. Meselâ bir rivayet şöyle: RasûluUah (s.a.), İsrafil lisanı üzere "kral peygamber" olmak ile   "kul peygamber" olma arasında muhayyer bırakılmıştı. RasûluUah (s.a.), sanki görüşünü istiyormuş gibi (ke'l-müsteşîr leh) Cibril'e baktı. Cibril, tevazuya işaret olmak üzere  yere baktı. Bunun üzerine RasûluUah (s.a.) da "kul peygamber" olmayı tercih etti (Buhârî, Tevhîd, 37).

[202] Serahsî, Usûl, II, 94.

[203] Kurtubî, IV, 252.

[204] İmam Şâfıî şöyle dermiş: "Evinde un olmayana akıl danışma; çünkü onun aklı başında olmaz" (Beyhakî, Menâkıbu'ş-Şâfiî, II, 212). Şûra üyelerinin, dokun-mazhk da dahil her türlü güvenceleri olması gerekir. Aksi takdirde şûra da beklenen sonucu vermeyebilir.

[205] bkz. Kurtubî, IV, 250.

[206] Ezan gibi.

[207] bkz. Müslim, Akdiye, 15 (VIII, 413).

[208] Sahabe döneminde ictihâd faaliyetinin genelde şûra ictihâdları şeklinde yürü­tülmüş olması, Rasûlullah'ın (s.a.) bu amacının gerçekleştiğini gösterir. îctihâd faaliyetinin genelde bu şekilde sürdürülmesi, hem ihtilâfı azaltır ve birliğin sağlanmasını kolaylaştırır, hem de isabet oranını yükseltir, bkz. Karaman, İctihâd, 5», 90-91; Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, 46. Şûra içtihadı hakkında ayrıca bkz.   ibn Sa'd, Tabakât, II, 336, 350; III, 61; M nâkıbu Ömer, 190, 214, 219, 221, 251; Ahmed Emîn, Fecru'l-Islâm, 239; ibn Âşûr, Makâsıd, 46; Zerkâ, Medhal, I, 180;

[209] Meselâ bkz. Enfâl 8/67; Tevbe 9/43

[210] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 118-119.

[211] Ebû Dâvûd, Salât, 28 (499)

[212] Ezanın ilk kez meşruiyeti hk. bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 27 (498); Tâhiru'l-Mevlevî, Müslümanlıkta ibâdet Tarihi, 60-62; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, tctihâdu'r-rasûl, 102.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 120.

[213] bkz. Buhârî, Şehâdât, 15 (III, 157), I'tisâm, 28 (VIII, 163); İbn Kayyim, Zâdu'l-meâd, III, 298.

[214] bkz. Nûr 24/11-12.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 120.

[215] bkz. Hamidullah, İslâm Tarihi, II, 891.

[216] Âl-i İmrân 3/159.

[217] Şûra 42/38.

[218] Muhammed 47/20-21.

[219] bkz. Ahmed, I,  30-31, 383, 384; III, 243; İbn Hişâm, Sîre, III, 67; Taberî, Tarîh, II, 144, 189-190, 229; Menâkıbu Ömer, 42; Mebsût, XVI, 70; Nesefi, Keşfu'l-esrâr, II, 167; îbn Kayyim, Zâdu'1-meâd, III, 217; 239; 310; İbn Ferec, Akdıyetu Rasûlillâh, 37; Devâlibî, Medhal, 284; Kardavî, Hz. Peygamber ve İlim, 80; Nâdiye Şerif el-Ömerî, îctihâdu'r-rasûl, 72, 92, 94; Karaman, îctihâd, 40; Ateş, Cevaplar, 31-33.

[220] İbn Hişâm, Sîre, III, 234; Serahsî, Mebsût, XVI, 70.

[221] İbn Cevzî'ye göre bu, Rasûlullah'a (s.a.) vacipti, bkz. Fethi.Osman, el-Fikri's-siyâsî el-İslâmî, 385.

[222] Kurtubî, IV, 250; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 194; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, İctihâdu'r-rasûl, 124.

[223] bkz. Buhârî, I'tisâm, 28 (VIII, 162).

[224] Âl-i Imrân 3/159.

[225] bkz. Buhârî, I'tisâm, 28 (VIII, 162); tbn Hişâm, Sîre, III, 67; Kurtubî, IV, 252.

[226] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 120-121.

[227] bkz. Muhammed Arûsî, Ef âlu'r-rasûl, 229.

[228] Konuya bu açıdan bakmayıp, her şeyi hazır vahiyle karşılama -sanki vahyin amacı çerçeve hükümlerin ötesinde bütün ayrıntıları da düzenleme imiş gibi- eğiliminde olanlar, Rasûlullah (s.a.) zamanında içtihadın caiz olmayacağını, bazıları ise ancak gıyabında caiz olacağını ileri sürmüşlerdir. Ancak bunlar kabul edilebilir görüşler değildir. Gazzâlî de "tercihe şayan olan görüşün, Rasûlullah'ın {s.a.) hem huzurunda hem de gıyabında içtihadın caiz olduğu şeklindeki görüş olduğunu" söyler:  bkz. Gazzâlî, Mustasfâ, II, 354. Ayrıca bkz. îbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 374; Şevkânî,  İrşâdu'l-fuhûl, 226; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 205.

[229] bkz. Ahmed, I, 37,V, 230, 236; Ebû Dâvûd, Akdıye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3; Nesâî, Kudât, 11; Îbn Mâce, Menâsik, 38; Dârimî, Mukaddime, 20; Serahsî, Mebaût, XVI, 69.

[230] Bkz. Buhâri, Meğâzî, 30 (V, 50); Müslim, Cihad 69; Şâtıbî, Muvafakat,III, 140; îbn Kayyım, î'lâmu'l-muvakkı'în, I, 203; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, 226; Karaman, Ictihad, 47; Zeydan, Medhal, 127.

[231] Nisa 4/29.

[232] Ebû Dâvûd, Taharet, 126 (334); Kurtubî, V, 157; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, 227; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, Ictihâdu'r-rasûl, 183.

[233] Bazıları -özellikle Hanefiler- bunu Rasûlullah'ın    (s.a.)   izni   şartına bağlamışlardır, bkz. tbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 375; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 207.

[234] Bu konuda ayrıca bkz. Karaman, îctihâd, 43.

[235] Buhârî, Megâzî, 30 (V, 50); Îbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II,   375; . Şevkânî, îrşâdu'l-fuhûl, 226.

[236] Ahmed, IV, 205. Ayrıca bkz.    Mebsût, XVI, 70; Gazzâlî, Mustasfâ, II, 355; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 921. "Eğer aralarında hükmeder ve isabet de edersen, sana iki ecir vardır; eğer ictihâd eder buna rağmen hata edersen sana bir ecir vardır" şeklindeki rivayet için bkz. Şâfıî, Risale, 494;   Ahmed, IV, 204, 205; Buhârî, l'tisâm, 21; Müslim, Akdıye, 15.

[237] Hamidullah, îslâm Peygamberi, II, 921; Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, 150.

[238] Berki, Şakir, "İslâm Hukukunun Anahatları F, 182. Ayrıca bkz. Mahmasânî, Felsefetu't-teşrî, 184.

[239] Berki, Şakir, "İslâm Hukukunun Anahatları II", 40.

[240] İbn Sa'd, Tabakât, II, 334, 347, 350.

[241] Ravi, belki de "Melik hükmü ile" dedi diye şüphesini belirtmiştir, bkz. Buhârî, Megâzî, 30 (V, 50); İbn Ferec, Akdıyetu Rasûlülâh, 39.

[242] bkz. Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, 150. Rasûlullah'm (s.a.) temyiz mercii gibi faaliyette bulunduğuna dair kaynaklar hk. bkz. aynı yer ve Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 921. îslâm hukukunda bir dava, usulüne uygun şekilde sonuca bağlanmışsa o artık kaziyye-i muhkeme olmakta ve tekrar dava konusu yapı­lamamaktadır. Davaların sonsuza dek uzamaması için bu zorunludur,  bkz. Kasânî, VII, 14; Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, 36, 150, 216.

[243] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 122-124.

[244] Nisa 4/59, 83.

[245] bkz. Nisa 4/135; A'râf 7/176; Kehf 18/28; Tâjıâ 20/16; Furkân 25/43;  Sâd

38/26; Câsiye 45/23; Kasas 28/50; Necm 53/23.

[246] ibn Mâce, Mukaddime, 8. Fuâd  Abdulbâkî, hadisin metin itibariyle İbn Mâce'nin tek basma kaldığı bir muhtevaya sahip olduğunu söyler.

Muâz, muhtemelen bu talimata binaen, sebzelere zekât düşüp düşmeyeceği konusunda Rasûlullah'a (s.a.) yazarak, nasıl davranması gerektiğini sormuştur (bkz. Tirmizî, Zekât, 13 (III, 30). Ebü İsâ (Tirmîzî), bu hadisin isnadının sahih olmadığını ve bu konuda Rasûlullah'tan {s.a.) işe yarar bir şey bulunmadığını ilâve eder.

Muâz'a, Rasûlullah'tan (s.a.) konuyla ilgili yazılı belge ulaştığını ifade eden başka rivayetler de bulunmaktadır, bkz. Dârakutnî, Sünen, II, 96.

[247] bkz. Ahmed, I, 37, V, 230, 236; Ebû Dâvûd, Akdıye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3;

Nesâî, Kudât, 11; îbn Mâce, Menâsik, 38; Serahsî, Mebsût, XVI, 69.

[248] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 124-126.

[249] tctihâd faaliyeti genelde şu dört şekilde cereyan eder:  1. Zannî nassdan muradın ne olduğunu ortaya koyma, 2. Deliller arasını bulma, tearuz halinde bir tercihe gitme, 3. Nassın illetini belirleme, 4. Fer'îleri, genel esaslar altına sokma. Bu faaliyetlerden Rasûlullah (s.a.) için söz konusu olacak olan ilk ikisi olmayıp, üçüncü ve dördüncü şıklarda belirtilen faaliyetlerdir, bkz. Nâdiye Şerîf el-Ömerî, îctihâdu'r-rasûl,  192, 199. Ayrıca bkz. İbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, 366; Karaman, tctihâd, 22.

[250] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları:  126.

[251] Abdulcelîl İsâ, Ictihâdu'r-Rasûl (s.a.), 21.

[252] Kehf 18/109.

[253] Abdulcelîl Isâ, Îctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 23.

[254] Gazzâlî, Mustasfâ, II, 355.

[255] Abdulcelîl İsâ, Îctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 30.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 126-127.

[256] Şevkânî, bu konuda icraâ olduğunu söyler, bkz. İrşâdu'l-fuhûl, 225. Ayrıca bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, I, 234.

[257] Gazzâlî, Mustasfâ, II, 356.

[258] Önceki peygamberlerin ictihâdlarma örnekler hk. bkz. Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 214; Abdulcelîl İsâ, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 49.

[259] Davudoğlu, Müslim Şerhi, I, 234.

[260] bkz. Gazzâlî, Mustasfâ, II, 355.

[261] Yani müctehidin yaptığı iş, yok olan bir şeyi ortaya koymak değil, var olan bir şeyin üzerini açmak ve ortaya çıkarmaktır. Bu aynen kâşiflerin yaptığı şeye benzer; bir âletin ya da bir adanın keşfi gibi.

[262] bkz. Serahsî, Usûl, II, 92. Hanefîler böylece Rasûlullah (s.a.) için içtihadın sadece kıyas yapmak anlamına geldiğini söylerler. Çünkü Rasûlullah (s.a.) nasslardan muradın ne olduğunu tayin anlamında içtihada ihtiyaç hissetmez.

[263] Ayrıca bkz. tbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, 366.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 127-128.

[264] Örnekleri için bkz. Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, 225-226; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 180 vd.; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, tctihâdu'r-rasûl, 202; Karaman, İctihâd, 37. Aslında bu konuda da farklı yaklaşımlar bulunmaktadır (bkz. Gazzâlî, Mustasfâ, II, 355; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 175 vd.; Karaman, İctihâd, 40). Bunca örnek ortada iken aksini düşünmenin imkânı yoktur.

[265] Dihievî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 471; Davudoğlu/Müslim Şerhi, VII, 80.

[266] İbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 366; Davudoğlu, Müslim Şerhi, II, 351

[267] Dihievî, Huccetullâhi'l-bâliğa, II, 420.

[268] İbn Kuteybe, I, , 184.

[269] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 128-129.

[270] Hakka 69/38-47.

[271] bkz. İbn Kesîr, IV, 417.

[272] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 129.

[273] Selefin "nesh" kelimesine verdikleri mana çok değişik ve geniş olmuştur. Zahiri murad edilmeyen her nassı mensuh saydıkları olmuştur. Bu itibarla kayıt­lamak gereğini duyduk.

[274] Şâfıî, Risâle'sinde, (bkz. s. 106 vd. Ayrıca bkz. Şafiî, Ihtilâfu'l-hadîs, 31) Sünne­tin Kur'ân'ı neshedemeyeceğini savunur.

[275] Genelde bu uygulamalar icmâ iddiası altında işlev görmektedir. Müellefe-i kulûbla ilgili bir örnek için bkz. Zeylaî, Tebyîn, 1/299; Mergînânî, Hidâye, V112; İbnu'l-Hümâm, Fethu'l-kadir, 2/14; Bilmen, Kâmûs, 4/117. Bu icmânın asılsızlığı hk. bkz. Kardâvî, Fıkhu'z-zekât, 2/598- 608; Kardâvî, Şerîatu'l-îslâm, 119-120.

[276] Nesh davası hk. bkz. Îbnu'l-Hümâm, Fethu'l-kadîr, 2/14-15; İbn Kudâme, Muğnî,  2/666; Kurtubî, 8/178 vd.; Bilmen,    Kâmûs,   4/117;   Mahmasânî, Felsefetu't-teşrî, 228; N. Abdulhamid, Mefhûmu'l-fikbi'J-îslâmî, 26.

[277] Şafiî, hiçbir sünnetin, asla Kur'ân'a muhalif düşmeyeceğini söyler (bkz. Risale, 216, 230). Benzeri şeyi İbn Hazm da söyler (bkz. Sibâî, Sünne, 162 (îhkâm, II, 80-82'den). Ayrıca bkz. Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 201.

