1- BİD'ATİN TARİFİ, İÇERİĞİ VE SEMANTİĞİ
"Bid'at" kelimesinin aslı, geçmişte örneği olmaksızın bir şeyi bulup çıkarmak demektir.
"Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah'tır."[1] âyetindeki bedî' kelimesi bundan türemiştir; gökleri ve yeri geçmişte bir örneği olmaksızın yaratan demektir.
"De ki: Ben Peygamberlerin ilki değilim."[2] âyetindeki anlamı ise şudur: Allah'tan kullarına mesaj getiren ilk kişi ben değilim; bilakis benden önce de pek çok peygamber gelmiştir. "Önceden hiç kimsenin gitmediği bir yoldan ilk defa gitti" anlamında "ibtedea fulânun bid'aten" denilir. Güzellikte benzeri olmayan ve beğenilen bir şey hakkında "haza emrun bedîun" denilir. Sanki onun gibi ve ona benzer bir şey önceden görülmemiş, demektir.
Bid'at'e de bu anlamından dolayı bid'at ismi verilmiştir. İzlenilsin, üzerinden gidilsin diye böyle bir şeyin ortaya çıkartılmasına "ibtida'i" yani bid'at çıkarmak denir. Bu şekilde yapılan şeyin görüntüsüne "bid'at" denilir. Bu şekilde yapılan işe de "bid'at" denilir. Kelimenin bu anlamından dolayı şeriatta delili bulunmayan amele de "bid'at" denilir. Bu, lügatteki daha özel bir anlamı, inşaallah ileride de yapılacak izaha uygun olarak genelleştirmektir. .
Fıkıh Usulü ilminin bildirdiğine göre kulların fiilleri ve sözleriyle ilgili hükümler[3] üç kısımdır:
1. Emir manasını gerektiren hükümler. Bunlar da iki kısımdır:
a) Vâciplik ifade eden emirler.
b) Mendupluk ifade eden emirler.
2. Nehiy manasını gerektiren hükümler. Bunlar da iki kısımdır:
a) Mekruhluk ifade eden nehiyler
b) Haramlık ifade eden nehiyler.
3. Muhayyerlik[4] manasını gerektiren hükümler. Bu da ibaha/mübahlık[5] demektir.
Kulların fiilleri ve sözleri şu üç kısmın dışına çıkmaz:
1. Yapılması istenilen şeyler,
2. Terk edilmesi istenilen şeyler
3. Yapılması veya terk edilmesi serbest bırakılan şeyler.
Terkedilmesi istenilen şeyler, sadece diğer iki bölümdekilere muhalif olduğu için terki istenilen şeylerdir. Fakat bunlar da iki kısımdır:
Birincisi: Başka bir şeye bakmaksızın sadece yukarıdaki birinci ve üçüncü bölümlere muhalif oluşlarından dolayı yasaklanarak terki istenilen şeylerdir. Eğer bu, haram kılınmış bir şeyse fiil, masiyet ve günah diye isimlendirilir, o fiilin failine de âsi ve günahkâr denilir. Eğer haram kılınmış bir şey değilse failine böyle bir isim verilmez ve başka bir yerde açıklanacağı üzere af kapsamına girer. Yapılan fiile göre buna caiz veya mubah da denilemez. Çünkü bir şey hem caiz, hem de yasaklanmış olamaz. Buna zıtların birleşmesi denilir, (zıtlar birleşemez.)
İkincisi, sınır koyma, nitelikler belirleme, (edasına) devam ederken muayyen şekillere veya muayyen zamanlara bağlı kalma gibi şeriatın zahirine muhalif olduğu için yasaklanarak terki istenilen şeylerdir.
