3- BİD'ATLERÎN KÖTÜLENMESİ GENELLİKLE BELLİ BİR BİD'ATE MAHSUS DEĞİLDİR
"Şer'an Bidatçi İsmi Verilen Kimse"
Bid'atçîlere Karşı Uygulanan Hükümler
Âlimlerin Bidatleri Şer'i Hükümlere Göre Taksim Etmeleri
Şâtıbi'nin, Karâfî'ye Ve Hocasına Verdiği Cevap
Suffe Ehli İle Tasavvufcuları Birbirinden Ayırmak
Medreseler Ve Dini İlimler Araştırma Merkezleri
Köprüler Yapmak da Bid'at Değildir
Tasavvufun İncelikleri Hakkında Konuşmak Ve Bu Konuda Gerçeğin Yüzünü Ortaya Çıkarmak
Biliniz ki takdim edilen bu deliller kötülemenin genel olduğunu çeşitli yönlerden ifade ederler:
Birincisi: Deliller bu kadar çok olmalarına rağmen mutlaktır, geneldir, kesinlikle bir istisna getirmemiştir, Bid'atlerden sapıklık değil de hidayet olanın da var olduğunu ifade eden hiçbir şey gelmemiştir ve: "Her bid'at sapıklıktır, ancak şunlar şunlar hariç" denilmemiştir. Bunlardan hiçbirisi yoktur. Bid'at'lerin içerisinde şer'i bakış açısıyle güzel görmeyi veya meşru olanlara dâhil edilmeyi gerektirici bir bid'at olsaydı âyet ve hadiste bu zikredilirdi. Fakat böyle bir şey yoktur. Bu da bu delillerin tamamının zahirlerinde hakikat anlamıyle genellik ifade ettiğini gösterir. Tek tek delillerden hiçbirisi bu anlamın dışında değildir.
İkincisi: Usûl ilminde sabit olmuştur ki, her külli kaide veya şer'ikülli delil pek çok yerde tekrarlandığı, bir takım usûli ve fürûi anlamlara onlarla şahit getirildiği, o kadar tekrarlanmasına rağmen herhangi bir kayıt ve sınırlama getirilmediği zaman bu onların lafızlarının gerektirdiği genel anlamları üzerinde kalacaklarının delilidir. Mesela: "Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez ve insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur."[2] ayetleri böyledir, mutlak bir umumilik ifade eder. Buradan hareketle delillendirmeyi daha da geniş bir alana yaymak mümkündür. Bizim üzerinde durduğumuz konu da bu kabildendir. Çünkü çeşitli zamanlarda ve farklı durumlara göre tekerrür eden çok sayıdaki hadisten ortaya çıkan hüküm şudur: Her bid'at bir sapıklıktır ve sonradan uydurulan her şey bid'attır. Bunun gibi olan ibareler, Bid'atlerin kötülendiğine, hiçbir âyette ve hadiste buna bir istisna ve sınırlama gelmediğine ve onlardan zahiri-genel anlamın dışında başka bir şeyin anlaşılmayacağına delalet eder. Bu da delillerin genel ve mutlak olduklarını açıkça gösterir.
Üçüncüsü: Sahabe ve tabiinden olup selefi sâlih dediğimiz kimseler ve onlardan sonra gelen salih insanlar da bid'atlerin kötülenmesinde, bid'atlerden ve bid'atçilerden kaçılması gerektiğinde icma etmişlerdir. Bu konuda onlardan hiçbir şüphe ve tereddüt vâki olmamıştır. İstikra/tümevarım yöntemine göre bu icma ile sabittir. Bu da hiçbir bid'atin hak olmadığına, bilakis hepsinin bâtıl olduğuna delâlet eder.
Dördüncüsü: Bid'ati düşünen ve onu kavrayan kimse de kendi kendine bunun böyle olduğunu bilir. Çünkü bid'at Şârie ters ve şeriatın reddettiği şeyler cümlesindendir. Bu gibi durumda olan hiçbir şeyin güzel ve çirkin diye kısımlara ayrılması ve bunların içinde hem övülen hem verilenin bulunması mümkün değildir. Çünkü Şârie muhalefet eden herhangi bir şeyi güzel görmek akli ve nakil olarak sahih değildir. Bunun ayrıntılı açıklaması ikinci bölümün başında geçmişti. Aynı şekilde şayet bazı bid'atlerin güzel görüldüğü veya bazılarının kötülenmeden istisna edildiği nakilde geçmiştir diye farz edilse bu düşünülemez. Çünkü bid'at, öyle olmadığı halde meşru olana benzeme yöntemidir. Şâriin bir bid'ati güzel görmesi demek onun meşru olması demektir. Çünkü şayet Şâri "filan kişinin işlediği bid'at güzeldir" derse bu bid'at meşru hale gelir. Nitekim inşaallah ileride de temas edileceği gibi istihsan konusunda buna temas etmişlerdir.
Bid'at'in kötülenmesi sabit olduğuna göre bid'atçinin kötülenmesi de sabittir. Çünkü bid'at, tasavvuru yani zihinde tasarlanması yönünden kötülenen bir şey değil, bilakis bid'atçinin bid'atçilıkle nitelendirilmesi sebebiyle kötülenen bir şeydir. O halde gerçekte kötülenen bid'atçinin kendisidir. Zem/kötülenme, günaha sokmanın bir niteliğidir. Bid'atçi ise kötülenmiş günahkâr kişidir. Bu mutlaktır ve geneldir. Bunun dört yönden delili vardır:
1) Zikredilen deliller şayet bid'atçiler hakkında bir nas ise bunların mutlak ve genel olduğu da gayet açıktır. Mesela:
"Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur." ayeti,
"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın." ayeti,
"Bir takım insanlar benim havzımdan uzaklaştırılacaklar" hadisi ve bid'atçiler hakkındaki diğer nasslar böyledir. Şayet bunlar bid'atçiler değil de bid'atler hakkında ise şüphesiz manası bid'atçiye râçidir. Hepsi onların kötülenmesine ait ise yine hepsi onların günahkâr sayılmalarıyla ilgilidir.
2) Şeriat, bid'atlerde ilk tâbi olunan şeyin hevâ ve heves olduğunu açıklamaktadır. Bid'atçilere göre öncelikli maksat heva ve hevestir. Şer'i delil, hevâ ve hevesin takipçisi durumundadır. Bu sebeple onların hevâ ve heveslerine aykırı olan her delili tevil ettiklerini, maksatlarına uygun her şüphenin/zan ve belirsizliğin peşinden gittiklerini görürsün. Görmüyor musun Allah Teala şöyle buyurur:
"Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih âyetlerin peşine düşerler." Onlar hakkında kesin olan ilk şey, kalplerindeki eğriliktir, yani doğrudan sapmadır. Sonra müteşâbihlere uymalarıdır. Müteşabih, manası apaçık olan muhkemin zıddıdır. Muhkemler Kur'an'ın anasıdır/esasıdır ve büyük bir bölümüdür. Müteşabihler onlara göre daha azdır. Bid'atçiler Kur'an'm büyük bir bölümünün peşinden gitmeyi terk ettiler, manalarını araştırmak ve tevil etmek için az sayıdaki müteşabihlerin peşinden gittiler. Halbuki onların manalarını Allah'tan başka hiç kimse bilemez veya Allah'tan ve ilimde uzmanlaşmış kişilerden başka hiç kimse bilemez. Müteşabihlerin muhkemlere reddinden başka yapılacak bir şey yoktur. Halbuki bid'atçi bunu yapmaz. Bakınız şeriatın öğrenilmesinde onlar Allah'ın da şahitliğiyle önce hevâ ve heveslerine nasıl uymaktadırlar.
Allah Teala:
"Dinlerini parça parça edenler..." buyurdu ve (dini parçalamayı onlara nisbet etti. Şayet dini parçalara ayırmak şer'i bir delilin gereği olsaydı bunu onlara nisbet etmezdi ve bunu onları kötülemek için söylemezdi. Bu, delilin bir gereği değil, sadece onların nevalarına uymalarının bir sonucudur.
Allah Teala:
"Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır." buyurdu. Allah Teâla hak yolu apaçık ve doğru bir yol olarak gösterdi ve tâli yolları yasakladı. Yollardan apaçık olanı da, tâli yol durumunda olanları da, hepsi yürürlükteki alışkanlıklarla bilinen şeylerdir. Şeriatteki hak yol ile tâli yollar bunlara benzetildiği zaman bunun ne anlama geldiği de gayet açıktır; kim apaçık olanı terk eder de başkalarına uyarsa o şeriate değil, hevasına uymuş olur.
Allah Tealâ:
"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın." buyurdu. Bu, yeterli açıklamanın yapıldığının delilidir. Parçalanıp ayrılığa düşmek delil tarafından değil, parçalanıp ayrılığa düşenler tarafında ortaya çıkan bir durumdur. O halde bu, onların kendi kendilerine yaptıkları bir iştir ve heva ve hevese uymaktan başka bir şey değildir. Bu konudaki deliller pek çoktur ve bu deliller bütün bid'atçilerin sadece hevâ ve heveslerine uyduklarına işaret eder ya da bunu açıkça ifade eder. Bid'atçi heva ve hevesine uyduğuna göre kötülenmiştir ve günahkârdır. Bu konuda da pek çok delil vardır. Meselâ âyetlerde denilir ki:
"Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir!"[3]
"Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır."[4]
"Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş kimseye boyun eğme."[5]
O halde her bid'atçi kötüdür ve günahkârdır.
3) Bid'atçilerin geneli aklın kendi başına hüsün ve kubhu, yani güzel olan ile çirkin olan şeyi bilebileceği görüşündedirler. Onların üzerine (güya) bir şeriat bina ettikleri birinci umdeleri ve prensipleri bu görüşleridir. Bu görüş onların inançlarında öncü konumundadır. Öyle ki akıldan hiç şüphelenmezler de görünürde onların görüşlerine uymadığı zaman delillerden şüphelenirler. Hatta şer'i delillerden pek çoğunu (buyüzden) reddederler.
Ey dikkatlice araştıran kişi, sen de biliyorsun ki aklın doğruluğuna hükmettiği her şey doğru ve gerçek değildir. Bu sebeple onların bugün kabul ettikleri bir görüşten yarın döndüklerini görürsün. Ertesi gün de bir üçüncü görüşü benimserler. Şayet aklın hükmettiği şeylerin hepsi doğru olsaydı insanların dünyalarını ve ahiretlerini ıslah etmede yeterli olurdu ve peygamberleri göndermenin hiçbir yararı olmazdı. Bu duruma göre peygamberlik de manasız boş bir şey sayılırdı. Bütün bunlar ve benzeri düşünceler bâtıldır geçersizdir.
Sen de görüyorsun ki onlar hevâ ve heveslerini şeriatin önüne geçirdiler. Bu sebeple onlar bazı hadislerde ve Kur'an'ın işaretinde ehl-i ehvâ/heva ve heves sahipleri diye isimlendirildiler. Hevâ ve hevesleri akıllarına galip geldiği ve hevâ kelimesi onlar hakkında meşhur olduğu için bu isimle anıldılar. Çünkü müştak yani türeyen bir kelimeyle yapılan isimlendirmede isim ancak isimlendirilen üzerinde baskın bir şekilde varlığını hissettirdiği zaman mutlak/istisnasız bir lâkap şeklinde kullanılabilir. O halde bu vasfı taşıyan kimsenin günahkâr sayılacağı aşikârdır. Çünkü onun dayandığı reydir, o da yukarıda sözü edilen hevâ ve hevese uymaktır.
4) İlimde derinleşen hiç kimse hiçbir zaman bid'atçi olmaz. Hadisin ifade ettiği ve inşaallah ileridede anlatılacağı gibi bid'at icat etmek ancak bid'at icat ettiği ilme yeterince vâkıf olmayan kimselerden vâki olur. İnsanlar ancak içlerindeki âlim zannettikleri câhiller tarafından helake sürüklenirler. Hal böyle olunca içtihat şartlarını taşımayan kimsenin içtihat yapması yasaklanmıştır. O kişi aslında halktan birisidir. İlim sahibi olmayan sıradan birisinin/avâmın deliller üzerinde inceleme yapması ve onlardan hüküm çıkarması haram olduğuna göre ömrünün bir bölümünü câhiliye döneminde geçirmiş ve bu yüzden üzerinde câhiliye kalıntıları bulunan kişinin durumu da onun gibidir. Onun da delillerden hüküm çıkarması ve kendisiyle amel edilen şeyi incelemeye alması haramdır. Kendisine haram olan bir işe atıldığı zaman o kişi kesinlikle günahkâr olur.
Bu son izahlarla birlikte bid'atçinin günahkâr sayılmasının sebebi de ortaya çıkmış oldu. Ve onunla içtihadında hata eden müctehidin arasındaki fark açıkça anlaşıldı. İnşaallah bu konu ileride daha ayrıntılı bir şekilde anlatılacaktır.
Burada zikredilen şeylerin özeti şudur: Her bid'atçi -şayet mekruh bir bid'atle amel ettiği farz olunsa bile ve bu bid'at tenzih en mekruh da olsa- günahkârdır. Çünkü o bu bid'ati ya istinbat ederek ortaya koymuştur ki sözü edilen şekliyle onun istinbat edilerek ortaya çıkarılması caiz değildir veya bid'at sahibinin vekilidir, bid'at konusunda gücünün yettiğince onun savunucusudur. Bu da onu ilk istinbat eden konumuna yerleştirir, her iki durumda da günahkârdır.
Fakat burada bid'atçi ve heva-heves sahibi ile ilgili bir bakış açısı daha vardır ki bu bakış açısına göre şer'i delil, konuşulmakta olan örfteki lafzın delâleti seviyesine indirilir. İşte o zaman da bir yanılma ve gevşeklik vâki olur ve bid'atçi, biclatçı diye isimlendirilmez veya bunun tersi olur; bid'atçi olmayana bid'atçi denilir. Allah'ın yardımıyle açıklığa kavuşuncaya kadar bu konuya fazlasıyle önem vermek bir zorunluluk olmuştur. Başarı Allah'tandır. Biz de onu müstakil bir başlık altında ele almayı uygun gördük ve dedik ki:[6]
Bid'ate nisbet edilen kimse bu konuda ya müctehittir ya da mukallittir; bu ikisinin dışında değildir. Mukallit ise ya müctehidin delil diye iddia ettiği delili ikrar ederek ve onu inceleyip alarak mukallittir ya da tam bir avam gibi inceleme imkanına sahip olmaksızın onun mukallididir. Bunlar üç kısımdır.
Birinci Kısım ikiye ayrılır:
a) Onun müctehidliğinin sahih olması. Böyle birisinden ancak sürpriz olarak bid'at vâki olur, kasıtlı değil, tesadüfidir. Buna ancak bir yanılgı veya sürçme denilebilir. Çünkü bunun sahibi, fitne çıkarmayı ve Kitab'ın tevilini yapmak için mütesabihin peşinden gitmeyi kastetmemiştir. Yani o hevâsına uymamış ve onu kendisine umde yapmamıştır. Gerçekle karşılaştığı zaman derhal ona teslim olması ve onu kabul etmesi bunun delilidir.
Bunun bir örneği Avn ibn Abdillah ibn Utbe ibn Mes'ud'dan[7] rivayet edilmiştir.
Şöyle ki:
O önceleri Mürcie'nin görüşünü savunuyordu. Sonra bundan vazgeçti ve dedi ki:
Benim hiç şüpheye düşmeksizin açık-seçik ayırıp ayıkladığım şeyler Mürcie'nin söyledikleri şeylerdir.
