SÜNNETİN TEŞRÎ (HUKUKÎ) BOYUTU
Mânası Tahrif Edilen Bir Hadis
"Siz Dünyanızın İşlerini Daha İyi Bilirsiniz''' Hadisinin Mânası
Sünnetin Teşri'deki Fonksiyonunu İnkâra Yönelik Aşırılıklar
İfrat Ve Tefrite Düşenler Arasında Teşri'î Sünnet
Tahkike Muhtaç Büyük Bir Mesele
Sünnetler Konusunda İmâm İbn Kuteybe'nin Görüşleri
İmam El-Karâffnin Değerlendirmesi
Şâh Veliyyullah ed-Dihlevî'nin Sünnetler Konusundaki Taksimatı
Risâlet'İn Tebliğine Yönelik Varid Olan Sünnetler
Risâlet'İn Tebliği İle İlgili Olmayan Hadisler
Reşîd Rıza'nın Hz, Peygamber'e Uyma/ İttiba Meselesini Ele Alışı
Üstad Şeltut'un, Sünneti Teşri'î Ve Teşri'î Olmayan Diye Ayırımı
Genel Ve Özel Teşri' Bakımından Sünnet
Meselenin Değerlendirilip Ayrıştırılması
Üzerinde İhtilaf Edilmemesi Gereken İki Hakikat
İfrat ve Tefrit Arasında Bocalamak
Sahabe ve Selef-i sâlihînin Sünnet Anlayışı
Hacla İlgili Fiillerden Bazıları Sünnetten Değildir
Hadis Kitaplarındaki Zekâtla İlgili İhtilafın izahı
Çok Sıklıkla Nesh Görüşüne Sığınmamak Gerekir
Sünnet'te İrşad Yoluyla Gelen Emir ve Nehiyler
İbn Kayyım’in Tıbb-ı Nebevi İle İlgili Bazı Hadisleri Yorumu
Sahih Addedilen Bu Hadisleri Nasıl Yorumlamak Gerekir?
Tıbbî Nitelikli Hadislerle İlgili İbn Haldun'un Görüşü
Hz. Peygamber'in Beşer Olması Gereği Tasarrufları
Hz. Peyganıber'i Verdiği Haberlerden Bir Kısmı Vahiy Kaynaklı Değildir
Sünnet, (son yıllarda) Batı kaynaklı fikirlerin etkisindeki kimselerin insaf Ölçüleri ile bağdaşmayan çirkin saldırılarına maruz kalmıştır. Söz konusu kimseler, bütün imkanlarım seferber edip, tüm hile ve desiselerini kullanarak sünneti ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Onlar bu konuda amaç birliğine sahip olmakla birlikte, bu amaca ulaşmak için kullandıkları vasıta ve taktikler muhteliftir.
Bu kimselerden bazıları, sünnetin ya tamamının sübûtuna yönelik veya büyük çoğunluğunu teşkil eden kavlî sünnet hakkında veyahut Ebû Hüreyre (r.a.) gibi meşhur râvilerin güvenilirliği konusunda şüphe uyandırmaya çalışırlar. Bazıları da, sünnetin hücciyyeti (şer'î delil oluşu) ve İslâm teşri'inin kaynağı olması, bu teşri'e yön vermesi konusunda çeşitli itham ve karalamanın bayraktarlığını yaparak, şer'î delil için sadece Kur'an'ın kendilerine yeterli olduğunu zannederler.
Yine bu iki gruptan oluşan bir diğer topluluk daha vardır ki onlar, sünneti sünnetle yıkmanın gayreti içerisindedirler. Zira onlar, bazı hadisleri asıl mecrasından saptırarak tahrif eder ve delâlet etmediği bir hususta onları delil olarak kullanırlar. [1]
Asıl mânasından uzaklaştırılıp yanlış bir anlam yüklenen bu tür hadislere örnek olarak, İmam Müslim'in Sahîh'inde hurmaların aşılanması konusunda rivayet ettiği hadis gösterilebilir. Buna göre, söz konusu hadisin bazı varyantlarında Hz. Peygamber, "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz " buyurmuştur.[2]
Bazı kimseler, sadece bu hadisi gerekçe göstererek İslâm'ın siyasî yönünün olmadığı görüşünü dillendirmişlerdir. Çünkü -bu kimselere göre- siyâset, hem yöntem hem de kurumlar olarak dünyamıza ait bir olgudur ve bunu biz insanlar daha iyi biliriz. Dolayısıyla vahyin siyâset konusunda söyleyeceği bir sözü ve önlendirmesi olamaz. Bu söylem sahiplerine göre İslâm, devletsiz bir din; günlük hayata müdahale eden bir sistem olmaktan ziyade vicdanî bir olgudur.
Yine bu hadisi gerekçe göstererek başka birileri ise, İslâm'ın iktisadî nizamını göz ardı etmek istemektedir! Nitekim çeyrek yüzyıldan beri tanıdığım bir dostum da, İslâm'ın ekonomik hayata müdahalesinin, yani iktisadî yönünün olmadığını iddia ederek benimle uzun bir münakaşaya girmişti ki, dostumun da bu konudaki en önemli argümanı, bu hadis idi. Söz konusu tartışmada dostumun ileri sürdüğü delilleri -esasen şüpheleri demek daha doğrudur- bir kenara not ettim ve başka bir münâsebetle de delilleriyle onun bu şüphelerine cevaplar verdim.
Burada daha da önemli olan husus, bazı kimselerin bu hadisi Öne çıkararak, * sünnet kaynaklarının zikrettiği alış-veriş, muamelât, sosyal, iktisadî ve siyasî hayatla ilgili pek çok hadisi yok saymaya çalışmalarıdır. Sanki onlara göre bu hadisini Hz. Peygamber, sünneti oluşturan diğer bütün kavlî, fiilî ve takriri hadislerini neshetmek için ortaya koymuştur.
İşte bazı aşırıların bu tavrı, büyük âlim ve meşhur muhaddis Ahmed Muhammed Şâkir'i, hadisin İmam Ahmed'in Müsned'indeki rivayetine şu notu düşmeye sevketmiştir:
"Bu hadis, oryantalist ve misyonerlerin fikrî kölesi gibi hareket eden Mısır'daki bazı dinsiz ve Avrupa aşığı kimselerin, hakkında ileri-geri konuştuğu hadislerdendir. Onlar bu hadisi, Ehl-i Sünnet ve Allah'ın dîninin hizmetkârı kîmseiere karşı getirdikleri delillerinde temel almışlardır. Böylece onlar, sünnetten bir yönü inkâr etmek, dîni ve sosyal hayatta İslâm ahkâmının bir hükmünü yok saymak istediklerinde bu hadisi öne sürdüler ve Enes'ten (r.a.) rivayet edilen "Siz dünya işinizi daha iyi bilirsiniz " hadisine sarılarak yaptıkları işin dünyaya ait olduğunu iddia ettiler. Ancak Allah Şahittir ki onlar, ne dînin asıllarına ne de Allah ve Peygamber'e iman etmişlerdir. Onlar Kur'an'ı da gönül rahatlığı içinde tasdik etmezler. Onlardan iman edenler, zahiren imanlı görünürler; ancak kalpleri mutmain ve güvenerek değil de, korkmak suretiyle taklit edip Karıştırarak hayalini kurdukları şeylere meyleder. O kimseier nezdinde mesele, daha da büyüyüp ciddiyet kazandığında yani şeriatın iki temel kaynağı olan Kitap ve Sünnet, kendisinin Mısır ve Avrupa'da almış olduğu kültür ve eğitimle çelişince, Avrupa'da aldığı bu eğitimi daha üstün görmede tereddüt göstermez; hatta onu tercih etmekten geri kalmazlar. Efendilerinden aldığı bilgileri üstün görür ve içine sirayet etmiş bu bilgilen tercih ederler. Bütün bunlardan sonra da kendilerinin iyi müslüman olduğunu zannedip, utanmadan insanîarm da kendisini bu şekilde benimsemesini isterler. Halbuki bu hadis son derece sarihtir ve hiçbir İslâmî delille çelişmemektedir. Dünya işlerini ilgilendiren yasama ve yürütme gibi konularda sünnete müracaat etmemeyi gerektiren bir delâleti de yoktur. Esasen, bu hadisi anlamadan inkar cihetine giden yukarıda vasıfları sayılan kimselere, İslâm teşriinin bir aslı olan sünneti yıkmaya yönelik fikirler üeri sürmek değil, şöyle demek düşerdi: "Bu hadisiyle Hz. Peygamber, bir emir ve nehiyde bulunmadığı gibi, Allah Teâla'dan bir ihbarda bulunmamış ve kendisi de bir sünnet ortaya koymamıştır. Böylece bu hadis dînin asıllarından birini yok saymanın bir aracı olarak sözü edilen mânada kullanılmamalıdır." [3]
Öyleyse bu hadis ne anlama gelmektedir?
Her şeyden önce hadisin mânasının son derece açık olduğunu ve onu anlama konusunda herhangi bir karışıklığın olmadığını belirtmek gerekir. Buna göre hadis şöyle anlaşılması gerekir: "Din, dünyevî ihtiyaç ve arzuların gereği oian işlere, bu işlerde herhangi bir ifrat-tefrit ve sapma/inhiraf olmadığı sürece müdahele etmez. Nitekim din, rabbanî-yüce hedefler ve üstün ahlakî değerler sebebiyle İnsanın -maksatlı veya maksatsız normal davranışlar da dahil- bütün davranışlarına müdahale eder ve bu işleri yerine getirmede insanı hayvanlardan ayıracak ulvî, insanî vasıfları ortaya koyar."
Burada dünya işi diye nitelenen şeylere bazı örnekler vererek, İslâm'ın bunlar karşısındaki konumunu belirtmek meseleyi daha açıklayıcı olacaktır. [4]
İslâm, savaşın hedeflerine yönelik birtakım sınırlamalar >etirmiş, onun için hazırlık yapmayı, düşman karşısında tedbiri elden bırakmamayı ve de güç yettiği oranda savaş için maddî yığınak vapmayı emretmiştir. Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın, vahut (gerektiğinde) topyekıın savaşın"[5]
"Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah 'in düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz, Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız."[6]
"O kâfirler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olasınız da üstünüze birden baskın yapsalar:"[7]
Hz. Peygamber de bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak kuvvet, atıcılıktır"[8]
"Kim atışı öğrenir sonra da unutursa, nankörlük etmiş olur."[9]
"Kim Allah 'm kelimesinin (mesajı) en üstün olması için savaşırsa, işte o kimse Allah yolundadır "[10]
Savaşta gözetilmesi gereken bazı âdâb ve kurallar vardır. Bir âyette, "Allah yolunda sizinle savaşanlarla savaşın fakat haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez"[11] buyurulmaktadır. Bir hadiste ise, "(Ganimet elde etme hususunda) hainlik etmeyin, ahdinizi bozmayın, (düşmanın yaptığı gibi ölüleri kesip ; ' parçalayarak) misillemede bulunmayın ve çocukları öldürmeyin.. [12] buyuru I muştur.
Ancak savaşta kullanılan silahların cinsî, yapılış yöntemleri ve bu silahlarla olan eğitim vb. konulara din karışmaz. Bu gibi işler, her millet ve devletin savunması ile ilgili kurumların (Savunma Bakanlığı ile Silahlı Kuvvetlere ait birimler) işidir.
Buradaki silahtan maksat; bir asırda kılıç, mızrak, ok ve yay olabilirken diğer bir asırda mancınık olabilir. Bir başka çağda ise tabanca, top, füze ve çeşitli şekillerdeki bombalar olarak karşımıza çıkabilir. Savaşçılar belli bir vakitte harp ederken at, fil kullanabilir; başka bir zaman ise, tank, savaş uçağı ve uzay mekikleri kullanabilirler. Dînin atların kullanıldığı zamanlarda insanları yönlendirmesi yol göstermesi ne ise, uzay gemilerinin kullanıldığı asırdaki yol göstermesi de odur. Buradaki gaye, "Allah'ın kelime (mesajı) ve isminin en yüce olması"; edep ise, "Haddi aşmayın; Allah haddi aşanları sevmez" âyeti gereği, "Anlaşmayı bozup hainlik etmeyin, misillemede bulunmayın" şeklindeki ilkelerdir.
Bu itibarla güç yettiği ölçüde hazırlık yapılması, tedbirin elden bırakılmaması ve ümmetin savaşa hazırlıklı olmasının sağlanması konusu, keyfiyet ve kullanılan araç gereçler noktasında (asırlar boyu) değişiklik arzetse bile, bu konudaki prensip ve amaçlar konusunda değişiklik bulunmamakta ve onlar her asırda sabit kalmaktadır. [13]
Dünya işleri diye nitelenen alanlara bir başka misal de ziraattır.
Her şeyden önce İslâm, ziraatla uğraşmayı teşvik eder ve çiftçilere Allah katında en büyük sevabın verileceğini müjdeler. Zira, "Ziraat yapan, ağaç diken ve bu ağaç ve ekininden kuşların, vvanların ve insanoğlunun nasiplendiği hiç bir müslüman yoktur I- bu kendisine bir sadaka olmasın "[14] hadisi bunu ifade etmektedir.
Ancak bilinmelidir ki din, ziraatın nasıl yapılacağı, ne kileceği, ne zaman ekileceği, ekim âleti olarak kova, tulumba, saka mj yoksa mekanik âletlerin mi kullanılacağı veyahut da geleneksel ulama yöntemlerinin mi yoksa sulamada yukarıdan serpme veya vaamurlama vb. yöntemlerin mi kullanılacağına müdahale etmez.
Çünkü bunlar, dînin İhtisas alanına girmemektedir. Bilakis bunlar, Tarım Bakanlığı gibi, tarımla ilgili kurum ve kuruluşların işidir.
Tarımla ilgili âlet ve makineler, öküz arabalarından tutun da mekanik pulluklara kadar günümüzde çok gelişme kaydetmiştir. Avnı şekilde sulama âletleri de kova ve sakalar gibi ilkel birtakım yöntemlerden modern mekanik âletlere, suyu bolca salıverme yerine yukarıdan serpiştirme veyahut yağmurlama sistemlerinin kullanılmasına kadar oldukça gelişmiştir. Görülüyor ki bütün bu gelişmeler, dînin İlke ve esaslara yönelik başlangıçtaki yüce ve sabit konumunu değiştirmemektedir. [15]
Buraya kadar ki açıklamalarımıza ilave olması bakımından, üçüncü bir örnek olarak teşhis ve tedavi yöntemlerini de zikretmek yerinde olacaktır.
Eski zamanlarda bazı insanlar hastalığın, Allah'ın takdiri olduğunu ve Allah'ın takdir ettiği şeyin de mutlaka gerçekleşeceğini düşünmüşler; dolayısıyla tedavinin faydasının olmadığı gibi bir anlayışa sahip olmuşlardır. Hz. Peygamber bu durumu biz ümmetine adeta özetlemekte; hastalık ve şifanın Allah'tan olduğunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ey Allah'ın kullan! Tedavi olunuz. Çünkü Allah, şifasını yaratmadığı hiçbir hastalığı kullarına vermez. Yalnız bir dert hariç, o da ihtiyarlıktır. [16]
Diğer bir hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Allah şifasını yaratmadığı hiçbir hastalık vermez.[17] Başka bir hadiste İse, "Allah şifanızı haram kıldığı şeylerde . yaratmamıştır"[18] buyurulmuştur.
Bir keresinde Hz. Peygamberce şifa ve tedavi yollarını arama konusunda "Allah'ın kaderi değiştirebilir mi?" diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
"Tedavi ve şifa yollarına başvurmak da Allah 'in kaderindendir. [19]
Genel olarak bütün bu hadisler göstermektedir ki Hz. Peygamber, eziyet ve acı verici her şeyden bedenin korunup kollanmasını tavsiye etmiştir. Çünkü böyle yapmakla mümin, her daim cihada hazırlıklı olur ve de Rabbine, kendi nefsine, ailesine ve bütün insanlığa karşı vazifesini yerine getirmiş olur. Ancak tedavinin ne olduğu, nasıl uygulanacağı, neierden elde edileceği ve miktarının ne kadar olacağı gibi hususlar, dînin müdahale alanında olmayıp Sağlık Bakanlığı gibi sağlıkla ilgili kurum ve kuruluşların idaresindedir. Ne var ki dînin, tedavi olunması haramla tedavi olunmaması ve bedenin sağlığına dikkat edilmesi gibi tavsiye ve yönlendirmeleri geçerlidir, değişmez.
İşte "Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz" mealindeki hadisten anlaşılması gereken mânâ budur; yoksa dînin dünya hayatından çekilmesi değil. [20]
Prof, Dr. Abdülmünim en-Nemr es-Sünnetü ve't-teşri' isimli bir araştırma neşretmiş ve bu araştırmasında, "hadis kitaplarındaki sev teşri'in kendisidir" diyenlere karşı çıkarak, konuyla İlgili V. râfî, Dihlevî ve Şeltût'un değerlendirmelerine güvenmişti. Söz konusu çalışmasında en-Nemr, faydalı görüş ve değerlendirmeler -taya koymakla birlikte, iddialarında o kadar ileri gitmiştir ki, nedeni hukuk ve muamelâtla ilgili hükümlerin neredeyse hepsini sünnet dairesinin dışına çıkarmıştır.[21] en-Nemr'in bu anlayışı onu, sünnetin helâl saydığı, -bütün fıkıh mezhepleri ve ekolleriyle-müslümanlann da helâlliği üzerine icmâ ettiği şeyleri, kendi görüşüyle haram olarak değerlendirmesine kadar götürmüştür. Buna örnek olarak, Hz. Peygamberin, insanların ihtiyaçları doğrultusunda, hiç bir surette anlaşmazlığa ve aldatmaya meydan vermeyecek tarzda, saltalarım koyduktan sonra yapılmasına ruhsat verdiği selem (para peşin mal veresiye) akdiyle alış-veriş veya bazılarının isimlendirdiği gibi "es-selef denilen usûlle yapılan alış-veriş konusu örnek olarak verilebilir. Bu hususta hadis varit olmuştur ve uygulama da selefin tatbikatına uygundur. Ayrıca on dört asırdır ümmetin uygulaması bu yöndedir.
İbn Abbas'tan (r.a.) rivayet edilen bu konudaki hadise göre o, şöyle demiştir: uHz. Peygamber, Medine'ye hicret ettiğinde onlar (Ensar ve Medine ahalisi), bir ve iki seneliğine olmak üzere selem akdi yapıyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, 'Kim selem akdiyle alış-veriş yaparsa bilinen ölçü ve tartıda ve de belli bir süreye kadar yapsın' buyurmuştur."[22]İbn Abbas da. "Şahitlik ederim ki, vakti tayin edilen selem akdi Allah'ın kitabında helâl kıldığı ve izin verdiği akitlerdendir" diyerek şu âyeti okumuştur [23] "Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın.[24]
Bu rivayette İbn Abbas'ın (r.a.), "eşhedü=şâhitlik ederim ki'1 sözünün yemin mesabesinde olduğu ve bunun "Kur'an'ın Tercümanı" sıfatını haiz bir sahâbînin görüşü olduğu unutulmamalıdır.
Bununla birlikte Şeyh en-Nemr selem konusundaki görüşünü şöyle açıklamaktadır: "Selem, madumun (yok olanın) satılıp zimmete geçirilmesidir. Taşradaki İnsanlardan pek çoğu bu yolla çiftçilerin haklarını kötü bir şekilde gasp etmektedirler. İşte bu durum bizi, bu akdin haram olduğu görüşüne götürür.'
Burada Şeyh'e yakışan, sünnet ve icma ile sabit olmuş bir ugulamanın aslını haram kılmak değil, haramlığı sadece bu konuda ortaya çıkabilecek, sömürü, haksız kazanç ve gasp üzerine tahsis etmesiydi.
İşte bu, "Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz" hadisini asıl mecrasından ve murad olunan mânasından saptırmadaki tahrif ve haddi aşma girişimidir. Anca bize göre bu, hadise karşı çıkma adına onun İçeriğinin yok sayılması demek olan tatbikatın reddedilmesini aşırılık olarak görmek, sünnette teşri' İle ilgili olmayan bazı hususların da olduğunu inkâr etmemizi gerektirmemektedir. Ne yazık ki, hamasî duygularla kalem oynatan bazı yazarların eserlerinde hakim olan anlayış budur. Tıpkı Fethi Abdülkerim'in, Muhammed Selim el-Avâ tarafından kaleme alınan es-Sünnetü't-teşrî'iyye ve gayru'l-teşrî'iyye[25] adlı makaleye reddiye için telif ettiği es-Sünnetü teşrîun lâzimun dâimun [26] adlı eserinde ve Dr. Mûsâ Lâşîn ile Dr. Ali el-Karadâğî'nin Dr. en-Nemr'i red sadedinde kaleme aldıkları ve Katar Ünİversitesİ'ndeki Sünnet ve Sîret Araştırmaları Merkez? nin neşrettiği derginin II. sayısında yayımlanan çalışmalarda olduğu gibi.
Oysa bu meselenin çözümü konusunda yapılması zorunlu olan şey, mutedil ve dengeli hareket ederek, Kuran ve Sünnet'teki muhkem naslar, şeriatin makâsıd ve kuralları, ümmetin en âlimleri olan selefin yo! göstericiliği ve anlayışları doğrultusunda, ön vargılardan uzak. insaflı, derinlemesine ve ifrat-tefritten arınmış olarak meseleyi ele almaktır. Bu İse, benim senelerdir yapmakta olduğum şeydir. Umarım şu anda takdim etmekte olduğum sayfalar, bu konuda yol gösterici ve aydınlatıcı olur. [27]
Burada araştırılması gereken en önemli husus, insanların uyması ve uygulamaları konusunda sünnetin ne derece itibara alınıp alınmayacağı, teşriî sünnet ile böyle olmayan sünnetin nasıl anlaşılıp değerlendirileceği konusuna açıklık getirmektir. Aynı şekilde sünnetin, kıyamete kadar bütün insanları içine alacak şekilde genel ve devamlı bir teşri' kaynağı olması konusu ile, geçici bir durumdan mütevellit husûsî bir mesele için teşri' kaynağı olması meselesinin vuzuha kavuşması lazımdır.
Bu konuda günümüzdeki vakıa ise, müslümanlar arasında birbirinin zıddı iki grubun bulunduğudur.
Birinci Grup sünnette olan her şeyi, bütün zaman ve zeminde ve her durumda herkes için uyulması zorunlu bir teşri' olarak kabul edenlerdir. Halbuki sünnette, cibiliî (yaratılıştan kaynaklanan) örf ve âdetler kabilinden, bulunulan çevrenin tecrübe ve maharetlerinden kaynaklanan, kasıtlı olarak değil de tevafuk olarak (rastgeİe) ve özel olarak da Hz. Peygamberce mahsus fiiller olabilir. Bu sebepledir ki . usûl âlimlerinden olan bazı muhakkıklar, yukarıda söz konusu edilen sünnet çeşitlerinin, o hususların mubah ve meşru olduklarının ötesinde bir şeye delâlet etmeyeceği kanaatini taşımaktadırlar. Ancak ; bu gibi sünnetlerin uygulaması esnasında kişinin Allah'a ibadet kastının bulunması durumu müstesnadır.
Ancak çağımızda bizler, minberin merdivenlerinin üç basamaklı olmasının sünnet, üç basamaktan fazla olan minberin , sünnete muhalif olduğunu ve kınanması gerektiğini söyleyen : kimselerin bulunduğunu görmekteyiz. Halbuki şu andaki minberin . Hz. Peygamberin hayatta iken üzerinde hutbe îrad ettiği hurma kütüğü şeklindeki minberin geliştirilmiş hali olduğu ve bu minbere ziyade yapılıp eksiltmeye gidildiği konusunda da hiç bir delilin varil olmadığı bilinmektedir.
Yine günümüzde ne ihtiyacı ne de taşınması konusunda kavminin âdeti olmadığı, üstelik taşıması kendisini zahmete soktuğu, dayanma ihtiyacı da hissetmediği, ne hayvan gütmek İçin ne de başka bir gerekçe için kullanmadığı halde elde baston taşımanın sünnet olduğunu söyleyenler vardır! Daha vahimi de, günümüzde ellerinde âsâ olmaksızın minbere çıkıp cemaate hutbe okuyan hatiplerin bu durumunu kınayan ve bunun sünnete muhalefet anlamına geldiğini söyleyen dîni bütün bazı kimseler de vardır. Bir defasında bu gibi kimselerden biri beni kınadığında ona, "Hayatımın hiç bir döneminde hiç bir surette baston taşımamışsarrr [28]sadece minberde hutbe okurken nasıl taşırım!?'' diye cevap vermiştim.
Bu. yakın zamana kadar"[29] pek çok müslüman ülkesinde Cum'a hutbesinin gereklerinden olan ağaç yapımı kılıcı bana hatırlatmıştır ki, daha sonra bu uygulama terkedilmiştir. Halbuki bütün İnsanlar demirden yapılmış kılıç kullanırken sadece müslüman hatibin kılıcının ağaçtan olması acı bir alay konusu değü de nedir!
İkinci Grup kimseler İse sünneti tamamen pratik hayatın dışına çıkarmanın Öncülüğünü yapmaktadırlar! Onlara göre Örf ve âdetler, muamelât, iktisadî ve siyasî hayatla ilgili işler ile yönetim ve harp sanatı gibi konularda sünnetin söyleyeceği bir şey olmayıp bu alan. tamamıyla insanlara terkedilmelidir. Sünnet, emredici veya nehyedici olarak bu alana müdâhil olamayacağı gibi tevcih edici ve doğruyu gösteren de olamaz.
Bu tip kimselerin delilleri de maksadının dışında ve îrad buyurulduğu anlamın dışında bir mâna yükleyerek tevil ettikleri "S7z dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz" hadisidir. Öyleyse Müslim'in Sahîh"\x\<\z hurma ağaçlarının aşılanması konusunda zikrettiği bu hadisin rivayetlerini incelemek, hadisteki esas maksadın açıkça ortaya çıkması İçin gereklidir.
Hz. Talha'dan rivayete göre o şöyle demiştir: "Resûlullah t a) Üe beraber hurma bahçesindeki bir topluluğa uğradık ve Resûlullah "Bunlar ne yapıyorlar?" diye sordu ve onlar da "Erkek tohumu dişi îohuma vermek suretiyle aşı yapıyorlar" dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.), 'Bunun bir fayda temin edeceğini zannetmiyorum'' buyurdular. Aşı yapanlara bu haber verilince aşı yapmaktan vazgeçtiler. Resûlullah (s.a.) durumu öğrenince şöyle buyurdu:
'Eğer onlara bunun faydası dokunacaksa bunu yapsınlar; zira ben, bu konuda zan ile konuştum ve zannım konusunda da beni sorgulamayın! Ancak Allah Teâla'dan size bir şey haber verirsem onun muhakkak gereğini yerine getirin. Çünkü ben Allah 'a karşı asla yalan konuşmam"[30]
Rafı' b. Hadîc (r.a.) İse rivayetinde şöyle demiştir: "Resûlullah (s.a.) Medine'ye geldiği zaman Medine halkı hurmaları aşılıyordu. Resûlullah (s.a.) onlara. 'Ne yapıyorsunuz?' diye sorduğunda 'Önceden böyle yapardık' diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.),
'Belki de böyle yapmamanız sizin hayrınıza olur* buyurdu. Bu söz üzerine onlar da bundan vazgeçtiler. Ancak o sene hurma ağaçlarının meyvesi az oldu. Hadisin râvisi Rafı' b. Hadîc'in bildirdiğine göre bu durumu Resûtullah'a (s.a.) haber verdiklerinde şöyle buyurdu:
'Muhakkak ben bir beşerim; size dîniniz hususunda bir şey emredersem ona sarılın, ancak kendi reyimle bir şey söylediğimde ben ancak bir beşerim. [31]
Hz. Aişe ve Enes'den (r.a.) gelen rivayete göre İse hadise Şöyle anlatılmaktadır: "Resûlullah (s.a.) hurmalarını aşılayan bir topluluğa uğradı ve, 'Böyle yapmazsanız daha iyi olur' buyurdu. Ancak hurmalar o yıl kötü oldu ve Hz. Peygamber onlara tekrar ğradiğında, 'Hurmalarınız neden böyle oldu?' diye sorduğunda onlar da sen şöyle şöyle buyurdun (netice de böyle oldu) dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.),
'Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz' buyurdu.[32]
Bütün bu rivayetleri ile hadis, Hz. Peygamberin, sahabenin günlük hayatları İle ilgili bir konuda, tecrübesinin olmadığı dünya işlerinden bir iş konusunda zan İle bir görüş belirttiğini gösterir. Çünkü O (s.a.), ekim-dikim yapmaya müsait olmayan topraklara sahip ve ziraat ve ağaç dikimi hususunda tecrübesi bulunmayan Mekke ehlindendi. Sahâbîler İse, Hz. Peygamber'in bu sözünü, itaat edilmesi gereken dîni bir hüküm zannettiler ve neticede hurmalar istenildiği gibi olmadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara, söylediği şeyin dînin sahasına girmeyip sadece teknik ve fen bilimlerini ilgilendirdiğini hatırlatmış ve, ''Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz" buyurarak, bu hususta kendilerinin daha bilgili ve tecrübe sahibi olduklarını belirtmiştir.
Öyleyse hayatımızda ziraat, zenâat ve tıp vb. gibi teknik ilimlerin konusuna girip de bilgi ve tecrübe gerektiren teknik konular da, hüküm koyucu teşrî'î sünnetten olmayıp uyulması da gerekmez.
Bu sebepledir ki İmam Nevevî, Müslim'in Sahîtf'm&ç bu hadisi, "Bâbu vücûbi imtisali mâ kâlehû şer'an düne mâ zekerahû -sallalhu aleyhi vesellem- min meâyîşi'd-dünyâ alâ sebîlİ'r-re'y^ResûlüIIah'ın (s.a.) re'y kabilinden dünya işleriyle ilgili bir sözüne değil de şer'î bir hüküm ortaya koymak için buyurduklarına uymanın vâcipliği" konu başlığı altında zikretmiştir.
Risâletin rûhanİyetİ iddiası ile, sünneti hayatın dışına itmek ve dîni tamamen sosyal hayattan ve toplumun işlerinden tecrit etmek için bu hadisi kullanma girişimi, yine sünnet ve dolayısıyla ICur'an ve İslâm'ın reddettiği bir husustur. Çünkü İslâm, -Kur'an ve Sünnet'iyle- manevî hayatla fizikî hayatı (run-madde) meczedici, âhiret hayatı ile dünya hayatını birleştirici ve hayatın her safhasındaki akışın Allah'ın ahkâmına uygun olmasını temin için gönderilen mükemmel bir hayat modelidir.
Bu sebepledir ki Resûlüllah'm (s.a.) getirmiş olduğu hüküm ve tavsiyeler, yeme-içme, giyinme-kuşanma, ahş-veriş, bağış yapma ve bağış kabul etme, evlenme-boşanma, mîras-vasiyet, suç ve cezalar, eş-dost ve akrabanın hatırını sorma, ahlâk ve edeple hezenme, savaş-barış, devlet yönetimi gibi hadis, tefsir, fıkıh ve hlâk kitaplarının ihtiva ettiği ve hayatın bütün yönlerini kuşatıcı bir mahiyet taşıyan hadisler olarak karşımızdadır. Bu konuda Allah'ın Kitab'ındaki en uzun âyet olan ve borçların yazılması gibi dünyalık bir iş hakkında hüküm ortaya koyan "deyn âyeti"ni örnek vermek yeterlidir.
Hiç şüphesiz sünnetin teşri'î nitelikli olanları ile -ki bu nitelikteki hadisler çoğunluktadır- bu nitelikte olmayanlarını; umûm kastolunanlar ile, husûsî bir durum bildiren hadisleri ayırmamak şeklinde tezahür eden bu problem, bir çok karışıklıklara ve yanlış anlamalara sebep olmakta ve bugünün hadisle ilgili en önemli meselelerinden biri olarak değerlendirilmektedir.
Ne yazık ki bu konuda pek çok kimseyi, -mutad olduğu üzere-ifrat-tefrit çizgisi arasında bocalarken görmekteyiz. Nitekim bir keresinde ben, yeme-İçme âdabı konusunda ifrat-tefrit sınırlarını zorlayan bu iki grup düşünceye sahip kimseler arasında savaşı andıran bir tartışmaya şahit olmuşumdur.
Bu gruptan biri, masada yemek yemeyi ve yemekte çatal-kaşık kullanmayı reddetmekte ve yalnız yerde oturup elle yedikten sonra parmakları yalamanın Hz. Peygamber'in sünnetine uymak olduğunu söylemekte; böyle yapmayanları sünnete muhalefet etmekle itham etmekteydi. Diğer grup ise, yeme-içmenin, İçinde bulunulan çevre ve zamanın değişmesiyle farklılık arzeden dünyamıza ait bir iş olduğunu savunuyor; İslâm Dîni'nin, insanları nasıl yiyip içecekleri konusunda eğitmek için gelmediğini savunuyordu. İnsanların elleriyle mî yoksa kaşık kullanarak mı, sağ elle mi yoksa sol elle mi yedikleri konusunun, dîni ilgilendirmediğini iddia ediyordu.