Bid'at ve bid'at icat, etmek işte budur. Böyle bir şey yapana mübtedi' (bid'atçi) denilir. O halde bid'at "Allah'a daha çok ibadet etmek maksadıyle girilen ve sonradan ortaya konulan dini görünümlü bir yol dan ibarettir. Bu tarif, örf ve âdetleri bid'at anlamının dışında tutanların görüşüne göre yapılan bir tariftir. Bunlar bid'at kavramının içine sadece ibadetleri dahil etmektedirler. Günlük hayatla ilgili amel ve davranışları da bid'at kavramının içine dahil edenlerin görüşüne gelince onlar derler ki:
"Bid'at, sonradan ortaya konulan dini görünümlü bir yol olup, dini yola hangi maksatla girilirse o yola da aynı maksatla girilir."
Bu tarifteki kelimelerin açıklanması gerekir. Yol kelimesi, üzerinde gidilmek için sınırları çizilen yer demektir. Ancak bu yol din ile kayıtlanmıştır. Çünkü bid'at, dinde icad edilen ve sahibi tarafından dine ilave edilen bir Şeydir. Şayet özellikle dünya işleriyle ilgili bir konuda sonradan icad edilmiş bir yol olsaydı buna "bid'at" denilmezdi. Meselâ daha önce olmayan fabrikalar ve beldeler kurmak gibi.
Din konusunda tutulan yollar, şeriatte aslı/dayanağı olanlar ve şeriatte aslı/dayanağı olmayanlar diye kısımlara ayrıldığına göre, tarifle kastedilen şey -ki o, sonradan ortaya konulan kısımdır- dinde aslı olan yolların dışında kalmıştır. Yani bid'at, Sâri (kanun koyucu) tarafından önceden örneği verilmediği halde sonradan icad edilen yol demektir. Çünkü bid'atin en önemli özelliği Şâriin belirlediği sınırların dışına çıkan bir şey olmasıdır. Bu kayıtla, sarf ve nahiv ilmi, lügat ilmi, usulü fıkıh, usulü din ve şeriate hizmet eden diğer ilimler gibi dini ilgilendiren şeylerden ilk bakışta sonradan uydurulmuş gibi görülen her şey bid'at kavramının dışına çıkar. Çünkü bu ilimler ilk dönemlerde mevcut olmasalar da asılları şeriatte mevcuttur. Çünkü meselâ, Kur'an'ın i'rabı nakle dayanır. Lisan ilimleri Kur'an ve sünneti doğru anlamada rehberlik ederler. O halde bunlar aslında şer'i lafızlarla kulluğun nasıl yapılacağını gösteren ilimlerdir. Bu lafızlar şer'i manalara delalet ederler. Sözü edilen ilimler şer'i lafızlardan onların anlamlarının nasıl çıkarılacağını ve ibadetlerin nasıl edâ edileceğini öğreten ilimlerdir.
Fıkıh usulünün anlamı, külli delilleri araştırıp bulmaktan ibarettir. Tâ ki müctehidin elinin altında bulunsun, isteyen de istediği zaman bunlara kolayca ulaşabilsin.
Usulü din, yani kelâm ilmi de böyledir. Nasıl ki fıkhın konusu ibadetlerle ilgili tafsîlî delilleri belirlemekse kelamın konusu da tevhid ve tevhidle ilgili olarak Kur'an ve sünnetteki delillerle onlardan kaynaklanan delilleri belirlemektir.
Eğer bu ilimlerin bu şekilde tasnif edilmeleri bid'attir denilirse bunun cevabı şudur:
Bunun şeriatte bir aslı/dayanağı vardır. Hadis de buna delâlet eder, Buna dair özel bir delilin olmadığı kabul edilse bile şeriat bir bütün olarak bunun kabulüne delâlet eder. Bu, mesalih-i mürsele kuralından çıkarılmıştır. Açıklaması inşaallah ileride gelecektir.
Bu ilimlerin şer'i bir aslının olduğunu kabul eden görüşe göre şüphesiz şeriate hizmet eden bütün ilimler buna dahildir. Onların delilleri de cüz'i/hususi değil, külli'dir/şeriatın bütünüdür. O halde bu ilimler kesinlikle bid'at değildir.