[278] Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 236.

[279] bkz. Ebû Yûsuf, er-Reddu alâ Siyeri'l-Evzâî, 25-31; Sibâî, Sünnet, 32; Çakan, Hadislerde Görülen   İhtilaflar ve Çözüm Yolları, 97-98; Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 201 vd.

[280] Bu ve benzeri rivayetler, sıhhat bakımından hepsi de su götürür cinstendir. Eleştirisi için bkz. Şâfıî, Risale, 224 (dn); îbn Bedran, Medhal, 200; Süyûtî, Miftâhu'l-cenne, 22, 36; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 474. Lehinde olmak üzere bkz. Ebû Yûsuf, er-Reddu alâ Siyeri'I-Evzâî, 25-28; Mahmasânî, Felsefetu't-teşrî, 157; Yıldırım, Suat, "Hadisleri Kur'ân'la Karşı­laştırma Meselesinin Kaynakları", AÜİÎFD. Prof. M. Tayyib Okiç Armağanı, Ankara 1978, s. 105; Hatemî, H., Temel Kaynaklardan Yararlanmada Yöntem, 11 {Usûl-i Kâfi, I, Kitâbu fadli'1-ıim, bâbu'1-ahz bi's-sünneti ve şevâhidi'l-kitâb, l'den); Kırbaşoğlu, Sünnet, 158

[281] Mecmu'z-zevâid'de (I,   149) Ahmed ve Bezzâr'dan nakledilmiştir. Râvileri, Sahîh'in râvileri olmaktadır. Ancak onun rivayeti bu rivayetten biraz farklıdır. Hadis aymsıyla İbn Hibbân'da da (I, 141) yer almaktadır. Ayrıca bkz. Süyûtî, Miftâhu'l-cenne, 37, 41.

[282] Enfâl 8/2.

[283] Zümer 39/23.

[284] Mâide 5/83.

[285] Râmuzu'l-Hadîs'te, el-Hâkim'den rivayet edilmiştir. Ayrıca bkz. Süyûtî, Miffcâ-hu'1-cenne, 39; Sibâî, Sünne, 163; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 473.

[286] Burada sünneti de zikretmesi, müellifin amacına uygun düşmemektedir. Çünkü o, "sünnetin Kitap'ta bulunanlar üzerine yeni bir şey getirmediği, bilakis onun sadece bir açıklama olduğu, Kitab'a uygun olanının kabul edilip, ona ters düşe­ninin kabul edilmeyeceği" hususunu delillendirmek istemektedir. Dolayısıyla bunun isbatı için sadece Kitab'a uygunluktan söz etmesi gerekirdi.

[287] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 11-21.

[288] Hatemî, H., Teme! Kaynaklardan Yararlanmada Yöntem, 11-13.

[289] Rasûlullah'ın (s.a.) bazı hadislerinin akabinde ilgili âyetlere atıfta bulunmasını buna delil olarak kullanır.

[290] Yıldırım, Suat, "Hadisleri Kur'ân'la Karşılaştırma Meselesinin Kaynaklan", s. 105-114.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 129-133.

[291] Ayrıca bkz. Bakara 2/213; Sâd 38/26.

[292] Mâide 5/48-50.

[293] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 133-134.

[294] Buhârî, î'tisâm kitabında şöyle bir bab başlığı atar: "Rasûlullah, kendisine hakkında vahiy indirilmemiş olan bir konuda soru sorulduğunda 'Bilmiyorum derdi veya kendisine vahiy ininceye kadar cevap vermezdi; o 'Allah'ın sana gösterdiği şeyle hükmetmen için..." âyeti gereğince ne re'y ne de kıyas iie görüş beyan etmiştir" babı (VIII, 148).

[295] bkz. Şevkânî, îrşâdu'l-fuhûl, 225; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 157 vd.; Nâdiye Şerif el-Ömerî, îctihâdu'r-rasûl, 40 vd.

[296] Cevazı ve fiilen vuku bulduğunun delilleri hk. bkz. Nâdiye, 47 vd.

[297] Serahsî, Usûl, II, 92-96. Ayrıca bkz. Kesefî, Keşfu'l-esrâr, II, 169; İbn Abdiş-şekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 366; Abdılganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 157, 202; Hamiduilah,   îslâm Tarihine Giriş, 67; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, Ictihâdu'r-rasûl, 44, 73, 74, 77.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 135-137.

[298] Bu konuda bkz. Çelebi, Gayb Problemi. 135 vd.

[299] Âl-i İmrân 3/179.

[300] Nemi 27/65.

[301] En'âm 6/59.

[302] Cinn 72/26.

[303] Buhârî, Megâzî, 12 (V, 15); İbn Mâce, Nikâh, 21. Ayrıca bkz. İbn Hibbân, I, 138.

[304] Müslim, îmân, 287.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 137-138.

[305] bkz. İbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 370.

[306] Mâlik Bin-Nebi, Kur'ân-ı Kerîm Mucizesi, 122.

[307] İbn Kuteybe, Te'vîl, 185.

[308] bkz. Hamidullah, İslâm Tarihine Giriş, .64-65.

[309] Nâziât 79/43.

[310] Şâfıî, Risale, 485.

[311] bkz. Buhârî, Şehâdât, 15 (III, 157), İ'tisâm, 28 (VIII, 163); Mâlik Bin-Nebi, Kur'ân-i Kerîm Mucizesi, 122.

[312] Ebû Dâvûd, Libâs, 48 (IV, 388).

[313] bkz. Kehf 18/23.     

[314] Müslim, Cihâd, 115; Davudoğlu, Müslim Şerhi, VIII, 611.

[315] Hamidullah, İslâm Tarihine Giriş, 81; Mâlik Bin-Nebi, Kur'ân-ı Kerîm Mucizesi, 122.

[316] Buhârî, Nikâh, 115 (VI, 160); Ahmed, VI, 56.

[317] Müslim, Ferâiz, 7 (VIII, 128).

[318] Buhârî, Hacc, 17 (II, 144); Fedâilu'l-Ku^ân, 2 (VI, 98).

[319] Ahmed, III, 21; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 337.

[320] Buhârî, İ'tisâm, 3 (VIII, 144), 8 (VIII, 148).

[321] Bir başka isim ile ilgili ve beklemediği "Ya dört şahit ya da sırtına had!" şek­linde cevap verdiği hk. farklı bir değerlendirme için bkz. îbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 370.

[322] Nûr 24/6-9.

[323] Şafiî, Ümm, V, 125; Buhârî, l'tisâm, 5 (VIII, 146); İbn Kayyim, Zâdu'1-meâd, V, 443 vd.

[324] Müslim, Liân, 10.

[325] Kocası hakkında  seninle tartışmaya giren ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir..." diye başlayan âyetler. Mücâdele 58/1-4.

[326] İbn Mâce, Talâk, 25 (2063); Hâkim, II, 481; Beyhakî, VII, 382; İbn Kesîr, IV, 318; İbn Kayyim, Zâdu'1-meâd, V, 413.

[327] ibn Kesîr, III, 78.

[328] bkz. Gazzâlî, Mustasfâ, II, 355.

[329] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 138-140.

[330] Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, 90.

[331] Müslim, Liân, 10.

[332] Ayrıca bkz. Gazzâlî, Must

[333] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 140-141.

[334] bkz. Nahl 16/44, 64.

[335] Beyanın, hitap anından sonraya kalmasının caiz olup olmadığı tartışmalı ol­makla birlikte, ihtiyaç anı gelmeden önce mutlaka yapılmış olması gerektiği konusunda ittifak bulunmaktadır, bkz. Bâcî, İhkâmu'l-fusûl fi ahkâmi'1-usûl, 217 vd.

[336] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 142.

[337] bkz. Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 202 vd.

[338] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 142-143.

[339] Bu konuda Ali Osman ATEŞ1 tarafından Sünnetin Kabul  veya Reddettiği Cahiliye ve Ehl-i Kitâb Örf ve Âdetleri   adı altında M. Cemal SOFUOĞLU danışmanlığında bir doktora tezi hazırlanmıştır (İzmir 1989). Tezde, her konu ile ilgili Tevrat ve İncil'deki hükümler, cahiiiye dönemindeki uygulama ortaya konulmakta ve sonra İslâm'ın bunları nasıl kabul ettiği (olduğu gibi, ya da ıslâh ederek ve değiştirerek) ortaya konulmaktadır. Varılmak istenen sonuç, İslâm'ın "İbrahimî bir geleneğe bağlı din süreci" oiduğunu ortaya koymaktır.

[340] Ahmed Emin,  Fecru'l-îslâm, 227; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 898. Rasûlullah'm (s.a.) daha Önceki şeriatların gereği ile yükümlü oiup olmadığı hk. bkz. İbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 184.

[341] İbn Mâce, Talâk, 25 (2063); Hâkim, II, 481; Beyhakî, VII, 382; Ibn Kesîr, IV, 318; İbn Kayyinı, Zâdu'1-meâd, V, 413.

[342] Mücâdele 58/1-4.

[343] bkz. HamidulJah, İslâm Peygamberi, II, 898

[344] bkz. İbn Âşûr, Makâsıd, 104.

[345] Rasûlullah (s.a.) ile, müşriklerin mücadele tarihine bakıldığında zaten, müca dele zeminin çoğu kez salt dinî olmadığı, getirilen yeni değerler karşısında ikti­dar konumunda olanların kaybetmelerinden korktukları din kisvesine büründü-rülmüş çıkarları olduğu görülür.

[346] Hacc 22/78.

[347] Amr b. Luhayy b. Harise b. Amr b. Âmir el-Ezdî. Kahtân'dandır. Hz. îsmali'in (s.a.) dinini ilk bozan ve Arapları putlara tapmaya davet eden kimsedir. Künyesi Ebû Sümâme'dir. Rivayete göre, Ka'be'nin hicabet görevini üstlenmiş, bu sırada Meâb denilen yere gitmiş, orada insanların putlara taptığını görmüş ve onların bu itikatlarını putlanyla birlikte Mekke'ye taşımıştır (bkz. Ziriklî, A'lâm, 5/84).

[348] Sâibe (ç. sevâib): Belli şartları haiz olan ve putlar adına otlaması için salman, sağılmayan, binilmeyen ve boğazlanmayan hayvanlara denir (bkz. Mâide 5/103).

[349] Bahire (ç. bahâir): Beş kere doğuran ve beşinci yavrusu dişi olan deveye denir.

[350] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 143-145.

[351] tnsan yaşantısı için zorunlu olan her türlü insanî ilişkiler, mübadeleler vb. ikinci; insanlar arasında adalet tevziini sağlamak, güveni yaymak için ihtiyaç duyulan önlemler de üçüncü türden irtifaklar olmaktadır.

[352] Lokman 31/25.

[353] En'âm 6/41.

[354] tsrâ 17/67.

[355] En'âm 6/91.

[356] Furkân 25/7.

[357] Ahkâf46/9.

[358] Buhâri, Meğâzî, 48; Ahmed, 1/365.

[359] Cahiliye dönemi Arap hatiplerinin en büyüğüdür. Hadiste geldiğine göre, Rasû-

[360] Bunlardan biri Züheyr b. Ebî Sülmâ'dır. Kuruduktan sonra tekrar yeşeren yerleri gördükçe: "Eğer Araplar bana sövmeseydi, toprağı kuruduktan sonra onu yeniden diriltenin, çürümüş kemikleri de tekrar dirilteceğine inanırdım" derdi. Bir diğeri Amir b. Zarib'dir. Bu, onların meşhur hatiplerindendi. Kendisine içki içmeyi haram kılmıştı. Abdullah b. Tağlib, Berre b. Kudâ'a, Ailân b. Şihâb et-Teymî de, Allah'a ve âhiret gününe inananlardandı.

[361] Onun az kalsın müslüman olacağını" belirten yaklaşık rivayetler hk. bkz. Müslim, Şi'r, 1-7.

[362] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 145-147.

[363] Haniflik ve Hanifler için bkz. Kuzgun, Şaban, Hz. İbrahim ve Haniflik, Ankara 1985.

[364] Tırnak kesmek, etek tıraşı olmak gibi.

[365] İsmi Sübey'a b. Rafî' dir. ed-Dağna, annesinin adıdır. Bu zat, Hz. Ebû Bekir'in, Kureyş'in baskısı sonucu Mekke'yi terketmesine razı olmamış ve onu kendi himayesine almıştır.

[366] bkz. Şâfıî, İhtilâfu'l-hadîs, 68.

[367] Hadis-i şerifte geldiğine göre Rasûluîiah (s.a.), peygamberliğinin arifesinde Hıra mağarasına çekiliyor ve kendisini ibadete veriyordu.

[368] Dihlevî, HuccetuIIâhi'l-bâlİğa, I, 457-467 (bazı tasarruflarla ve özetle).

[369] İptal edilenler hk. bkz. Saîd b. Mansûr, II, 24, 78; Dârimî, Mukaddime, 1; Bilmen, Kamus, IV, 96-97; îbn Perec, Akdıyetu'r-Rasûl, 19-20; Dihlevî, Hucce-tullâhi'l-bâliğa, I, 431 vd.; Ahmed Emîn, Fecru'l-lslâm, 227, 232; Wensinck, Miftâhu künûzü's-sünne, 67, 94.

Islâh edilenler hk. Muvatta, Talâk, 103; Şâfıî, Risale, 338; Saîd b. Mansûr, II, 22, 27, 80; Buhârî, Talâk, 46; Müslim, Talâk,   58;   Beyhakî,   I,   16,   19;

Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 261-263, 265 (1969 baskısı); 588; Hamidullah, İslâm Tarihine Giriş, 56; îbn Âşûr, Makâsid, 113; Wensinck, Miftâhu künûzü's-sünne, 69, 108; Karaman, Modern Problemler Karşısında islâm Hukuku, 20, 26;

îbkâ edilenler hk. Buhârî, Bed'u'1-vahy, 6 (I, 7); îbn Hibbân, I, 207; îbn Kuteybe, Te'vîl, 104 vd.; îbn Ferec,Akdıyetu'r-Rasûl, 13, 17; Şâtıbî, Muvafakat, I, 165; II, 75; 307; III, 42; Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 385-386, 448, 466, 623, 625, 635, 663; II, 488, 561; Ahmed Emîn, Fecru'l-lslâm, 227; Wensinck, Miftâhu künûzü's-sünne, 71; Ertuğrul, İ.F., Hakikat Nurları, 93 vd.; Hamidullah, îslâm Peygamberi, II, 898; Hamidullah, İslâm Tarihine Giriş, 24, 67, 92; Fayda, Divan, 7.

