İMAM eş-ŞÂTIBÎ ve el- İ'TİSÂMI ÜZERİNE. 2

Doç. Dr. Ahmet Yaman:2

Eserleri:2

Kitâbu'ı-Makâsıd. 3

A- Kanun Koyucunun Şeriatın Konulmasındaki Kasdı3

B- Şeriat Anlaşılmak İçin Konulmuştur4

C- Şeriat Gereğiyle Yükümlü Tutulmak İçin Konulmuştur4

D- Şâriin Mükellefin Şerî Hükümler Altına Girmesindeki Kasdı4

E- Yükümlülüklerde Mükellefin Maksadı (Niyet)4

Mütercimlerin Önsözü. 5

Eseri Tahkik Edenin Önsözü. 6

Kitap Hakkında. 8

Müellifin Kitabı Takdimi8

“İslamın Garipliği". 9

Hz. Muhammed'in Peygamberlikle Görevlendirildiği Zaman İnsanların Durumu. 9

Mekke Döneminde Müslümanlar11

Bidatin İlk Ortaya Çıkışı11

Ümmetin Parçalanması Ve Başkalarına Tâbi Olması12

Bid’atçi Bid’atine Davet Eder13

Birlikten Sonra Ayrılığın, Kuvvetten Sonra Gurbetin Olacağına Dair Haberin Gerçekleşmesi13

Bid'at Çıkarmanın Kötülenmesi Hakkında Selefin Sözleri14

Bid'atçiler Arasındaki Sünnet Bağlılarının Durumu. 15

Hutbede Geçmiş Halifelere Devamlı Dua Etmenin Bid'at Oluşu. 15

İslam'ın Garipliğinin Sebebi17

Her Bid'at Bir Sünneti Öldürür17

Sünnetin İhyasını Teşvik. 18

Bu Kitabın Yazılışındaki En Büyük Sebep. 18


İMAM eş-ŞÂTIBÎ ve el- İ'TİSÂMI ÜZERİNE

 

Doç. Dr. Ahmet Yaman:

 

Endülüs'ün Gırnata kentinde doğan Ebu İshâk İbrahim b. Musa eş-Şâtıbî, hicrî 8/ milâdî 14. yüzyılın önde gelen bilginlerinden birisidir. Mâliki kültürü içinde yetişmiş müctehid bir hukukçu olmasının yanında o, hadis, tefsir, edebiyat ve Arap dili alanında da eserler vermiştir. Fakat onun en fazla temayüz eden yönü fıkıh usûlü ve nahivdir.[1]

İslam kültürü içinde yetişmiş şahsiyetleri ve eserlerini tanıtan biyobibliyografik (tabakât, terâcim ve a’lâm türü) eserlerde doğum yeri, hoca ve talebeleriyle eserleri dışında hayatına ait geniş bilgilere ne yazık ki rastlayamadığımız[2] İmam eş-Şâtıbî, Mağrip Mâlikî kültürü içinde yetişmiş müceddid bir alimdir

Özellikle İbnü'l-Fahhar el-Bîrî (veya el-İlbîrî) (v. 754/1353), Ebû Kasım es-Sebtî (v.760/1358), Ebû Abdillah et-Telemsânî (v. 771/1369), Ebû Saîd b. Lübb et-Tağlebî'den dil ve din ilimlerini tahsil eden Ebû İshak eş-Şâtıbî İslamî ilimlerin hemen her şubesinde telifi olan velûd bir alimdir.[3]

 

Eserleri:

 

1. El-Muvâfakât Fi Usûli'ş-Şerî'a: Fıkıh usûlü eserlerinden olan el-Muvâfakât'i klasik usûl kitaplarının sistem ve muhtevasından çok farklı bir yapıya sahiptir. eş-Şâtıbî bu eserinde metodolojik bilgiler yanında daha ziyade kanun koyucunun (şâriin) maksat ve gayesinin hukukî hükümlerdeki rolünü ortaya koymaya çalışmıştır.

İslam hukukunun ruhuna yönelik esprileri incelediği eserine önce "Unvânu't-Tâ'rîf bi Esrâri't-Teklîf” ismini veren eş-Şâtıbî, daha sonra bir hadiseden dolayı bu ismi "el-Muvâfakât fi Usüli’ş-Şerîa" olarak değiştirmiştir.

Müellif, bu hadisenin seyrini, eserinin mukaddimesinde şöyle anlatır: "Kitabı yazmaya başladıktan sonra hocalarımdan birisi ile karşılaştım. Görünce bana şöyle dedi:

Dün seni rüyamda gördüm, elinde de hazırlamış olduğun bir kitap vardı.

‘Nedir o elindeki?’ deyince

'el-Muvâfakât' diye cevap verdin.

Bu kelimeyle neyi kastettiğini sorunca da,

"Ben onunla İbn Kasım (İmam Mâlikin en büyük talebesi) ile Ebû Hanîfe'nin mezhebinin arasını buldum’ dedin."[4]

Kitabı tahkik eden Abdullah Draz’ın da takdim de ifade ettiği gibi eş-Şâtıbî eserinde, hükümlerin konulmasında kanun koyucunun maksatlarını kapsayan genel esasları tesbit etmiş, kaideleri belli temellere bağlamıştır. Kitabın bahislerini hukuk metodolojisi (usûl-i fıkıh) ile hukuk felsefesi (rûhu'ş-Şeria) arasında bağlantı kurarak işlemiştir.

Daha sonra kaleme aldığı anlaşılan el-İ'tisâm’da müellif, bu yönde bir çalışma yaptığına şu cümlelerle işaret eder:

"Aklım eşyayı kavramaya ve arzum bilgi doğrultusunda yoğunlaşmaya başla­dığından beri Şeriatın mantıkî bütünlüğünü ve hukukî tutarlığını; temellerini/usûlünü ve detaylarını/furüunu inceler oldum. Bunun için hiçbir ilmi gözardı etmedim. İmkan ve zaman ölçüsünde hepsini irdeledim. Fıtratımda bulunan yeteneğimi kullanarak derinlere daldım. Öyleki, neredeyse boğulacakken Rauf ve Rahmi olan cömert Rabbim sonunda bana lütfetti ve Şeriatın benim için tahayyül sınırlarımın dışında olan anlamlarını açığa çıkardı...”[5]

Buna göre şer’î hükümlerin kaynaklarından çıkarılabilmesi, yani istinbâtı için iki şart gereklidir: Biri. Arap dilini iyi bilmek; diğeri de İslam'ın esasını ve gayesini iyi kavramaktır. Usûlcüler genellikle birinci unsura yani dil bahislerine önem vermişler, bunun yanında İslâm hukukunun gaye ve hedeflerini (Makâsıdu'ş-Şerîa'yı) yeterince ele alamamışlardır.

İşte hicrî 8. asırda yaşayan eş-Şâtıbî, ikinci unsuru temel kabul etmiş ve kanun koyucunun maksat ve gayesini ortaya koyabilmek amacıyla bu eserini hazırlamıştır, eş- Şâtıbî'nin bu eserle ortaya koyduğu sonuçlar, dini tam öğrenmek, İslâm huku­kunun sistem ve ruhunu kavramak ve teşriin esaslarına vakıf olmak gibi kabiliyetleri kazandırır.

Bu kıymetli eser ilk defa 1302/1884 yılında Tunus'ta neşredilmiştir. İkinci tanı neşri Kahire'de 1341/1923 yılında olmuştur. Abdullah Draz’ın yorum ve notlarıyla yapılan üçüncü neşri de yine Kahire'de (ty. Mustafa Muhammed Matbaası) yapılmıştır. Son tam neşri ise Muhammed Muhyiddin Abdulhamid'in tahkiki ile 1969'da Kahire'de olmuştur. Bu arada Kazan âlimlerinden Musa Cârullah da, başına eklediği bir Türkçe mukaddime ile 1327/1909'da Kazan'da bir bölümünü yayımlamıştır.             

Mehmet Erdoğan tarafından Türkçe'ye yapılan çevirisi ise 1990-93 yılları arasında 4 cilt olarak İstanbul'da yayımlanmıştır.                                    

2- Unvânu't-Tarîf bi Esrâri't-Teklîf: İlimler tarihi yazan Ö. Rıza Kehhâle tarafından İslâm hukuk ilminin esaslarına yani fıkıh usûlüne dair müstakil bir eser olarak tanıtılmıştır;[6] halbuki bu eser, el-Muvâfakât'in la kendisidir. Zira yazdığı esere önce yukarıdaki ismi vermiş sonra da "el-Muvâfakât" şeklinde ğiştirmiştir.

3- el-Mecâlis: İmanı Buhâri'nin (256/70) es-Sahih isimli hadis kitabının alış­verişlerle ilgili bölümü olan Kitâbu'l-Bey'in şerhidir.                                       

4- Şerhu'l-Elfiye: Dil bilimci İbn Mâlik'in nahivle ilgili olan "'Elfiye" isimli eserinin şerhidir. Tam adı "Şerh ale'l-Hulâsa tî'n-Navh"dir. Bir nüshası Ezheriyye Kütüphanesi'nde 1487/10806 numarada bulunmaktadır.

5- el-İfâdât ve'1-İnşâdât: Edebiyatla ilgili bir eserdir.

6- Unvânu'l-İttifâk fi İlmi'l İştikak:Bu da Arap diliyle ilgili bir çalışmadır.

7- Makâsidü'ş-Şâfiye fi Şerhi Hulâsati'l-Kâfiye: Gramer kitabıdır.

8- Fetâvâ'1-İmâm eş-Şâtıbî: İslâm hukukunun pratik yönüyle ilgili bazı meselelerini ihtiva eder. Tunus 1984

9- el-İ'tisâm: Bid'atlere karşı Kitap ve Sünneti savunan, bid'atin mahiyetine ve tehlikelerine işaret eden ve halk arasında yayılan hurafe ve bid'atleri açıklayıp tedavi yollarını gösteren kıymetli bir eserdir.

Yaşadığı devirde halk arasında yaygınlaşmış hurafe ve bid'atlerle kıyasıya uğraşan eş-Şâtıbî, toplumunu, Kuran ve Sünnet çizgisinde doğru bir İslâm anlayışına davet etmiştir. Üstlendiği İmam-hatiplik görevini bu yönde sürdürmüş, ama alışılmış bid'atlere karşı çıktığı için de birçok tenkide maruz kalmıştır. el-İ'tisâm'ın baş taraflarında eş-Şatıbî, kendisine yöneltilen bu tenkitleri şu cümlelerle nakleder:

"Çoğunluğun yaptığı gibi ben de imamlık ve hatiplik gibi görevler aldım. İstikamet üzere olup gidişatımı düzelteyim dediğimde çağdaşlarımın çoğunluğu arasında kendimi yabancı hissettim. Çünkü onların davranışlarını adetler bürümüş, aslî sünnetleri bid'atler kaplamıştı. Bunlar önceki dönemlerde bulunan bid'atler değildi. Selef, bu konuya pek çok defa dikkat çekmiştir. Meselâ Ebu 'd-Derdâ 'nın şöyle dediği nakledilir:

Eğer Rasulullah şimdi çıkıp gelse, aranızda kendisinin ve dostlarının amelinden sadece namazı bulurdu.

Bu sözlere el-Evzâ'î,

Acaba Ebu'd-Derdâ bugünü görseydi ne derdi?

İlavesini yaparken İsa b. Yunus da,

Ya el-Evzâ'î bugüne yetişseydi acaba nasıl değerlendirirdi? demiştir.

İşte ben, ya insanların uygulaya geldikleri adetleri/bid'atleri terkederek Sünnet'e uyacaktım ya da Sünnet'e ve selefin uygulamalarına rağmen âdetlere/bid'atlere kulak verecektim. Sonuçta Sünnet'e ittiba uğrunda karşılaşılan sıkıntının aslında kurtuluş olduğunu gördüm ve bu doğrultuda yavaş yavaş bazı konular üzerinde çalışmaya başladım. Tabi hemen kıyamet koptu, suçlandım, kınandım ve hedef tahtası haline geldim. Nasıl mı?

Namazdan sonra topluca yapılan dualara katılmadığım için duayı anlamsız bulmakla suçlandım. Hutbede Râşit halifelerin isimlerini anmadığım için Rafızîlik ve sahabe düşmanlığıyla, itham edildim. Yine hutbede dönemin yöneticilerini zikretmediğim için devlete isyan yanlısı okluğum söylendi. Herkesin gönlüne göre değil, sağlam nakil görüşlere göre fetva verdiğim için dini zorlaştırmakla suçlandım. Sünnete ters düşen bid'atçi sûfîlere karşı çıktığım için evliyaullah'a düşmanlık beslediğim söylendi. Bunların hepsi tabii ki bana yöneltilmiş birer yalandı. Her şeye rağmen Allah'a hamdolsun..."[7]

el-İ'tisâm ilk defa Kahire'de 1331/1913 yılında Muhammed Reşid Rıza tarafından neşredilmiş, bunu takiben değişik zamanlarda birçok defa yayımlanmıştır. Ömer Süleyman isimli bir araştırmacı da 1405 yılında Ehâdîsü'l-İ’tisâm li'ş-Şâtıbî ismiyle Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye Üniversitesinde bir yüksek lisans tezi hazırlamıştır.

Bid'at gerçeği ve bununla mücadele niyetinin bir ürünü olan el-İ'tisam üzerinde. eş-Şatıbî’nin daha önce kaleme aldığı el-Muvafakâtı'nın etkili olduğu görülmektedir. Bid'atlerin ortaya çıkışı, dînî tecrübedeki yeri ve insanları sünnete döndürme ekseninde kanaatlerini temellendirirken eş-Şatıbî et-Muvâfakâtın özellikle ikinci cildini teşkil eden Kitabu'l-Makâsıd'ına atıflar yapmaktadır. Hem bu atıfları anlamlandırabilmek, hem de el-İ'tisâm'ın fikir örgüsünü daha iyi tanıyabilmek için adı geçen Kitabu'l Makâsıd'ın muhtevasını ana başlıklar halinde buraya almak istiyorum:[8]

 

Kitâbu'ı-Makâsıd

 

A- Kanun Koyucunun Şeriatın Konulmasındaki Kasdı

 

a- Şer'î yükümlülükler, yaratılış konusunda gözönüne alman zaruri, hâcî ve tahsînî maksatların korunmasına yöneliktir.

b- Zarurî, hâcî ve tahsînî maksatlardan her birinin tamamlayıcı unsurları vardır.

Fakat bu tamamlayıcı unsurlar aslı ortadan kaldırıcı bir mahiyet arzedemez.      

c- Zarurî maksatlar (zarûrîyyât) hâcî ve tahsînî maksadlar için asıl teşkil eder.

d- Serî maksatlar genel ve süreklidir.

e- Maslahat ve mefsedetlerin belirlenmesi nefsâni arzulara bağlı değildir,

f- İslâm şeriatı, İslâm Peygamberi ve İslâm ümmeti hatadan korunmuştur. Şeriat, kaybolma ve tahrif edilme tehlikesine karşı korunma altına alınmıştır,

g- Genel esasların korunması için detayların muhafazası gereklidir.[9]

 

B- Şeriat Anlaşılmak İçin Konulmuştur

 

a- İslâm şeriatı Arapçadır; onu diğer dillerle anlamak mümkün değildir,

b- Arap dilinin aslî ve tâbi olmak üzere iki delâlet şekli vardır,

c- Hükümler, tâbi delalet yönlerinden de çıkarılabilir.[10]

 

C- Şeriat Gereğiyle Yükümlü Tutulmak İçin Konulmuştur

 

a- Yükümlü tutmanın şartı, yükümlü tutulan şeyin güç yetirilebilir olmasıdır,

b- İnsan tabiatında mevcut bulunan özelliklerin ve yaratılıştan gelen karakterlerin izalesi istenmez.

c- İnsanın yaratılış özelliklerine benzer vasıflar onların hükmünü alır.

d-Yüce Allah,  yüklediği yükümlülüklerle kişilerin sıkıntıya sokulmasını istememiştir,

e- Alışılmışın üstündeki meşakkatler teklife manidir. Mükelleften güçlük ve sıkıntı kaldırılmıştır.

f- Arzu ve heveslere muhalefetten kaynaklanan meşakkatler teklife mani değildir,

g- Uhrevî meşakkatler ile mükelleften başkalarına da dokunacak meşakkatler amaçlanmış değildir.

h- Normal meşakkatlerin ne vukuu ne de kaldırılması kanun-koyucu tarafından amaçlanmış değildir,

i- Şeriat, teklif (yükümlü tutma) konusunda orta yollu bir tutum izlemiştir. Eğer iki aşırı uçtan birine yönelmişse bu, mükellefi karşı uç taraftan orta yola çekmek içindir.[11]

 

D- Şâriin Mükellefin Şerî Hükümler Altına Girmesindeki Kasdı

 

a- Şeriatın konulmasından maksat, ona uyulması ve böylece mükellefin ıztırârî kulluktan ihtiyarî/gönüllü kulluğa yüceltilmesidir.

b- Zarurî esaslar, mükellef için peşin hazlar içerenler ve içermeyenler olmak üzere iki türdür. Şerîat birinci türden olan zarurî esaslar üzerinde fazla durmaz ve bu konuda fıtrî/cibillî motiflere dayanır. İkinci, türden olan esaslar üzerinde ise daha yoğun olarak durur.

c- Fiillerde aslî maksatların gözönünde bulundurulması, o fiilin sıhhatine ve ihlalsi olmaya daha yakındır.

d- Amellerde devamlılık göstermek, Şâriin maksatlarındandır.

e- Kerametlerle amel edebilmek için serî bir esasa ters düşmemeleri gerekir.

f- Zahirle ilgili herşeyin şeriata vurulması gerektiği gibi, bâtınla ilgili herşeyin de şeriata vurulması gerekir,

g- Hükümler, şerî ya da vücûdî âdetlere tâbidir. Âdetlerin değişmesiyle hükümler de değişir. Cari âdetlerin şeran dikkate alınması zarurîdir.

h- Küllî âdetler zaman ve mekanla değişmez; cüz'î âdetler zaman ve mekanla değişir,

i- Tâatlar ve mâsiyetler içerdikleri maslahat ve mefsedetlerine göre büyük ya da küçük olurlar.

j- İbâdetlerde asıl olan taabbudîlik, âdetlerde ise içerdikleri manalardır,

k- Şeriat nimetlere karşı nasıl şükredileceğini bildirmek için konulmuştur.[12]

 

E- Yükümlülüklerde Mükellefin Maksadı (Niyet)

 

a- Ameller niyete göre değerlendirilir.

b- Mükelleften istenilen, niyetinin Şâriin maksadına uygun düşmesidir.

c- Şâriin kasdına (şeriata) ters düşen her fiil batıldır.

d- Kişinin kendi maslahatlarını gerçekleştirmekle bizzat görevli tutulması halinde, zaruret olmadıkça başkalarının onun maslahatını gerçekleştirme yükümlülüğü yoktur.

e- Başkalarının işlerini yüklenen kimselere (kamu çalışanları gibi) toplumun bakması gerekir.

f- Kul haklarında hakkın kullanılması kişinin kendisine verilmiştir. Allah haklarında ise kulun herhangi bir tercih ve müdahale yetkisi yoktur.

g- Hileler, Kitap ve Sünnete göre meşru değildir ve onlar, teşrîden gözetilen maslahatı ortadan kaldırıcı niteliktedir.