Bu iki gruptan birincisini ele aldığımızda onların, sade bir hayat sürme, kanaatkar ve tevazu sahibi olma, hayatın cafcafları karşısında zühd hayatı yaşama, müsrif ve zorbalara benzemekten kaçınma gibi bütün hal ve hareketlerinde Resûl-i Ekrem'e uyma düşüncesiyle hareket ettiklerini görürüz. Şüphesiz bu kimseler, tıpkı sahâbîlerden İbn Ömer (r.a.) ve benzerlerinin tavrı gibi, Hz. Peygamber'in sünnetine uyma konusunda gösterdikleri bu aşırı hassasiyet ve niyetlerinden dolayı sevaba nail olacaklardır. Ancak onların hata yaptıkları nokta, bu davranış ve anlayışlarının tamamını, sünnetin ve dolayısıyla dînin bir bölümüymüş gibi algılamaları ve içinde bulunulan durumu göz önüne almadan, böyle davranmayanları kınayıp yargılama konusunda aşırı gitmeleri, hiç de meydan okumayı haketmeyen üstelik düşman gibi gördükleri kimselere meydan okumalarıdır. Halbuki yeme-içme, giyinme gibi konularda onların sünnet diye takdim ettikleri şeylerin neredeyse tamamı, Hz. Peygamber'in kavminin örf ve âdetlerini gözeterek yaptığı, tamamen bulunulan çevre ve zamanla alakalı Arap âdetlerinden ibarettir.
Diğer grubun anlayışına gelince, onların da dînin ehemmiyet verip yapılmasını istediği şeylerle istemediği şeyleri birbirine karıştırdıklarını görüyoruz. Zira din, her ne kadar yerde mi, sofra da mı, elle mi yoksa kaşıkla mı yemek yeneceğine karışmıyorsa da, sağ elle yenip-içilip sol elle yenip içilmemesine karışmaktadır. Sağ elle yenip içilmesi olgusu yalnız Hz. Peygamber'in bunu böyle yapmış olmasıyla ilgili değil, bizzat söz ve tavsiyelerinin, emir ve nehyİ gerektirecek şekilde, bu yönde olmasıyladır. Çünkü Resûlullah'tan (s.a.) bu konuda pek çok hadis varit olmuştur. Bazıları şunlardır: "Bismillah ' de, sağ elinle ve önünden ye. [33] . "Sol elle yemeyin, çünkü şeytan sol eliyle yer, [34] "Sizden biriniz bir şey yediği zaman sağ eliyle yesin. Yine bir şey içmek istediğinde de sağ eliyle içsin; çünkü şeytan, sol eliyle yer ve içer.[35]' Bu hadisin başka bir rivayetinde ise,
"Sizden hiç biri sol eliyle yiyip içmesin; çünkü şeytan, sol eliyle yiyip içer[36]' buyurulmuştur.
Seleme b. el-Ekva'dan rivayete göre bir adam Resûlullah'ın (s.a.) huzurunda yemeği sol eliyle yedi ve Resûluilah fs.a.) ona, "Sağ /' le V-" diye '^azda bulundu. Bu kimse yapamıyorum deyince Resûluilah (s.a.),
-Yapamayanı! Kibir (sana) engel oldu" buyurdular. Bunun -zerine adam bir daha elini ağzına götüremedi.[37]
İşte bütün bu emredici, yasaklayıcı ve uyarıcı hadisler, sağ elle yeme ve içmenin gerekliliğini göstermektedir. Buna göre sağ elle yeme-içme. müslüman bir kimse ve müslüman bir toplumun ayırıcı vasıflarındandır. Çünkü şerefli ve asaletli milletler, hayatın normal işlerinde bile olsa yaptıkları işlerinde, bu işe orijinallik katan özel bir yönün bulunmasına itina gösteririler. Üstad Muhammed Esed Yolların Ayrılış Noktasında İslâm adlı eserinde, insanların Örf ve âdetlerine, günlük yaşayışlarındaki bazı rutin davranışlarına taalluk eden ve müslümanın şahsiyetine tesiri olan davranış ve alışkanlıklar hususundaki sünnetleri değerlendirirken, çok kıymetli izahlarda bulunmuştur. Üstadın bu eseri okunup incelenmeli ve gerekli dersler alınmalıdır.[38]
Söz konusu ettiğimiz bu İki grubun iddiaları konusunda adaletli ve İnsaflı yaklaşım, sünnetin teşrî'î olanı ile bu niteliğe sahip olmayanını; herkesi kapsayıcı genel olanı ile husûsi bir olay veya kimse için varit olanı arasında ayırım yapan yaklaşımdır. Bu yaklaşımı sergileyebilmek için de, Kur'an ve Sünnet'i anlamada ferasetli ve fıkıh sahibi olmak gerekir. [39]
Şüphesiz sünnet konusunda tahkik ve tetkike ihtiyaç duyan, geçmişte ve günümüzde araştırmalara medar olan en önemli meselelerinden biri. sünnetin teşrî'î ve gayr-ı teşrii olarak ayrılması ve bu ayırımın esası, sahası ve pratiğe etkisi problemidir. Aslında bu tür bir araştırmanın hadis usûlünün bir konusu olmaktan çok, fıkıh usûlünü ilgilendirdiği aşikârdır Ancak her iki ilim dalının, bu konuda birbirinden müstağni olamayacakları da açıktır.
Sünneti teşri' için olanı, olmayanı ve teşri' için olup da' herkesi kapsayıcı nitelikte olanı ile hususu bir olay ve kimseyi İlgilendireni konusunu, bu anlayış ve başlıkla ele alan ilk kimse - . bildiğim kadarıyla-, Ezher Üniversitesi eski şeyhlerinden merhum Mahmûd Şeltût'tur. O, Fıkhu'l-Kur'an ve's-Sünne: el-Kısâs=Kur'an ve Sünnet fıkhı: Kısas Örneği adıyla kaleme aldığı ve aslmda 1930' lu yıllarda Kahire Hukuk Fakültesindeki yüksek lisans ve doktora talebelerine verdiği derslerden oluşan ve daha sonra el-İslâmu akîdetün ve şerla=İslâm Akide ve Şer'îattır adlı eserinin içine dercedilen ders notlarında bu ayırımı düe getirmiştir.
Şeyh Şeltüf tan sonra pek çok muasır âlim, onun bu ayırımını benimseyip sünnetle ilgili çalışmalarında buna yer vermişlerdir. Benim burada kastettiğim, bu âlimlerin Şeitût'un bu ayırımını aslında sadece şekil olarak aldıkları gerçeğidir. Zira daha önce, Ailâme Reşîd Rıza, el-Menâr adlı tefsirinde mazmun ve muhteva olarak bunu dile getirmişti. Reşîd Rıza'dan çok önce İse -XII. asırda-Şâh Veliyyullah ed-Dihlevî diye ma'ruf Ahmed b. Abdurrahîm (ö. 1 i76) bu ayırımı yapmıştır. İmâm Ebü'l-Abbâs Şihâbeddîn e!-Karâfî de (ö. 684), sünnetin belli bir olay, şahıs ve zümre için hüküm koyan husûsî yönüne temas etmiştir ki, bütün bunlar ilende gelecektir.
Öte yandan selef ve halef âlimlerinden, usûl ve fıkıh bilginlerinden konuyu değişik başlıklar altında farklı münasebetlerle ; ele alanlar da vardır. Kısaca sahabeden itibaren konu etrafında görüş beyan edilmiştir ki, bu da ileride zikredilecektir. [40]
Bildiğimiz kadarıyla, mütekaddim âlimler arasında, sünnetin ] getirdiği hükümlerin çeşitli kısımlarda olduğu noktasına ilk dikkat v çeken kimse, tıpkı Câhız"ın Mu'tezile'yi savunduğu gibi Ehl-i '.' Sünnet1 in avukatlığını yapmış olan ansiklopedik âlim İmâm Ebû ';. Muhammed İbn Kııteybe'dir (ö. 276/889). O, meseleyi kâfi derecede ' tahkike kavuşturmamış olsa da, Te 'vîlü muhtelifi 'l-hadîs adlı eserinde, bu konuya yer vermiştir. İbn Kuteybe'nin konuyu yeterince ')[ tahkike kavuşturamamasının nedeni, onun ansiklopedik yönünün ağır .; basması ve bunun neticesi olarak, konunun uzmanı bir mütehassıs '.
gibi meseleyi ele alamamasıdır. Bundan dolayıdır ki bazıları tarafından o, ''edebiyatçılarının fakîhi" ve "fakîhlerin edebiyatçısı" olarak vasıflandırılmıştır!
Ebû Muhammed İbn Kuteybe şöyle demiştir: Bize göre hadisler üç kısımdır:
1. Cebrail'in Allah'tan aiarak Hz. Peygamber'e indirdiği ve dînin asıllarını oluşturan sünnetler ki, İbn Kuteybe bu sözüyle, esası vahye dayanan sünnetleri kastetmektedir. Bu çeşit hadislerden bazıları şunlardır:
"Kadın, halası ve teyzesi üzerine nikâhlanamaz."[41] "Neseb itibariyle haram olan, süt kardeşliği sebebiyle de haram olur.'[42]
"Bir ve iki defa süt emme haram kılmaz.''[43]
"Diyet, âkile (baba tarafından akrabalar) üzerinedir."[44]
2. Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'e kendi içtihadını açıklamasını emrettiği ve kendinden bir sünnet ortaya koymasını mubah kıldığı, Resûlullah (s.a.)'ın da özür ve illet sahiplerinden dilediği kimselere ruhsat verdiği sünnetler: Hz. Peygamberin ipeği erkeklere haram kıldığı halde özel bir sebepten dolayı Abdurrahman b. Avfın giymesine izin vermesi gibi. Yine Hz. Peygamberin Mekke hakkında, "Oranın yaş dalı kopanlmaz, ağacı kesilmez" buyurduğunda, Abbas b. Abdülmuttalip'in, "Yâ Resûlellah, izhİr otu [45] hariç olsun, çünkü ona evlerimizde ihtiyacımız vardır" deyince, Hz. Peygamber'İn, "Peki, izhir otu hariç olsun" buyurması da böyledir.[46]
Eğer Allah Teâlâ, Mekke'nin ağaçlarının bütününü yasaklamış olsaydı. Hz. Abbas "izhif'in bu genel hükmün dışında tutulması için bir talepte bulunamazdı. Fakat Allah, uygun gördüğüne ruhsal verme konusunda Hz. Peygamberce yetki vermiştir kİ, O (s.a.) da "izhif'in kesilip koparılmasına onların faydaları doğrultusunda ruhsat vermiştir.
Hz. Peygamber umre hakkında, "Eğer şimdi yaptığım işi. yeniden vapacak olsaydım, umre için de ihrama girerdim" buyurmuştur. [47] Yatsı namazı hakkında da O (s.a.), "Eğer ümmetime zor gelmeyeceğini bilseydim, bu namazın vaktini bu (gecenin en geç vakti) vakit olarak tayin ederdim " buyurmuştur[48]
Hz. Peygamber önce kurban etlerinin üç günden fazla süreyle biriktirilmesini, kabir ziyaretini ve kaplar içindeki nebizi yasaklamış sonra da şöyle buyurmuştur:
"Sizi kurban etlerinin üç günden fazla süreyle biriktirmekten nehyetmİştim. Sonradan insanların bu eti misafirleri ve o anda yanlarında olmayan (yakınları) için sakladıklarını anladım; bu etlerden yiyiniz ve dilediğiniz süre için saklayınız. Sizi kabir ziyaretinden nehyetmiştim; kabirleri ziyaret ediniz. Ancak yanlış mânalara gelecek şeyler söylemeyin- Çünkü bana aşikâr olduğuna . göre, kabir ziyareti kalbin katılığını giderir. Ve yine kaplarda beklettiğiniz şırayı içebilirsiniz; ancak sarhoşluk veren bir şey içmeyiniz.[49]
Ebû Muhammed (İbn Kuteybe) şöyle demiştir: ''Bütün bu hadisler, Allah Teâlâ'nın, bazı şeyleri yasaklaması konusunda Hz. peygamber'e ruhsat verdiğini, bir şeyi haram kıldıktan sonra da dilediği kimseler için istisna etme iznine sahip olduğunu göstermektedir.
Şayet Hz. Peygamber'in bu gibi tasarruflarda bulunması caiz olmamış olsaydı, tıpkı, Mücâdİle sûresi'nin nüzul sebebi olan kadının, kocası hakkında, "zihafın hükmünü sorması ve Hz. Peygamber'in de herhangi bir mukabelede bulunmayıp sadece, "Allah bu konuda hükmünü bildirecektir''[50] diyerek tevakkuf etmesi gibi, bu meselede de tevakkuf ederdi.
Yine, ihramın üzerine yün bir cübbe giyip aynı zamanda koku da sürünümüş bir bedevî, Hz. peygamber'e gelip bunun fetvasını sormuştu. Resûlullah (s.a.) ona hemen cevap vermemişti. Daha sonra ise elbisesine bürünerek bazı hırıltılı sesler çıkarmış, ardından da bedevinin sorusuna fetva vermiştir. [51]
3. Hz. Peygamber'in öğüt ve tavsiye kabilinden belirlediği ve eğer yaparsak faziletli bir iş yapmış olacağımız, ancak yapmazsak herhangi bir günah işlemiş sayılmayacağımız sünnetler: Bu çeşit sünnetlere Hz. Peygamber'in sarığın boyundan aşağıya sarkıtılması konusundaki emirleri İle "cellâle"nin (pislik yiyip bu pisliğin de etine tesir ettiği hayvanlar) etinin yenmesini [52] ve hacamat yapanların ücret almasını yasaklaması [53] konusundaki sünnetleri örnek olarak gösteriîebilir.[54]
İbn Kuteybe'nin bu çeşit sünnetleri, usûlcülerin "irşadî=öğüt verici" olarak değerlendirdikleri sünnetler bağlamında ele almak istediği anlaşılmaktadır. [55]
VII. asırda yaşamış Malikî âl lamel erinden olan İmam Şihâbeddîn el-Karâfî el-Mısrî, Hz. Peygamber'in imamet, kaza, fetva ve Allah'tan bir şey tebliğ etme ile ilgili konulardaki söz ve tasarruflarının ihtilaflı yönlen ile bu söz ve tasarrufların umûm ve husus olarak hüküm vermede veya meseleyi mutlak-mukayyed bağlamında ele almada ne derece etkisinin olduğunu araştırmıştır. O bu meseleyi, kendisinden önce hiç kimsenin yapmadığı şekilde oldukça genişçe incelemiş ve konuyla ilgili, Furûk ve el-İhkâm fi temyizi 1-felâvâ mine'l-ahkâm adlı, sahasında eşsiz iki eser ortaya koymuştur. Biz burada, O'nun Furûk'unda "otuzaltıncı fark" olarak zikrettiği Hz. Peygamber'in kazâî (yargı), fetvaî (iftâ) ve teblîğî (irşat-ahlâk) ile devlet başkanı sıfatıyla ortaya koyduğu sünnetler konusundaki temel kriterleri beyan eden açıklamaları ile yetinmek istiyoruz. Şöyle demiştir:
"Bilinmelidir ki, devlet başkanı, baş kadı ve en bilgili müftü olan Hz. Peygamber, bütün imamların önderi, bütün kadıların kadısı ve bütün âlimlerin âlimidir. İlahî Rİsâlet vazifesi süresince bütün dîni makam ve mevkileri Allah Teâlâ O'na ihsan etmiştir. Buna göre kıyamete kadar O (s.a.), din işleri konusunda bir makam sahibi olan herkesten daha üstün bir makama sahiptir. Hiç bir dîni makam ve mevki yoktur ki Resûlüflah (s.a.), bu makamda ondan daha üstün sıfatlarla muttasif olmasın. Ancak Resûlüllah (s.a.)'ın tasarruflarının çoğunluğu, ilahî risâletinin gereği olarak tebliğidir. Hz. Peygamber'in diğer tasarrufları da şunlardır: İttifakla tebliğ ve fetva içeren, insanların yargı konusu (kazaî) olarak birleştikleri, devlet başkanlığı ile ilgili tasarruflar! ile iki ve daha çok yönü ilgilendirdiği, bazan bir bazan da diğer yönü ağır basan ve âlimlerin iki tasarrufu ayırma noktasında kararsız kaldıkları uygulamalar.
Hz. Peygamber'in bu vasıflan haiz tasarruflarının dindeki tesirleri de farklı olmaktadır. Buna göre Resûlüllah (s.a.)'ın tebliğ maksadıyla söylediği ve yaptığı her şey, insanlar ve cinler için kıyamete kadar umumî bir hükmü ifade etmektedir. Eğer emredici mahiyette olursa her kimse onun gereğini kendisi yerine getirir. Tıpkı mubah gibi ki şayet mubah yasaklanmış olursa, herkesin ondan kaçınması gerekir.
Hz. Peygamber'in devlet başkanı olarak ortaya koyduğu tasarrufları konusunda ise, Resûlüllah'a (s.a.) uymak için, kendi devlet başkanının izni olmaksızın kimsenin bir şey yapması caiz olmaz. Çünkü Hz. Peygamber'in bu konudaki tasarrufunun sebebinin tebliğ olmayıp devlet başkanlığının gereği olması, bunu gerektirmektedir.
Hz. Peygamber'in hukukla ilgili (kazaî) olarak ortaya koyduğu tasarruflar konusunda da, Resûlüllah'a (s.a.) ittiba için de, bir hakimin kararı olmaksızın hiç kimsenin öne çıkması caiz değildir. Zira Hz. Peygamber'i kadı sıfatıyla böyle bir tasarrufa sevkeden âmil bunu geriktİrir.
İşte bunlar, bu üç kaide arasındaki farklar olup ancak dört meselede ele alınırsa belli oranda bir vuzuha kavuşur:
I. Mesele: Kâfirler, haricîler ve savaşılması gerekenlerle savaşmak üzere ordu göndermesi, beytülmâl için gelir toplaması ve bunları yerli yerine harcaması, çeşitli bölge ve şehirlere vali ve kadüar ataması, ganimetleri paylaştırması ve kâfirlerle barış ve bağlılık anlaşmaları imzalaması. Bir devlet başkanının vazifeleri bunlardır. Hz. Peygamber de bu çeşit işlerden hangisini yapmışsa biliriz kî Resûlüllah (s.a.) bunu, başka bir sıfatla deği! de devlet başkanlığı sıfatıyla yapmıştır.
Ne zaman ki Resûlüllah (s.a.), mat-mülk ve insanlara dair konularda, bir delil, yemin veya ceza olarak iki şeyi birbirinden ayırmışsa biliriz ki O (s.a.), bu konuda devlet başkanı vb. olarak değil, kadı sıfatıyla hareket etmiştir. Çünkü böyle davranmak kadıların işi olup kadılığın gereği de budur.
Hz. Peygamber'in İbâdetler konusunda, sözlü veya fiilî olarak dinî bir mesele hakkında soru soran birine verdiği cevaptaki tasarrufları ise, fetva ile ilgili ve tebliğ görevinin kapsamına giren tasarruflarıdır.
Söz konusu edilen bu gibi konularda herhangi bir kapalılık yoktur. Asıl kapalılık, şimdi zikredilecek olan meselelerdedir.
II. Mesele: "Kim işlenmemiş bir araziyi diriltirse bu arazi onun olur" hadisi
Hz. Peygamber'in "Kim bir araziyi diriltirse o arazi artık onundur" hadisi [56] hakkında:
Bu mesele hakkında âlimler, bunun devlet başkanı izin versin vermesin, bir arazi ihya eden herkes için geçerli, fetva ilgili bir tasarruf mu -ki bu Mâlik ve Şafiî'nin görüşüdür- yoksa devlet başkanının izni olmaksızın arazi ihya etmenin caiz olmadığı devlet başkanlığı ile ilgili bir tasarruf mu olduğu -ki bu da Ebû Hanîfe'nin görüşüdür- konusunda ihtilaf etmişlerdir.
İmam Mâlik'in, imara yatkın arazinin ihyasının devlet başkanını izni ile, imar edilmekten uzak arazinin ihyası için bu izne gerek olmadığı şeklindeki ayırımı, şu an söz konusu ettiğimiz mesele ile ilgili olmayıp başka bir kaideye mebnidir. İmara yatkın arazilerin ihyası, tartışma, fitne ve zarar-ziyana sebep olacağından, daha önce de belirtildiği üzere- muhtemel bir ihtilaf ve huzursuzluğa bertaraf etmek için, bu konuda devlet başkanının görüşüne başvurulması gereklidir. İmara yatkınlığı olmayan arazilerin İmarı için ise böyle bir izne gerek yoktur.
Arazi imarı konusunda İmam Mâlik ile Şafiî'nin görüşleri tercihe daha şayandır.[57] Çünkü Hz. Peygamber'in tasarrufları içerisinde, müftü ve mübelliğ olarak yaptıkları diğerlerine oranla daha fazladır. Nadir bir tasarruf ile çoğu kere olan tasarruf konusunda, çoğunlukla olandan yana tavır almanın daha evlâ olduğu kaidesi gereğince, bu meselede de çoğunlukla yapılan tasarruftan yana tavır konulur.
III. Mesele: Peygamberimizin Hind'e hitaben buyurduğu "Kendine ve çocuğuna yetecek kadar aV hadisi
Ebû Süfyan'ın hanımı Hind Binti Utbe Hz. Peygamber'e gelip. "Ebû Süfyân çok cimri biri; ne bana ne de çocuğuma yetecek geçimi sağlamıyor" dediğinde Resûlüllah (s.a.) ona. 'Ma'rufu gözeterek Ebû Süfyan 'm malından kendin ve çocuğunun rızkını temin edecek kadar al' buyurmuştur."[58]
Alimler Hz. Peygamber'in bu tasarrufunun fetva olup olmadığını, yani gerek hakkıyla gerekse hasmının bilgisi olmadan hangi yolla olursa olsun bir yolunu bulanın bun almasının câİz olup olmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Mâlik'in bu konudaki daha meşhur olan görüşü, caiz olmayacağı, Şâfiî'nİnki ise caiz olacağı yönündedir. Hz. Peygamber'in söz konusu tasarrufunun yargı ile ilgili bir tasarruf olup. borcunu almakta zorlanan birinin bu borcuyla aynı miktarı borçlunun malından, hakim/kadının izni olmadan almasının caiz olup olmadığı konusunda ise, Hattâbî'nin nakline göre. âlimlerin başlıca İki görüşü bulunmaktadır. Bunun yargı ile ügili bir tasarruf olduğunu söyleyenlerin delili, onun muayyen bir malla İlgili bir iddia olduğu, dolayısıyla yargıdan başkasının buna kanşamayacağıdır. Çünkü fetvalar genellikle umûmîdir. Bunun bir 11 ta/fetva tasarrufu olduğunu savunanların delili ise, Ebû Süfyan'ın o sırada Medine'de olması ve herhangi bir bildirimde bulunmadan yargı ile ilgili bir hüküm vermenin câİz olmayacağıdır. Buradan hareketle, Hz. Peygamber'in. sözü edilen hadisindeki tasarrufunun fetva ile olduğu açıklığa kavuşmuş olur.
IV. Mesele: "Kim bir düşman öldürürse ganimetleri onundur" hadisi
"Kim bir düşmanı öldürürse ganimeti onundur''' hadisindeki Resûlullah'ın (s.a.) tasarrufunun keyfiyeti konusunda âlimler ihtilaf etmiştir. Buna göre İmam Mâlik, bu tasarrufun, öldürülen kimsenin mallarının ganimet olarak alınmasının deviet başkanının izni olmaksızın kimsenin hakkı olamayacak bir devlet başkanı tasarrufu olduğu görüşündedir. Ancak Mâiİk, bir arazinin iman konusundaki usûlüne bu konuda muhalefet etmiştir. Çünkü arazinin imarı meselesinde o, Hz. Peygamberin çoğu tasarruflarının fetva tasarrufu olduğunu ve söz konusu meselenin de çoğunlukla yapılana hamledilmesi gerektiğini söylemişti.
Mâlik'in yukarıdaki görüşüne muhalif davranmasının sebepleri şunlardır:
a. Esasen ganimet, "Ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah' içindir" [59] âyeti gereği, onu elde edenlerindir. Ganimetin (selbin) bu kapsamdan çıkarılması âyetin zahirine aykırıdır.
b. Bir kimseyi öldürenin onun ganimetini alması, mücâhitlerin savaştaki samimiyet ve ihlasını azaltabilir ve onların "i'la-i kelimetullah" için değil de ganimet elde etmek için savaşmalarına yol açabilir.
c. Yine bunun, diğer düşmanları bırakıp da ganimeti olan kimseyi öldürmeye yol açması ihtimal dahilindedir. Bu ise ordu içinde ayrılık ve bozguna sebep olabilir. Zira düşmanın az ganimet malına sahip olanının, müslümanlar için çok daha zarar verici olması mümkündür.
İşte bütün bu sebeplerden dolayı Mâlik, ölü araziyi diriltme meselesindeki prensibinden burada vazgeçmiştir.[60]
Bu kaide ve farklarla birlikte, Hz. Peygamber'in şer'î esaslardan olan tasarrufları ile ilgili kısım nihayete ermiş bulunmaktadır. [61]
Zâdü'l-meâd adlı eserinde İmâm îbn Kayyim el-Cevziyye, Huneyn Gazvesi'nden çıkarılacak fıkhı hükümlerden bahsederken, az önce zikredilen konuyu da ele almış ve şöyle demiştir: "Bu gazve sırasında Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim birini öldürürse ve öldüren^ kimsenin de onu öldürdüğüne dair delili varsa ganimeti onundur"[62]
Hz. Peygamber bu hadisi daha önce başka bir gazve sırasında da îrâd buyurmuştur. Buna göre fakihler, buradaki öldürülenin malının ganimet olarak alınmasının (selb), şarta bağlı mı yoksa şarta bağlı olmayan bir hüküm mü olduğu konusunda, iki görüş üzere ihtilaf etmişlerdir. Bu her iki görüş de Ahmed b. Hanbel'den nakledilmiştir.
Şafiî'nin benimsediği birinci görüşe göre, devlet başkanı şart koşsun veya koşmasın, öldürülen kimsenin ganimeti öldürene aittir.
Ebû Hanîfe'nin kanaatini yansıtan ikinci görüşe göre ise, bu ganimet o kimseye ancak devlet başkanının bunu şart koşması ile helâl olur.
Mâlik'in görüşü ise, devlet başkanının bunu savaşın sonunda şart koşması durumunda ganimetin helâl olacağı aksi takdirde (savaştan önce) caiz olmayacağı yönündedir. Mâlik şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in bunu Huneyn'den başka bir yerde söylediğine dair bir bilgi bize ulaşmamıştır. Ancak Onun (s.a.) savaş bittikten sonra ganimet mallarını taksim ettiği bilinen bir gerçektir."[63]
Bu meselede âlimler arasındaki görüş ayrılığının sebebi. Hz. Peygamber'in risaletle görevli olarak hem devlet başkanı hem hakim-kadı ve hem de müftü olması, dolayısıyla bazan risalet görevinin bir gereği olarak bazan da fatva ve devlet başkanlığı makamının yetki ve sorumluluğuyla hüküm vermesidir. Hz. Peygamber eğer risalet vazifesi gereğince bir söz söylerse bu söz, kıyamete kadar geçerli serî bir hüküm olur. Tıpkı şu hadislerde olduğu gibi.
"Kim bu işimizde (din) ondan olmayan bir bidat ortaya kovarsa, reddolunur.[64]
"Kim, izni olmaksızın bîr kavmin arazisine ekip dikerse, mahsûlü ekip dikenin olmayıp onu infak etmesi gerekir. [65]Aynı şekilde ResûlullalVın (s.a.). şahit ve yeminle hükmetmesi'[66] ve taksimi yapılmamış malda şüfa (satışta öncelik) hakkını gözetmesi de böyledir.'[67]
Hz. Peygamber bazan da. tıpkı kocası Ebû Süfyan'ın aşırı cimri biri olup kendisinin nafakasını temin etmediği konusunda şikayette bulunan Hind Binti Utbe'ye hitaben söylediği, "İyilikle sana ve çocuğuna yetecek kadar (onun malından) al"[68] hadisinde olduğu gibi, iftâ görevi gereği hadis irad eder. Burada Hz. peygamber'in bir hüküm değil, fetva verdiği açıktır. Çünkü Resûiullah (s.a.) bu meseleyle ilgili olarak, ne Ebû Süfyân'ı çağırıp şikâyetinin ne olduğunu sormuş ne de Hind'den karine talebinde bulunmuştur.
Diğer taraftan Resûl-i Ekrem bazan da devlet başkanı olarak söz söylemektedir. Onun bu sıfatla olan hadisleri, o zaman, zemin ve durumda ümmetin bir maslahatı içindir. Öyleyse Asr-ı saâdeften sonraki müslümanlar için Resûlullah'ın (s.a.) gözettiği bu maslahatın mevcut olduğu her zaman ve durumda, Onun (s.a.) bu tasarrufunun gereğince amel etmek gerekir.
fşte buradan hareketle âlimler, tıpkı söz konusu ettiğimiz "Kim bir kimseyi öldürürse malını ganimet olarak alması kendisine helâl olur" hadisinde olduğu gibi. Hz. Peygamber'in bu sözü, verdiği hüküm devlet başkanıyla da irtibatlı olacak şekilde devlet başkanı sıfatıyla mı, yoksa sözünün hükmü kıyamete kadar geçerli, risalet ve peygamberlik vazifesi gereği mi söylediği konusunda, Resûiullah'tan (s.a.) varit olan pek çok hadis hakkında ihtilaf emişlerdir. "Kim çorak (ölü) bir araziyi imar ederse o arazi onun olur"[69] hadisinde de durum aynıdır. Çünkü bu hadisin, devlet başkanının izin verip vermemesinin öneminin olmadığı herkes için geçerli genel bir hüküm mü, yoksa bir toprağı ihya edenin, o araziye ancak devlet başkanının izni ile sahip olabileceğini bildiren bir hüküm mü olduğu konusunda da âlimler, iki görüş üzere ihtilaf etmişlerdir. Birinci görüş, Şafiî mezhebi ile Hanbelî mezhebinin daha kabul gören görüşüdür. İkincisi ise, Ebû Hanîfe'nin görüşüdür. Mâlik ise. geniş, açık ve insanların rağbet etmediği, çoğunlukla çöl olan araziler ile insanların rağbetinin olduğu arazileri hüküm bakımından birbirinden ayırmıştır. Buna göre, insanların rağbet ellikleri toprakların ihya ve imarı devlet başkanının izni ile olup diğerleri böyle değildir."[70]
İbn Kayyim burada Karâfî'nin metodunu takip etmiştir. Ancak her iki âlim de, bağlayıcılığı bulunan vahiy ile şer'î bir hükümle irtibatlı olmayıp tamamen fıtrat, örf-âdet ve çevre şartlarında kazanılan tecrübelerle alakalı hadisler hakkında bir görüş belirtmemiştir. Ancak yine de bazı eserlerinde Allâme İbn Kayyim'in, yeri geldikçe bu konulara kısmen değindiğini belirtmek gerekir. Onun Miftâhu dâri's-saâde'sinde dile getirdiği konuyla ilgili bir kısım bilgiler ise ileride zikredilecektir. [71]
Bu konuda kapsamlı ve anlaşılır bir şekilde söz söyleyen ve kendisinden sonrakilerin istifade edebileceği tarzda güzel bir ayırımla konuyu ele alan ilk âlim, Şâh Veliyyullah ed-Dihlevî namiyla maruf olan ve Hindistan Bölgesi'nde İslâm'ın yılmaz savunucusu Allâme Ahmed b. Abdurrahîm'dir (ö. 1176). Büyük üstad, sünnetin teşri' (hkukî/yasal) olanı ile böyle olmayanı konusunda güzel bir ayırıma gitmiştir. Hüccetullâhi'l-bâliğa adlı eşsiz eserinde o, meseleyi şu başlık altında ele almıştır: "Risâlet'İn tebliğiyle ilgili sünnetler ve böyle olmayanlar." [72]
Dihlevî şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'den rivayet edilip hadis musannefatında yer alan sünnetler iki kısımdır:
Birincisi, "Peygamber size ne getirdiyse onu alın sizi neden nehyetmişse de ondan sakının"'[73] âyetinde belirtildiği üzere, risâletin tebliği ile ilgili olan sünnetler. Âhiret ve alemin sırları ile ilgili vahye dayanan sünnetler bu kısma girer.[74]
İkinicisi ise, önceki sayfalarda zikredilen şartlar muvacehesinde İbâdetler, irtifak hakları vb. konulardaki sünnetlerdir. Bu kısma giren hadislerin bir kısmı vahiy mahsûlü, bir kısmı ise içtihat ürünüdür. Hz. Peygamberin içtihatları "İse, vahiy mesabesindedir. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'in içtihadının hata üzere neticelenmesinden onu korumuştur. Zannedildiği gibi, Hz. Peygamber'in içtihadının naslardan çıkarılmış olması gerekmez. Bilakis onların çoğu, Allah Teâlâ'nın Ona (s.a.) öğrettiği şer'î makâsıd, hüküm koyma, kolaylaştırma ve diğer bazı hükümlerle İlgili kanunlar olup Hz. Peygamber de bu kanunlarla, vahiyle elde edilmiş makâsıdı açıklamıştır.