Müslim, Yezid ibn Suheyb el"Fakir'den[8] şöyle dediğini rivayet etti:
Ben Haricilerin görüşlerine gönlümü kaptırmıştım. Kalabalık bir toplulukla birlikte haccetmek üzere yola çıktık. Sonra insanlara görüşlerimizi açıkça propaganda etmeye başladık. Yezid devamlı derdi ki:
Medine'ye de uğradık, orada Câbir ibn Abdillah[9] ile karşılaştık. Bir sütuna yaslanmış otururken yanındakilere Rasulullah'tan (s.a) hadisler naklediyordu. Yezid ibn Suheyb dedi ki:
Bir de baktım ki cehennemlikleri[10] anlatıyordu. Ona dedim ki:
Ey Peygamberin arkadaşı! Allah Teala:
"Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan artık onu rüsvay etmişsindir."[11] "(Cehennemdekiler) oradan her çıkmak istediklerinde geri çevrilirler.[12]
Buyurmuşken sen neler söylüyorsun? Câbir ibn Abdillah dedi ki:
Sen Kur'an okumuyor musun? Dedim ki:
Evet. Dedi ki:
Sen Makam-ı Muhammed'i (s.a) duydun mu? Yani Allah Teala'nın onu gönderdiği makamı. Dedim ki:
Evet. Dedi ki:
O öyle bir övülen makamdır ki Allah cehennemden çıkaracağı kimseyi o makam sayesinde çıkarır. Yezid ibn Suheyb dedi ki:
Câbir daha sonra sıratın konuluşunu ve insanların onun üzerinden geçişini tasdik etti. Yezid ibn Suheyb dedi ki:
Korkarım, Câbir'in bu söylediklerini tam muhafaza edemedim. Yezid daha sonra söyle dedi:
Ancak Câbir ibn Abdillah bazı insanların cehennemde bir müddet kaldıktan sonra çıkacaklarını söyledi. Yezid dedi ki:
Yani siyahlaşmış abanoz dalları gibi çıkacaklar. Câbir ibn Abdillah dedi ki:
Sonra cennet nehirlerinden bir nehre girecekler, orada yıkanacaklar ve sanki birer bembeyaz sayfa gibi çıkacaklar. Yezid ibn Suheyb dedi ki:
Daha sonra biz Medine'den döndük ve şöyle dedik:
Yazıklar olsun size! Siz Câbir ibn Abdillah'ın Rasulullah'a (s.a) iftira edeceğini mi zannediyorsunuz? Hacdan döndük ve Allah'a yemin olsun ki bir daha Hâricilerin görüşlerine ilgi duymadık. İçimizden bir kişi hariç hepimiz bundan vazgeçtik.[13] Yezid el-Fakır hadiscilerin sikalarındandır. İbn Mâin[14] ve Ebû Zür'a[15] onu bize sika/güvenilir olarak tanıttılar.
Ebû Hâtim[16] onun sadûk/çok doğru bir kişi olduğunu söyledi. Buhari ondan hadis tahriç etti.
Ubeydullah ibn el-Hasen el-Anberi[17] güvenilir bir hadisti idi ve sünneti iyi bilen büyük âlimlerden birisi idi. Fakat kendisinden nakledilen sözler sebebiyle insanlar onu bid'atçilikle suçladılar: O şöyle diyordu:
Bütün din mensuplarının müctehitleri isabet etmişlerdir. Hatta Kadı Ebû Bekir[18] ve daha başka kişiler kendisini tekfir bile etmişlerdir. el'Kuteybi onun şöyle dediğini nakleder:
Kur'an ihtilafa delâlet eder. Bu sebeple Kaderiyeyi savunmak mümkündür, bunun Kitap'tan delili vardır; Cebriyeyi savunmak da mümkündür, bunun da kitap'ta delili vardır. Böyle konuşan bir kişi doğruyu söylemiş olur, çünkü tek bir âyet bazan farklı iki şeye delâlet edebilir.
Bir gün kendisine Kaderiyeciler ve Cebriyecilerden soruldu. O şöyle cevap verdi:
Hepsi de isabet etmiştir. Kaderiyeciler Allah'ı ta'zim etmişler/ululamışlar. Cebriyeciler de Allah Teala'yı tenzih etmişler/noksanlıklardan beri/uzak görmüşlerdir. O şöyle demiştir:
İsimler hakkındaki söz de böyledir; zina eden kişiyi mümin diye isimlendirenlerin hepsi isabet etmiştir, kâfir diye isimlendirenler de isabet etmiştir. Zina eden, mü'min de değildir, kâfir de değildir, fâsıktır diyen de isabet etmiştir. O, müşrik değil, kâfirdir, diyen de isabet etmiştir. Çünkü Kur'an bu manaların hepsine de delâlet eder.
Yine el-Anberi şöyle demiştir:
Muhtelif manalar ifade eden sünnetler de böyledir; meselâ kurra çekmenin caizliğine delalet eden hadis de vardır, caiz olmadığına delâlet, eden hadis de vardır. Siayeye* cevaz veren hadis de vardır, cevaz vermeyeni de vardır. Mü'min kafirden dolayı kısasedilir diyen hadis de vardır, kısas edilmez diyen hadis de vardır. Fıkıhçı bunlardan hangisini alırsa alsın, isabet etmiştir.
Şu söz de onundur:
Bir kimse adam öldüren kişi cehennemdedir, derse isabet eder/doğru söylemiş olur, cennettedir derse o da isabet eder/ doğru söylemiş olur. Şayet fikir beyan etmez, onun durumunu Allah bilir derse bu sözüyle Allah'a kulluğu kasdettiği zaman isabet etmiş olur. O ğaybı bilemez. İbn Ebi Hayseme[19] dedi ki:
Süleyman ibn Harb bana Ebi Şeyh'ten şöyle dediğini haber verdi:
Ubeydullah ibn el-Hasen ibn el-Huseyn ibn Ebi el'Harîki el'Basri büyük bir suçlamayla itham edildi. Ondan kötü sözler rivayet edildi. Müteahhirin/geç dönem âlimlerinden birisi dedi ki:
Bu, İbn Ebi Şeyh'in anlattığıdır. Fakat Ubeydullah el-Hasen el-Anberi gerçeği öğrenince bu görüşlerinden döndü ve şöyle dedi:
O halde ben (o görüşlerden) dönüyorum. Ben artık küçük bir adamım. Hak konusunda kuyruk olmak benim için bâtılda baş olmamdan daha sevimlidir.[20]
Onun hakkında söylenen şeyler gerçekten ondan sâdır olmuşsa bu bir âlimin yanılgısıdır. Zâten her erdemli kişi gibi o da sonunda hakka geri dönmüştür. Çünkü o, kendisinden nakledilen şeylerde göründüğü kadarıyle şer'i delillerin zahirî anlamlarına uymuştur. Aklına uymamıştır ve onun görüşüyle şeriat çatışır duruma düşmemiştir. Bu, hevaya muhalefete daha yakındır. Allah bilir ya, belki de böyle bir yolda olduğundan dolayı hakka dönmeyi başarmıştır.
Kendisiyle ilgili nakledilen haberde Yezid ibn Suheyb el-Fakir'in durumu da böyledir. Halbuki Abdullah ibn Abbas'a itiraz eden Hâricilerin durumu böyle değildir. Abdullah ibn Abbas onlardan delil istediği zaman bazıları dediler ki:
Onunla tartışmayın, çünkü o Allah Teala'nın: "Şüphesiz onlar kavgacı bir topluluktur."[21] dediği kimselerdendir. Onlar böylece müteşabihi muhkeme tercih ettiler, cemaate muhalefet ettiler.
b) Bid'ate nisbet edilen kişi, ilmî ölçülere göre müctehitlerden olması sahih ve sabit değilse daha önce de ifade edildiği gibi onun şeriate muhalif hüküm istinbatında bulunması çok daha muhtemeldir. Çünkü o, hem şer'î kaideleri bilememektedir, hem de onun delilden hüküm çıkarmaya yeltenen hevâsı vardır. O, delili hevâ ve hevesine tâbi kılmaktadır. Çünkü böyle yapmakla liderlik ve taklit edilme mertebesini elde etmiş olmaktadır. Nefsin böyle bir mertebede alacağı zevkin ötesinde başka bir zevk yoktur. Bu sebeple kalpten liderlik sevgisini -sadece o kalmışsa- söküp çıkarmak çok zordur. Hatta tasavvufçular şöyle demişlerdir:
Liderlik tutkusu sıddîklerin kalplerinden en çok çıkacak tutkudur. Hal böyle olunca bu tutkuya bir de delilde hevâ ve hevese uyma arzusu eklendiği zaman bunu kalbinden nasıl söküp atar? Bu iki şeye, yanı liderlik tutkusu ve hevâya uyma arzusuna bir de -zannınca- kendi görüşünün sıhhatine delâlet eden şer'î delil eklenir. Böylece heva ve heves onun kalbine öyle egemen olur ki artık kolay kolay ondan ayrılması mümkün olmaz. Ayrılıklardan söz eden hadiste de ifade edildiği gibi bu durum hastalığının hastayı sardığı duruma benzer. Bu neviden bir bid'atçinin günahkâr olduğu aşikârdır.
Bunun bir örneği İmamiyye Şiasında vardır. Onlar Peygamberin yanında bir de masum imam anlayışı/inancını icad ederler ve halifenin/imamın da tıpkı Peygamber gibi masum olduğunu iddia ederler. Bunu da kendilerine ait zannî bir delile dayandırırlar. Onlar şeriatın her zaman bütün mükelleflere açıklanması ve şerh edilmesi gerektiğini söyleyerek böyle bir inanç ortaya koymuşlardır. Bu açıklama ya mükellefle masum imamın karşılıklı konuşmasıyle gerçekleşecek veya masum imamla karşılıklı konuşan birisinden nakil suretiyle gerçekleşecektir.[22] Onlar bu görüşü daha başlangıçta herhangi bir akli veya nakli delile dayanarak ortaya koymadılar, bilakis akli olduğunu zannettikleri bir şüpheye dayandılar. Nakilden ise, ya aslından veya maksadı gerçekleştirme açısından batıl/geçersiz şüphelere dayandılar. Onların iddiaları ve bu iddialara verilen cevaplar büyük âlimlerin kitaplarından araştırılabilir. Gerçekte bunlar birtakım iddialara dayanır. Bu iddialarıyle ilgili kendilerinden delil istendiği zaman şaşırıp kalırlar. Çünkü hiçbir yönden delilleri yoktur.
Onların şüphelerinin en kuvvetlisi ümmetin ihtilafı meselesidir. Bu ihtilafı ortadan kaldıracak birisinin bulunması gerekir. Çünkü Allah Teala buyuruyor ki:
"Ancak Rabbinin merhamet ettikleri müstesna, onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler."[23]
Bu merhamet ancak Peygamber'e verdiği gibi ona da masumluğu vermesiyle olur. Çünkü masum imam Peygamberin vârisidir. Böyle olmasaydı haklı haksız herkes kendisinin merhamete lâyık olduğunu ve başkalarının değil, sadece kendisinin hakka/gerçeğe ulaştığını iddia ederdi. Kendilerinden masumluğa dair bir delil istenildiğinde hiçbir şeyi delil olarak getiremezler. Ancak onların da bir mezhebi vardır, onu gizlerler ve kendi yakınlarından başkalarına açıklamazlar. Çünkü bu sırf bir küfürdür ve delilsiz bir iddiadır.[24]
İbn el-Arabi[25] el-Avâsım isimli kitabında der ki:
Fıtrat üzere olan memleketimden dışarı çıkmıştım. Bu taifenin -yani şii fırkalarından olan İmamiyye ve Bâtınıyye'nin bulunduğu yere gelinceye kadar hep hidayet üzere olan insanlarla karşılaştım. Kendileriyle karşılaştığım ilk bid'at, ehli onlardı. Karşıma Kur'an'ın mahluk olduğunu söyleyen veya sıfatları inkar eden ya da mürcieyi savunan gibi müşebbihe Bidati çıkmış olsaydı şeytanın bana vesvese vermesinden korkardım. Fakat bunların ahmaklıklarını görünce dikkatlice davrandım. Sağlam inanç sahiplerinin yanına sık sık gidip gelmeye başladım. Aralarında sekiz ay kaldım. Sonra Şam'a gittim ve Beytül Makdis'e geldim. Orada 28 tane ders halkası ve iki tane medrese buldum. Birisi el-Esbat kapısındaki Şâfiilerin medresesi, diğeri Hanefilerin medresesi. Beytü'l-Makdis'te çok sayıda büyük âlimler, bid'atçi liderleri, yahudi ve Hıristiyan rahipleri vardı. Orada ilim öğrendim ve hocamız Ebû Bekir el-Fihri'nin ve diğer ehl-i sünnet mensuplarının huzurunda bütün gruplarla tartışmaya girdim.
Sonra bazı gayelerle sahile indim. O bölge bu Bâtıni ve İmami fırkalarla dolu idi. Bu gayelerle beş ay boyunca sahil şehirlerini dolaştım. Akka'ya indim. Bu esnada orada İmamiyye'nin reisi Ebu'l-Feth el-Akki ve ehl-i sünnetten de kendisine el-Fakih ed-Dibekî denilen bir şeyh bulunuyordu. Ben yirmi yaşlarında iken Ebu'l-Feth'in meclisinde bulundum. Beni yaşı küçük, ilmi büyük ve deneyimli birisi olarak görünce benden çok hoşlandı. Allah'a yemin olsun ki her ne kadar bâtıl üzere de olsalar bir erdemlilik ve üstünlük gördükleri zaman onu kabul ediyor ve takdir ediyorlardı. Bu sebeple o da benden ayrılmadı, benimle tartıştı ve benden usanmadı. Ben İmamiyye mezhebi hakkında ve masumdan tâlim görüşü[26] konusunda uzun uzun konuştum.
Bu cümleden olarak onlar şöyle demektedirler:
Allah Teala'nın kulları hakkında birtakım sırları ve hükümleri vardır. Akıl bunları tek başına kavrayamaz. Bunlar ancak masum bir imam tarafından öğretilmekle bilinebilir. Onlara dedim ki:
Allah'tan aldığını ilk defa tebliğle memur olan tebliğci imam öldü mü yoksa o ölümsüz müdür? Bana dedi ki:
"Öldü." Aslında o bu görüşte değildi fakat bana karşı kendi görüşünü gizliyordu. Dedim ki:
Arkasında birisini kendisine halef bıraktı mı? Dedi ki:
Onun halefi, varisi Ali'dir. Dedim ki:
O, hak ile hükmedip hakkı tatbik etti mi? Dedi ki:
İnatçılar baskın çıktığı için bunu yapamadı. Dedim ki:
Gücü yettiği zaman hakkı tatbik etti mi? Dedi ki:
Takıyye ona mani oldu, inatçılar ölünceye kadar onun peşini bırakmadılar, ancak onlar bazan kuvvetlendiler, bazan zayıfladılar. Fitne ve fesat kapılarının kendi üzerine açılmaması için onlara karşı müdâradan/politik davranmaktan başka bir yol bulamadı. Dedim ki:
Bu müdâra hak mıdır? Dedi ki:
Bâtıldır, zorunluluk onu mubah kılar. Dedim ki:
Peki o halde masumluk nerede kaldı? (Dedi ki):
Biz ancak kudretle birlikte masumluğu kastederiz. Dedim ki:
Ondan sonra günümüze kadar imamlar bu gücü bulacaklar mı, bulamayacaklar mı? Dedi ki:
Hayır. Dedim ki:
O halde din ihmal edilmiş olacak, hak da meçhul ve kapalı kalacak. Dedi ki:
Din galip gelecek. Dedim ki:
Kiminle? Dedi ki:
Beklenen imamla. Dedim ki:
Belki de o bir deccaldir. Benim bu sözüme gülmedik kimse kalmadı. Bunun üzerine ben maksatlı olarak konuşmayı kestim. Çünkü onu mat etmiş olmaktan ve bu sebeple memleketinde benden intikam almasından korktum. Sonra dedim ki:
Bu mezhepteki en tuhaf şeylerden birisi de şudur: İmam, kendisinden sonrası için güçsüz birisini vasiyet etmiş olsa boşuna bir vasiyette bulunmuş olacak, bu durumda da masumluğu ortadan kalkacak. Bundan daha tuhafı da şudur: Allah Teala -onun mezhebine göre- onun bir öğretici olmadan bilemeyeceğini bildiği ve bildiğini söylemeye gücü yetmeyen hasta ve âciz birisini gönderdiği zaman sanki ona öğretmemiş ve onu göndermemiş gibi olur. Bu da özellikle onların mezhebine göre, O'nun bir acizliğidir ve zulmüdür.