Arabııı karakter yapısı ve fikir dünyası, sahip oldukları ilimler hk. Şâtıbî, Muvafakat, II, 68-71; Y. Kumeyr'den F. Olguner, İslâm Felsefesinin Kaynak-iarı, 19 vd.

Genel olarak ele alınması hk. müstakil eserler: Cevad Ali, Târîhu'1-Arab kable'l-lslâm, Bağdad 1950-1958; Nebîh Âkil, Târîhu'l-Arabi'l-kadîm ve asru'r-Rasûl, Dımeşk 1969; Çağatay, Neşet, îslâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara 1982.; Tevfik Berrû, Târîhu'l-Arabi'l-kadîm, Dımeşk 1988. Ayrıca bkz. Şâtıbî, Muvafakat, I, 165 vd; Dihievî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 386, 390; Hamidullah, îslâm Peygamberi, II, 837 vd.; Hamidullah, Rasûlullah Muham-med, 288 vd.; Hamidullah, Devlet îdaresi, 104-118; Hamidullah, îslâm Tarihine Giriş, 57 vd.; Hamiduiîah, Muhammed: "el-îlâf veya İslâm'dan Önce Mekke'nin İktisâdî-Dipiomatik Münâsebetleri", trc. îsmâil Cerrahoğlu, AÜİFD., c.XI, Ankara 1961; Wensinck, Miftâhu künûzü's-sünne, 108; Schacht, İslâm Hukukuna Giriş, 17 vd.; Watt, İslâm Vahyi, 47 vd.; Watt, îslâm Nedir?, 27 vd.; Watt, Günümüzde îslâm ve Hıristiyanlık, 116; Ülken, İslâm Düşüncesine Giriş, 34, 94; el-Asru'l-câhili, 72 vd.; Karaman, îslâm Hukuk Tarihi, 29-35; Ateş, itirazlara Cevaplar, 45 vd.; ÎAD, V, 38, 300 vd.; DÎA, III, 316 vd.; Uğur, Müctebâ: îslâm Toplumu, İst. 1980; Çelebi, îlyas, Gayb Problemi, 30 vd.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 147-149.

[370] Âl-i İmrân 3/159.

[371] Rasûlullah'm (s.a.) Cibril'e danıştığı rivayetleri de vardır. Meselâ bîr rivayet şöyle: Rasûlullah (s.a.), israfil lisanı üzere "kral peygamber" olmak ile   "kul peygamber" olma arasında muhayyer bırakılmıştı. Rasûlullah (s.a.), sanki görüşünü istiyormuş gibi (ke'l-müsteşîr leh) Cibril'e baktı. Cibril, tevazuya işaret olmak üzere  yere baktı.  Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) da "kul peygamber" olmayı tercih etti (Buhârî, Tevhîd, 37).

[372] Serahsî, Usûl, II, 94.

[373] Kurtubî, IV, 252.

[374] İmam Şafiî şöyle dermiş: "Evinde un olmayana akıl danışma; çünkü onun aklı başında olmaz" (Beyhakî, Menâkıbu'ş-Şâfiî, II, 212). Şûra üyelerinin, dokun-mazlık da dahil her türlü güvenceleri olması gerekir. Aksi takdirde şûra da beklenen sonucu vermeyebilir!

[375] bkz. Kurtubî, IV, 250.

[376] Ezan gibi.

[377] bkz. Müslim, Akdiye, 15 (VIII, 413).

[378] Sahabe döneminde ictihâd faaliyetinin genelde şûra ictihâdları şeklinde yürü­tülmüş olması, Rasûlullah'm (s.a.) bu amacının gerçekleştiğini gösterir. İctihâd faaliyetinin genelde bu şekilde sürdürülmesi, hem ihtilâfı azaltır ve birliğin sağlanmasını kolaylaştırır, hem de isabet oranını yükseltir, bkz. Karaman, ictihâd, 58, 90-91; Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, 46. Şûra içtihadı hakkında ayrıca bkz.   İbn Sa'd, Tabakât, II, 336, 350; III, 61; N, nâkıbu Ömer, 190, 214, 219, 221, 251; Ahmed Emîn, Fecru'l-îslâm, 239; İbn Âşûr, Makâsıd, 46; Zerkâ, Medhai, I, 180;

[379] Meselâ bkz. Enfâl 8/67; Tevbe 9/43.

[380] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 150-151.

[381] Ebû Dâvûd, Salât, 28 (499)                                              

[382] Ezanın ilk kez meşruiyeti hk. bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 27 (498); Tâhiru'l-Mevlevî, Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, 60-62; Nâdiye Şerif el-ömerî, îctihâdu'r-rasûl, 102.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 152.

[383] bkz. Buhârî, Şehâdât, 15 (III, 157), 1'tisâm, 28 (VIII, 163); İbn Kayyim, Zâdu'l-meâd, III, 298.

[384] bkz. Nûr 24/11-12.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 152.

[385] bkz. Hamidullah, îslâm Tarihi, II, 891.

[386] Âl-i tmrân 3/159.

[387] Şûra 42/38.

[388] Muhammed 47/20-21

[389] bkz. Ahmed, I,  30-31, 383, 384; III, 243; îbn Hişâm, Sîre, III, 67; Taberî, Tarîh, II, 144, 189-190, 229; Menâkıbu Ömer, 42; Mebsût, XVI, 70; Nesefi, Keşfu'l-esrâr, II, 167; îbn Kayyim, Zâdu'1-meâd, III, 217; 239; 310; îbn Ferec, Akdıyetu Rasûlillâh, 37; Devâlibî, Medhal, 284; Kardavî, Hz. Peygamber ve İlim, 80; Nâdiye Şerif el-Ömerî, tctihâdu'r-rasûl, 72, 92, 94; Karaman, İctihâd, 40; Ateş, Cevaplar, 31-33.

[390] İbn Hişâm, Sîre, III, 234; Serahsî, Mebsût, XVI, 70.

[391] İbn Cevzî'ye göre bu, Rasûlullah'a (s.a.) vacipti, bkz. Fethi Osman, el-Fikri's-siyâsî el-îslâmî, 385.

[392] Kurtubî, IV, 250; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 194; Nâdiye Şerif el-Öm'erî, îctihâdu'r-rasûl, 124.

[393] bkz. Buhârî, î'tisâm, 28 (VIII, 162).

[394] Âl-i îmrân 3/159.

[395] bkz. Buhârî, Î'tisâm, 28 (VIII, 162); İbn Hişâm, Sîre, III, 67; Kurtubî, IV, 252.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 152-153.

[396] bkz. Muhammed Arûsî, Efâlu'r-rasûl, 229.

[397] Konuya bu açıdan bakmayıp, her şeyi hazır vahiyle karşılama -sanki vahyin amacı çerçeve hükümlerin ötesinde bütün ayrıntıları da düzenleme imiş gibi- eğiliminde olanlar, Rasûlullah (s.a.} zamanında içtihadın caiz olmayacağını, bazıları ise ancak gıyabında caiz olacağını ileri sürmüşlerdir. Ancak bunlar kabul edilebilir görüşler değildir. Gazzâlî de "tercihe şayan olan görüşün, Rasûlullab'ın (s.a.) hem huzurunda hem de gıyabında içtihadın caiz olduğu şeklindeki görüş olduğunu" söyler,   bkz. Gazzâlî, Mustasfâ, II, 354. Ayrıca bkz. İbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 374; Şevkânî,   îrşâdu'l-fuhûl, 226; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 205.

[398] bkz. Ahmed, I, 37,V, 230, 236; Ebû Dâvûd, Akdıye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3; Nesâî, Kudât, 11; îbn Mâce, Menâsik, 38; Dârimî, Mukaddime, 20; Serahsî, MebSût, XVI, 69.

[399] Bkz. Buhârî, Meğâzî, 30 (V, 50); Müslim, Cihad 69; Şâtıbî, Muvâfakât,III, 140; İbn Kayyım, î'lâmu'l-muvakkı'în, I, 203; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, 226; Karaman, îctihad, 47; Zeydan, Medhal, 127.

[400] Nisa 4/29.

[401] Ebû Dâvûd, Taharet, 126 (334); Kurtubî, V, 157; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, 227; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, İctihâdu'r-rasûl, 183.

[402] Bazıları -Özellikle Hanefîler- bunu Rasûlullah'ın    (s.a.)   izni   şartına bağlamışlardır, bkz. İbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 375; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 207.

[403] Bu konuda ayrıca bkz. Karaman, İctihâd, 43.

[404] Buhârî, Megâzî, 30 (V, 50); îbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II,   375; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, 226.

[405] Ahmed, IV, 205. Ayrıca bkz.    Mebsût, XVI, 70; Gazzâlî, Mustasfâ, II, 355; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 921, "Eğer aralarında hükmeder ve isabet de edersen, sana iki ecir vardır; eğer ictihâd eder buna rağmen hata edersen sana bir ecir vardır" şeklindeki rivayet için bkz,. Şâfıî, Risale, 494;   Ahmed, IV, 204, 205; Buhârî, İ'tisâm, 21; Müslim, Akdıye, 15.

[406] Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 921; Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, 150.

[407] Berki, Şakir, "islâm Hukukunun Anahatları I", 182. Ayrıca bkz. Mahmasânî, Felsefetu't-teşrî, 184.

[408] Berki, Şakir, "îslâm Hukukunun Anahatları II", 40.

[409] İbn Sa'd, Tabakât, II, 334, 347, 350.

[410] bkz. Atar, îslâm Adliye Teşkilatı, 150. Rasûlullah'ın (s.a.) temyiz mercii gibi faaliyette bulunduğuna dair kaynaklar hk. bkz. aynı yer ve Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 921. İslâm hukukunda bir dava, usulüne uygun şekilde sonuca bağlanmışsa o artık kazlyye-i muhkeme olmakta ve tekrar dava konusu yapı­lamamaktadır. Davaların sonsuza dek uzamaması için bu zorunludur,   bkz. Kasânî, VII, 14; Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, 36, 150, 216.

[411] Ravi, belki de "Melik hükmü ile" dedi diye şüphesini belirtmiştir, bkz. Buhârî, Megâzî, 30 (V, 50); ibn Ferec, Akdıyetu Rasûlillâh, 39.

[412] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 154-156.

[413] Nisa 4/59, 83.

[414] bkz. Nisa 4/135; A'râf 7/176; Kehf 18/28; Tâhâ 20/16; Furkân 25/43;  Sâd 38/26; Câsiye 45/23; Kasas 28/50; Necm 53/23.

[415] îbn Mâce, Mukaddime, 8.- Fuâd  Abdulbâkî, hadisin metin itibariyle İbn Mâce'nin tek başına kaldığı bir muhtevaya sahip olduğunu söyler.

Muâz, muhtemelen bu talimata binaen, sebzelere zekât düşüp düşmeyeceği konusunda Rasûlullah'a (s.a.) yazarak, nasıl davranması gerektiğini sormuştur (bkz. Tirmizî, Zekât, 13 (III, 30). Ebû îsâ (Tirmizî), bu hadisin isnadının sahih olmadığını ve bu konuda Rasûlullah'tan (s.a.) işe yarar bir şey bulunmadığını ilâve eder.

Muâz'a, Rasûluliah'tan (s.a.) konuyla ilgili yazılı belge ulaştığını ifade eden başka rivayetler de bulunmaktadır, bkz. Dârakutnî, Sünen, II, 96.

[416] bkz. Ahmed, I, 37, V, 230, 236; Ebû Dâvûd, Akdıye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3;

Nesâî, Kudât, 11; İbn Mâce, Menâsik, 38; Serahsî, Mebsût, XVI, 69.

[417] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 156-158.

[418] İctihâd faaliyeti genelde şu dört şekilde cereyan eder: 1. Zannî' nassdan muradın ne olduğunu ortaya koyma, 2. Deiiller arasını bulma, tearuz halinde bir tercihe gitme, 3. Nassın illetini belirleme, 4. Fer'îleri, genel esaslar altına sokma. Bu faaliyetlerden Rasûlullah (s.a.) için söz konusu olacak olan ilk ikisi olmayıp, üçüncü ve dördüncü şıklarda belirtilen faaliyetlerdir, bkz. Nâdiye Şerif el-Omerî, îctihâdu'r-rasûl,   192, 199. Ayrıca bkz. İbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, 366; Karaman, İctihâd, 22.

[419] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 158.

[420] Abdulcelîl İsâ, İctihâdu'r-Rasûf (s.a.), 21.

[421] Kehf 18/109.

[422] Abdulcelîl îsâ, Ictihâdu'r-Rasûl (s.a.), 23.

[423] Gazzâlî, Mustasfâ, II, 355.

[424] Abdulcelîl İsâ, Îctihâdu'r-Rasûl (s.aj, 30.

[425] Şevkânî, bu konuda icmâ olduğunu söyler, bkz. İrşâdu'l-fuhûl, 225. Ayrıca bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, I, 234.

[426] Gazzâlî, Mustasfâ, II, 356.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 158-159.

[427] Önceki peygamberlerin ictihâdlarına Örnekler hk. bkz. Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 214; Abdulcelîl İsâ, Îctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 49.

[428] Davudoğlu, Müslim Şerhi, I, 234.

[429] bkz. Gazzâlî, Mustasfâ, II, 355.

[430] Yani müctehidin yaptığı iş, yok olan bir şeyi ortaya koymak değil, var olan bir şeyin üzerini açmak ve ortaya çıkarmaktır. Bu aynen kâşiflerin yaptığı şeye benzer; bir âletin ya da bir adanın keşfi gibi.

[431] bkz. Serahsî, Usûl, II, 92. Hanefîler böylece Rasûlullah (s.a.) için içtihadın sadece kıyas yapmak anlamına geldiğini söylerler. Çünkü Rasûlullah (s.a.) nasslardan muradın ne olduğunu tayin anlamında içtihada ihtiyaç hissetmez. Ayrıca bkz. Ibn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, 366.