Risâletin tebliği amacını taşıyan hadislerden üçüncüsü ise, Onun (s.a.) genel anlamdaki güzel ahlâk ve ahlâksızlıkla ilgili açıklamaları gibi, zamanı ve sınırları belli olmayan maslahat ve hükümlerdir. Bunların da dayanak noktaları umumiyetle [75] İçtihattır. Yani Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'e bu irtifak haklarının yöntemlerini öğretmiş, Hz. Peygamber de buna göre hüküm vermiştir. Yani külli kaideler olarak ortaya koymuştur.
Yine bu tür hadislere örnek olarak, amellerin faziletleri (fedâilü'l-a'mâl) İle bu amelleri yerine getirenlerle ilgili vaatlerle alakalı hadisler gösterilebilir. Bize göre bunların bir kısmı vahiy mahsûlü, bazısı da ictihadîdir. Bunlarla ilgili hükümler, Dihlevî'nin eserinde daha önce geçmişti.
İşte bu son kısım, burada açıklanması istenen bölümdür. [76]
ikincisi ise, risaleti tebliğ etme amacına yönelik olmayan hadislerdir ki Hz. Peygamber'in, "Ben ancak bir beşerim. Size dininiz hususunda bir şey emrettiğim zaman onu derhal alın, kendi re 'yimle bir şey emrettiğimde ise, ben ancak bir beşerim " hadisi ile; hurmaların aşılanması hadisesinde Resûlullalrın, "Ben sadece zanmmı dile getirdim, bu zanmmdan ötürü beni kınamayın. Ancak ^ze Allah 'tan bir şey bildirirsem, derhal onu alın, zira ben, Allah 'a yalan isnadetmem" buyurduğu hadis bu kabildendir.[77] Tıbb-ı nebevi ile ilgili hadisler de böyledir (Bu da göstermektedir ki ed-Dİhlevî, tıbb-ı nebevi ile ilgili varit olan hadisleri, rİsaietİn tebliği konusuna dahil etmemektedir. Diğer bir ifadeyle o, bu gibi hadisleri teşri'î hadislerden saymamaktadır. Çünkü ona göre bu hadisler, tecrübeye dayanmaktadır). Yine Resûlulîah'ın. "Size siyah ve alnında biraz beyazı oları atları tavsiye ederim [78]' hadisinde olduğu gibi, tecrübeye dayanan hususlar da bunun gibidir.[79]
Resûiüllah'ın ibâdet kastıyla değil, genel âdeti üzere yaptıkları ile kasden değil de rastgele yaptıkları da bunun gibidir.[80] Kavminin yapıp söylediği tarzda, Hz. Peygamberin de zikrettiği Ümmü Zer ve Hurafe hadisi gibi hadisler buna örnek gösterilebilir. Buna göre bir grup Zeyd b. Sâbii gelerek, "Bize Resûluilah'ın (s.a.) hadislerinden haber ver!" dediklerinde Zeyd'in söylediği şu sözler de bunu gösterir:
"Ben Resûlüllah'ın komşusuydum. Vahiy geldiğinde bana haber gönderir ve ben de gider vahyi yazardım. Bunun dışındaki vakitlerde, biz dünyadan söz edince o da bizimle beraber dünyadan söz eder: biz âhiretle ilgili bir şey söylediğimiz zaman bizimle birlikte o da âhireti anardı. Biz yemeklerden söz açtığımızda yine bizimle birlikte O (s.a.) da, yemeklerden bahsederdi. Bütün bunların hepsini size nasıl haber verebilirim?"[81]
Yine o günün şartlarında cüzî bir maslahatın kastedildiği ve bütün ümmet için yapılması gerekli olmayan işler de bunun gibidir. Mesela devlet başkanının ordunun hazırlanmasını emretmesi, parola belirlemesi [82]gibi hususlar bunlardandır Bunun içindir ki Hz. Ömer "Bizim (hac esnasında) yapılan remel ile ne ilgimiz olabilir ki! O zamanlar Allah'ın helak ettiği müşrik kavme gösteriş yapıyorduk![83] demiş ve sonra bunun bir başka sebebinin olabileceğini düşünerek, remeli terketmemiştir. Bunun gibi pek çok hükmün cüzî maslahata hamledildiğini görmekteyiz. Tıpkı Resûlüllalrm (s.a.), "Kim bir düşman askerini öldürürse onun ganime/i öldüren kimsenindir" buyurduğu hadiste olduğu gibi.
Yine özel olarak verilen hüküm ve yargılar da bunun gibidir. Çünkü bu gibi hallerde, tıpkı Resûlüllah'ın Hz. Ali'ye söylediği. "Şahit olan kimse orada bulunmayalım (gâib) göremeyeceğini gorur [84] hadisinde olduğu üzere, delil ve yeminlere göre hüküm verilir.[85]
Şâh Veliyyullah ed-Dihlevrnİn burada söz konusu ettiğimiz, sünnetin teşri'î (yasal) olanı ile olmayanı; ya da onun kendi tabiriyle, risaletin tebliğine yönelik olarak varit olan sünnetler ile böyle olmayan sünnetlerin taksimi konusunda dile getirdikleri, konusunda bir ilk sayılır. [86]
Hz. Peygamber'e ittiba konusunu ve bu husustaki yanlış anlamaları ele alırken Müceddid Alİâme Reşîd Rıza da, meseleyi tetkik etmiştir. O, Allah Teâla'nın, "O'«a (s,a.) uyun ki, hidâyete erişesiniz" âyetini tefsir ederken bu meseleye değinmiş ve şöyle demiştir: "Allah Teâla'nın bu âyetteki 'Ona uyun' sözü, bir Önceki âyette bulunan, 'Onunla birlikte inen Nur'a ittiba edin' sözünden daha geneldir. Zira bu, Kur'an'a ittibaya işaret ederken diğeri, Hz. Peygamber'e kendi içtihadı ile teşri' kıldığı hükümlerde de ittiba etmeyi muhtevidir. Zira Yüce Allah'ın Resûlüllah'a bu yetkiyi verdiği görüşüne göre, gerek İçtihadıyla gerekse Kur'an'dan hüküm islinbatında bulunarak, hükümlerini ortaya koyduğunda kendisine uyulması ayrıcalığım da Ona (s.a.) vermiştir. Tıpkı Kur'an'da zikri geçen iki kız kardeşi bir arada nikâh altına almak ile bir kadının, halası veya teyzesi ile bir arada nikâh altına alınmasının Resûlüllah tarafından haram kılınmasında olduğu gibi.
Resülüllah'ın âdeti üzere olan söz ve davranışları ise, yukarıda zikri geçen Hz. Peygamber'e ittiba kapsamına girmez. Tıpkı Ahmed b Hanbel ve İbn Mâce'nin tahric ettiği ve ayrıca Hâkim'in de sahih addettiği "Zeytin yağı yiyin, onunla yağlanın; çünkü o güzel ve mübarektir" hadisi gibi. Burada zikri geçen musanniflerden başkaları da, bazı lafız değişiklikleriyle hadisi rivayet etmişlerse de, söz konusu bu rivayetlerin senetleri zayıftır. [87] Nesâî, İbn Mâce ve Hâkim'in Hz. Âişe'den rivayet edip sahih addettikleri, 'Taze hurmayı kuru hurma ile yiyin..." hadisi [88]de bu cümledendir. Bu gibi hadisler, Allah'a yakınlık veya teşri'i gerektirecek bir hukukun bulunmadığı normal âdetlerle ilgilidir.
Ahmed b. Hanbel ve Hâkim'in Ebû Saîd ve Katâde b. Nu'mân'dan sahih bir senetle rivayet ettikleri, "Kurban etlerini yiyin ve biriktirin"[89] hadîsinde ise, tam tersi bir durum söz konusudur. Çünkü kesilen kurbanlar, ibâdet niyetiyle kesilir ve bu etlerden yemek sünnettir. Resûlüllah'ın kurban kesenlere yönelik bu emri mendupluk içindir. Buna göre bu etleri biriktirmek de caizdir. Şayet bu bir emir olsaydı, kurbanın bayram ile ilgisi ve bayram günlerinde Allah Teâla nm müminlere bir ziyafet ve ikramı olmasından dolayı, onun haram veya mekruh olduğu zannedilebilirdi.
Teşri", ya vacip veya mendup olarak kendisiyle Allah Taâla'ya yakınlaşmakla emrolunduğumuz bir ibâdet; ya da, insanlara hiç bir yardımı dokunmayacağı halde, Allah'tan başkasına tapınmak, Allah'tan başkası adına kesilen etlerden yemek, hayvanları keserken veya yemin ederken nasıl Allah'ın adı anılarak yüceltiliyorsa, Allah'tan başkasını da öylece yüceltmek gibi dîne, akla, bedene, mala. namusa veya kamu menfaati adına zararından sakınmak üzere nehyolunmuş bir mcfsedettir. Veyahut da teşri', miraslar, nafakalar, eşlerin iyi bir şekilde geçimleri gibi, ehil olanlara tevdi etmekle emrolunduğumuz; veya akitleri yerine getirme gibi muamelelerin muhafazası için bağlanmakla emrolunduğumuz maddî-mancvî haklardır. Halbuki müstehap ve tenzİhen mekruh olan hükümleri, teşriin alanına sokmakla, biraz sonra söyleneceklerden de anlaşılacağı üzere, âdetler söz konusu olunca onun hükümlerini genişletecektir.
Âdetler, sanatlar, ziraat, tecrübe ve araştırmaya bağlı bilimler ve teknik nitelikli alanlar gibi, Allah Teâla'nın veya İnsanların haklan ile ilgisi bulunmayan, yine herhangi bir maslahatı celbetmeyip bir mefsedetİ de defetmeyen hususlar ise, yapılması gerekli emir, sakınılması gerekli nehiyler şeklinde teşri'den sayılmaz. Bu hususlarla ilgili emir ve nehiyleri âlimler, teşri' olarak değil, irşad diye isimlendirmişlerdir. Ne var ki ipek giymek gibi, hakkında yasaklama olan ve giyenlere ceza gereken fiiller, bundan müstesnadır.
Sahâbîlerden bazıları, Resûlüllah'ın hurma aşılama gibi tecrübeye dayalı dünyevî bir işe karşı çıkmasını teşri' zannetmişler ve bunu yapmaktan vazgeçmişlerdir. Ne var ki hurmalar kuru ve kötü olunca, anında Hz. Peygambere baş vurmuşlar ve O (s.a.) da onlara, bunu teşri' olarak değil, kendi zannı ve re'yi olarak söylediğini bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz. ".
Daha önce geçtiği üzere bu hadis, Müslim'in Sahîh'inde tahric edilmiştir. Hadisin hikmeti ise, bu gibi dünyaya ait işlerle ziraat ve sanat gibi geçim teminine yönelik işlerin Özel bir teşri' ile ilgisinin bulunmadığını; bilakis bu gibi İşlerin insanların bilgi ve tecrübelerine bırakıldığı konusunda insanları uyarmasıdır.
Yine sahabe, tıpkı Hubâb b. el-Münzif in Bedir günü Hz. Peygamber" in seçtiği karargâh yeri hakkında sorması gibi, Resûlüllah'ın kişisel kanaati ve dünyevî bir içtihadı mı; yoksa, yüce Allah'tan gelen bir emir mi -eğer böyle değilse, teşri' olmayacaktır-karıştıracaklarına inandıkları hususlarda Hz. Peygambere başvuruyorlardı. Buna göre Hubâb, Bedir günü Resûlüllah'a, "Burası, seni Allah'ın konaklattığı ve dolayısıyla ileri veya geri yerimizi değiştiremeyeceğimiz bir yer mi, yoksa bir re'y, harb ve taktik mi?" diye sormuş ve Resûiüilah'ın, bunun bir vahiy değil de re'y mahsulü, sebebinin maslahat ve savaş stratejisi olduğunu söylemesi üzerine Hubâb, Ona başka bir yer göstermiş ve Hz. Peygamber de buna muvafakat etmiştir.
Bu gibi birtakım hususlar ashaptan bazılarına bile karışık gelmişse, ashabın dışındakilere daha karmaşık gelmesi oldukça tabiîdir. Sahâbîlere karışık gelen hususları Resûlüllah onlara îzah edip açıklamaktaydı, peki daha sonraki asırlardaki insanlara bunları kim îzah edecek?
Eğer insanlar Resûlüllah'tan sonraki bir içtihadı, ittiba edilmesi gerekli bir din gibi telakki etmeselerdi. iş oldukça kolay olurdu. Fakat bu içtihadın din gibi algılanması, birtakım zorluk ve sıkıntıları da beraberinde getirdi ve müslümanlar, Hz. Peygamber'e ittiba edilmesinin dumura uğradığı zamanlarda büyük zorluklara duçar oldular ve devraldıkları mîras onlara oldukça ağır geldi. Ve neticede bu mîras içerisinde kendilerine ağır gelen hususları bir bir terketmeye başladılar. Bundan dolayı onlar, kesin olarak meşru kılınan ve yapılmasında herhangi bir zorluk ve sıkıntı bulunmayan hususları bile terketme cesaretini gösterebilmişlerdir. Hatta daha sonra bu, bazı kimselerin dîni tamamıyla terkedip, kendi dışındakileri de buna davet etmeye kadar vardı! Fukahânın içtihatlarına sıkı sıkıya sarılıp, ümmete dîni bu şekilde yaşamalarını gerekli gören fıkıh taklitçilerinden fikri donuk kimseler, bu son derece kötü sonucu idrak edemedikleri gibi, ıslahatçılığın meşalesini elinde bulunduranlar bunu kendilerine anlattıklarında da buna aldırış etmeyip kıllarını kıpırdatmadılar!
Reşîd Rıza sözlerini şöyle sürdürmüştür: "Onlardan bazılarının aşırılıklarının en tipik örneklerinden biri, beyaz saçları siyaha boyama konusundaki aşırılıklarıdır. Halbuki bu, mubah olan zînet ile ilgili normal bir tasarruftur. Zira bunun taabbudî herhangi bir boyutu olmadığı gibi, Allah Teâla veya insaniari ilgilendiren herhangi bir hukukla da alakası söz konusu değildir. Ne var ki, yapılması veya yapılmaması durumunda kâfirlere mahsus bir moda/uygulamayla karşı karşıya gelinecekse, yani müslümanlardan bir kısmı, kafirlere benzeme kastıyla bunu yapacaksa veya yaptıklarında onlardan ayırt edilemeyecek şekilde onlara benzeyeceklerse, gayet tabiîdir ki burada, toplumdaki sosyolojik dalgalanma ve değişiklikleri gözleyenler nezdinde bir siyasî ve manevî zarar bulunur. Zira herhangi bir kavme benzeyen kimsenin, o kavmi kendi gözünde yüceltmesi bir yana kendi millet ve toplumuyla olan bağlan da zayıflamış demektir. Beyaz saçları boyama konusunda, bir bölümü taabbudî olarak olmasa da, âdet kabilinden -siyah bile olsa- bunun müstehap olduğunu gösteren birtakım rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerden hareketle bazı âlimler, beyaz saçları boyamanın şer'an müstehap olduğunu söylerken, diğer bazıları da beyaz saçı siyah İle boyamanın mekruh olacağını beyan etmişlerdir. Hatta bazı âlimler biraz daha aşırı giderek onun haramlığına hükmetmişlerdir. Bu sebeple onları taklit edenler de, beyaz saçlarını siyaha boyayana karşı çıkarak, bu davranışlarının Allah Teâla'ya isyan olduğunu söyleyebilmişlerdir. Ancak bunu yaparken onlar, selef-i sâlihînin bu meselede takip ettiği yol ilekkında ihtilaf bulunan ictihadî konularda kimseye karşı kılmaması şeklindeki genel prensibe aykırı hareket etmişlerdir.'1
Üstad Reşîd Rıza saçları boyama ve buna bağlı meselelerde özü bir hayli uzatmış ve neticede şöyle demiştir: "Resûlüllah'ın, Arafat ve Müzdelife'deki konumunda olduğu gibi, bazı ibâdetleri verine getirirken olan uygulamalarının bazısında teşri' kastetmediği yönünde ümmetini uyardığı doğrudur. O (s.a.) bu uyarıyı, ümmetinin bunlara din adına sarılmamaları ve Allah izin vermediği halde din adına hükümler ortaya koymamaları amacıyla yapmıştır. Öyle ki her kim Hz. Peygamber'e olan sevgisinden dolayı, Onun (s.a.) şerefli hayatını hatırlayarak, dinden olduğuna inanmayarak insanları da böyle bir yanılgıya düşürmeyerek, şer'an bir zarara uğramaksızm ve şer'î olarak zemmedilmiş bulunan şöhret sebebi olmaksızın Onun (s.a.) bazı âdetlerine uymaya gayret etse; bu iltibası o kişinin imanını kemâle erdirecek takdire şayan bir tavır olup, bu tavrı sebebiyle o, Resûlüllah'ı daha çok hatırlayacak, Ona (s.a.) olan sevgisini daha da güçlendirecektir. Nitekim sahâbîlerden İbn Ömer(r.a.), Resûlüllah'ın âdet ve amellerine, Onun (s.a.) yolculuk anındaki hal ve hareketlerine, özel olarak da veda hacci sırasındaki hareketlerine aynıyla uyması ve bütün bunlarda Ona (s.a.) ittiba etme arayışı içerisinde olmasıyla münferit kalmıştır. İnsanların bunu teşri' saymamaları için diğer sahâbîlerin böyle yapmadığını görüyoruz. Zira bu, dîne karşı cürüm işlemek olurdu. Çünkü dîne bir şeyi ilave etmek, dinden bir şeyi çıkarmak gibidir ve bu da, Allah Teâla'nm, "Bugün size dininizi kemâle erdirdim"[90] âyetinin yalanlanması anlamına gelirdi."[91]
Asrımızda bu hususa ehemmiyet veren ve -konunun başında da belirttiğimiz gibi- hali hazırdaki başlığı koyan Üstadımız Şeyh Muhammed Şeltût'tur. O, daha önce Dihievî, Reşîd Rıza ve Karafî gibi âlimlerin bu konuda yazdıklarından istifade etmiş ve sünneti, aşağıda nakledeceğimiz üzere, güzel bir taksime tabi tutmuştur. O şöyle demiştir:
"Hz. Peygamber'den nakledilen ve Onun (s.a.) söz, fiil ve takrirlerinden olmak üzere hadîs musannefâtında yerini alan her hadisin şu kısımlara ayrıldığı dikkate alınmalıdır:
1. Yeme-içme, uyuma, yürüme, karşılıklı ziyaretleşme, toplumda yerleşik örfler yardımıyla İki kişinin arasını bulma, aracılık etme ve alış-verişte pazarlıkta bulunma gibi, beşerî ihtiyaçlar yoluyla yapılan davranışlar.
2. Ziraat, tıp ve elbisenin uzun veya kısa olması gibi hususlarda varit olan rivayetlerde olduğu gibi, tecrübe, kişisel veya toplumsal alışkanlıklar yoluyla yapılan fiiller.
3. Özel ve istisnaî durumlarda alınan insanî birtakım tedbirler yoluyla yapılanlar. Savaş meydanlarına orduların şevki, bu yerlerde orduları gizleme, hücum etme ve geri çekilme noktalarının tesbit ve tanzimi, harpte karargâh kurulacak yerlerin seçimi gibi, İçerisinde bulunulan şartlara ve Öze! birtakım eğitime dayanan uygulamalar bu kabildendir.
Bu üç hususta nakledilenlerden hiçbiri, yapılması emredilen veya terkedilmesi istenen şer'î bir durum değildir.[92] Bilakis bunlar, Resûlüllah'm teşri1? olarak herhangi bir etkisinin bulunmadığı, teşri'e kaynak da olmayan beşerî işlerdendir. [93]
4. Teşri' yoluyla varit olan hadisler ki bunlar da çeşitli kısımlara ayrılmaktadır:
a. Resülüllarf tan "Resul" sıfatıyla ve tebliğ yönüyle sâdır olanlar. Hz. Peygamberin, Kitab/Kur'an'ın mücmelini beyân, umumunu tahsis, mutlakını takyîd etmesi veya ibâdetlerden, helâl-haramdan, inanç esasları ile ahlâktan veyahut da zikri geçen bu hususlarla alakalı açıklamaları gibi. Bu tür beyanlar kıyamete kadar genel teşri' ifade etmektedir. Eğer bunlardan nehyedilmİşse, artık herkesin kendini ondan sakındırması ve bu husustaki nehyi bilerek onu yerine gı-ınnit^.. ^eri durmaması gerekir.
b. Müslüman toplumun idaresi ve devlet başkanlığı konusunda Resûlüllah'tan sâdır olan hadisler. Savaş için orduları sevketmek. beytülmâlde bulunan malları uygun görülen yerlere sarfetmek ve alınması gereken yerlerden de almak, hâkim ve valileri tayin etmek, ganimetleri taksim etmek ve antlaşmalar yapmak gibi, devle! başkanlığı, yönetim ve kamu yararını temin ile ilgili hususlar bu kabildendir.
Bu gibi hususlar, genel teşri" hükmünde olmadığı gibi, devlet başkanının -veya onun tarafından tayin edilen yönetici- izni olmadan bu işleri yapmak caiz değildir. ''Resûlüllah bunu yapmış veya iptal etmiştir" diyerek, hiç kimsenin kendiliğinden bunları uygulamaya koyma hakkı yoktur.
c. Hakimlik ve kadılık sıfatıyla Hz. Peygamber'den sadır olan rivayetler. Buna göre Resûlüilah (s.a.), Allah'tan aldığı hükümleri tebliğ eden bir elçi. ınüslümanların işlerini tanzim edip düzenleyen bir önder olduğu kadar, aynı zamanda deliller, yeminler ve birtakım cezalarla davaları hükme bağlayan bir hâkim ve kadıdır.
Bütün bu hususlar, tıpkı daha öncekinde olduğu gibi genel teşri' hükmünde değildir. Bu itibarla herhangi bir insanın. Hz. Peygamber'in bazı insanlar hakkında verdiği bu hükümlerine bakarak aynı hükmü vermesi caiz değildir. Aksine mükellef, hakimin o konuda kendisi hakkında verdiği hükmü yerine getirmekle mesuldür. Resûlüllah'ın bu sıfatıyla yapmış olduğu tasarrufları, mükellefi benzer hükümleri yerine getirmekle ilzam etmez. Kimin bir başka kimsede hakkı olur ve o kimse de bunu İnkar ederse; hakkı olan kimsenin de bu konuda delili varsa, o takdirde bu kişinin hakimin hükmü olmaksızın bu hakkını alma hakkı yoktur. Zira Resûlüllah (s.a.) döneminde karşılıklı inkar vuku bulduğunda hakların alınması, bu yolla sağlanmaktaydı.
Hz. Peygamber'den sâdır olan tasarrufların hangi cihetten olduğunun bilinmesi, oldukça faydalıdır. Zira çoğunlukla Resûlüllah'tan sâdır olan tasarruflarda hu durum açıklığa kavuşmamakta ve dolayısıyla Onun (s.a.) söz. fiil ve takrirlerine yalnızca Resû! olması yönüvle bakılmaktadır. Buradan hareketle biz.
Resûlüllah'tan teşri' veya din, sünnet veya mendup şeklinde nakledilen rivayetlerden çoğunun, hakikatte teşri' maksadıyla sadır olmadığını görmekteyiz. Beşer sıfatıyla veya âdet ve tecrübeye istinad eden davranışlar yoluyla Ondan (s.a.) sadır olan fiillerde, bu durum daha da belirgin olarak görülmektedir.
Öte yandan yine Hz. Peygamber'den devlet başkanı veya kadı/hâkim sıfatıyla sadır olan tasarruflar da, bazan genel teşri' olarak kabul görebilmekte ve bu sebeple verilen hükümler ve ortaya konan meseleler karşısında gösterilen yaklaşımlar karışıklık arzedebilmektedir. Rivayet edilen haberlerde bazan bu yön bütün açıklığıyla ortaya çıkabilmekte ve her fiil, sadır olduğu yöne göre takyîd edilebilmektedir. Bazı durumlarda ise söz konusu fiilin Hz. Peygamber'den ne vasıfla sadır olduğu, bu fiili tetkik edenler tarafından karıştırılmaktadır. Bu durumda da, teşri'in sadır olduğu yön hususundaki ihtilafa binaen, söz konusu teşri' keyfiyeti hakkında ulema arasında ihtilaflar meydana gelmektedir. Bu tür tasarrufların iyice açıklığa kavuşması için bazı Örnekler verelim:
a. Hz. Peygamberin, "Kim ölü bir toprağı işleyerek ihya edip diriltirse, artık o toprak onundur" hadisi sahih bir hadistir. Ne var ki İslâm âlimleri, bunun genel bir hüküm olması için Hz. Peygamber'den tebliğ ve fetva amacıyla mı sâdır olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Şayet böyle sâdır olmuşsa devlet başkanı veya yönetici izin versin veya vermesin, bir araziyi ihya eden/işleyen kimse oraya sahip olur ve başka kimsenin artık o arazide hakkı olmaz. Yok eğer bu hadis, Resûlüllah'm devlet başkanlığı ve yöneticiliği dolayısıyla sâdır olmuşsa, bu durumda genel bir hüküm olmaz ve devlet başkanının izni olmaksızın söz konusu arazinin işletilmesi hiç kimseye caiz olmaz. Fakihlerin çoğunluğu birinci, Ebû Hanîfe ise ikinci görüşü benimsemiştir.[94]
b. Hint b. Utbe Hz. Peygamber'e, "Ebû Süfyân cimri birisidir; benim ve çocuğunun geçimini temin edecek nafaka temin etmiyor" dediğinde Resûlüllah'm (s.a.) ona hitaben, "Sana ve çocuğuna yetecek kadar miktarı örfe uygun olacak şekilde al" buyurduğu hadis, [95] sahih bir rivayettir.
İslâm uleması, Hz. Peygamber'in bu sözünü fetva ve tebliğ yoluyla mı, yoksa bir hüküm verme maksadıyla mı îrad buyurduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Buna göre şayet fetva ve tebliğ amacıyla irad etmişse, bir hakkı kazanan birinin, bu hakkını alacağı kişinin izni olmaksızın alması caiz olmakta; buna karşılık eğer Hz. Peygamber bu sözünü hüküm verme kastıyla irad buyurmuşsa, bu takdirde bir kimse borçludan alacağını almakta zorlanırsa, hakkını ancak hakimin hükmü ile alabilecektir. Bununla birlikte bu mesele, fakihler arasında "meseletü'z-zafer" [96] adıyla bilinmekte ve bu hususta onların birçok görüş ve tevcihleri kaynaklarda yer almaktadır.[97]
c. Hz. Peygamber'in, "Kim bir düşman askerini öldürürse, üzerindeki eşyaları (ganimeti) onun olur" buyurduğu hadis de sahihtir. Bu hadiste zikri geçen "selb", öldürülen düşman askerinin üzerinde bulunan elbise ve eşyalar demektir. İslâm âlimleri tıpkı yukarıdaki hadislerde olduğu gibi bu hadisteki hüküm hakkında da ihtilafa düşmüşlerdir. Buna göre onlardan bazıları, Resûlüllah'm bu tasarrufunun devlet başkanlığı vasfıyla sâdır olduğunu, dolayısıyla savaş meydanında ancak devlet başkanının -veya vekilinin-söylemesİyle, ölünün üzerindeki elbise vb eşyayı hakedebİleceğini söyler. Diğer bir kısım âlimler ise, bu hadisi tebliğin bir parças olarak görmekte ve dolayısıyla devlet başkanı ilan etsin veya etmesin, düşman askerini öldüren her kimsenin, onun üzerinde bulunan eşyaya hak kazanabileceğini söylemektedirler.
Kemâleddîn İbnü'l-Hümâtn [98] şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in bu hadisinin sıhhati konusunda şüphe yoktur. Buradaki tartışma, Hz. Peygamber'in bunu her halükarda ve zamanda geçerli, genel şer'î bir hüküm olarak mı, yoksa belli hadiselere mahsus olarak teşvik maksadıyla mı söylediği konusundadır. Şafiî'ye göre bu, şer'î bir belirlemedir. Zira Hz. Peygamber'in sözünde asıl oian, şerîlik olup Onun (s.a.) gönderiliş gayesi de esasen budur..." Îbnü'l-Hümâm bu meseleyi Fethü'l-kadîr adlı eserinin IV. cildinin "tenfîl" bölümünde bu bakış açısıyla eie almıştır.
Yine bu meseleyi, -genel bir şekilde- İmâm Karafî el-Furûk adlı eserinde (bk. I, 205-209), İmâm İbn Kayyim el-Cevziyye Zâdü'l-meâd'mda Huneyn gazvesini söz konusu edereken (bk. III, 489) tetkik etmişlerdir. Aynı şekilde fukahadan pek çoğu, Resûlüllah'ın tasarruflarının hangi yönden sâdır olduğu hususundaki ihtilafa bağlı olarak, mezhep imamları arasında tartışmalı olan tali/cüzî meselelerden bahsederken, bu hususu da gündeme getirmişlerdir.
Burada görüldüğü üzere fakihlerin tamamı, Hz. Peygamber'in tasarruflarının kaynağı hususunda ortaya çıkan iki farklı yön arasındaki ayrılığın başlangıcını onaylama konusunda hemfikir olup bu durum, onlar tarafından ikrar edilmiştir."[99]
Buraya kadar Üstad Şeltut'tan iktibas ettiğimiz kısım, onun esas itibariyle seneler önce Kahire Üniversitesi'ndeki doktora ve yüksek lisans öğrencilerine verdiği derslerden oluşan Fıkhu'l-Kur'dn ve 's-Sünne: el-Kısâs adlı eserinde dile getirdiği, daha sonraları ise el-îslâmü akîdetün ve şeria adlı kitabına aldığı hususlardır. Ancak daha önce de belirttiğim gibi Şeyh Şeltut'un burada dile getirdiği bazı fizleri, özellikle de sünneti teşri' kaynağı olarak görmediği birinci I ımdaki görüşleriyle ilgili bazı değerlendirmelerde bulunmadan geçemeyeceğim.
Ben derim ki: Yeme-içme, uyuma, yurume, oturma, ziyaretleşme gibi hususlarla ilgili bütün tasarruflar beşerî ihtiyaçlardan kaynaklanan davranışlar değildir. Bilakis burada, Hz. Peygamber'in fiiliyle sabit olan ile bizzat sözüyle sabit olanı birbirinden ayırmamız gerekir. Zira daha önce de zikrettiğimiz gibi fiil, söz konusu tasarrufun meşru' oiuşunu göstermekten başka bir şeye delâlet etmez. Tıpkı el ile yemek yeme vb. meselelerde olduğu gibi ki el ile yemek yeme fiili, bu işin vacip veya müstehap olduğuna delâlet etmez. Fakat her kim, Resûlüllah'a benzeme kastıyla, Ondan (s.a.) sâdır olan her şeyi severek yaparsa, daha önce de belirttiğimiz gibi o kimse, güzel bir iş yapmış olur ve bu niyetinden dolayı ecrini alacaktır. Yukarıda Reşîd Rıza da bu duruma ve söz konusu ettiği hususlar muvacehesinde bunun, kişinin gönlünde yapacağı güzel tesirlere işarette bulunmuştur. Tıpkı Hz. Peygamber'in yaptığı bazı fiiller e uyma konusunda İbn Ömer'in (r.a.) davranışında olduğu gibi.
Bu konuda söylenenlere gelince, Tefslrü 'l-Menâr sahibi Reşîd Rıza'nın söylediği ve usûlcülerin dikkat çektiği gibi, bu (fiil) bazan irşada delâlet edebilir. Bazan da bu, emirde müstehap lığa, nehiy hususunda da mekruhluğa delalet edebilir. Aynı şekilde emirdeki katilik, nehiy hususndaki vaîd (tehdit) gibi birtakım karînelere bağlı olarak, emirde vacipliğe nehiyde de haram olmaya delâlet edebilir. Sol el ile yeme-içme, ipek elbise giyme, aitın-gümüş kaplarda yeme ve içme gibi, hadislerin haram olduğunu belirttiği meselelerdeki durum bundan ibarettir.
Tıpla ilgili ve elbisenin uzunluk veya kısalığı hakkında nakledilen hadislerde olduğu üzere, yukarıda dile getirilenin bir benzeri, tecrübe ve birtakım alışkanlıklar neticesinde öğrenilen hususlar için de söylenebilir. Tıp konusunda varit olan hadislerin bir kısmının, bizzat tecrübeyle sabit olduğunu düşünmek gerekir. Bu nedenle bu kabil hadisler, herkes için ve her durumda uygulanması gerekli genel geçer bir hüküm olarak değerlendirilmez. Nitekim ibn Kayyİm gibi muhakkik bir âlim Zâdü'l-meâd* mda bu duruma işarette bulunmuş olup, İieride bunu ayrıca ele alacağız.
Bu tür bazı hadislerin de, teşri' ve tevcih maksadıyla îrad buyurulduğuna hamledilir. Mesela, "Ey Allah'ın kullan! Tedavi olunuz. Çünkü Allah Teâlâ hiç bir hastalık yaratmamıştır ki, onun şifasını vermesin. Ancak "yaşlılık" bundan müstesnadır [100] hadisi İle "Tedavi olun, ancak haram ile tedavi olmayın"[101] hadisleri bunun gibidir.