Onlar bu konuşmalara karşılık veremiyeceklerini anladılar. Konuşulanlar (etrafa) yayıldı. İsmailiye diye de isimlendirilen Bâtınilerin reisi benimle bir araya gelmeyi uygun gördü. Ebu'l Feth, Fakih ed-Dibeki dedi ki:
İsmaililerin reisi seninle konuşmak ister, Dedim ki:
Ben meşgulüm. Dedi ki:
Burada bir yer ayarladı. Reisleri oraya geldi. Bu yer Taberanîler mahresidir.[27] Denizin üzerindeki sarayın içinde bir mescittir. Fakih ed'Dibeki oraya gitmem için bana fazlasıyle ısrar etti. Çekingen ve dikkatli bir tavırla ayağa kalktım. Mahresin köşküne girdim. Oraya ulaştım. Onları mahresin doğu zaviyesinde toplanmış bir halde buldum. Yüzlerinde bir hoşnutsuzluk gördüm. Selam verdim. Sonra mihraba doğru yöneldim ve orada iki rekat namaz kıldım. Kıldığım bu iki rekat namazın içinde de onlarla ne konuşacağımı ve onlardan nasıl kurtulacağımı düşünmekten başka bir şey yapmadım. (İçimden dedim ki) Sizinle konuşmaya beni mahkum ve mecbur eden Allah'a yemin olsun ki bu meclis ten hır daha çıkacağımı ümit etmiyorum. Mahresin kemerlerinin altındaki siyah keskin taşlara vuran denize bakıyordum ve şöyle diyordum: işte beni içine defnedecekleri kabrim bu. İçimden de şu beyti okuyordum:
Hey dikkat edin! Dünyaya bir daha dönüş varmı?
Var mı denizden başka kabrimiz, sudan başka kefenimiz?
Bu benim hayatım boyunca başıma gelen ve Allah'ın beni kurtardığı zorluklardan dördüncüsü idi. Namazdan selam verince onlara döndüm ve âdet, üzere hal ve hatırlarını sordum. Kendimi toparladım ve (içimden) dedim ki:
Şerefli bir mekanda ölümlerin en şereflisi, dini savunduğum esnada başıma gelecek olan ölümdür. Ebu'1-Feth -o gruptaki güzel yüzlü bir genci işaret ederek- bana dedi ki:
Bu genç topluluğun efendisi ve öncüsüdür. Ben onu çağırdım, o ise sükût etti. Sonra aniden ortaya atıldı ve dedi ki:
"Senin toplantıların ve sözlerin bana ulaştı. Sen şöyle diyormuşsun: Allah dedi, Allah yaptı. Kendisine çağırdığın o Allah nasıl bir şeydir? Söyle bana ve sen bu aldatmacadan vazgeç. Bununla sen ancak şu zayıf topluluğu kandırabilirsin."
Ben daha cevap vermeden adamları beni nerdeyse parçalayacaklardı. Allah'ın inayetiyle hemen bilgi dağarcığına yöneldim ve oradaki bilgi oklarımdan bir ok çıkarıp fırlattım. Onu can evinden vurmuştum. Ellerini kımıldatacak ve ağzım açacak hali kalmadı. Bunun açıklaması: İmam Ebu Bekir Ahmed ibn İbriham eHsmaıli el-Hafız el-Cürcâni[28] dedi ki:
Kelam ilmi okuyanlara karşı insanların en öfkeli olanı ben idim. Bir gün Rey şehrine girdim. İlk olarak oranın camiine girdim ve camide bir sütuna doğru yönelerek onun yanında diz çöktüm. Bir de baktım ki yakınımda iki adam var ve aralarında Kelâm ilmini müzakere ediyorlar. Onları bir uğursuzluk olarak gördüm ve dedim ki, ilk defa şu beldeye girdim ve burada hoşlanmadığım şeyler duydum. Çabucak namazı kıldım ve nihayet oradan uzaklaştım. Onların sözlerinden şunlar aklımda kaldı; Şu Bâtıniler Allah'ın en aptal yaratıklarıdır. Tecrübeli bir kişinin kendisini onlar için delil getirmeye zorlamaması gerekir. Fakat onlara "niçin" sorusunu sorsun. Verecekleri hiçbir cevap yoktur.[29]
Ve sür'atle ordan kurtuldum.
Daha sonra Allah Teala murat etti ve İsmaililerden bir adam dinsizliklerini örten maskeyi açtı. Bu adam Emir Veşmikir ile mektuplaşıyor ve onu mezhebine çağırıyordu. Ona şöyle diyordu. Bir mucize olmadıkça ben Muhammed'in dinini kabul etmem. Eğer o mucizeyi gösterirseniz size dönerim. Durum öyle bir noktaya geldi ki İsmaililer kendi içlerinden akıllı ve kuvvetli bir adamı seçtiler ve onu Emir Veşmikir'e elçi olarak gönderdiler. Adam Emir'e dedi ki:
Sen bir emirsin. Senin avamdan ayrılman ve inanç konusunda hiç kimseyi taklit etmemen emirlerin ve meliklerin şânındandır. Onlara yakışan delilleri açık açık dile getirmektir. Emir Veşmikir dedi ki:
Vatandaşlarımdan bir adam seçeceğim. Kendim tartışmaya girmeyeceğim. O seninle benim huzurumda tartışacak. Dinsiz ona dedi ki:
"Ebû Bekir el-İsmaili'yi tartışmacı olarak seç." Çünkü o dinsiz, Ebû Bekir El-İsmaili'nin bir kelâmcı değil bir hadisci olduğunu biliyordu. Fakat Veşmikir onu henüz yakından tanımadığı için onun yeryüzündeki bütün ilimleri bildiğini zannediyordu. Dedi ki:
"Zâten benim de muradım odur. O iyi bir adamdır."
Ve Ebu Bekir'in Cürcan'dan Gazne'ye yanına gelmesi için haber gönderdi. Bu seçim ulemanın hoşuna gitmedi ve hepsi de ümitsizliğe kapıldılar. Dediler ki:
Bu İsmâilî, kâfir fikirleriyle Ebû Bekir el-İsmâili'yi zor duruma düşürecek. Kendilerini itham etmemesi için emire de "onun bu konuda ilmi yok" diyemediler. Ebû Bekir el-İsmaili dedi ki:
Bana haber ulaşıp da yola koyulunca ve saraya yaklaşınca dedim ki:
Hasbünallah! Bilmediğim bir konuda nasıl tartışırım? Acaba melikin huzurunda, kendisine güzel tartışmacı ve Allah'ın dini konusunda delilleri bilen birisini tavsiye etmek suretiyle bu sorumluluktan kurtulabilir miyim? Kelam ilminden hiçbir şeyi araştırıp öğrenmediğim için ömrümün geçen günlerinden dolayı pişmanlık duydum. Sonra Allah Teala bana Rey Camiindeki iki adamdan işittiğim sözleri hatırlattı. Bunun üzerine kendimde bir cesaret buldum. Onlardan duyduğum şeyi kendime prensip edinmeye karar verdim. Gazne şehrine geldim. Melik ve sonra bütün halk beni karşıladı. İsmâili mezhebinde olan kişi ile nesebi İsmaili olan Ebu Bekir bir araya geldiler. Melik Veşmikir, Bâtın olan kişiye dedi ki:
Haydi söyleyeceğini söyle de İmam seni dinlesin. Adam konuşmaya başladı ve uzun uzun anlattı. Hafız Ebu Bekir el-İsmâili ona dedi ki:
Niçin? Dinsiz bunu duyunca dedi ki:
Bu imam benim sözlerimi anladı. Demek anlatabildim. Ebû Bekir el-İsmaili dedi ki:
Hemen o vakit oradan çıktım ve kelam ilminin okutulmasını emrettim. Kendim de bu ilmin İslamın dayandığı temel umdelerden birisi olduğunu anladım. İbn el-Arabi der ki:
Bu olay bana ulaştırıldığı zaman dedim ki:
İnsanın ömründe bir nefeslik bir fırsat bile olsa bu dinsizin Ebu Bekir el-İsmaili ile karşılaştığı gün gibi o fırsatı değerlendirmelidir. Sonra Ebu'1-Feth el-Akki'ye sözü yönelttim ve ona dedim ki:
Ben hiçbir şey bilmez bir haldeydim. Şayet bu âlimle bir araya gelmeseydim günlerim de sayılı olduğu için ondan habersiz olarak buradan ayrılıp gidecektim. Onun Kelamdaki uzmanlığı ve bilgisi sebebiyle böyle dedim. Çünkü o bana şöyle demişti:
Hangi şey Allah'tır? Bunun gibi bir soruyu ancak onun gibi birisi sorabilir. Fakat burada bir nükte var. Bu gün o nükteyi ondan almamız gerekir. Misafirliğimiz onun yanında olacak. Niçin "Hangi şey o Allah'tır." dedin de soru harflerinden "hangi" anlamına gelen (eyyü) harfi ile yetindin ve nasıl? nereden? kaç ve ne?" gibi soru harflerini kullanmadın?[30] Burada ikinci hikmetten sorulacak ikinci soru da şudur: (eyyü) soru harfinin iki tane anlamı vardır. Sen bunlardan hangisini kastettin? Niçin ihtimal ifade eden bir harfle soru sordun ve niçin tek bir manayı ifade eden açık bir harfle sormadın? Bu, bilmeyerek, her hangi bir maksat ve hikmet olmaksızın mı vâki oldu? Yoksa kasıtlı mı böyle soruldu? Bunu bize açıkla.
Ben bu şekilde konuşmaya başlayıp açıldıkça onun şekli değişiyor, önce öfkeden kararıyor, sonra da korkudan sararıyordu. Sağ tarafında arkadaşlarından birine sonra yanındaki diğerine dönüyor ve şöyle diyordu: Bu çocuk, ağzına kadar ilimle dolu bir denizden başka bir şey değil. Onun gibisini şimdiye kadar hiç görmedik. Onlar kendisini son nefesinde dahi görseler onu mutlaka öldürürler. Çünkü devlet onların. Şayet bizim Şam melikinin ve Akka valisinin nezdinde yüksek bir mevkiimiz olmasaydı normalde ben bunların elinden asla kurtulamazdım.
Beni göklere çıkaran bu sözleri duyunca dedim ki:
Bu büyük bir meclistir. Söz uzundur ve tafsilata ihtiyaç vardır. Fakat biz başka bir güne randevulaşalım. Ayağa kalktım ve dışarı çıktım. Hepsi de benimle birlikte ayağa kalktılar ve dediler ki:
Biraz daha kalman gerekir. Dedim ki:
Hayır. Yalın ayak koştum. Kapıya çıktım. Yolun ortasına ulaşıncaya kadar koştum. Orada hayatta kaldığıma kendi kendime sevindim durdum. Benden sonra onlar da çıktılar. Benim için bir (Layki) çıkardılar (ayakkabı olabilir), onu giydim ve onlarla birlikte gülerek yürüdüm. Başka bir oturumda buluşmak için randevu verdiler fakat ben kabul etmedim. Onlarla, buluştuğum takdirde öldürüleceğimden korktum. İbn el-Arabi dedi ki:
Mescid'i Aksa'da bazı arkadaşlarımız bana dedi ki:
Şeyhimiz Ebu'l'Feth Nasr ibn İbrahim el-Makdisi,[31] bir defasında imamiye şiilerinin reislerinden birisiyle beraberdi. İmamiyye Şiasının reisi halkın bozulduğundan şikayet etti ve bu durumun ancak beklenen imamın çıkışıyle düzeleceğini söyledi. Ebu'1-Feth Nasr dedi ki:
Beklenen imamın çıkacağı bir zaman var mı, yok mu? Şii reis dedi ki:
Evet var. Nasr dedi ki:
Bu zaman biliniyor mu, yoksa bilinmiyor mu? Peki ne zaman çıkacak? Şii dedi ki:
Halk bozulduğu zaman. Ebu'1-Feth dedi ki:
Halkın tamamı bozulduğu halde onu halktan engelleyen sadece sizsiniz. Şayet siz de bozulursanız o ortaya çıkar. O halde acele edin de onu bulunduğu hapishaneden salıverin ve bizim mezhebimize dönmekte acele edin. Bunun üzerine şii şaşırdı ve afalladı. Zannederim o bunu şeyhi Ebul- Feth Süleyman ibn Eyyub er-Râzi ez'Zâhid'den[32] dinledi.
İbnul Arabi'nin[33] ve onun dışındakilerin anlattığı şey burada sona verdi. Onların usûllerini tanımayanlar için bunda bol malzeme vardır. Bu kitabın içinde bundan daha pek çok örnek vardır.
İkinci Kısım: Bunun da (yani mukalîid olmanın) çeşitleri vardır. Böyle birisi hüküm istinbatında bulunmaz, ancak hüküm istinbatında bulunan başka kişilere uyar. Fakat zan ve şüpheyi kabul ettiği, onu doğruladığı, ona davet ederek peşinden gittiği kişinin yerine geçtiği ve gönlünde iz bıraktığı için onun durumu da her ne kadar birincinin durumuna ulaşmasa da yine de onun gibidir. Mezhep sevgisi gönlünde o kadar yer eder ki onun kavgasını yapar ve o sevgi düşmanlığa da, dostluğa da sebep olur.
Bu kısma mensup olan bid'atçi genel manada da olsa istidlalden hâli değildir. Her ne kadar avamdan birisi de olsa şüpheyi araştıran kimse grubuna dahil edilebilir. Çünkü o istidlale yönelmiştir. Halbuki o araştırma ve inceleme yapmayı ve araştırılacak şeyi bilecek durumda olmadığını bilir. Bununla beraber, icmali delille istidlal eden kişi tafsili delille istidlal eden kişinin seviyesine ulaşamaz. Örneklendirme konusunda aralarında fark vardır.
Birincisi uydurulmuş şüphelere yapışır ve onların arkasında durur, hatta bu konuda kendisinden ilmin gereklerine göre hareket etmesi talep edildiği zaman aptallaşır ve bir şey söyleyemez ya da akla aykırı şeylere doğru yönelir, ikincisine gelince o, bid'at sahibine hüsnü zan besler ve onun peşinden gider. Özel olarak bid'atçiye beslediği hüsnü zannından başka onunla ilgili tafsili hiçbir delili yoktur. Bu kısımda olanlar avam içinde daha çok bulunur.
Birinci örnek Karmatilerin[34] kendisine nisbet edildiği Hamdan ibn Karmat'ın durumudur. Çünkü o, Bâtınilerin bir dâvetçisi idi. Bir topluluk onun davetini kabul etti ve ona bağlandı. Kendisi Küfe ahalisinden idi ve zühde eğilimi vardı. Hamdan bir gün önüne kattığı sığır sürüsüyle birlikte kendi kasabasına doğru giderken Bâtınıyye davetlilerinden biriyle karşılaştı. Hamdan -onun durumunu bilmediği halde- ona dedi ki:
Görüyorum, çok uzak bir yerden geliyorsun, nereye gidiyorsun?