[432] Örnekleri için bkz. Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, 225-226; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 180 vd.; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, îctihâdu'r-rasûl, 202; Karaman, İctihâd, 37. Aslında bu konuda da farklı yaklaşımlar bulunmaktadır (bkz. Gazzâlî, Mustasfâ, II, 355; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 175 vd.; Karaman, ictihâd, 40). Bunca örnek ortada iken aksini düşünmenin imkânı yoktur.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 159-160.

[433] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 471; Davudoğlu, Müslim Şerhi, VII, 80.

[434] İbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 366; Davudoğlu, Müslim Şerhi, II, 351.

[435] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, II, 420.

[436] Yani nerede illet varsa orada hüküm de var, nerede illet yoksa orada hüküm de yok şeklinde hareket etmeleri.

[437] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 395.

[438] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 471.

[439] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, IV, 30.

[440] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, IV, 44.                                

[441] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 160-161.

[442] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 161.

[443] Muvatta, Akdıye, 31; Ahmed, V, 327; îbn Mâce, Ahkâm, 17; Hâdimî,   Mecâ-miu'i-hakâik, 322. Bu hadis, Bakara 2/231, 233; Talâk 65/6 gibi âyetlerin ortak ifadesi olmaktadır.

[444] Buhârî, Bed'u'1-vahy, 1 (I, 2).

[445] Şâfıî, İhtilâfu'l-hadîs, 200; Ebû Dâvûd, Büyü, 71; Süyûtî, el-Eşbâh ve'n-nezâir, 150.

[446] Süyûtî, el-Eşbâh ve'n-nezâir, 117; Hâdimî, Mecâmiu'l-hakâik, 308.

[447] bkz. Aclûnî, Keşfu'1-hafâ, 1, 73; Süyûtî, el-Eşbâh ve'n-nezâir, 136.

[448] Bu tür hadisler, zaman içerisinde hayatın her alanını içine alacak şekilde kap­sam kazanan genel kaideler halini almış ve özellikle İslâm hukukunda önemli bir işlev görmüştür. Bu tür kaideler hakkında Süyûtî'nin el-Eşbâh ve'n-nezâir'i ile,  Hâdimî'nin   Mecâmiu'l-hakâik adlı eserlerine ve Meceîle'nin ilk yüz maddesine bakılabilir.

[449] Nasslar, teker teker ele alındığında Kur'ân nassı gibi sübût bakımından kesin de olsalar, delâlet bakımından yüzde yüzlük bir katiyet ifade etmezler. Çünkü nesh, tahsis, müştereklik, mecaz, şer'î ve örfî nakil... gibi pek çok ihtimale açıktırlar. Ancak bir konu ile ilgili nassların birbirini desteklemesi halinde, nassların örtüşen kısmında bu ihtimal ortadan kalkar ve işte o zaman katiyet kazanır. Sübutu kadar delâleti de kesinlik kazanan o şeyin usûl edinilmesi işte bu takdirde caiz olur. bkz. Şâtıbî, Muvafakat, I, 29.

[450] Süyûtî, bu tür hadisleri Erbe'ûne hadisen fi kavâidi'l-ahkâmi'ş-şer'iyye  adı aitmda kitap haline getirmiştir.

[451] Yani onların da atlar gibi mi olduğu ya da zekâtının ne olduğu hakkında.

[452] Zilzâl 99/7-8.

[453] Muvatta, Cihâd, 3 (II, 444); Buhârî, Cihâd, 48; Müslim, Zekât, 24, 26 (V, 311);

[454] bkz. Devâlibî, Medhal, 91, 92, 283.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 161-163.

[455] bkz. Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 903.

[456] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 163.

[457] Tirmizî, Cihâd, 20; îbn Mâce, Cihâd, 14; Ahmed, V, 300.

[458] Buhârî, Afime, 50; Enbiyâ, 29; Müslim, Eşribe, 163; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, İctihâdu'r-rasûl, 86.

[459] Bu tür sayıiar genelde çokluktan kinaye olarak kullanılır.

[460] Müslim, Selâm, 87.

[461] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 163.

[462] Buhârî, Nikâh, 108 (VI, 158).

[463] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 163-164.

[464] Muvatta, Radâ, 16 (II, 607); Müslim, Nikâh, 24, 140-142; Ebû Dâvûd, Tıbb, 16. Yorumu için bkz. Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, II, 419; İbn Âşûr, Makâsıd, 103; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 900; Abdulcelîl Isâ, Îctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 76; Bulaç, Ali, "Kadının Şahitliği", ÎAD, V, 295

[465] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 164.

[466] Buhârî, î'tisâm, 12 (VIII, 150). Benzeri başka kıyas örnekleri için bkz. aynı yer; Şevkânî, Irşâdu'l-fuhûl, 226; Nâdiye Şerif el-Ömerî, İctihâdu'r-rasûl, 202.

[467] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 164-165.

[468] bkz. Buhârî, î'tisâm, 5 (VIII, 146).

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 165.

[469] Müslim, Fedâil, 139 (X, 157); Ayrıca bkz. Ahmed, I, 162.

[470] Müslim, Fedâil, 140 (X, 158). Aynca bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, IX, 640; İbn Haldun, Mukaddime, 393-394; Hamidullah, îslâm Peygamberi, II, 900; îbn Âşûr, Makâsıd, 38.

[471] Müslim, Fedâil, 141 (X, 159)

[472] bkz. Hamidullah, îslâm Peygamberi, II, 903; bkz. Hamidullah, İslâm Tarihine Giriş, 68; Abdulcelîl îsâ, İctİhâdu'r-Rasûl (s.a.), 100.

[473] Abdulcelîl İsâ, Ictihâdu'r-Rasûl (s.a.), 101; Kardâvî, Hz. Peygamber ve İlim, 78; Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 241; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, İctihâdu'r-rasûl, 86.

[474] bkz. Buhârî, Cıhâd, 181 (IV, 33-34).

[475] örnekleri için bkz. Kardavî, Hz. Peygamber ve ilim, 63 vd.

[476] Bu konuda bkz. Kardavî, Hz. Peygamber ve İlim, 12 vd.

[477] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 165-167.

[478] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 167.

[479] Ulgener, Darlık Buhranları ve îslâm İktisat Siyaseti, 124, 133.

[480] bkz. Hamidullah, "el-îlâf veya İslâm'dan Önce Mekke'nin İktisâdî-Diplomatik Münâsebetleri", trc. İsmail Cerrahoğlu, AÜİFD., c.XI, Ankara 1961; Kallek, Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, 5 vd.

[481] Bkz. Tirmizî, Büyü, 73; Ibn Mâce, Ticârât, 27; Ibn Hanbel, III, 85, 286 Bâcî, Müntekâ, V, 18; Süyûtî, Miftâhu'l-cenne, 29; Şevkânî, Neylu'l-evtâr, V,   247; Mergînânî, Hidâye, 4/93.

[482] Şevkânî, Neylu'l-evtâr, V, 248.

[483] Ulgener, Darlık Buhranları ve İslâm iktisat Siyaseti, 141.

[484] Bkz. Bâcî, Müntekâ, V, 18; Şevkânî, Neylu'l-evtâr, V, 248; Şelebî, Ta'lîl, 78, 325; Bûtî, Davâbıtu'l-maslaha,   182,  178, 367; Nebhân, el-İtticâhu'1-cemâ'î, 380-384.

[485] bkz. Tabakoğîu, Türk iktisat Tarihi,   321. Müdahalecilik ve narh konusunda geniş bilgi ve değerlendirmeler için bkz. Ulgener, Sabri F-, Darlık Buhranları ve tslâm   İktisat  Siyaseti,   Ankara   1984;   Kallek,   Cengiz,   Hz.   Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, İstanbul 1992.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 167-168.

[486] bkz. Fayda, Divan, 46, 48.

[487] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 168.

[488] Ahmed, VI, 41; Müslim, Hacc, 339, 340, 341; Ibn Mâce, Menâsik, 81; İbn Kayyım, Zâdul-meâd, II, 296; Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, II, 201; Ibn Âşûr, Makâsıd, 38; Karaman, tctihâd, 65.

Muhassab'da konaklamayı farklı değerlendirenler de vardır. Bu görüşün mes­nedi, Rasûlullah'm (s.a.) orada kasıtlı konaklayışıdır. Çünkü müşrikler Rasû-lullah'ı (s.a.) kendilerine teslim edinceye kadar Hâşim ve Muttalib Oğullarını içtimaî ve iktisadî boykota tabi tutmak üzere oluşturdukları yeminli paktı Muhassab'da gerçekleştirmişlerdi. Rasûlullah (s.a.), orada konaklamak suretiyle islâm'ın aziz, küfrün ise zelil olduğunu göstermek, islâm'ın şeâirini yüceltmek istemişti. Bu görüşü destekleyen rivayetler de bulunmaktadır, (bkz. Müslim, 343, 344, 345) Bu yaklaşıma göre, Rasûlullah'm (s.a.) burada konaklaması onun coğrafî şartları dikkate almasının bir sonucu olmaktan çıkar . ve onun teşrî siyaseti ile ilgili davranışları kapsamına girer. Tabiî o zaman hüküm de başka olur.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 168-169.

[489] bkz. Muvatta, Akdıye, 28 (II, 747); Ebü Dâvûd, Büyü, 90.

[490] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 169.

[491] Müslim, Eşribe, 152.

[492] Müslim, Eşribe, 153.

[493] bkz. Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, II, 591.

[494] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 169-170.

[495] bkz. Şâfıî, îhtilâfu'l-hadîs, 164; Ahmed, V, 416, 417, 421; Buhârî, Vudû, 11; Müslim, Taharet, 59; Ebû Dâvûd, Taharet, 4; Tirmizî, Taharet, 6; Nesâî, Taharet, 19, 60; îbn Mâce, Taharet, 17.

[496] Kardavî, Şerîatu'İ-İslâm, 151.

[497] Meselâ Moritanya ile Bangladeş müslumanlarını düşünelim.

[498] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 170.

[499] Müslim, Eşribe, 15 {IX, 261).

[500] Abdusselâm Muhammed Şerif, eî-Mebâdiu'ş-şer'iyye fi ahkâmi'l-ukûbât fı'l-fıkhı'i-îslâmî, 128. Bu kitapta bu hadis de dahil olmak üzere içki ve cezası ile ilgili hadislerin değerlendirilmesi hk. geniş bilgi bulunmaktadır (s.109-166).

[501] bkz. Ahmed, II, 118.

[502] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 170-171.

[503] Müslim, Libâs, 74.

[504] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, II, 627.

[505] bkz. İbn Fûrek, Müşkilu'l-hadîs, 42.

[506] Reddi için bkz. Sâd 38/50.

[507] Ahmed, IV, 39, 40; Buhârî, Salât, 85; Müslim, Libâs, 75; Tirmizî, Edeb, 19; İbn Fûrek, Müşkilu'l-hadîs, 44.

[508] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 171.

[509] Ebû Dâvûd, Edeb, 127 (5186).

[510] Dihlevî, HuccetuIIâhil-bâliğa, II, 626.

[511] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 172.

[512] Eleştirisi için bkz. Keşfu'1-Hafâ, II, 320.

[513] Ubû Yûsuf, Harâc (Mukaddime), 27.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 172.

[514] bkz. Buhârî, 1'tisâm, 16 (VIII, 155).

[515] bkz. Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi, 121.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 172.

[516] Bu konuda bir değerlendirme için bkz. Gazzâlî. Nebevi Sünnet, 143.

[517] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 172.

[518] Ebû Dâvûd, Salât, 1; A. Naim, Tecrîd, II, 462.

[519] A. Naim, Tecrîd, II, 463.

[520] Bu görüşte olanların tenkidi hk. bkz. Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi, 103.

[521] Bu konuda bkz. Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi, "Makâsıd/Vesâil Ayırımı" bahsi, s. 107 vd.

[522] Bu konuda ayrıca bkz. Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi,   "İslâm Hukukunda Ortam ve Şartlara Riâyet Prensibi", s. 77-80.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 173-175.

[523] Şâfıî, Risale, 213.

[524] bkz. ei-Mucemu'1-müfehres, "arabî" maddesi (11 yerde). "Arapça Kur'ân" sözü­nün işaret ettiği hususlar hk. bkz. Watt, İslâm Vahyi, 47 vd.

[525] Beyhakî, Menâkıbu'ş-Şâfn, II, 239.

[526] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 175.

[527] Watt, İslâm Vahyi, 57.

[528] bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; Tirmizî, İlim, 16; îbn Mâce, Mukaddime, 6; Ahmed, 4/126; Dârimî, Mukaddime, 16 (I, 45).

[529] Modern yollarda ise önceden konulmuş olan işaret levhalarına dikkat edilerek.

[530] Dârimî, Mukaddime, 19, 20 (I, 54, 61); Beyhakî, Medhal, 272; Süyûtî, Miftâ-

[531] Ehl-i kitap, ellerinde kitap olmasına rağmen onu bilen ve hayata geçirecek adamları olmadığı için zamanla sapitmışlardı (bkz. Dârimî, Mukaddime, 62 (I, 77).

[532] Dârimî, Mukaddime, 17 (I, 49); Süyûtî, Miftâhu'l-cenne, 72.

[533] Şâfıî, Risale, 414.

[534] bkz. İbn Mâce, Edâhî, 3 ("Kurban da neyin nesi?" diye sorulan soruya cevap olarak verilmiştir).

Kur"ân da aynı yolu tutmuş, İslâm yolunun yeni bir bid'at olmadığım, aslında ataları Hz. İbrahim'in yolu olduğunu vurgulamıştır. Böylece aynen çocuğun baba mesleğine ısındırılması gibi onların dine ısmdırılması ve bu yolla ona yak-laştırılması amaçlanmıştır, bkz. Hacc 22/98; Nahl 16/123; Şâtıbî, Muvafakat, II, 91.

[535] Buhârî, Hacc, 99; Edâhî, 1; Ebû Dâvûd, Salât, 211.

[536] Ahmed, II, 124.

[537] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 65; İbn Mâce, Cenâiz, 38.