Elbiseler konusundaki hadisler de böyledir. Nitekim erkeklerin ipek elbise giymesini -aynı şekilde altın takmasını-yasaklayan bazı hadisler varit olmuştur. Hakkında oldukça şiddetli vaîd bulunan elbiseyi uzatma ve sürükleme hususundaki hadislerin bütünü de bunun gibidir. Zira bu tür hadislerde vurgulanan husus, çoğunlukla kibirlilik illetinedir. Bazısı ise herhangi bir illete bağlı olmaksızın mutlak ifadeler taşımaktadır. Burada mutlak olanın, mukayyed olana hamledileceği kolayca anlaşılır. Ne var ki her kim Hz. Peygamber'e uyma kastı İle elbisesini kısaltmış olsa, daha önce de belirttiğimiz üzere o, bundan ecir kazanır. Bununla birlikte tıpkı yeme-içme hususunda olduğu gibi, elbise konusunda da İslâm'ın, dîni, ahlakî, içtimaî, iktisadî ve de ihmal edemeyeceğimiz siyasetle ilgili birtakım hedefleri ve ayırıcı vasıfları bulunmaktadır ki, inşallah bir başka münasebetle bu konuya da temas ederiz. [102]
Asrımızda bu konuya önemli izahlar getiren, detaylandırıp misallendiren âlimlerden birisi de, Tunus ulemâsının üstadı, Allâme Muhammed Tâhir b. Âşûr'dur. Üstad, Mekâsidü'ş-Şerîati'l-î'lâmiyye at[103] eserinde, önce muhtasar bir şekilde konuyla ilgili Karafî'nin el-Furûk'ta dile getirdiği sözlerini verdikten sonra, şu değerlendirmeleri yapmaktadır:
"Resûlüllah'ın (s.a.) birtakım sıfatları ve durumları vardır ki, kendisinden sâdır olan söz ve fiiller o sıfatlara istinad eder. O halde bizim burada hala insanları sıkıntıya sokan çeşitli problemleri aydınlatacak bir ışık yakmamız gerekir. Nitekim sahâbîler, Resûlüllah'ın teşri' maksadıyla söyledikleri ile, teşri' için olmayanlarını ayırmakta, bir güçlükle karşılaştıklarında da Ona (s.a.) müracaat edip sormaktaydı.
Mesela sahih bir hadiste belirtildiğine göre, sahibi kendisini azâd ettiğinde Berîre, Muğîs adında bir kölenin hanımıydı. Hürriyetine kavuşunca, bu konudaki yetkisini kullanarak kocasından ayrıldı. Halbuki Muğîs onu çok sevmekte, o ise Muğîs'ten hoşlanmamaktaydı. Sonunda Muğîs Resûlüllah ile görüştü ve O (s.a.) da bu hususta Berîre İle konuşarak ona kocasına dönmesini söyledi. Berîre: "Yâ Resûlellah! Bu bana bir emir mi?" diye sorunca Resûlüllah (s.a.),
"Hayır, ben ancak aracılık ediyorum" buyurdu. Bu sözü duyan Berîre, kocasına dönmeyi kabul etmedi. Onun bu davranışını, Resûlüllah (s.a.) da müslümanlar da kınamadılar.
Buhârî'nin Sahihimde Câbir b. Abdillah'tan şu hadis nakledilmektedir: "Câbir'in (r.a.) babası Abdullah b. Amr b. Haram borçlu olarak vefat etmişti. Câbİr, babasında alacağı bulunanların bu alacaklarından vazgeçmeleri konusunu görüşmesi için Hz. Peygamber'e müracaat etmişti. Resûlüllah (s.a.), bu kimselerden bunu talep etti ancak onlar bunu vermeye yanaşmadılar. Câbir şöyle demektedir: "Resûlüllah bu hususu onlarla konuşunca, onlar sanki biraz bana kızdılar ve soğuk davrandılar" Ne var ki müslümanlar bu sebeple onları kınamamışlardir. Benzer örnekler ileride de gelecektir.
Usul âlimleri, nebevî sünnetle ilgili meseleler içerisinde, Resûlüllah'ın teşri' alanına girmeyen cibillî/yaratılışla ilgili fiillerini mcelemişlerdir. Bunu yaparken de onlar, Resûlüllah'ın yaratılışının, Onan teşri' ve irşat alanına girmeyen birtakım hallerinde rolünün bulunduğu konusunu da ihmal etmemişlerdir. Ne var ki onlar, Resûlüllah'ın, deve üzerinde haccetmesi gibi, cibillî de teşriî de olması ihtimal dahilinde olan fiillerinde ise tereddüt göstermişlerdir. Bazı âlimler ise, Hz. Peygamber'in birtakım tasarruflarının hangi sebeple sadır olduğunu tesbit ve tayin etmeden, bu tasarrufları kıyasları için birer asılmış gibi görerek hataya düşmüşlerdir."
Tâhir b. Âşûr devamla sözlerini şöyle sürdürmüştür: "Ben, Resûlüllah'ın söz ve fiillerinden oluşan tasarruflarının, on iki ayrı durumda sadır olduğunu belirledim. Bunlardan bazıları, Karafî'nin sözlerinde geçmişse de, onun zikretmedikleri de vardır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür: Teşri', fetva, yargı, emirlik/idarecilik, rehberlik, arabuluculuk, danışmanlık, nasihat/öğüt, nefis tezkiye ve terbiyesi, ulvî gerçekleri öğretme, terbiye ve ıslah ve irşatla ilgili olmayan diğer durumlar."
Üstad Tâhir b. Âşûr, bunların hepsini îzah etmiş ve bizim de bazısına katılıp bazılarına da katılmadığımız birtakım örnekler zikrederek uzun uzadiya bilgi vermiştir ki, dileyenler onun zikri geçen eserindeki bu kısma bakabilir. Özetle o, sünnetin bir kısmının genel ve devamlı bir teşri1, bir kısmının ise hiç bir surette teşri' alanına girmediği görüşünü savunan, bizim de yukarıda zikrettiğimiz âlimlerle aynı görüşü paylaşmaktadır. Onun burada söz konusu ettiği durumlardan sonuncusu, yani ''irşatla ilgili olmayan diğer durumlar" ismiyle zikrettiklerini aktarmakla iktifa edeceğim.
İrşatla ilgisi bulunmayan tasarruflar ise, teşri'î, dîni hususlar ile nefsin tezkiye ve terbiyesi ve de toplum düzeni ile ilgili durumlar olmayıp cibillî ve maddî hayatın gerektirdiği birtakım işlere yönelik olup, bununla ilgili herhangi bir karışıklık bulunmamaktadır. Zira ev işleri ile günlük hayatında yaptığı diğer işlerde Resûl-i Ekrem'in, teşri' gibi bir talebi olmadığı gibi, izinden gidilmesi gibi bir isteği de yoktur. Fıkıh usûlü eserlerinde de değinildiği üzere, Resûlüllah'ın cibillî nitelikli fiillerinin benzerlerinin ümmetten de yapılmasının istenmesi söz konusu değildir. Aksine herkes kendi durumuna uygun bir yol ve tarz benimseyebilir. Bu gibi hususları, yeme, giyme, yatma, yürüme, binme vb. olarak sıralamak mümkündür. Bu gibi davranışlar ister yolculukta yürümek ve binmek gibi şer'î amellerin dışında olsun; ister hacda deveye binmek veya Resûlüllah (s.a.) yaşlanıp biraz kilo alınca yaptığını kabul eden -Ebû Hanîfe'ye göre-secdeye giderken ellerini bacaklarından önce koymak gibi dîni olsun sonuç aynıdır.
Aynı şekilde, Resûlüllah'ın (s.a.) veda haccı esnasında Kinâneoğuiları'na ait Muhassab -Ebtah da denilir- tepeliğinde konaklamasıyla İlgili rivayet de bunun gibidir. Hz. Peygamber orada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmış, sonra bir miktar uyumuş ve ardından beraberinde bulunanlarla birlikte veda tavafını yapmak üzere Ka'be'ye gitmiştir. İbn Ömer (r.a.) hac esnasında bu mekanda konaklamayı terketmeyerek bunu sünnet olarak görüyor ve Resûlüllah orada ne yapmışsa aynısını yapıyordu. Halbuki Buhârî'dekİ bir rivayete göre Hz. Âişe, "Muhassab'da konaklamak, hacda uyulması gerekli bir şey değildir. Orası yalnızca Resûlüllah'ın Medine'ye yola çıkması için daha elverişli olması sebebiyle konakladığı bir yerdir" demiştir. Bu ifadesiyle Hz. Âişe, bu yerin insanların biraraya geldiği geniş bir mekan olduğunu söylemek istemiştir. Nitekim Mâlik b. Enes ve İbn Abbas'ın da bu görüşü benimsemesi, bunu gösterir.
Yine sabah namazından sonra sağ tarafı üzerine uzanmak da böyledir.
O halde fakihin görevi, bütün bu durumları İncelemek ve Hz. Peygamber'in tasarruflarıyle ilgili işaret ve îmaları iyice ortaya koymaktır. "Dikkat edin, mirasçıya vasiyyet yoktur" ve "Velâ/mevlahk ancak âzâd edene aittir" hadislerinde olduğu üzere, Hz. Peygamber'in bir konuyu herkese bildirmeye itina göstermesi, onu pratiğe dökme konusunda ısrarlı davranması, bir hükmü bildirip onu küliî kaide şeklinde ortaya koyması, söz konusu bu tasarrufların teşri' olduğunu gösteren delillerdir.
Ölüm döşeğinde iken Hz. Peygamber'in, "Bana yazı yazacak bir şeyler getirin de, size bir şeyler yazayım ki, ondan sonra sapıtmayasımz" hadisinde olduğu gibi, bir işi uygulama konusunda !srar etmemesi de, o tasarrufun teşri1 ifade etmediğini gösteren işaretlerdendir.
İbn Abbas şöyle demiştir: "Bu konuda sahabe ihtilaf etmiş ve onlardan bazısı, 'Allah'ın Kitab'ı bize kâfidir' derken; bazıları da, 'Ona istediğinizi takdim edin ve sizin için onu yazsın, Resûlüllah'ın huzurunda münakaşa etmek yakışık almaz' dediler. Ashabın bu ihtilafına şahit olan Hz. Peygamber, 'Beni bırakın, içerisinde bulunduğum hal daha hayırlıdır' buyurdu."
Resûlüüah'a mahsus zikrettiğimiz bu hallerden Ona (s.a.) en özgü olanı, teşri' ile ilgili olanıdır. Zira Allah Teâla'nin Onu peygamber olarak göndermesinin temel amacı bu olup, Allah (c.c.) Onun bu durumlarını, "Muhammed sadece Allah'ın bir elçisidir"[104] âyetinde özetlemiştir. Bu sebeple, aksini gösteren bir delil bulunmadıkça, ümmetin karşılaştığı çeşitli hallerle ilgili Hz. Peygamber'den sadır olan söz ve fiilleri, teşri' nitelikli tasarruflar olarak değerlendirmek gerekmektedir.
Bu yüzdendir ki İslâm âlimleri, Sa'd b. Ebî Vakkâs'dan nakledilen şu haberi kabulde icma etmişlerdir: "Sa'd, malının ne kadarını vasiyet edebileceğini Hz. Peygamber'e sormuş, O (s.a.) da, ' Üçte birini, hatta üte biri bile fazladır' buyurmuştur." Bu nedenle âlimler, varislerin rızası hariç, üçte birden fazla vasiyeti kabul etmemişlerdir. Resûlüllah'ın, "Mirasçılarım zengin olarak bırakman, onları insanlara muhtaç ve el açar bir halde bırakmandan daha hayırlıdır" buyurması, bu hükmün, Hz. Peygamber'in istişarede bulunana nasihatte bulunması şeklindeki tasarruflarına hamlediimesine uygun ise de, âlimler bunu ona hamletmemişlerdir. Bu karşılıklı konuşma her ne kadar Resûlüllah ile Sa'd arasında geçmiş olsa bile, Resûlüllah özellikle Sa'd ve onun varislerinin aşırı muhtaç bir halde bulunmaları durumunu göz önüne alarak buna izin vermiştir. Halbuki ne Resûlüllah (s.a.) böyle yapmış, ne de Sa'd b. Ebî Vakkâs'm bu şekilde yaptığını rivayet etmişlerdir. Öyleyse, fakihlerden hiç biri ve ehl-i ilimden hiç kimse bunu söylememiş olsa da, varisleri zengin olan kimselerin, malının üçte birinden fazlasını vasiyet etmesine izin verilebilir. Veyahut o kişinin varisi bulunmazsa, daha fazlasına da izin verilebilir. Nitekim İbn Hazm, sahâbî İbn Mes'ûd ve Ubeyde es-Selmânî ve bir grup âlimin bu-r-ıKü benimsemiş oiduğunu belirtir. [105] Bu ise, şâz (âlimlerin cumhurunun görüşüne aykırı) bir görüştür. [106]
Bütün bu nakillerden sonra, bu önemli usûl problemi hakkında biraz düşünüp konuyla ilgili görüşlere müracaat ederek, bu hususta açıklanan görüşleri tartışmamız gerekmektedir. Bunu yaparken de, meseleyi ilgili naslar, kaideler, prensipler ve maksatlar (gaye) ışığında ayrıştırarak oradan bir görüş ortaya koymaya çalışıyoruz. Allah Teâla'dan bize doğruyu ilham etmesini, ecir ve mesûbâtmdan bizi mahrum bırakmamasını, nefislerimizi taassup, îaküd, heva-hevese kapılma ve başkalarına sû-i zanda bulunma hastalığından halâs eylemesini diliyoruz. [107]
Bu konunun tahkike kavuşturulabilmesi için, üzerinde ihtilafın olmadığını sandığım veya olmaması gerekli iki hakikati ortaya koymak lazımdır. Bunlar şunlardır:
1. İster söz, ister fiil isterse de takrirler olsun sünnetin büyük çoğunluğu, teşri' içindir ve bu hususlarda Allah Teâla'nm, "Ona uyun ki doğru yolu bulaşınız" âyetiyle, hidâyete ermemizi kendisine ittibaya bağlı kıldığı Hz. Peygamber'e uyulması istenmektedir.
2. Bir kısım sünette de teşri' söz konusu olmayıp, sadece dünya işleriyle ilgili olmasından dolayı, Hz. Peygamber'e itaat etmek de gerekli değildir. Daha önce zikri geçen, "Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz" mealindeki sahih hadiste böyle bir durum söz konusudur.
Şayet söz konusu bu iki hakikat üzerinde ittifak edilirse, geriye sadece bu prensibin bazı hadisler ile birtakım konulara tatbikinde meydana gelen ihtilaflar kalmaktadır. Misal olarak, yeme-içme, giyim, zınet, sürme çekme, tıp, birtakım ilaçların keyfiyeti gibi konularla ilgili hadisler verilebilir. Buna göre acaba bu alanlarla ilgili konular, bizim daha iyi bilebileceğimiz ve bize bırakılmış dünyamızla ilgili işlerden midir? Zira vahiy, bu gibi hususlarda insanları ilzam edecek, emir ve nehiy olarak bir teklif/sorumluluk getirmemiştir. Yoksa bunlar, vahiy ürünü olduğunu düşünmemiz gereken ve itaat etmemiz istenen dînimizle ilgili hususlardan mıdır?
Bütün bunları, Hz. Peygamber'den sadır olan umumîlik ve devamlılık niteliği bulunmayan teşri1 ile ilgili diğer hususlar tamamlamaktadır. Aksine Resülüllah bunlarla, belli şartlar muvacehesinde bazı hususları çözmeyi amaçlamıştır. Hz. Peygamber'den devlet başkanlığı, idarecilik ve hakimlik-kadılık sıfatıyla sadır olduğu bildirilen husus bundan ibarettir. Bu konunun esasında ittifak, ancak muhtelif tali meselelerine tatbikinde ise, ihtilaf bulunmaktadır. [108]
Asrımızın getirdiği birtakım problemler karşısında -özellikle de fikrî problemlerde- genellikle yaptığımız gibi, bu büyük meselede de ifrat-tefrit, yani iki aşırı uç arasında bocalayıp durmaktayız.
Aramızda Öyle kimseler var ki, gerek yukarıda zikri geçen işlerle gerekse bu dünyadaki başka muamelelerle ilgili olsun, ''Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz" hadisini kendisine kalkan edinerek, sünnetin teşri' elbisesini çıkarmak istemektedir. Yİne öyleleri de vardır ki, Hz. Peygamber'in sünnetine ittiba etmekle emrolunduğumuzu söyleyerek, sünnette olan herşeyin sünnet olduğu iddiasındadırlar. Bu kimseler, Resûlüllah'a İttiba, naslar ve icma ile sübut bulduktan sonra, uyulmayacak bir sünnetten söz edilemeyeceğini söylerler. [109]
Burada zikretmek istediğim bir husus da, gerek sahabe gerekse en güzel şekilde sahâbîlerin yolundan giden tabiî âlimlerin, söz konusu bu problemin farkında oldukları; hatta bu konunun araştırılmasında bilfiil gayret gösterdikleridir. Ne var ki onlar bu konuyu, sünnetin teşri' İle ilgili olanı veya olmayanı şeklinde ele almamışlardır. Bilakis konuyu onlar, Resûlüllah'dan (s.a.) sabit olan bu fiil sünnet midir, değil midir? şeklinde, başka bir başlık altında değerlendirmişlerdir. Bu ise, oldukça önemli iki hususu öne çıkarmaktadır:
a. Sünnet olarak görülen şey, kendisine uyulması istenilen husustur.
b. Hz. Peygamber'den nakledilen bazı hususlar, sünnet değildi1"- Muasır âlimlerin "tersi'î değil" diye niteledikleri şey de işte budur.
Bunun gerisinde yatan gerçek şudur: - Islâmî ilimlerin onayladığı gibi- bir ıstılah olarak sünnet, söz, fiil ve takrirler olarak Hz. Peygamber'den rivayet edilen şeylerdir ve bu, sünnetin lügat mânasından çok daha umûmîdir. Zaten sahabe de, sünnet ifadesi mutlak olarak kullanıldığında bunu anlamakta ve Resûlüllah'tan gelen ve ittiba edilip örnek alınması gereken davranışları sünnet tabiri ile ifadelendirmekteydi.
Bunun sebebi İse, sünnet kelimesinin sözlük anlamı -ki onda asiolan sözlük anlamıdır-, ittiba edilen yol, tarzdır ve bu da ancak teşri'ittibanın kastedildiği durumlarda söz konusu olabilir. Ne var ki daha sonraları ilim ehlinin terim olarak ortaya koyduğu üzere -kî terimler konusunda tartışma olmaz- sünnetin mânası, Hz. Peygamber'den söz, fiil, takrir, sıfat ve sîret olarak rivayet edilen bütün şeylere intikal edince, sünnetin genelinde bulunan teşri' ile İlgili şeylerle birlikte, az bir miktar da olsa teşri'î olmayan hususlar da bulunmaktadır.
İlmî sahadaki en tehlikeli tavırlardan biri -ki çoğu zaman bu tavır, araştırmacıları dalâlete düşürür-, önceki (mütekaddim) âlimlerin ibare ve ıstılahlarını sonraki (müteahhir) ve çağdaş âlimlerin tabirlerine hamletmeleridir. Buna misal olarak "nesh" kelimesi gösterilebilir. Zira mütekaddim âlimler, "nesh" kelimesini mutlak olarak kullanmakta ve onunla müteahhir âlimlerin kastettiğini kastetmemektedirler. İşte "sünnet" kelimesi de bunun gibidir.
O halde tekrar meseleye dönersek şöyle diyebiliriz: Sahabe, bugün bizim sünnet diye bahsettiğimiz konuyu, "bu teşri'î mi yoksa teşrrî değil mi?" başlığı altında değil de, "sünnetten mi, değil mi?" başlığı altında araştırıyordu. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in ktüsned'mde rivayet ettiği şu hadiste, bütün açıklığıyla bu görülür: Süreye ve Yûnus -Hammâd b. Seleme - İbn Âsim el-Anevî - Ebu't-fufeyl tarikiyle nakledildiğine göre Ebü't-Tufeyl İbn Abbas'a şöyle dediğini bildirmiştir:
"Senin kavmin, Resûlüllah'ın Ka'be'yİ tavaf ederken remel yaptığını ve bunun da sünnet olduğunu iddia ediyor ne dersin?" îbn Abbas,
"Hem doğru hem de yanlış söylüyorlar" cevabını vermiştir. Ona, "Neyi doğru neyi yanlş söylüyorlar" dediğimde,
"Doğru söylüyorlar; zira Resûlüllah (s.a.) tavaf esnasında heybetli yürüdü. Yanlış söylüyorlar; çünkü böyle yapmak sünnetten değildir" demiştir. Hudeybiye musalahası sırasında Kureyşli müşrikler, "Muhammed ve ashabını bırakın da, tipik deve ve koyunların burunlarında bulunan kurtların öldüğü gibi ölsünler" demişlerdi. Daha sonra gelecek yıl tekrar gelmek ve yalnızca üç gün kalmaları şartıyla anlaşma yaptılar ve Resûlüllah umre yapmak üzere tekrar geldi. Mekke müşrikleri İse, bu esnada Kuaykan tepesine çıkmışlardı. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.) ashabına,
"Ka 'be 'yi üç kere remel yaparak tavaf edin " buyurdu; ne var ki bu sünnet değildir.
Daha sonra ise İbn Abbas'a, "Kavmin, Safa ile Merve arasını Resûlüllah'ın, devesinin üzerinde sa'y ettiğini ve bunun sünnet olduğunu iddia ediyor, ne dersin?" diye tekrar sorunca Ebü't-Tufeyl'e hitaben İbn Abbas,
"Hem doğru hem yanlış söylemişler" dîye cevap vermiştir. Ona, "Doğru söyledikleri nedir, yanlış söyledikeri nedir?" diye sorunca da şu karşılığı vermiştir:
"Doğru söylemişlerdir; zira gerçekten de Resûlüllah (s.a.) Safa ile Merve arasını deve üzerinde- tavaf etmiştir. Yanlış söylemişler; çünkü bu da sünnetten değildir. Zira sahabe Hz. Peygamber'İ özel olarak korumuyorlardı ve Ona (s.a.) yaklaşmak isteyen İnsanlar da geri çevrilmediğinden olacak, hem Ona uzanan elleri önlemek, hem de Onun sözünü iyice işitebilmeleri için deve üzerinde tavaf etmiştir."[110] Ona tekrar şöyle denildi:
"Kavmin, Resûlüllah'ın Safa ile Merve arasında sa'y ettiğini ve bunun sünnet olduğunu iddia ediyor, ne dersin?" İbn Abbas,
"Doğru söylemişlerdir. Zira Hz. İbrahim hac menâsiki ile ernrolununca, sa'y yapılan mekanda (Safa ile Merve arası) karşısına şeytan çıkmış ve onun önüne geçmiş; Hz. İbrahim de onu geçmiştir. Sonra Cebrail onu alıp Akabe cemresine götürmüş ve şeytan yine karşısına çıkmıştır. Bunun üzerine İbrahim (a.s.) gitmesini sağlamak için şeytana yedi taş atmış, ancak şeytan bu kez orta cemrede görünmüştür. İbrahim fa.s.) tekrar yedi taş atmıştır. Daha sonra (kurban edeceği oğlunu) yanı üzere yatırmıştır. Bu rivayetin râvilerinden Yûnus, "(kurbanlık oğlunu) orada yanı üzere yatırdı" demiştir. Hz. İsmail'in üzerinde bu sırada beyaz bir gömlek bulunmaktaydı ve babasına şöyle demiştir:
"Babacığım! Benim, kefen olabilecek bundan başka elbisem yoktur. Üzerimdeki bu elbiseyi çıkar ki, bana onu kefen yapasın." Bu söz üzerine Hz. İbrahim elbiseyi çıkarmaya başlamıştı ki, arkasından, "Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin"[111]' diye bir ses işitmiştİr. Baktığında bir de ne görsün, boynuzlu, kocaman beyaz bir koç orada
durmaktadır...'[112]
Bilindiği üzere hac ile ilgili fiiller daha ziyade taabbudîdir. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in hacla ilgili bazı fiilleri konusunda, "Bu sünnetten ve hac menâsikinden sayılır mi sayılmaz mı?" diye ashabın ihtilaf ettiğini görüyoruz.
Mina'dan iniidiği gece "Musahhab"ta konaklamak, bu kabil fiillerdendir. "Ebtah" diye de isimlendirilen Musahhab, Mekke ile Mina arasında düz ve geniş bir arazidir. Nâfl'in İbn Ömer'den naklettiğine göre o, Musahhab denen yerde konaklamanın sünnet olduğunu söylemekte, Hz. Ömer'in de bunu yaptığını belirtmektedir. Bu rivayet, Buhârî ve Müslim tarafından tahric edilmiştir. Bu konuda İbn Ömer'in delili, Hz. Peygamber'in de burada konaklaması ve orada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmış olmasıdır.
Ne var ki Hz. Âişe ve İbn Abbas, bu konuda farklı bir görüşe sahiptir: Buhârî İbn Abbas'ın şöyle dediğini nakleder: "Musahhab da konaklamanın bir mânası yoktur. Orası yalnızca Resûlüllah'ın konaklamış olduğu yerdir. Bu rivayette bulunan "bir mânası yoktur1' ifadesi, '"yani burada konaklamak uyulacak bir sünnet değildir" anlamındadır.
Hz. Âişe'nin de şöyle dediği nakledilmiştir: "Musahhab, Hz. Peygamber'in, sadece yola çıkmaya daha uygun olduğu için konakladığı bir yerdir". Müslim de Hz. Âişe'nin şu sözünü nakleder: "Ebtah'a iniş sünnetten değildir..."
Hz. Âişe bir başka rivayette Hz. Peygamber'in Musahhab'ta konaklama sebebini de izah etmektedir. Buna göre Ahmed b. Hanbel'in tahric ettiği bu rivayette Âişe (r.a.) şöyle demiştir: "Allah'a yemin olsun ki Resûlüllah (s.a.), oraya ancak benim için inmiştir." Bu rivayeti Hafız İbn Hacer Fethu'l-Bârf sinde zikretmiştir. [113] İbn Kayyim ise Zâdü 'l-meâd'da. şöyle demektedir:
"Selef uleması, Musahhab'da konaklamanın sünnetten mi yoksa yolculuğun gereği rastgele yapılan bir konaklama mı olduğu konusunda iki görüş üzere ihtilaf etmişlerdir: Bir grup âlim onu, sünnet olarak kabul etmiştir. Zira onlara göre, Sahîhayn'da Ebû Hüreyre'den rivayet edilen bir hadiste, Mina'dan hareket etmek istediği sırada Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Biz yarın, müşriklerin bir zamanlar küfürde yeminleştikleri Kinâneoğulları düzlüğünde konaklayacağız.'[114] Hz. Peygamber bu sözüyle Musahhab'ı kastetmekteydi. Çünrkü Kureyş ve Kinâneoğullar'ı, Hâşimoğuiları ile Abdulmuttalipoğulları'na karşı onlarla nikâh yapmamak, Resûlüllah'] kendilerine teslim edinceye kadar aralarında herhangi bir aiış-verişte bulunmamak üzere orada yeminleşmişlerdi. Bu sebeple Hz. Peygamber, geçmişte küfrün sembollerinin izhar edilip Allah ve Resûlü'ne düşmanlığın ilan edildiği bu yerde, İslâm'ın şeâirini/sembollerini göstermek istemiştir. Zira Hz. Peygamber, tıpkı Lât ve Uzza putlarının yerine Tâif mescidini yaptığı gibi, küfür ve şirkin bulunduğu yerlere tevhidin sembollerini dikmeyi âdet edinmişti.
Şöyle demişlerdir: Müslim'in Sahîh'mde İbn Ömer'den naklen, Hz. Peygamber, Ebû Bekir ve Ömer'in (r.a.) orada konakladığı rivayet edilmektedir. Müslim'in bir rivayetine göre de İbn Ömer, Musahhab'da konaklamayı sünnet olarak görmekteydi.[115] Buhârî de, İbn Ömer'in öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını orada kılarak, orada uyuduğunu ve Resûlüllah'ın da böyle yaptığını söylediğini rivayet etmektedir.[116]
Bu konudaki diğer görüş ise, Hz. Âişe ve İbn Abbas gibi diğer sahâbîlerden nakledilen görüştür. Onlar, Musahhab'da konaklamanın sünnetten olmadığı görüşünü benimsemektedir. Nitekim Sahîhayn'do. ibn Abbas'ın şöyle dediği nakledilmektedir: "Musahhab'da konaklamanın (dîni) bir anlamı yoktur. Orası yalnızca Hz. Peygamber'in, yola çıkmaya daha elverişli olduğu için konakladığı bir yerdir."[117]
Müslim'in Sahıh'mde de Ebû Rafı'in şöyle dediği bildirilmiştir: "Resûlüllah (s.a.) bana, yanımda bulunanlarla birlikte Ebtah'da konaklamayı emretmedi. Ancak ben yine de önceden gelip Resûlüllah'ın (s.a.) çadırını oraya kurdum ve o da gelip orada konakladı."[118] Netice itibariyle tevfık ve inayetiyle Allah Teâla, "Yarın bizler, müşriklerin bir zamanlar küfür üzere yeminleşükleri Kinâneoğulları düzlüğünde konaklayacağız" sözünün bir tasdiki olarak, onun (s.a.) azmettiği şeyi gerçekleştirerek ve de ona (s.a.) bir muvafakat olarak Resûlüllah'ı orada konaklattırmıştır.[119]
Tavaf yaparken remel yapmak da, buna benzemektedir. Remel, kudüm tavafının ilk üç şavtında biraz hızlıca yürümektir. Hz. Peygamber bunu yapmış ve yapılmasını emretmiş olduğundan dolayı âlimlerin çoğu (cumhur), bu uygulamanın sünnetten olduğu kanaatindedir. İbn Abbas ise, -daha önce Müsned'dcn naklettiğimiz üzere- onun sünnet olmadığını, dileyenin remel yapıp dileyenin de yapmayabileceğin! belirtmektedir.[120]
Buharı tarafından rivayet edilen şu hadiste İbn Abbas, Hz. Peygamber'in remeli emretmesinin sebebini şöyle izah etmektedir: "Resûlüliah ve ashabı, (Mekke'ye) gelmişlerdi. Müşrikler, "Size Medine/Yesrib' in sıcağının zayıf düşürdüğü kimseler geliyor" dedüer. Bunun üzerine Hz. Peygamber, tavafın ilk üç şavtında remel yapmalarını (koşar adım yürümelerini), iki köşe arasında da yürümelerini emretmiş; bütün şavtlarda remel yapmalarını onlara emretmeye ise, bunun öylece kalıvereceği endişesi mani olmuştur."[121]
Hz. Ömer de remel yapmayı bir an için terketmeyi düşünmüş, ancak daha sonra bundan vazgeçmiştir. Buhârî'de nakledildiğine göre yine Ömer (r.a.), (Hacerü'l-esved) köşesine seslenerek, "Vallahi, iyi biliyorum ki sen, sadece bir taşsın; ne zarar verirsin, ne de fayda temin edersin. Eğer ben Resûlüllah'ın seni selâmladığını görmemiş olsaydım, seni selâmlamazdım" demiş ve sonra da onu selâmlamıştır. Daha sonra ise, "Bizim remelle ne İşimiz olabilir ki?! Biz o zaman remelle müşriklere (kuvvetli) görünmek istemiştik; ancak Allah onları helak etti" diyerek şöyle devam etmiştir:
"Ancak Resûlüllah'ın (s.a.) yaptığı bir şeyi terk etmek istemeyiz[122]
Fethu 'l-Bârf'de de belirtildiği üzere bu hadisten netice olarak anlaşılan husus, Hz. Ömer'in, remelin yapılış sebebininin ortadan kaktığını bildiği için, tavaf anında remel yapmayı terketmeyi düşünmesi ve sebebin ortadan kalkmasıyla bunun terkedilmesi gerektiğini anlaması; ardından da, bu uygulamada kendisinin bilemediği bir hikmetin bulunabileceği ihtimalini göz önüne alarak, bu görüşünden dönmesidir. Sonuç olarak o, bu mânayı itibara alarak, Hz. Peygamber'e ittibanın daha evla olduğu görüşünü tercih etmiştir. İbn Hacer şöyle demektedir: "Hz. Ömer, buna etki eden sebepleri hatırlayınca, Allah Teâla'nın İslâm ve müslümanları şereflendirmek için gönderdiği nimetlerini düşünerek böyle davranmıştır."
Sahabenin uygulaması da, Hz. Ömer'in bir an için düşündüğünü destekler. Buna göre onlar, müşriklere karşı yapmış oldukları kuvvet gösterisinde, müşriklerin bulunduğu taraf olan sadece Şam tarafındaki köşede hızlı yürürken, İbn Abbas hadisinde de belirtildiği üzere Yemen tarafına düşen köşelere uğradıklarında, normal bir şekilde yürümüşlerdir.