Okuyucuyu, dikkatle ve sabırla okunması ama mutlaka anlaşılması gereken bu İslâm klasiği ile başbaşa bırakırken, yazanın asıl niyetini ve endişesini bir kere de kendi dilinden dinleyelim:

"Allah'a hamd ve layık olduğu şekilde sayısız şükürler olsun. Allah'ın bana verdiği imkanlar ölçüsünde O'nun yolunda yürümek için nefsimi güçlendirdim. Dinin îtikâdî ve amelî esaslarından/asıllarından işe başladım. Sonra bu esasların üzerine bina edilen fürûuyla devam ettim. Bu esnada sünnetlerin ve bid'atlerin ne olduğunu, aynca caiz olan ve münıteni/yasak olanın ne olduğunu açıkladım. Bunu da Usul-i Din (Kelam) ve Usul-i Fıkıh ilmine arz ettim (onların ölçüleriyle test ettim). Sonra Hz. Peygamberin (s.a.) kendisinin ve ashabının üzerinde bulunduğu yolu tarif ederken "sevâd-ı âzam" diye isimlendirdiği cemaatle birlikte olmayı ve alimlerin bid'at ve muhtelif ameller olarak haklarında hüküm verdiği bid'atleri terk etmeyi arzu ettim.

Ben bu esnada çoğunluğun yaptığı gibi hitabet, imamet ve benzeri görevler aldım. Yolda dosdoğru gitmek istedim. Fakat kendimi zamane insanlarının içinde bir yabancı gibi hissettim. Çünkü onların gittikleri yollara âdet ve gelenekler hakim olmuş ve aslî sünnetlerin içinde sonradan ilave edilmiş bid'at şüpheleri karışmıştı. Bunlar daha önceki zamanlarda mevcut değilken zamanımızda nasıl böyle olmuştu?

Salih seleften bu konuda pek çok uyarı nakl edilmiştir. Nitekim Ebu'd-Derdâ'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) şayet sizin yanınıza çıkıp gelmiş olsaydı, kendisinin ve ashabının üzerinde olduğu/yaptığı şeylerin içinde namazdan başka hiçbir şeyi tanıyamazdı. Evzâî dedi ki:

Ebu'd-Derda bu günü yaşasaydı nasıl derdi acaba? İsa İbn Yusuf da dedi ki:

Ya Evzâî şu zamana yetişseydi nasıl derdi acaba?

Ümmü'd-Derdâ'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:

Ebu'd-Derdâ bir gün öfkeli bir halde içeri girdi. Ona:

Neye öfkelendin? dedim, şöyle dedi

"Allah'a yemin olsun ki insanların içinde, Muhammed'in yaptığı işlerden hiçbir şeyi tanıyamıyorum. Sadece onların cemaatle kıldıkları namazı tanıyabiliyorum. "Enes İbn Mâlik'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Lailâhe illallah" demenizin dışında Rasulullah (s.a.)zamanında gördüğüm, bildiğim şeylerin hiçbirisini sizde göremiyorum."Biz dedik ki:

Gerçekten öyle mi ey Ebu Hamza? O şöyle dedi:

Güneş batıncaya kadar namaz kılmaktasınız; Rasulullah'ın namazı böyle midir?

Yine Enes'ten rivayet edilmiştir: O şöyle dedi:

Şayet bir adam ilk selefin (yani Hz. Peygamberin) yaşadığı döneme yetişmiş olsa da sonra bu güne tekrar gelse, İslâm'dan hiçbir şeyi tanıyamaz (yani İslâmın tanınamaz hale geldiğini görür). Râvî der ki:

Enes elini şakağına koydu ve şöyle dedi:

Sadece şu kıldığınız namaz hariç. Enes daha sonra şöyle dedi:

Vallahi, doğrusu buna göre kim ki önceden görülmemiş ve salih selefin bilmediği şeylerin içinde yaşarsa, bir bid'atçinin bid'atine çağırdığını ve dünyaperestin dünyasına çağırdığını görürse Allah onu bundan korusun. Onun kalbi bu salih selefin hasretiyle dolsun, büyük bir sevaba nail olmak için onun yolarını sorsun, öğrensin, izlerinden gitsin ve yollarına tâbi olsun. İnşaallah siz de böyle olun.[13]

 

Mütercimlerin Önsözü

 

Büyük âlim İmam Şâtıbî, İslâmî ilimler tarihinde müstesna bir yere sahiptir. Çünkü o, gerek el-Muvâfakât, gerekse el-İ’tisâm isimli eseriyle İslâmî ilimlere yeni ufuklar açmış, Kur'ân'ı ve sünneti anlama ve yorumlamada milad sayılabilecek bir başarıya imza atmıştır.

İmam Şâtıbî'nin Kitap ve Sünnet'e bağlılığı en sistematik bir şekilde ele aldığı, bid'at ve sünnetin sınırlarını en güzel şekilde belirlediği el-İ'tisam isimli eserini yıllar önce okumaya başladığımızda bu eserin mutlaka Türkçeye kazandırılması gerektiği kanaatine varmıştık. Çünkü bid'at problemi sadece onun zamanının problemi değil, belki daha fazla ölçüde bizim zamanımızın da problemidir. Bundan sonra da bu konu bir problem olmaya devam edecektir.

Müellifin de dediği gibi bu konu âlimler tarafından ihmal edilmiştir. Konu ile ilgili meselelere daha önce ucundan kıyısından temas edilmiştir. Fakat bunlar, gereği gibi bilgilenmek için yeterli değildir. Bu eksiklik, konu ile ilgili Türkçe eserler açısından daha belirgin bir şekilde hissedilmektedir. Eserin Türkçeye tercüme edilmesi önemli bir boşluğu dolduracaktır. Ayrıca Şâtıbî gibi büyük bir âlimin duasının kapsamına girmeye de vesile olacaktır. Çünkü müellif eserinin bir yerinde bu konunun önemine ve âlimlerce ihmal edilmişliğine dikkat çektikten sonra şöyle demektedir:

"Bu itibarla kendimi yoracak bir çalışmanın içine girdim. Umarım ki Yüce Allah bu kitabı yazana, okuyana, yayınlayana, bundan faydalanacaklara ve tüm Müslümanlara yararlar ihsan edecektir. Çünkü o, rahmetinin genişliği ile bunu lûtfedici ve bunu gerçekleştirecek olandır.”(c.II, s. 143)

Allah Zülcelâl’in bizi de rahmetinin genişliğiyle bundan yararlandırmasını niyaz ediyoruz.

Bu münasebetle, okuyucularımızın bu eserden daha iyi yararlanabilmeleri için eserin ve yapılan tercümenin bazı özelliklerine dikkat çekmekte yarar görüyoruz:

Kitapta, alâkası dolayısıyla bazı fıkhî meselelere temas edilmiştir. Bu meselelerde şu iki husus göz önünde bulundurulmalıdır:

1. Yazar Mâliki mezhebindendir. Değindiği konuda Mâliki mezhebi hükümlerine göre bir şeyler söylemesi olağandır. Mâliki mezhebinden olan bir okuyucu bile bu meselede söylenileni doyurucu ve yeterli bulmayabilir. Çünkü bu kitap bir fıkıh kitabı değildir.

2. Mâlikî mezhebinden başka,  Hanefî,  Şâfıî gibi diğer mezheplerden olan okuyucularımız özellikle yukarıda söylediğimiz hususu göz önünde bulundurmalıdır. Mezhep hükmü ile ilgili bir şeyler söylemiş ise, mutlaka o konuda kendi mezhebinin kaynaklarına başvurmalıdır.

Eserde yer yer ''imam" deyimi geçmektedir. Tercümede genellikle bu ifade olduğu gibi kullanılmıştır. Bu ifade genel olarak lider, devlet başkanı, yönetici gibi bir mana kastedilerek kullanılmıştır. Özellikle Şiâ mezhebinden söz edilen yerlerde "İmam'ın özel bir manada kullanıldığı hatırlanmalıdır.

Yine eserin pek çok yerinde "taklit" ve "âdet" kelimeleri geçmektedir. Taklitten maksat, fıkıhtaki bir mezhep veya imama uymaktır. Âdet ise "gelenek" '"alışkanlık" veya "âdet edilen şey" anlamında olmayıp, ibadet dışında günlük hayatta insanların yaptıkları şeylerdir. Yedinci bölümün başlarında geniş bir şekilde buna temas edilmiştir.

Eserin bazı yerlerinde; “bu zamanlarda” “bizim zamanımızdan önce” gibi ifadeler kullanılmıştır. Bununla müellifin yaşadığı hicri sekizinci asır kastedilmiştir.

Kitapta geçen fıkhî meseleler konusunda ihtiyatlı davranmak gerekir. Çünkü bu kitap bir fıkıh kitabı değildir. Kitap fıkıh konularını ve meselelerini ele almak için değil -usûlî meselelere de değinmekle beraber- esasen bid'at problemlerini ele almak için yazılmıştır.

Erbabınca malum olduğu üzere usûlcülerin kendi aralarında kullandıkları ağır bir dil vardır. Onlar az ve öz kelimeyle gerekli manayı ifade etmeye çalışırlar. Bu sebeple konunun yabancısı olanlar bu dili anlamakta güçlük çekerler. Aynı özellik belli ölçüde el-İ'tisâm'da da vardır. Buna bir de müellifin Endülüslü bir âlim oluşu ve Endülüs ulemâsının kullandığı dilin ağdalı oluşu eklenince eserin dilindeki ve üslûbundaki zorluk bir kat daha artmaktadır. Bu zorluğu ve kapalılığı aşmak için yer yer parantezler açılmış, metnin ruhuna ve müellifin maksadına uygun takdirler ve izahlar yapılmıştır.

Muhakkik tarafından dipnotta yapılan bazı izahlar tercümeye taşınmıştır.

Eserin içinde geçen hadisler, Ebû Süleyman en-Nedvî tarafından tahkik edilmiş ve muhakkikin müracaat ettiği kaynaklar, kitabın sonunda bir liste halinde verilmiştir.

Eserin Arapça metninde yer yer parantez içi soru işaretleri (?) kullanılarak eksikliklere ve boşluklara dikkat çekilmiştir. Eserin yazma nüshalanndaki müstensih atlamalarının ve hatalarının bir sonucu olduğunu tahmin ettiğimiz bu boşluklar o bölümlerin tercümesini zorlaştırmıştır. Ancak yine de siyak ve sibaktan hareketle uygun manaya ulaşılmaya çalışılmıştır.

Tercümede elden geldiğince anlaşılır ve sade bir dil kullanılmış, bazı yerlerde kitaptan istifadeyi kolaylaştırmak için meseleler a-b-c veya 1-2-3 gibi maddeleşlirilerck tercüme edilmiştir. Önemli kavramlar ilgili sahifenin dipnotunda açıklanmış, ayrıca sıkça kullanılan bazı kavramlar için kitabın sonuna tarafımızdan açıklayıcı bir sözlük ilave edilmiştir.

Böyle bir eserin tercümesinin ne kadar zor ve sorumluluk gerektiren bir iş olduğunun bilincindeyiz. Yapmış olduğumuz çalışmada eksiklik ve hataların olabile­ceğini de kabul ediyoruz. Bu sebeple okuyucularımızın yapacakları yapıcı tenkitlerin kitabın daha sonraki baskılarında dikkate alınıp değerlendirileceğinin bilinmesini istiyoruz.

Birinci cildi Dr.Ahmet İyibildiren, ikinci cildi Dr. Mustafa Özcan tarafından tercüme edilen bu eserin, Müslümanların Kur'an'a ve Sünnet'e daha sıkı sarılmalarına ve bidatlerden uzak durmalarına vesile olmasını Yüce Mevlâ'dan niyaz ediyoruz.[14]

2 Mayıs 1999 - Antalya

Dr. Ahmet İYİBİLDİREN                                                          

Dr. Mustafa ÖZCAN

 

Eseri Tahkik Edenin Önsözü

 

Hamd, âlemlerin Rabbinedir. Salât ve selam Peygamberlerin efendisi ve Sonuncusu Muhammed'e, onun ehl-i beytine, bütün sahabilerine ve kıyamete kadar en güzel şekilde onun yolunda gidenleredir.

Ben bu mübarek kitabın mukaddimesine güzel bir takdim yazısı yazmayı arzu ettim. Fakat bu muazzam çalışmanın büyüklüğü karşısında kendimi buna yeterli görmedim ve kendi kendime dedim ki: Ben kim oluyorum ki, usûl ilminin bu dev eserine, bid'atçilerin her devirde korkmaları gereken bu en güçlü silaha ve İslam şeriatının diğer dallarındaki bu muazzam çalışmaya mukaddime yazma cüretini kendimde görüyorum!

Hangi mukaddime bu kitaba lâyıktır!

Hangi üstat Şâtıbî'nin kitabının hakkını verebilir!

Ve hangi yüzücü el-İ'tisâm denizinin derinliklerine dalabilir!

Bu kitabın önünde uzun bir süre bekledim; bir adım ilerliyor, bir adım geri çekiliyordum. Müellifin mukaddimesini tekrar tekrar okuyordum. Önce bir bölümü inceliyor ve bir sofranın yemeğini yemek arzusunda olup da onu kaçırmaktan korkan ve büyüklerin yemeklerini bitirmelerini bekleyen, sonra ürkerek sofraya doğru ilerleyen davetsiz misafir gibi ona tekrar dönüyordum.

Kitabın sayfalarını çevirdikçe ve okudukça beni bir sevinç ve coşku kaplıyor, bu coşku beni kitabı tekrar tekrar karıştırmaya ve okumaya doğru çekiyordu. Lisan-ı hâl ile müellife seslenerek şu şiiri söylüyordum:

Bize Numan 'ı anlat tekrar tekrar

Onu anlamak misktir, yayılır kokusu hep andıkça.

Onun ayrıntılı açıklamalarını ve delillere dayalı izahlarını dikkatlice inceledikçe aklıma hep şu beyit geliyordu:

Sen bize onları anlattın ve hüznümüzü artır din.

Ey Sa'd, haydi durma daha da anlat.

Kitabı çok okuyan ve içindekileri fazlasıyla müzakere edip inceleyen kimse kesinlikle ona doymaz, istekle ve gönül hoşluğuyla ona sürekli ve daha fazla vakit sarf eder. Vaktinin bir kısmını öğrenmeye, diğerini anlamaya, üçüncüsünü ise, uygulamaya, tebliğe ve Hz. Muhammed'in sünnetini diriltme uğrunda üzerine düşen görevi yerine getirmeye ayırır.

Bir kitaba mukaddime yazmak önemli ve zor bir iştir. Hele böyle bir kitab için bir mukaddime nasıl yazılır!

Nihayet Allah Teâlâ, bana müellifin kendi mukaddimesini kitaba mukaddime yapmam için yol gösterdi. Çünkü o, her şeyden önce kitabın müellifidir. İkincisi o, evin sahibidir; içindekileri en iyi o bilir, mukaddimeyi yazdığında telif ettiği eseri hangi gaye ile kaleme aldığını da açıklamıştır. Üçüncüsü hakikati ortaya koymanın olgunluk­larından birisi de bu büyük çalışmanın önünde aciz kaldığımızı itiraf ve kabul etmemizdir. Müellif bu büyük çalışmada hakikatin yüzündeki perdeyi açtı, nebevi i’cazın delillerini beyan etti ve Allah Teala'nın her zaman bu ümmete dinini canlandıracak mücedditler göndereceğine işaret etti.

Ben içinde yaşadığımız zamanın da bu kitabın konusuna çok uygun bir zaman olduğuna inanıyorum. Çünkü İslam diyarının her bölgesinde Bidatlerin yayıldığı, diyanetin bozulduğu ve sünnetlerin tahrip edildiği gayet açıktır; dinden, akıldan, güvenilirlikten veya ilimden kendisinde bir nebze eser bulunan herkes bunun bilincindedir. Dikkat çekilmesi ve işaret edilmesi gerekli ilginç bir durum da şudur: Haberleşme vasıtaları, ulaşım kolaylığı ve rahat yolculuklar, bazı iyilik faktörlerinin ve faaliyetlerinin yayılmasına yardım ettiği gibi, Bidatlerin ve dini bozucu unsurların yayılmasına da yardımcı olmaktadır.

Sünneti ihya etme ve bid'atleri yok etme işi İslam diyarının her köşesindeki bütün ilim adamlarının üzerine vaciptir. Ta ki sünnet layık olduğu yere yeniden yerleştirilsin, İslamın ve müslümanların semasında onun sancağı dalgalansın.

Her ne kadar kendi nefsimdeki ve kardeşilerimdeki eksiklikleri giderecek bir çalışmayı ortaya çıkarmadaki ilmî birikimim fazla değilse de bu çalışmaya bir katkıda bulunmayı kendim için şerî bir görev bildim. Umarım ki Allah Teâlâ bizi kusurlarımızdan himaye eder ve bize hem dünyada hem de ahirette yararlanacağımız şeyleri gösterir.