Bu ilimlerin şer'i bir aslının olduğunu kabul etmeyen görüşe göre bu ilimlerin bid'at olmaları gerekir. Bunlar bid'at, olan ilimler kapsamına girdiği zaman kabih/kötü olurlar. Çünkü ileride inşaallah açıklanacağı gibi her bid'atın bir sapıklık olduğunda şüphe yoktur.
Bundan dolayı mushafların yazılması ve Kur'an'ın (bir kitap halinde) toplanması da kabih/kötü bir şey olurdu. Halbuki böyle bir iddianın bâtıl/geçersiz olduğunda icmâ vardır. O halde bunlar bid'at değildir.
Bunun da şer'i bir delilinin olması gerekir. Halbuki bu delil, istidlalden başka bir şey değildir, O da şeriatın bütününden çıkarılmıştır.
(Mushafların yazılması ve Kur'anın cem'i gibi) cüz'i bir meselenin meşruluğu masâlih-i mürsele[6] ile sabit olduğu zaman mutlak, yani bir kayda bağlı olmayan maslahatlar da bu delil ile sabit olur.
Buna göre, nahiv ilmi veya lisan ilimleri veya usul ilimleri gibi şeriate hizmet eden diğer ilimlerin hiçbirisi asla bid'at olarak isimlendirilemezler.
Bunları bid'at olarak isimlendirenler, Hz. Ömer'in (r.a) Ramazan geceleri teravih namazlarının cemaatle kılınmasını bid'at olarak isimlendirmesinde olduğu gibi bununla ya mecazi manayı kastetmişlerdir ya da hangi şeylerin bid'at, hangi şeylerin sünnet olduğunu bilmemektedirler.
Bid'atin tarifinde geçen "dini görünümlü yol" tabiri gerçekte öyle olmadığı halde şer'i yola benzeyen, hatta aşağıda sıralanacağı üzere pek çok yönden şeriate aykırı bir yol demektir:
Şeriatte olmayan sınırlar koymak bunlardan birisidir. Mesela bir kimsenin hiç oturmadan ayakta, gölgelenmeden güneşte durarak, kendini ibadete vererek ve sebepsiz yere sadece belli şeyleri yiyerek ve giyerek oruç tutmayı adaması gibi.
Şeriate aykırı yönlerden bir diğeri, topluca tek bir ağızdan zikir yapmak ve Hz. Peygamberin (s.a) doğduğu günü bayram yapmak gibi muayyen şekillere ve keyfiyetlere bağlı kalmaktır.
Bunlardan birisi de şeriatte buna dair herhangi bir belirleme olmadığı halde muayyen ibadetleri hep muayyen vakitlerde yapmaktır. Meselâ Şaban ayının 15. günü devamlı oruç tutmak ve o geceyi ibadetle geçirmek gibi.[7]
Sonra bid'atin meşru/şer'i şeylere benzer yönleri de vardır. Şayet bid'at, meşru şeylere benzememiş olsaydı bid'at olmazdı. Çünkü o zaman onlar günlük hayatla ilgili amel ve davranışlar olurdu.
Yine bid'atçi onu sünnete benzetmek için yapar. Böylece o, bununla başkasına sünnet işliyormuş izlenimini verir ya da işlediği bid'at kendisine sünnetmiş gibi gelir. Çünkü insan meşru olana benzemeyen bir şeyin peşinden gitmek istemez. Böyle bir bid'ati işlemekle her hangi bir yarar elde edemez, herhangi bir zararı gideremez ve başkaları da onun peşinden gitmez.
Bu sebeple bid'atçinin hayırlı insanlar içindeki makam ve mevkii bilinen bir şahsa uyduğunu iddia ederek de olsa meşru gibi görünen şeylerle bid'atini desteklediğini görürsün.