Adam bir yer ismi söyledi, o da Hamdan'ın kasabası idi. Hamdan dedi ki:
Şu sığırlardan birisine bin, yol yorgunluğun gider rahatlarsın. Adam, Hamdan'ın dindarlığa meyilli olduğunu anlayınca bu kapıdan ona giriş yaptı ve dedi ki:
Ben iman etmedim, imanla emrolundum. Hamdan ona dedi ki:
Sanki sen sadece emirle amel ediyor gibisin. Adam:
Evet, dedi. Hamdan dedi ki:
Kimin emrine göre hareket ediyorsun? Adam dedi ki:
Benim mâlikim, senin malikin ve dünya ve âhiretin mâlikinin emriyle amel ediyorum. Hamdan dedi ki:
O dediğin âlemlerin Rabbidir. Adam dedi ki:
Doğru söyledin, lakin o mülkünü dilediğine verir. Hamdan dedi ki:
Buraya geliş gayen nedir? Dedi ki:
Bura halkını cehaletten ilme, sapıklıktan hidayete ve bedbahtlıktan saadete çağırmakla, aşağılık ve fakirlik tehlikelerinden kurtarmakla ve zorluk ve sıkıntıdan kendilerini koruyacakları şeylerin sahibi yapmakla emrolundum. Hamdan dedi ki:
O halde beni kurtar, Allah da seni kurtarsın, bana hayat verecek şeyleri öğret. Söylediğin şeylere benim ne kadar da çok ihtiyacım var! Adam ona dedi ki:
Gizli sırrı, kendisine güvenmedikten ve ondan bir söz almadıktan sonra hiç kimseye söylememekle emrolundum. Hamdan dedi ki:
Senin alacağın söz nedir, söyle de hemen onu yerine getireyim. Adam dedi ki:
İmamın sana verdiği sırrı ve benim sırrımı ifşa etmeyeceğine dair benim için ve imam için kendi nefsin üzerine Allah'a söz vermendir.
Hamdan taahhütte bulundu. Sonra Bâtıni davetçi kendi cehaletinin pek çok çeşidini ona öğretmeye başladı, nihayet onun yavaş yavaş aklını çeldi ve kandırdı. Hamdan onun bütün iddialarını kabul etti, sonra kendisini davete adadı ve bu bid'atin temel direklerinden biri haline geldi. Bu sebeple ona uyanlara da Karamita diye isim verildi.
İkinci örnek Allah Tealâ'nın şu âyetlerinde anlattığı durumdur:
"Onlara Allah'ın indirdiğine ve Rasûl'e gelin, denildiği vakit, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter." Derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?"[35]
"İbrahim: Peki, dedi, yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar mı? Şöyle cevap verdiler: Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk."[36]
el-Mes'ûdi[37] anlatır:
Mısır'ın Said bölgesinin üst tarafında Hıristiyan olan ilim ve anlayışıyla kendisinden söz edilen bir adam vardı. Ahmed ibn Tolun'a[38] onun durumunu haber verdiler. Ahmed ibn Tolun onu huzuruna getirtti ve kendisine pek çok şey sordu. Bu cümleden olarak bazı günler emretti, mecliste bazı tartışmacıları hazır bulundurdu, onlar bu adama Hıristiyanlığın sıhhati/gerçek bir din olup olmadığı konusunda kendisinden delil sordular. Adam şöyle cevap verdi:
Benim bu dini, çelişkiler içinde bulmamdan başka onun sıhhatine delalet eden bir delilim yoktur. Bu dindeki çelişkileri akıllar kabul etmez, gönüller bundan hoşlanmaz. Bu çelişkileri destekleyecek herhangi bir görüş, bunları düzeltecek bir tartışma, düşünür ve araştırıcıların elinde bu dini destekleyecek herhangi bir delil de yoktur. Bütün bunlara rağmen ben pek çok milletlerin, ilim, siyaset ve üstün akıl sahibi büyük meliklerin bu dine boyun eğdiklerini, belirttiğim bu çelişkilerine rağmen bu dini benimsediklerini gördüm ve anladım ki onlar bu dini ancak şahit oldukları birtakım deliller ve tanıdıkları birtakım âyet ve mucizeler sayesinde kabul ettiler ve bu sebeple ona boyun eğmek ve onu din edinmek mecburiyetinde kaldılar.
Orada bulunanlardan birisi kendisine şöyle sordu:
Bu dindeki çelişki nedir? Adam şöyle cevap verdi:
Bu anlaşılabilir mi veya gayesi bilinebilir mi? Mesela bunlardan birisi onların "üç birdir, bir üçtür" demeleri, ekânim-i selâse[39] ve cevheri anlatış biçimleridir. Bu uknumlar kendi kendilerine güç sahibi ve ilim sahibi olabilirler mi, olamazlar mı? Ezeli ve ebedi olan Rab ile sonradan yaratılan insanın birleşmesinde, onun doğumu, çarmıha gerilmesi ve öldürülmesinde de çelişkiler vardır. Çarmıha gerilip yüzüne tükürülen, başına dikenlerden taç konulan ve deynekle kafasına vurulan, ayaklarından çivilenen, mızrakla ve tahta kazıkla böğürleri delinen, su isteyen ve kendisine su yerine Ebû Cehil karpuzu sirkesi içirilen bir tanrıdan daha kötü ve çirkin bir şey olabilir mi?
Adamın, mezhebindeki çelişkileri ve bozuklukları anlatsın diye konuşmasını kesmediler.
Delil ve burhan olmaksızın şeyhlere ve babalara nasıl itimat edildiğinin şahidi bu hikayedir.
Üçüncü Kısım: Bunun da çeşitleri vardır. Bu kısma giren bid'atçi berâet-i asliyye üzere bir başkasını taklit eden kimsedir.[40] Burada büyük kalabalıkların dinleriyle ilgili konularda kendisine müracaat ettikleri, başkasına değil de kendisine saygı gösterdikleri âlim veya âlim olmayan taklit edilmeye daha lâyık birisi olabilir. Veya taklide daha layık birisi bulunmayabilir, fakat halkın ona yönelmesi ve kendisine saygı göstermesi o bid'atçiyi bu rütbeye (taklidi caiz olan kişi rütbesine) ulaştırmaz: orda yetkili kişiler var da bu mukallit onları terk edip başkalarını taklit ederse günahkâr olur. Çünkü müracaat etmekle emrolunduğu kişiye müracaat etmemiş, aksine onu terk edip iki alışverişten en zararlı olanını kendisi için seçmiştir. Bu sebeple o mazur değildir/bağışlanamaz. Çünkü o, dini konusunda zahir hükümde dini bilmeyen kişiyi taklit, etmiştir. Böylece o, onun sırat-ı müstakim üzere olduğunu zannederek bid'atle amel etmiştir.
Bu, Hz. Peygamber'in (s.a) Peygamber olarak gönderildiği toplumun durumudur. Onlar hak olan dini terk ettiler, babalarının bâtılına döndüler. Onlar olaya basiretli bir bakışla bakmadılar. Sonuçta her iki yolu birbirinden ayırt edemediler. Heva ve hevesleri akıllarının üzerini örttü ve hak yolu göremediler. Bu kısımdaki b'id'atçilerin durumu da böyledir.
Sadece taklit ile sünnete muhalefeti ve bid'at irtikabını devam ettiren bu vasıftaki kişilerin sayısı oldukça azdır.
el-Beğavi, Ebu't-Tufeyl el-Kinani'den rivayet etmiştir:
Hz. Peygamber'in (s.a) zamanında bir adamın bir oğlan çocuğu dünyaya geldi. Adam çocuğunu Hz. Peygamber'e getirdi. Peygamber (s.a) çocuğa hayır duada bulundu ve alnından tuttu. Çocuğun alnında at yelesi gibi bir saç bitti. Ebu't-Tufeyl der ki:
Çocuk büyüdü ve delikanlı oldu. Hâriciler zamanında onların fikirlerine kapıldı. Bu esnada alnındaki o perçemi de düştü. Bunun üzerine babası onu tuttu, bağladı ve bir kişinin daha Haricilerin peşinden gideceğinden korktuğu için onu hapsetti. Ebu't-Tufeyl der ki:
Biz o adamın yanına gittik, kendisine nasihat ettik ve dedik ki:
Hz. Peygamber'in (s.a) ortaya çıkan bereketini görmedin mi? Adam dedi ki:
Hâricilerin görüşlerinden dönmedikçe onu bırakmayacağım. Allah Teala daha sonra o gencin alnındaki perçemi geri verdi. Çünkü tövbe etmişti.
İnsanlar arasında fazla önem verilmeyen bu mukallidin peşinden kimse gitmiyorsa, bununla beraber o kendisini taklit edilmeye lâyık görüyorsa, bunun günahkâr sayılıp sayılmayacağının araştırılması gereklidir. Bu konuda o kişinin günahkâr olduğu söylenilebilir.
Bunun bir benzeri de peygamberlerin davetlerinin ulaşmadığı fetret dönemlerinde yaşayan ve babalarından gördükleri şeylere göre amel eden, çağdaşlarının Allah'tan başka şeylere ibadet etmelerini kabul edip onlara kapılan ve buna benzer durumda olan kimselerin sorunudur. Çünkü âlimler bunların hükmü konusunda şöyle demektedirler:
Bunlar iki kısımdır: Bir kısmı şeriatten habersizdirler, Allah'a ne ile yaklaşılacağını/nasıl ibadet edileceğini bilmezler. Aklın Allah'a yaklaştırıcı olarak kabul edebileceği şeylerin hiç birisini yapmazlar da çağdaşlarının herhangi bir delile dayanmaksızın sadece hoşlarına gittiği için yaptıkları şeyleri yapmayı uygun görürler. Bu durumdan da bir rahatsızlık duymazlar. İşte bunlar şu âyetin genel anlamı içine dâhildirler.
"Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz."[41]
Fetret dönemlerinde yaşayanların bir kısmı da çağdaşlarının yaptığı gibi Allah'tan başkasına taparlar, kendi reylerine göre haram ve helaller uydururlar ve onların inandıkları bâtıl şeylere inanırlar Âlimler bunların mazur olmayacaklarına çağdaşlarıyla birlikte cezalandırılacaklarına hükmetmişlerdir. Çünkü onlar amelde, dostlukta ve düşmanlıkta bu yol üzere onlar gibi davrandılar. Bu sebeple onlardan oldular. Bizim şu anda üzerinde konuştuklarımız da böyledir. Aralarında bir fark yoktur.
Âyet-i kerimenin ibaresini mutlak/kayıtsız şartsız anlayıp şöyle diyen âlimler de vardır:
Ne olursa olsun Allah Teala, bir peygamber göndermedikçe ve insanlar o peygambere karşı gelme tavrı göstermedikçe hiç kimseye azap etmez. Bu, teorik olarak doğru işe bunun benzeri bizim meselemizde şu şekilde olur: Mukallidin taklit ettiği kişiden daha bilgili, bid'atle sünneti ayırt eden âlim bir kişi gelir de mukallid, dininin ahkâmında birincisiyle yetinmeyip bu âlime de müracaat ederse, akıllı kimselerin yaptığı gibi ihtiyatla hareket, etmiş ve işini sağlama almış olur. Birincisiyle yetinirse inadını ortaya koymuş olur. Çünkü o bunu kabul ile birlikte yeni gelen âlimi reddetmiş demektir. Onu reddettiği zaman da bu, onun kararına müdahale eden hevasının ve kuduz hastalığının hastayı sardığı gibi kalbini saran taassubunun bir sonucudur. Durum bu dereceye geldiği zaman onun taklit ettiği arkadaşının mezhebine/görüşüne yardım etmiş olması ve genel olarak gücünün yettiğince onu delillendirmeye çalışması muhtemeldir. Bunun hükmü bundan önceki kısımda geçmiştir.
Sen de bilirsin ki Şeriatin sahibi yüce Peygamber (s.a) hevâ ve bid'at sahiplerine peygamber olarak gönderildiği zaman onlar atalarına ve büyüklerine dayandılar. Peygamber'in (s.a) getirdiği şeyleri reddettiler. Onların kalplerini hevâ perdeleri örttü. Neticede mucizelerle başka şeyleri karıştırdılar. Peygamber'in (s.a) şeriatı kayıtsız ve şartsız olarak onların hepsinin aleyhine nasıl hüccet olacak ve onlardan birisi öldüğü zaman apaçık bir inatçı olup olmadığına bakılmaksızın cehenneme sevkedilecek? Bu ancak onların aleyhine bir hüccetin ortaya konulması sebebiyledir. Bu hüccet, onların muhalif oldukları hakikatı beyan etmek üzere Hz. Muhammed'in onlara Peygamber olarak gönderilmesinden ibarettir. Bizim meselemiz de buna benzer. Kim akıllıca hareket ederse dinini korumuş olur. Kim hevâ ve hevese uyarsa helakinden korkulur. Bize Allah yeter.[42]
Buraya bir açıklama daha ilave edelim. Bu açıklamayı yapmak bir zorunluluktur. Çünkü yapacağımız bu ilave açıklama kitabın gayesini gerçekleştirecek ve ihtiva ettiği meseleleri çözümleyecektir. Allah'ın izniyle biz deriz ki:
"Hevâ ehli" ve "bid'at ehli" tâbirleri ancak bid'at çıkaranlar, istinbat etmek, bid'atçilera destek olmak ve kendi zanlarınca bunların doğruluğuna delil getirmek suretiyle hevâ ve hevesin şeriatını Allah'ın şeriatının önüne geçirenler hakkında hakikat anlamında kullanılır. Bu sebeple onların şeriate muhalefetleri bir muhalefet olarak kabul edilir, şüpheleri incelemeye alınır, reddedilmeleri ve cevap verilmeleri gerekir. Nitekim Mutezile, Kaderiyye, Mürcie, Hâriciye, Bâtınıyye ve benzeri fırkaların lakaplarını bunların istinbat edicileri/müctehitleri, destekçileri ve savunucuları gibi bu fırkaları ayakta tutanlar hakkında kullanırız. Aynı şekilde Ehl-i" sünnet tabiri de sünnete destek olanlar, ona uygun içtihat yapanlar ve sünnetin şeref ve haysiyetini koruyanlar için kullanılır.
Allah Teala'nın "Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar."[43] âyeti bu konuyu açıklığa kavuşturmaktadır. Bu âyetten "dinlerini parça parça edenler" lafzının bu fiili işleyenlere mutlak manada (kayda bağlanmaksızın) kullanıldığı anlaşılmaktadır. Onlar bid'atçiler ve bid'atçilerin yerini tutanlardan başkası değildir.
"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın."[44] ayeti ve "Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih âyetlerin peşine düşerler." ayeti de böyledir. Çünkü müteşabihlerin peşinden gitmek kendilerini müctehit yerine koyanların işidir, başkasının değil.