Kitabı başından itibaren şu şekilde ele aldım;

1. Daha önceki araştırmacıların ve sarihlerin de âdeti oluduğu üzere müellifi ve eserini tanıtarak işe başladım.

2. Kitabın bablarına, yan başlıklar ve satır aralarındaki inceliklere işaret etmek üzere fasıllar koydum.

3. Hadislerin ve rivayet edilen diğer sözlerin tahrîcine, kaynaklarına nisbetine ve ta'lîkine riayet ettim. Alimlerin   sahihliğine hükmettiklerini belirttim. Hüküm belirtmediklerinde ise aklıma yatan hükmü bulup çıkarmak için bütün gücümü sarf ettim. Eğer gerçek benim dediğim gibi ise bu benim çabamın bir sonucu değil, Allah'ın bir lütfudur. Eğer benim dediğim gibi değilse Allah'tan af ve mağfiret diliyorum. Kardeşlerimden de beni güçleri yettiğince hayra yöneltmelerini istiyorum.

4. Ayetlerin mushaftaki yerlerine işaret ettim.

5. Özellikle usûl ilimleriyle ilgili olup da ilim yolcularının anlamakta güçlük çekebilecekleri bazı kavramların anlamlarını açıklamaya çalıştım ve müracaat ettiğim kaynakları zikrettim.

6. Arapça kelime ve terkiplerden dil yönüyle şerhe muhtaç olduklarını zannettik­lerimi tam bir dikkatlilikle, fazla uzatmadan ve çok da kısa tutmadan şerh ettim.

7. Zaman zaman günümüzdeki ve müellifin dönemindeki Bid'atlara da dipnotta işaret ettim.

8. Müellifin kitabında zikrettiği âlimlerin biyografilerini gücümün yettiğince ve elimdeki kaynakların imkan tanıdığı ölçüde vermeye çalıştım.

9. Bazı öğrencilerimin de yardımıyla kitap için genel fihristler hazırladım. Kitabı okuyan herkesin bunlardan yararlanmasını Allah'dan niyaz ediyorum.

Biraz önce söylediklerimi tekrar ediyorum: Bu yüce sarayın önünde ben âciz bir kişi olarak duruyorum. Allah Teala'dan yüce habîbinin sancağının yükselmesi, her mekanda ve zamanda dalgalanması, iyiliklerinin yayılması ve bereketlerinin genişlemesi için beni bu meydanda daha fazla çalışmaya muvaffak kılmasını diliyorum.

Güvenilirliği sebebiyle çalışmamızda Mısır'da basılan Şeyh Muhammed Reşid Rıza nüshasına dayandık. Allah rahmet eylesin, kendisinin yaptığı tashihlerden çok yararlandık.[15]

 

Kitap Hakkında

 

Doğrusu el'İ'tisâm, müellifinin de isimlendirdiği gibi kitaba layık bir isimdir. Fakat, İmam Şâtıbî gördüğüm kadarıyla onu halk ve avam için değil, ilim adamları ve öğrenciler için telif etmiştir.

Mukaddimede de açıkladığı gibi belki de o, bu kitabın telifinde çok fazla gayret göstermiş ve pek çok zahmete katlanmıştır. Bu sebeple biz, Allah Teâlâ'nın ona geniş cennetler bahşetmesini ve kıyamete kadar bu kitabı bereketli kılmasını niyaz ediyoruz.

Bu kitab kapsamlı ve ilmî bir eserdir. Tazeliğini ve güncelliğini daima muhafaza etmiştir. Pek çok yararları ve kıymetli bilgileri içinde toplamıştır. Çok sayıda kitabı taşımak zahmetinden kurtar­mıştır.

İlk olarak kitap son derece güzel ve mükemmel bir mukaddime ile başlar. Bu mukaddimede sahifeler arasında çok değerli hazineleri ve defineleri haber verir. İslamın garipliğinden söz eden hadisle başlar ve uğrunda nefsini seferber ettiği bu çalışmayı kabul etmesi ve mükâfatlandırmasını Allah'tan dua ve niyaz ederek bitirir.

İkinci olarak kitabın konularını on ana bölüme ve ihtiyaca göre de çok sayıda fasılaya/üniteye ayırır. Bunun yanında biz de, yukarıda sözünü ettiğimiz yan başlıkları yerleştirdik.

Birinci bölüm: Bid'atin tarifi ve manası.

İkinci bölümü: Bid'atin kötülenmesi ve bid'atçilerin kötü akıbetleri.

Üçüncü bölüm: Bid'atlerin kötülenmesi geneldir, belli bir bid'ate mahsus değildir. Bu bölümde bid'atçiye benzeyenler ve bid'ati iyi ve kötü bid'at diye kısımlara ayıranlardan da söz edilir.

Dördüncü bölüm: Bid'atçilerin istidlal kaynakları.

Beşinci bölüm: Hakiki ve izafi bid'atler ve aralarındaki farklar.

Altıncı bölüm: Bid'atlerin hükümleri ve bu hükümlerin aynı derecede olmadıkları.

Yedinci bölüm: Bid'atler ibadetlere mi mahsustur, yoksa âdetler­de de bid'at olur mu?

Dokuzuncu bölüm: Bid'at fırkalarını Müslüman cemaatten ayıran sebepler.

Onuncu bölüm: Bid'atçilerin saptıkları ve kendisinden uzaklaş­tıkları sırât'i müstakim.

Allah Teâlâ müellife rahmet eylesin ve bu kitabı Müslümanlar için koruyucu bir kalkan eylesin. Her türlü hamd ve şükür Allah'a olsun, yaratıklarının en hayırlısı ve efendimiz, Hz. Muhammed'e, onun âline, ashabına ve kıyamete kadar en güzel şekilde ona tâbi olanlara da salat ve selâm olsun.[16]

Mustafa Ebû Süleyman en-Nedvî

er-Rabîu’s Sânî 1414

 

Müellifin Kitabı Takdimi[17]

 

Her halükârda övülen, her önemli işe kendisine hamdedilerek başlanılan,[18]yaratıklarını dilediği gayeler için yaratan, onların işlerini onları sevindiren ve üzen gayelerine uygun olarak değil, kendi ilmine ve iradesine uygun olarak kolaylaştıran Allah'a hamd olsun. Onları kendi iradesine ve kudretine göre evirip çevirendir; bu yüzden onlardan kimisi bedbahttır, kimisi mutludur.[19]Onlara iki tane yolu gösterendir;[20]bu sebeple kimisi doğru yoldadır, kimisi eğri yoldadır. Onları iki ilhamı, iyilik ilhamını ve kötülük ilhamını kabule müsait bir yapıda yaratandır; bu sebeple kimisi müttakîdir/takva sahibi, iyi bir insandır, kimisi de fâcirdir/kötü bir insandır. Nitekim onların rızıklarını da iki tarafın (mevcudiyeti) hükmüne göre adaletle takdir etmiştir; bu sebeple taraflardan birisi zengindir, diğeri fakirdir. Onlardan her biri böyle bir yol üzerinde akıp gitmektedirler ve bunun dışına da çıkamazlar. Şayet onlar bu akışın önüne set çekmek veya geçmiş hükmü/ilâhî takdiri geri çevirmek için güçbirliği yapsalar, ona set çekemezler, değiştiremezler ve geri çeviremezler. Onlar Allah'ın takyit ettiğini/sınırlandırdığını genelleştiremezler ve genelleştirdiğinden de bir şeyi çekip çıkartamazlar.

"Göklerde ve yerde bulunanlar da, onların gölgeleri de sabah akşam Allah'a secde eder.”[21]

Salât ve selâm, efendimiz ve dostumuz Hz. Muhammed'in üze­rine olsun. O, rahmet Peygamberidir. Gam ve kederleri giderendir. Onun getirdiği şeriat, diğer bütün şeriatlerin hükmünü kaldırmıştır. Onun çağrısı bütün milletleredir. Onun hüccetinin yanında hiç kimsenin hücceti olamaz. Akıllı bir kişinin onun yolundan başka gideceği doğru bir yol yoktur. Birbiriyle uyumlu bütün manalar onun şeriatının hikmetleri altında toplanmıştır. Onun şeriatının ortaya konuluşundan sonra artık hiçbir muhalifin farklı görüşüne kulak verilmez. Onun yolundan gidenin "fırka-yı nâciye"[22] içinde olduğu kabul edilir. Onun yolunun dışına çıkan ise "mu-kassıra"[23] veya "galiye"[24] fırkalarına doğru yönelmiş olur. Allah'ın salât ve selamı onun, aile ve ashabının üzerine olsun. O ashab ki, o peygamberin aydınlatıcı güneşiyle yollarım bulmuşlar, Onun izinden gitmişler, gündüz aydınlığı gibi apaçık ve parlak olan ışığında yürümüşlerdir. Onlar güçlü ve yetenekli elleri ve dilleriyle her iyi kişi ile her kötü kişiyi ve insanları iyiliğe ve başarıya götüren sağlam delil ile onları felâkete götüren çürük delili birbirinden ayırmışlardır. Allah'ın salât ve selamı, onlara bu yolda tâbi olanlara ve bu topluluğa katılan diğerleri üzerine de olsun.[25]

 

“İslamın Garipliği"

 

Gelelim konumuza... Ey vefakâr ve samimi dost! Mukaddimede sana bir hatırlatmada bulunacağım. Maksadı anlatmaya başlamadan önce bunun takdim edilmesi gerekiyor. Bu hatırlatacağım şey, Rasulullah'ın (s.a) şu hadisinin ne anlama geldiğidir:

"İslam garip başladı;[26] başladığı gibi tekrar garip olacaktır. Gariplere ne mutlu!".

Kimler gariptir, yâ Rasulallah? Diye sorulunca şöyle dedi:

"İnsanlar bozulduğu zaman düzeltmeye çalışanlardır."

Başka bir rivayette ise şöyle geçer:

Kimler gariptir yâ Rasulallah? Diye sorulunca şöyle dedi:

“Allah yolunda vatanlarını terkeden muhacirlerdir.”

Bu, biraz kapalı bir ifadedir, fakat başka bir riva­yette şöyle denilir:

"İslam garip başladı, başladığı gibi garip oluncaya kadar da kıyamet kopmayacaktır, insanlar bozulduğu zaman ne mutlu gariplere!"

İbn Vehb'in rivayetinde ise Rasulullah (s.a) şöyle buyurur:

"Allah'ın kitabı terk edildiğinde ona yapışan ve sünnet kaybolduğu zaman onunla amel eden gariplere ne mutlu!" Bir rivayette de şöyle geçer:

"Şüphesiz İslam garip başladı; başladığı gibi tekrar garip olacaktır. Gariplere ne mutlu!"  Dediler ki:

Ya Rasu­lallah! Nasıl garip olacak?

Rasulullah (s.a) bu soruya şöyle cevap verir:

"Şöyle şöyle olan bir yerdeki adama garip denildiği gibi (İslam da öyle olacak)".

Bir rivayette de şu ifadeler geçer:

"Hz. Peygamber'e garipler kimlerdir? diye sorulunca şöyle cevap verdi:

“Benim sünnetimden insanların öldürdüğü/ortadan kaldırdığı şeyi diriltendir."[27]

 

Hz. Muhammed'in Peygamberlikle Görevlendirildiği Zaman İnsanların Durumu

 

İslamın başlangıcında ve sonunda[28] ayan-beyan ortaya çıkan ve müşahede edilen şeyler, bu hadiste sözü edilen garipliğin ne anlama geldiğini veciz bir şekilde anlatmaktadır. Şöyle ki, Allah Teala bir süre Peygamber göndermeye ara verdikten sonra Hz. Muhammed'i (s.a) cahiliyyenin hakim olduğu bir topluma Peygamber olarak gönderdi. Onlar hakka âit hiçbir gerçekliği tanımıyorlar, hukuk alanında da hakkı hâkim kılmıyorlardı. Tam tersine babalarını üzerinde buldukları dini ve kendilerinden öncekilerin benimsedikleri bozuk görüşleri, sapık inançları ve uydurulmuş mezhepleri benim­siyorlardı. Onların içinden müjdeleyici ve uyarıcı, Allah'ın izniyle O'nun yoluna davet edici ve aydınlatıcı bir kandil olarak[29] Hz.Muhammed (s.a) çıktığı zaman onun söylediği iyi, faydalı ve doğru olan şeyleri ne kadar da çabuk reddedip karşı çıktılar, onun doğrularının karşısında yalanlar uydurdular ve bu yalanlarını ona nisbet ettiler. Çünkü Hz. Muhammed (s.a) onların gittikleri yoldan gitmiyor ve onların inançlarına karşı çıkıyordu. Ayrıca onların hepsi kendilerince akla aykırı ve kabul edilemez şeylerdi. Ona her türlü iftirayı atıyorlardı. Bazan onu yalancılıkla suçluyorlardı; halbuki o doğru ve doğrulanmış bir kişiydi ve yanlış bir haber verdiğini asla tecrübe etmemişlerdi. Zaman zaman onu sihirbazlıkla itham ediyorlardı; halbuki onun sihirbazlığa ehil olmadığını ve böyle bir şeyi de iddia etmediğini biliyorlardı. Onun olgun bir akla sahip olduğunu, şeytan çarpmasından ve vesvesesinden uzak olduğunu kesin olarak bildikleri halde, bazan onun deli olduğunu dahi söylüyorlardı. Çünkü onları gerçek ve ortağı olmayan yegâne Mâbud'a tapmaya çağırıyordu.

"Gemiye bindikleri zaman dini yalnız O'na has kılarak (ihlasla) Allah'a yalvarırlar."[30]

Ayetininde belirttiği gibi doğru olan bu davetin gereğini (gemiye bindikleri zaman) itiraf ettikleri halde (başka zaman) şöyle diyorlardı

"O, tanrıları reddedip bir tek ilah olduğunu mu iddia ediyor? Doğrusu bu çok tuhaf bir şeydir!"[31]

Kıyamet gününün aniden yakalamasıyla onları uyardığı zaman, bunun mümkün olduğuna dair gözleriyle müşahede ettikleri delilleri inkar ediyorlardı ve şöyle diyorlardı:

"Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı, dirileceğiz? Bu ihtimali olmayan bir dönüştür."[32]                                                                                

Hz. Peygamber (s.a) onları Allah'ın azabıyla korkuttuğu zaman, onun verdiği kesin haberlerin doğruluğuna karşı çıkarak şöyle diyorlardı

"Allahımız! Eğer bu Kitab, gerçekten senin katından ise bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azab ver."[33] Onlara harikulade bir mucize gönderdiği zaman, parça parça sapık gruplara ayrılıyorlar ve bu mucize hakkında sırf inatları yüzünden hak ile bâtıl arasında, hidayet ehlinin kabul etmeyeceği bir ayrılığa düşüyorlardı. Bütün bunları kendilerinin örnek alınması maksadıyla ve benimsedikleri (bâtıl) inançlarıyla uyum içinde olmak iddiasıyla yaparlardı. Özellikle ilimle galip gelmeye çalışıp da (kendilerini savunmak için) babalarını taklitten başka bir şey bulamadıkları zaman, bâtıl davalarında kendilerine yapılan muhalefeti, üzerinde bulundukları dine karşı bir tepki, bağlandıkları ve inandıkları şey­lere karşı ortaya atılan bir şüphe olarak görürlerdi ve muhalefetin güveni zayıflatıp güzel görülen şeyi çirkinleştireceğine inanırlardı ve reddederlerdi. Bu sebeple Allah Teala Hz. İbrahim ile kavmi arasında geçen tartışmayı şöyle anlatır:

"Hani o, babasına ve kavmine:

Neye tapıyorsunuz? demişti.

Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz, diye cevap verdiler.

İbrahim:

Peki, dedi, yalvardığımzda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?

Şöyle cevap verdiler:

Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk,"[34]

Görüldüğü gibi onlar kendilerine sorulan suale beklenen net cevabı vermek yerine, babalarını taklit ettiklerini söylediler.

Allah Teala şöyle buyurdu:

"Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece, biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinden gidiyoruz, derler."[35]

Burada da kendilerinden istenilen cevabı vermek yerine taklide sığındılar.

Bu ayetlerden hemen sonra Allah Teala şöyle buyurdu:

"(Peygamber onlara):

Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmişsem yine mi bana uymazsınız? deyince dediler ki:

Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz."[36]

Burada da sorunun karşılığıyla değil, söz konusu ettikleri taklide dayanarak Peygambere karşı sadece inkarla cevap verdiler.

Hz. Peygamber (s.a) ile olan münasebetleri de böyle idi. Onunla birlikte olurlarsa, ellerindeki imkanları kaybetmek endişesi onları rahatsız ediyordu. Çünkü o, kendilerinin alışık oldukları şeylerin dışına çıkmış ve onların benimsedikleri inkar ve sapıklığa aykırı görüşler getirmişti. Hatta onlar bazı vakitlerde veya bazı hallerde ya da bazı yönlerden bile olsa, onunla kendi aralarında bir uzlaşma ve anlaşma sağlamak ve kendi çürük yapılarını bu anlaşmayla ayakta tutabilmek için ondan koparacakları bir tavizle yetinmek maksa­dıyla, onu siyaseten kendi yanlarına çekmek istediler. Hz. Peygam­ber (s.a) saf gerçek üzerinde sabit kalmanın ve katışıksız doğruyu muhafaza etmenin dışında hiçbir şeyi kabul etmedi. Allah Teala bu konuda şu âyetleri indirdi:

"De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıkla­rınıza tapmam. Benim taptığıma da siz tapmıyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Evet siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır."[37]

Bunun üzerine Hz. Peygamber'e düşmanca bir tavır takındılar ve husûmet oklarını üzerine attılar. Barış taraftarı olanların tamamı ona savaş açtılar. Samimi dostlar ona karşı elem verici bir azaba dönüştüler. Mesela Ebu Cehil ve diğerleri gibi neseb yönünden en yakın akrabaları bile ona karşı en uzak kişiler olmuş; en merhametli olanı bile en katı kalplisi haline gelmişti. O halde hangi gariplik bu garipliğe denk olabilir? Bununla beraber Allah, onu kendi haline bırakmadı, onların kendisine buğzetmelerinin dışında kötülük yapmalarına fırsat vermedi. Bilakis onu korudu ve Rabbinin risaletini/mesajını ulaştırıncaya kadar himaye etti ve gözetti.