Resûlüilah'a itaat ve sünnetine ittiba etme konusunda titiz olmalarına rağmen biz, sahabenin bazı zamanlar Onun (s.a.) emir ve yasaklarının kesinlik ve bağlayıcılık ifade etmediğini veya bunun dünya işlerinde tartışılabilecek, Ona muhalefette bulunulabilecek bir re'y veya ictihad olduğunu anlamış olduklarından, veyahut da Ondan ümmet ve devlet için devlet başkanlığı ve idarecilik vasfıyla sadır olup da bunun kıyamete kadar ümmetin her ferdi için genel ve devamlı bir teşri'ye hamiedilmemesi durumunda, Hz. Peygamber'in bazı emirlerine muhalefet ettiklerini yasakladıklarını ise yaptıklarını görmekteyiz. Hz. Peygamber'in savm-i visalden sahabeyi nehyetmesi, bunun en güzel örneğidir. Bununla beraber sahabe, Hz. Peygamber'in bu yasaklamasının -Büyük Üstad Reşîd Riza'nın da söylediği üzere- kendilerine merhamet etmekle ilgili olabileceğini düşündükleri için, hem oruçlarını tutmuş hem de namazlarını kılmışlardır.
Bazı kereler de sahâbîlerin, bazı konularla ilgili zanlannda hata ettiklerini görüyoruz. Zorluk olmasına rağmen sahabeden bazılarının yolculuk esnasında oruç tutmada ısrarlı olmaları ve Hz. Peygamber'İn bu gibi kimseler hakkında, "Onlar âsîdirler "[123] buyurması, bunu göstermektedir. Yine Hz. Peygamber, Medine mahsullerinin üçte birini almaları ve buna karşılık Medine'yi kuşatmaktan vazgeçmeleri karşılığında, Gatafan Kabilesiyle anlaşmaya varmak istediğinde sahâbîier Ona (s.a.) muhalefette bulunmuşlar, hatta Sa'd b. Muâz ve Sa'd b. Ubâde bu hususta ayak diretmişlerdir. [124]
Beyazlaşan saç-sakallları boyatmak/boyamak suretiyle yahudi ve hıristiyanlara muhalefet etmeyi emreden nebevi emir [125] de, bunun gibidir. Bu e m i re rağmen sahih olarak nakledilen haberler dikkate alındığında, sahabeden pek çoğu beyazlamış olan saç ve sakallarını boyamamışlardır. Zira onlar, tıpkı Bedir Gazvesinde Hubâb b. el-Münzir'in, "Yâ Resûiellah! Burası seni Allah'ın konaklattığı bîr yer mi, yoksa bu bir re'y, savaş taktiği veya tuzak mı?"[126] sorusunda olduğu gibi, böyle bir tasarrufun vahiy mahsulü ve bağlayıcı olup olmadığını daha hayattayken Hz. Peygamber'e sormuşlardır. Daha önce bahsi geçen Berîre ve Muğîs'in durumları da böyledir.
Ümmetin bilgini, "tercümanu'1-K.ur'ân'' diye nitelenen İbn Abbas (r.a.), ehlî merkeplerin etinin yenilmesiyle ilgili Hayber günü Hz. Peygamberden sadır olan yasaklamanın, sadece o vakite mahsus bir yasaklamayı ifade ettiğini söylemiş ve bu nehyi belli bir maslahata hamletmiştir. Bu maslahat ise, binek olarak ihtiyaçları olduğu halde kesiiip yenilerek tüketilmekten merkepleri koruma amacıdır. Dolayısıyla bu da, genel bir yasak, devamlı bir teşri' değildir. İşte âlimler ve muhakkıklann, "Bu tasarruf Hz. peygamber'den, devlet başkanlığı ve önderlik vasfıyla sadır olmuştur; fetva veya Allah Teâla'dan aldığı bir vahyin tebliği amacıyla değil" ifadeleriyle kastettiği budur. Bu itibarla Buhârî İbn . Abbas'ın şöyie dediğini rivayet etmektedir: "Resülüllah (s.a.) ehlî merkepleri, insanların binek hayvanlarına olan ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak, bineklerinin yok olmasını istemediği için mi yasakladı, yoksa Hayber günü etlerini haram mı kıldı bilmiyorum." [127]
Buhârî'nİn Enes b. Mâlik'ten rivayet ettiği şu haber, birinci ihtimale delâlet etmektedir; "Resülüllah'a (s.a.) bir kimse gelerek, "Merkepleri kesip yeme hususunda ne buyurursunuz?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) herhangi bir cevap vermeyerek sustu. Sonra ikinci bir kimse gelip yine, "Merkepleri kesip yeme hususunda ne buyurursunuz?" diye sordu. Hz. Peygamber yine bir cevap vermedi. Daha sonra üçüncü bir kimse gelerek, "Merkepler yok olmakta!'1 dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, bir münadî çağırarak insanlara Şunu iletmesini emretti:
"Allah ve Resulü, ehlî merkepleri kesip yemenizi size yasaklamaktadır." Bunun üzerini? onlar, kazanlarında kaynayan ehli merkep etlerini derhal dökmüşlerdir.[128]
Yine Buhârî, konuyla ilgili Amr b. Dinar'dan nakledilen şu haberi rivayet etmiştir: [129]Amr, Câbir b. Zeyd Ebi'ş-Şa'sâ'ya, "Resûlüllah'm ehiî merkepleri yemeyi yasakladığı iddiasında bulunuyorlar, ne dersin?" deyince, Câbir şu karşılığı vermiştir; "Basra'da el-Hakem b. Amr el-Gifârî bize böyle söylemekteydi. Ancak "el-Bahr" diye nitelenen büyük âlim îbn Abbas buna karşı çıkarak şu âyeti okumuştur:
''De ki: Bana vahyoiunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah 'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa, bilsin ki, Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir.'[130]
Buradaki İbn Abbas'm itirazı, nehyin vuku bulup bulmadığına değildir. Zira o, bunun Hz. Peygamber'den sadır olduğunu itiraf etmektedir. Ne var ki o, bunun Hz. Peygamber'den devamlılık ve umumîliği gerektirecek bir tebliğ yoluyla sadır olmadığını; bilakis insanların maslahatlarını gerçekleştirmek, muvakkat bir vakitte insanlardan birtakım mefsedeti defetmek ile ilgili devlet başkanlığı tasarruflarından bir tasarruf, yani idarecilikle ilgili bir karar olduğunu söylemektedir. İbn Abbas'a göre buradaki maslahat, müslüman ahalînin binek hayvanlarını kesilerek tüketmekten korumaktır. Bizler ise, İbn Abbas'ın ehlî merkeplerin etinin haram olmadığı şeklindeki görüşüne katılalım veya katılmayalım, mezhep âlimleri bu konuda İhtilaf etmiş; ayrıca cumhurun görüşü de, İbn Abbas'a muhalif olmuştur. Bizi burada asıl ilgilendiren husus, Hz. Peygamber'in birtakım yasaklannı îbn Abbas'm umum ve ebedî nehiyler olarak Törmernesi ve bunu sadece o zamanki maslahatın tahakkuku İçin devlet başkanının tasarruflarından bir tasarruf olarak görmesidir. fıkhu'z-zekât adlı eserimi telif ederken, Resûlüllah'tan tebliğ, fetva ve peygamberlik (nübüvvet) vasfıyla değil de, devlet başkanlığı ve idarecilik vasfıyla sadır olan pek çok hususu ele aldım ve zekât nisap miktarları ile bazı mallardan zekâtın alınmaması gibi konularda nakledilen bir çok rivayetteki problemi çözüme kavuşturma hususunda bu ayırımın çözüm getirdiğini gördüm. Bu hususta üzerinde en çok durduğum konular ise, hayvanlar ve hayvansal kaynakların zekâtıyla ilgili olanlardır. Zira nübüvvet çağında hayvancılık, Arapların en önemli geçim ve servet kaynağıydı. Bu sebeple, zekatla ilgili hüküm ve prensiplerin pek çoğu, buradan alınmıştır. Zekât hadisleri ile genel olarak üç konu etrafında zikrettiğim birtakım görüş ve değerlendirmelerimi, burada da söz konusu etmekte herhangi bir sakınca görmüyorum. Hz. Peygamber'den sadır olan bu emir ve yasakların, en çok Onun (s.a.) devlet başkanlığı ve İdarecilik vasfıyla ilgili olması sebebiyle, bu ayırımı göz önüne almanın, pek çok problemi halledecek en iyi çözüm yolu olduğu kanaatini taşımaktayım. Bu konular şunlardır:
a. Zekâtın tarif ve tahdidi hususunda, rivayet kitaplarındaki ihtilaflarla alakalı olanlar.
b. Sığırların nisap miktarı ile ilgili olanlar.'.'
c. Atların zekâtı ile ilgili olanlar. [131]
Burada Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn'den rivayet edilip de hadis kitaplarının zekât bölümlerinde nakledilen birtakım rivayetler üzerinde durmamız îcap etmektedir. Zira, söz konusu bu hadisler arasında az da olsa bazı ihtilaflı yönler bulunmaktadır.
Burada "rivayetler" deyince, makbul bir senetle nakledilen haberleri kastetmekteyiz (Yani zayıf ve reddedilen rivayetlerle ilgilenmiyoruz). Hz. Ali'nin zekâtla ilgili mektubundaki, "sadaka toplayan vazifeli (musaddık), hayvanlardan bir yaş büyük olanını alacak olursa, on dirhem geri vermesi gerekir" şeklindeki emri bunun gibidir.
Enes b. Mâlik'ten (r.a.) rivayet edilen hadiste geçtiği üzere, Hz. Peygamber'in zekât farizası ile ilgili belirlediği ve Hz. Ebû Bekir'in gönderdiği yazdı emirde Onun iki koç veya yirmi dirhem vermesini bildiren haberdeki durum da böyledir. Aynı şekilde Hz. Ali'nin zekâtla ilgili emirnamesinde de, Ebû Bekir ve Ömer'in (r.anhüm) emirnamelerine muhalif hususlar bulunmaktadır. Hz. Ali'nin bu emirnamesinin Hz, Peygamber'e nisbet edilmediği doğrudur ve esasen bu emirname, mevkuf nitelikli bir haberdir. Ancak mevkuf bile olsa, Hz. Aii, Resûlüllah'ın belirlediği bir emre muhalefet etmeyi acaba nasıl caiz görebilmiştir? Öyleyse biz burada birkaç sahih tarikten sabit olan, Hz. Ebû Bekir ve Hz Ömer'in yazılı emirlerini mi tenkit edeceğiz? Yoksa Hz. Ali, kendisinin dışındaki yazılı emirlerin neshediidiğini mi düşünmekte ve kendi emrinin de bunları neshettiğine mi inanmaktaydı diyeceğiz? Şayet böyle demiş olursak, Hz. Ali'nin bunu neden Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in hilafetleri döneminde açıklamadığı sorusuyla karşılaşırız. Öyleyse bütün buniar, kabul ediimesi mümkün olmayan ihtimallerdir.
Benim çıkardığım netice İse şudur: Hz. Peyganıber, zekâtla ilgili bütün bu miktar ve ölçüleri, nübüvvet/peygamberlik sıfatıyla değil de, söz konusu dönemde ümmetin devlet başkanı ve idarecisi olarak belirlemiştir. Devlet başkanlığı sıfatı ise, içerisinde bulunulan toplumun, zaman, yer ve o anki durumu için en faydalı olanı neyse onu itibara alarak bir işin yapılmasını emreder. Bazan da, bu devlet başkanlığı sıfatı bir ortamda bunu emrederken, zaman, mekan ve içerisinde bulunulan şartların değişmesiyle, daha başka bir şey emredebilir; hatta bu emri tamamen değiştirebilir. Buna karşşhk nübüvvet sıfatıyla sadir olan emirler ise, bütün zaman ve zeminlerde, ümmetin tamamı İçin bağlayıcı bir teşri' niteliğindedir.
Ayrıca yine kanaatime göre, zekât olarak verilecek hayvanlar arasındaki yaş farkını ortadan kaldırmak için belirlenen iki koyun veya yirmi dirhem tahdidi de, bu cümleye dahildir. Çünkü bu hallerdeki fark, donuk (câmid) bir tek değerle sabitlenemez. Zira koç/koyun ile deve arasındaki oran sabit kalmış olsa bile, iki koç/koyuna karşılık olarak belirlenen yirmi dirhem sabit kalamaz. Bu durumda koyun/koçların değerleri artabileceği gibi, dirhemin satın alma gücü de düşebilir. Yahut da, günümüzde herkesin bildiği üzere, durumun tam aksi de gerçekleşebilir. O halde Hz. Peygamber, koyunların değerini yirmi dirhem olarak belirlerken, onu devlet başkanlığı ve yönetici sıfatıyla ve kendi zamanını itibara alarak takdir etmiştir. Öyleyse, değer ve fiyatlardaki değişmelere uygun olarak söz konusu farkı bizlerin de başka şekilde takdir etmemizi engelleyecek hiç bir mani bulunmamaktadır. İşte bu esasa istinaden \\z Ali de, iki yaş arasındaki farkı, iki koyun veya on dirhem şeklinde takdir etmiştir. Bunun bize gösterdiği husus İse, koyunların Hz. Ali'nin hilâfeti döneminde ucuzlamış olduğu ve dolayısıyla onun, Hz. Peygamber'in emrine muhalefet etmediğidir.
Yazılı zekât emirnâmelerindeki bazı detaylarda görülen bu ihtilafları, yukarıdaki gibi yorumlayıp gerekçesini ortaya koymak, sened ve sübutunu reddetmek suretiyle tamamen terketmekten tabî ki daha evladır. Bu sebepledir ki İmam Yahya b. Maîn. develerin yaşlan ve sayıları ile İlgİİİ belirlenen nisap miktarlarını ve de sığırların nisaplarını kastederek şöyle demiştir: "Zekât miktarlarını belirleyen sahih hiç bir hadis bulunmamaktadır." Bu söz, İbn Hazm'ın Yahya'ya oldukça sert bir şekilde karşı çıkmasına sebep olmuştur. Zira İbn Hazm'a göre bu iddia, tamamen reddi gereken delilsiz bir iddiadır. J.[132] Schacht gibi bir şarkiyatçının da, İslâm zekât sistemi ile ilgili Hz..Peygamberden nakledilen pek çok sarih ve sahih hadis hakkında şüphe uyandırmaya çalışması da böyledir. [133]
Burada inceleyeceğimiz ikinci mevzu da, sığırların nisap miktarı ile ilgilidir. Buna göre sığırların nisabı acaba meşhur olduğu üzere, otuz mudur, yoksa selef ulemasından bazılarının benimsediği veçhile on veya beş midir? Bu hususta bazı değerlendirme ve tesbitlerde bulundum. Şöyie ki:
Anladığıma göre Resûlüllah (s.a.), müslümanların başındaki bulunan devlet başkanı ve idarecilerin eline imkan vermek ve bu yolla yönetiminde bulundukları toplumlar için, zaman, mekan ve ferisinde bulunulan duruma en uygun olanını seçmeleri için, zekâtın miktar ve nisabı ile ilgili birtakım hususları katî olarak belirlememiş ve bunların nisaplarını belirlemeyi bilerek terketmiştir.
Mesela bazı dönemlerde, birtakım devlet başkanları ve idareciler, çağımızda dünyanın muhtelif bölgelerinde bulunan ve maruf olan birtakım sığır cinslerinde olduğu gibi, sığın deveden daha kıymetli, daha yararlı ve daha bol süt veren, daha çok üreyen bir hayvan olarak görebilirler. Dolayısıyla bu bölgelerdeki devlet başkanı veya idareciler, söz konusu nisabı beş deve olarak takdir edebilir ve buna bir koç/koyun, on deveye iki koyun, yirmi deveye dört koyun alınabilir. Bundan sonrası ise Muâz hadisinde olduğu gibi alınır. Bu sığır cinsinin sahipleri, eğer önde gelen zenginferdense, söz konusu bu görüş tercih edilebilir. Yine nisaba on sığır olarak İtibar eden Şehr b. Havşeb'in görüşünü almak da imkan dahilindedir.
Ancak bazı bölgelerde, sığırın, beş on tanesine sahip olanların bile zengin sayılamayacağı kadar değeri de, faydası da az ise, oralarda makul olan meşhur görüşte olduğu üzere, nisap miktarının otuz olmasıdır. İşte bu, İmam Zührî'nİn nisabın otuz olarak belirlenmesi hakkındaki, "Bu Yemenliler hakkında bir hafifletme İdi" mealindeki İfadesini izah etmektedir. Zührî'nin dediğinin doğru olması durumunda, daha sonra ıstılah haline gelen anlamda burada bir nesihten söz etmek mümkün değil demektir. Bu durumda Hz. Peygamber bunu, değişebilen ve bu değişime bağlı olarak hükmü de değişebilecek olan, dönemin maslahatına uygun olarak, onlar hakkındaki hükümleri idare eden müslümaniarın bir idarecisi sıfatıyla yapmıştır. Resûlüllah'ın (s.a.) devlet başkanlığı ve idarecilik vasfıyla yapıp söylediklerine gelince bunlar,[134] Onun peygamberlik/nübüvvet -veya Allah'tan tebliğde bulunma- sıfatıyla yapıp söylediklerinden farklıdır ve her ikisi arasında büyük fark bulunmaktadır. [135]
Atların zekâtı bahsinin sonunda bu mevzuya tekrar döndüm ve atlardan zekât verilmesinin farz olup olmadığı konusunda âlimler arasındaki İhtilafları İnceledim. Buna göre, "Sizden atların zekâtım affettim" hadisini zikrettikten sonra orada şöyle demiştim: Burada tercih ettiğim görüşü, daha Önce sığırların nisap miktarının belirlenmesi konusunda olduğu gibi, zekât ile ilgili yazılı irnâmelerdeki ^üç^k ^\r ihtilaf hakkındaki değerlendirmemde de söylemiştim. Bu ihtilaf şudur:
Hz. Peygamber (s.a.) bunu ümmetine ve İdarecilerine bir genişlik tanımak maksadıyla kasdî olarak terketmiştir. Hz. peygamber bunu ancak ümmetin ve milletin o dönemdeki maslahatının gereğine uyarak emreden-yasaklayan, bağlayıcı kılan-affeden bir devlet başkanı sıfatıyla söylemiştir. Nitekim o dönem, atların zekâttan muaf tutulmasını gerektirmiştir.
Bu durumda Hz. Peygamber'in peygamberlik/ nübüvvet sıfatıyla söyledikleri ile devlet başkanlığı ve idarecilik vasfıyla söylediklerini ayırt etmenin yolu ne olacaktır?
Bunun tahkiki ve birbirinden ayırt edilmesi ancak, ilgili durumların delillerinin bilinmesiyle olabilir. Hadisin mevzuunun, devletin siyasî, ekonomik, askerî, İdarî gibi işleriyle alakalı, maslahata istinad eden bir durum olmasıyla bilinebilir. Bir fiil veya sözün, Hz. Peygamber'den devlet başkanlığı sıfatıyla sadır oluşunu gösteren âmillerden biri de, zaman, zemin ve içerisinde bulunulan durumların değişmesiyle, zikri geçen bir nasla çelişen bir başka nassın, hatta birkaç nassın bir arada bulunmasıdır. Buradan hareketle, o hususta belirli zamanda, geçici cüzî bir maslahata uyulduğu, onunla ebedî ve umûmî bir teşri' kastedİlmediği anlaşılmış olur. Daha sonra İmam Karafî ve İmam Dihievî'nin daha Önce naklettiğimiz sözlerini de delil olarak zikrettim ve ardından şöyle dedim:
Bana göre, -eğer sahih ise- Hz. Peygamber'in atların zekâtını affetmesi, az önce bahsi geçen kısma girer. Zira Hz. Peygamber, kendi dönemindeki cüzî bir maslahatı -ki bu maslahat, cihad için at edinip binmeye teşvik etmektir- kastetmiştir. Hz. Peygamber'in, 'Sizden affettim" buyurduğu hadis de buna delâlet etmektedir. Zira, ?ayet atlar zekât verilmesi gerekli mallar kapsamına girmemiş olsaydı, Hz. Peygamber, "Sizden affettim" buyurmazdı. Çünkü bir Şeyin affedilip ondan vazgeçilmesi, ancak ve ancak söz konusu şeyin 'denilmeyi haketmesinden sonra olabilir. Bazı ulemanın da dediği gibi burada, söz konusu İşin Hz. Peygamber'e bırakıldığına dair îma vardır. Aynı şekilde Hz. Peygamber'den sonra gelen adaletli idarecilerin de kamu yararının gerektirdiği hallere bakarak, atlardan zekât alma veya affedip almama yetki ve selahiyetleri vardır.[136]
Eğer bazı beldelerde atlar sahipleri tarafından ticarî amaçlarla üretilip yetiştirilİyorsa ve bu şekliyle develere orania daha büyük ve önemli bir servet durumuna gelmişse, birkısmından alıp birkısmından almamak suretiyle zenginler arasında hiç bir farklılık gözetmeksizin, atlardan da zekât almak, devlet başkanı veya idarecinin hakkı, hatta vazifesi olur. İşte, eğer sahihse, Hz. Peygamber atlardan zekât almayı affettiği halde, daha sonra Hz. Ömer'in atlardan zekât almasının makul yorumu bu olsa gerektir. Yine de en doğrusunu Allah Teâla bilir. [137]
Sünnetle, yukarıda nakillerde bulunduğumuz tahkik ehli âlimlerin îzah ve açıklamaları ışığında bakılması, deliller arasındaki çelişkilerden kurtulmak maksadıyla pek çok âlimin benimsemiş olduğu nesh görüşüne sığınmaktan bizleri kurtaracağı kanaatini taşımaktayım. Zira nesh, ihtimallerle sübut bulmaz. Çünkü İki nasdan birinin öbürünü neshettiğini söyleyebilmek için, bu iki nasdan hangisinin önce, hangisinin sonra sadır olduğunu bilmek gerekir. Halbuki, mensûh olduğu hükmü verilen hususlardan pek çoğu, gerçekte mensûh değildir. Aksine, bir husustaki iki nas, belirli bir konuda, belli sebep ve şartlar altında sadır olmuş bulunan şer'î-nebevî bir siyaseti temsil etmektedir. Hükmün verilmesine yol açan sebep ve şartlar değişince, bu sebebin sonucu olan hüküm de değişir.
Kurban etlerinin biriktirilmesinin yasaklanıp sonra tekrar mubah kılınmasının nesh olmadığıyla ilgili imamlardan bazılarının söyledikleri, bunun en güzel örneklerindendir. Zira, Şerîatu'l-îslâm adlı eserimde de açıkladığım gibi, Hz. Peygamber, Kurban bayramından sonrasındaki üç günden sonra kurban etlerini biriktirmeyi nehyetmişti. Çünkü, insanlar o günlerde sıkıntı ve zorluk İçerisindeydiler ve ete muhtaçtılar. Ayrıca dışarıdan ete ihtiyacı bulunan bazı delegeler gelmişti. Bu sebeple Hz. Peygamber, devlet başkanı olması ve topluma önderlik etmesi hasebiyle, etleri biriktirmeyi yasaklama emrini vermiştir.
Buhârî'nin Seleme b. el-Ekva'dan rivayetine göra Seleme şöyle demiştir: "Hz. Peygamber, "Sizden kim kurban kesmişse, üç eninden sonra ondan (etten) evinde bir şey bırakmasın!' buyurmuştu. Ertesi sene sahabe, "Yâ Resûleilah! Yine (etleri) geçen sene yaptığımız gibi mi yapacağız?" diye sormuş ve Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
'Yiyin, yedirin ve biriktirin! Zira geçen sene böyle yapmanızın sebebi, İnsanların o zaman sıkıntıda (açlık ve zorluklar) olmalarıydı ve ben böyle yapmakla sizin onlara yardımda bulunmanızı murad etmiştim." Bu hadisin bazı varyantlarında ise, "Ben sizi bundan, (Medine dışından) gelen misafirler sebebiyle menetmiştim" buyurulmuştur.
Görüldüğü üzere bu ve önceki rivayet, Hz. Peygamberdin buradaki yasaklamasının illetini ortaya koymaktadır. Buna göre Hz. Peygamberin bu tasarrufu, saltaların getirdiği geçici bir problemin çözüme kavuşturulmasına yöneliktir ve hükme medar olan illet ortadan kalkınca, hüküm de ortadan kalkmıştır. Kaldıki, "Sizi kurbanların etlerinden biriktirmekten nehyetmiştim; artık onları yiyin, yedirin ve biriktirin!" şeklinde, bunun mubah olduğunu açıkça beyan eden bir hadis de, sonradan îrad buyurulmuştur.
Pek çok fakih, buradaki mübahiığın, Önceki yasaklamayı (nehy) neshettiğini zannetmişlerdir ki, esasen durum böyle değildir. Bu konuda yapılacak bir araştırma, İmam Kurtubî'nin Tefsirinde de belirttiği gibi, bunun nesh kapsamına girmediğini gösterecektir. Kurtubî şöyle demiştir: "Aksine bu, mensûh olduğu için değil, illetin ortadan kalkmış olmasıyla kalkmış olan bir hükümdür. Zira feshedilerek bir hükmün kalkmasıyla, illetin ortadan kalkması dolayısıyla ortadan kalkan hüküm arasında farklılık bulunmaktadır. Çünkü nesh ile ortadan kalkan bir hükümle ilâ nihâye hükmedilemez. Halbuki illetin ortadan kalkmasıyla kalkan hüküm, •İletin dönüşüyle tekrar geri gelir. Eğer bir bölge halkına kurban kesilme zamanında ihtiyaç sahibi insanlar gelmişse, bu bölge ilkinin gelen bu insanların İhtiyaçlarını kurbanları haricinde gidermeye güçleri bulunmazsa, tıpkı Hz, Peygamber'in yaptığı gibi onların da kurban etlerini üç günden fazla bekletmemeleri gerekir."[138] er-Risâle'sinde illetlerle ilgili kısmın sonunda zikrettiği hadis bağlamında İmam Şafiî de, kesin olmasa da bu konudaki yasaklamanın dışarıdan gelenlerle İlgili olduğuna İşaret etmiştir. [139]
Bir bayram günü namazı kıldırıp insanlara hitap ettiği zaman Hz. Ali'nin, bu konudaki Hz. Peygamber'in yasaklamasını hatırlatmak suretiyle etleri üç günden fazla biriktirmekten insanları menetmesi de, bu görüşü desteklemektedir. Nitekim burada bir nesh olduğu kanaatinde olanlar, "Belki de nesh ile ilgili haber Hz. Ali'ye ulaşmamıştır" diyerek, Hz. Ali'nin bu uygulaması karşısında şaşkınlıklarını izhar etmişlerdir. Halbu ki İmam Ahmed, bu konudaki mübahlığın da ruhsatın da Hz. Ali'ye ulaşmış olduğunu gösteren haberlere yer vermiştir. Şu halde burada tercih edilmesi gereken görüş, onun bunu, insanların ihtiyacı dolayısıyla söylemiş olduğudur. Fethu'l-BârVds İbn Hacer, İbn Hazm'm da bu kanaatte olduğunu zikrederek kendi görüşünü şöyle açıklamıştır: "Üç gün tahdidi, o günkü durumla İlgili bir vakıadır. Aksi takdirde, eğer ihtiyaç ancak bütün etlerin dağıtılmasıyla giderilecek olsa, bu durumda etlerin bir gece dahi olsa hiç bekletilmemesi gerekirdi.[140]
Râfıî, bazı şafıîlerin şöyle dediklerini nakletmektedir: "Bu konudaki haramlık, bir illetten dolayı idi. İllet ortadan kalkınca, hüküm de ortadan kalkmış oldu. Ne var ki illetin geri dönmesi, hükmün de geri dönmesini gerektirmemektedir. Her ne kadar Fethu'l-BârVsinde İbn Hacer bu görüşü desteklemişse de, diğer şâfıiler bu görüşün uzak bir ihtimal olduğu kanaatindedirler."[141]
Eğer onlar, bu konudaki nebevi yasaklamayı, halkından mesul bir devlet başkanı veya İdarecenin tasarruflarından ve o günkü şartlarla ilgili şer'î siyasetin gereği olarak görebilselerdi, rahatlamış olacaklardı. Zira bu, mubah olan bir şeyi sınırlamaktan, şartların gerektirdiği bir yardımı gerekli kılmaktan öte bir şey değildi. şükürler olsun kt burada da problem teşkil decek bir durum bulunmamaktadır. [142]Bu konuyla ilgili olarak, Allâme Ahmed Muhammed Şâkir'e aydınlatıcı bir değerlendirmeye rastladım. O, İmam Şafiî'nin er-Risâle'$\ ile îhtilâfü'l-hadls'mde, yasaklamadan sonra kurban etlerinin biriktirilmesinin mübahhğı hakkında zikrettiği hususları naklettikten sonra şöyle demiştir:
"Görüldüğü üzere İmam Şâfıî, bu konudaki görüşünde tereddüt geçirmiştir. Zira o bazan nesh görüşünü benimsemekte, bazan da yasaklamanın gerekli değil, ihtiyarî olduğunu söylemekte; bazan ise nehyi bir mânaya tahsis etmekte ve ancak onun ortaya çıkarılması durumunda nehyin sabit olacağını söylemektedir. Halbuki bana göre tercihe şayan olan görüş şudur: Etleri üç günden fazla bir süre biriktirmekten nehiy, Hz. Peygamber'in yalnızca dışarıdan gelen misafirleri itibara alarak ortaya koyduğu bir tasarruftur. O halde bu, genel işlerle ilgili bir teşri' yoluyla değil de, insanların maslahatlaını görüp gözeten bir devlet başkanı ve idareci sıfatıyla sadır olan bir tasarruftur. Dolayısıyla buradan hareketle, bir yöneticinin benzer durumlarda emir ve nehiy selahiyetinin bulunduğu ve onun bu emrine itaatin gerekli olduğu ve kimsenin kendisine muhalefet edemeyeceği sonucunun çıkarılması mümkündür. Bunun delili ise, sahâbîlerin bu konudaki sıkıntıyı atlatıp tekrar Hz. Peygamber'e sorduklarında Hz. Peygamber'in, "Bunda ne var kî?" buyurmuş olmasıdır. Onlar Hz. Peygamber'e bu hususla ilgili yasaklamasını hatırlattıklarında, onlara bu konudaki nehyinin sebep ve illetini açıklamıştır. Şayet bu nehiy teşri' olsaydı, Resulüllah böyle bir hükmün var olduğunu fakat sonradan neshedildiğini mutlak surette onlara söylerdi. Halbuki Hz. Peygamber'in sadece nehiydeki illeti açıklaması, bu tür hususların devlet başkanı veya idarecinin gördüğü maslahata göre çözüldüğünü ve bu gibi durumlarda ona itaatin gerekli olduğunu öğretmeyi murad ettiğini gösterir. Dolayısıyla bu konudaki emir, ihtiyarîlîk değil, gereklilik (farziyet) ifade eder. Fakat bu, yalnızca belli bir zamanla sınırlı olup hususî bir mânası olan ve devlet başkanının da itibara aldığı bir maslahattan Öte geçmeyen bir farzdır.[143]
Ne var ki bu, oldukça dikkat gerektiren, üzerinde düşünülmeye muhtaç, ileri görüşlü olmayı ve Kitap ve Sünnet'i iyj bilmenin yanında onların mânalarını da bilmeyi îcap ettiren bir mesele olduğu kadar, Allah Teâla'nın kendilerine hidâyet ettiği kimselerden başkaları için bir çok meselede uygulaması oldukça zor bir durumdur." [144]
Usûl ve kelâm âlimleri, Resûlüllah'ın (s.a.) İçtihatta bulunması konusunda İhtilaf etmişlerdir. Buna göre onlardan bazıları, şer'î hususlarda Hz. Peygamberin içtihadının olamayacağını, çünkü Onun (s.a.) vahiy almaya muktedir olduğunu, dolayısıyla vahye göre daha alt derecedeki içtihada başvurmak suretiyle daha üstün bir kaynak olan vahiyden veya zanna başvurarak yakînden müstağni kalamayacağını belirtmişlerdir. Onlar Necm sûresinde bulunan, "O arzusuna göre konuşmaz, o (bildikleri) vahyedilenden başkası değildir [145] âyetlerini de bu görüşlerine deiil olarak göstermişlerdir. Zira onlara göre bu âyet, Onun (s.a.) ancak vahye dayanarak konuştuğunu haber vermektedir. İçtihadından sadır olan hükümler ise, vahiy olmayıp buradaki olumsuzluğun (nefy) kapsamına da girmemektedir.
Diğer âlimler ise, bu görüşe Kur'an, Sünnet ve aklî bazı deliller getirmek suretiyle cevap vererek şöyle demişlerdir: "Onların delil getirdikleri bu âyet, lehlerine bir delil değildir. Zira bu âyet Kur'an'dan bahsetmektedir. Katâde'den nakledilen bir rivayete göre de anlamı, "Kur'an'da onun arzusundan sadır olan bir şey yoktur; bilakis o, Allah tarafından kendisine gönderilmiş bir vahiydir" şeklindedir ki, bunu Kurtubî de Tefsir'mâe zikretmiştir. [146] Şevkani de, bu konuda "O arzusuna göre konuşmaz..." âyetini deli!
Doğru etme enlere, "Bu âyette kastedilen Kuran'dır; zira müşrikler 'Onu bir öğretiyor..."[147] demekteydiler. Onların dedikleri bir an için kabul edilse bile, bu Hz. Peygamber'in içtihadının Yamayacağına delâlet etmez. Zira O (s.a.), ietihad ile de vahiy ile de müteabbid iken arzusu ile konuşmamakta, bilakis yine vahye istinad lektedir" şeklinde cevap vermektedir. [148]
Bu âlimler, Hz. Peygamber'in içtihadının olamayacağına kail olanlara, bizzat Hz. Peygamber'in ietihad ettiği vakıaları zikrederek cevap vermişlerdir. Mesela Onun (s.a.), "Peki, babanın borcu olmuş olsaydı bu hususta ne derdin? " sorusu, oruç öncesi Hz. Ömer'e hitaben, "Mazmaza yapmış olsan ne olacaktı? " demesi, İbn Abbas'a, "Izhır otu hariç olsun" sözü ve nihayet, "Bu şiiri onu öldürmezden önce işitmiş olsaydık, onu öldürmezdik" ifadeleri, bu cümledendir.