Hz. Peygamber'in (s.a) "...hatta hiçbir âlim kalmadığı zaman insanlar câhil kişileri kendilerine lider edinirler, onlara soru sorarlar, onlar da bilmeden fetva verirler." hadisi de böyledir. Çünkü onlar kendilerini şer'i hükümleri istinbat eden/müctehid makamında görürler. Avamdan farklı olarak onlar şer'i ahkamda kendilerine uyulan kimselerdir. Halk, âlimlerinin kararlaştırdığı şeye uyar. Çünkü onların görevi budur. Bu sebeple gerçekte halk ne müteşabihlerin, ne de heva ve heveslerinin peşinden gidenlerdir. Onlar ne olursa olsun sadece kendilerine söylenilen şeylerin peşinden gidenlerdir. Bu sebeple bilinçli bir şekilde onlara katılmadıkça ve kendi araştırma ve incelemeleriyle onların iyiliğine ve kötülüğüne tarar vermedikçe avama "heva ehli" denilemez. O vakit ehl-i ehvâ ve ehl-i bid'at lafızları için aynı mana verilir. O da yeni şeyler uydurmaya ve onları başkalarına tercih etmeye kendisini yetkili gören kimse demektir. Bundan gafil olup araştırma ve inceleme yapmaksızın sadece taklit yoluyla liderlerinin yolundan gidenlere gelince bunlar için bu tabirler kullanılmaz.[45]
O halde mesele gerçekte iki kısmı ihtiva eder: Bid'atçi ve bunu kendine rehber edinen. Onu kendine rehber edinen kişi, mücerred rehber edinen kişi, mücerred rehber edinmekle sanki bu ibarenin kapsamına dâhil değil gibidir. Çünkü o tâbi olan hükmündedir. Bid'atçi ise bizzat icat edip uyduran ya da bid'at çıkarmanın/uydurmanın sıhhatine/doğruluğuna delil getiren kişidir. Bu istidlal/ delillendirme ister bilimsel araştırma kabilinden olsun, isterse avamca bir istidlal kabilinden olsun, bizim için aynıdır.
Çünkü Allah Tealâ (kendileri hakka çağrılanlarında): "Biz babalarımızı bir din üzere bulduk, biz de onların izinden gidiyoruz."[46] diyen toplumları kınamıştır. Sanki onlar külli/bütüncül bir delile yapışmış gibidirler. Tutundukları delil babalarıdır. Çünkü babaları onlara göre akıllı kimselerdi ve bu dinin üzerinde bulunuyorlardı. Doğru olmasaydı babaları o din üzere bulunmazlardı. Biz de bu dinin üzerindeyiz, yanlış olsaydı onlar bu dini benimsemezlerdi, derler.
Şeyhlerin ve sâlih kişiler oldukları söylenilen kimselerin davranışlarını bid'atin sıhhatine/meşruiyetine delil getirenler de bunun bir benzeridir. Onlar bu zâtların müctehid mi, mukallit mi olduklarına ve bunu bilerek mi bilmeyerek mi yaptıklarına bakmazlar. Fakat bunun gibisi, hevâ ve hevese uyup bunun dışındakileri atmada bunun bir umde, bir esas kabul edilmesi sebebiyle gene bir delillendirme kabul edilir. O ameli aynen alan kişi, benzeri bir delille bidati almış demektir ve bid'atçi isimlendirmesine dahil olmuştur. Çünkü bu yollu olan kişinin aslında yapması gereken şey, kendisine bir hak geldiği zaman, inceleyip araştırması, sorup soruşturması ve ona uymasıdır veya bâtıl ise ondan da sakınmasıdır. Bu sebeple Allah Teala, bu şekilde kendilerine gerekçe getirenleri reddetmek üzere şöyle buyurdu:
"Ben size babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmişsem de mi bana uymazsınız?.."[47] "Onlara:Allah'ın indirdiğine uyun denildiği zaman onlar, hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğunuz, yola uyarız, dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler."[48]
"Ya şeytan onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse!"[49]
Buna benzer pek çok âyet vardır.
Bu durumda olan kimselerin alâmeti, üzerindeki tafsili veya icmali bir delilden kaynaklanan şüpheden dolayı mezhebine muhalif olan şeyi hemen reddetmeleri ve başka bir şeye bakmaksızın üzerinde bulunduğu yola taassup derecesinde bağlı olmasıdır. İşte bu heva ve hevese tâbi olmanın ta kendisidir. Ve gerçekten kötülenen bir şeydir. Bu durumda olan kimse günahkârdır. Çünkü hakikat peşinde olan kişi, nerede ve ne zaman hakikati bulursa hemen ona meyleder ve onu reddetmez. Hakikat peşinde koşan kişi için normal olan budur. Bu sebeple hakikati araştıranlar, hak kendilerine belli olunca hemen Rasulullah'a tâbi olmaya koşmuşlardır.
Hidayeti arayan kişi karşısına çıkan bid'atten başka bir şey bulamamış, ona karşı çıkanlarla birlikte olmamış, fakat onunla amel etmişse, böyle bir durumda "fetret dönemlerinde yaşayanlar içlerinden bid'at çıkaranlara uydukları zaman mutlak olarak azap edilirler" dersek, bid'atçilere uyanlar, gerçeği gösteren birisini bulamadıkları zaman da sorumlu olurlar, dememiz gerekir. "Fetret dönemlerinde yaşayanlar kendilerine peygamber gönderilmedikçe küfürle amel etseler bile azap edilmezler" dersek, bidatçılara uyanlar da kendilerine gerçeği gösteren birisi olmadıkça sorumlu olmazlar dememiz gerekir. Onlar, kendilerine gerçeği gösteren birisi olduğu zaman şu iki halden birisi üzere bulunabildikleri için sorumluluk altına girerler: Ya hak yol üzere ona tâbi olurlar ve üzerinde bulundukları (bâtıl) şeyi terk ederler. Veya ona tâbi olmazlar. Ona tâbi olmamaları mutlaka herhangi bir inat ve taassuptan dolayıdır. O zaman da "hevâ ehli" tâbirinin altına girerler ve günahkâr olurlar.
Sem'ân'ın âlimlerce de bilinen bid'atindeki beyanına, o bid'ati kabul edip başkasını reddetmek suretiyle taklid ederek tâbi olan herkes onunla birlikte günahkârdır. Sem'ân, mabudunun insan şeklinde olduğunu ve onun zâtı hariç her şeyin yok olacağını iddia eder. Sonra o, Tanrı'nın ruhunun Hz. Ali'ye hulul ettiğini/girdiğini, sonra filana girdiğini iddia eder, arkasından da Tanrı'nın kendisinin ne olduğunu anlatmaya girişir.
el-Muğire ibn Sa'd el-Acli'ye tâbi olanlar da böyledir. Muğire bir müddet peygamberlik iddiasında bulundu ism-i azamla ölüleri dirilttiğini, mâbud'unun hecâ harflerine göre uzuvlarının olduğunu ve daha pek çok iddiaları bir mümin kalbinin tiksinti duyacağı bir tarzda ortaya attı.
Mağribli el'Mehdi'ye uyanların durumu da böyledir. Mağrib'deki bid'atlerin pek çoğu ona nisbet edilir. Bu bid'atleri savunarak ve o uğurda mücadele ederek ortaya çıkmışsa Mehdi de, ona uyanlarla birlikte günahkârdır ve bid'at ehli, hevâ ehli diye isimlendirilenlerdendir. Allah Teala lütfü ve rahmetiyle, hakikati görmeyecek derecede taassup içinde kalmanın kötülüğünden bizi korusun.[50]
Bid'atçinin günahkâr olduğu sabit olduğuna göre, bu günahın da muhtelif dereceleri vardır. Bid'atçinin bid'atini gizlemesine veya açıkça yapmasına, bid'atin hakîkî veya izafi/göreceli oluşuna, apaçık veya kapalı oluşuna, küfür veya küfür olmayışına, bid'atçinin bid'atinde ısrarlı oluşuna veya ısrarlı olmayışına ve daha başka durumlara göre günâhın büyüklüğü ve küçüklüğü de değişir ya da günahkâr olması ihtimali kuvvetlenir veya zayıflar.
Her ne kadar bu konu usûl bilenlerce malum da olsa yine de genel hatlarıyla bu farklılığa dikkat çekilmesi gereklidir. Onun yeri de burasıdır.
Bid'atçinin içtihat iddiasında bulunmasına veya mukallit olmasına göre yükleneceği günahın da farklı olacağı gayet açıktır. Çünkü onları tevil etmek maksadıyla müteşabihler üzerinde inceleme ve araştırma yapan kimsenin kalbindeki eğrilik, şayet o da inceleme iddiasında bulunuyorsa mukallidin kalbinde de bir eğriliğin oluşmasına imkan verir. Çünkü araştırmacı mukallidin taklid edilen kişi tarafından ortaya konulan bazı esaslarda ona uyması gerekecektir. Veya mukallit hiç kimseye bağlı kalmaksızın kendi başına hareket edecektir. Eğer münferit hareket, ederse günahtan diğerinin nasibine düşecek kısmı da kendisi yüklenecektir. Ancak bu mukallit kemli kendine içtihat eden birisi olacağı için o zaman da taklit derecesinde olduğunu iddia edemez, birincisinin, yani ictihad iddiasında olanın derecesinde olur. Birincisinin günahı onun günahından daha fazla olur. Çünkü bu kötü çığırı o açmıştır. Bu sebeple hem kendi günahını yüklenir hem de açtığı çığırdan gidenlerin yüklenecekleri kadar günahı da yüklenir. Bu ikincisi onun açtığı çığırdan gidenlerdendir. Bu sebeple sahih hadisin de ifade ettiği gibi onun günahından birinciye de yüklenir. Birincisinin günahı her halükârda daha büyüktür, ikincisinin günahı onun altındadır. Çünkü o kendi kafasında içtihat, da etse, hakka karşı inat da etse ve kendi görüşü için delil de getirse onun getireceği deliller tafsili (konuyla ilgili özel) deliller değil, icmali delillerdir. Aralarındaki fark gayet açıktır. Çünkü tafsili deliller aynı meselenin deiillendirilmesinde icmali delillerden daha etkilidir. Günahtaki mübalağa/fazlalık, istidlaldeki mübalağa/etkileyicilik miktarıncadır.
Bid'atin, dinin zaruriyat bölümünde veya zaruriyat olmayan bölümünde vuku bulmasına göre bid'atçinin yükleneceği günahın da farklı olacağı meselesine bid'atlerin ahkâmından söz ederken işaret edilecektir.
Bid'atin gizlenmesi ve açıktan işlenmesine göre günahının da farklı olacağı meselesine gelince, bid'atini gizleyen kimsenin zararının kendisiyle sınırlı olduğu, bunun başkasına geçmediği gayet açıktır. İster büyük günah, ister küçük günah olsun, isterse mekruh cinsinden olsun, bid'ati hangi şekliyle varsayarsan say, o kendi hükmünün aslı üzere baki kalır. Bid'atini açıktan işlediği zaman, ona insanları çağırmasa bile- onu açıktan işlemesi kendisine uyulmasına vesile olur.
Vasıtanın durumunun vasıta olduğu şeyle aynı olabileceği gibi farklı da olabileceği inşaallah ileride anlatılacaktır. Bid'atle amel etmenin günahına, bid'ati işlemede kendisine tâbi olan kimseye bu bid'ati göstermenin günahı da ilave edilir. Şüphesiz bu durumda günah daha da büyük olur.
Şaban ayının on beşi gecesini ibadetle geçirmenin aslı konusunda et'Turtûşi'nin[51] Ebû Muhammed el-Makdisi'den[52] naklettiği şey bunun örneğidir. Ebû Muhammed el-Makdisi der ki:
Beytü'l-Makdis'te biz Recep ve Şaban aylarında kılman bu nafile namazı bilmezdik.[53] Biz de bu ilk defa 448 yılında ortaya çıktı: Beytü'l-Makdis'de İbn Ebil-Hamra diye tanınan bir adam bize geldi. Bu adam güzel bir okuyucu idi. Gece kalktı ve Şabanın 15. Gecesinde mescitte namaz kıldı. Arkasına bir kişi daha tekbir alarak namaza durdu. Sonra o ikisine üçüncü ve dördüncü kişiler katıldı. Namazı tamamladığında arkasında kalabalık bir cemaat vardı. Sonra ertesi yıl tekrar geldi. Yine büyük bir kalabalık onunla birlikte namaz kıldı. Bu mescitte duyuldu ve Mescidi Aksa'da ve insanların evlerinde yaygınlaştı. Sonra bu sürekli hale geldi ve günümüze kadar sanki bir sünnetmiş gibi devam etti. Turtuşi der ki:
Ben Ebû Muhammed el'Makdisi'ye dedim ki:
Ben seni de cemaatle o namazı kılarken gördüm. O dedi ki:
Evet! Ben bundan dolayı Allah'a istiğfar ediyorum.
Bid'ate davet, etme ve davet etmeme durumuna göre de günahın farklı olacağı gayet açıktır. Çünkü davetçi olmayan bid'atçi her ne kadar kendisine tâbi olunmaya müsait olsa bile kendisine uyulmayabılir de. İnsanları ona uymaya götüren sebepler de farklı olabilir. Önemsiz bir kişi olabilir. Meşhur bir kişi de olabilir fakat insanlar nezdinde ondan daha büyük bir mevkide olan kişinin şöhretinden dolayı bid'atçiye uyulmaz.
Dâvetçi bid'ate çağırdığı zaman özellikle güzel konuştuğu ve kalpleri etkilediği zaman kendisine tâbi olunma ihtimali daha kuvvetlidir ve açıktır. Teşvik ve korkutmaya başladığı, kalbe yaldızlı sözlerle giren şüphelerini saldığı zaman (daha etkilidir.) Nitekim Mâbed el-Cüheni kendisine ait Kaderiyeci görüşe insanları da davet eder ve laf canbazlığı yaparak bu görüşün Hasan-ı Basri'ye ait olduğunu söylerdi. Süfyan ibn Uyeyne'den rivayet edildiğine göre Amr ibn Ubeyd'e bir mesele soruldu. Amr bu soruya cevabını verdikten sonra dedi ki:
"Huve min ra'yil-Hasen" yani Hasan-ı Basri de bu görüştedir. Bunun üzerine birisi ona der ki:
Fakat insanlar Hasan-ı Basri'nin farklı görüşte olduğunu söylüyorlar. Amr dedi ki:
Ben sana " (hazâ min ra'yi hasen) yani bu benim güzel bir görüşüm, dedim. Muhammed ibn Ab dili ah el-Ensâri der ki:
Amr ibn Ubeyd. kendisine bir şey sorulup da cevabı verince şöyle derdi:
"Hazâ min kavlil-hasen" Bu görüş kendisine ait olduğu halde Hasan-ı Basrî'nin görüşü olduğu zannını uyandırırdı.
Bid'atçinin ehl-i sünnete karşı ayaklanıp ayaklanmamasına göre de yükleneceği günah farklı olacaktır. Çünkü ayaklanmayan bid'atçi davetine günahı gerektirici başka bir mefsedeti/kötülüğü ilave etmez. Ayaklanan bid'atçi ise ilave olarak yönetime karşı başkaldırmıştır -ki bu ölümü gerektirir-; yeryüzünde bu fırkalar arasında kin ve düşmanlığa sebep olacak şekilde bozgunculuk çıkarmaya, harpleri ve fitne ateşini körüklemeye çalışır. Bu sebeple onun için günahtan daha büyük bir hisse vardır.
Bunun örneği, haklarında Rasulullah'ın (s.a) şöyle buyurduğu Hâriciler kıssasıdır:
"Onlar müslümanları öldürürler, putperestleri bırakırlar. Onlar okun avdan çıktığı gibi dinden çıkarlar."
Onlarla ilgili haberler meşhurdur.