Sonra nüzulü esnasında ve kesintisiz tebliği boyunca şeriat, kendi mensuplarıyla diğerleri arasında daima bir mesafe koydu ve kendi hakikati ile onların uydurdukları şeyler arasına bir sınır çekti. Fakat, hayret edilecek hikmetli bir durum vardır ki, o da şeriatın hükümleri ile daha önce gönderilen büyük dinlerin asılları arasın­daki uyuma işaret edilmiş olmasıdır. Araplar, babaları İbrahim'e (a.s) nisbet edilmişler, diğerleri de içlerinden çıkan Peygambere nisbet edilmişlerdir. Meselâ Allah Teala peygamberlerin pek çoğunu zikrettikten sonra şöyle buyurur:

"İşte bunlar Allah'ın doğru yola eriştirdikleridir, onların yoluna uy."[38]  Yine Allah Teala şöyle buyurur:

"Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin, diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı. Fakat kendilerini çağırdığın bu din, Allah'a ortak koşanlara ağır geldi."[39]

 

Mekke Döneminde Müslümanlar

 

Hz. Peygamber (s.a), insanları devamlı olarak İslam şeriatına davet ediyordu. Kâfirlerin İslam dâvetine karşı  güçlü  durumda oldukları Mekke döneminde insanlar, onların herhangi bir saldırıda bulunmalarından korktukları için Hz. Peygamberin yanma gizlilik kuralına uygun olarak tek tek geliyorlardı. Onlar, kâfirlere muha­lefetin   vâcipliğine delâlet  eden  Kur'an ve sünnetteki bildirileri işittikleri zaman çekiniyorlar ve telaşa kapılıyorlardı. Müslümanlar­dan bazıları bir kabileye sığmıyor, kabile onlara müsamaha göstere­rek veya ahde vefasızlığın  utancını yaşamamak  için  kendilerini himaye ediyordu.  Bazıları İslama olan sevgilerinden dolayı Allah yolunda hicret ederek işkenceden ve gafil avlanma korkusundan kurtulmaya çalışıyorlardı. Bazılarının kendilerini koruyacakları bir silahları ve güvenecekleri bir sığınakları yoktu. Bu sebeple onlardan bazıları bilinen şiddet ve sıkıntılar, kabalık, işkence ve cinayetlerle karşı karşıya kaldılar. Hatta onlardan ayağı kayanlar bile oldu ve bunlar küfre rıza göstermeleri sebebiyle eski durumlarına geri döndüler. Bunların dışındakiler de sevabını Allah'tan umarak sabrettiler. Bu durum, (kalbi imanla dolu olduğu halde)görünüşte/diliyle küfre rıza gösterdiğini ifade eden sözlerin söylenmesine Allah'tan bir izin çıkıncaya kadar böylece devam etti. Bu ruhsatın gayesi imanlarını gizlemek mecburiyetinde kalanlarla, imanlarını dilleriyle söyleyebilenler arasında bir muvafakat temin etmek ve aralarında bir fark olmadığını ortaya koymaktır. Böylece o kişi sıkıntılı, durumundan kurtuluncaya ve rahat nefes alıncaya kadar,  kalbi imanla dolu olduğu halde takıyye hükmüne dayanarak  (Mekke yönetimine)  muhalefet konumundan muvafakat konumuna inmiş oluyordu. İşte bu da dış görünüşü itibarıyla açık bir gurbet hâlidir. Ancak bu durum, o Mekke'li müşriklerin,  hikmetin nerelerde olduğunu ve Peygamberlerinin (s.a) kendilerinin içinde bulundukları duruma aykırı olarak getirdiği şeylerin hak olduğunu bilmemelerinden kaynaklanan bir durumdu. Kişi bilmediği şeye düşmanlık eder. Eğer bilmiş olsalardı uyum hâsıl olurdu ve aykırı olan şeylere kulak verilmezdi. Fakat önceden belirlenmiş olan kader, yaratıkların üzerinde bulundukları halin öyle olmasını zorunlu kılar.[40]

 

Bidatin İlk Ortaya Çıkışı

 

Sonra İslamın yükselişi devam etti. Bu yükseliş ve gelişme Hz. Peygamber'in hayatı boyunca ve sahabe döneminin büyük bir kısmında sağlıklı bir yolda gerçekleşti. Nihayet sahabe asrının sonlarına doğru sünnetin dışına çıkan ve kader bid'ati[41] ve haricî Bid'ati[42] gibi sapık bid'atlere kulak veren kimi şahsiyetler ortaya çıkmaya başladı. Bunlar, Hz. Peygamber'in (s.a) şu hadisinde kendilerine işaret edilen kimselerdir:

"Onlar, putperestleri bırakıp Müslümanlarla savaşacaklar, Kur'an okuyacaklar fakat, okudukları Kur'an, gırtlaklarından aşağıya geçmeyecek[43]

Yani onlar okudukları Kur'an hakkında hiç düşünmezler ve onun zahirini alırlar.[44] Nitekim Allah'ın izniyle aşağıda gelecek olan İbn Ömer hadisi bunu açıklayacaktır. Bütün bunlar sahabe asrının sonlarında olmuştur.[45]

 

Ümmetin Parçalanması Ve Başkalarına Tâbi Olması

 

Daha sonra Hz.Peygamber'in (s.a) haber verdiği şekilde bu fırkalar hep çoğaldı. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştu:

"Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrılmışlardı. Hıristiyanlar da onlar gibi parçalandılar. Benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacak."[46] Diğer bir hadiste ise:

"Siz, sizden önceki insanların yollarına karış karış, arşın arşın uyacaksınız; hatta onlar kertenkele deliğine girseler bile, siz de onlara uyup o deliğe gireceksiniz."

Yâ Rasulallah! Onlar Yahudi ve Hıristiyanlar mıdır? diye sorduk,

"Ya başka kim olacaktır?" diye cevap verdi."[47] Bu hadis birincisinden daha geneldir.[48] Çünkü birin­cisi âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre heva ehline aittir/özeldir. Bu ikincisi ise her türlü muhalefeti içine alacak şekilde geneldir/âmdır. Hadisteki "hatta onlar kertenkele deliğine girseler bile, siz de onlara uyup o deliğe gireceksiniz" ifadeleri de buna delalet eder.[49]

 

Bid’atçi Bid’atine Davet Eder

 

Kendi Bid'atlerine başkalarını da çağırmak, o bid'ati işlemeye teşvik etmek, hatta başkalarını o bid'ate göre düzeltmeye çalışmak bütün bid'atçilerin âdetidir. Çünkü başkasının kendi davranışlarını örnek almasını ve kendi izlediği yoldan gitmesini istemesi onun yaratılışında mevcut olan fıtri bir duygudur. Muhalifin muhalefeti de muvafıkın muvafakati da bu duygu sebebiyle ortaya çıkar ve farklı sahipleri arasındaki kin ve düşmanlık da bundan kaynaklanır.[50]

 

Birlikten Sonra Ayrılığın, Kuvvetten Sonra Gurbetin Olacağına Dair Haberin Gerçekleşmesi

 

İlk dönemlerinde İslam çok dirençli hatta güçlü durumda idi. Müslümanlar da galip idiler ve çok büyük bir çoğunluğu teşkil ediyorlardı. Ehl-i İslam'ın ve ona yardımcı olan dostların çokluğu sebebiyle o dönemlerdeki durum bir gurbet/gariplik olarak nitelendirilemezdi. Onların yolundan gitmeyen veya gittiği halde İslamda bid'at  çıkaran diğer  insanların,   gözde  büyütülecek  herhangi  bir hamleleri ve kurtuluşa eren Allah taraftarlarını zayıf düşürecek bir güçleri yoktu. Bu sebeple Müslümanlar bir istikamet/doğru bir yol üzerinde bulunuyorlar, her şey birlik ve uyum içinde cereyan ediyor­du. Bu birlik ve uyumun dışına çıkan da mağlup oluyor ve bastırı­lıyordu. Bu durum, Hz. Peygamber'in (s.a) haber verdiği parçalanma olayı gerçekleşinceye ve İslamın kuvveti,    beklenen zayıflığa dönüşünceye kadar devam etti. Fırkalar ortaya çıktıktan sonra sünnetin dışına çıkanların   saldırıları  yoğunlaşıyor  ve  sayıları çoğalıyordu. Örnek olma duygusu muvafakat talebinin ortaya çıkmasını  gerektirir (yani başkaları tarafından örnek alınmaktan hoşlanan  kişi,  onların  da  kendisi  gibi  olmasını  ve  düşünmesini ister).  Şüphesiz galip olan,  çoğunlukta olandır. Bütün sünnetler, Bid'atlerin ve nefsânî arzuların hücumuna uğradı. Bidatçiler de pek çok gruba ayrıldılar. Bu da Allah'ın yaratıkları için koyduğu bir kanundu: Bâtıl taraftarlarının yanında hakkın taraftarlarının sayısı az olacaktı. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyordu:

"Sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu inanmazlar."[51]

"Kullarımdan şükredenler pek azdır."[52]

Peygamber (s.a) gurbet halinin ileride tekrar ortaya çıkacağını haber vermişti. İşte Allah Teâlâ elçisinin bu sözünü doğrulayacaktı.(Bâtılın sayıca çokluğunun bir sebebi de bu idi.) Gurbet, ancak Müslümanlar bulunmadığı veya sayıca az oldukları zaman meydana gelen bir durumdur. İşte o zaman iyilikler kötülük, kötülükler iyilik, sünnetler bid'at, bid'atler sünnet olur (öyle kabul edilir). Önceleri bid'at ehline karşı çıkılırken artık sünnet ehline karşı sert ve azarlayıcı bir tavır takınılmaya başlanır. Çünkü bid'atçı, dalâlet/sapıklık üzerinde birleşilmesmi arzu eder. Allah Teala ise, kıyamet kopuncaya kadar insanların hepsinin sapıklık üzerinde birleşmelerine izin vermez. Sayılarının çokluğuna rağmen fırkaların tamamı genellikle sünnete muhalefette birleşmezler. Böyle bir şey duyulmamıştır. Fakat ehl-i sünnet cemaatı kıyamete kadar her zaman mutlaka bulunacaktır. Bununla beraber onlar, sapık fırka mensuplarını (Sünnete ve İslamın temel esaslarına) uymaya çağır­dıklarından dolayı onların düşmanlıklarına, kin ve nefretlerine fazlasıyla maruz kaldıkları için daima cihad ederler, mücadele ederler, kendilerini savunurlar ve gece gündüz onlarla savaşırlar. Allah Teala bundan dolayı kendilerine kat kat sevap ve büyük mükâfatlar verir.

Buraya kadar anlatılanlardan özet olarak şu sonuç ortaya çıkıyor: Sünnete muhalif olan kişiyi sünnete uymaya çağırmak her zaman için geçerlidir. Bu, herhangi bir zamana mahsus değildir. Kendisi sünnete uymaya çağırıldığında bunu kabul eder de muva­fakat gösterirse, hangi hal üzere olursa olsun artık doğru ve yerinde bir iş yapmış olur. Muhalefet ederse hatalıdır, yanlış yoldadır. (Sünnete tabi olma çağrısını) kabul eden kişi övülür ve bahtiyar olur, muhalefet eden kişi ise yerilir ve reddedilir. Sünnete uyan kişi hidayet yoluna girer, sünnete muhalefet eden kişi ise sapık ve yanlış bir yolda kendini kaybeder.

Bu mukaddimeyi ben sadece şunu anlatmak için yaptım: Allah'a hamd olsun aklım ermeye ve ilme doğru yönelmeye başladığımdan beri sürekli olarak aklî ve şerî ilimleri, usûlü (hükümlerin üzerine bina edildiği temel kuralları ve metodolojiyi) ve furûu (Usûl üzerine bina edilen detay hükümleri) inceliyor ve araştırıyordum. Her hangi bir ilmi veya ilim çeşidini terk edip de kendimi sadece tek bir ilme ve ilim çeşidine vermedim. Fıtratımdaki mevcut güç ve yeteneğimin elverdiği, zaman ve imkanın gerektirdiği ölçüde (hepsiyle meşgul oldum.) Yüzmesini iyi bilen kişinin dalışıyle ilmin derinliklerine daldım. Cesur kişinin atılganlığıyle ilim meydanlarına atıldım. Hatta neredeyse onun derinliklerinde telef olayazdım, ya da (ilimle) beraberliğim neredeyse kesintiye uğrayacaktı. Bu beraberliğin sağladığı ünsiyetle/girişkenlikle, laf söz edenlerin laflarından sözlerinden ve eleştiricilerin eleştirilerinden kendimi uzak tutarak ve engelleyicilerin engellemelerinden,    kmayıcıların kınamalarından (kurtulup), şefkat ve merhamet sahibi yüce Rabbimin bana ihsan ettiği şeylere yönelerek kaderin benim için çizdiği yolda cesaretle yürüdüm.  Böylece Allah Teâlâ, şeriatın anlamlarından   umdu­ğumdan fazlasını benim gönlüme açtı. Allah'ın Kitabının, Peygamber sünnetinin, hidayet yolunda söz söyleyecek kişi için söylenecek hiçbir şey bırakmadığı ve o ikisinin dışında önem verilecek hiçbir alan kalmadığı, dinin tamamlandığı, büyük mutluluğun O'nun koyduğu kurallarda olduğu, O'nun meşru kıldığı şeylerin talep edildiği, bunun dışındaki şeylerin sapıklık, bühtan/iftira, yalan ve hüsran olduğu, Kitab ve sünnete kopmaz bir iple yapışmış olanın, hem dünya, hem âhiret iyiliğini elde edeceği, bu ikisinin dışındakilerin rüya, hayal ve kuruntudan başka bir şey olmadığı düşüncesini benim âciz kafama yerleştirdi. Bunun doğruluğuna dair benim kesin ve şüphe götürmez delilim vardır. "Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lûtfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler"[53] Allah'a hamd ve layık olduğu şekilde sayısız şükürler olsun. İşte bundan dolayı Allah'ın bana verdiği imkanlar ölçüsünde O'nun yolunda yürümek için nefsimi güçlendirdim. Dinin itikadı ve amelî esaslarından/asıllarından işe başladım. Sonra bu esasların üzerine bina edilen fürûuyla devam ettim. Bu esnada sünnetlerin ve bid'atlerin ne olduğunu, ayrıca caiz olan ve yasak olanın ne olduğunu açıkladım. Bunu da Usul-i Din (Kelam) ve Usul-i Fıkıh ilmine arz ettim (onların ölçüleriyle test ettim). Sonra Hz. Peygamber'in (s.a) kendisinin ve ashabının üzerin­de bulunduğu yolu tarif ederken "sevâd-ı âzam" diye isimlendirdiği cemaatle birlikte olmayı ve âlimlerin bid'at ve muhtelif ameller olarak haklarında hüküm verdiği bid'atleri terk etmeyi arzu ettim.

Ben bu esnada çoğunluğun yaptığı gibi hitabet, imamet ve benzeri görevler aldım. Yolda dosdoğru gitmek istedim. Fakat ken­dimi zamane insanlarının içinde bir yabancı gibi hissettim. Çünkü onların gittikleri yollara âdet ve gelenekler hâkim olmuş ve aslî sünnetlerin içine sonradan ilave edilmiş bid'at şüpheleri karışmıştı. Bunlar daha önceki zamanlarda mevcut değilken zamanımızda nasıl böyle olmuştu?[54]

 

Bid'at Çıkarmanın Kötülenmesi Hakkında Selefin Sözleri

 

Salih seleften bu konuda pek çok uyarı rivayet edilmiştir. Nitekim Ebu'd'Derda'dan[55] da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a) şayet sizin yanınıza çıkıp gelmiş olsaydı, kendisinin ve ashabının üzerinde olduğu/yaptığı şeylerin içinde namazdan başka hiçbir şeyi tanıyamazdı. Evzâî[56] dedi ki:

Ebu'd-Derda bu günü yaşasaydı nasıl derdi acaba? İsa İbn Yusuf[57] dedi ki:

Evzâî de şu zamana yetişseydi ne derdi acaba?

Ümmü'd-Derda'dan[58] rivayet edildiğine göre o şöyle dedi:

Ebu'd-Derdâ bir gün öfkeli bir vaziyette içeri girdi. Ona" Neye öfkelendin? Dedim. Şöyle dedi:

"Allah'a yemin olsun ki insanların içinde, Muhammed'in yaptığı işlerden hiçbir şeyi tanıyamıyorum. Sadece onların cemaatle kıldıkları namazı tanıyabiliyorum."

Enes İbn Mâlik'den[59] şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Lâilâhe illallah" demenizin dışında Rasulullah (s.a) zamanında gördüğüm, bildiğim şeylerin hiçbirisini sizde göremiyorum." Biz dedik ki:

Gerçekten öyle mi ey Ebu Hamza? O şöyle dedi':   

Güneş batıncaya kadar namaz kılmaktasınız;

Rasulullah'ın namazı böyle midir? Yine Enes'ten rivayet edilmiştir: O şöyle dedi:

Şayet bir adam ilk selefin (yani Hz.Peygamberin zamanı) yaşadığı döneme yetişmiş olsa da sonra bu güne tekrar gelse İslam' dan hiçbir şeyi tanıyamaz (yani İslamın tanınmaz hale geldiğini farkeder.) Râvi der ki:

Enes elini şakağına koydu ve şöyle dedi:

Sadece şu kıldığınız namaz hariç (yani bir bu namaz Rasulullah'ın zamanındakine benziyor.) Enes daha sonra şöyle dedi:

Vallahi, doğrusu buna göre kim ki önceden görülmemiş ve sâlih selefin bilmediği şeylerin içinde yaşarsa, bir bid'atçinin Bid'atine çağırdığını ve dünyaperestin dünyasına çağırdığını görürse Allah onu bundan korusun, onun kalbi bu sâlih selefin hasretiyle dolsun, büyük bir sevaba nâil olmak için onların yollarını sorsun, öğrensin, izlerinden gitsin ve yollarına tâbi olsun. İnşaallah siz de böyle olun. Meymun İbn Mihran'dan[60] rivayet edildiğine göre o şöyle dedi:

Seleften (öncekilerden) bir adam sizin içinizde dirilmiş olsaydı şu kıbleden başka hiçbir şeyi tanıyamazdı.