Bu sebepledir ki âlimlerin pek çoğu, Hz. Peygamber'in içtihat etmesinin caiz olduğuna ve bir çok davada fiilî olarak da bunun vuku bulduğunu söylemişlerdir. Onlara göre Hz. Peygamber, ietihad ettiği zaman bazan hata da edebilir ve Onun (s.a.) bu hatasını tashih etmek üzere vahiy inerek doğruyu açıklar. Böylece O (s.a.), asla hata üzere bırakılmaz. Bu, Onun diğer müetehitler karşısındaki hususî bir meziyetidir. Bunun için, içtihat yoluyla gelen hükümleri usûlcüler, "vahy-i bâtın/gizli vahiy" olarak isimlendirmişlerdir ki bu, her ne kadar vahyin kendisi değilse de, vahye benzemektedir.
Ancak Hz. Peygamber'in bu içtihadı mahza dünya işleriyle alakalı olduğu zaman, bu iki grup âlim arasındaki görüş ayrılığının daha da belirginleştiği görülmektedir. Keşfü'l-esrâr' da Hz. Peygamber'in içtihatları ile ilgili âlimler arasında var olan ihtilaf zikredildikten sonra şöyle denmiştir: "Âlimlerin tamamı, Onun (s.a.) savaşlar ve de dünya işleri konusunda, kendi re'yiyle amel etmesinin caiz olduğu konusunda İttifak halindedirler. Yine onlar, savaş gibi işlerde Hz. Peygamber'in içtihat ve re'y ortaya koymasının caiz olduğunda ittifak ettikleri gibi, bu tür hususlarda Ona (s.a.) muhalefette bulunmanın, caiz olduğunda da görüş birliği içerisindedirler. Nitekim Hz. Peygamber, Hendek savaşı sırasında Gatafan Kabîlesi'ne savaştan vazgeçmeleri karşılığında Medine hurmalarının üçte birini (1/3) vermek istediğinde iki Sa'd (Sa'd b. Muâz ve Sa'd b. Ubâde) muhalefet etmiştir. Aynı şekilde Bedir günü ordu karargâhının yeri konusunda da Hubâb b. el-Münzir Hz. Peygamber'e muhalefette bulunmuştur."[149]
Öte yandan, azâd edilmesinden sonra Berîre, kocası Muğîs'e dönmesi konusunda Hz. Peygamber'in arabuluculuğuna muhalefet etmiştir. Zira kocası ona oldukça bağlı olmasına rağmen o, kocasından hiç hoşlanmıyordu. Hz. Peygamber, onunla kocasına dönme hususunu görüşüp kendisinin yalnızca bir aracı olduğunu bildirince Berîre, "Benim ona ihtiyacım yok" demiştir. Bu rivayet, sahih kaynaklarda sabittir. [150]
Burada bilmemiz gereken önemli hususlardan biri de, Hz. Peygamber'den varit olan bazı konuların, Allah'tan sevap almak ve Onun (c.c.) rızasını kazanmak arzusuyla yapılması veya uzak durulması istenilen dîni konulardan olmaması meselesidir. Hatta bu taleplerden bir kısmı, emir ve nehiy sîgasında gelseler bile, durum farklılık arzetmez. Usûlcüler bunu, "emr-i irşad" veya unehy-i irşad" diye isimiendirirler. Emirdeki irşad hususunda onlar, borçlanma âyetinde Allah Teâlâ'nm, "Ahş-verişte bulunduğunuzda şahit lutun"[151] emrini; nehiydekİ İrşada ise, "Ey îman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın''[152] nehyini örnek göstermektedirler. Ne var ki onların bu hususu, ilgili bazı hadislerle misallendirmeleri daha uygun olurdu. Zira bu konuda hadislerdeki irşat, daha açık ve çok daha barizdir. Çünkü Kur'an'ın emirleri, mendupluk ve irşad, nehiyleri de mekruhluk veya irşad ifade etmesi yönüyle tartışılabilir.
Aynı şekilde onlar, nedb ile irşad arasında da fark gözeterek şöyle demişlerdir: "Bu konudaki fark, nedbin âhirette sevap elde etmeye, İrşadın İse dünya menfaatini temine yönelik olmasıdır. Buna borçlanmalarda şahit tutmayı terketmekle âhiret sevabı L-çilmeyeceği gibi, bunun yerine getirilmesiyle de sevapta bir artma olmaz-[153] Bu durum bize, Hz. Peygamber'in bazı emirlerinin vücup ve müstehaphk ifade etmediğini, bilakis kendilerinin de bu konuda içtihat edip başka bir görüşe kail olmalarına imkan tanıyan dünyevî menfaatlere yönelik bir İrşat olduğunu anladıklarında sahâbîlerin Resûlüllah'ın bazı emirlerini nasıl terkedebildiklerini gösterir.
Bunun misali, Hz. Peygamber'in "Yahudi ve hıristiyanlar (saç ve sakallarını) boyamıyorlar; öyleyse (boyamak suretiyle) siz onlara bu hususta muhalefet edin"[154] mealindeki, ağarmış saç ve sakalların boyanmasıyla ilgili emridir. Hafız İbn Hacer'in Fethu'l-BârVĞz belirttiği gibi, -Hz. Peygamber'in bu hadisine rağmen- sahabe içerisinde saç ve sakallarını boyamayanlar bulunmaktadır ki, Ali b. Ebû Talip, Übey b. Ka'b, Seleme b. el-Ekva', Enes b. Mâlik gibi bir çok sahâbî boyamayı terkedenler arasındadır.[155]
Hafız İbn Hacer, bu hususta selef âlimlerinin kına ile boyama hakkındaki ihtilaflarını ve de boyamayı terketmelerini zikrederek şöyle demiştir. "Ancak mutlak surette kına kullanılması daha evladır. Zira kınada, Ehl-i kitaba muhalefet emrine uyma söz konusudur. Ayrıca kınayla saçları toz vb. şeylere karşı korumak da mümkündür. Ne var ki, bir beldenin saç boyamama gibi bir örf ve âdetinin olması, bundan müstesnadır. Çünkü böyle bir durumda toplumdan ayrı hareket eden kimse, şöhret makamında olur ki, o kimsenin bunu terketmesi, kendisi için çok daha evladır."[156]
Görüldüğü gibi, bu tür bir emri toplumun Örf ve âdetine bırakıp meseleyi müsamaha ile ele almakla Hafız İbn Hacer –Allah ona rahmctiyle muamele etsin- Sünnet'e ittİba adına günümüzde bazı kimselerin yaptıklarından çok daha insaflı bir görüş ortaya koymuştur.
Aynı şekilde, ''Oğlunu Rebâh, Yesâr, Eflah ve NâfV diye isimlendirme "[157] hadisi de bu kabildendir. Zira bu hadise rağmen sahabe döneminden bu yana müsfümanlar çocuklarını bu isimlerle isimlendirmektedirler. Halbuki bunda dîni bir kerahet olmuş olsaydı, onlar çocuklarını bu isimlerle isimlendirmezierdi. [158]
Kanaatimce, tıbbî nitelik arzeden veya bir tür sürme veya belirli türden yiyeceklere veyahut da giyeceklere teşvik etmek suretiyle böyle bir mâna ifade eden hadislerde bu cümledendir. Yani terkedİlmesi durumunda sevabında eksiklik olmayan, yapılmasıyla da sevabı artmayan irşatlar kabilindendir.
Buna göre, bir hadiste de geçtiği üzere, siyatik hastalığına tutulmuş bîrine Resûlüllah'ın (s.a.), "Arap koyununun kuyruğunu" önermesi, [159] buna uyanın sevap kazanıp terkedenin de kınanacağı dîni işlerden değil; Arap toplumunun tecrübesiyle ilgili dünyevî bir iş hususundaki irşad cümlesindendir. Bu itibarla günümüzde bir m üs lü man bunu terkederek ihtisas sahibi bir doktorun yanında tedavi olup onun görüşünü alabilir ve bu durumda da Sünnet'e muhalif davranmış olmaz.
Hz. Peygamberin, ''Uyuyacağınız zaman size 'ismid/antimuvan'ı tavsiye ederim: zira o, gözü güçlendirir ve saçı da büyütür " hadisini de böyle anlamak gerekir.
Hz. Peygamber'den nakledilen "Size Lismid' tavsiye ederim; zira o saçı bitirir, çapağı giderir ve görmeyi netleştirir" [160] gibi, mid" ''e sürmelenmeyi tavsiye eden hadislerin tamamı irşat ' luyla irad edilmiştir. Şu halde müslümanların göz doktorlarının [161]chis ve reçetesine uymasında hiç bir sakınca yoktur/Eğer itimad jj[jr bir doktor bir müslümana, "îsmid sana münasip değil ve sana . jr yararı da yoktur" dese, bu müslümanın ismidden uzak durması gerekir ve bununla da sünnete muhalif davranmış olmaz. Bilakis bu kimse, her alanda ilim ve ehliyet sahibi kişilere müracaat etmenin gerekli olduğu şeklindeki İslâm'ın yol göstericiliğini benimsemiş; "Zarar vermeye karşı zararla karşılık vermek yoktur" [162] mealindeki hadis gereğince de amel etmiş olur. Zira Resülüllah (s.a.), cisimlerin tıbbini ikame etmek üzere gönderilmemiştir; çünkü bu tıbbın ehli olan kimseler bulunmaktadır. Bilakis o, kalp, akıl ve gönüllerin tıbbı/tedavisi için gönderilmiştir.
Günümüzde hakkında yoğun münakaşaların yapıldığı, bir kaba düşen sineğin tamamen batırılması ile ilgili hadise bu açıdan bakılırsa, hem biz hem de başkaları rahatlamış olacak. Buna göre hadis, dünyevî bir konuda, gıda maddeleri az ve sınırlı bir çevreye yönelik irşadı temsil eder. Bu itibarla çocuklarını sade ve zor hayat şartları ile cihad hayatı ve teyakkuz durumuna göre yetiştiren bir toplumda içerisine sinek düşmüş olan yemeğin tamamını dökmek gerekmeyecektir.
Bununla birlikte hadisin, sineğin bir kanadında zehir, diğer kanadında ise panzehir olduğunu bildirmesi, gerek diğer toplumların gerekse Arapların tecrübesinin fevkindedir. Bu sebeple, sırf mümkün görmeme gerekçesiyle bu hadiste bildirileni reddetme veya yalanlama yoluna gitmemeliyiz.
İslâm âlimlerinin "tıbb-ı nebevî" diye adlandırdıkları şeyle ne kadar gurur duyarsak duyalım, ittifakla kabul edildiğine göre Hz. Peygamber, tıbbî konulan bildiğini iddia etmemiş, bunun içjn gönderildiği iddiasında da bulunmamıştır. Bildiğim kadarıyla görüşlerine itibar edilen âlimlerden hiç birisi de, sahih hadislerde zikri geçen muhtelif tedavi şekillerinin genel ve mutlak olduğunu söylememiştir. Bilakis, -bazı kereler umumî lafızlarla varit olsa da-söyleniş zamanı, mekanı ve belli durumlara mahsustur. [163]
Asrının ilmî ölçülerine göre "tıbb-ı nebevi" ve ondaki fayda ve hikmetlere oldukça Önem vermiş olmakla birlikte, Zâdü 1-meâdfî hedyi hayri'l-ibâd adlı eserinde Muhakkik İbn Kayyim (el-Cevzİyye), bu konudaki nebevi emir ve irşatların çoğunun bütün İnsan ve toplumlar İçin genel olmayıp, bilakis söylenilen çevreye mahsus olduğuna dikkatleri çekmektedir.
Mesela Hz. Peygamberin siyatiğin tedavisi ile ilgili tavsiyesinin burada ele alalım. İbn Mâce'nİn Sözen'inde Muhammed b. Şîrîn, Enes b. Mâlik'in Hz. Peygamber'den şöyle işittiğini bildirmiştir: "Siyatiğin tedavisi, yaşlı çöl koyununun kuyruğundadır. Kuyruk üç parçaya ayrılır, sonra her gün sade olarak biraz içilir."[164]
İbn Kayyim şöyle der: "Siyatik, uyluk mafsalında başlayan bir ağrı olup, uyluğun arka tarafından, hatta bazan topuğa kadar inmektedir. Süresi uzadıkça inmesi de artar ve bu artışla birlikte diz ve ayak zayıf düşer. Buna göre bu hadiste, hem lügat hem de tıbbî (ıstılah?) anlam vardır. Lügat anlamı, bu şekilde adlandırmaya karşı çıkanların aksine o, bu hastalığın "ırku'n-nesa" şeklinde "siyatik" olarak isimlendirilmesinin caiz olduğuna bir delildir. Bir kimse, "nesa" ile "ırk" kelimelerinin her ikisisin de 'damar' anlamına geldiğini ve bunun da bir şeyin yine kendisine izafe edilmesi anlamına geleceğini ve dolayısıyla böyle bir şeyin kabul edilemeyeceğini' söyleyebilir ki, bunu söyleyene iki şekilde cevap verebiliriz:
Birincisi: 'Irk', 'nesa'dan daha büyük olup bu, tıpkı 'küllü'd-râhim ev ba'dihâ=dirhemlerin tamamı veya bir kısmı' ,Hanımında olduğu gibi, umumî olanın hususî olana izafe edilmesi kabjlindendir.
İkincisi: 'Nesa', damarda ortaya çıkan bir hastalık olup, bu durumda böyle bir tamlama, bir şeyin yer ve mahalline izafeti seklinde olmaktadır. Bu şekilde adlandırılmasının gerekçesi İse, onun ağrısının diğer ağrıları unutturması sebebiyledir. Bu damar, uyluk mafsalından başlayarak ayak kemiği ile siniri arasında bulunan sağ topuğun arkasından ayak arkasına kadar uzanmaktadır.
Bunun tibbî/ıstıiahî anlamı ise, Resûlüllah'ın sözlerinin bağlam ve kapsamında gizli olup, daha önce de zikredildiği üzere Onun (s.a.) sözleri bu anlamda iki türlüdür:
1. Zaman, mekan, şahıs ve durumlara göre genel nitelikli olanlar.
2. Bu hususlar ile bunlardan bazısına göre özel olanlar ki, Hz. Peygamber'İn siyatik hastalığının tedavisi ile ilgili sözü de bu kısma dahildir. Çünkü bu, Araplar ile Hicaz ahalisi ve civar bölgelerde yaşayan, Özellikle de çölde hayat süren bedevîlere yönelik bir hitaptır. Zira, kuruma ve bazan da kalın elastikî bir madde dolayısıyla zuhur eden bu hastalığın, bedevîlerin hayat şartları dikkate alındığında, onlar için en faydalı ve geçerli tedavi yöntemi olduğu ortaya çıkar. Bu durumda kurumadan dolayı meydana gelen bu hastalığın tedavisi de, yumuşatmaktır. Koyunun kuyruğunun ise, pişirme ve yumuşatma gibi iki özelliği bulunmaktadır. Yani onda hem pişirip olgunlaştırma hem de mevcut hastalığı dışarı atma özelliği bulunur ki, bu hastalığın tedavisi de bu iki hale muhtaçtır. Burada bizzat çöl koyununun belirtilmesinin sebebi ise, bu koyunların (pis) atıklarının az olması, cüssesinin küçüklüğü, özünün yumuşaklığı ile otladığı yerlerin özellikleri gösterilebilir. Zira bu Oyunlar, sıcak bölge iklimlerinde bulunan birtakım kuru otlardan Ulanmaktadır. Buna göre bir hayvan bu otlardan otlandığı zaman, tabü olarak etinde de bu otların özellikleri meydana gelir ve özellikle Uyruğu olmak üzere eti daha yumuşak haie geiir. Bu tür iklimlerde bulunan otların hayvanların sütüne olan bilfiil etkisi, etlerine olandan-ah güçlüdür. Bununla birlikte kuyruktaki yumuşatma ve pişirme niteliği, sütte bulunmamaktadır. Bu İtibarla daha Önce de zikredildiğj gibi, muhtelif milletler ile bedevilerin genel olarak kullandıkları ilaçlar, herhangi bir katkısı olmayan sade ve terkipsiz ilaçlardır Ayrıca Hint Alt Kıtası tabiplerinin uyguladığı tıbbî yöntem de budur.
Rum/Bizans ve Yunanlı tabipler ise, birkaç maddenin karışımıyla oluşturulan terkipii ilaçlara önem verip onları tavsiye ederler. Ne var ki onların hepsinin görüş birliği içerisinde olduğu nokta, bir tabibin hünerinin evleviyyetle diyet tedavisinden geçtiği; eğer o bu tedavi yönteminde acze düşmüşse, terkipsiz olarak yalnızca bir madde ile tedavi edeceği, bunda da aciz kalırsa en az terkipii olan tedavi yöntemini tercih edeceği hususudur.
Daha önce de geçtiği gibi Araplar ve bedevîler, genel olarak basit hastalıklar ile bu hastalıklara münasip sade ve basit ilaçlara alışkın İdiler. Aynı zamanda bu, onların yiyip içtikleri gıda maddelerinin sade ve basit olmasından kaynaklanmaktaydı. Karışık ve kompleks hastalıklar ise, genel olarak çeşit çeşit gıdaların bileşmesinden meydana gelmekte ve tabiatıyla da bu hastalıkların tedavisi için bileşimli kompleks ilaçlar tercih edilmekteydi. En iyiyi Allah bilir."[165]
İbn Kayyim aynı metodu Medine hurmasından söz ederken de sürdürmektedir. Sahîhayn'da Sa'd b. Ebî Vakkas'tan nakledilen bir hadise göre Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim sabahları, Medine civarında bulunan hurmalardan yedi hurma yerse, o gün o kimseye, ne zehir ne de sihir bir zarar verebilir. [166]" Hadisin başka bir rivayetinde ise, "Sabahladığı zaman her kim Medine'nin iki karataşhğı arasında yetişen hurmalardan yedi tane yerse, akşam oluncaya kadar ona zehir zarar veremez" [167] buyurulmuştur.
Kendi ve çağının ilmi ölçülerinde hurma ve hurmanın faydalarından, özellikle de Medine halkının en önemli azığı ve besin kaynağı olan Medine hurmasından bahsettikten sonra İbn Kayyim şöyle demektedir:
"Bu hadis, Medine halkı iie civarındakiier olmak üzere, kendisiyle hususî bir şey kastedilen bir hitap tarzıdır. Hiç şüphe voktur ki; muhtelif bölgelerin, başka mıntıkalarda bulunmayan ve kendilerine mahsus oldukça faydalı ilaçlan bulunmaktadır. Buna söre bir bölgede geliştirilen bir ilaç, orada baş gösteren bir hastalığı tedavi ederken; başka bir bölgede geliştirildiğinde toprak veya hava veyahut da her ikisinin tesiriyle, aynı yararı sağlamayabilir. Çünkü, tıpkı insanların karakterlerinin farklı farklı olması gibi toprakların da tabiatı farklılık arzeder. Pek çok bitki türü, bazı bölgelerde gıda maddesi olarak yenilirken, diıer bazı yörelerde öldürücü bir zehir olabilmektedir. Bir bölge halkı için ilaç olan pek çok madde, başka bölgelerin insanları için gıda olabilmektedir. Aynı şekilde nice halkların, muhtelif hastalıkları tedavi etmek için bulmuş olduğu ilaçlar, başka halkların farklı hastalıkları için kullandıkları bir ilaç olabilir. Bir beldenin kullandığı ilaçlar, başka bir belde halkının kullanımına münasip olmayacağı gibi fayda da sağlamayabilir.
Bu itibarla, zikri geçen hurma bazı zehirlere faydalı olabilir ve bu durumda hadis, âm/umumî olanın tahsisi kabilinden olur ki, yalnızca bu beldeye ve bu topraklara mahsus her türlü zehire panzehir olabilir. Ne var ki burada açıklanması gereken bir nokta vardır: Bir ilacın hastaya faydalı olabilmesi için, o hastanın söz konusu bu ilacı kabul edip yararına inanması, bünyesinin de ilacı kabullenmesi ve böylelikle hastalığı atlatabilmesi için ondan yardım beklemesi şarttır. Şu kadar ki pek çok tedavi, inançla, tedaviyi kabullenmeyle ve mükemme! mânada bir umut -besleme ile fayda temin eder. Nitekim bazı kimselerin bu konuda önemli tesbit ve gözlemleri bulunmaktadır. Zira insan tabiatı, onu aşırı bir istekle kabul etmek isteyip onunla sevinmek arzusundadır. Böylece hastanın kendisine bir güç ve kuvvet gelir ve bu kuvvet onun tabiatını güçlendirerek meyil ve içgüdüsünü hareketlendirir. Netice itibariyle de bütün bunlar, hastanın rahatsızlığını atlatmasına yardımcı olur. Bunun aksine olan durumlarda ise, belli bir hastalığın tedavisinde oldukça faydalı ve etkili olan bir ilaç, hastanın bu hususta inancının bozuk olması ve bünyesinin ilacı kabullenmemesi sebebiyle ilaç ona bir yarar sağlamaz.[168]
îbn Kayyim burada, meselenin psikolojik yönü ve bunun hastalığın teşhis ve tedavisindeki önemi ile hastalığın çabucak şifa bulmasındaki ehemmiyetine dikkatleri çeker. Günümüzde ise bu, "hastaya psikolojik telkin ve motivasyon" olarak bilinir ve modern tıp tarafından da alabildiğine uygulanmaktadır.
İbn Kayyim'in Zâdü'l-meâd'mda., muhtelif vesilelerle tekrarlayıp durduğu ifadelerinde itibara alınması gereken diğer bir husus ise, tıp gibi konularda varit olan hadislerin çoğunun, genel ve mutlak olarak anlaşılmayacağıdır. Zira ona göre bu hadisler, çoğu kere belli şart, mekan ve durumlarla ilgili olup, başka durumlar için geçerli addedilmesi uygun düşmez. Aksine, Miftâhu dâri's-saâde adlı eserinde zikrettiği gibi bu hadisler, Hz. Peygamber'in sırf beşerî görüş ve tecrübelerinden sadır olmuştur ki, onun bu kitaptaki görüşünü ileride nakledeceğiz.
Öyleyse şimdi, "Size sığır süt ve yağını tavsiye ederim; zira onun sütü deva, yağı da şifâdır. Fakat etinden sakının; çünkü onun eti hastalıktır (hastalık üretir). " Bu hadisi, Hâkim, İbnü's-Sinnî ve Ebû Nuaym İbn Mes'ûd tarikiyle nakletmişlerdir. Hâkim bu rivayetin "sahih" olduğuna hükmetmiş, Zehebî de bu hükmünde ona uymuştur. Elbanî ise rivayete Sahlhu'l-câmii's-sağîf'inde yer vermiştir.[169]
Bu rivayetin bir benzeri, "Size sığır süt ve yağını tavsiye ederim; zira onun sütü şifa, yağı deva eti ise hastalıktır" şeklinde, Suheyb kanalıyla rivayet edilmiştir ki, bunu da İbnü's-Sinnî ve Ebû Nuaym tahric etmiş, Elbanî İse "sahih" addetmiştir. Buna benzer başka bir rivayette de şöyle geçmektedir: "Sığırın sütü şifa, yağı deva, eti ise hastalıktır,'''' Bunu da Taberânî el-Mu'cemü'l-kebîr''inde Müleyke Binti Amr tarikiyle nakletmiştir. Bu rivayet de, Sahİhu'l-Cdmiİ's-sağîrdç yer almaktadır. [170]
Kur'an ve Sünnet'teki delillerin yanında vakıayla da çelişki rettiği [171] gerekçesiyle ve özellikle de Hâkim'in hadisleri sahih ödetme konusundaki gevşekliğini dikkate alarak, bütün bu yetlerin sanjh olarak değerlendirilmesini kabul etmeyip onları reddetmek mümkündür. Akıl, nakil ve usûle muhalif olsa da, bu rivayetleri Elbanî, metinlerini itibara almaksızın sadece tarîklerinin çokluğunu dikkate alarak sahih saymaktadır.
Diğer taraftan bu rivayetlerin senetlerinde bulunan râvilerin de, çeşitli yönleriyle tenkit edildiği göz önünde bulundurulmalıdır.
Hâkim ve Elbanî'nin bu rivayetleri "sahih" addetmelerini kabul etmemiz durumunda, söz konusu bu hadislerle ilgili bizim yorumumuz ise şöyledir: Acaba, sığırların etlerinin hastalık olduğunu haber veren bu hadisler, heva ve hevesinden konuşmayan Hz. Peygamber'den sadır olan dîni ve teşri'î nitelikli midir ve de vakıaya uygun düşmekte midir? Şayet bu hadis, dinden olsaydı bütün yönleriyle vakıaya uygun düşmesi ve teşri'den sayılıp üzerine sorumluluk terettüp etmesi gerekirdi. Ayrıca hastalık olarak addedilen sığır etinin yenilmesi de, zararından sakınmak için haram veya en azından tahrimen mekruh olurdu. Zira zarar vermek de zarara karşılık vermek de yoktur. Ancak yukarıda zikredilen İbn Mes'ûd rivayetinde, "Sizi sığır etinden sakındırırım" ifadesiyle açık bir şekilde nehyedilmiştir.
Halbuki inek eti, İslâm dünyası dahil dünyanın her yerinde yenilmektedir. Asırlardan beri müslümanlar bu eti yemiş yenmesinde hiç bir sakınca görmemiş ayrıca da, onda herhangi bir hastalığa rastlamamışlardır. Hatta sahih olarak nakledilen bazı hadislere göre, Hz. Peygamber'in kendisi de ailesi adına sığır kurban etmiştir. Yine Hz. Peygamber, hacda ve kurban bayramında sığır kesmeyi meşru kılmış ve onu yedi ortağın kurban edebileceğini' bildirmiştir.
O halde, bunları İbn Kayyim'in Zâdü'l-meâd'ı ile Miftâh'mda. dile getirdiği hususlar doğrultusunda nasıl yorumlamalıyız? Yani bütün bu hadisleri Hz. Peygamber'in, sığır cinslerinin tamamı hakkında değil de, muayyen bir sığır cinsi hakkında ve özel bir durum için îrad buyurmuş olmasını kastediyorum. Aksi takdirde bu hadisler, Mâide, En'âm ve diğer sûrelerde, sığır etinin helâl olduğunu ifade eden Kuran âyetlerine ters düşecektir. [172]
Bana göre Allâme İbn Haldun şu sözünde doğrudan sapmamıştır: "Şeriatın kaynaklarında nakledilen -yani Sünnet'te-tıbbî hadisler de, Dihlevî'nin de belirttiği gibi, risaletin tebliği kabilinden değildir. Bilakis ancak, âdet cibillî/yaratıhştan kaynaklanarak meydana gelen şeylerdendir." İbn Haldun daha sonra, en meşhur eseri Mukaddime'sinde şöyle demiştir:
"Çölde yaşayanların da, çoğunlukla birtakım kimselere ve sınırlı tecrübelere istinad ettirdikleri ve bulundukları mahallin önde gelenleri ile kocakarılarından tevarüs ettikleri bir çeşit tıbbî bilgiye sahiptirler. Bu tür tıbbî bilgiler içerisinde doğru olanlar bulunsa da, onlar, tabiî bir kurala dayanmarnasmın yanında, insanların mizaç ve karakterlerine de uygun düşmez. Araplar arasında bu Özellikteki tıp oldukça yaygındı ve onlar arasında Haris b. Kelede gibi meşhur tabipler bulunmaktaydı. Şer'î kaynaklarda nakledilen tıp da, bu cümledendir ve bu hususta vahye istinad eden bir şey yoktur. Onlar sadece Arapların muîad bir şekilde uygulayageldikleri yöntemlerdir. Hz. Peygamber'in âdet ve tabiî hayatıyla ilgili bazı hususlar nakledilirken, Onun tıpla alakalı bazı hususları da anlatılmıştır kiar? meşru olması veya aynı tarzda uygulanması yönüyle bakled'ilmemiştir. Zira Hz. Peygamber bizlere, tıp ve diğer tabiî Çinileri öğretmek için değil, şer'î esasları öğretmek üzere önderilmiştir. Nitekim -daha önce de etraflıca tetkik edildiği üzere-hurmaların aşılanması hadisesindeki tecrübesinden sonra, 'Siz dünya islerinizi daha iyi bilirsiniz' buyurmuştur. O halde sahih hadislerde nakledilen tıpla ilgili hususların, meşru (yani yerine getirilmesi istenmiş) şeylere hamledilmesİ gerekmemektedir. Kaldıki bu hadislerde buna delâlet eden bir yön de yoktur. Ne var ki mübarek sayma (teberrük) ve imanın yenilenmesi babından kullanılması durumunda bir fayda teinin eder ve tesiri de büyük olur. Ancak bu, tabiî tıpta bulunan bir durum değil, bilakis, Onun (s.a.) karnı ağrıyan bir kimseye bal yemesini tavsiye etmesinde olduğu gibi, imanın mesaj ındaki etkidir. En doğruya ulaşmada bizlere hidâyet eden Allah'tır ve Ondan (c.c.) başka da ilah yoktur."[173]
Hz. Peygamber'in, melek olmayıp bir beşer olduğunda şüphe yoktur ve risâleti Onun (s.a.) beşer olma özelliğini ortadan kaldırmamıştır. Onun bazı söz ve fiilleri, sırf beşer olması gereği sadır olmaktadır. Mesela, koyunların kol etini ve kabağı sevmesinin anlatıldığı rivayetlerde olduğu gibi kî, bu ve benzeri durumlar, insanların mizaçları ile alakalı hususlar olup mizaçlardaki farklılıklara göre değişiklik arzeder. Buna göre eğer bir müslüman kol etini değil de sırf et veya buttan hoşlanırsa, bunun o kimseye herhangi zararı olmadığı gibi, sakıncası da yoktur. Keza kabak sevmeyip başka sebze çeşitlerinden hoşlanmasında da, durum aynıdır.
Yine Hz. Peygamber, beşer olması gereği hoşlanmadığı gibi bazan da öfkelenebiliyordu. Öfke halinde ise, bazı insanlara karşı kastetmediği söz ve dualar Ondan (s.a.) sadır olabiliyordu. Bu durumda ilim ehline yakışan, bunu itibara alıp bu gibi durumları, teşri' ve hüküm istinbatetme sahasının içine dahil etmemeleridir.
Buna göre, Müslim, Ahmed b. Hanbel ve diğer bazı musanniflerin İbn Abbas tarikiyla tahric ettiği bir hadiste Hz. Peygamber'in, Muâviye (r.a.) hakkındaki "Allah karnını doyurmaya.sıca!" hadisini birtakım aâlimler bu esas üzere tefsir etmişlerdir.
Müslim'in rivayetine göre İbn Abbas bu hadisi şöyle nakletmiştir: "Ben çocuklarla oynuyordum ve birdenbire Resûlüllah (s.a.) çıkageldi. Bunun üzerine ben kapı arkasına saklandım; "ancak Resûlüllah (s.a.) gelip sırtıma vurarak,[174] 'Git bana Muâviye'yi çağır!' buyurdu. Ben gidip geri döndüm ve 'O yemek yiyor dedim/ Resûlüllah tekrar,
'Git bana Muâviye'yi çağır!' buyurdu. Ben tekrar gidip geldim ve, 'O yemek yiyor' dedim. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem,
'Allah onun karnını doyurmasın!' buyurdu."[175]
Bazı âlimler, Hz. Peygamber'den sadır olan bu (bed)duanın, kasden söylenmiş bir söz olmayıp, Arapların âdeti olduğu üzere, söz sırasında kullandıkları ifade şekli olduğunu söylemişlerdir. Yine Hz. Peygamber'in, hanımlarından bazılarına, "Allah boğazını ağrıtsın! Uğursuz, kısır!" demesi, çok sevmesine rağmen Muâz b. Cebel'e, "Seni annen düşürseydi ya ey Muâz!" buyurması ve "Sen dindar olan bir eş seç ki, elin bereketlensin!" gibi sözleri de bu kabildendir.
Bütün bunlar bir yana Nâsıruddîn el-Elbanî'ntn bu hadis hakkında başka bir yorumu vardır. O şöyle demiştir:[176] "Bunu pek çok mütevâtir hadislerinde oiduğu gibi, Hz. Peygamber'in beşer oluşu yönüyle söylemiş olması mümkündür. Bunlardan biri de, Hz. Aişe'den rivayet edilen şu hadistir: "Resûlüllah'ın (s.a.) huzuruna iki adam girdi ve ne dediklerini pek anlayamadığım bazı sözler öyleverek, Onu öfkelendirdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber nlara lanet ederek bedduada bulundu. Bu kimseler dışarı çıkınca, 'Ey Allah'ın Resulü! Bu ikisinin kavuşmuş olduğu hayra, acaba kim ulaşabilir ki?' dedim. Hz. Peygamber, ıNe var ki?' dediğinde ben, 'Bu iki kimseye lanet edip bedduada bulundunuz' dedim. Bunun üzerine O (s.a),
'Bilmez misin ki ben Rabbime şöyle bir şart koştum: Allahım! Ben ancak bir beşerim; müslümanlardan kime lanet etmiş veya bedduada bulunmuşsam, bunu o kimse hakkında bir arınma ve ecir vesilesi kıl! 'buyurdu."