[538] bkz. Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Nikâh, 5; ibn Mâce, Nikâh, 1

[539] Buhârî, Muhsar, 2; Tirmizî, Hacc, 96; Nesâî, Menâsik, 61.

[540] Müslim, Mesâcid, 257.

[541] Ahmed, II, 95. Ayrıca bkz. Ahmed, II, 56, 57; Süyûtî, Miftâhu'l-cenne, 64.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 175-176.

[542] bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; Tirmizî, İlim, 16; ibn Mâce, Mukaddime, 6; Ahmed, 4/126; Dârimî, Mukaddime, 16.

[543] Ebû Dâvûd, Sünnet, 1; Tirmizî, îmân, 18; İbn Mâce, Fiten, 17; Ahmed, 2/332.

[544] bkz. Keşfu'1-hafâ, I, 147. Bu hadisin mevzu olduğu veya en azından sahih olmadığı söylenir.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 177.

[545] Bu gibi konuların sadece sünnete has olmayıp bir ölçüye kadar Kur'ân için de geçerli olduğunu düşünüyor ve bu gibi konularda ciddî çalışmaların yapılması­nın gereğine inanıyoruz.

[546] Bu konuda örnekler için bkz. Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 273 vd.

[547] Şâfıî, Risale, 213; Şâfıî, îhtilâfu'l-hadîs, 30; 39; Çakan, Hadislerde Görülen ihtilâflar ve Çözüm Yolları, 113-115.

[548] Ebû Dâvûd, Eşribe, 7 (IV, 94).

[549] bkz. îbn Hibbân, I, 188, 202, 237, 245.

[550] Davudoğlu, Müslim Şerhi, IX, 582 (Müslim, Selâm, 20, 21).

[551] İbn Haldun, Mukaddime, 194.

[552] Muvatta, Talâk, 67 (II, 581); Şafiî, Risale, 310; Şafiî, İhtilâfu'l-hadîs, 180; Ahmed, VII, 412; Müslim, Talâk, 35; Ebû Dâvûd, Talâk, 36; Dârimî, II, 135.

[553] Alâuddîn Âbidîn, el-Hediyyetu'I-alâiyye, 275.

[554] İbn Hişâm, Sîre, III, 234; Abdulcelîl Isâ, tctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 115; Nâdiye Şerîf el-Omerî, Ictihâdu'r-rasûl, 95.

[555] Mübalağa ifadesi için kullanılan bu hadisten kimileri, hayız süresinin en uzun müddetinin on beş gün olduğu hükmünü çıkarmıştır. Oysa ki hadisin amacı bunu belirtmek değil; kadınların dinî yönden noksan olduklarını belirtmektir. Hadisin kaynağı ve eleştirisi için de bkz. Şâtıbî, Muvafakat, II, 94 (dn).

[556] Hattâbî, Meâlimu's-sünen, VI, 286; Arûsî, Efâlu'r-rasûl, 221.

[557] Muvatta, Salâtu'l-cemâ'a, 3 (I, 129); Ahmed, I, 394, 402; II, 351, 539; Buhârî, Husûmât, 5 (III, 91); Şâtıbî, Muvafakat, III, 337.

[558] Hz. Ömer'in, "dökelim ve yıkayalım mı?" şeklindeki önerisine "öyle olsun!" buyurmuştur bkz. Buhârî, Mezâlim, 32 (III, 107).

[559] Buhârî, Icâre, 16 (tfl, 53).

[560] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 177-179.

[561] Şâtıbî, Muvafakat, II, 65.

[562] Cuma 62/2.

[563] Araf 7/158.

[564] Ankebût 29/48.

[565] Tirmizî, Kur'ân, 9; Ahmed, 5/132.

[566] Buhârî- Savm, 13; Müslim, Sıyâm, 15 .

[567] Şâtıbî, Muvafakat, II, 86.

[568] Buhârî- Savm, 13; Müslim, Siyam, 15 .

[569] Bu ilkenin rü'yet-i hilâl ve misvak hakkında tatbiki ve çok kıymetli değer­lendirmeler için bkz. Kardâvî, Sünneti Anlamada   Yöntem,   257,   261-272; Ahmed Şâkir, "Evâüu'ş-şuhüri'l-Arabiyye" risalesi. Ayrıca bkz. Kâsımî, el-Fetvâ fî'1-îslâm, 143.

[570] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 179-180.

[571] Bu konuda ayrıca, M. Cemal SOFUOĞLU danışmanlığında Ali Çelik tara­fından, Bazı Halk İnançlarının Hadislerle Münasebeti  (İzmir 1993) adıyla hazırlanan doktora çalışmasına bakılabilir.

[572] İsabetli" ve "başarılı" anlamlarına gelen bu tür kelimeleri hayra yorarak işleri­nin yolunda olduğuna inanırlardı. Buna "fal-ı hayır" derler. Bu konuda bkz. Nihâye, III, 406; Şâtıbî, Muvafakat, II, 71; Çelebi, Gayb Problemi, 48.

[573] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 335.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 181.

[574] Buhârî, Vudû, 59; Ebû Dâvûd, Taharet, 135.

[575] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâiiğa, I, 663.

[576] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 181-182..

[577] Tevfîk Hakim şöyle der: "Araplar, başka hiçbir milletin görmediği bir fakirlik içinde yetişmiş millettir. Suyu az, harbi ve kanı çok, "kuru bir çöl. Ömür boyu, hayat boyu durmak bilmez bir uğraşma ve mücadele! Daima yoklukla yüzyüze duran; iyi ürünler, akan nehirler, rahat bir hayat görmemiş, lezzetin tadını tatmamış... bir millet. Yeşil bahçelerin, akan suların, çeşitli nimetlerin ve bitmez, tükenmez lezzetlerin ilerisinde, rahat ve ucuz bir hayatın ötesinde, başkaca yüce bir ideali düşünmemesi onun için tabiî ve zarurî idi. Bütünü ile hayatın hazzını, midenin lezzetini hedef almış bir millet!" bkz. Y. Kumeyr'den F. Olguner, İslâm Felsefesinin Kaynaklan, 17-23.

[578] Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 725.

[579] Kıyamet gününde dünya ak saçlı,  gök dişli çirkin suratlı cadı şeklinde getirilir", bkz. Kenzu'l-ummâl, III, 8579; Dihlevî, Huccettullahi'l-bâliğa, I, 42.

[580] Dihlevî, Huccettullahi'l-bâliğa, II, 521.

[581] bkz. Ahmed, I, 240; 267;

[582] bkz. Dihlevî, Huccettullahi'l-bâliğa, I, 42, II, 521.

[583] Aynı Öğenin Kur'ân'da da cehennemlikler için kullanıldığı hk. bkz. Tâhâ 20/102.

[584] Kurtubî, XI, 224; Beydâvî, (Mecmau't-tefâsir), IV, 218. Yezîd'e beyat müna­kaşasında Abdurrahman b. Ebî Bekir, Mervan b. Hakem'e "Ye'bne'z-zerkâ = gök gözlü çocuğu" diye bağırmış, bkz. İbn Abdirabbih, 'Ikd, V, 120. Bizde de gök gözlü insanların nazarlarının değeceğine inanılır.

[585] Beydâvî, (Mecmau't-tefâsir), IV, 218.

[586] bkz. Şâtıbî, Muvafakat, II, 76.

[587] bkz. Buhârî, Cihâd, 47; Nikâh, 17; Tıbb, 43, 54; Müslim, Selâm, 115-120; Ebû Dâvûd, Tıbb, 24. Bu konuda ayrıca bkz.  Muvatta, II, 481, 500, 946, 972; Saîd b. Mansûr, II, 116; İbn Sa'd, Tabakât, IV, 276; îbn Kuteybe, Te'vîl, 96-99; îbn Abdirabbih, 'Ikd, II, 157-160; Câhız, Hayevân, III, 174,  439, 443, 481, 457, 460, 440, 447, IV, 451, 460;  Kazvinî, Mufîd, 401; Karâfi, Furûk, IV, 238, 240, Şâtıbî, Muvafakat, II, 71; el-Hediyyetu'1-alâiyye, 307;

[588] Demîrî, Hayâtu'l-hayevân, II, 176.

[589] bkz. Câhız, Hayevân, I, 305.

[590] bkz. Buhârî, Enbiyâ, 8 (4/112).

[591] Müslim, Seiâm, 146.

[592] bkz. Câhız, Hayevân, I, 305.

[593] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 182-184.

[594] Buhârî ve Müslim'in zikrettiği bu hadise göre, on bir kadın toplanmış ve her biri kocasının sahip olduğu Özelliklerden bahsetmeye koyulmuştur, içlerinde duru­mu en iyi olanı Ümmü Zer'dir. Hadis uzundur ve içinde Rasûlullah'a {s.a.) ait söz bir iki kelimeyi geçmemektedir, bkz. Buhârî, Nikâh, 82; Müslim, Fedâilu'l-sah'âbe, 92 (10/307).

[595] Hurafe, Uzre'den cinlerin ayarttığı bir adamın adıdır. Gördüğü hayret verici şeyleri anlatırdı. İnsanlar onu yalanladılar ve zamanla, taaccübü gerektiren ve yalanlanılan haberleri ifadede darb-ı mesel olarak kullanılır olmuştur,   bkz. Nihâye, 2/25; Keşfu'1-Hafâ, I, 377; Câhız, Hayevân, I, 301; VI, 210İ

[596] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 473.

[597] Demîrî, Hayâtu'l-hayevân, II, 176; Goldziher, Zahirîler, 70.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 184-185.

[598] bkz. Kumeyr'den F. Olguner, İslâm Felsefesinin Kaynaklan, 17-23.

[599] Ahmed, III. 99, 201; Buhârî, Mezâlim, 4; Ikrâh, 7; Tircnizî, Fiten, 68.

[600] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 185.

[601] A'râf 7/157.

[602] bkz. Muvatta, II, 968; Buharı, Zebâih ve Sayd, 33; Afime, 10, 14 (VI, 200); Müslim, Zebâih, 43. Bkz. Şâtıbî, Muvafakat, III, 311; IV, 56; îbn Kayyım, Zadu'1-meâd, 4/335-336. Arapların, keleri afiyetle yediklerini gösteren bir şiir için bkz. Demîrî, Hayâtu'l-hayevân, II, 66.

[603] bkz. Ibn Mâce, Afime, 31.

[604] bkz. Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, II, 576. Temizin   ötesinde  en  lezzetli yiyeceklerinden sayıldığı ve bir değerlendirme hk.   bkz. Erdoğan, Mehmet, Ahkâmın Değişmesi, s. 132.

[605] Bu en azından o güne kadar eşeklerin Araplar tarafından yenildiğini gösterir. Hayber günü yasaklanış sebebinin de, arızî geçici olduğunu, çünkü o gün yük eşyalarını eşeklerin taşımakta olduğunu ifade edenler vardır, bkz. İbn Âşûr, Makâsıd, 182.

[606] bkz. Buharı, Zebâih, 27; Müslim, Sayd, 36-38; Nesâî, Sayd, 29 (Bûbu'l-izn fi ekli luhûmi'l-hayl)  (VII,  201);   Ibn  Mâce,  Zebâih,   12  (II,   1064);  Demîrî, Hayâtu'l-hayevân, II, 179-180; Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, II, 574; Öğüt, Salim, "At", DİA, IV, 32.

At etini yasakladığını belirten rivayetler de vardır, bkz. Nesâî, Sayd, 30 (VII, 202).

Türkiyeli müslümafllar için ne çekirge ne de at eti örfen yenilmektedir ve bu konudaki mezheplerin hükmünün [Şafiî, Hanbelî ve Mâlikîlerden bir rivayete göre mubah, Hanefhilere göre tenzîhen mekruhtur. Sütü temizdir, (bkz. Demîrî, Hayâtu'l-hayevân, II, 179-180; Öğüt, Salim, "At", DÎA, IV, 32).] belirleyici bir rolü yoktur. Bu yasağın, şer'i olması halinde, örfen uyum halinde olduğumuz bizler için bir sıkıntı doğurmaz. Ancak Türkistan için durum hiç de öyle değildir. Çünkü oradaki insanlar, atları sürüler halinde beslemekte ve onların hem etinden'hem de sütünden istifade etmektedirler. Bunlar misafirlerine "kısrak

- eti, kısrak sütü ve boza" ikram etmekte, yemek bitince de arkasından güzel seslerle okunan Kur'ân dinletmektedirler (bkz. İbn Batuta Seyahatnamesinden

"Seçmeler, 75). Bu jnüslümanların bu rahatlığı, konunun serî değil, örfî olduğunun bir göstergesidir; zira İslâm coğrafyasının hiçbir yerinde vahiy tarafından meselâ domuz gibi adı belirlenerek haram kılınmış bir yiyeceğin bu şekilde helâl görülmesi mümkün değildir. İçkiyi içenler ise, onun haram olduğunu bile bile içmektedirler.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 185-156.

[607] Bunun, İmam Mâlik'in "Medine halkının uygulaması"na ayrı bir Önem vermesi üzerinde etkisi olduğu düşünülebilir, bkz. Schacht, İslâm Hukukuna Giriş, 28.

[608] bkz. Saîd b. Mansûr, Sünen, I, 150; Şâtıbî, İ'tisâm, II, 149.

[609] Muvatta, Nikâh, 5; Ahmed, VI, 66; Tirmizî, Nikâh, 14; Ibn Mâce, Nikâh,   15; Dârimî, Nikâh, 11; Şâtıbî, İ'tisâm, II, 149.

[610] Kur'ân'da, "nikâh" fiilinin doğrudan kadına nisbet edildiği de vakidir. bkz. Bakara 2/230. İmam Ebû Hanîfe, akıllı ve ergen bir kızın/kadmm kendisini evlendirebileceğini, eşini kendisinin seçmesinin en tabiî hakkı olduğunu, velinin nikâhta hazır bulunmasının, kadının hayasızlığa nisbet edilmemesi için gerekli olduğunu; yoksa nikâhın sıhhat şartı olmadığını söyler, bkz. Mergînânî, Hidâye, I, 196.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 186-187.

[611] Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 808.