Bazan onlar başkaldırı hareketi içinde olmazlar, bilakis sadece davetle iktifa ederler. Fakat bu yöntem kendilerine icabete daha elverişlidir. Çünkü bunda bir nevi zorlama ve korkutma vardır. Bu sadece bir davetten ve her yönden bir ayrılıkçılık hareketi olmaktian ibaret değildir. Bu onların davetlerinde yöneticilerden ve sultanlardan yardım istemelerinin/destek almalarının bir sonucudur. Daveti kabul etmedikleri takdirde insanların yöneticiler tarafından hapse atılacaklarından veya dövüleceklerinden ya da öldürüleceklerinden korkmaları sebebiyle onlara boyun eğmeleri ihtimali daha kuvvetlidir. Nitekim halife Me'mun zamanında bu durum Bişr el-Muraysi'nin, el-Vâsık'ın hilafeti zamanında Ahmed İbn Ebi Duâd'ın başına gelmiştir. Aynı şey mehdilerin yönetimde bulundukları zaman Endülüs'te Mâliki ulemâsının başına gelmiştir. Mâlikilerin kitaplarını yırtmışlar ve bunları "rey kitapları" diye isimlendirmişlerdir. Faziletli insanların hepsini şeriatte Mâliki mezhebini tuttukları için cezalandırmışlardır. Bu zulümleri yapanlar sırf Zahiriler adına bunları yapıyorlardı. Zâhirilik ulemaya göre hicretten iki yüz yıl sonra ortaya çıkan bir bid'attır. Keşke onlar Davud'un mezhebine ve onun arkadaşlarına uysalardı! Fakat onlar işi kendi reyleriyle görüş beyan edecek, insanlar için Şeriatte o güne kadar bilinmeyen görüşler ortaya koyacak ve onları gönüllü gönülsüz bu görüşleri kabule zorlayacak kadar ileri götürdüler. Neticede bunun sıkıntısı bütün insanları kapladı ve uzun bir süre devam etti. Sonra bir kısmı gitti, diğer bir kısmı ise günümüze kadar devam etti. İnşaallah ileride zaman müsait olur da kitapta onlardan bir nebze söz ederiz.
Bundaki günah, mücerret davetin günahından iki sebeple daha büyüktür: Birincisi korkutmak ve" teslim olmak veya öldürülmekle zorlanmak, diğeri davetin kapsamına girenlerin çokluğu. Çünkü uhrevi korkutma ve uyarı pek çok kişide dünyevi korkutma ve uyarı kadar etkili olmaz. Bu sebeple şeriat dünyevi cezalar ve engellemeler de getirmiştir. "Allah Teala Kur'an'la durdurmadığını sultanla/kuvvetle durdurur." Bid'atçi öğüt olarak kullandığı mücerret uyarı ve korkutma ile davetini kabul ettiremediği zaman kabule daha müsait olduğu için yöneticilerle bu işi yapmaya çalışır.
Bid'atin hakiki veya izâfı/göreceli oluşuna göre günahının da farklı olacağı meselesine gelince hakiki bid'atin günahı daha büyüktür. Çünkü onu bid'atçi vasıtasız olarak doğrudan doğruya yapar. Çünkü tam bir muhalefettir ve açıkça sünnet dışına çıkmaktır. Kaderi inkar etmek, hüsün ve kubuh (iyi ve kötü) Şeriat olmadan akılla da bilinebilir demek, haberi vahidi inkar etmek, masum imamı kabul etmek gibi bid'atler hakiki bid'atlerdir.
Bidati izafi bir bid'at farzedersen izâfı bid'atin manası şudur: O bir yönden meşrudur, bir yönden de sadece bir reydir. Çünkü bazı durumlarda ona bid'atçi yönünden bir rey karışır. Fakat her yönden delillere aykırı değildir. Bu -hakikat gibi de olsa- inşaallah ileride temas edileceği gibi aralarında fark olduğu açıktır.
Bu farklılıktan dolayı günah da farklıdır. Bunun misali mescitlerde sabah namazından sonra kıraat için mushafların konulması bid'ati dir.
Malik der ki:
Mushafı ilk koyan kişi Haccac ibn Yusuftur. Yani mescitte sabah namazından sonra mushaftan Kur'an okumayı ilk defa tertip eden Haccac ibn Yusuftur. İbn Rüşd[54] der ki:
Onun yaptığının benzeri bizde günümüze kadar devam etti.
Bu bir bid'attir -yani mescid'e mushaf konulmasını kastediyorum- çünkü aslında mescitte Kur'an okumak meşrudur ve amel edilen bir şeydir. Ancak mescidin bu şekildeki bir kıraate tahsis edilmesi (yani sabah namazı sonrasının bu işe tahsis edilmesi ve bunun âdet haline getirilmesi) bid'attir.
Bunun bir örneği de zamanımızda cuma günü kıraat için mushafların ortaya konulması ve mushafların bu maksatla vakfedilmesidir.
Bid'atin kaynağının açık ve kapalı oluşuna göre de bid'atçinin yükleneceği günah farklı olur. Çünkü apaçık ve net bir şekilde bid'at olduğu belli olan bir şeyi yapmaya cür'et etmek (sünnete karşı) şüphe götürmez bir muhalefettir. Bid'at olduğu açıkça belli olmazsa bid'at olmama ihtimalinden dolayı onu yapmak (sünnete) tam bir muhalefet sayılmaz. İhtimalli olan bir şeyi yapmaya cür'et etmek kesin belli bir şeyi yapmaktan daha aşağı derecededir. Bu sebeple âlimler şüpheli olan şeylerin tamamen terkini mendup olarak kabul etmişlerdir. Hadis şüpheli şeylerin terkinin haramlara düşmemek için (gerekli) olduğuna dikkat çekmiştir.[55] Haramlar, onun için bir korkuluktur/yasak bölgedir. Şüpheli şeylerin içine düşen kimse haramların/yasak bölgenin içine düşebilir. Haramı tamamen terk etmek mendup kabilinden değil, vacip kabilindendir. Bid'atte şüpheli olanın hükmü de böyledir. Aralarındaki farklılık gayet açıktır.
Eğer müteşabihi/şüpheliyi terk etmek mendup kabilindendir, onu terk etmemek ise mekruh kabilindendir dersek, günahta bu yönden de farklılık olacaktır. Haramlarda günah olduğu kesin ve açıktır. Mekruhlarda ise cüz olarak yani tek tek işlendiğinde günah yoktur. Ancak onlarda ısrar etmek gibi günahı gerektirici bir durum bulunduğu zaman müstesna. Çünkü mesela küçük günahlarda ısrar etmek onları büyük günah haline getirir. Bunun gibi mekruhta ısrar etmek de onu küçük günah haline getirebilir. Her ne kadar bir başka yönden aralarında fark olsa da mutlak olarak günahkâr saymak açısından büyük günah işleyen ile küçük günah işleyen arasında bir fark yoktur. Küçük günahla birlikte mekruhun durumu bundan farklıdır.* Bid'atlerdeki durum -her ne kadar mekruh cinsinden de olsalar- onların devamlılığına ve onları taklit eden kişinin bunları insanların toplu olarak bulundukları yerlerde ve mescitlerde açıkça işlemelerine bağlıdır. Ancak bid'atçilerden çok azı aslen mekruh olan Bid'ati o noktada bırakır, aksine onda ısrar etmek veya başkalarına öğretmek veya o bid'ate taassup derecesinde bağlanmak veya onu yaymak ya da benzeri şekillerden dolayı kendisini mutlak manada (az veya çok) günahkâr hale getirecek şeylerle birlikte o bid'ati işler. O halde bid'atlerde mekruh işleme noktasında kalanlar ve ondan öteye geçmeyenler hemen hemen yok gibidir. Yine de en iyi Allah bilir.
Bid'atte ısrarlı olmaya veya ısrarlı olmamaya göre de günah farklı olur, çünkü günah küçük olabilir, fakat onda ısrar edildiğinde büyük günah haline gelir. Bid'at de böyledir; küçük olur, üzerinde ısrar edilmekle büyür. Bir anlık gelip geçici olarak işlenen bir bid'at, üzerinde devam edildiği zamanki bid'atten daha basittir/küçüktür. Bid'atçi bid'ati önemsemediği ve bid'at işini kolayca yaptığı zaman da bu manaya dahil olur. Bir günahın küçümsendiği zamanki durumuna benzer. Küçümseyenin, önemsemeyenin günahı diğerinden daha büyüktür.
Bid'atin küfür oluşuna veya küfür olmayışına göre de günahın farklı olacağı açıktır. Çünkü küfür olan bid'atin cezası -Allah bizi korusun- ebediyen cehennemde kalmaktır. Masiyetler içinde küfürle birlikte diğer büyük günahların hükmüne ulaşmayanlar böyle değildir. Kişiyi İslamın dışına çıkaran günahtan daha büyük bir günah olamayacağı gibi, kişiyi İslamdan çıkaran bid'atten de daha büyük günahı olan bir bid'at olamaz. Bu sebeple Bâtınilik ve Zındıklık bid'ati hiçbir zaman Mutezile, Mürcie ve benzeri bid'atler gibi değildir. Bunların birbirinden farklı yönleri pek çoktur. Bu konu ulema nezdinde açıkça bilindiği için üzerinde teferruatlıca söz etmeyeceğiz. Allah Teala lütfuyla yardım edendir.[56]
Bu fasılla ilgili bir diğer konu daha vardır ki o da bid'at ehlinin önde gelenlerine veya avamına karşı çıkmanın hükmüdür. Bu, fıkıhta önemli bir konudur. Bu konu, dine karşı işledikleri cinayetler, yeryüzündeki bozgunculukları ve İslam caddesinden çıkıp, Allah Teala'nın:
"Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır."[57] dediği tâli yollara girmeleri yönünden onlarla ilgilidir. Bu, bid'atçinin günahkâr sayılması üzerinde söylenecek sözleri tamamlayan son fasıldır. Fakat onun da üzerinde düşünülmesi ve araştırılması gerekli pek çok bölümü vardır. Bu bölümlerden kimisi üzerinde âlimler söz söylemişler, kimisi üzerinde ise bir şey söylememişlerdir. Çünkü bunlar müctehitlerin ve dini himaye edenlerin ölümünden sonra ortaya çıkmışlardır. Bu konu her biri müstakil bir eseri yazmayı gerektirecek şekilde pek çok bölüme ayrılır. Bu konuya önem vermek, bu son zamanlarda avamm yararına olan şeyleri araştırıp ortaya çıkarmada havassın tembellik göstermesi ve avamın sünnetle bid'ati ayırt edemeyecek derecede koyu bir cehalet içerisinde olması sebebiyle fazlaca yararlı olmayacaktır. Bununla beraber bu konuda ayrıntıya girmenin sözü uzatacağını düşündük.
Hatta durum öyle bir hal aldı ki sünnet bid'ate dönüştü. Karşı çıkılmaması gereken yerlerde karşı çıktılar. Sebatkâr olunmaması gereken yerde sebat gösterdiler. Gelen haberlere göre hastalık yayıldı, doktorlar bulunamadı. Bu manayı özel bölümünde tek başına ele almamayı, bu konuda sözü fazla uzatmamayı ve bu bölümün son sözleri olacak kısa bir bakışla yetinmeyi uygun gördük. Bu sonuç bölümünde ayrıntılı olarak değil, özet olarak bid'atçilere karşı çıkılırken hangi hükümlerin uygulanacağına işaret edeceğiz.[58]
Biz deriz ki: Dinde sebep olduğu kötülüğün büyüklüğü ya da küçüklüğü, bid'atçinin meşhur birisi olması veya olmaması, dâvetçi olması veya olmaması, taraflardan destek alması veya almaması, insanlardan ayrılıp ayrılmaması, bid'atle bilerek veya bilmeyerek amel etmesi gibi onun bizzat kendi içindeki durumuna göre kınama, azarlama, cezalandırma veya zorla sürüp çıkarma, ya da uzaklaştırma gibi yöntemlerle bid'atçilere karşı gerekli tepki gösterilir.
Bunlardan her bir bölümün kendine ait içtihada dayalı özelbir hükmü vardır. Çünkü şeriatte bid'at, hakkında üzerinde eksiltme yapılamayacak bir ceza belirlenmemiştir. Halbuki hırsızlık, yağmacılık, adam öldürme, iftira, yaralama, içki içme gibi pek çok mâsiyetin cezası şeriatçe belirlenmiştir. Şüphesiz ümmetin müctehitleri olayların durumuna göre incelemelerini yaparlar ve bazılarında daha önce geçen uygulamalara göre gruplandırmalar yaparak içtihatla hüküm verirler. Nitekim rivayetlerde Hâricilerin öldürülmeleri gerektiğine dair bilgiler gelmiş, Hz. Ömer'den Iraklı Subeyyiğ hakkında verdiği ceza rivayet edilmiştir.
Ulemanın söyledikleri şeylerin tamamından şu çeşit uygulamalar ortaya çıkarılmıştır:
1) İrşat/yönlendirme/nasihat, talim/eğitim ve delil ortaya koyma. Nitekim İbn Abbas Hâricilerin yanına gitmiş ve onlarla konuşmuştur. Neticede onlardan iki-üç bin kişi davalarından geri dönmüşlerdir.
2) Bid'ate bulaşan kimselerle ilişkiyi kesmeleri konusunda selefin tamamından gelen bilgilere ve Iraklı Subeyyiğ olayında Hz. Ömer'den gelen uygulamaya göre hareket ederek onlarla konuşmayı ve selamı kesmek.
3) Yine Hz. Ömer'in Subeyyiğ'e uyguladığı gibi bid'atçiyi sürgüne göndermek ve onu hapsetmek.
4) Öldürmeden önce Hallaç'a uyguladıkları gibi senelerce hapsetmek.
5) İnsanları uyarmak ve onların sözlerine kanmamaları için onların durumunu ve propagandalarını onlara anlatmak.
6) Müslümanlara karşı düşmanca tavır takındıkları ve isyan ettikleri zaman Hz. Ali'nin ve sünnete bağlı diğer halifelerin Hâricilerle savaştıkları gibi onlarla savaşmak.
7) Tevbeye davet edildikleri halde bid'atten vazgeçmezlerse onları öldürmek. Bu uygulama bid'atini açıkça yapan kimselere karşı yapılır. Bid'atini gizleyen ve bid'ati küfür cinsinden veya küfürden kaynaklanan kimselere gelince onlar tevbe etmeleri istenmeksizin öldürülür.
8) Çünkü onun yaptığı zındıkların yaptığı gibi münafıklık cümlesindendir.
9) Küfrüne delil olanları tekfir etmek. Nitekim İbahiyye gibi ve hulûl fikrini savunan Bâtınıyye gibi küfrü açıkça belli olan bid'ati savunduğu zaman veya tekfir konusunda mesele içtihada dayandığında müetehit, bid'atçinin tekfirine hükmedebilir. Nitekim İbn et Tayyip fırkalardan bir kısmını tekfir etmiştir. Tekfir hükmü bundan kaynaklanır.
10) Bunun bir sonucu olarak tekfir edilen bid'atçinin müslüman vârisleri ona vâris olamaz. O da müslümanlara mirasçı olamaz. Tekfir edilen bid'atçiler öldükleri zaman yıkanmazlar, bidatlerini gizlemedikleri müddetçe cenaze namazları kılınmaz ve Müslümanların mezarlarına defnedilmezler. Bid'atini gizleyen kimseye zahire göre hükmedilir. Onun mirasçıları onun mirasa ehil olup olmadığını daha iyi bilirler.
11) Onunla evlenilmemesi emredilir. Bu da onunla ilişkiyi kesmenin ve onu terk etmenin yollarından birisidir.
12) Hiçbirisine güvenilmez/adalet ve zapt sahibi olmadıkları kabul edilir. Şahitlikleri ve rivayetleri kabul edilmez. Vali ve kadı olamazlar. Adli mevkilerde imamet ve hitabet makamına getirilmezler. Ancak seleften bir grubun onlardan bazılarının rivayetlerini kabul ettikleri sabit olmuştur.[59]
Bid'atlerinden dönmeleri için edep babından arkalarında namaz kılma konusunda ihtilaf etmişlerdir.