Müslim'in Sahîh'lnde bu ve bundan hemen önce geçen hadis, "Haketmediği halde, Hz. Peygamber'in lanetlediği veya bedduada ettiği kimseler için bu lanet veya bedduanın bir arınma ve sevap/ecir vesilesi olduğu" ile ilgili konu başlığı altında zikredilmiştir. Daha sonra da Enes b. Mâlik tarikiyle nakledilen şu hadise yer verilmiştir:
"Enes'in annesi Ümmü Süleym'in yanında bir yetim vardı. Bir keresinde Resûlüllah (s.a.) bu yetimi gördü ve ona hitaben,
'O yetim sen misin? Kendin büyümüşsün, bari yaşın büyümesin!' buyurdu. Bunun üzerine yetim kız ağlayarak Ümmü Süleym'in yanına geldi ve Ümmü Süleym, 'Kızcağızım neyin var?' diye sordu. Câriye şöyle dedi: 'Resûlüllah ebediyyen yaşımın büyümemesi için bana (bed)duada bulundu.' Bu sözü duyan Ümmü Süleym baş örtüsünü aiarakalelacele çıktı ve Resûl-i Ekrem'e yetişti. Resûlüllah (s.a.) ona,
'Ey Ümmü Süleym neyin var?' diye sorunca Ümmü Süleym, 'Yetim kızım, yaşının büyümemesi için ona (bed)dua ettiğini iddia ediyor' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm ederek şöyle buyurdu:
'Ey Ümmü Süleym! Ben ancak bir beşerim, bşşerin hoşnut olduğu gibi hoşnut olur, beşerin kızdığı gibi de kızarım. Ümmetim içerisinde hak etmediği halde her kime beddua etmişsem, bunu o kimse için bir arınma ve temizlenme ve kıyamet günü onu Allah'a yaklaşma vesilesi eyle! dîye Rabbim'e şart koştuğumu bilmiyor musun?"
İmam Müslim bu rivayetin ardından, aynı mânaya geldiğjn{ belirttiği Muâvİye (r.a.) hadisini zikrederek konuya son vermiştir.[177] Yani Hz. Peygamber'in yetim kıza yapmış olduğu (bed)dua ona zarar vermeyecekse, hatta onun için bir arınma ve Allah'a yakınlaşma vesilesi olacaksa, Muâviye'ye (r.a.) yaptığı (bed)dua da aynıdır. İmam Nevevî de Müslim Şerhi'nde şöyle demektedir: "Hz. Peygamberdin Muâviye'ye olan (bed)duası hakkında iki tür yorumda bulunulabilir ki, bunlardan birincisi, bu sözün bir kasıt olmaksızın Hz. Peygamber1 in ağzından çıkmış olduğudur. İkincisi ise, Hz. Peygamber kendisini çağırdığında geciktiği için bu Muâviye için bir cezadır. Müslim bu hadisten Muâviye'nin bu (bed)duayı haketmediğini anlamış ve dolayısıyla hadisi bu konuda tahric etmiştir. Diğer musannifler ise hadisi, Hz. Muâviye'nin menkıbeleriyle İlgili rivayetler arasında tahric etmişlerdir. Zira hakikatte bu, Muâviye'nin lehine yapılmış bir dua halini alacaktır."
Dİğer taraftan Zehebî de, Siyeru a'lâmi'n-nübeiâ adlı eserinde, İkinci olarak zikredilen mânaya işarette bulunarak şöyie demiştir: "Belki de bu, Hz. Peygamber'in, 'Allah'ım, ben kime lanette bulunmuşsam veya beddua etmişsem, bunu o kimse için bir arınma ve rahmet vesüesi eyle!' sözü sebebiyle Muâviye'nin lehinde bir menkıbedir denilebilir. Şu bilinmelidir ki, Hz. Peygamber'in bu gibi hadislerde, 'Ben ancak bir beşerim, beşerin hoşnut olduğu gibi hoşnut olur, beşerin kızdığı gibi de kızarım...' buyurması, Allah Teâla'nın, 'De ki: Ben ancak, sizin gibi bir beşerim; ne var ki bana vahyolunuyor,[178]' âyetinin açıklamasıdır."[179]
Heva ve heyecan sahibi birtakım kimseler, Hz. Peygamber'e tazim ve bu tür ifadeieri kullanmaktan Onu (s.a.) tenzih etmek gayesiyle, böyle hadisleri çabucak inkar cihetine gidebilirler. Halbuki bu tür hadisleri inkara kalkışmanın imkanı yoktur. Çünkü hadis sahih, hatta mütevâtirdir. Zira belirttiğimiz üzere bu hadisi İmam Müslim, Âişe ve Ümmü Seleme kanalıyla tahric etmiştir. Hadis ayrıca Ebû Hüreyre, Câbir, Selmân, Enes, Semüre, Ebu't- Ebû Saîd (r.anhüm) ve daha başka sahâbîler tarikiyle de nakledilmiştir.[180]
Hz. Peygamber'e olan tazimin islâm'a uygun olması, - çelikle Resulüllah'ın getirmiş olduğu sahih ve sabit olan her şeye ° nmayı gerektirir. Bu ise, ifrat ve tefrite düşmeksizin, Onun (s.a.) û m kul, hem de Resul olduğuna inanmakla oiur. Kitap ve Sünnet âhitlik etmektedir ki Hz. Peygamber, bir beşerdir; ne var ki hem ahin hadislerin mutlak ifadelerinin, hem de Onun (s.a.) hayatının gösterdiği kadarıyla O (s.a.), beşeriyyetin en faziletlisi ve efendisidir. Avnı şekilde Allah Teâla'nın Ona ihsanda bulunmuş olması ve başka hiç bir beşerde kemâle ermemiş ahlâk güzellikleri ile övgüye layık hasletlerin Onda bulunması, bunu gösterse gerektir. Allah Teâla Onun hakkında, ^Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzeresin " [181] âyeti de bunu doğrulamaktadır.
Bütün bunlar, Hz. Peygamber'den rivayet edilen hadislerin bir kısmının, Allah'tan bir vahiy olmadığını gösterdiği gibi, Rabbin'den tebliğ amacıyla söyledikleri kapsamına da girmediğini gösterir. Aksine O (s.a.) bunları, vahyin herhangi bir müdahalesi olmaksızın, beşer sıfatıyla söylemiş ve yapmıştır. [182]
Bu husus, sadece ahkâma dair emir ve nehiylerle ilgili olmayıp haberleri de kapsamaktadır. Buna göre Hz. Peygamber bazan birşey hakkında vahiy eseri değil de, kendi görüşü, beşerî bilgisi ve içinde yaşadığı çevrenin tecrübesiyle bir haber verebilir. Mesela hurmaların aşılanması hususunda verdiği haber de olduğu gibi, bu haber mahallîne uygun düşmemesinin yanında, o haberin îrad edilmesi için de bir zaruret yoktur. Zaten Hz. Peygamber de sonradan bunun kendi zannı olduğunu ve Allah Teâla'dan gelen tevkifi bir emir olmadığını bildirmiştir.
Hastalıkların bulaşması ile alakalı olarak Hz. Peygamber'in vermiş olduğu haberler de bu kabildendir. Buna göre O (s.a.) önce, "Hastalıkların bulaşması olmaz " ve "İ olarak hastalığı bulaştıran kimdir?" [183]buyurmuş; ancak sonradan bunu başka hadislerle destekleyerek şu hadislerini îrad buyurmuştur:
"Arslandan kaçtığın gibi cüzzamhdan kaç!,[184]
"Develeri hastalıklı olan kimse, sağlıklı olanın yanına yaklaşmasın![185]
Yine Hz. Peygamberin, taun buiunan bir beldeye girilmesini yasaklaması konusunda Buhârî ve Müslim'in ittifak ettiği veya tek tek tahric ettikleri hadislerin tamamı bu şekildedir.
İlk devirlerden bu yana İslâm âlimleri, bu husustaki hadisleri telif edip uzlaştırmak için, muhtelif yollara baş vurmuşlardır. Mesela âlimlerden bazıları, "Hastalığın bulaşıcı olmadığını söyleyen hadislerin, bulaşıcı olma özelliğinin varlığını ifade eden hadisler tarafından neshedildiğini; zira bulaşıcılığın varlığından bahseden hadisler diğerlerinden sonra varit olmuş olup, sonraki Öncekini nesheder" demişlerdir. Halbuki İlk olarak zikri geçen hadisler, "haber"dir ve haberler arasında nesh söz konusu değildir. Zira haberler, ya doğrudur ya da yanlış ve yalan.
İbn Kayyım, Miftahu dâri's-saâde adlı eserinde bu hadislerin arasını telif etmek maksadıyla âlimlerin baş vurduğu yöntemlerin tamamını zikretmiştir. Burada bizi İlgilendiren, onun şu sözleridir: "Alimlerden bazıları da başka bir yönteme baş vurarak şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber'den gelen haberler ikî çeşittir:
a. Vahiy kaynaklı olarak verdiği haberler: Bu tür haberler, k zihnin dahilinde gerekse zihin dışında olmak üzere, her yönden
Tberi verene mutabık olarak hatasız (masum) haberlerdir.
b. Hz. Peygamber'in dünya işleriyle alakalı olarak zanla rdiği haberlerdir ki, diğer insanlar bu hususta Ondan daha bilgilidir. Bu tür haberler, hem ilk şıktaki haberler derecesinde değinir, hem de bunlarla herhangi bir hüküm sabit olmaz.
Hz. Peygamber, bu iki tür haber arasında ayırıma giderek kendi yüce konumu hakkında haber vermiştir. Hurmalarım aşılayan İnsanların sesini duyunca, "Bu nedir?" diye sormuş, bu insanların hurma aşıladıkları bilidirilince de, "Onların bunu yapmaktan vazgeçmelerinin hurmalarına zarar vereceği kanaatinde değilim" buyurmuştur. Bunun üzerine aşı yapanlar, hurmalarını aşılamayı bırakmışlardır. Fakat sonuçta hurmalar zayıf ve kötü oldu. Bu durumu gören Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Ben zanmmla haber verdim ve siz, dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz. Ancak benim Allah'tan haber verdiklerimi yerine getirin. "
Bu hadis, sahih ve oldukça meşhur olup, nübüvvetin de delil ve alâmetlerindendir. Çünkü, böylesi dünya işlerinden habersiz olan birisi, daha sonra bir beşerin bilmesi imkansız olan bazı bilgi ve ilimlerden haber veriyorsa, Allah Teâla'nm bu husustaki genel âdeti, bu bilgilerin ancak Allah'tan bir vahiyle geldiği yönündedir. Âlemdeki bütün mahlukatın yaratılışından, cennetlik olanların cennete, cehennemliklerin de cehenneme girinceye kadar olmuş, olmakta ve olacak olan her şey, yer ve göklerdeki gaybî bilgiler, insanların matematik, mühendislik, sanat, yeryüzünün imarı ve yazma konusunda daha bilgili oldukları dünya ve dünyevî işler, bu işleri elde etme yolları ve ikmal edilmesi hususundaki bilgileri, Hz. peygamber'in bilgisinden daha çok olmasına rağmen dünya-âhiret kutluluk veya bedbahtlığına vesile olan küçük-büyük bütün sebepler 'le dünya ve âhiret maslahat ve sebepleri ile ilgili vermiş olduğu haberlerin tamamı bu cümledendir.
Şayet Hz. Peygamber'in getirmiş olduşu bu hususlar, öğrenme, tefekkür, araştırıp inceleme gibi diğer insanların da yapabileceği yollarla elde edilebilecek şeyler olmuş olsaydı, söz konusu bu insanlar bunu gerçekleştirirler ve bu hususta H2 Peygamber'in önüne geçerlerdi. Zira onlar, fikir, yazı, hesap araştırıp inceleme gibi muhtelif sanatlara sahip bulunuyorlardı. Bu durum, Resûlüllah'ın (s.a.) peygamberliğinin en büyük delillerinden doğruluğunun da en önemli göstergelerindendir. Onun getirmiş olduğu haberlerde beşerin herhangi bir müdahalesi olmadığı gibi, tefekkür edip çalışmakla elde edilen hususlar da değildir. Nitekim, "O (bildikleri) vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu güçlü kuvvetli ve üstün yaratılıştı biri (Cebrail) öğretti" [186] âyeti buna delildir. O Cebrail ki, yer ve göklerdeki bütün sırlan bilir ve Onu, gaybî bilgilerin mutlak hakimi (Allah) indirmiş olup, razı olduğu elçiler dışında da kimseye Allah gaybı bildirmez.
Bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Tıpkı hurmaları aşılamanın tesiri olmayacağına dair vermiş olduğu haber gibi, hastalığın bulaşmasının olmayacağını ifade eden haber de, Hz. Peygamber'in zannına istinad etmektedir. Zira özellikle bu ikisi yakın ve hatta aynı konu başlığı altındadır. Çünkü hurma filizlerinden erkek tohumun dişisiyİe birleştirilmesi sonucunda bunun tesiri, aynı hastalığı bulaştıran ve hastalık kendisine bulaşan kimse ile bu hastalığın ona etkisi gibidir. Şüphe yok ki, her ikisi de şer'î bir hükümle alakası olmayan dünya işlerinden olup bu haberler, Allah Teâla'nın sıfat, isim ve hükümlerinden bahseden haberler türünden değildir.
Birbiriyle ilgili bu sebepler çerçevesinde, âdetullaha da uygun olarak, meyvelerin iyi olması için aşılamanın tesiri, develeri hastalıklı olan kimsenin, sağlam olanın yanına yaklaşmasının tesiri gibi, dünyaya ait işlerin hakikî durumu ortaya çıkınca, Hz. Peygamber onların hurmaları aşılamasını onaylarken, develeri hasta olanın sağlam olanın yanma yaklaşmasını yasaklamıştır.
Onlar yine şöyle demişlerdir: "Şayet bu açıdan meseleye yaklaşılarak söz konusu hadisler hakkında nesh hükmü verilmişse, anlam açıklığa kavuşmuş etmiş demektir ve İsimlendirme yani görüntü üzerinde tartışma gereği yoktur. Bu sebeple hadisin râvisi Ebû Selem b. Abdurrahman şöyle demiştir: "Acaba Ebû Hüreyre mi unuttu, yoksa hadislerden biri diğerini nesh mi etti bilmiyorum?..[187]
Şu halde Ebû Seleme, bir haber olduğu halde bu konuda neshi "iz görmektedir ki bu, meselenin bizim ifade ettiğimiz yönü -Kot-iv1edir. Netice olarak İbn Kayyim de, "Bu yaklaşım tarzı' güzeldir" demiştir. [188]
Bu araştırmamız sonucunda, bize ulaşan nebevi sünnet içerisinde teşri'in kapsamına girmeyen sünnetlerin de bulunduğu ortaya çıkmıştır. Ancak bunlar, idare ve çekip çevirmesi tamamıyla bizlerin akıl ve idrakine bırakılmış -ki biz bu tür işleri daha iyi biliriz- hususlardır. Sünnetin bir kısmı ise, bütün zaman ve zeminlerde insanlara hitap eden, daimî ve umumî bir teşri' niteliği taşımamakta; bilakis Hz. Peygamber bu sünnetiyle belli durumlarla İlgili hususî halleri kastetmiş olmaktadır. Bu da, Onun (s.a.) devlet başkanlığı ve yöneticilik sıfatıyla îrad buyurduğu söz ve fiilleridir. Zira Hz. Peygamber aynı zamanda, müslümanlarm devlet başkanı, idarecisi, siyasî lideri ve nihayet yasama, yürütme ve yargı yetkisini uhdesinde bulunduran bir mevkiye sahiptir.
Sünneti bu şekilde dikkatli bir bakış açısıyla araştırıp tetkik etmek, oldukça geniş olan fıkhî mîrasımız içerisindeki pek çok problemi de çözüme kavuşturacaktır. Bunun misali, Hz. Peygamber Hayber savaşında elde edilen arazileri savaşa katılanlar arasında taksim ettiği halde, Hz. Ömer'in Irak arazisini taksim etmeyip, gelirlerini mücahitler ve İslâm devletinin koruyucu kuvvetleri ile diğer bazı kimselerin mal-mülk edinmesini istemesi ve bu arazilerin kontrolünün de gelecek müslüman nesillerinin maslahatlarına bırakılması görüşünü benimsemiş olmasıdır. Bu sebeple Ömer (r.a.), "Öncekiler için de sonrakiler için de kolaylık olacak bir iş yapmak istedim" demiştir. Esasen Muâz b. Cebel'in işarette bulunduğu şey de budur.[189]
Ancak Hz. Ömer'in bu tasarrufu, Resulüllah'a muhalefet olarak yorumlanamaz. Zira Hz. Peygamber'in, uygulamalarında da, aynı şekilde müslümanlarm hayrı ve maslahatı öne çıkarılmıştır. Ibn Kudüme el-Muğnî adlı eserinde, "Savaş yoiuyla fethedilen topraklar sahabenin ittifakıyla, bu İstila vesilesiyle vakfolunur" sözünü değerlendirirken şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in Hayber arazisini taksimi, İslâm'ın başlangıç döneminde ve ihtiyacın çok olduğu bir dönemde olup, o gün için maslahat böyle yapmayı gerektiriyordu. Daha sonraları ise bu maslahat, arazinin sahiplerine bırakılmasının uygun olacağı şeklinde tezahür etti ki, yapılması gerekli olan da bu
idi.[190]
Bunun bir benzeri de, Ahmed b. Hanbei, Tirmizî ve Nesâî'nin Muâz b. Cebel kanalıyla naklettikleri şu haberdir: "Hz. Peygamber Muâz'ı Yemen'e vali olarak gönderdiği zaman, ondan buluğ çağma erişmiş her kişiden bir dinar veya buna muadil "meâfır" adı veriien Yemen elbisesi almasını emretmişti.[191] Buna karşılık Hz. Ömer'in kendi döneminde cizye için başka bir ölçü takdir ettiğini ve cizye vermesi gerekenleri malî durumlarına göre üç kısma ayırdığını görmekteyiz. Ebû Ubeyd ve Beyhakî'nin rivayetine göre o, zengin olanlara senede 48 dirhem, orta hallilere 24 dirhem, gelirleri sınırlı olanlara ise 12 dirhem cizye verme yükümlülüğü getirmiştir.[192]
Şüphesiz bu, Resûlullah'ın (s.a.) sünnetine muhalefet anlamına gelmeyip içinde bulunulan zamanın icaplarını gözetmedir. Zira ŞamhlarSa Iraklıların durumları, Yemenlilerin durumu gibi olmayıp, bunlar birbirinden farkhiık arzetmektedir. Hz. Ömer'in yaptığı da bu farklılığı gözeterek hükmünü ona göre vermekten ibarettir. Bu sebeple Buhârî, İbn Ebî Nüceyh'ten şöyle bir haber nakleder: İbn Ebî Nüceyh Mücâhid'e, "Şamlılara dört dinar cizye takdir edilirken, Yemenlilere bir dinar takdir edilmesinin hikmeti edir?" diye sordum ve şu cevabı verdi: "O, Şamlıların zenginliğini dikkate alarak böyle takdir etmiştir."
İmam Şevkânî şöyle der:[193] "Hz. Ömer ve diğer sahâbîlerin bir dinardan fazla miktarda cizye almalarının sebebi, onların meseleyi Hz- Peygamber'in cizye konusunda belli bir miktar tayin etmemesinin yanında, yukarıda zikri geçen Muâz hadisinin ise umum ifade etmeyip, hususî bir durum için olması, cizyenin ise bir tür sulh olduğu şeklinde anlamış olmalarıdır."
Yine şöyle söylemek de imkân dahilindedir: Bu, Resûlullah'ın (s.a.) ümmetin önderi, yeneticisi ve reisi olması hasebiyle ortaya koyduğu siyasî tasarruflar nevindendir. Söz konusu dönemdeki şartların gerektirdiği maslahatlar böyle yapmayı zorunlu kılmıştır. Bu durumda, Hz. Peygamber'den sonra gelen devlet başkanı ve yöneticiler, kendi dönemlerindeki maslahatın gereğini uygulayabilir ve bununla da Hz. Peygamber'e muhalif davranmış olmazlar. Aksine, zaman mekan ve insanların durumlarına göre maslahatın gereğini yaptıkları için, Hz. Peygamber'in rehberlik ve irşadına riâyet etmiş olacaklardır.
Zina eden bekar erkek ile bakire kıza, yüz sopa ve bir yıl sürgün cezası verilmesini öngören hadis karşısında, zina cezası olarak Kur'an'da belirlenmiş "celde" ile birlikte sürgün cezasının aynı anda verilemeyeceği görüşünü benimseyen Hanefilerin görüşü de, burada arzettiklerimizle örtüşmektedir. Hz. Peygamber'in sürgün cezası vermesini Hanefîler, zaman, zemin ve şartların değişimiyle değişebilecek bir "ta'zir" ve "siyaset" olarak yorumlamışlardır. Buna göre devlet başkanı veya yönetici, zina olsun başka hususlarda olsun ta'ziren bunu uygulayabilir. Mesela, kadınların fitne ve fesada düşmesine vesile olan Nasr b. Haccâc'ı Hz. Ömer'in Medine'den sürmesi, buna misaldir. Hanefîler ayrıca bu görüşlerini, Hz. Ali'den nakledilen, [194] "O ikisine fitne olarak sürgün yeter!" sözüyle de desteklemişlerdir. Yine Hz. Ömer, içki içen birini ceza olarak Hayber'e sürgün edince, adam hıristiyan olmuş ve Hirakl'e katılmıştır. Bunun üzerine Hz, Ömer, "Vallahi! Bir daha hiç bir müslümani sürgün etmeyeceğim" demiştir. [195]
Bu araştırmamızın sonunda, insanların dikkatini çekmemiz gerektiğini düşündüğümüz bir diğer husus da şudur: Sünnetin teşri' için olanı ile böyle olmayanı, genel, mutlak ve daimî olan ile öyle olmayanı, devlet başkanı ve idareci sıfatı ile Hz. Peygamber'den sadır olanı ile olmayanını birbirinden ayırabilmek için, bu sünnetlerin iyi bir tetkike tabi tutulup güzelce araştırılması zorunludur.
Bu çalışmamızda görüşlerini naklettiğimiz eski ve muasır âlimlerin zikrettikleri taksimi esas olarak ortaya koyduktan sonra, geriye sadece bu esasın sünnette bulunan tasarruflara nasıl sağlıklı bir şekilde tatbik edileceği meselesi kalmaktadır ki, aslında bu nokta, ayakların kayabileceği ve İfrat-tefrite düşülebilecek kritik bir alandır. Uç noktayı temsil eden ifrat-tefrit çizgisinden ancak, Allah'ın kendilerine basîret verdiği ve şeriatın maksat ve mânaları ile küllî-cüzî kaideler arasında irtibat kurabilen insanlar kurtulabilir. Bu kurtuluş ise, kişinin kendi nefsi yanında başkalarının arzularına uymaktan korunmakla, naslann künhüne vakıf olmakja, araştınp incelemede gerekli olan titizlik ve gayreti göstermekle ve nihayet Hak'ka vasıl olma arzusuyla hadislerin sahih ve sakîmini ayrıştırmakla olabilir. Tıpkı Hz. Peygamber'İn, "Allah kim hakkında hayır dilerse, onu dinde fakîh kılar [196] buyurduğu gibi.
Alîahım! Bize karanlıkta önümüzü aydmlatacak bir nur ihsan eyle; anlaşılması zor meseleleri temyiz edebilme melekesi bahşet; ictihad ederek Hak'ka isabet etmenin her iki ecrini de ver; fikir ve kalemimiz sebebiyle meydana gelen sürçme ve hatalarımızdan dolayı bizi mağfiret eyle; göz açıp kapayıncaya veya bundan daha az bir süre de olsa bizleri nefsimize yenik düşürme! Allahümme âmîn! [197]
[1] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 16.
[2] Müslim. Fcdâil, 139-41. Hadisin daha geniş tahrici ileride ayrıca yapılacaktır.
[3] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 16-18.
[4] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 18.
[5] 'en-Nisâ4/7l.
[6] el-Enfâl 8/60.
[7] en-Nisâ4/102.
[8] ' Müslim, İmârel, 167. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd. Cihâd. 23: Tirmizî, Tefsir. 8: İbn Mâce, Cihâd, 19.
[9] Ebû Dâvûd, Cihâd. 23; Nesâî, Havi, 8; Hâkim, Müstedrek, II, 95. Zchebî de Müstedrek'ick\ şekliyle rivayete muvafakat etmiştir. Ayrıca el-Münlakâ m'm'et-Terğib ve't-terhib" adlı eserimize bakınız (bk. I, 361.362).
[10] Buhârî, İlim, 45; Tevhîd, 28: Müslim, îmâret. 150-51: Tirmizî, FedâiliTl-rihâd. 16.
[11] el-Bakara 2/190.
[12] Müslim, Cihâd, 2; Ebû Dâvûd, Cihâd, 83; Tİrmizî, Diyât, 14; Siyer, 47; İbn Mâce, Cihâd, 38.
[13] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 19-20.
[14] Buharı, Hars, I; Müslim, MUsâkât. 12. Bııhârî ve Müslim'in Sahillerindeki nvayette yazarın naklettiği şekilden farklı olarak "yeğrisü ğarsen" ifadesi, ! yczra" zer'an" ifadesinden önee zikredilmiştir (mütereim).
[15] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 20-21.
[16] Ebû Dâvûd, Tıb, 1,11; Tirmizî. Tıb, 2; İbn Mâcc, Tıb, 1; Ahmed b. Hatibe], Musned, IV, 278. Hadis ayrıca İbn Hibbân, Hâkim tarafından da rivayet bilmiştir.
[17] '' Buhârî. Tıb. 1; İbn Mâce. Tıb, I.
[18] Ruhârî hu hadisi Tıb bölümünde İbn Mes'ûd'dan mevkuf ve muallak olarak rivayet etmiştir. İbn Kbî Şeyhe İse onu sahih bir senetle mevsûl olarak rivayet etmiştir.
[19] Tirmizî. Tıb. 21: İbn Mâce, Tıb. I: Ahmcd b. Hanbel, Mîisned. III, 421. Hâkim bu hadisi sahih kabul etmiştir (bk. Mmtedrek. IV. 199. 402). Tirmizî de hadis hakkında, "hasen-sahih" değerlendirmesini yapmıştır, l-lbânî ise, Hüşkilelü 'l-fakr adlı eserimi/de bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.
[20] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 21-22.
[21] Ör. en-Nemr. bu konuda \\z. Pe\gamber'in muamelât konusundaki emir ve nehi\lerintn aslının vahiy mahsulü olma;ip ietihad mahsulü olduğunu belirtmiştir. Şüphesiz hu gerekçenin onun iddiasına bir katkısı yoktur. Çünkü Hz. Peygamberin içtihadı \erleşik \e sahît hale geldiğinde vahiy mesabesinde telakki edilir. Zira usul kitaplarının da teyit ettiği ü/ere Resûlullah (s.a.) yanlış bir şey üzerine ikrarda bulunmaz. Bundan dola\ıdır kî âlimler bu duruma "el-vahyü"l-bâtın=ııizli vahi}" demişlerdir.
[22] Bk.evkânL Seylü'l-evtâr. V. 342. 343. Hadisin tahrici için bk. Buhârî. sclcm. 1. 2: Müslim. Müsâkât. 127-128: f-:bû Oâvûd. Büyü'. 55; Tirmizî, Büyü'. 68.
[23] Bk. Şevkânî. a.g.e.. V. 342-43.
[24] el-Bakara 2/282.
[25] Bu makale, el-Müslimii 'I-muûsır adlı derginin ilk sayısında neşredilmiştir.
[26] Kahire Mektebetü Vehbe neşri.
[27] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 22-25.
[28] Bel ağrısı müblelasına vakalandığım bugünlerde Allah, baston taşımamızı diledi. Allah âtl> elini ü/erimizden esirgemesin
[29] Bilakis gözlerimle sahil olduğum gihi ba/ı müslüman ülkelerdeki bir kısım hatipler, günümüzde de bu alışkanlıklarını sürdürmekledirler.
[30] ^üsl'm, Fedâil, 139: İbn Mâce. Rühûn, 15; Ahmed b. Uanbcl, MüsnecL 1, 162.
[31] ' Müslim, Fedâil, 140.
[32] 'Müslim, Fedâil, 141; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 152.
[33] Buharî, Erime. 2. Bu hadisin metninde müellif, Hz. Peygamber'in hadisin sahâbî râvisi Ömer b. Hbî Seleme'ye hitaben kullandığı "Yâ ğulânı" İfadesini nakletmemişlir (mütercim).
[34] " Câbir'den rivayet edilen bu hadis için bk. Müslim. F-şribe. 104.
[35] İbn Ömer'den rivayet edilen bu hadis için bk. Müslim. Kşrilx \Ö5.
[36] ' Bu bir Önceki İbn Ömer hadisinin başka bir rivayetidir (bk. Müslim. Kşribe. 106).
[37] Müslim. Kşribe. 107.
[38] Muhammed Hsed'in bu eseri Arapça olarak el-İslâmu ala müfkraki't-luruk adıyla Bey ruf la yayımlanmıştır. Kitabı Arapça'ya tercüme edenler Dr. Ömer l-orrûh ile Dr. Muştala el-Hâlidî'dir. İlgili konu için eserin son İki kısmına bakılabilir.
[39] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 25-31.
[40] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 31-32.
[41] Buhâıl "Nikâh. 27; Müslim, Nikâh, 37-39. Hadis Ebû Hüreyre'den rivayet olunmuştur.
[42] Buhârî, Tefsir (9), 33; Nikâh, 27; i£deb, 93; Müslim, Radâ\ 5. Hadis İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.
[43] Ebû Dâvûd, Nikâh, 10; Tirmizî, Radâ\ 3; Nesâî, Nikâh, 51; İbn Mâce, Nikâh, 35; Dârimî, Nikâh. 49: Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 4; VI. 31. Hadis Hz. Âişe ve Hz. Zübeyr'den rivayet edilmiştir.
[44] Farklı lafızlarla aynı manaya sahip rivayetler için bk. Buhârî, Diyât, 26; Müslim, Kasâme, 36-38; Ebû Dâvûd, Diyât, 19; Tirmizî, Ferâiz, 18; Diyât, 18; İbn Mâce, Diyât, 7, 15. Bu hadisler göstermektedir ki H/. Peygamber, diyetin katilin akrabaları (âkile) tarafından ödenmesine hükmetmiştir (bk. Elbânî, İrvâıd'ğalU, -Beyrut MektebtTI-İslâmî baskısı-, Hadis no: 2205).
[45] "İzhir". güzel kokusuyla bilinen bir bitki olup Mekke'nin Alta otu diye bilinir.
[46] " İbn Abbas ve başka sahâbîlerden rivayet edilmiş olan bu hadis için bk. Buhârî, Cenâiz, 76: İlim. 39; Sayd. 9, 10; Büyü". 28; Lukata, 7; Müslim, Hac, 445.
[47] Buhârî. Hac. 63. 78; Müslim. Hac. 132; Ebû Dâvûd, Menâsik, 23. Hadis Câbir'dcn (r.a.) rivayet edilmiştir.
[48] " Hadisi Buhârî (bk. îmân, 26; Mevâkîl. 24: Savm, 27), İbn Abbâs'tan, Müslim (bk. Taharet. 42: Mesâcid, 219) ise, İbn Ömer ve Âişe"den rivayet etmiştir.
[49] Müslim, Cenâiz, 106; Kşribe, 63 (Büreyde hadisi); Ahmed b. Hanbel, Müsned, V. 350. 356. Bnes'den (r.a.) rivayet edilen bu hadisi ayrıca Hâkim *. tahric etmiştir.
[50] "Mücâdile hadisi" diye bilinen bu rivayeti Ahmed b. Hanbel, Buhârî -muallak olarak-. Ncsâî, İbn Mâcc, İbn Ebî Hatim, İbn Cerîr gibi âlimlerden bazıları muhtasar, bazıları da uzun olarak rivayet etmişlerdir. Bu konuda İbn Kesifin Tefsir'mın Mücâdele sûresi tefsirinin başına bakılabilir.
[51] Müslim, Hac. 6.
[52] Bk. Ebû Davûd, Cihâd, 46; Tirmİzî, Erime, 24. İbn Ömer'den rivayet edilen bu hadisin metni şöyledir: "Resûlullah (s.a.) 'cellâle'nin el ve sütünün yenmesini yasakladı" Hadiste geçen "cellâle" kelimesi, pislik yiyen hayvanları ifade eden bîr lafızdır. Bu hayvanların pislik yemeleri etlerine ve sütlerine tesir eder. İbn Kuteybe buradaki nehyin ten/.ihen mekruhluk ifade ettiğini veya açıkça anlaşıldığı üzere, irşat kabilinden İrad buyurulduğu kanaatindedir.