Cahiliyet dönemi Araplarının Hz. İbrahim'in dinini değiştirirken kendilerini mazur göstermek için, ihdas ettikleri/uydurdukları şeyleri nasıl tevil ettiklerini görürsün. Mesela putperestliklerini şu sözlerle tevil ederler: "Onlara bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz derler"[8]
Kureyşliler, Harem hudutlarının dışına çıkarsak ona saygısızlık etmiş oluruz, diyerek Arafat vakfesini terk ederlerdi. İçinde Allah'a karşı günah işlediğimiz elbiselerle tavaf etmeyiz, diyerek Kabe' yi çıplak olarak tavaf ederlerdi. Meşru imiş gibi göstermeye çalıştıkları buna benzer daha pek çok davranışları vardır. Hal böyle olunca Müslümanların önde gelenlerinden sayılan ya da kendisini öyle gören kişiler için ne söylenebilir? Onlar (bid'atte kendilerini savunmak için) bunu haydi haydi yaparlar. Onlar isabet ettiklerini zannettikleri halde hata eden kişilerdir. Bu durum belli olduğuna göre "meşru olan şeylere benzeme" unsurunu bid'at tarifinin içine almanın bir zorunluluk olduğu anlaşılır.
"Allah'a daha çok ibadet etmek maksadıyle girilen bir yoldur", sözü de bid'atin manasını tamamlar. Çünkü bid'ati meşrulaştırmaktaki maksat budur.
Allah'a daha çok ibadet etme arzusunun temelinde de ibadete-yönelmeyi teşvik eden naslar vardır. Çünkü Allah Teala şöyle buyurur:
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."
Bid'atçi de sanki bu manayı kastettiğini zanneder. Şâriin koyduğu kuralların ve sınırların yeterli olduğunu anlayamaz. Bu konudaki emrin mutlak oluşundan kendince birtakım kurallar ve düzenlemeler koyma, ibadetleri için vesileler ihdas etme lüzumunu hisseder. Bununla beraber nefislerdeki kendini gösterme arzusu ya da güven duygusu da işin içine karışır.
Ayrıca nefisler devamlı olarak hep aynı ibadetleri yapmaktan/bıkkınlık duyar ve usanır. Daha önce bilmediği yeni bir şeyi yaptığı zaman devamlı yaptığı şeyde hissetmediği başka bir neşe ve heyecanı hisseder. Bu sebepledir ki aynı manaya gelmek üzere "Her yeni şeyde bir lezzet vardır."[9] dediler. "İhdas ettikleri yeni yeni suçlara göre insanlar için yeni hükümler ihdas edilir. Aynı şekilde onlarda sonradan ortaya çıkan tembelliklere göre kendilerini hayra teşvik edeci yeni yeni metotlar geliştirilir." sözünü söyleyen de bu manayı kastetmiştir.[10]
Muaz İbn Cebel'in hadisinde şöyle denilir:
"yakında benden izlemedikleri bir şeyi izlediklerini söyleyen kimseler çıkacak. Halbuki ben sana Kur'an'ı okudum. Kendilerine Kur'an'dan başka bir şey uydurmadıkça onlar bana uymazlar. Aman ha, uydurulan şeylerden sakının. Çünkü her bid'at bir sapıklıktır."
Bu kayıtla birlikte günlük hayatla ilgili amel ye davranışların bid'at kapsamına girmediği artık anlaşılmıştır. İbadet maksadı güdülmediği halde şer'i olana benzeyen, bu isimlendirmenin dışında kalır. Meselâ mal veya başka bir şey üzerinden muayyen nisbette ve muayyen miktarda ödenmesi zorunlu cezalar, zekatların ödenmesine benzediği halde .(ibadet maksadı olmadığı için) bid'at diye isimlendirilemezler,
Un elemek için elek kullanmak, kırba (dan dökülen su) ile el yıkamak gibi daha önce bilinmeyen şeyler de böyledir. Bunlar iki görüşten birine göre (yani bid'atte ibâdet maksadını şart, koşanların görüşüne göre) bidat değildir.