Sehl İbn Mâlik[61]babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Namaza çağrıdan başka insanların yaptıklarını gördüğüm şeylerden hiçbirisini tanımıyorum.

Bid'atlerin ibadetlerin içine girdiğine delalet eden buna benzer daha pek çok rivayet vardır. Üstelik bunlar bizim zamanımızdan öncedir. Zamanımıza gelinceye kadar bu bid'atler daha da çoğalmıştır.[62]

 

Bid'atçiler Arasındaki Sünnet Bağlılarının Durumu

 

Ben acaba ne yapacaktım? Ya insanların adetlerine ters düşerek sünnete uyacak, ama böyle yapınca da, takip edegeldikleri adetlerin sünnet olduğunu iddia edeenlerin hışmına uğrayacaktım. Fakat bu ağır yükün altına girmenin karşılığında büyük mükafat vardı. Ya da sünnete ve selef'i salihe uymayıp bidatçilerin yoluna girecektim. Böyle davranmca da, her ne kadar adetleri takip ettiğim için onlara muhalif değil aksine uyumlu bireyler arasında sayılsam da, Allah korusun dalâlete/sapıklığa düşmüş olacaktım.

İşte bu iki tavır arasında ben sünnete bağlılık yolunda ölmeyi bir kurtuluş olarak görürüm. İnsanlar Allah'ın takdir ettiği hiçbir şeyi benden savamazlar. Bazı konularda ben bid'atle mücadelede tedriç metodunu uyguladım ve üzerimde kıyametler koparıldı. Sürekli kınandım. Ayıplanma ve kınanma oklarının hedefi oldum. Bid'atçilik ve sapıklıkla itham edildim. Câhiller ve aptalların seviyesine indirildim. Şüphesiz ben bu bid'atler için bir çıkış yolu (yani onlara meşrutiyet kazandıracak bir yaklaşım tarzı) çare aramış olsaydım, mutlaka bulurdum. Ancak dar görüşlülük ve akıllı adamların yokluğu beni zor olana yöneltti ve hareket alanımı daralttı. Zahirî anlamıyle bu söz, âdet ve geleneklere ters düşmemek için ilk dönem Müslümanlarının tavrına muhalif bile olsa müteşabihlere uymanın apaçık şeylere uymaktan daha kolay olacağına işaret eder.

Bazan benim tuttuğum yolu kötülemede kalplerde tiksinti uyandıracak ölçüde ileri gittiler. Ya da beni sünnet dışı bazı fırkalara nisbet etmeye kalktılar. Onların bu şahitlikleri yazılacak ve kıyamet günü bunun hesabı kendilerinden sorulacak. İmamlık yaptığım zaman namazların arkasında topluca dua etmek şeklini uygulamadığım için bazı insanlar, benim duanın hiçbir yararı olmadığını söylediğimi iddia ettiler. Bu dua uygulamasının sünnete, sâlih selefin uygulamalarına ve âlimlerin söylediklerine aykırı olduğu ileride anlatılacaktır.[63]

 

Hutbede Geçmiş Halifelere Devamlı Dua Etmenin Bid'at Oluşu

 

Bazan da -Allah kendilerinden razı olsun- sahabeyi reddetmekle ve onları sevmemekle itham edildim. Bunun da sebebi özellikle hutbede Hulefâ-yı Râşidin'in ismini anmamamdı. Çünkü selefin hutbelerinde böyle bir durum yoktu, muteber ilim adamlarından hiçbirisi hutbenin unsurları içerisinde böyle bir duadan söz etmemişti.[64]

el-Esbağ'a[65] hatibin geçmiş halifelere dua etmesinin gerekip gerekmediği sorulunca şöyle demişti:

Bu bir bid'attir, bununla amel edilmesi gerekmez. En güzeli, bütün Müslümanlar için dua etmektir. Ona denildi ki:

Gaziler ve sınır boylarında nöbet bekleyen mücahitlere dua etmesine ne dersin? Esbağbu soruya şöyle cevap verdi:

İhtiyaç halinde bunda bir sakınca görmem. Ancak hatip bütün hutbelerinde bunu sürekli olarak yaparsa bunu hoş görmem. 'Izz İbn Abdissellam[66] da hutbede halifelere dua edilmesinin bid'at olduğuna ve hoş bir şey olmadığına hükmetmiştir.

Bazan da benim devlet başkanlarına başkaldırmanın caiz olduğunu söylediğimi iddia ettiler. Bu iddiayı ortaya atmalarının sebebi de benim hutbede onların isimlerini zikretmememdir. Halbuki hutbede devlet başkanlarının adını anmak sonradan uydurulmuş bir bidattir. Önceleri bunu kimse yapmamıştır.[67]

Bazan da benim dinde yapılması güç ve zor olanı tercih ettiğim yorumunu yaptılar. Onları bu kanaate sevkeden âmil ise benim mükellefiyet ve fetvalarda, tutunulan mezhebin meşhur olan görü­şünü benimsemeyi teşvik etmem ve onun dışına çıkmamamdır. Halbuki onlar mezhepte meşhur olan görüşün dışına çıkarak tutu­nulan mezhepte veya diğerlerinde şazz da olsa soruyu sorana daha kolay gelen ve onun hevâ ve hevesine uygun olan fetvayı verirler.

İlim sahipleri ise bunun aksini yaparlar. Bu konu el'Muvâfakat[68] isimli kitapta uzun uzun anlatılmıştır.

Bazan 'da Allah'ın veli kullarına düşman olmakla suçlandım. Bunun sebebi ise bazı sünnete muhalif, bid'atçi ve kendilerinin halka hidayeti göstermekle görevlendirildiklerini iddia eden fakirlerle (dervişlerle) mücadele etmemdir. Ben, tasavvufçulara benzemedik­leri halde kendilerini onlara nisbet eden bu kişilerin bütün durumlarını halka anlattım.[69]

Bazan da onlar benim sünnete ve cemaate muhalefet ettiğimi söylerler. Bu konudaki dayanakları da uyulması emredilen cemaatin-ki fırka-yı nâciyedir- halkın umumunun teşkil ettiği cemaat olduğu anlayışıdır. Halbuki onlar, cemaatin Hz. Peygamber (s.a), onun ashabı ve onlara güzelce uyanların teşkil ettiği cemaat olduğunu bilmezler. İnşaallah bunun açıklaması ileride gelecektir. Bu iddia­larının hepsinde benim aleyhimde yalan uydurdular, zan ve önyargılarıyla hareket ettiler. Allah'a hamdolsun (benim bu yalan ve iftiralarla ilgim yoktur.)

Benim durumum meşhur İmam Abdurrahman İbn Batta'nın kendi zamanındaki insanlarla olan durumuna benzemektedir. O kendi durumunu şöyle anlatmaktadır:

"Seferde olsun hazarda olsun, bana en yakın olanlarla en uzak olanların, arif olanlarla münkir olanların bana karşı takındıkları tavra hayret ediyorum: Mekke'de, Horasan'da ve diğer yerlerde benimle aynı fikirde olan veya muhalif olan pek çok kişiyle karşılaştım. Bunlar beni kendi görüşlerine uymaya, onu onaylamaya ve şahitlik etmeye çağırıyorlar. Söyledik­lerini tasdik eder ve -bu zamandakilerin yaptığı gibi- onaylanmasına izin verirsem benim de onların görüşlerini kabul ettiğimi söylerler. Onların söylediklerinden bir harfe veya yaptıklarından (ufak) bir şeye karşı tereddüt göstersem beni muhalif diye isimlendirirler. Yaptıklarından ve söylediklerinden herhangi birisine karşı Kitab ve sünnetten bir delil getirsem beni Hârici olarak damgalarlar. Tevhid konusunda    onlara  bir  hadis  okusam  beni  Müşebbihe   olarak damgalarlar. Okuduğum hadis ru'yet konusunda olursa beni Sâlimî olarak damgalarlar. İman konusunda olursa beni Mürcie'ye nisbet ederler. Okuduğum hadis, ameller konusunda olursa beni Kaderiyyeci olarak isimlendirirler.

Marifet konusunda olursa beni Kerrâmiye'ye nisbet ederler.

Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in faziletiyle ilgili bir hadis okursam beni Nâsıbî olarak damgalarlar.

Ehl-i Beyt'in fazileti hakkında bir hadis okusam beni Rafızî olarak isimlendirirler.

Bir ayetin veya hadisin tefsiri hakkında sükût etsem de onlar hakkında âyet veya hadisin dışında başka bir şeyle cevap vermesem beni Zahirî diye isimlendirirler.

Başka şeylerle cevap versem Bâtınî diye isimlendirirler.

Teville cevap verirsem Eş'arî olarak isimlendirirler.

İkisini de reddetsem Mu'tezilî olarak isimlendirirler.       

Kıraat gibi sünnetler hakkında bir hadis okusam beni Şafii diye isimlendirirler.

Kunut hakkında olursa Hanefî[70] olarak isimlendirirler.

Kur'an hakkında bir hadis okusam Hanbelî olarak isimlendirir­ler. Her birinin kabul ettikleri haberlerden kuvvetli olanı/tercih edileni zikretsem -çünkü hükümde ve hadiste iltimas/taraf tutma olamaz- o zaman da onların tezkiye ettiğine dil uzatıyor derler. Sonra bundan daha tuhaf olanı da şudur: Onlar Hz. Peygamber (s.a) hadislerinden bana okudukları şeylerin içinden diledikleri şeyi bana isim olarak veriyorlar. Bu adamların bazılarına muvafakat gösterirsem diğerleri bana düşman kesilirler, hepsine de şirin görünmeye çalışırsam Allah Teala'yı kızdırmış olurum. Onlar Allah'a karşı benden hiçbir şeyi savamazlar. Ben Kitab'a ve sünnete bağlıyım. Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a istiğfar ederim. O, affedicidir, merhametlidir."

Abdurrahman İbn Batta'nın anlattığı şeylerin tamamı budur. Allah rahmet eylesin sanki o, herkesin dilinden konuşmuştur. Bu ithamlara maruz kalmayan çok az meşhur âlim veya anılmış faziletli insan bulursun. Çünkü muhalefetin içine hevâ ve heves karışabilir. Belki de sünnetin dışına çıkmanın sebebi onu bilmemektir. Heva ve hevesin peşinden gitmek muhaliflerde galip olan bir durumdur. Hal böyle olunca sünnet ehline sünnet dışı diye saldırır, ona iftiraya yönelir. Sözlerini ve davranışlarını kötüler ve bu tür yakıştırmalarda bulunur.                                                                 

Sahabilerden sonra âbidlerin efendisi olan Veysel Karanı'den[71] şöyle dediği nakledilmiştir:

"İyiliği emretmek ve kötülüğü engelle­mek mümini dostlarından/arkadaşlarından eder. Onlara iyiliği emrederiz, onlar bizim şeref ve namusumuza dil uzatırlar ve bu konuda kendilerine fasıklardan yardımcılar da bulurlar. Hatta çok ağır suçlamalarda bulunurlar. Allah'a yemin olsun ki ben (yine de) onların içinde bu işin hakkını vermekten vazgeçmeyeceğim."[72]

 

İslam'ın Garipliğinin Sebebi

 

Bundan dolayıdır ki İslam, başlangıcındaki garip haline tekrar dönmüştür. Çünkü ilk/orijinal haliyle ona uyanlar azdır. Ona muhalif olanlar ise çoğalmıştır. Sünnetin izleri silinmiş, bidatler boyunlarını uzatmışlardır. Halk bu Bid'atlerin nerelere kadar girdiğini bilemez hale gelmiştir. Böylece Hz. Peygamber'in bu sahih hadisinde verilen haber gerçekleşmiştir.

Allah'a hamd olsun, O'nun lütfettiği hidayet var olduğu halde sünnet dışı tutum ve davranışlarla karşılaştığım zaman ben, Rasulullah'ın uyardığı, sakındırdığı, sapıklık ve yoldan çıkma olarak beyan ettiği ve ilim adamlarının ayırt edip tanıttığı bütün bid'atleri gücüm yettiğince kendilerinden sakınırım diye sürekli olarak araştırdım. Bu Bid'atlerin neredeyse söndüreceği sünnetleri, belki en güzel şekilde onlarla amel ederek ortaya çıkarır ve kıyamet gününde de, sünneti ihya edenlerden sayılırım ümidiyle araştırdım, inceledim.[73]

 

Her Bid'at Bir Sünneti Öldürür

 

Çünkü seleften gelen haberlere göre, ortaya çıkan her bid'ât, karşılığında sünnetlerden birisini öldürür. İbn Abbas'tan[74] şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"İnsanların başına öyle bir zaman gelecek ki bid'ati icad edecekler, sünneti öldürecekler. Hatta o kadar ki bidatler dirilecek, sünnetler ölecek."

Bazı haberlerde şöyle denilir:

"Kişi daha hayırlı bir sünneti terketmedikçe bir bidati ihdas edemez.

"Lokman İbn Ebi İdris el'Havlânî'den[75] rivayet edilmiştir; o şöyle diyordu:

İnsanlar ne zaman dinlerinde bir bid'at ihdas ederlerse, onunla birlikte mutlaka kendilerindeki bir sünneti rafa kaldırmış olurlar.

Hassan İbn Atıyye[76] şöyle demiştir:

Bir millet ne zaman dinlerinde bir bid'at çıkarırsa Allah da onların sünnetlerinden o kadarını çekip çıkartır ve bu sünnet kıyamete kadar onlara geri gelmez. Bu manada söylenmiş daha başka pek çok söz vardır. Inşaallah ilerideki açıklamalarda yeri geldikçe bunlar da görüle­cektir.[77]

 

Sünnetin İhyasını Teşvik

 

Sünnetin ihya edilmesini teşvik için pek çok şey söylenmiştir. İbn Vehb[78] Hz. Peygamber'den (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Kim, benden sonra öldürülmüş sünnetlerimden bir sünnetimi diriltirse, o sünnetle amel edenlerin sevablarında hiçbir eksiklik olmaksızın aynısı ona da verilir. Kim, Allah ve Rasulünün razı olmadığı sapık bir Bid'ati çıkarırsa, o bid'atle amel edenlerin günahların­dan hiçbir şey eksilmeksizin aynı günah ona da yazılır."[79]

Bu hadisi aynı manada bazı farklı lafızlarla Tirmizi rivayet etmiştir ve hadisin hasen olduğunu söylemiştir. Tirmizi, Enes'ten rivayet etmiştir; Enes şöyle anlatır: Rasulullah (s.a) bana şöyle buyurmuştur:

"Evladım! Yapabiliyorsan kalbinde hiç kimseye karşı, hiçbir zaman kin ve nefret besleme." Sonra bana şöyle dedi:

"Evlâdım, işte bu, benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimi diriltirse beni seviyor demektir. Kim beni severse cennette benimle beraberdir." [80] Hadis bu şekliyle hasen-gariptir.[81]

 

Bu Kitabın Yazılışındaki En Büyük Sebep

 

Bu konuyu araştırmak ve incelemek suretiyle ben de "sünneti ihya edip bid'ati öldürenler" kervanına katılmayı ümit ettim. Za­manla ve araştırmalar devam ettikçe bid'atler ve sünnetler konusunda şeriat tarafından hükümleri belirlenen temel esasları ve bu temel esaslar üzerine bina edilen teferruata dair çok çeşitli bilgileri bir araya getirdim. Bu bilgilerin zihinde doğduğu tertip üzere bulunması çok güçtür. Gönül bu bilgileri yaymaya meyillidir ve sünnetlerle bid'atler arasında meydana gelen karışıklığı ortadan kaldırmak için kuvvetli bir talep olduğunu görür. Çünkü bid'atler çoğaldığı, zararı yaygınlaştığı, kötülükleri etrafa dağıldığı, sonrakiler onları suskunlukla karşıladığı, daha sonra da bu bid'atleri tanıma­yan veya bid'atlerle mücadele etme görevini yerine getirmeyen nesiller geldiği zaman bu bid'atler sanki gerçekten sünnetlermiş ve şeriat koyucu tarafından konulmuş şer'ı hükümlermiş gibi görülmeye başlanır.