[612] Her hadis kitabında "Kitâbu't-tıbb" başlığı altında bir bölüm bulunur. Ayrıca et-Tıbbu'n-nebevî adlı müstakil kitaplar da vardır.

[613] Sünnette değişken vasıtalarla, sabit amaçların birbirinden ayırt edilmesi hak­kında bkz. Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 255 vd.

[614] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa,'II, 611

[615] Bu temel ilkeler hk. bkz. Kardavî, Hz. Peygamber ve İlim, 90-94. Bu konuda ayrıca bkz. Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 255-256.

[616] Îbnu'l-Kayyım, tıbbın esasının üç noktada toplandığını söyler. Bunlar perhiz (himye), hıfzıssıhha ve bedende bozulma meydana geldiğinde bunun dışarı atıl­masıdır. İslâm, getirdiği yükümlülüklerde ve tıp anlayışında bu üç esası gözet­miştir, bkz. Zâdu'1-Meâd, IV, 244, 335.

[617] A'râf7/31.

[618] bkz. Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 809.

[619] Şâtıbî, Muvafakat, II, 72.

[620] Ayrıca bkz. Gazzâlî, Nebevi Sünnet, 213.

[621] İbn Haldun, Mukaddime, 393-394; Abdulcelîl İsa, Ictihâdu'r-Rasûl, 42. Bu anlayıştan farklı bir izah için bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, IX, 640.

[622] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 187-188.

[623] Bu konunun Kur'ân noktayı nazarından ele alınması hk. bkz.   Watt,  islâm Vahyi, 60-65.

[624] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 462.

[625] İslâm inancında Hamele-i Arş'm sayısı sekizdir, bkz. Hakka 69/17.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 188-189.

[626] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 189.

[627] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 189.

[628] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 87 vd.

[629] Tâhâ 20/121.

[630] bkz. Gâfır 40/55; Muhammed 47/19; Feth 48/2.

[631] Sâbûnî, Mâturîdiyye Akaidi, 121-122.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 189-190.

[632] Buna sehven yalan söylemesi de dahildir. Tebliğle ilgili alanda Rasûlullah (s.a.) bu gibi durumlara düşmekten korunmuştur, bkz. Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 99.

[633] Gazzâlî, Mustasfâ, II, 212-214.

[634] Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 96. Ayrıca bkz. Elmahlı, Hak Dini Kur'ân Dili, IX, 6357; Abdulcelîl İsâ, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 14, 98; Çelebi, Gayb Problemi, 139. Tebliğle ilgili âyetlerle, vahiyde oynama yapamayacağını belirten âyetler daha önce geçmişti (s. 125).

[635] Şâfıi, Risale, 87, 93 (dn). Ayrıca bkz. Ebû Yûsuf, er-Reddu alâ Siyeri'l-Evzâî, 31-32; Beyhakî, Sünen, VII, 76; Süyûtî, Miftâhu'l-cenne, 30.

[636] Mâide 5/3.

[637] Gazzâlî, Mustasfâ, II, 212-214. Bu konuda peygamberlerin neden korunmuş oldukları, peygamberlik öncesi ve sonrası durumlarının ne olduğu gibi konu­larda çeşitli görüşler ve bunların delilleri, delillerinin münakaşası için bkz. Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 108 vd.

[638] bkz. Ibn Hişâm, Siyer, II, 272; İbn   Sa'd,  Tabakât,  II,   15;  Ibnu'l-Cevzî, Menâkıbu Ömer, 46; Şelebî, Ta'lîl, 32; îbn Âşûr, Makâsıd, 30; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 238; Abdulcelîl Isâ, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 40, 117; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, Ictihâdu'r-rasûl, 89, 209, 210, 266; 115; Karaman, îctihâd, 108; Arûsî, Ef âlu'r-Rasûl, 140; Çakan, Hadislerde Görülen ihtilâflar ve Çözüm Yolları, 99.

[639] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 190-191.

[640] Serahsî, Usûl, II, 68.

[641] Sâbûnî, Mâturîdiyye Akaidi, 121; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 222.

[642] Kanaatimizce vahyin bu kontrol görevi, Rasûlullah'ın (s.a.) hayatından sonra da, hadislerin sahîh mi yoksa uydurma mı olduğunun tesbitinde kıstas olarak kullanılmalıdır.

[643] Abdulcelîl İsâ, Îctihâdu'r-Rasûl,.33.

[644] bkz. Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 204, 222.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 191-192.

[645] Sâbûnî, Mâturîdiyye Akaidi, 121; Çakan, Hadislerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları, 78, 99, 111.

[646] bkz. Gazzâlî, Mustasfâ, II, 212-213.

[647] İçtihadı konularda "doğru" tek midir, yoksa her müctehid içtihadında isabetli midir? konusu tartışmalıdır (bkz. Gazzâlî, Mustasfâ, II, 214; Heytemî, el-Hayrâtu'l-hisân, 20-22; Şâtıbî, Muvafakat, IV, 215-225; Kâsımî, el-Fetvâ fi'l-îslâm, 128-132; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne,   167, 216). Her müctehidin içtihadında isabetli olduğu görüşü esas alındığı takdirde, burada Rasûlullah'a (s.a.) içtihadında (s.a.) hata nisbeti zaten doğru olmaz. Çünkü diğer müctehidlerin bile isabetli olduğunu kabul ettiğimizde, elbette ki Rasû­lullah'ın (s.a.) onlara bir üstünlüğü olacağından, Rasûlullah'ın (s.a.) da bütün ictihâdlarında isabetli olduğunu söylememiz gerekecektir. O takdirde Kur'ân'da yer alan uyarılan, Rasûlullah'ın (s.a.) "en efdal"i terketmiş, "hilafı evlâ"yı tercih etmiş olması sebebine bağlamamız gerekecektir.

[648] Gazzâlî, Mustasfâ, II, 214; Ahmed Emîn, Fecru'l-İslâm, 233; Şener, A., "İslâm Hukukunda Rey ve îctihâd", AÜİFD, XIX, s.  125-127; Çakan, Hadislerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları, 112.

[649] Serahsî, Usûl, II, 91; Gazzâlî, Mustasfâ, II, 214; Sadru'ş-Şerîa, Tavdîh, II, 276; Sâbûnî, Mâturîdiyye Akaidi, 121; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, . 221-222; Abdulganiy Abdulâhk, Sünnet, 28-29; Abdulcelîl İsâ, İctihâdu'r-RasÛl, 31, 33, Çakan, Hadislerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları, 96, 113.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 192.

[650] Kıyamet 75/16-17.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 193.

[651] Gâşiye 21-22.

[652] Hûd 11/12. Değerlendirilmesi için bkz. Abdulcelîl îsâ, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 72.

[653] îsrâ 17/73-75; Âyette sözü edilen meylin hakikati hk. bkz. Abdulcelîl îsâ, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 73-74.

[654] Abese 80/1-16. Değerlendirilmesi için bkz. Abdulcelîl îsâ, Îctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 111; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, İctihâdu'r-rasûl, 88, 135, 156; Ertuğrul, İ.F., Hakikat Nurları, 12; Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'ân, 174.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 193.

[655] Kehf 18/23.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 193.

[656] Kasas 2.6/56.

[657] Yûnus 10/99.

[658] Şuarâ 26/3.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 194.

[659] Tevbe 9/113. Hadislerde de Rasûlullah (s.a.), annesinin kabrini ziyaret etmek için Rabbinden izin aldığını, fakat ona istiğfarda bulunmak için mezun olma­dığını söyler, bkz. Müslim, Cenâiz, 108; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 77.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 194.

[660] Tirmizî, Tefsir, Sûre 3/12.

[661] Âi-i İmrân 3/128; Abdulcelîl İsâ, Îctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 95.

[662] Kulak, burun gibi organları kesilmiş, karnı deşilmiş, ciğeri sökülmüştü (bkz. İbn Hişâm, Sîre, III, 101, 103.

[663] İbn Hişâm, Sîre, III, 101-102.

[664] îslâm hukukunda mukabele-i bi'1-misil de mutlak  olmayıp bazı esaslarla kayıtlıdır. Öldükten sonra, kişinin ceset bütünlüğünün korunması da bu ilke­lerden biridir.

[665] Nahl 16/126-127.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 194.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 195.

[666] Esir başı 4000 dirhem fidye alınması kararlaştırılmıştı, bkz. îslâm Peygamberi, I, 229.

[667] bkz. Kurtubî, VIII, 45 vd.; Gazzâiî,   Mustasfâ,  II,  356;  İbn  Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 366; Abdulcelîl İsâ, Îctihâdu'r-Rasûl   (s.a.), 44,   108; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, İctihâdu'r-rasûl, 90, 129.

[668] Enfâl 8/67-68. Âyet üzerinde yorum için ayrıca bkz. Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 185; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, îctihâdu'r-rasûl, 96.

[669] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 195-196.

[670] Rasûlullah (s.a.) münafıkların başı olan Abdullah b. Übeyy b. Selûl'un nama­zını kıldırmıştı. Bu tavrıyla iyi bir müslüman olan oğlu Abdullah'ın gönlünü hoş etmek, diğer münafıkların kalbini kazanmak ve dahası İslâm'ın zahire göre hükmettiği ilkesini yerleştirmek istemişti. Namazdan önce Hz. Ömer (r.a.) kendisine itiraz etmiş ve elbisesinden çekerek öylesi bir münafığın namazını nasıl kıl dır ab ileceğini söylemişti. Rasûlullah (s.a.) ise ona gülmüş ve "Rabbim beni muhayyer bıraktı; ben de  istiğfar etmeyi  tercih  ettim"  buyurmuştu. Namaz sonrasında   "Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma,   mezarı başında da durma!" uyarısı gelmişti, bkz. îbn Kesîr, II, 378; Abdulcelîl îsâ,

[671] Tevbe 9/88, 84.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 196.

[672] Şevkânî, İrşâdu't-fuhûl, 226; Abdulcelîl Isâ, Ictihâdu'r-Rasûl (s.a.), 71-72, 79-86.

[673] Ahzâb 33/37.

[674] Tahrîm 66/1-2; Nâdiye Şerif el-Ömerî, Ictihâdu'r-rasûl, 87, 155.

[675] bkz. Abduicelîl îsâ, Ictihâdu'r-Rasûl (s.a.), 59-64.

[676] bkz. Abdulcelîl Isâ, Îctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 57-59.

[677] bkz. Abdulcelîl Isâ, Îctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 65-66.

[678] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 196-197.

[679] Heytemî, el-Hayrâtu'I-hisân, 19; Süyûtî, Miftâhu'l-cenne fı'1-ihticâc bi's-sünne, 28; Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetu's-sünne, 153 (Ihkâm,   IV, 224'den). Rasûlullah'a (s.a.) Şa'bî tarafından isnad edilen bu sözün, Beyhakî tarafından mürsel olarak tahric edildiği söyleniyor.

[680] bkz. Saîd b. Mansûr, Sünen, I, 50; Heytemî, el-Hayrâtu'1-hisân, 19; Devâlibî, . Medhal, 107.

[681] bkz. İbn Mâce, Talâk, 25 (2063); Hâkim, II, 481; Beyhakî, VII, 382; îbn Kesîr, IV, 318; îbn Kayyim, Zâdu'1-meâd, V, 413

[682] îbn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 370.

[683] Bu gibi hükümler kaziyyei muhkeme sayılır ve nakzedilmez, bkz. Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, 36, 150, 216. İçtihadın ictihâdla nakzedilmeyeceği hk. bkz. Süyûtî, el-Eşbâh ve'n-nezâir, 113.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 197-198.

[684] bkz. Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 57.

[685] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 198.

[686] bkz. Serahsî, Usûl, II, 90-91; Sadru'ş-Şerîa, Tavdîh, II, 15; Nesefî, Keşfu'l-esrâr, II, 163 vd.; Ibn Abdişşekûr, Fevâtihu'r-rahamût, II, 370; Tehânevî, II, 1523; Abdulganiy Abdulbâlik, Hucciyyetu's-sünne, 170, 176,   202-208; Sava Paşa, 163-164; Nâdiye Şerif el-Ömerî, îctihâdu'r-rasûl, 206.

[687] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 198-199.

[688] Bir örnek için bkz. Enfâl 8/60.

[689] bkz. Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi, 47-53.

[690] İctihâd sonucu ulaşılan müctehidin hükmü, kendisi ve takip edenleri hakkında Allah'ın hükmü sayılmaktadır, bkz. Karâfî, Ihkâm, 221.

[691] Müctehid, kendi aracını kendi kullanarak, mukallid de, başka birisine ait araca binerek (müctehidi takip ederek), hepsi de peygamberin yolundan giderek Allah'a kavuşmak durumundadırlar.

[692] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 199-200.

[693] İbn Kayyım, et-Turuku'1-hukmiyye, 16,

[694] bkz. Schacht, İslâm Hukukuna Giriş, 24, 25.

[695] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 201.

[696] Meselâ bkz. Hitti, İslâm Tarihi, II, 214-215

[697] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 201.

[698] Mümtahine 60/12.

[699] Niyâha; Ölünün arkasında kadere isyan edercesine vaveyîa kopararak, ağıt yakarak yas tutma demektir.

[700] Müslim, Cenâiz, 33 (V, 159); Âbdulcelîl İsa, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 93.

[701] İbn Hişâm, Sîre, III, 104-105.

[702] Ebû Dâvûd, Edeb, 174 (V, 409); Nesâî, Cihâd, 48.

[703] bkz. Dihlevî, Huccetuliâhi'l-bâliğa, II, 577.

[704] Bu ve köpeklerin öldürülmesi gibi (bkz. Ebû Dâvûd, Edâhî, 22; Tirmizî, Sayd,

16; İbn Mâce, Sayd, 2) emirlerin mutlak olarak ele alınmaması gerekir. Yani her yılan ya da benzeri hayvan her görüldüğü yerde değil, zararlı olduğu durum, yer ve zamanda öldürülmeli şeklinde anlaşılmalıdır. Takdir edileceği gibi bütün can­lı türlerinin korunması İslâm'da bir esas olmaktadır, (bkz. Dihlevî, Huccetul­iâhi'l-bâliğa, I, 394) Zira ilk bakışta muzır gibi görülen hayvanların aslında doğada denge unsuru oldukları zamanla ve tecrübelerle daha iyi bilinmektedir. Bir ara Karadeniz bölgesinde, yılanların tutulup kaçak olarak Avrupa ülkelerine satıldığı, arkasından o bölgede fare istilasının başgösterdiği televizyonda haber olarak geçmişti. 23. 02. 1995 tarihli Zaman gazetesinde de benzeri bir haber genişçe ele alınmıştır.