Diğer görüşe (yani günlük hayatla ilgili amel ve davranışları da bidat kavramının içine dahil edenlerin görüşüne) gelince, onların yaptığı bid'at tanımlamasının içinde şöyle denilmişti:
Şer'i/dini yola hangi maksatla girilmişse bid'at yoluna da aynı maksatla girilir.
Bu şu demektir: Şeriat, kulların şimdi ve gelecekteki yararları ve bu yararları hem dünyada hem de ahirette en güzel şekilde gerçekleştirmeleri için gelmiştir. Bid'atçının bid'at işlerken hedeflediği gayesi de budur. Çünkü bid'at ya âdetlerle ilgilidir, ya da ibadetlerle ilgilidir. Eğer ibadetlerle ilgili ise, bid'atçi bununla kendi zannınca ahirette en güzel mertebeyi elde etmek için iddiasına göre Allah'a daha çok ibadet etmeyi kasd etmektedir. Eğer âdetlerle ilgili ise (yani günlük hayattaki amel ve davranışlarıyla ilgili ise) de böyledir. Çünkü o bununla dünya işlerini kendi yararına en uygun şekilde yürütmeyi murat etmiştir.
Elek kullanmayı bid'atler kısmına dahil edenlere göre elenmiş unun lezzeti elenmemiş unun lezzetinden daha fazladır. (Bu da dünyevi bir maslahattır. Böylece bid'at olma vasfı gerçekleşmiştir.)
Yüksek ve büyük kapasiteli binalar yapmak da böyledir. Bunlar hurma dallarından yapılmış ve harap binalardan daha yararlıdır. Önceki dönemlere nisbetle üretim kaynaklarındaki değişikliklerin durumu da bunun gibidir. Şeriat tasarruf alanlarının genişletilmesini mubah kılmıştır. O halde bunları icad edenler de bid'atçi sayılır.[11]
Bid'at'in şeriatteki manası ve mahiyeti böylece ortaya çıkmış oldu. Allah'a hamd olsun.[12]
Bid'atin tarifinde üzerinde durulacak noktalardan birisi de şudur: Tarifte, bid'atin dinde sonradan ortaya konulan bir yol olduğu söylenilmişti. Tarifteki bu ifadenin genel anlamı içerisine fiilî bid'atler girdiği gibi, terkî bid'atler de girer. Bid'at bazan terk edilen şeyi bizzat haram kılarak meydana gelir. Veya haram kılmaksızın meydana gelir. Meselâ fiil şer'an helal olabilir ve insan bu helali kendisine haram kılar ya da o fiili yapmamayı kasteder.
Bu terk ediş, ya şer'an muteber olan, kabul edilen bir şey sebebiyle olur veya başka bir şey sebebiyle olur. Şer'an kabul edilen bir şey sebebiyle terk edilmişse bunda bir sakınca yoktur. Bunun manası ya terki caiz olan bir şeyi terk etmiştir veya terki matlup olan bir şeyi terk etmiştir, demektir. Mesela bir kimse vücuduna, aklına veya dinine zararı olması ya da benzeri bir şey sebebiyle herhangi bir yiyeceği kendisine haram kılarsa onu terk etmesinin bir sakıncası yoktur. Hatta tedavi olmak bir hasta için farzdır görüşünde olursak, o zaman (tedavi için bile olsa) o yiyeceği terk etmek matluptur, tedavi olmak mubahtır dersek, o zaman terk de mubah olur.
Bu, zararlı şeylere karşı perhize karar vermekle ilgili bir hükümdür. Bunun delili/dayanağı Hz. Peygamber'in (s.a) şu hadisidir:
"Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü evlilik gözü harama bakmaktan daha iyi sakındırır ve iffeti daha iyi korur. Evlenmeye gücü yetmeyen ise oruç tutsun. Çünkü oruç onun için bir kalkandır.[13]
Oruç gençlerin şehvetini kırar ve onları şehvetin baskısından kurtarır. Yoksa Allah korusun zinaya düşüp helak olabilirler.