Böylece meşru olanla gayr-i meşru olan birbirine karışır, saf sünnete müracaat eden kişi, yukarıda da geçtiği gibi sanki sünnetin dışına çıkmış gibi algılanır. (Sünnetle bid'at) birbirine karışır. Bu konuda bilgisi olanların böyle bir eseri meydana getirmedeki sorumlulukları daha da büyüktür. Özellikle bu konuda yazılmış çok az kitap vardır ama onlar da yeterli değildir. Bununla beraber bu gün böyle bir işe girişecek kişiye yardım edecek kimse de yoktur. Fakat kendisine yardımcı olacak kimseler onu yeryüzünde ebedileştirirler; âdet ve alışkanlıklar kalplerde yerleştikten sonra sünneti ayakta tutanlara ve bid'atlerle mücadele edenlere karşı çıkanlar yeryüzünde tehditvâri ve saldırgan bir tavırla çalımlı çalım­lı yürürken ve onu şiddetli bir işkenceye tâbi tutmak isterlerken hakkın yayılmasında acze düşülmesin diye ona destek verirler. Çünkü o, onların kalplerde yerleşmiş olan alışkanlıklarını redde­diyordu. Bu alışkanlıklar ibadet, ettikleri bir din ve yolundan gittikleri bir şeriat gibi amellerinin içinde dolaşıyordu. Bu konularda uzman olup olmadıkları belli olmayan bazı şeyhlerle birlikte babaları ve dedelerinin yaptıklarından başka da ellerinde bir delilleri yoktur. Babalarına ve şeyhlerine muvafakat gösterdikleri zaman onların selef-i sâlihe muhalif olmalarına aldırış etmezlerdi. Benzeri bir durumla karşılaşan kimse, Allah kendisinden razı olsun, Ömer İbn Abdilaziz'i[82] kendisine örnek alır. O, şöyle demişti:

Ben öyle bir konuya el atıyorum ki bu konuda Allah'tan başka yardım edecek kimse yoktur. Büyükler onunla yok olup gittiler, küçükler onunla büyüdüler. Yabancılar onu iyice öğrendiler, Araplar ona yöneldiler. Hatta onu din olarak kabul ettiler ve onun dışında bir gerçeği görmediler.[83]

Şu anda sözünü ettiğimiz konuyla ilgili olarak bizim durumumuz da böyledir. Ancak bu konu ihmale gelmez. Güçlü ve yetenekli olan kişilerden hiç kimsenin bu konuyu tam olarak öğrendikten sonra azim ve kararlılıkla, öğrendiklerini yaymaktan başka bir şey yapması caiz değildir. Muhalifler istemese de onların istememesi, nurunun yükselmemesi ve ışığının açığa çıkmaması için hakkın aleyhine bir delil olamaz. Ebu Hureyre'ye ulaşan senediyle Ebu't-Tâhir es-Silefî[84]şu hadisi tahriç etmiştir: Hz. Peygamber (s.a) Ebû Hureyre'ye[85] şöyle buyurmuştur:

“Ey Ebû Hureyre! İnsanlara Kur'an'ı öğret ve öğren. Sen bunu yaparken ölürsen Kabe'nin ziyaret edilişi gibi melekler de senin kabrini ziyaret ederler, insanlar istemeseler de onlara benim sünnetimi öğret. Sıratta bir an bile durmadan cennete girmek istersen Allah 'ın dininde kendi kafandan bid'at çıkarma[86]

Ebû Abdillah İbn el-Kattan dedi ki:

Bütün bunların hepsini yapmayı Allah Teala Ebû Hureyre'ye nasibetmiştir. O hep Kur'an okutmuş, insanlar isteseler de istemeseler de sünneti anlatmış ve bid'ati terk etmiştir. Hatta o kadar ki hatadan tam manasıyla uzak kalmak için, rivayet ettiği şeylerden hiçbirini tevil etmemiştir.

Ebu'1-Arab et-Temîmi[87]İbn Ferrûh'tan[88] nakleder; İbn Ferruh, Mâlik İbn Enes'e[89] şöyle yazar:

"Bizim beldemizde bid'atler çoğaldı." Bid'atçilere karşı çıkmak için bir kitap yazdığını bildirir. İmam Malık ona şu cevabı yazar:

"Bunu kendi zannına dayandırırsan hata edeceğinden ve kendini tehlikeye sokacağından korkarım. Bid'at­çilere ancak konuya hâkim ve kendisine itiraz edemiyecekleri şekilde onlara ne diyeceğini bilen bir kimse karşı çıkarsa bunda bir sakınca yoktur. Ama bunu başkası yaparsa, onlara yanlış şeyler söylemesin­den, onların da bu hataları benimsemelerinden veya onların kendisine galip gelmelerinden ve neticede daha fazla azgınlaşıp aynı yolda devam etmelerinden korkarım."[90]

Bu sözler benim gibilerin atılgan değil çekingen/ihtiyatlı olma­sını gerektirir. Bu kötülüklerin yayılması, bunlarla amel edenlerin çoğalması ve bid'at sahiplerinin ortaya çıkması, bu konuda güçlü ve yetenekli olanların çekingen değil, cesur olmasını gerektirir. Çünkü bid'atler yayılmış ve bid'atçiler gemi azıya almıştır.[91]

İbn Veddah[92]  birden fazla kişiden naklederek şunu anlattı: Esed İbn Musa,[93] Esed İbn el-Furat'a[94] şöyle yazdı:

Bil ki ey kardeşim, sana bu mektubu yazmamın sebebi, Allah'ın lutfuyla insanlara iyilik yapmış olmanı, sünneti ortaya koyan güzel bir davranış içinde bulunmanı, bid'atçileri ayıplamam, onları diline dolamam ve kötülemeni, beldendeki ahalinin eleştirmesidir. Halbuki Allah Tealâ bid'atçileri böylece seninle engelledi, ehl-i sünneti seninle güçlendirdi, bid'atçilerin ayıblarını ve kusurlarını ortaya çıkarmak suretiyle seni kuvvetlendirdi. Allah böylece onları alçalttı ve bid'atlerini gizlemek mecburiyetinde kaldılar. Allah'ın sevabıyle sevin ey kardeş. Namaz, oruç, hac ve cihat gibi en güzel amellerinle O'nun huzuruna varmaya hazırlan. Bu ameller nerede, Allah'ın Kitabını ikame etmek ve Rasulünün sünnetini ihya etmek nerede? Hz. Peygamber (s.a) iki parmağını birleştirerek:

"Kim benim sünne­timden bir şeyi ihya ederse ben ve O, cennete şu ikisi gibi bir arada oluruz."[95] Buyurdu. "Hangi davetçi benim bu sünnetime çağırır da bu çağrıya uyulursa kıyamete kadar buna uyanların alacağı sevabın aynısı o çağrıyı yapan için de vardır."[96]

Ey kardeşim başka bir ameliyle kim bu sevaba ulaşabilir?  (Esed, İbn el-Furat) şunu da söyledi:

İslama karşı kurulan her bid'at tuzağını engelleyecek ve onun alametlerini anlatacak bir Allah dostu mutlaka vardır. Ey kardeş, sen bu fazileti iyi değerlendir ve Allah'ın dostlarından ol. Hz. Peygamber (s.a), Yemen'e gönderdiği zaman Muaz'a[97] tavsiyelerde bulundu ve şöyle dedi:  

"Allah Teala'nın bir kişiye seninle hidayet etmesi senin için şundan şundan daha hayırlıdır."[98]

Hz. Peygamber insanların hidayeti konusunda söylenecek söze çok büyük önem verirdi. Bu sözü sen de bir fırsat olarak değerlendir ve sünnete çağır. Tâ ki bu konuda insanlar sana karşı bir yakınlık duysunlar ve senin başına bir şey geldiği zaman senin yerine geçecek bir cemaat oluşsun. Bunlar senden sonra insanlara önderler olurlar ve rivayette de bildirildiği gibi kıyamete kadar bunun sevabı senin için olur. O halde basiret ve samimi bir niyetle çalış ki Allah bid'atçı, yolunu şaşırmış kişiyi seninle doğru yola geri döndürsün. Böylece Peyganr beri'nin (s.a) halefi olursun. Allah'ın Kitabım ve Peygamberinin sünnetini ihya et. Şüphesiz sen buna benzer başka hiçbir amelle Allah'a kavuşamazsın.[99]

Esed ibn el-Furat'ın sözlerinden nakletmek istediklerim burada sona erdi. Bu sözler, Ömer İbn Abdilaziz'den (r.a) insanlara yapmış olduğu bir hitabeden nakledilenlerle beraber bid'atlere karşı cesur olunması görüşünü güçlendiriyor. Onun hutbesindeki sözlerinden birisi de şudur:

"Allah'a yemin olsun ki öldürülmüş bir sünneti ayağa kaldırmış, diriltmiş, bir bid'atı öldürmemiş olsaydım, aranızda bir an bile yaşamak istemezdim.

İbn Vaddah, Kitabu'l-Kat'an ve Hadisu'l-Evzâide, el-Hasen el-Basri'nin[100] şöyle dediğini nakleder:

"Allah'ın yeryüzünde nasihatçı kulları daima bulunacaktır. Bunlar kulların yaptıkları işleri/amelleri Allah'ın Kitabına arz edecekler, Kitaba uygun gelirse Allah'a hamdedecekler, ona aykırı görürlerse dalalette olanın dalâletini, hidayette olanın hidayetini Allah'ın Kitabiyle bilip tanıyacaklardır.

İşte onlar Allah'ın halifeleridirler."[101] Aynı kitapta Süfyan'dan[102] şöyle dediği nakledilir:

"Hakkın yolunu tutunuz, hakkı tutanların sayısının azlığı sizi ürkütmesin. Aksi halde iki görüş arasında tereddüt vakî olur."

Sonra bu konuda ben, kendilerine kalbimin derinliklerinde yer verdiğim ve gönlümün ilâcı mesabesinde gördüğüm bazı arkadaşla­rımın fikirlerini aldım. Onlar bunun yapılmasını şeriatın kesin bir talebi ve şartlar gereği, yerine getirilmesi zorunlu bir görev olarak gördüler. Nihayet ben, bid'atleri, onun hükümlerini, usul ve furû olarak onunla ilgili meselelerin beyanını ihtiva eden bir kitap yazmak için Allah'a istihare ettim ve bu kitabı "el-İ'tisam" diye isimlendirdim. Allah'tan bunu bir amel-i sâlih kılmasını, faydasını gölge gibi uzatmasını, kısaltmamasını, bu konuda çekilen sıkıntıların ve meşakkatlerin ecrini ve sevabını eksiksiz vermesini diliyorum. Güç ve kuvvet ancak yüce Allah ile beraberdir.

Bu kitapta söz, babların tamamı içerisinde hedeflenen gayeye uygun olarak sınırlandırılmıştır. Her babın içerisinde, o baba ait meselelerin ve bu meselelerle birlikte sürüklenip gelen ilgili teferruatın gerektirdiği fasıllar vardır.[103]



[1] Kehhâle Ömer Rıza. Mu'cemul-Müellifin (Beyrut ts) 1/118

[2] Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

[3] Hayatı ve eserleriyle ilgili olarak bkz; Ahmed baba et Timbuktî, Neylü’l İbtihâc bi Tatrîzi'd-Dibâc. (Trablus ts.)

1/46-7; Muhammed Mahlûf, Şecerâtu’n Nûri'z-Zekiyye (Beyrut 1349) 1/231; İsmail Paşa, Îdâhu'l-Meknun (İst. 1951) 1/18; Abdülvahhâb b. Mansûr, A'lâmu'l-Mağribi'l-Arabi (Rabat. 1978) 1/132-4; Serkis, Mu'cemu'l-Matbûâti'i-Arabiyye (Kahire 1346) 1/1090-K Ziriklî, el-A'lâm (Kahire 1964) 1/71; Kettânî, Fihrisü'l-Fehâris 1/134; Brockelman, GAL Suppl. 2/374-5 (Leiden 1938): el,-Tûnikî, Mu'cemu'l-Musannifin 4/448-54 (Beyrut 1921); Abdülmüteâl es-Saidî, el-Müceddidûn fi’l-İslâm s. 307-12 (yy.ty.); Fikri Zeki el-Cezzâr, Medâhüü'l-Müellifin ve'1-A'lâmi'l-Ara-Arab (Riyad 1992)2/754.

İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/7.

[4] el-Muvâfakât fi Usûli'ş-Şerîa (Kahire t,s.)l/24

[5] Şûtıbî. El-İ'tisâm (Beyrut 1411/1991), 1/18-19

[6] Kehhâle a.g.e., 1/11

[7] el-İ 'tisâm. 1/19/21 (Beyrut 1411/1991)

[8] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/8-10.

[9] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/10.

[10] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/10.

[11] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/10-11.

[12] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/11.

[13] el’İ tisâm, 1/26

İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/11-12.

[14] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/13-14.

[15] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/15-16.

[16] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/17-18.

[17] Kitabın mukaddimesi için biz bu başlığı koyduk. Burada müellifin kendisini bir mukaddimeyle bağlamadığı görülüyor. Kitapta mukaddimeyi terketmenin kesinlikle bid'at olduğunu iddia ederek onun gerekliliğini savunanların (görüşünün) aksine bu, önceki müelliflerin pek çoğununun âdetidir.

[18] Müellif, Ebu Hureyre'nin Rasulullah'tan (s.a) rivayet ettiği: "Allah'a hamd ile başlamayan her söz cüzzamlıdır/sakattır” hadisi ile amel ederek hamd ile başlamıştır. Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir: 21 Bâbu’l Hedy fî’l Kelâm/4840. Bu hadisi İbn Mâce de Ebu Hureyre'den nakletmiştir: 19 Bâbu Hutbeti'n-Nikâh/1894, İbn Mâce "Allah'a hamd ile başlamayan her söz..." lafzıyla rivayet, etmiştir. Hadis ayrıca Ahmed'in Müsned'inde 2/359 "O ebterdir, veya akta'dır." İfadeleriyle geçer. Ebter, akta' ve eczem aynı manaya gelir (Lisanu'l-Arab, 1/205): güdük, kesik ve sakat demektir.

[19] Burada kader meselesindeki sahih bir hadise işaret edilmektedir. Çünkü Allah Teâlâ mahlukatı yaratmış, onların kaderlerini takdir etmiş, ecellerini ve geleceklerini yazmıştır. Hz. Ali'den şöyle dediği rivayet edilir: Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında oturuyor idik,

O şöyle dedi:

“Sizden hiç kimse yoktur ki cennetteki yeri ve cehennemdeki yeri yazılmış olmasın.”

Bunun üzerine dedik ki:  

"Ey Allah'ın Rasulü! Öyleyse her şeyi oluruna bırakalım olmaz mı?"

Rasulullah dedi ki:

"Hayır siz çalışıp amel edin, zira herkes ne için yaratılmışsa o kendisine kolaylaştırılacaktır." Sonra şu ayeti okudu:

"Kim bağışta bulunur, günahtan kaçınır ve dinin güzelini tasdik ederse, biz de ona hayır ve kolaylık yolunu kolaylaştırırız....." Buharî, 65 Kitabu’t Tefsir, 92: Sûretü'1-Leyl 5. bab 4947.

[20] “Biz ona iki yolu göstermedik mi?” (Beled:l0) ayetinden alınmıştır.

[21] Ra'd: 15

[22] Fırka-yı Naciye, ifrat ve tefritin ortasındaki ehl'i sünnet ve'1-cemaat fırkası olup "kurtuluşa erenler" anlamındadır

[23] eI-Firaku'1-Mukassıra, Allah'ın hakkını terk eden (O'nun sıfatlarını iptal eden) fırkalardır. Bunlardan her bir fırka tefritteki derecesine göre bu işte ileri gitmişlerdir

[24] el-Fıraku'1-Gâliye. Allah hakkında aşırıya giden (Allah'a ait olmayan sıfatları ona nisbet eden) fırkalardır. Bunlar da ifrattaki derecelerine göre bu konuda aşırı gitmişlerdir.

[25] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/19-20.

[26] "Başladı" diye tercüme ettiğimiz kelimeyi müellif meçhul kalıbında budi-e diye kullanmıştır. Fakat Nevev’nin Şerhu Müslim'deki tesbitine göre hadisin rivayetlerinde bu kelime be-de-e olarak, yani malum kalıbında geçer.

[27] Müslim, İman, Babu Bed'il-İslami Gariben; Tirmizî, İman, 13; Ebu Davud, Rıkak, 42; İbn Mâce, 36 Fiten, 15; Ahmed, 1/358, 4/73.

İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/21.

[28] 'İslamın başlangıcı "ile kastedilen, Hz. Peygamber'in (s.a) gönderildiği dönem ve miladî 6. asırdaki insanların durumudur. "İslamın sonu"   ifadesiyle de âhir zamanda insanlarda meydana gelecek olan aşırı bozulma kastedilmiştir. Elbette o zaman da İslama bir dönüş olacaktır. Fakat islamın başlangıcıyla bunun farkı şudur: Birincisinde Peygamberlik ve Peygamber vardır; ikincisini bir yenileştirme ve Peygamberin mesajının yeniden ihyası söz konusudur.

[29] Bu ifade Ahzâb Sûresi 45. Âyetten alınmıştır.

[30] Ankebût: 65

[31] Sâd: 5

[32] Kâf: 3

[33] Enfâl: 32

[34] Şuarâ: 70-74

[35] Zuhruf- 21.22

[36] Zuhruf- 24

[37] Kâfirûn Sûresi

[38] Enam: 90

[39] Şûra: 13, İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/22-24.

[40] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/25.

[41] Kader, Allah'ın eşya hakkında vermiş olduğu ve mutlaka gerçekleşecek olan hükümdür. Kaderiyye ise kaderi inkar eden topluluğa verilen isimdir. Allah Teala şöyle buyurur: "Şüphesiz biz her şeyi bir kadere göre yarattık." (Kamer: 49) Yani Allah her şeyin belirli bir zaman ve mekanda meydana gelmesini takdir etti hükmetti. (Lisanu’l Arab. 5/35451 el-Fisal. 3/31)

[42] Haricîler: Bunlar, ilk olarak Sıffîn savaşında Hz. Ali'ye karşı çıkan topluluktur. Bunlar bu tavırlarıyla dine de karşı çıkmış oldular. Hz. Ali'ye başkaldıranların ve dinden çıkanların en aşırısı el-Eş'as İbn Kays ve Mes'ud et-Teymi'dir. (el-Milel ve'n-Nihal alâ Hâmişi'l-Fisal, 1/123)

[43] Bu hadisi Müslim, Zekât kitabı 37. babta 143 numarada bu lafızla rivayet eder. Ayrıca aynı babın 147 numaralı hadisinde "terakiyehum" lafzı yerine "hanâcirahum" lafzıyle geçer.146. Hadiste ise "Yetlûne kitaballahi natben leyyinen" lafzıyle geçer. Yani "Allah'ın kitabını çok iyi ezberlediklerinden çok sür'atli, lafızlarını eğerek bükerek ve manalarını bozarak okurlar" demektir. Bu hadis ayrıca Ebu Davud'da 4764 ve 4765 numaralarda rivayet edilmiştir

[44] Kur'an'ın zahirini alırlar demek, Kuran'ın gayesini, sebeb-i nüzulü ve sünneti bilmeden, nassın dış görünüşüne sarılırlar demektir.

[45] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/26.

[46] Ebu Davud, Kitabu’s-Sünne, bâbu Şerhı’s-Sunne, h.no:4596 ve 4597; Tirmizi, Kitabu’-İman. bâbu iftirakı hâzihi'1-Umme, h.no:2641.