13) Hastaları ziyaret edilmez. Bu da bir nevi cezalandırma ve engellemedir.
14) Aynı şekilde cenazelerine de iştirak edilmez.
15) Hz.Ömer'in Subeyyığ'e yaptığı gibi dayak cezası uygulanır, İmam Mâlik'ten Kur'an'ın mahluk olduğu görüşünde olan kimse hakkında rivayet edildiğine göre: O, dövülerek canı yakılır ve ölünceye kadar hapsedilir. Bağdat tarihlerinden birisinde İmam Şafii'den şöyle dediğinin rivayet edildiğini gördüm: Kelamcılar yapraksız hurma dalıyle dövülmeye mahkum edilir ve deve üzerine bindirilip aşiretler ve kabileler arasında dolaştırılır ve şöyle denilir: Kitap ve Sünneti terkedip Kelâma sarılanın cezası budur. Yani bid'atçinin cezası budur.[60]
Denilse ki: Şeriatte bu tür umumi olan şeylerin tahsisine/sınırlandırılmasına, mutlak olan şeylerin takyidine delalet eden şeyler belli olduğu, âlimler bunların içinden pek çok mesele çıkardığı ve bunlardan her birini naklen sabit olana uygun olarak uyulması gerekli belli esaslara bağladığı halde bu hükümler bid'atçiler hakkında nasıl uygulanır? Çünkü zahiri manaların gereğinin dışına ancak içtihatla, daha doğrusu hakkında nas olduğu için tahsis edilen şeye kıyas edilerek çıkılır. Bu sebeple insanlar bid'atleri kısımlara ayırdılar ve hepsini mutlak olarak kötülemediler.
Onların söyledikleri şeylerin tamamının birkaç dayanağı vardır:
Birincisi: Hz, Peygamber'in (s.a) Sahih'te geçen şu hadisidir:
"Kim güzel bir sünnet çıkarırsa hem o çıkardığı güzel sünnetin sevabını, hem de o güzel sünneti işleyenlerin sevabını kazanır. Bununla beraber o sünneti işleyenlerin sevabından da hiçbir şey eksilmez. Kim kötü bir sünnet çıkarırsa hem o çıkardığı kötü sünnetin günahını, hem de onu işleyenlerin günahını yüklenir. Bununla beraber diğerlerinin günahından da hiçbir şey eksilmez."
Tirmizi'nin tahriç ettiği ve sahihtir dediği bir hadiste Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Kim bir hayra delâlet ederse onu yapan kimsenin sevabı kadar sevap alır."
Yine Tirmizi'nin Cerir ibn Abdillah'tan rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Kim hayırlı bir sünnet çıkarırsa/çığır açarsa, kendisine hem bu işlediği hayrın sevabı, hem de kendisinden sonra bu yoldan gidenlerin sevabının tamamı kadar sevap verilir. Bununla beraber onun açtığı hayırlı yoldan gidenlerin sevabından da hiçbir şey eksiltilmez. Kim şer yolunda kötü bir çığır açarsa, kendisine hem bu işlediği kötülüğün günahı yüklenir, hem de bu yoldan gidenlerin günahı kadar günah yüklenir. Bununla beraber onların günahlarından da hiçbir şey eksiltilmez."
Bu hadisler, hayırlı bir sünnet işleyen/iyi bir çığır açan kimsenin bu yaptığının iyi bir şey olduğunu açıkça ifade etmektedir ve bid'at çıkaran hakkında "sünnet çıkaran" tabirinin kullanılabileceğine delalet etmektedir. Çünkü "istinân" yani "sünnet çıkarma" fiili şârie değil, mükellefe nisbet edilmiştir. Şayet "şeriatte sabit olan bir sünneti işleyen kişi kastedilmiş olsaydı "men senne" yani "kim sünnet işlerse" demezdi:
"Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki onun dökülen kanının günahından bir hisse de Hz. Adem'in ilk oğluna yüklenmemiş olsun. Çünkü cinayet işleme sünnetini ilk defa çıkaran kişi odur."
Sünnet çıkarma sözü burada hakiki anlamda kullanılmıştır. Çünkü cinayet, Âdem'in (a.s) vücuda gelmesinden sonra yeryüzünde daha önce işlenmemiş yeni bir icat idi.
Hz. Peygamber'in (s.a) "Kim güzel bir sünnet çıkarırsa" sözü de böyledir. Yani onu ilk defa kendisi icat ederse demektir. Fakat bu sünnetin güzel bir sünnet olması şarttır. İşte o zaman sözü edilen sevab onun olur. Burada şer'an sabit olan bir sünneti işleyen kimse kastedilmemiştir.
"Kim benim sünnetimle amel ederse" veya "kim benim sünnetimden bir sünnetle amel ederse" gibi sözler de bu anlama gelir. Nitekim Tirmizi'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) Bilâl ibn el-Hâris'e:
"Bil" demiş, Bilal de:
Bileyim ya Rasulallah! demiş,
Rasulullah (s.a) ona:
"Bil yâ Bilal" demişti:
Bileyim ya Rasuluîlah" deyince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu:
"Bil ki kim benden sonra öldürülmüş bir sünnetimi diriltirse o sünnetle amel edenlerin sevaplarından hiçbir şey eksiltilmeksizin bir o kadar sevap da onun için vardır. Kim Allah ve Rasulünün razı olmadığı sapık bir bid'ati icat ederse o bid'atle amel eden insanların günahlarından hiçbir şey eksiltilmeksizin bir o kadar günah da o sapık Bid'ati icat edene yüklenir."
Bu hadis hasendir.
Enes'ten (r.a) rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a) bana buyurdu ki:
"Evladım! Eğer kalbinde hiç kimseye karşı bir kin ve düşmanlık duygusu olmaksızın sabaha ve akşama erişebilıyorsan öylece yap." Sonra bana dedi ki:
"Evladım bu benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimi diriltirse beni seviyor demektir. Kim beni severse cennette benimle beraberdir."
Bu hadis hasendir. Hz. Peygamber'in:
"Kim benden sonra öldürülmüş bir sünnetimi diriltirse" sözünü sünnet olduğu sabit olan bir şeyle amel etme konusunda söylediği gayet açıktır. "Kim benim sünnetimi diriltirse beni seviyor, demektir" sözünün de sabit olan bir sünneti ifade ettiği gayet açıktır. "Kim şöyle bir sünneti çıkarırsa" sözü ise bunun hilafındadır. Çünkü bunun daha önce sabit bir sünnette mevcut olmaksızın ilk defa icat edilen bir şey hakkında söylendiği gayet açıktır.
Hz. Peygamber'in (s.a) Bilal ibn el-Hâris'e söylediği: "Kim sapık bir bid'ati icat ederse." sözüne gelince, bu da bid'atin mutlak olarak kötü olmadığını, ancak sapık bir bid'at olması ve Allah ve Rasulü'nün razı olmadığı bir bid'at olması şartıyle kötülenebileceğini açıkça ifade etmektedir. Bütün bunlar, bu özellikleri taşımayan bir bid'atin kötülenmeyeceğini, sahibinin günahkâr olmayacağını, dolayisıyle onun güzel bir çığır/sünnet olma vasfına avdet edeceğini ve sevap vadine dâhil olacağını gerektirmektedir.
İkincisi: Allah kendilerinden razı olsun, selef-i salih -ki onların en uluları sahabilerdir- Kitap ve sünnette olmayıp da kendilerinin güzel olarak gördükleri ve üzerinde icma ettikleri şeylerle amel etmişlerdir. Muhammed ümmeti sapıklık üzere birleşmez. Onlar ancak hidayet üzere ve güzel olan şey üzerinde birleşirler.
Onlar Kur'an'ın toplanması, mushaflarda yazılması, insanların Hz. Osmanın yazdırdığı mushaflar üzerinde birleştirilmesi ve Hz. Peygamber (s.a) zamanında kullanılan diğer kıraatlerin terk edilmesi konusunda ittifak etmişlerdir. Halbuki bu konularda hiçbir nas olmadığı gibi yasak da yoktur. Sonra insanlar bu güzel reyde onların izinden gittiler ve ilmi topladılar, derlediler ve yazdılar. Bu konuda öncülük yapanlardan birisi de Mâlik ibn Enes'tir (r.a) Kendisi onların sünnete en çok bağlı olanlarından ve bid'ate en çok karşı çıkanlardandı.
Her ne kadar onlardan hadis ve diğer ilimlerin yazılmasının mekruh olduğuna dair rivayetler nakledilmişse de bu böyledir. Bu tür rivayetleri şöyle anlamak gerekir: Onlar ya yazıya güvenilerek ezber ve ilim tahsilinin terk edileceğinden korkmuşlardır, ya da Kitap ve Sünnetten nakledilen şeylerin değil, rey olan şeylerin yazılmasını mekruh görmüşlerdir.
Bundan sonra insanlar her şeyin tedvin edilmesi/derlenip yazıya geçirilmesi konusunda ittifak etmişlerdir. Çünkü din zayıflamış, ilim tahsili yapan müctehitler azalmış ve ilmin yazılmaması halinde tamamen dinin aleyhine bir durumun ortaya çıkmasından korkmuşlardır.
el-Lahmi[61] ilim kitablarının satışı ve eğitim ve öğretim amacıyle kiraya verilmesinin mekruhluğu konusunda Mâlik'in ve diğerlerinin sözü hatırlatıldığı zaman kitaplarını bu amaçla kiraya verdi ve bu konudaki ihtilafı anlattıktan sonra şöyle dedi: Bugün artık bunun vaizliğinde ihtilaf edildiğini zannetmiyorum. Çünkü insanların ezber ve anlayışları zayıfladı. Halbuki öncekilerden pek çoğunun kitapları yoktu.Mâlik der ki:
Kasım ve Said'in kitapları yoktu ve şu levhalara yazan hiç kimseye de okumuyordum. İbn Şihab'a dedim ki:
İlmi yazar mıydın?
Hayır, dedi. Dedim ki:
Senin için hadis yazmalarını ister miydin?
Hayır, dedi.
O zaman insanların durumu bu idi. Şayet insanlar onların yolundan gitmiş olsalardı ilim kaybolurdu ve aramızda onun ne ismi ne de resmi kalırdı. Halbuki bugün bu insanlar onların kitaplarını okuyorlar. Sonra onlar bu konuda hatalı davranıyorlardı.
Birde şu var: Hakkında nas olmayan meselelerde içtihatla görüş bildirmenin ve kıyas yapmanın vâcibliği konusunda aramızda ihtilaf yoktur. Eğer öyle olsaydı onların yazılması ve satılması ihmal edilir, bu da içtihatta yanılmaya ve meselelerin yerli yerince konulmamasına yol açardı. Çünkü öncekilerin görüşlerini bilmek ve onlar arasında tercihler yapmak içtihadın yerinde ve isabetli yapılmasına daha fazla yardımcı olur.
el'Lahmi'nin söyledikleri burada sona erdi. Onun bu sözlerinden öncekilerin yapmadığı bir şeyle amel etmenin câizliği anlaşılıyor. Çünkü bunun sahih olan bir yönü vardır.
Bu sebeple biz şöyle deriz:
Sonradan ortaya çıkan her şeyin sahih/geçerli ve doğru olan bir yönü vardır. Bu yönüyle o kötülenmez, aksine övülür. O yoldan giden kimse de övülür. O halde sonradan çıkan her şeyin hepsi mutlak olarak nasıl kötülenebilir? Ömer ibn Abdilaziz dedi ki:
İnsanlara işledikleri yeni yeni suçların durumuna göre yeni yeni cezalar verilir.
Görüldüğü gibi Ömer ibn Abdilaziz suçluluların suç ihdasına göre cezalar ihdas edilebileceğine cevaz vermiştir. Bu cevazların dayandığı bir asıl/hükmün kaynağı olan nas olmasa bile Ömer ibn Abdilaziz bunu caiz görmüştür. Bir kişiyi birden fazla kişi öldürdüğü zaman ceza olarak hepsinin öldürüleceği yine Ömer ve Ali'den, İbn Abbas'tan ve Muğıre ibn Şube'den (r.a) rivayet edilmiştir.
İmam Mâlik ve arkadaşları, meyyitin/ölenin: Benim kanım filandadır/beni filan kişi öldürdü, demesini kabul ettiler. Halbuki Muvatta'da buna dair semai bir asıl, yani işitilerek elde edilen bir nas yoktur. Ancak bunu ıstılah haline gelmiş/genel kabul görmüş bir durumla illetlendirmişler/izah etmişlerdir. Onun mezhebinde bununla ilgili pek çok mesele vardır. Bu bir bid'at olmasına rağmen caiz ise -illette müşterek oldukları/aralarında ortak bir vasıf bulunduğu halde benzeri niçin caiz olmasın? Çünkü genelde hepsi de muteber maslahatlardır. Bunlardan bir kısmı caiz değilse niçin genelde birleşiyorlar da başkaları (Malik ve arkadaşlarından başkaları) bazı bid'atlerde teferruata dalıyorlar? Burada şöyle demekten başka bir şey kalmıyor: Her iki grup da kıyas için elverişli illette birleşmiş olsalar dahi onlar âlimlerden bir kısmının amel ettiklerine tâbi oluyorlar, diğerlerine tâbi olmuyorlar. Böyle bir durumda istediği gibi hükmederek sınırlandırma yapmak gibi bir şey yapılmış oluyor ki bu bâtıldır. Buna götüren şey de onun gibidir. O halde bid'atin bir takım kısımlara ayrıldığı sabit olmuştur.
Allah'ın izniyle biz şöyle dersek bunun cevabı olur:
Birinci Vecih: "Kim güzel bir sünnet ortaya koyarsa..." hadisiyle kenislikle bid'at çıkarmak kastedilmemiştir. Aksi takdirde, soruyu soran kişi zikrettiği delilin katı olduğunu iddia ederse kafi deliller arasında bundan dolayı bir çelişkinin meydana gelmesi zorunlu olurdu. Eğer onun zanni olduğunu iddia ederse o zaman da bid'at-lerin kötülenmesi konusunda kesin bir delili getirmemiş olurdu ki kati ile zanni arasında bir çelişkinin olması, kesin olan şeyler arasında da bir ittifakın olması kaçınılmazdır. Fakat bunun iki yönden incelenmesi mümkündür
Birincisi: Denilir ki bu, birbiriyle çelişkili iki şey kabilindendir. Çünkü ilk olarak pek çok hadisi şerifte herhangi bir tahsis/sınırlama yapılmaksızın bütün bid'atleri kötüleyen deliller tekrar edilmiştir. Umum/genellik ifade eden delillerle tahsis/sınırlama ifade eden deliller birbiriyle çatıştığı zaman, bu tahsisten sonra (deliller genellik ifade edecek biçimde) kabul edilmez.
İkincisi: Mesele çelişkinin olmadığı noktasına doğru indirgenir. Çünkü istinan, yani sünnet çıkarmak hadisiyle bid'at çıkarmak kastedilmemiştir. Bununla ancak Peygamber'in sünnetinden sabit olan bir şeyle amel etmek kastedilmiştir. İki sebepten dolayı bu böyledir:
Birincisi: Hadisin söyleniş sebebi meşru olan sadakadır. Bunun delili Sahih'te geçen Câbir ibn Abdillah (r.a) hadisidir, Câbir şöyle demiştir:
Bir defasında biz, gün ortasında Rasulullah'ın huzurunda iken, çoğu Mudar kabilesinden -belki de hepsi onlardan- yalın ayak, çıplak, üzerlerinde çizgili çuval gibi bir elbise, boyunlarında kılıçları asılı çok fakir bir topluluk gelmişti. Onların fakir ve pejmürde halini görünce Rasulullah'ın yüzünün şekli değişmişti. İçeri girmiş, sonra dışarı çıkmış ve Bilal'e ezan okumasını ve kamet getirmesini emretmişti. Öğle namazını kıldıktan sonra etkili bir hutbe irad etmiş ve bu hutbesinde şu ayetleri de okumuştur:
"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının...."[62]
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın."[63]
Bunun üzerine bir adam parasından, pulundan, elbisesinden, buğdayından ve hurmasından bir miktar tasadduk etti.