[705] Ahmed, I,  145, 452; III, 38, 63, 66, 237, 250, V, 350, 355-357, 359, 361; Buhârî, Cenâiz, 32; Müslim, Cenâiz, 106; Edâhî, 37; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 77; Menâsik, 96; Tirmizî, Cenâiz, 7, 60; Nesâî, Cenâiz, 100; İbn Mâce, Cenâiz, 47.

[706] bkz. Keskioğlu, O., "İslâm'da Tasvir ve Minyatür", AÜİFD, IX, 14.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 202-203.

[707] En'âm 6/124.

[708] Böyle bir seçimde coğrafî, sosyolajik, fiilî ve tatbikî, psikolojik ve dil bakımından sebeplerin dikkate alınacağı ve Mekke'nin bu açılardan en uygun yer olduğu hk. bkz. Hamidullab, İslâm Peygamberi, I, 18-26. Ayrıca bkz. Dihlevî, Huceetul-îâhi'l-bâliğa, I, 433-435.

[709] bkz. Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 432; Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 27.

[710] Âli İmrân 3/110.

[711] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 203.

[712] Âdem ve İbrahim peygamberlerin kıblesi Ka'be; Süleyman ve ondan sonra gelen peygamberlerin kıblesi  de Kudüs idi (bkz. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I,145

[713] Şâfıi, Risale, 125; Fazlur Rahman, islâm, 23.

[714] HamidulSah, İslâm Peygamberi, II, 824.

[715] Evs ve Hazrec, aslen Yemen'den gelmiş olan ve Medine'de ikamet etmekte olan iki Arap kabilesidir. Topluca müslüman olmuşiar, Rasûlullah'a (s.a.) destek ver­mişler, ona yurtlarını açmışlar, her türlü yardım ve fedakârlığı göstermişlerdir. Bu yüzden de yardımcılar anlamına gelen "Ensâr" diye isimlendirilmişlerdir.

[716] Kurbet: İbâdetten daha genel anlamda olup, insanı Allah'a yaklaştıran her şeydir.

[717] Bakara 2/223.

[718] Yahudiler kadına sadece önden yaklaşırlardı. Sözü edilen kabile halkı da aynı şeyj yapıp, kadına arka tarafından (normal yolla) yanaşmayı kötü görürlerdi. Sonra bu konu oldu ve bu âyet indi. bkz. İbn Kesîr, I, 261.

[719] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 700.

[720]  Hamidullah, islâm Peygamberi, II, 569.

[721] bkz.Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 574.

[722] bkz. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 575.

[723] bkz. Müslim, Fedâil, 90; Ebû Dâvûd, Tereccül, 9.

[724] Müslim, Fedâil, 90; Ebû Dâvûd, Tereccül, 9 'IV, 88).

[725] Meselâ bkz. Ahmed, I,   241; II, 240, 260, 309, 356, 401, 499; V, 264, 265; Buhârî, Enbiyâ, 50; Müslim, Libâs, 80; Ebû Dâvûd, Salât, 88; Tereccül, 18; Edeb, 41; Nesâî, Ziynet, 14, Tirmizî, îsti'zân, 7;    64;   Libâs,  20; ibn Sa'd, Tabakât, I, 439-442; III, 211; Alâuddîn Âbidin, el-Hediyyetu'1-alâiyye, 284.

[726] Şeltût, Fetâvâ, 390.

[727] Kaynuka Oğulları ile Nadîr Oğullan sürülmüştü, bkz. Belazurî, Futûhu'l-büldân, I, 29; Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 577-578, 583.

[728] Kureyza Oğulları'nın eli silah tutan erkekleri, Sa'd b\ Muâz'm hakem kararma mebnî öldürülmüştü, bkz. İbn Hişâm, Sîre, III, 249 vd.; Belazurî, Futûhu'l-bül­dân, I, 38-40; İbn Ferec, Akdıyetu Rasûlillâh, 39-44; Hamidullah, İslâm Pey­gamberi, I, 587-588.

[729] Bakara 2/144. Ayrıca bkz. Abdulcelîl İsâ, Îctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 66-68.

[730] Bakara 2/115.

[731] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 701.

[732] Bakara 2/143. Ayrıca bkz. Beydâvî, Mecmau't-tefâsîr, I, 215.

[733] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 203-206.

[734] Bkz. Şâtıbî, Muvafakat, II, 61.

[735] Tevbe 9/128.

[736] Şûra 42/7.

[737] Şuarâ 26/214.

[738] Zuhruf 43/44.

[739] Rasûlullah'in (s.a.) münafıkları -zaman zaman ve çok kritik anlarda boz­gunculuk yapmalarına rağmen- öldürtmemesi de, "Muhammed adamlarını öl-dürtüyor" şeklinde menfi bir propagandaya sebebiyet vereceğinden, sedd-i zerîa kabilinden izlenen bir siyasetin gereği idi. Tabiî ayrıca "Din, zahire hükmeder" gibi önemii bir ilke de bulunuyordu. Uyarılıncaya kadar onlarla iyi ilişkiler içerisinde olmayı yeğlemiş, hatta ölen münafıkların reisi Abdullah b. Ubeyy b. Selûl üzerine namaz dahi kılmıştı, bkz. Muvatta, Sefer, 84 (I, 171); Ahmed, III, 352; Müslim, Zekât, 142; Birr, 63; Şeİebî, Talîl, 31; Nâdiye Şerif el-Ömerî, tctihâdu'r-rasûl, 211; Davudoğlu, Müslim Şerhi, V, 504, X, 63.

[740] Muvatta, Cami', 18 (II, 892).

[741] Ebû Dâvûd, Harâc-İmâre-Fey, 28 (III, 425).

[742] Buhârî, l'tisâm, 81;   Ebû Dâvûd, Harâc-lmâre-Fey, 28 (III, 423); İbn Sa'd, Tabakât, II, 242; Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, II,  563; Hamidullah, Devlet' İdaresi, 77; Davudoğlu, Müslim Şerhi, VII, 694.

Daha sonraki ridde (irtidat=dinden dönme) harplerinin temel sebebi de, bu dinî-siyâsî birliğin bozulmasına yönelik başkaldırı idi. bkz. Ali Abdurrâzık, el-İslâm ve usûlu'1-hukm, 196; Ebû Süleyman, A. Ahmed, İslâm'ın Uluslararası İlişkiler Kuramı, 119. Devlet geleneğine sahip olmayan ve Arap Yarımadası'mn siyasi birliğine vakıa olarak alışık olmayan Araplar, Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) savaş kararım pek anlayamamışlar ve onun, Rasûlullah'm (s.a.) ölümünden sonra dinin varisi olmaya kalkıştığını sanmışlardı, bkz. Hutay'a'mn şiiri için Ali Abdurrâzık, el-Ulâm ve usûlu'1-hukm, 108.

[743] bkz. Muvatta, II,  893; Buhârî, İ'tisâm; 18; Müslim, Vasâyâ, 20; Belazurî, Futûhu'l-'büldân, I, 51; Davudoğlu, Müslim Şerhi, VII, 696; VIII, 192.

[744] bkz. Hamidulları, İslâm Peygamberi, I, 575.

[745] bkz. Ebû Süleyman, İslâm'ın Uluslararası İlişkiler Kuramı, 118.

[746] Ebû Yusuf, er-Reddu alâ Siyeri'1-Evzaî, 131; Ebû Yusuf, Harâc,  185; Şâfıî, îh-tilâfu'l-hadîs, 93, 95; İbn Sa'd, Tabakât, 2/242; Ferrâ, el-Ahkâmu's-sultâniyye, 195-196; Hamidullah, İ. Devlet İdaresi, 77; Hitti, islâm Tarihi, 1/257; Şelebî, A., Cihâd, 62; Şafak, Arazi Hukuku, 99-100; Özel, Ülke, 48; Ebû Süleyman, İslâm'ın Uluslararası İlişkiler Kuramı, 60.

[747] bkz. Ebû Dâvûd, Melâhim, 7, 11 (IV, 490).

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 206-208.

[748] Bu anlayışın bir uzantısı olarak Rasûlullah (s.a.), Medine döneminde Mekke site devletine ait müesseleri mümkün olduğu kadar tesis etmeye çalışmış ve bu me-yanda sancaktarlık, elçilik gibi devlet görevlerini de bu görevleri yürütmekte olan aileye mensup kişilerden birine vermiştir, bkz. Hamidullah, İslâm Tarihine Giriş, 73, 92.Hal böyle iken Ali Abdurrâzık'ın, Rasûlullah'ı (s.a.) hiçbir şekilde devlet ülküsü taşımayan dinî Uder olarak takdimi teme İlendirilmemiş, akılları karıştırmak için ortaya atılmış bir tez olmaktadır. Bu kitap, (Ali Abdurrâzık, el-lslâm ve usûlu'l-hukm, Nakd ve Talîk: Memdûh Hakkı, Beyrut, Mektebetu'l-hayât ty.) eleştirileri ile birlikte yayınlanmıştır.

[749] Bakara 2/109; Zuhruf 43/89; Mâide 5/13; Özel, Ülke, 42-43.

[750] Daha önce gerçekleştirilen Habeşistan'a hicret uygulamasının da izlenen başarılı bir siyasetin sonucu olduğu hk. bkz. Kardavî, Hz. Peygamber ve İlim, 74.

[751] Nisa 4/97. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I\, 1073.

[752] Ebû Dâvûd, Cihâd, 95; Nesâî,   Kasâme,  27; Kardâvî,   Sünneti Anlamada Yöntem, 242.

[753] İslâm ümmeti içerisinde en yüksek payeye sahip olan muhacirlerin mükâfaatlari hakkındaki âyetler için bkz. Fuâd Abdulbâkî, Mu'cemu'l-müfehres, 730-731.

[754] Hicret konusunda bkz. Canan, İ., Tebliğ, Terbiye ve Siyâsi Taktik Açısından Hicret, Yeni Asya Y., îst. 1981; Şeltût, Petâvâ, 432.

[755] Bu konuda geniş bilgi ve değerlendirmeler hk. bkz. Hamidullah, îslâm Peygam­beri, I, 183 vd.; Hamidullah, İslâm Tarihine Giriş, 86.

[756] Enam 6/92, 124; Şûra 42/7.

[757] Hac 22/39; Özel, Ülke, 43.

[758] Rasûlullah (s.a.), Bedir esirlerinden fidye alarak onları salıvermişti. Oysa ki bu uygulama, izlenen genel siyasete ters düşüyordu. Bu yüzden Yüce Allah tara­fından derhal -sert bir biçimde- uyarılmıştı, bkz. Enfâl 8/67-68.

Hendek harbinde, öldürülen bir müşrikin cesedi karşılığında mal teklifini ise kabul etmedi ve müslümanlarm herhangi bir karşılık almalarını yasakladı (İbn Hişâra, III, 265) O, bununla, ashabına mal için değil, dinin yücltilmesi ve ADah

[759] Cihâd, sadece savaş demek değildir; savaşı da içine alan ama kalıcı ve etkin olanı "Kur'ân"la yani ilimle yapılan her türlü İsfâm'ı başarılı kılma, hayata geçirme mücadele ve gayretidir.

[760] Saîd b. Mansûr, Sünen, II, 138; Müslim, İmâre, 83-86; İbn Kuteybe, Tevîl, 183; Şeltût, Fetâvâ, 432

[761] İbnu'l-Arabî hicreti altı kısma ayırır:

1. Küfür diyarından İslâm diyarına geçiş. Bu Rasûlullah (s.a.) zamanında farzdı. Bu hicret, kıyamet gününe kadar bakîdir ve farziyeti devam etmektedir.

2.  Bid'at yurdundan kaçış.

3. Haramların yaygın olduğu yerlerden kaçış,

4. Can güvenliği için kaçış,

5.  Hastalığa yakalanma korkusundan kaçış,

6. Mal güvenliği için kaçış. İzahı için bkz. Ahkâmu'l-Kur'ân, I, 484-487.

[762] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 208-210.

[763] Şafak, Ali, Arazi Hukuku, 87.

[764] îslâm Peygamberi, I, 268.

[765] Yûsuf 12/92.

[766] Belazurî, Futûhu'l-büldân, 1^ 72.

[767] bkz. Belazurî, Putûhu'l-büldân, I, 71. Sadece üç tanesi Öldürülmüştü, bkz. İslâm Peygamberi, I, 269. Ayrıca bkz. İbn Ferec, Akdıyetu Rasûlillâh, 44.

[768] Tevbe 9/60.

[769] bkz. İslâm Peygamberi, I, 270.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 210-211.

[770] bkz. İslâm Peygamberi, I, 269.

[771] Tevbe 9/1 vd.

[772] bkz. îbn Kesîr, II, 332.

[773] Diğer Arap kabileieriyle yapılan mücadeleler hk. bkz. Hamidullah, İslâm Pey­gamberi, I, 452 vd.

[774] Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 493 (813) Imaduddin Halil, e 1-Adlu'l-içtimâi, 83.

[775] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 211-212.

[776] Ahmed, 3/129, -183, 4/421; Beyhakî, 3/121. Benzeri diğer rivayetler hk. bkz. Buhâri, Menâkıb, 1; Müslim. İmaret, 1-3.

[777] İbn Hibbân, I, 319; İbnu'l-Cevzî, Menâkıbu Ömer, 51; Hamidullah, Rasûlullah Muhammed, 315.

[778] Dihlevî, Huccetullâhi'I-bâliğa, II, 474 (özetle).

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 212-213.

[779] Rasûlullah (s.a.) bu duasının yanında Medine'nin sâ'ına, müddüne (ölçü âietleri) de bereketli olması için duada bulunmuştur. Medine'nin sıkıntılarına katlanan kimseler için kıyamet gününde kendisinin onlara şefaatçi ve tanık olacağını ifade buyurmuştur.