Tirmizi der ki' Bu hadisin Ebu Hureyre yoluyla rivayet edilmiş olanı hasen-sahihtir. Bu hadisi Abdullah İbn Amr da şn lafızlarla merfû olarak rivayet etmiştir: "Ümmetime, İsrailoğullarının başına gelen, tıpatıp gelecektir. Hatta öylesine ki, onlardan birisi annesi ile zina etse ümmetimin içinde de bunu yapan birisi bulunacaktır. İsrailoğulları yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan tek fırka hariç, hepsi cehenneme girecektir."

Dediler ki:

Ya Rasulallah! O kurtulan fırka hangisidir?

"Benim ve ashabımın bulunduğu yol üzere olanlardır." buyurdu.

Tirmizi bu rivayeti aktardıktan sonra şöyle dedi:

Bu hadis, hasen garib bir hadistir ve müfessirdir/öncekini tefsir eder. Bu hadisin başka bir yoldan gelişini bilmiyoruz. Bunun senedinde Abdurrahman İbn Ziyad el-Ifriki vardır. Sa'd, Avf İbn Mâlik ve Abdullah İbn Ömer'den de bu manada hadisler rivayet edilmiştir.

Ahmed bu hadisi Müsned'inde Ebu Hureyre'den aynı lafızlarla 2.Cilt 233. s. ve ayrıca Enes'ten 3. Cilt, 120. s. de rivayet, etmiştir, İbn Mâce, Kitabu'l-Fiten, Bâbu iftirâkı'1'Umem'de 3991 ve 3992 no'lu hadis olarak rivayet etmiştir, metni daha kısadır.

Zevâid'de şöyle denilir:

Avf İbn Malik hadisinin isnadına yöneltilen tenkitler vardır.

Râşid İbn Sa'd hakkında Ebû Hatim:

O saduktur/doğrudur demiştir. Abbad İbn Yusufun, İbn Mâce'den başka hadisini tahric eden yoktur ve onun bu hadisten başka da rivayet ettiği bir şey yoktur, İbn Hıbban onu sikât/güvenilir kişiler arasında zikretmiştir. Seneddeki diğer kişiler de sikadır-güvenilirdir.

Suyûti. el-Câmiu’s -Sağîr'de şöyle der:

Hadis sahihtir. Suyûti bu hadisi ed-Dürru'l-Mensûr' da muhtelif rivayetlerle zikretmiştir.

İbn el-Cevzî, Telbîsu iblis isimli eserinin 18. Sayfası ve devamında, hadisin rivayetleri ve sahihliği hakkında birtakım sözler söyledikten sonra söz konusu fırkaların isimlerini sıralar.

"Benim ümmetim de ayrılacaktır" sözünün anlamı, âlimlerce tercih edilen görüşe göre, İslama icabet eden ve dini kabul eden icabet ümmetidir. Bu şekilde, yetmiş üç fırkaya ayrılmaktan kastedilen, dinin esaslarında meydana gelen kötülenmiş ayrılıktır. Ümmetin dinin teferruatındaki ayrılığına gelince bu kötülenmiş değildir. Sen de biliyorsun ki dinin teferruatında ayrılığa düşen fırkaların hepsi, dinin temel esaslarında ittifak etmişlerdir ve birbirlerini de sapıklıkla itham etmemişlerdir. Dinin temel esaslarında ayrılığa düşenlere gelince bunlar birbirlerini tekfir etmişler ve sapıklıkla itham etmişlerdir. Hadiste zikredilen sayı ise çokluğa hamledilir. Esaslar ve teferruattaki bütün fırkalara bakılacak olursa bunların sayısı yüzleri geçer. Fakat şayet dinin esaslarında ayrılağa düşen fırkalara bakılacak olursa bunları sınırlandırmak mümkündür. Çünkü bunlar bu sayının çok çok üstünde bölümlere ayrılsalar bile asılları bu miktara ulaşır. Şöyle demek daha uygundur: Bu sayı bu miktara mutlaka ulaşır ve ondan eksik olmaz fakat şayet bunun da üstüne çıkarsa bunda anlaşılmayacak bir durum yoktur. (Bezlul-Mechûd 18/117'den biraz kısaltılarak alınmıştır.)

Bu hadisi Abdurrazzak, el-Musannefte c.X.s.l56'da: Taberânî, el-Kebîr' de; İbn Adiy. el-Kâmil’de; İbn Asâkir ve Ebû Nuaym. el-Hılye'de Avf İbn Mâlik’ten ve Taberâni, el'Evsat'ta Enes'ten rivayet etmiştir. el'Kenz sahibi de (yani Kenzu'l-Ummâl müellifi) kitabının 1. Cilt 203. ve 210. sahifelerinde 1052, 1053, 1054, 1055, 1056 ve 1057 no'lu hadislerinde bunu söylüyor.

[47] “Siz, sizden önceki insanların yollarına uyacaksınız" hadisi şu kaynaklarda geçiyor:

Buhari, el’İ-tisam, Babu "letettebiunne senene men kâne kablekum". h.no: 7319,

Ebu Hureyre'den şu lafızlarla:

"Benim ümmetim, kendinden önceki ümmetleri karış karış, arşm arşın takib etmedikçe kıyamet kopmayacaktır."

Denildi ki:

yollarında gidilenler, Fars ve Rum gibi milletler midir?

Resulü Ekrem onlara:

"Başka insanlardan kim var ya?" buyurdu. Buharı, bu hadisi Kitabu'l-Enbiya, Babu ma zükira an beni İsrail, h.no-3456'da yine Ebû Said el-Hudri'den onun birinci rivayetindeki lafızların aynısıyla fakat "lev dehalû fi cuhri dabbin" yerine 'lev selekû cuhra dabbin'' şeklinde rivayet etmiştir.

Bu hadisi Müslim, Kitabu’l İlim, Babu İttiba Sünen-i Yehûdi ve'n Nasara h.no-2669: Ebu Said el-Hudrî'den aynı lafızlarla rivayet etmiştir.

Ibn Mâee. Kitabu’l-Fiten, Bâbu Îftiraku'1-Umem, h.no:3994, Ebû Hureyre'den rivayet etti. ez-Zevâid'de bu rivayet hakkında: isnadı sahihtir ve râvileri güvenilir kişilerdir, denilmiştir.

İmam Ahmed, Müsnedinde Ebu Hureyre'den c.II. s.327.450, 511. 527 de ve Ebu Said'den c.III, s.84, 89 ve 94'de rivayet etmiştir.

İmam Nevevî, Şerhu Müslim, 16/219'da şöyle dedi: Bu, küfürde değil, masiyetlerde ve muhalefette onlara aşırı bir şekilde uymaktan bir temsildir. Bu hadiste Hz. Peygamber'e (s.a) ait bir mucize görülmektedir. Çünkü onun haber verdiği bu durum aynen gerçekleşmiştir.

[48] Yani "Siz, sizden önceki insanların yollarına karış karış, arşın arşın uyacaksınız." hadisi, "Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı...." hadisinden daha geneldir. Çünkü ayrılmadan söz eden hadis, hevâ ehline ait bir durumu anlatıyor. Yani dinin temel esaslarında ayrılığa düşüp, hatta bazıları bu yüzden dinin dışına çıkan kişilere işaret etmektedir. İkincisine gelince o, muhalif davranışlarda daha genel bir durumu ifade etmektedir. Yani kişiyi dinin dışına çıkarmayan ameller, ibadetler ve tekliflerdeki bid'atlere işaret etmektedir.

[49] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/27-28.

[50] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/29.

[51] Yusuf: 103

[52] Sebe: 13

[53] Yusuf: 38

[54] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/29-31.

[55] Ebu'd-Derda: Uveymir, bir rivayete göre Amir İbn Zeyd İbn Kays el-Ensâri'dir. Künyesi Ebu'd-Derda'dır. Uveymir'in onun lakabı olduğu da söylenir. İsmi konusunda ihtilaf edilmiştir. Künyesiyle meşhur olmuştur. Değerli bir sahabidir. Rasulullah (s.a) ile birlikte bulunduğu ilk savaş Uhud Savaşıdır. Âbid ve zâhid bir zâttır. Hz. Osman'ın halifeliğinin sonlarında h.32 yılında vefat etmiştir. Bir rivayete göre o tarihten sonra da yaşamıştır. (el-Meârif, 268; el-Takrib. 2/91; el-Cerhu ve't-Ta'dil, 7/26; eş-Şezerat, 1/39; Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ. 2/235)

[56] Evzâî. Abdurrahman İbn Amr İbn Yuhmid Ebû Amr. Evzâ denilen yere mensup olduğu için böyle meşhur olmuştur. Onlar Hemedan’dan gelip oraya yerleşmişlerdir. Şamlıların imamıdır. Rekabet edilemez,  değerli bir fakihtir.  Sika dır/güvenilir. Yedinci tabakadandır.  Hicrî   157 yılında vefat,  etmiştir.  (el-Meârif,  496; et.-Takrib,   1/493;  el-Mizan,  2/570; Tezkiratu'l-Huffaz, 1/178; el-Cerhu ve’t-Ta'dil, 5/266)

[57] İsâ İbn Yusuf İbn Ebi İshak es-Subey'î Ebû İsrail. Kûfeli'dir.  Murabıt olarak Şam'a yerleşmiştir.  Zehebi der ki: Onun hadisi İbn Arafe' nin  cüzünde âli  isnad  olarak  yer  alır. Sikadır, güvenilendir. İbn Sa'd der ki: Sikadır, sağlamdır. Sekizinci tabakadandır. Hicri 187 yılında vefat, etmiştir. Başka bir rivayete göre h.191 yılında vefat etmiştir, (et Takrib 2/103; el-Cerhu ve't-Ta'dil. 6/291; et-Tehzib. 8/212; el-Mizan, 3/328; et-Tezkira, 1/279)

[58] Ümmü'd-Derda: Onun ismi Cüheyme'dir. Bir rivayete göre de Hüceymetü'l-Evsâbiyyetil-Humeyriyyeti'd-Dımeşkıyye'dir. Ümmü'd-Derdâ es'Suğra diye bilinir. Meşhur sahabi Ebu'd-Derda'nın (r.a) eşidir. Bir de Ümmüd'Derda el-Kübra vardır, bu o değildir. Çünkü Kübrâ yani büyük olan Ümmü'd-Derda, meşhur olan görüşe göre Hz. Osman'nın (r.a) hilafeti döneminde ve Ebu’d-Derda'dan senelerce önce vefat etmiştir. Yukarıdaki rivayetin sahibi olan küçük (Suğra) Ümmü'd-Derda ise kuvvetli olan görüşe göre Ebu'd-Derda'dan sonra. Abdulmelik İbn Mervan'ın hilâfeti zamanında vefat etmiştir. Hüceyme (yani küçük Ümmüd'Derdâ) bir hanımefendi, âlim ve fakih idi. Tâbiindendi. Kocasından, Selman'dan. Ka'b İbn Asımdan. Hz. Aişe'den ve Ebu Hureyre'den ve daha pek çok kişiden rivayette bulunmuştur. (Siyeru A'lami'n-Nubela. 4/277; Tezkiratu'l-Huffaz, 1/50; Tehzibut/Tehzib, 12/465)

[59] Enes İbn Mâlik; Değerli bir sahabidir. Adı: Enes İbn Mâlik İbn Nadr İbn Damdan Ebû Hamza el-Hazreci el-Ensari'dir. Hz. Peygamber'in (s.a) hizmetçisi dir. Hicri 92 veya 93 yılında yüz yaşını geçmişken vefat etti. (et-Takrib, 1/84; el-Cerhu ve't-Ta'dil, 2/286; et-Tehzib, 1/376; Sikâtu İbn Hıbban, el'Bidaye ve'n Nihaye, 9/94; Siyeru A'lami'n-Nubelâ, 3/395.)

[60] Meymun İbn Mihran: Ebu Eyyub, Meymun İbn Mihran el-Cezerî er-Rakî el'Fakih. Kûfe'de büyüdü, sonra Rakka'ya yerleşti. Amr, Zübeyr, Ebu Hureyre, Aişe ve İbn Abbas gibi sahabenin (büyüklerinden hadis rivayet etmiştir. Zâhid, âbid, güvenilir, doğru ve âlim bir zâttır. Çok sayıda kişi kendisinden hadis rivayet etmiştir. Hicri lifi veya 117'de vefat etmiştir. (Tehzibu't-Tehzib. 10/390; Şezeratü’z-Zeheb, 1/154)

[61] Sehl İbn Sa'd İbn Malik: es-Sâidi el-Hazrecî el-Ensârîdir. (Künyesi) Ebu'l' Abbas 'tır. Hz. Peygamber'in ashabından geride kalan en uzun ömürlü kişilerdendir. Kendisi de, babası da sahabidir. Sahabilerden Medine'de en son vefat eden kişi odur. Yüz seneden fazla yaşayanlardandır. Onbeş yaşındayken Hz. Peygamber'in huzurunda karşılıklı olarak birbiriyle lanetleşen karıkocaya şahit olur. (el-Cerhu ve't-Ta'dil, 4/148; Meşâhîru Ulemâi'l-Emsar 114; Üsdül-Ğabe, 2/472; Tehzibu't-Tehzib, 4/252; Şezerâtü’z- Zeheb; 1/99: el Bidaye ve'n-Nihaye, 9/83: el-Istiab, 664)

[62] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/32-33.

[63] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/34.

[64] Öyle anlaşılıyor ki geçmiş halifeler -özellikle halifeler için- dua etmek bid'at değildir. Bid'at olan şey, bunu devamlı yapılması gerekli bir zorunluluk haline getirmektir. Çünkü gerek onlar gerekse mümin olarak vefat etmiş geçmişlerimiz için her zaman ve her yerde dua etmek meşrudur. Bu işi hutbeye tahsis etmek veya bunu bir zorunluluk haline getirmek uygun değildir.

[65] Esbağ İbn Halil, Kurtuba fakîhi ve müftisi Ebu'l Kasım el-Endelüsî el-Mâlikidir. Sahnun’dan, Yahya İbn Yahya'dan ve pek çok kişiden ilim almıştır. 90 sene kadar yaşamış, hicri 273 yılında vefat etmiştir. (Siyeru A'lâmi'n-Nubelâ, 13/202; Mizânul İ'tidal, 1/269; Lisanu'l Mizan, 1/458)

[66] Izz İbn Abdisselam Şafii mezhebinin önde gelen alimlerindendir, h.787 de doğmuş, h.866'da vefat etmiştir. (el-Bidaye ve'n-Nihaye, 7/427; Şezerat, 5/301)

[67] Alimlerimizden çoğu bu bid'ate mübtelâ olmuşlardır

[68] el-Muvafakat, müellifin telif ettiği eserlerin en büyüğüdür, hatta konusunda yazılan eserlerin en büyüğüdür. Konusu Usul-i Şeriat, onun hükümleri ve hikmetleridir. Usûl kitaplarını araştıran bir kimse bu kitabın bir benzerinin olmadığını ve onun yeniden şerh ve tahkik edilerek kadrü kıymetinin ümmete gösterilmesi gerektiğini görür. Şeyh Diraz ed-Dimyatî bu eserin talikini yaptı, oğlu da bazı hadislerini tahkik etti ve Beydun el'Beyruti de bu tahkikli nüshayı bastı. Fakat bu kitap daima ilim, hayır ve bereketlerle doludur. (Bu kitap üzerinde yapılacak çalışmada) yarışacak başka kimse var mı?

[69] Müellif burada câhil ve ahmak tasavvufçulara işaret ediyor. Bunlar kendilerinin ilim sahibi olduklarını ve halkın hidayeti için görevlendirildiklerini iddia ederler. Halbuki halkın içinde hidayetten en uzak olanlar onlardır.

İstersen şöyle de dersin:

Onlar gerçek tasavvuftan ve gerçek tasavvufçulardan en uzak kişilerdir.

Nitekim müellif de:

Bunlar tasavvufçulara hiç benzemezler, demiştir.

[70] Vitirde devamlı kunut yapmayı kastediyor. Çünkü bu, Hanefi fıkhının özelliklerindendir. Sabah namazında vitir yapmaya gelince bu şâfîîlerde vardır.

[71] Veysel Karani: Örnek bir zahittir. Zamanında ki tabiilerin ileri gelenlerinin en büyüğüdür. İsmi ve künyesi Ebu Amr Uveys İbn Amir İbn Cüz İbn Mâlik el-Karanî el-Murâdi el-Yemâni'dir. Onun Medine'ye geleceğini Hz. Peygamber (s.a) müjdelemiştir. Sahihu Müslim ve diğer kaynaklarda anlatıldığına göre Hz. Ömer onunla karşılaşmıştır. Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ömer'e ve Hz. Ali'ye onunla karşılaştıkları zaman kendisinden dua talep etmelerini, çünkü onuıı duasının müsteeap olduğunu söylemiştir. Sıffîn savaşında Hz. Ali'nin saflarında savaşırken şehit olmuştur. H.33. (Siyeru A'lami'n-Nubela, 4/19; Şezerât, 1/46; Tabakât İbn Sa'd. 6/61, İsabe, 500; Tehzib, 1/386; Üsdu’l-Ğâbe, 1/151; Hılye, 2/79.)

[72] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/35-38.

[73] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/38.

[74] Abdullah İbn Abbas, Hz. Peygamber'in (s.a.) amcasının oğlu ve büyük bir sahabidir. Hicretten üç sene önce doğmuştur. Hz. Peygamber dinde fakih olması ve Kur'an'ın te'vili konusunda (uzman olması için) kendisine dua etti. Allah'ın lutfuyle bu dua gerçekleşti. Büyük bir alim olduğunda görüş birliği vardır. En çok hadis rivayet edenlerdendir ve meşhur Abâdile'den (Abdullah'ların) birisidir. Hicri 68'de Tâifte vefat etmiştir. (el-Meârif, 123; Takrîb, 1/425; Tezkiratu'l-Huffâz, 1/40; el-Cerhu ve-t-Tadîl, 5/116; Siyeru A'lâmin-Nubelâ, 3/331)

[75] Lokman İbn Ebi İdris el'Havlânî: Lokman İbn Âizillah Ebû İdris el-Havlâni, Dimeşk kâdısıdır. Kaynaklarda biyografisi hakkında yeterli bilgiye rastlamadım.