Zararsız olan bir şeyin zararlı olacağından korkarak onu terk etmek de böyledir. Bu takva sahiplerinin vasıflarındandır. Mesela harama düşmekten sakınmak, dinini ve iffetini korumak için bir kimsenin şüpheli şeyleri terk etmesi gibi.
Terk, bunun dışında başka bir şey sebebiyle olursa bu ya dindarlık maksadıyle yapılan bir terktir veya değildir. Dindarlık mâksadıyle değilse, terk eden, o fiili kendisine haram kılmakla ve terke karar vermekle abesle iştigal etmiştir. Bu terke bid'at ismi de verilemez. Çünkü bid'ate âdetler de dahildir diyenlerin yaptığı bid'at tanımına da, âdetler dahil değildir diyenlerin bid'at tanımına da, bu terk fiili girmez. Fakat terk eden kişi bu terk edişiyle ya da Allah'ın helal kıldığı bir şeyin haramlığına itikat edişiyle Allah'a âsi durumuna düşmüş olur.
Dindarlık maksadıyle bir şeyi terk etmeye gelince her iki görüşe göre de bu, dinde bid'at çıkarmak anlamına gelir. Çünkü biz bir şeyi yapmayı şer'an caiz olarak kabul ettiğimizde onu kasıtlı olarak terk etmek Şâriin helal kılma hükmüne[14] aykırı olur. Bunun benzeri hakkında şu âyet nazil olmuştur:
"Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (Siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez."[15]
Allah Teala bu ayette önce helali haram yapmayı yasaklıyor, sonra da bunun Allah'ın sevmediği bir haddi aşma olduğunu bildiriyor.
Bu ayetin açıklaması inşaallah ileride gelecektir.
Çünkü bazı sahabiler kendilerine gece uykusunu, bazıları gündüz yemeyi, bazıları kadınlara yaklaşmayı haram kılmayı, diğer bazıları da kadınları terk konusunda daha da ileri giderek kendilerini hadımlaştırmayı düşünmüşlerdi. Buna benzer düşünceler hakkında Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
"Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir."
O halde şer'i bir mazereti olmaksızın Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi almaktan kendisini engelleyen herkes Hz. Peygamberin (s.a) sünnetinin dışına çıkmış demektir. Sünnet dışı bir şeyi dindarlık maksadıyle yapan kimse ise bid'atçinin ta kendisidir. '
Vacip veya mendup olarak şer'an yapılması matlup olan şeyleri terk eden kimse bid'atçi olarak isimlendirilir mi, isimlendirilmez mi? diye sorulacak olursa, buna cevaben denilir ki:
Matlup olan (yapılması istenilen) şeyleri terk edenler iki kısımdır:
Birincisi, dindarlık maksadı gütmeksizin, ya tembelliğinden veya ihmalinden ya da benzeri nefsi sebeplerden dolayı terk etmektir, Bu kısım emre muhalefetle ilgili bir durumdur; eğer vacibi terk etmişse ve cüz'i olarak terk ediyorsa masiyet değildir, külli olarak terk ediyorsa usul-i fıkıhta açıklandığı üzere o da bir ma'siyettir.[16]
İkincisi dindarlık maksadıyle terk etmekdir. Bunlar Allah'ın meşru kıldığının zıddı ile dindarlık yapmaya kalkıştıkları için terkleri de bid'at kabilindendir. Bunun örneği ibâhilerdir. Onlar, bir kimsenin dindarlıkta belirledikleri mertebeye ulaştığı zaman dini yükümlülüklerden kurtulduğunu iddia ederler.