[53] İbn Mâce, Ticârât, 10. İbn Mâce'nin zevâidi konusunda eseri olan Bûsîri'nin eserini tahkik eden zatın belirttiğine göre hadis Buhârrnin şartı üzere senedi sahih, râvîleri de sikadır. Öyle görülüyor ki buradaki nehiy, tenzihen mekruhluk veya irşat içindir. Hz. Peygamber'in de hacamat yapana ücretini verdiği rivayet edilmiştir. Buhârî. Büyü" bölümünde. Müslim de Müsâkât'da bu konuda hadis tahric etmişlerdir.
[54] İbn Kutcybe, Te 'vîlü Muhtelifi 'l-hadh, s. 196-98.
[55] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 32-36.
[56] Buharı, Hars, 15; Ebû Dâvûd, İmaret. 37; Tİrmizî, Ahkâm, 38; Mâlik, Muvatta', Akdİye, 26, 27; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 303, 304, 327. Ayrıca hadis Suyûlî'nin, el-Câmiu's-sağîr'indç de yer almaktadır. Münâvî de Feyzü'i-kadtr de bu hadise tenbihte bulunmuştur. Bütün bu eserlerde hadis, Saîd b. Zeyd rivayeti olarak geçmektedir. Tirmi/î hadisi ayrıca Câbir'den rivayet etmiş ve "hascn sahih" değerlendirmesini yapmıştır. Ayrıca Câbir'den rivayet edilen bu hadis, Ahmed b. Hanbel tarafından da tahric edilmiştir (bk. 111. 363. 381). Buhâri hadisi bu lafızla Kitâbü'l-müzâraa'da, Hz. Ömer'den mevkuf olarak; Umrâ ve Rukbâ bölümünde de Hz. Âİşc'den, "Kim sahipsiz bir arazivi imar ederse (e 'maraj o kimse bu arazinin sahibi olmaya daha layıktır" lafzıyla rivayet etmiştir.
[57] Bize göre de Ebû Hanîfe'nin görüşü tercihe daha şayandır. Çünkü umûmî maslahat ölü (çorak) arazinin mülkiyeli ve bu konudaki düzenleme yetkisinin, devlete ait olmasını gerektirir. /İra askeri \e benzer amaçlarla kullanılan birtakım araziler vardır ki. devlet buraların ihyasına ancak belli şartlar niuvaeehe.sinde izin verir. Eğer izin vermişse de belli bir süre için İzin verir.
[58] ' Buharı. Büyü'. 95: Natakât. 9. 14: Ahkâm, 28: Müslim. Ekdıye. 7.
[59] el-Enfâl. 8/41.
[60] Bk. Karâfî, el-Furûk, I, 205-209 (Beyrut. Dâru'l-MaTİfe baskısı olup Kahire, el-Halebî baskısından ofsettir). Ayrıca bk. Karâfî. el-İhkâmfı temyizi 'l-fetâvâ rnine't-ahkâm ve tasarrufdti'l-kâdi ve'/-imâm. İlgili kısım için Halep Asîl Matbaası basımı ve Abdulfettâh Ebû Gudde tahkiki olan bu eserin XXV. sual kısmına (s. 86-109)
bakını/..
[61] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 36-41.
[62] Daha önce de zikri geçen bu hadis için bk.. Buharı, Hums. 18; Mcğâ/Î. 54; Müslim, Cüıâd,42.
[63] Bu şu demektir: Savaşın ge\şemesî ve soğumaya yüz tutmasından sonra, mücahitleri teşvik ve cesaretlendirmek için Mâlik bunu söylemiştir. Sanki o hu durumda, öldürülen kimsenin malının öldüren tarafından ganimet olarak alınmasını caiz görmektedir.
[64] Buhârİ. Sulh. 5: Müslim. Akdiye. 17: İbn Mâce. Mukaddime. 2. Hadis Hz. Aişe'den riva_\et edilmiştir.
[65] l-bû Dâvûd. Büyü-. 32: İbn Mâce. Rühûn. 13; Ahıned b. Ilanbel, Müsned. III, 415: IV. 141. Bu ka\naklarda hadis. Rafi* b. Hadîc rivayeti olarak nakledilmiştir. Hadisin senedinde yer alan Şerik, hafıza yönünden tenkil edilmiş \e "se\yiü"l-hıfz" olarak nitelendirilmiştir.
[66] iîuhâri. Şerike. 8. {>: ila>l. 14: I-bû I)û\üd. Büyû\ 73: Hadis, Câbir b. Abdillah H\a\eti olarak nakledilmiştir.
[67] " Müslim. Akdive. 3 Müslim bu hadisi, "yeminle hüküm verme'' konu başlığı altında zikretmiştir. Şahitle ilgili olarak da İbn Abbas hadisi delil olarak gösterilir.
[68] n lahrici \ likanda yapılmıştır.
[69] Bu hadisin lahrîei daha önce geçmiştir,
[70] ibn Kayyım. Zâdü'l-meâti. ili. 489 (Müessesetü'r-risale neşri)
[71] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 41-44.
[72] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 44.
[73] el-Haşr, 59/7.
[74] Yani içtihadın konusu olmayan hususlardır ki, daha çok gaybiyyâtla ilgili konulan kapsamaktadır. Bu sebeple akâid âlimleri bunu başka bir şeye değil, vahye dayanan mânâsında "sem"iyyât" diye nitelemişlerdir.
[75] Yanı devamlı surette bu hükümler içtihat mahsulü olmayıp sadece bazıları vahiy mahsulüdür.
[76] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 44-45.
[77] Daha Önce de tahric edildiği üzere, bu hadislerin her ikisini de Müslim rivayet etmiştir.
[78] Tirmizî, Cihâd, 20; İbn Mâce, Cihâd, 14; Ahmed b. Hanbel (bk. Müsned, V, 300). Hadisi Ahmed b. Hanbel Ebû Katâde'den rivayet etmiştir. Tirmizî de hadis hakkında "hasen-garib-sahih değerlendirmesinde bulunmuştur. Bütün bu rivayetlerde hadis şu mealde geçer: "Atların en hayırlısı, siyah ve alnında biraz beyaz olan. burun ve dudakları da beyaz olanlardır..." Rivayette zikri geçen "el-edhem". oldukça siyah renkli olan at; "ei-akrah", sakar denecek kadar olmaksızın, atın alnındaki hatif beyazlık; "el-erşem" de, burnu \e dudağı beyaz olan at demektir. "Size kırmızı, alnı sakar, ayaklan beyaz veya koyu kırmızı, alnı sakar, ayaklan beyaz ya da siyah, alnı sakar, ayakları beyaz olan atları tavsiye ederim" hadisi için de bk. Ebû Davûd, Cihâd, 42; Tirmizî, Cihâd. 20; Nesaî. Ha\l, 3, 4; İbn Mâce, Cihâd. 14; Dârimî, Cihâd, 34; Ahmed b. Hanbel. Müsned. IV, 345; V, 300. Bu hadiste geçen "kümeyt", 'gerdanlığında kırmızılık olan al (bk. Ebû Dâvûd, 47. 3 nolu dipnot), "el-eğarr". alnında beya/lık olan at; "el-muhaecel". ayaklarının tamamında veya üçünde beyazlık olan al demektir. Bu. Ebû Vehb el-Cıışemmi'den rivayet edilmiştir.
[79] Mesela. "Kullandığınız sürmelerin en hayırlısı, "ismid"dîr; çünkü o, görmeyi güçlendirir" hadisi gibi. Bu hadisi Tirmizî İbn Abbas'tan rivayet etmiş (bk. Libâs, 22, 23; Tıb, 9) ve onu "hasen-garib" diye nitelemiştir. Yine, "İsmid" ile sürme/enin; zira o, görmeyi güçlendirir" hadîsi de böyledir. Ayrıca bu hadisin diğer hadis musannefâtındaki tahrici için de bk. Ebû Dâvûd. Libâs, 13: Tıb. l4;Nesâî, Zînet, 28.
[80] Hz. Peygambcr'in giyim kuşam konusunda yaptığı ki, İbn (Cayyim'in de Zâdü'l-meâd'da Resûlüliah'ın külfetsiz ve kolay giyilen elbiseleri tercih ettiğine dair zikrettiği rivayetler bunlara örnektir.
[81] Zeyd b. Sabitin bu İfadesi, "bütün bunları size anlatamam" demektir. Bu rivayette geçen "Ye küllü hazâ" ifadesi, aslında "[fc küllü hazâ" demek olup bu haliyle isti iham-1 in kâridir. Hadisi Heysemî nakletmekte olup (bk. Mecmau'z-zevâİd. IX. 17) riva\etin akabinde o şöyle demiştir: "Bu hadisin isnadı hasen olup Taberânî tarafından da rivavel edilmiştir."
[82] f arola. birlikte savaşılanlarla düşmanların birbirinden ayrılıp tanınması İçin kullanılan alâmete denir.
[83] Yanı o zamanlar müşrikleri görür \e onlara güçlü ve kuvvetli olduğumuzu \e iddia ellikleri gibi Medine sıtmasının bizleri zayıf düşürmediğini izhar etmek 'Çın bunu yapardık. "Remel", kı.sa adımlarla hı/lı hızlı uirümek demektir,
[84] Hadisi Ahmed b. I İanbel, Hz. Ali'nin (r.a.) Müsned'ı bölümünde zikretmiştir. Ancak rivayetin isnadında bulunan inkıtadan dolayı Şeyh Şâkir onun zayıf bir rivayet olduğunu belirtmiştir. Ayrıca bu rivayeti Ebû Nuaym ////ye'sinde, Buhârî et-Târîhu'l-kebîr'mdc, İbn Mende de Ma'rifelü's-sahâbe'sinde, muttasıl ve ceyyid bir isnatla rivayet etmişlerdir. Öte yandan bu rivayetin, KudâTnin Şihâb'mda Enes'ten rivayet edilen bir şahidi bulunmaktadır. Bu sebepledir ki Elbânî onu Scthîhu 'l-Câmiu 's-sağîrde zikretmiştir (bk. Hadis no: 1904).
[85] Bk. Dihlevî, Hüccetullahi'l-hâliğa. I, 128-129.
[86] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 45-48.
[87] İbn Mâce, Erime, 43; Dârimî, Erime, 20; Ahmed b. Hanbel. Müsned, III, 497. İbn Mâce'nin Zevâid'tnde şöyle denilmiştir: Bu hadisin isnadında "metruk" olan Abdullah b. Saîd el-Muğîrî vardır. Hâkim bu rivayetin sahih olduğunu söyiemişse de, Zehebî Abdullah'ın zayıf bir râvi olduğunu göz önüne alarak bunu reddetmiştir. Feyzü'l-kadır'âe (bk. V, 43) Irâkî de onun zayıf bir râvi olduğunu bildirmiştir. Tirmizî hem Hz. Ömer'den, hem de Ahmed ve Hâkim ile birlikte Ebû Saîd'den şu hadisi rivayet etmiştir: "Zeytin yağı yiyin, onunla yağlanın; çünkü o, mübarek bir ağaçtantır." Bu rivayeti Hâkim sahih olarak değerlendirmiş, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. İbn Abdiiberr ise hadisin iki tarikinden gelen senedinde ıztırap vardır demiştir (bk. Feyzü'l-kadîr, V, 43). Diğer taraftan Elbanî ise bu rivayeti el-Ç.âmiu's-sağtrdt zikretmiştir (bk. Hadis no: 4498).
[88] Hadisi, İbn Mâce (bk. Erime. 40)'ve Hâkim Hz. Âişe'den rivayet etmişlerdir. Ancak anladığım kadarıyla ne İbn Mâce ne de Hâkim, bu hadisi sahih olarak değerlendirmemişlerdir. Feyzü'l-kadîr'mdt Münâvî, onun bütün tarikleriyle birlikte Ebû Zükeyr'e dayandığını söylemiş, İbn Hibbân'ın, onunla ihticac edilemeyeceğini, aslının olmasına rağmen onunla amel edilemeyeceğini belirttiğini söylemiştir. Ukaylî de. bu rivayeti destekleyecek "mütâbi"nin olmadığını söylemiş ve bunun ancak onun vasıtasıyla bilineceğini belirtmiştir, Mîzân'm&d ise Zehebî, bunun münker bir hadis olduğunu, tashihte gevşek olan Hâkim'in onu rivayetine rağmen, sahih görmediğini söylemiştir. Bu sebepledir kî İbnü'l-Cevzî bu rivayeti Mevzuatıma almıştır (bk. Feyzü'l-kadîr, V, 44). Elbanî de bu rivayeti mevzu olarak Daîfu'l-Câmiu's-sağîr adlı eserinde zikretmiştir (bk. Hadis no: 4204). Reşîd Rıza, Suyûtî'nin el-Câmiu's~ ^ğvVdeki rumuzlarına fazlaca İtibar etmesinden dolayı bu hataya düşmüştür. Halbuki Suyûtî'nin bu eserinde neler vardır neler...!
[89] " Hadisin tahricinde Reşîd Rıza Suyûtî'ye güvenmiş olup onun görüşleri bazı kusurları barındırmaktadır. Halbuki bu hadisi. Buhârî, Seleme b. d-Kkva"dan Müslim (bk. Edâhî, 29, 3ü. 31) ise. Kbû Saîd, Câbir ve Hz. Âişe'den rivayel etmiştir.
[90] 'el-Mâide. 5/3.
[91] ' Reşîd Rıza. Tefsiru 'l-Menâr. IX. 317 vd.
Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 48-53
[93] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 53-54.
[94] Bu konu, Hanefi fıkıh kitaplarında 'ihyâü'l-mevâl^Ölü arazîlerin ihya edilmesi" ile ilgili bölümlerde ele alınmıştır. Ayrıca bu konuda Zeylaî'nin şerh ve değerlendirmelerine bakını/- (bk. Nashü 'r-râye, IV, 288-93).
[95] Daha önce tahrici geçtiği üzere, bu hadisi Buhârî Sahîh'inın çeşitli bölümlerinde Hz. Âişe'den rivayet etmiştir. Hadisi aynı şekilde Müslim de tahric etmiştir.
[96] Bunun manası şudur: "'Başkasında hakkı olan kimse, bu hakkını aynıyla veya onun malından buna eşit oranda almaya güç yetirİrse, bu kimsenin söz konusu hakkını bu yolla aiması caiz midir, değil midir? Fakihler bu konuda ihtilafa düşmüşler ve onlardan bir kısmı fitne ve rezilliğe sebebiyet vermemek koşuluyla, alınan ister aynı malın cinsinden olsun, ister olmasın, İster bilsin Ve>a bilmesin, bunun caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Diğer bir kısım fakihler ]se bunu men etmişler, bazıları da meseleyi detaylı olarak ele almıştır.
[97] Bu meseleyle ilgili olarak, İbn Kayyım'in İğâsetü'l-tehvân; Sanaânî'nin ise ^ibülü's-selâm adlı eserinin "Âriye'* bölümünde detaylı bilgi bulunmaktadır. Eger geniş bilgi arzu edilirse buralara bakılabilir.
[98] Yazar, Kemâleddîn İbnü'1-Hümâm'ın ismini burada sadece, "kâle'l-Kemâl=Kemâl dedi" şeklinde vermiştir. Ancak metinde zikri geçen Fethü'l-kadir isimli eserinden de anlaşılacağı üzere bundan maksat, Hanefî fakihi Kemâleddîn İbnüM-Hümâm'dır (mütercim).
[99] Şeltûı. el-İslâm. Akidelün ve Şeria, s. 427-431.
[100] Tirmizî, Tıb, 2; Ebû Dâvûd, Tib, I; İbn Mâce, Tıb, t; Ahrned b. Hanbel, Müsned, III. 156; IV, 278. Daha önce de tahrici geçtiği üzere hadisi İbn Hibbân ve Hâkim de Üsâme b. Şerîk'den rivayet etmişlerdir. Ayrıca bk. Elbanî, Sahîhu 'l-Câmiu 's-sağir. Hadis no: 2934.
[101] Bu hadis, Ebû Davud'un Ebü'd-Derdâ'dan tahric ettiği (bk. Tıb, 11) bir hadisin bir bölümüdür.
[102] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 54-60.
[103] Bu eser, İslâm Hukuk Felsefesi-Gâye Problemi adıyla Vecdi Akyüz-Mchmcl t-rdoğan tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiş ve 3. Baskısı Rağbet Yayınları tarafından 1999'da yapılmıştır (mütercim).
[104] AI-i İmrân, 3/144.
[105] Tahır b. Aşûr, Mekâsidü 'ş-Şerîa 'l-Islâmiyye, s.30-39.
[106] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 60-65.
[107] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 65.
[108] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 65-66.
[109] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 66.
[110] Müslim, Hac, 237; Ebû Davûd, Menâsik, 51; Ahmed b. Hanbei, Müsned, 1, 297,372-73.
[111] 'es-Sâffât, 37/104-105.
[112] " Ahmed b. Hanbcl, Müsned, I, 297. A.M.Şâkir şöyle demektedir; "Bu hadisin isnadı sahihtir. İsnadda bulunan Ebû Âsim el-Anevî sika bir râvİ olup, İbn Maîn onun güvenilir olduğunu belirtmiştir. Buhârî de el-Künâ adlı eserinde (bk. no: 527) onun biyografisine yer vermiş ve genel âdetinde olduğu gibi, bu hadisteki detaylara da işarette bulunarak şöyle demiştir: "Ebû Âsim, İbn Abbas'tan "ez-zebîh" dedi. Haecâc b. Minhâ da Hammâde b. Seleme'den gelen bir senetle demiştir. Hadisi Hafız İbn Kesîr Tefsirinde (bk. VII, 149) nakletmiştir ki, rivayetin buradaki başlangıcı, "Hz. İbrahim hac menâsiki ile emrolununca"; sonu ise, burada zikri geçtiği gibidir. Heysemî de Mecmau 'z-zevâid'dt (bk. IIIS 200-201) böyle yaparak, "İbn Abbas'a dedim ki, kavmin, Resûlüllah'ı Safa ile Merve arasında sa'y ettiğini ve bunun sünnet olduğunu iddia ediyor..." ifadesinin başında nakletmiş, ilk kısımda, "Onu Ahmed ve el-Mu'cemii'l-fcebîr'mdç Taberânî tahrİc etmiş olup, ricali sikadır" demiştir, ikinci bölümde ise, "Onu Ahmed rivayet etmiştir ve ricalinin, Ebû Âsim el-Anevî dışında -ki o da sikadır- Sahih'm râvileri gibi olduğunu söylemiştir. Diğer taraftan Suyûtî de bu hadisten bir kısmını ed-Dürrti 'l-mensür'da. (bk. V, 280) zikretmiş ve onu İbn Cerir, İbn Ebî Hâtİm, İbn Merduveyh ve Şuabü'l-imctn'mda. Beyhakî, Müsned'inde (no: 2029, 2077, 2688, 2783) Ahmed b. Hanbei'e ve Müslim'in Sahift'mm Hac bölümüne (bk. 237) nisbet etmiştir.
Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 66-69.
[113] Bk. İbn Hacer, Fethü'l-Bârİ, 111, 591.
[114] Buhârî, Hac, 45: Müslim, Hac. 343, 344, 345; Ahmed b. Hanbel, Miisned, II, 237,263
[115] Müslim, Hac, 310, 337, 338
[116] Buhârî, Hac, 148
[117] Buhârî, Hac, 147
[118] Müslim, Hac, 342
[119] İbn Kayyim, Zûdü 1-meâd, İli, 294-95 (Şuayb el-Arnaûd tahkikli neşir).
[120] Bk. İbn Hacer, Fethu 1-BârL III, 47i.
[121] Buhârî, Hac, 55. Ayrıca bk. İbn I lacer, Fethu 'l-Bârî, III, 294-95.
[122] Buhârî, Hac, 57.
[123] Müslim, Sıyâm, 90.
[124] Bk. İbn Kayyım, Zâdu 'l-medd, III, 273.
[125] Burada. "Yahudiler ve Hıristiyanlar boyamazlar; öyleyse siz (boyamak suretiyle) onlara muhalefette bulunun" hadisine işaret vardır. Hadis İçin bk. Bulıâri, Enbiyâ, 50; Libâs, 67; Müslim, Libâs, 80; Ebû Davûd, Tereccül. 18; Nesaî, Zînet, 14; İbn Mâce, Libâs, 32: Ahmed b. HanbeL Müsned. II, 240, 260.
[126] Bu hadis, İbn İshak'tan naklen İbn Hişâm'a ait Sîre'dt yer almaktadı (bk. II, 272). İbn İshak şöyle demektedir: "Selemeoğullanndan bazı kimselerin bana haber verdiğine göre Hubâb....." şeklinde geçmektedir. Muhammed Gazzalî'nin Ftkhu's-sîre adlı eserinin hadislerinin tahricinde Elbanî, bu hadisin tahririyle ilgili şöyle der: "Bu hadis, senedinde bulunan 'Selemeoğullarğ'ndan bazı kimseler ile (ki bu kimselerin kimler oldukları ve I lubâb ile muasır olup olmadıkları meçhuldür) İbn İshak arasında bulunan râv ilerin bilinmemesinden dolayı zayıftır. Hâkim Müstedrek'mde (bk. İli, 427) bu haberi muttasıl olarak tahric etmesine rağmen onu sahih addetmemiştir. Ancak Zehebî buna karşı çıkmıştır. Bununla birlikte İbn Hacer el-İsâbe'sinde (bk. I. 427) İbn İshak'ın Sîre'dc bulunan tarikiyle rivayeti muttasıl olarak naklederek şöyle demiştir: "Bana Ye/.îd b. Mervân Urve'den ve Bedir kıssasında bulunan pek çok kimseden rivayet ederek Hubâb'ı zikretti...' Urveye dayanan bu senet sahihtir. Çünkü Hubâb. Hz. Ömer'in hilâfeti döneminde vefat etmiş, Urve ise onun döneminin sonlarında doğmuş ve onunla görüşemem iştir. Ne var ki kıssanın Urve'ye yetişmiş sahabe arasında -ki bu kimseler gazve haberlerini çocuklarına haber vermekte olup sayıca da Çokturlar- şöhret bulması onun takviyesi anlamına gelir. Yine bu rivayetin İbn Hacer'in el-İsâbe'sinde ve îbn Şâhİn'in eserinde zayıf bîr isnatla da olsa Şahitleri bulunmaktadır. Sîre ile İlgili eserler de Hubâb'ın bu haberini nakletmişler ve ümmet de bunu kabul etmiştir."
[127] İbn Hacer, Fethü'l-Bârî, VII, 482.
[128] İbn Hacer, a.g.e., VII, 467. Ayrıca bu ve ehlî merkeplerin ellerinin yenilmesinin yasaklandığı Buhârî'deki diğer hadisler için bk. Zebâih, 28; Humus. 20; Meğâzî, 38; Nikâh, 31.
[129] İbn Haccr, a.g.e., IX, 654.
[130] el-En-âm. 6/145.
[131] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 70-77.
[132] Kardavî. Fıkhu'z-zekât, 1. 189-91.
[133] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 77-79.
[134] Kardavî, a.g.e., I, 203.
[135] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 79-80.
[136] Kardavî. a.g.e., I, 230-33
[137] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 80-82.
[138] Kurtubî, Tefsir, XII, 47-48.
[139] Bk. Şafiî, Risale, s. 239.
[140] İbn Hacer, Fethu'I-bârî, XII, 120-125
[141] İbn Hacer, a.g.e, XII, 120-125.
[142] Bu konuda geniş bilgi için Şerîatü 'l-İslâm (Beyrut el-Mektebü'1-İslâmî neşri) adlı kitabımıza bakılabilir (bk. s. 149-150).
[143] Şafiî, Risale, s. 241-242 -A. Muhammed Şâkir'in notu- (Şafiî'nin îhülâfü'l-hadîs'inden (bk s. 136-37) naklen).
[144] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 82-86.
[145] en-Necm, 53/3-4.
[146] Bk. Kurtubî, Tefsir, XVII, 84 (Dânfl-kütübi'l-Mısrıyye baskısı)
[147] en-Nahl, 16/103.
[148] Şevkânî, İrşâdü 'l-fuhûl, s. 238 (Mısır. Saâde 1327 neşri).
[149] Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü 'l-esrâr alâ Usûlİ'l-İmâm el-Pezdevî, II, 626.
[150] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 86-88.
[151] ei-Bakara, 2/282.
[152] e!-Mâide, 5/tOI.
[153] Abdülazîz el-Buhâru a.g.e., I, 107. Şevkânî, İrşâdü't-fiıhûr ünde bunu. Râzfnin el-MahsûFündsn nakietmiştir (bk. Mahsûl, II. bölüm, I, 58 -Riyad Ferazdak matbaası. Dr. Tâha Câbir Ulvanî tahkiki-); Âmidî, el-İhkâm fi iısûli'/-
ahkâm, II. 207 (Beyrut, Dârü'l-kütübrl-ilmiyye baskısı).
[154] Bk. İbn Hacer, Fethu 'l-bârî, X, 355.
[155] Buhârî, Ehâdîsü"l-enbiyâ, 50; Libâs, 67; Müslim, Libâs, 80; Ebû Dâvûd, Tereccül, 18; Ncsâî, Zînet, 14; İbn Mâce, Libâs, 32; Ahmed b. Hanbel, Müsrıed. II, 240, 260, 309, 401.
[156] Hacer, a.g.e., X, 355.
[157] Müslim. Âdâb. fi.
[158] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 88-90.
[159] İbn Mâcc. Tıb, 14. Bûsirî bu hadisi sahih addetmiştir. İbn Kayyim'İn konuyla ilgili sözlerinden sonra bu hadis hakkında değerlendirme ayrıca gelecektir. Öte yandan metinde "arabiyye" diye geçen kısım orijinal metinde "a'rabiyye" şeklindedir (mütercim).
[160] Hadisi İbn Mâce Câbirve İbn Ömer'den (bk. Tıb, 25), Hâkim İbn Ömer'den; Ebû Nuaym de ////ve'sinde, inde'nnevm--uyuyacağınız zaman ifadesi olmaksı/.ın İbn Abbas'tan taline etmiştir.
[161] Bu hadisi Taberânî ve Ebû Nuaym Hz. Ali'den rivayet etmişlerdir. Elbanî ise unu ''hasen" addederek, Sahîhu''l-Câmiî's-sağîr'mdc (bk. Hadis no: 3934) zikretmiştir.
[162] İbn Mâce, Ahkâm, 17; Muvatta', Ekdıye, 31; Ahmed b. Hanbel, Mümed, V, 327. Hadisi İbn Mâce îbn Abbas ve Ubâde'den, Ahmed b. Hanbel ise yalnızca 'bn Abbas'tan rivayet etmişlerdir. Öte yandan hadisin, Kur'an ve Sünnet'teri geçen pek çok cüzî nas ve hükümlerden alınmış olan mânası ise katîdir. sebepledir ki hadis, ittifakla serî bir kaide haline gelmiştir.
[163] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 90-92.
[164] Geride de geçtiği üzere bu hadisi İbn Mâce siyatiğin tedavisi konusunda tahric etmiş (bk. Tıp, 14) olup hadisin râvileri "sika"dir. Bûsırî ez-Zevâicf inde (bk. [, 2! 6) hadisin isnadının sahih olduğunu belirtmiştir.
[165] İbn Kayyim, Zâdü'l-meûd, IV, 71-72.
[166] Burada "karataşlık" olarak tercüme edilen ifade, "lâbeteyhâ" ifadesidir ki bu. "ğâba" ve/nindekİ "lâbe" kelimesinin tesniyesi olup, Medine'yi iki tarafından kuşatan siyah taşlar ile krater taşlarının arası için kullanılmaktadır.
[167] Buharı, Et'ime, 43; Tıb, 52, 56: Müslim, Eşribe. 154, 155; Ebû Dâvûd, Tıb. 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned, \, 181.
[168] İbn Kayyım, Zâdü 'i-meâd, IV, 98-99.
[169] Bu hadislerin tahrici için bk. Elbanî, Sahîhu'l-Câmiu's-sağîr ve ziyâdetühû, Hadis no: 1233. 4060, 461 (Beyrut, el-MektebüM-İslâmî neşri). Ayrıca'fek. Münâvî. Feyzü '/-kadir Şer/m '/-Camii 's-sağîr, IV, 843. :
[170] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 92-96.
[171] Bu rivayetler, Kur"an ile çelişki arzetmektedir; zira Allah Teâla, "...(Aşağıda) size okunacaklar dışında kulan hayvanlar sizin İçin helâl kılındı." (el-Mâide, 5/1) buyurur. Yine, Errâm sûresinde (bk. 6/144) geçen, "Deveden de iki, sığırdan da iki (yarattı) " âyetinde olduğu gibi, pek çok âyette Allah Teâla, hayvanları kendileri için yarattığı kullarına bu nimetlerinden bahseder. Bu rivayetlerin sâbîl sünnete olan tenakuzu ise şu yönüyledir: Bilindiği üzere Hz. l>ı-'ygamoer, sığır kurban etmiş, sığırın kurban olmasını meşru kılmış ve sığırın da Upki "bedene" gibi yedi ortak tarafından kurban edilebileceğini belirtmiştir. fiu riva>etler vakıaya da ters düşmektedir; zira -müslüman olsun gayr-i Müslim olsun- insanlar, sığır elini yemekte ve onun etinden herhangi bir hastalık kapmamışlardır. Ancak son zamanlarda baş gösteren "deli dana'1 hastalığı hariçtir ki, bu hastalığın da tamamen "fıtraiullah"ın dışına çıkılıp Sığırlara sunî birtakım besinlerin yedirilmesiyle oluştuğu bilinmektedir.
[172] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 97-98.
[173] İbn Haldun, Mukaddime, III, 1243. 1244 (Ali Abdulvâhid Vâfî tahkikti, Lecinetü'l-Beyâni'l-Arabî II. baskı).
Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 98-99.
[174] Buradaki '"kafedenî kafde/sırtıma vurdu" ifadesini râvilerden biri, "'elin açık şekilde omuzların arasına vurulması" olarak açıklamıştır.
[175] Müslim, Birr, 96.
[176] Elbanî, Süsiletü'l-ehâdîsü's-sahîho, i, 12! vd. Elbanî bu görücü X2 nolu, Hz. Peygamber'in Muâviye'yi kastederek, "Allah onun karnım doyurmasın" hadisine ta'İik olarak zikretmiştir.
[177] Müslim, Birr, 89 vd.
[178] eMCehf, 18/110.
[179] Zehebî, Siyeru a 'lâmi'n-nübelâ, IX, 171.
[180] Bk. Mi el-Müttakî, Kenzü'l-umınâi, II. 124.
[181] el-Kalem. 68/4.
[182] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 99-103.
[183] "lâ adva..." hadisi, Enes ve Ebû Ilürcyre tarikiyle rivayet edilmekte olup "mültefakun aleyh"tir (bk. Buhârî, Tıb, 19, 25, 43-45, 53, 54; Müslim. Tıb, 24; Tirmizî, Kader, 9; İbn Mâce, Tıp, 43). "Fe men a 'da'l-evvek?" şeklinde gelen F.bû Hüreyre hadisi de "müttefakun aleyh"tir (bk. Buhârî, Tıb, 25, 53. 54; Müslim, Selâm, 101, 102; Ebû Davûd, Tıb, 24).
[184] Buhârî, Tıb, 19; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, II, 443 (Ebû Hüreyre "den rivayet edilmiştir).
[185] Buhârî, Tıb, 53, 54; Müslim, Selâm, 104, 105; İbn Mâce, Tıb, 24, 53: Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 406, 434. Hadisi Buhârî ve Müslim Ebû Hüreyre tarikiyle nakletmişlerdir. Hadisle geçen "el-mümrız", uyuz hastalığına yakalanmış deve sahibi, "el-musihh" ise, sağlıklı deve sahibi demektir.
[186] en-Necm 53/4-5.
[187] İbn Kayyim, Miftâhu dâri's-saâde, II, 267-68.
[188] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 103-107.
[189] Kardâvî, Fıkhu'z-zekât, 1,407-418 (Miiessesetü'r-Rİsâle, X. baskı).
[190] İbn Kudânıe. Mıığnl, II, 598 (Mısır. Matbautu neşri's-sekâfe'l-İslâmiyye neşri).
[191] Ebû Dâvûd. Harâc. 29; Tirmi/Î.Zekât, 5 -Tirmizî hadisin "hasen" olduğunu söylemiştir-: Ncsâî. Zekât. 8. Öte yandan ba/ılan rivayeti miirsel olarak naklelmiştir ki. mürsel daha sahihtir. Ayrıca müellif Kardâvî bu rivayeti İbn Mâce'nin de "zekât" bölümünde tahrİc ettiğini bildirmekte İse de, tetkiklerimiz İbn Mâee rivayetinin söz konusu ettiğimiz bu rivayeti anlam olarak karşılamadığını ve oldukça farklılık arzcttiğini göstermiştir (mütercim).
[192] ŞevkânL Neylü'l-evtâr, VIII, 217 vd. (Beyrut, Dâru'1-cîl baskısı).
[193] Şevkânî, a.g.e.VIIl, 217 vd.
[194] İbnü'l-Hömâm, Fethu'l-kadîr, IV, 135-36 (Bulak baskısı); İbn Abidîn, Haşiye, lll, 147.
[195] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 107-110.
[196] Buhârî, İlim, 10; İ'tisâm, 10; Müslim, İmâre, 175; Zekât, 98; Tirmizî, İlim, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 24; Mâlik. Muvatta\ Kader, 8; Ahmed b. Hanbel. Müsned, I, 306; II, 234; IV, 92, 9s3, 95, 96, 97, 98.
[197] Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi: 110.