[76] Hassan İbn Atıyye: Ebu Bekir el-Muhâribî'dir. Güvenilir, âlim, âbid, zahit ve takva sahibidir. Kaderiyyecilikle suçlanmıştır. Zehebî, o görüşten döndüğünü söylemiştir. Hicri 130'da vefat etmiştir. (Tehzib, 2/2511 el Cerhu ve't-Ta'dîl, 3/236; Hılye, 6/70; Siyeru A'lâmi’n-Nubelâ, 5/466)

[77] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/39.

[78] İbn Vehb: Abdullah İbn Vehb İbn Müslim'dir, İmam ve Şeyhu’l-İslam'dır. Künyesi Ebü Muhammed el-Fihrî'dir. Hicrî 125 yılında doğmuştur. Bazı küçük tabiîlerle karşılaşmıştır. Bir ilim deposu ve amel hazinesidir. Pek çok kişi kendisinden rivayette bulunmuştur. İlmi ve şöhreti yaygındır. Sikadır, güvenilir bîr kişidir, müftidir, fakihtir. Hicri 297 yılının Safer ayında vefat etmiştir. (Tezkira; 1/403; Şezerat, 1/347; el"Cerhu ve't-Ta'dil, 5/189; Takrib. 1/46; Siyeru A'lâmi'n Nubelâ, 9/223; Tehzîb 6/71.

[79] Hadisi bu lafızla İbn Mâce, Mukaddimede ve Men ahya sünneten kad ümitet babında, 210 numarada rivayet etmiştir. Müellifin de dediği gibi bu hadisi Tirmizî rivayet etmiştir ve şöyle demiştir: Hadis hasendir. Hadisi İbn Mâce ve Tirmizî, Kesir İbn Abdillah'dan; o, babasından; o da dedesinden rivayet etmiştir. Alimler bu/ Kesir'i zayıf görmüşlerdir. Fakat hadisi kuvvetlendirecek ve onu hasen derecesine ulaştıracak başka şahitler vardır. Hadis Tirmizi'nin el-Ahzü bi's-sünne bâbında 2817 no ile rivayet edilmiştir.

[80] Müellifin de dediği gibi bu hadisi Tirmizî rivayet etmiştir. Fakat müellifin ibaresinde bir farklılık vardır. Tirmizî'nin Enes'ten yaptığı rivayette "Kim benim sünnetimi ihya ederse beni ihya etmiş olur" ibaresi geçer. (Tirmizî, K. İlim, Babu el-Ahzu bi's-Sünne ve'ctinabi'l-Bid'a, h.no: 2678) Tuhfe müellifi şöyle der; Mevcut nüshalarda üç yerde böyle geçer. Mişkât'ta ise bu hadisin "kim sünnetimi ihya ederse beni sevmiş olur" ibaresiyle üç yerde geçtiği ifade edilir. Anlaşılıyor ki bazı Tirmizî nüshalarında da böyle geçmiştir... (Tuhfetu’l Ahvezî, 7/371.)

[81] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/40.

[82] Ömer Ibn Abdilaziz İbn Mervan. Müminlerin emiri, âdil devlet başkanı, Enes İbn Mâlik' ten rivayette bulunmuş ve onun arkasında namaz kılmıştır. Sika, güvenilir, âlim. fakih ve takva sahibidir. Pek çok hadis rivayet etmiştir. Halifeliği iki sene sürmüştür. Hicri 101 yılında kırk yaşlarında iken vefat etmiştir. (el-Meârif. 3fi2; İs'afu'l-Mubatta', 31; Takrib, 2/59; Tezkiratu’l-Huffaz,   1/118;   el-Cerhu  ve't-Ta'dil   6/122;   Siyeru  A'lami'n-Nubelâ,   5/114;   Şezerâtü'z-Zeheb,1/119).

[83] Halife Ömer İbn Abdilaziz şunu demek istemektedir: İnsanlar içinde öyle bid'atler ortaya çıkmıştır ki,  babaları o bid'atler üzerine öldüler,  çocuklar o bid'atler üzere terbiye edilip yetiştirildiler. Yabancılar onları öğrendiler ve onlara geçtiler. Araplar da o bid'atlerle beraber oldular.   Bidatler o dereceye ulaştı ki insanlar bid'atın sünnet,  sünnetin bid'at olduğuna inanmaya başladılar. Bu işlere el atmak ve her şeyi aslına döndürmek için Allah'tan bu konuda yardım istenmesi ve bu işlerin düzelmesi için O'nun yardım ve desteğinin alınması gerekir.

Böylece kötülükler değişmiş, bid'atler ölmüş, sünnetler dirilmiş, iyilikler yayılmış ve insanlar Allah'ın emirlerine bağlanmış olurlar. İdareciler bu çok önemli işi gerçekleştirirlerse faydalı olacağı umulur ve etkisi büyük olur.

[84] Ebû Tâhir es-Silefî: Büyük bir alim, hafız, müfti, Şeyhu'l-İslam ve uzun ömür sürenlerin onuru. Ahmed İbn Muhammed İbn İbrahim el-İsbehâni el-Cirvânî. Hicrî 475 senesinde doğdu ve 106 yaşında vefat etti. Zehebî, onun biyografisi için yaklaşık 40 sayfa ayırmıştır. (Siyeru A'lami'n-Nubelâ, 5/21 Vefayâtül-A'yan. 1/150; el-lber, 4/227; Tezkira, 4/1298)

[85] Ebu Hureyre: Önde gelen bir sahabidir. Künyesi, Ebû Hureyre ed-Devsi el-Yemani'dir. En sağlam hadis hafızlarının başta gelenidir.   Kuvvetli görüşe göre ismi Abdurrahman İbn Sahr'dır. Sahabiler ve tabiilerden pek çok kişi ondan hadis rivayet, etmiştir. Yine kuvvetli olan görüşe göre Rasulullah'a, Ebu Bekir'e, Ömer'e, Osman'a, Aişe'ye ve diğerlerine ait ilimleri en çok muhafaza eden kişi odur. (Siyeru A'lâmi'n-Nubelâ, 2/578; el-Meârif. 277) el-İstîâb, 4/1768; Hılyetül-Evliya,  1/376; el-Bidâye ve'n-Nihâye, 8/103; Tehzib,  12/262; el-İsâbe 12/63; Şezerât 1/63.)

[86] Bu rivayete elimdeki kaynaklarda rastlamadım.

[87] Ebu'1-Arab et-Temimi: Büyük bir âlim. müfti ve çeşitli ilimlerin uzmanıdır. İsmi ve künyesi: Ebu'1-Arab. Muhammed İbn Ahmed İbn Temim İbn Temmam el-M,ağribi el-İfrikî. Dedesi Afrika'nın emirlerindendir. Pek çok kişiden ilim almıştır. Eserler vermiştir. Hicri 333 yılının zilkade ayında vefat etmiştir. (Tezkiratü'l-Huffaz, 3/889; Meâlimü'1-İman, 3/42; Siyeru A'lâmi'n-Nubelâ, 15/394).

[88] İbn Ferrûh: Medine müftisi ve âlimi Ebû Abdirrahman İbn Ferrûh Ebu Abdirrahman el-Kuraşi et-Teymî. Teymlilerin Rabîatür-Rey diye meşhur olan mevlası, Münkedir oğullarının mevlâlarından. Enes İbn Malik. Said İbn el-Müseyyib ve daha pek çok kişiden rivayette bulunmuştur. Müctehit imamlardandır. Hicri 136 senesinde Medine'de vefat etmiştir. Belki de söz konusu bu mektubu da Medine'de iken İmam Malik'e yazmıştır.

Öldüğü gün İmam Malik şöyle dedi:

Fıkha tadını veren şey gitti. (Siyeru A'lami'n-Nübelâ, 6/89; Şezerat, 1/194; Tezkira, 1/157; Vefayâtü'l-A'yân; Sıfatu's-Safve, 2/83)

[89] Mâlik İbn Enes: Hicret yurdunun (Medine'nin) İmam Mâlik İbn Enes İbn Mâlik İbn Ebi Amir İbn Emr el-Eshabi İbn el-Hâris Ebû Abdillah el'Medeni el-Fakih. Hadisleri ilk tasnifeden ve toplayandır. Çok sayıda kişi kendisinden rivayette bulunmuştur. Müttakilerin reisi, sağlam (müsbit) kişilerin büyüğüdür. Buhari der ki, En sağlam senedli rivayetlerin tamamı Mâlik, Nâfi' ve İbn Ömer kanalından gelir. Yedinci tabakadandır. (el-Meârif, 498; et-Takrib. 2/223; el-Cerhu ve'f Ta'dil, 8/204; Tezkira, 1/407; Şezerât, 289; Sikât. 7/459; Siyeru A'lâmi'n-Nubelâ. 8/48.)

[90] İmam Mâlik bu cevabiyle şunu kastetmiştir: Bid'atçilere ancak onlara cevap verebilecek güçte olan onların iddialarını çürütebilecek ve en kuvvetli delillerle onları reddedebilecek yeteneğe sahip kimseler karşı koyabilirler. Böyle bir gücü ve yeteneği yoksa bu işi terk etmelidir. Çünkü başarısız olursa onların görüşleri daha fazla yayılır, halk daha fazla etkilenir.

[91] Müellifin sözü şu anlama gelir: Bidatçilerin savaşını geri püskürtmek için şiddetle cesaretle ve onurlu bir şekilde onların önüne durmak, hatta onlarla savaşmak bir zorunluluk haline gelmiştir. Çünkü onlar sünnete karşı şiddetli bir savaş açmışlardır. Gemi azıya almışlardır, tabiri de bu harbin şiddetini gösterir.

[92] İbn Veddâh: Ebû Abdillah Muhammed İbn Veddah İbn Buzey' el-Mervâni. Endülüs meliki Abdurrahman İbn Muaviye ed-Dâhil'in mevlâsıdır. Hicri 199 yılında doğmuştur. Hadis âlimidir, hadisin yollarını ve illetlerini çok iyi bilir, insanlar ondan çok şey nakletmişlerdir. Züht ve takva sahibidir. İlmi yaymada çok sabırlıdır. Çok iffetli ve dürüsttür. Allah Endülüs halkını onunla menfaatlendirmiştir. (Siyanı A'lami'n-Nubelâ, 13/445; Şezerat, 2/194; Tezkira, 2/646; Mizanu'l-İ'tidal, 4/59)

[93] Esed İbn Musa: Sika'dır. Pek çok eserin sahibidir. Künyesi ve ismi: Ebu Said Esed İbn Musa İbn İbrahim İbn el-Halife el-Velid İbn Abdilmelik İbn Mervan el-Kuraşi el'Emevi el-Mervânî el-Mısrî' 80 sene yaşamış ve h.212 yılında vefat etmiştir.

Buhari der ki:

Hadiste meşhurdur. Esedü's-Sünnet (Sünnetin aslanı) da denilir. Buhari onu şahit olarak gösterir. (el-Cerhu ve't-Ta'dil. 2/338; Tezkiratü'l-Huffaz, 1/402; Mizânu'l-İtidal, 1/207; Tehzibu't-Tehzib, 1/261; Şezeratü'z-Zeheb, 2/27; er-Risaletü'1-Mustadrafe, 61; Siyeru A'lami'n-Nubelâ, 10/162)

[94] Esed İbn el-Furat: Büyük bir âlim, kadı ve idarecidir. Mücahitlerin öncüsüdür. Künyesi Ebû Abdillah'tır. Harran'hdır, sonra Mağripli  olmuştur. H.144 senesinde Harran'da doğmuştur. Afrika'da yöneticilik görevi almıştır. İnsanlar kendisinden İlim almışlardır. H.213 yılı Rebiu'l" Ahir ayında Sicilya yarımadasındaki bir beldenin fethinden sonra vefat etmiştir. (Siyeru A'lâmi'n-Nubelâ. 10/225; Vefeyâtü'l-A'yan. 3/152; Şezerat, 2/28, Meâlimü'1-İman, 2/3)

[95] Manası doğrudur, bunu teyit eden başka deliller de vardır, fakat aynı ibareyi herhangi bir kaynakta bulamadım.

[96] Bunun manası da doğrudur. Bunu teyit eden başka deliller de vardır. Fakat aynı ibareyle bir kaynakta bulamadım.

[97] Muaz İbn Cebel İbn Amr İbn Evs el'Ensârî el Hazreci. Künyesi,  Ebû Abdirrahman el-Medenî'dir. Sahabenin ileri gelenlerindendir.  Akabe, Bedir ve diğer bütün önemli olaylara tanıklık etmiştir. Hz. Peygmaber (s.a) zamanında Kur'an'ın tamamını toplayan dört kişiden biridir. Ahkam ve Kutan ilminde zirvededir. Sahabenin içinde helâl ve haramı en iyi bilendir. Sahabeden büyük bir topluluk kendisinden rivayette bulunmuştur. Bunların arasında Câbir, İbn Ömer ve Ebû Musa da vardır. Hicri 18 senesinde Şam'da Amvas taununda vefat etti. (Siyeru A'lami'n-Nubelâ,  1/19, el-Cerhu ve't-Ta'dil, 8/244; İs'afi'l-Mubatta; 39; Tehzib,  10/186; el-İsabe, 9/219; Şezerat, 1/29; el'Iber, 1/22; el-İstiab, 10/104; el-Hılye, 1/228)

[98] Hz. Peygamber'in Muaz İbn Cebel'e tavsiyelerini ihtiva eden bu hadis şu kaynaklarda geçmektedir.

Buharî,   Cihad 102 No: 2942;   Fedâilu's-sahabe 9 No:  3701; Müslim,  Fedâilu's-sahâbe; Müsned 5/238, 5/333.

[99] Müellifin, Esed ibn Musa'nın, Esed İbn el-Furat'a yazdığı mektuptan naklettiği bu bölüm, sünneti neşir, onu ihya ve bid'atleri öldürüp onlarla mücadele ile meşgul olan, özellikle Allah'ın kendilerine ilim ve yetki verdiği kimseler için gerçek bir tavsiye niteliğindedir. Bu konuda gayret gösteren kimse Hz. Peygamber'in (s.a) gerçek bir halifesidir.

[100] El-Hasen: Ebû Said el-Hasen İbn Ebil-Hasen el-Basri. Babası. Ensar'ın azatlısı Yesâr; annesi Hz. Peygamber'in (s.a) eşi Ümınü Seleme'nin azatlısı Hayre'dir. Hz. Ömer'in (r.a) halifeliğinin sona ermesinden iki sene önce doğdu. Vâdi’l-Kurâ'da yetişti. Sika/güvenilir, fakih ve meşhur bir zâttır. Onun pek çok sayıda mürsel rivayeti vardır. Ebû Hureyre'den ve çok sayıda sahabiden de tedlis yoluyla rivayette bulunmuştur. el-Bezzar der ki: Kendilerinden doğrudan işitmediği pek çok kişiden rivayette bulunurdu. Üçüncü tabakanın başında yer alır. Yaklaşık 90 yaşlarında iken h.110 yılında vefat etmiştir. Pek çok kişi kendisinden hadis rivayet etmiştir. (Siyeru A'lâmi'n-Nubelâ, 4/563; el-Meârif, 440; et-Takrib, 1/165; Tehzib, 2/231; Tezkira. 1/71; el-Mizan. 1/483; el-Cerhu ve't-Ta'dil, 3/40)

[101] Allah rahmet eylesin, Hasan-ı Basri'nin bu sözü tabiiler hakkında (beslenmesi gereken) hüsnü zanna göre yorumlanır. Yoksa bunu zamanımızda birisi söylemiş olsa sünnet lafzını da Allah'ın Kitabiyle birlikte zikretmekle yükümlü tutarız ve bu söz o zaman şöyle olur: "Kulların amellerini Allah'ın Kitabına ve Peygamberinin sünnetine arz ederler." Sözün devamı da şöyle olur- "dalalette olanın dalâletini, hidayette olanın hidayetini Allah'ın Kitabı ve Peygamber'in sünnetiyle bilirler." Çünkü tabiiler özellikle tabiilerin ileri gelenlerinden olan Hasan-ı Basri gibileri ne söylediklerini gayet iyi biliyorlardı. Ancak Hâriciler ve Zındıklar, Rasulullah'a iftira ederlerken aptalca şeyler   yapıyorlardı. Onlar güya Rasulullah'ın şöyle dediğini iddia ediyorlardı: Size benden bir hadis ulaşırsa onu Allah'ın Kitabı'na arz edin; Ona uyarsa onu ben söylemişimdir, uymazsa ben söylememişimdır. Bu, sünneti hafife alan tehlikeli bir yalandır. Hasan-ı Basri'nin böyle bir sözü olamaz. Fakat bu, meşru amellerin korunması ve Kitap ve sünnete nisbetlerinin doğruluğunun araştırılması gayesiyle söylenmiş bir sözdür.

Allah'ın halifeleri sözü, Allah'ın yaratıkları içinde O'nun vekilleri demektir. Bunlar Allah'a çağırırlar ve kullara Allah'ın dinini öğretirler. Allah'tan haber verirler. Adeta Allah Teala kendisine çağıran âlimleri halk içinde kendisinin halifeleri yapmıştır.

[102] Süfyan İbn Uyeyne ibn Ebi İmran Ebû Muhammed el-Hilâli. Kufelidir. Sonra Mekkeli olmuştur. Hicri 107'de doğmuştur. Sika'dır, hafızdır, imamdır, hüccettir. Harem-i şerifte hadis anlatmıştır. Alimler onunla delil getirmede ittifak etmişlerdir. Son günlerinde hafızası değişmiştir.  Zaman zaman sika râvilerden tedlis yapmıştır.  8.  tabakadandır.  H.198 senesi Recep ayında vefat etmiştir.  (Siyeru A'lami'n-Nubela,  8/454;  elvMeârif,  506;  Takrib,   1/312; Tehzib, 4/104; Tezkira, 1/262; el-Mizan, 2/170! el-Cerhu ve't-Ta'dil, 4/225.)

[103] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/41-46.