O halde bid'at tarifinde geçen "şer'i olana benzemek üzere ortaya konulan yol" tabiri fiili bid'atleri içine aldığı gibi terki bid'atleri de içine alır. Çünkü şer'i yol da terkî ve fiilî diye kısımlara ayrılır. (Yani şeriatte terk edilmesi emredilen şeyler olduğu gibi, yapılması emredilen şeyler de vardır.)
Biz ister terk de bir fiildir diyelim, isterse terk bir fiil değildir diyelim, durum değişmez. Çünkü usul-ü fıkıhta her iki görüş de zikredilmiştir.
Bid'at tarifi, terki kapsamına aldığı gibi, bunun zıddını da alır.
O da üç kısımdır:
İtikat kısmı, söz kısmı, fiil kısmı.
Özet olarak şer'i hitapla ilgili olan her şey, bid'atle de ilgilidir.[17]
[1] Bakara:17
[2] Ahkaf: 9
[3] Hüküm- Sözlük anlamı ilim ve fıkıh demektir. Adaletli bir yargıya da hüküm denilir. Hâkim ve hükmün uygulayıcısı tabirleri de bu kelimeden türemiştir. İhkam ise hâkim olmak/güç ve otorite sahibi olmak ve engellemek gibi anlamlara gelir. (Lisanu'l Arab, 2/953) Usulcülerin ıstılahında ise hüküm, Allah Tealanın iktiza, tahyir ve vaz' bakımından mükelleflerin fiillerine ilişkin olan hitabıdır. Veya mükellefin fiili konusunda hakimin iradesini göstermek üzere ondan sâdır olan şeydir. (Allah'ın hitabından maksat, mükelleflerin fiiline şâri/yasa koyucu tarafından verilen vasıftır. Haram mekruh, mubah gibi iktiza, talep demektir; ister bir işin yapılmasını talep olsun, ister yapılmamasını talep olsuni vacip, haram gibi. Tahyir muhayyerlik demektir. Vaz' ise koymak demektir. Burada şâriin mükellefin fiiline ait iki şeyi birbirine sebep, şart ve mani olarak bağlaması kastedilir. Meselâ namaz için abdestin şart olması gibi -çeviren-)
[4] Muhayyerlik /Tahyir: İki şeyden birini veya hepsi bir araya geldiği zaman pek çok şeyden birini talep ya da iki veya daha çok şeyden birisini tercih etmek demektir. (el'Lisan, 2/844) Muhayyerliğin ıstılahi anlamı ise birini diğerine tercih etmeksizin bir şeyin yapılması ve terkinin aynı seviyede olması veya her ikisinin de mükellef için mubah olması demektir.
[5] Mubahlık/İbaha: Bir şeyin failin ihtiyarına/isteğine bırakılmasıdır. Fail o şeyi isterse yapar, isterse yapmaz; her ikisi de aynı seviyededir. (el-Lisan, 1/384- özetlenerek).
Mubahın ıstılahi anlamı ise: Yapana sevap verilmediği gibi terk edene de ceza verilmeyen şey demektir.
[6] Yorum yoluyla de olsa nasların kapsamına girmeyen ya da illet bağı kurularak (kıyas yoluyla) nasta düzenlenmiş bir olaya bağlanamayan fikhi bir meselenin hükmünü İslam fıkhının temel ilkelerine göre belirleme yöntemine ISTISLAH, bu metodu uygulayarak hükme ulaşırken esas alınan maslahatlara da MESALİH-İ MÜRSELE denir. (Bk, İlmihal, İsam yy.1998, C.l. s.151 Çeviren-)
[7] Şaban ayının 15. günü ve gecesi hakkında rivayet edilen hadislerin hiçbirisi sahih değildir. (Bu konuda şu kaynaklara bakınız: Suyuti, el-Leâli u'1-Masnûa fi'l Ehâdisi'l-Mevzua, 2/31) Şevkâni, el -Fevâidü'l -Mecmua fi'l Ehâdisi'l-Mevzua, 50; Bunların dışındaki diğer mevzuat kitaplarında da bu konuda çok tuhaf şeyler bulursun.) Bu ümmete, zararlı sinekleri kovan ve her günahkar yalancının sesini kesen âlimler nasibettiği için Allah'a hamdolsun.