[780] Müslim, Hacc, 459; Ahmed, 1/181

[781] Buhârî, Medine, 1; Müslim, Hacc, 469; Saîd b. Mansûr, II, 254. Ayrıca bkz. Hamidullah, İslâm Peygamberi, (İst. 1972), I, 143.

[782] Medine'ye dönüşü hk. bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, V, 500.

[783] Hamidullah, islâm Peygamberi, I, 278.

[784] Muvatta, Cihâd, 33 (II, 462); Belazurî, Futûhu'l-büldân, I, 69..

[785] Rasûlullah (s.a.) ve ashabı, "Müslümanları, Yesrib humması yiyip bitirmiş" şeklindeki müşrik propagandasına karşılık, güçlü olduklarını göstermeleri için, tavaf esnasında çalımlı çalımlı yürümüşlerdi, bkz. Dihlevî, HuccetuHâhi'l-bâliğa, I, 473; Karaman, İctihâd, 65; Ebû Süleyman, A. Ahmed, İslâm'ın Uluslararası ilişkiler Kuramı, 81-82.

Hz. Ömer bu konuda şöyle demiştir: "Allah, islâm'ı hakim kılıp küfrü izale ettiği halde hâlâ neden hervele yapılıyor ve omuzlar açılıyor diye aklıma geldi, fakat böyle olmakla birlikte Rasûlullah (s.a.) zamanında yaptığımız bir şeyi asla bırakamayız". (Ahmed, I, 45). Bu sözüyle Hz. Ömer (r.a.), hervele ve remel gibi hac ibadetine katılan nebevi davranış biçimlerinin, islâm'ın kalıcı siyasetiyle ilgili olduğunu ve bunun kimlik oluşturmaya ve oluşturulan kimliği korumaya matuf bir hattı hareket olduğunu ifade etmiş olmaktadır

[786] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 456.

[787] Buna örnek olarak, Rasûluliah'ın (s.a.) Ka'be'nin eski temelleri üzerine yeniden inşası düşüncesini uygulamaya sokmamasını verebiliriz, bkz. Muvatta, Hacc, 104 (I, 363); Buharı, Hacc, 42 Tefsir, 2/10; Müslim, Hacc, 398, 399; 405; Nesâî, Menâsik, 125; Dârimî, Menâsik, 44; Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 412; II, 23; Şelebî, Ta'lîl, 21; Davudoğlu, Müslim Şerhi, VII, 67.

[788] Müslim, îmân, 53. Ayrıca bkz. Îbnu'l-Cevzî, Menâkıbu Ömer, 45-46; Şelebî, Ta'îîl, 32; Abdulcelîl Isâ, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 78; Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, 190.

[789] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 213-215.

[790] bkz. Tevbe 9/97, Feth 48/11, 16; Hucurât, 49/14. Hucurât suresinin inişine gösterilen sebep de, bir bedevinin Rasûlullah'a (s.a.) yakışıksız kaba saba hitabı olmaktadır (bkz. İbn Kesîr, IV, 205-208).

[791] bkz. Müslim, îmân, 8-10.

[792] Ahmed, IV, 218; îbn Esîr, Nihâye, I, 238, 389; Nemir, İctihâd, 128; Hamidullah, İntroduction to İslâm, 13; Abdulcelîl İsâ, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 89.

[793] İbn Esîr, Nihâye, 1/239.

[794] İbnHanbel, V, 25; Ebû Dâvûd, Salât, 9; Nemir, İctihâd, 129; Abdulcelîl İsâ, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 90.

[795] AhmedJV, 344; Ebû Dâvûd, Salât, 9 (I, 299); İzz b. Abdisselâm, Fetâvâ, 107; Abdulcelîl İsâ, İctihâdu'r-Rasûl (s.a.), 90-91.

[796] İslâm Hukukunda tedrîcîlik konusu ve kaynakları hk. bkz. Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi, 28, 139-143.

[797] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 215-217.

[798] Kabaktan oyulmuş kap.

[799] Ziftlenmiş toprak kap, küp.

[800] Ağaçtan oyularak yapılmış kap, fıçı.

[801] bkz. Muvatta, Eşribe, 2 (II, 843).

[802] İbn Âşûr, Makâsıd, 32. İbn Âşûr, buna göre -yasak şayet kalkmamış olsaydı bile-, hükmün sadece sıcak iklimlere has olacağını, soğuk iklimlerde ya da so­ğuk mevsimlerde yasağın gerekçesinin bulunmayacağını, dolayısıyla hükmün de olmayacağını söyler. Bu izaha göre hadis, "Arabî unsurların sünnete yansıması" konusuna örnek teşkil eder.

[803] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 453-454.

[804] bkz. Mevsılî, İhtiyar, IV, 101.

[805] Muvatta, Dahâyâ, 8.

[806] Ebû Dâvûd, Eşribe, 5; Tirmizî, Eşribe, 3.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 217-218.

[807] bkz. Saîd b. Mansûr, Sünen, I, 139; Ebû Dâvûd, Nikâh, 3; İbn Mâce. Nikâh, 1.

[808] Rasûlullah (s.a.), Hz. Ali'nin kendi kızının üzerine evlendirilmesine karşı çık­mıştır (bkz. Ahmed, IV, 326; Buhârî, Fedâiİu's-sahâbe, 16; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 95-96; Ebû Dâvûd, Nikâh, 12). Bu da çok karılılığın aslında iyi bir şey olmadığını, ortam gereği ihtiyaç duyulduğunda bir kurum olarak korunması ve hatta teşvik edilmesi gerektiğini gösterir. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı ve arkasından yapılan İstiklâl Savaşı sonrası Anadoluda erkek nüfus büyük ölçüde azaimış, şu anda fazlalığından şikayetçi olunan nüfus, savaştan geri kalan çoğu yaşlı, ya da sakat durumunda olan insanlar ve bunların genelde çok

. karılı aile yapılarıyla sağlanmıştır. "Çıktık açık alınla on yılda her savaştan, On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan..." diye de övünülmüştür.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 218.

[809] Yaklaşık hicretten beş ay kadar sonra. bkz. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 181

[810] bkz. Hamiduilah, İslâm Peygamberi, I, 160.

[811] Bir örnek için bkz. Buhârî, Cenâiz, 3.

[812] Buhârî, İlim, 27 (I, 31); Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 181

[813] Bkz. İbn Sa'd, Tabakât, 1/238,. 4/35, 225.

[814] bkz. ibn Sa'd, Tabakât, I, 238; Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 182; îma-duddin Halil, el-'Adlu'l-ictimâî, 80.

[815] Emir Sananî, Sübülü's-selâm, 3/79.

[816] Kardeşlik" uygulaması ve başarısının sırları hk. bkz. Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, I, 454; Hamidullah, islâm Peygamberi, I, 181; Hamidullah, İslâm Ta­rihine Giriş, 83 vd.; İmaduddin Halil, el-'Adlu'l-ictimâî, 79; S. Salih, Mealim, 313; Uğur, M., İslâm Toplumu, 106-107; Yeniçeri, Bütçe, 399.   Bu uygulamaya Ensâr'm gösterdiği coşku örnekleri bkz. Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 3 (IV, 222). Uygulamanın hadis kaynakları için bkz. Wensinck, Miftâhu künûzi's-sünne, 17, 67.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 218-219.

[817] Muvatta, Dahâyâ, 7 (II, 485); Şafiî, Risale, 235-241; Şafiî, thtilâfu'l-hadîs, 150; Ahmed, VI, 51; Müslim, Edâhî, 28; Ebû Dâvûd, Edâhî, 1; Nesâî, Dahâyâ, 38; Şâtıbî, Muvafakat, III, 59, 337; Wensinck, Miftâhu künûzi's-sünne, 51; Şelebî, Ta'lîl, 28-29; Baktır; Zaruret, 53.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 219-220.

[818] Rasûlullah'ın (s.a.) savaş siyasetinin esasları hk. bkz. Ebû Süleyman, A. Ahmed, İslâm'ın Uluslararası İlişkiler Kuramı, 112.

[819] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 220-221.

[820] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 222.

[821] Furkân 25/7.

[822] Muvatta, II, 968; Buhârî, Zebâih ve Sayd, 33; Afime, 10, 14 (VI, 200); Şafiî, İhtilâfu'l-hadîs, 92; Müslim, Zebâih, 43. Bkz. Şâtıbi, Muvafakat, III, 311; IV, 56; İbn Kayyım, Zadu'1-meâd, IV, 335-336; Demîrî, Hayâtu'l-hayevân, II, 66.

[823] bkz. Müslim, Mesâcid, 76.

[824] bkz. İbn Kesir, IV, 387.

[825] Müslim, Eşribe, 144.

[826] Şâtıbî, Muvafakat, II, 138.

[827] bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, VII; 162; IX, 363.

[828] Buhârî, Afime, 8 (VI, 199).

[829] Kettânî, Terâtîb, II, 308. Ayrıca bkz. Şâtıbî, Muvafakat, II, 200.

[830] Bu konuda bkz. Imaduddin Halil, el-Adlu'1-ictimâî, 97.

[831] Şâtıbî, İ'tisâm, I, 190.

[832] Buhârî, Hibe, 8 (III, 132).

[833] bkz. Nisa 4/129.

[834] Ebû Dâvûd, Nikâh, 38.

[835] İbn Âşûr, Makâsıd, 38.

[836] bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, VII, 162; IX, 544.

[837] Bilâl'e "Bizi ferahlat!" demesinde olduğu gibi. Keşfu'1-hafâ, I,  117; Şâtıbî, Muvafakat, II, 138.

[838] Buhârî, Ezan, 65, 163; Müslim, Salât, 191; Şâtıbî, Muvafakat, II, 374

[839] bkz. Buhârî, Salât, 14; Müslim, Mesâcid, 61-63.

[840] Müslim, Küsûf, 16 (V, 91).

[841] Dârimî, Mukaddime, 12 (I, 35).

[842] Ebû Dâvûd, Sünne, 10 ; Ahmed, 5/437.

[843] bkz. Müslim, Mesâcid, 92-94. Ayrıca bkz. Bâcî, İhkâm, 229, 233.

[844] bkz. Fuâd Abdulbâkî, Mu'cemu'l-mufehres, "N-S-Y" maddesi, s. 700.

[845] Meselâ bkz. Müslim, Salâtu'I-musâfirîn, 224-225; îbn Hibbân, I, 160.

[846] Bakara 2/106.

[847] Buhârî, Leyletu'1-kadr, 2, 3; Müslim, Sıyâm, 208.

[848] Abmed, I, 23; Buhârî, Enbiyâ, 48; İbn Hibbân, I, 318.

Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 222-225.

[849] Meselâ bkz. Müslim, îmân, 239; Dârimî, Mukaddime, 8. Bu konuda icmâ olduğu söyleniyor.   Nazzâm ise, müslümanlarm hata üzerinde görüşbirliğİ etmelerinin mümkün olduğunu söylüyor ve bu konuyu örnek veriyor. Ona göre,, bütün peygamberlerin getirdiği mesaj evrenseldir; ber peygamber bir kavme de gönderilse bütün   insanlığa gönderilmiş demektir (bkz.  îbn Kuteybe, 24). Doğrusu bu görüş, vahyin amaç ve mahiyetine daha uygun gözükmektedir. Ancak, vahiyde gözetilen sosyal gerçeklerin de bulunduğunu, buna tabi olarak yerel ve zamansa! farklılıkların olmasının doğal olacağını, bu açıdan ulusal peygamberlerin de bir görev ifa edeceklerini akıldan uzak tutmamak ve dengeyi iyi tespit etmek gerekecektir.

[850] Buhârî, Cihâd. 146.

[851] Serahsî, Mebsût, III, 8, 17, 18.

[852] Buhârî, İ'tisâm, 5 (VIII, 146); îbn Sa'd, Tabakât, II, 315.

[853] Muvatta, Sıyâm, 38; Buhârî, Savm, 20; Müslim, Sıyâm, 56.

[854] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 65.

[855] Muvatta, Salâtu'1-îey], 9; Buhârî, Salâtu't-terâvîh, 1; Menâkıb, 24; Müslim, Salâtu'l-müsâfîrm, 125; İbn Kuteybe, Te'vîl, 226.

[856] Muvatta, Kasru's-salât; Buhârî, Salât, 40; Menâkıb, 24; Müslim, Salât, 109, 111; İbn Hibbân, 310.

[857] bkz. Çelebi, Gayb Problemi, 80. M. S. Hatiboğlu;  Hazreü Peygamber'in (s.a.) Vefatından Emevîlerin  Sonuna Kadar Siyâsî-İctimâî. Hâdiselerle Hadis    -Münasebetleri adlı Doçentlik tezinde Rasûlullah'm (s.a.) bir insan olarak gaybı bilmediğini, gayba yönelik fıten,  hilâfet, mezhep vb. ilgili bütün hadislerin Rasûlullah'a (s.a.) sonradan söylettirildiği sonucuna varır.

[858] Hamidullah hoca, dörtten fazlasını sadece şeref zevceleri olarak tuttuğunu savunur, bkz. Rasûlullah Muhammed, 233.

[859] Ahzâb 33/50.

[860] Ahzâb 33/6. Ayrıca bkz. Şâtıbî, Muvafakat, III, 45; Hamidullah, Rasûlullah Muhammed, 257.

[861] bkz. Tecrîd, XI, 156-158; Şelebî, Ta'lîl, 19.

[862] Ahzâb 33/51.

[863] İbn Sa'd, Tabakât, VIII, 339; Beyhakî, Menâkıbu'ş-Şâfiî, I, 64.

[864] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 226-227.

[865] Bu yaklaşım ve eleştirisi için bkz. Kırbaşoğlu, Sünnet, 299.

[866] Maddî mucizeler hakkında rivayet edilen hadislerde bu hava sezilmektedir. Oysa ki Rasûlullah (s.a.), kendisine mucize olarak sadece Kur'ân'ın verildiğini de söylemektedir (bkz. Buhârî, I'tisâm, 2 (VIII, 138).

[867] bkz. Bakara 2/285.

[868] Muvatta, Sıyâm, 13; Şâfıî, Risale, 404.

[869] Muvatta, Sıyâm, 9; Müslim, Sıyâm, 79

[870] Dk. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İfav Yayınları: 227-228.