[8] Zümer: 3
[9] Her yeni şeyde bir lezzet vardır". Bid'at, de yeni bir şeydir. Onda da bid'atçiyi etkileyecek ve onu bir bid'at davetçisi haline getirecek lezzet ve cazibe vardır, insanlar her yeni şeye yöneldikleri gibi ona da yönelirler. Onları çürütecek ve insanlara hakkı öğretecek hakikat savunucuları olmadığı müddetçe bid'atler böyle yayılır. Nitekim hakikatler de böyle yayılır.
[10] Müellif ve başkaları bu sözü halife Ömer İbn Abdilazize nisbet ettiler.109/1 Ben bu ibareye bir yerde rastlamadım, Şayet sahih ise Muaz'ın kendi sözüdür. Hadis ise hangi yoldan geldiğini bilmiyorum.
[11] Müellifin yukarıda verdiği misaller ibadetlere giren, ya da dinde ziyade veya noksanlaştırma maksadıyle çıkartılan bid'atlerle, insanların âdetlerinde ve günlük yaşayışlarında icat ettikleri bid'atleri ayırdetmek kabilindendir. Ben derim ki, ikinci bölüme giren bid'atlerin, şeriatın usul ve kaidelerine aykırı olmadığı ve ibadet maksadıyla yapılmadığı müddetçe bir sakıncası yoktur.
[12] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/47-53.
[13] Buhari, K. Savm, B. Savm limen hâfe alâ nefsihi el-uzbete, h.no: 1905. Müslim, K. Nikah. B. Kavli'n-Nebiyyi "Menistedâa'l-Bâete.... h.no: 5065, 5066. Abdullah Ibn Messıd rivayeti. Müslim, K.Nikah, B. Îstihbabi'n-Nikah limen takat ileyhi Nefsuhu, b.no: 1400. Nesei, K. Nikah, B. el-Hassu ale'n-Nikah 6/56. Ebû Davud, K. Nikah, B. et-Tahriz ale'n- Nikah h.no:2046. Ibn Mâce, K. Nikah, B.fadli'n-Nikah, h.no: 1845. Ahmed, Müsned, h.no: 3092, 4023, 4112, birinci cilt ve Abdullah ibn Mesud rivayeti.
[14] Müellif, bir şeyi helal veya haram yapma yetkisinin sadece Allah Tela'ya ait olduğunu bildiriyor. Bu sebeple helâl olan bir şeyi sevmediği için terk ederse bunda bir sakınca yoktur. Fakat helal olduğu halde onu haram sayarak terk ederse bu, Allah'a karşı gelme olayıdır, sınırı aşmadır. Ayet de buna şehadet etmektedir.
[15] Mâide: 87
[16] Şâtıbi'ye güre bir fiil cüz' itibariyle (tek tek) mendup ise, kül olarak (bütün olarak) vacip olur. Cami ve mescitlerde ezan okunması, cemaatle namaz kılınması, umre ziyareti ve revatip sünnetler gibi sünnetler cüz itibariyle mendupturlar. Ancak bunlar toptan terk olundukları zaman, terkedenin dinini yaralar. Görüyorsunuz ki ezan İslamın bir şiarıdır, dolayısıyle onu toptan terk eden bir şehir halkıyle savaşılır. Cemaate iştirak de aynı şekildedir. Sürekli olarak cemaati terk eden kimse günahkar olur. Çünkü Hz. Peygamber (S.A): "Bir kimse üç günden fazla cemaati terk ederse kalbi mühürlenir" buyurmuştur. (-Çeviren- Bk. Şâtibî, el-Muvafakat, Çev. Dr. Mehmet Erdoğan, C.I, a.123. İz yayıncılık 1990.)
[17] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/54-56.