Hatta Rasulullah (s.a) dedi ki:
"Yarım hurma ile dahi olsa kendinizi ateşten koruyun" Râvi devamla der ki:
Sonra Ensar'dan bir adam geldi ve eli ile taşıyamayacağı derecede ağır bir torba getirdi. Bundan sonra peşpeşe yiyecek ve giyecek getirdiler. Ben bunlardan iki küme oluştuğunu gördüm. Bu manzara karşısında Rasulullah'ın (s.a) mübarek yüzünün mutluluktan altın gibi parladığını gördüm. Bu esnada Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Kim İslam'da güzel bir sünnet işlerse/iyi bir çığır açarsa, hem açtığı bu çığırın sevabını, hem de kendisinden sonra bu sünneti isleyenlerin sevabını alır. O sünneti işleyenlerin sevabından da bir şey eksilmez. Yine kim ki İslam'da kötü bir sünnet işler/fena bir çığır açarsa hem açtığı bu kötü çığırın günahını, hem de kendisinden sonra o yoldan gidenlerin günahını yüklenir. Diğerlerinin günahından da hiçbir şey eksilmez."[64]
Rasulullah'ın (s.a) "Kim kötü bir sünnet işlerse..." sözünü nerede söylediğini iyi düşünürseniz, Hz. Peygamberin sözlerinin gereğiyle gücünün yettiğince amel edip bu torbayla tasaddukta bulunan kimse hakkında bu sözün söylendiğini görürsün. O adam sayesinde sadaka kapısı en güzel şekilde açılmış, Rasulullah (s.a) bununla mutlu olup sevinmiş ve nihayet: "Kim, İslam'da güzel bir sünnet işlerse..." sözünü söylemiştir. Hadisi şerif, bu sahabinin yaptığı şeylerin benzerlerinin sünnet olduğu anlamına gelir. Onun yaptığı, sünnet olduğu sabit olan bir şeyi yapmaktan ibarettir. Hadis-i şerif, Rasulullah'ın (s.a) başka bir hadisindeki şu sözüyle de mutabıktır.
"Kim benden sonra öldürülmüş sünnetimden bir sünneti diriltirse.... ve kim sapık bir bid'ati uydurursa.."
Burada sünnetin mukabiline bid'at çıkarmayı koymuştur. O halde güzel bir sünnetin/çığır açmanın bid'at olmadığı gayet açıktır. "Kim benim sünnetimi diriltirse beni seviyor demektir." hadisi de böyledir.
Birinci hadiste sünnet çıkarmanın bid'at çıkarmak anlamına gelmediği, sabit bir sünnetle amel anlamına geldiği çok açıktır. Çünkü önce Rasulullah (s.a) sadaka hakkında söyleyeceğini söyledi, sonra bu Ensarlı Hz.Peygamberin sadaka üzerine söylediği sözlerinin gereğini yerine getirdi, daha sonra da sadakalar dört bir yandan glemeye başladı ve yeterli miktara ulaştı. Adeta yapılan bu iş, "Ensarlı adamın yapılmasını ikaz ettiği bir sünnet oluverdi. O halde o, Sabit olmayan/yani Hz. Peygamber'in söylemediği bir sünneti uyduruyor veya bir bid'at çıkartıyor değildir.
Bu hadisin bir benzerini îbn el-Mübarek, Rekaik isimli eserinde aynı anlamı açıklayacak şekilde Huzeyfe'den (r.a) rivayet eder.
Huzeyfe şöyle der:
Rasulullah'ın (s.a) zamanında bir dilenci ayağa kalkar ve bir şeyler ister. Orada bulunanlar sükût ederler. Sonra bir adam ona bir şeyler verir, hemen arkasından diğerleri de verirler.Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurur:
"Kim hayırlı bir sünnet/yol açar da insanlar peşinden giderlerse, hem o açtığı sünnetin, hem de peşinden gidenlerin sevabını alır. Bununla beraber diğerlerinin sevabından da hiçbir şey eksilmez. Kim kötü bir sünnet/ yol açar da insanlar peşinden giderlerse hem o sünneti/yolu açmasının günahını, hem de peşinden gidenlerin günahını yüklenir,. Diğerlerinin günahından da hiçbir şey eksilmez."[65]
Demek ki "kim bir sünnet çıkarırsa" hadisinin anlamı kim yeni bir sünnet uydurur sa değil, kim bir sünnetle amel ederse demektir.
Cevabın iki vechinden ikinci vechi: Hz. Peygamber'in "Kim güzel bir sünnet çıkarırsa ve kim kötü bir sünnet çıkarırsa" sözlerinin daha temelden bid'at çıkarmak anlamında yorumlanması mümkün değildir. Çünkü o sünnetin güzel veya çirkin oluşu ancak şeriat, vasıtasıyle bilinir. Çünkü bir şeyin güzel olduğunu veya çirkin olduğunu belirlemek şeriate aittir. Bu konuda akim bir müdahalesi/yetkisi yoktur. Ehl-i sünnet cemaatinin görüşü budur. Bir şeyin iyi veya kötü oluşunu akıl belirler, (bu konuda şeriate lüzum yoktur) diyenler sadece bid'atçilerdir. O halde hadiste sözü edilen sünnetin ya şeriat, tarafından güzel olduğu belirlenen bir sünnet veya şeriat tarafından çirkin olduğu belirlenen bir sünnet olması gerekir. Ehl-i sünnetin bu prensibi/görüşü yukarıda sözü edilen sadaka gibisine ve benzeri diğer meşru sünnetlere de tam olarak uygundur. Kötü sünnet de şer'an masiyet olduğu sabit olan masiyetler konumunda kalır. Nitekim Adem'in oğlu hadisinde ikaz edilen adam öldürme mâsiyeti böyledir. O hadiste Rasulullah şöyle demişti:
"Çünkü Âdem'in oğlu cinayet işleme sünnetini ilk çıkaran kişi idi." ikaz edilen diğer bid'atler de böyledir. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi onların kötülenmesi ve yasaklanması da şeriatle sabittir.
Hz. Peygamber'in "Kim sapık bir bid'ati çıkarırsa" sözüne gelince bu hadis zahiri üzere bırakılır. Çünkü hadisin zahiri anlamı onun vürud sebebini hiçbir şeyle takyit etmiyor. O halde bu sözü, kendileri için birtakım sebepler tesbit edilemeyen ve ilk defa söylenmiş umumi/genel anlam ifade eden lafızlar gibi lafzın zahiri üzere bırakmak gerekir. Hz. Peygamber'in "Kim kötü bir sünnet çıkarırsa" sözünü de aynı şekilde yorumlamak caizdir. Yani kim bid'at çıkarırsa demektir. Bu söz, Hz. Adem'in iki oğlundan birisinin işlediği cinayet suçu gibi masiyetlerden ilk defa işlenen bir bid'ati kapsamına aldığı gibi şimdiki zaman hükmüyle bid'at olan bir şeyi de kapsamına alır. Çünkü o, ihmal edilmişliği ve unutulmuşluğundan önce de kötü bir bid'at idi. O bid'ati işleyen bu kişinin ameli onu deşeleyip ortaya çıkarmıştır.
O halde -Allah'a hamdolsun- hadis hem lafzı yönünden, hem de diğer hadislerin onu şerh etmesin yönünden de bid'atçilerin aleyhine olacak bir delil konumuna dönüştü.
Geride sadece Hz. Peygamberin: "Kim sapık bir bid'ati çıkarırsa" hadisini incelemek kaldı. Bid'atin sapıklıkla takyid edilmesi/sınırlandırılması bir mefhûmu[66] ifade ediyor. Halbuki burada durum gayet açıktır. Çünkü bu sözdeki izafet (yani sapık bid'at anlamındaki tamlama) bir mefhûmu, yani mantûkun zıddını ifade etmiyor. Şayet usulcülerden bir grubun görüşüne göre mefhumu kabul etsek bile -delil burada mefhumun ibtaline/mefhumun söz konusu olmadığına delâlet etmektedir. Nitekim ribânın azını da çoğunu da haram kılan delil, "Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin."[67] âyetindeki mefhumun iptaline delâlet, etmektedir. Çünkü sapıklık, bid'atten kesinlikle ayrılmayan bir vasıftır. Yukarıda geçen deliller bunun böyle olduğunu göstermektedir. O halde bunun mefhumu da yoktur.[68]
İkinci Problemin Cevabı: Burada zikredilen örneklerin hepsi uydurulmuş bid'atler cinsinden değil, mürsel maslahatlar cinsindendir. Sahabe ve onlardan sonra gelen selefi sâlih mürsel maslahatların gereğince amel etmişlerdir. Her ne kadar ihtilaflı da olsa bu, usulcülerce bilinen bir delildir. Fakat bizim üzerinde durduğumuz konuya bu ihtilafın hiçbir olumsuz etkisi yoktur.
Mushafın toplanması ve insanların bir mushaf etrafında birleştirilmesi gerçekte bu mürsel maslahatlardan birisidir. Çünkü Kur'an yedi harf üzere inmişti. Hepsi de muhtelif lehçelerle konuşan Arapların Kur'an'ı kolayca okuyabilmelerini sağlıyordu. Ancak Rasulullah'ın (s.a) zamanından sonra bu yedi harf üzere okuyuşun mübahlığı Kur'an'da ihtilafın kapısını açtı. İnşallah aşağıda da anlatılacağı üzere kıraatte ihtilafa düştüler. Allah kendilerinden razı olsun, sahabe-i kiram, ümmetin dinin kaynağında ihtilafa düşmesinden korktular. Bu sebeple insanların bu yedi harften sadece Hz. Osman'ın hazırlattığı mushaflarda sabit olanlar üzerinde birleşmelerini ve onu okumalarını sağladılar. Hz. Osman'ın hazırlattığı mushaflarda tesbit ettiklerinin, attıklarını da ihtiva ettiğini bildikleri için diğerlerini attılar. Çünkü onlar, Kur'anın eda edildiği kıraatler kabilinden şöyledir.
Sonra lisanlar bozulduğu ve Arap olmayanlar da İslam'a girdiği zaman bir başka fesadın kapısının açılacağından korktukları için bunu, yani sabit olan kıraatleri rivayet yöntemiyle koruma altına aldılar. Korktukları şey, dinsizlerin/zındıkların Kur'an'dan ve sabit kıraatlerden olmayan şeyleri Kur'an'a ve kıraatlere sokmaları ve dinsizliklerini yaymada bundan yararlanmak istemeleriydi. Görmüyor musun, bu yoldan Kur'an'a müdahale imkanını bulamadıkları için tevil ve Kur'an'ın manaları hakkında birtakım iddialar ortaya atmak yönünden girmeye çalıştılar. İnşaallah bu konu ileride anlatılacaktır.
Rasulullah'ın (s.a) ashabının yaptığı iş doğrudur. Çünkü özünde buna şahitlik edecek bir delil vardır. Bu delil, şeriatın tebliği emridir. Bunda hiçbir ihtilaf yoktur. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et."[69]
Tebliğ konusunda ümmeti de onun gibi bu emrin muhatabıdır. Hadis-i şerifte de:
"Sizden burada hazır bulunan bulunmayana tebliğ etsin."[70] buyurulur.
Buna benzer başka hadisler de vardır. Tebliğ, malum bir keyfiyetle/biçim ve yöntemle sınırlandırılamaz. Çünkü bu, akılla belirlenebilen şeylerdendir. Ezberleme, telkin, yazma ve daha başka hangi şeyler mümkün olursa onunla yapılması sahihtir. Onun bozulmaktan ve sapıklıktan korunması da, mushaf meselesinde olduğu gibi aslın iptali sonucuna sebep olmadığı müddetçe herhangi bir keyfiyetle/yöntemle sınırlı değildir. Bu sebeple selef-i sâlih Kur'an'ınbir mushafta toplanması ve bunun çoğaltılması konusunda icma etmişlerdir.
Mushaf meselesinin dışındaki diğer meselelere gelince onlarda durum daha da kolaydır. Çünkü ilmin yazılması sünnetle sabittir. Sahih'te Rasulullah'ın şu sözü geçmektedir' "Ebû Şâh* için yazınız."[71]
Ebu Hureyre'nin (r.a) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Peygamber'in ashabı içinde, benim kadar hadis bilen kimse yoktur. Abdullah ibn Amr hariç; çünkü o yazardı, ben yazmazdım."[72]
Siyercilerin verdiği bilgilere göre Rasulullah'ın (s.a) kendisine gelen vahiyleri ve daha başka şeyleri yazan kâtipleri vardı. Osman, Ali, Muaviye, Muğire ibn Şube, Ubey ibn Ka'b ve Zeyd ibn Sabit ve diğer bazı sahabiler bu görevi üstlenmişlerdi. Ve yine ilmi yazmak, insanların ezberleme kabiliyetlerinin zayıflaması ve ilmin yok olacağından korkulması sebebiyle vacibin yerine getirilmesini sağlayan bir vasıta mesabesindedir. (Vacibin yerine getirilmesini sağlayan şey de vaciptir.) Nitekim yukarıda el-Lahmi'nin de işaret ettiği gibi daha o zaman ilmin yok olacağından korkulmuştu.
Öncekiler ilmin yazılmasını bid'at oluşundan dolayı değil başka bir durum sebebiyle hoş karşılamamışlardı. İlmin yazılmasını bid'at diye isimlendirenlerin hepsi bunu ya mecazi anlamda kullanmışlardır, ya da bid'at lafzının ne anlama geldiğini bilmemektedirler. Bu tür şeylerle bid'atle amel etmenin sıhhatine hükmedilmesi sahih/geçerli değildir.
Mesâlih-i mürsele konusunda varit olan ihtilafa ve usülcülerden bir kısmına göre mesâlirri mürsele üzerine hüküm bina etmenin sahih olmadığına takılacak olursan, sahabilerin mushaf konusundaki icmaları onların aleyhine bir delildir. (Yani mushafın toplanmasının delili olarak mesalüri mürsele kabul edilmeyecek olsa bile sahabe icmaı bu meselenin ihtilafsız delilidir.) Delile herhangi bir surette itibar edilmişse mutlak olarak itibar edilmiş demektir. Bu durumda ihtilaflı taraflar arasındaki anlaşmazlık sadece fürû'da/ayrıntıda kalmaktan öteye gidemez. Sahih'te, Rasulullah'ın (s.a) şu hadisi mevcuttur:
"Benim sünnetime ve hidayet üzere olan râşit halifelerin sünnetine sarılın. Ona sımsıkı sarılın; azı dişlerinizle ısırıp bırakmayın. Sonradan icat edilmiş işlerden uzak durun."
Gördüğün gibi hadis râşit halifelerin sünnetinin, Peygamber'in (s.a) sünnetine dahil olduğunu ifade ediyor. Çünkü onların tuttukları yol şu iki şeyden birinin dışında değildir. Onlar bu yola ya şer'i bir delil ile birlikte yönelmişlerdir ki o zaman bu bir bid'at değil, sünnettir veya -Allah korusun- delilsiz olarak o yolu tutmuşlardır. Fakat bu hadis, onların tuttukları yolun sünnet olduğunu ispat etmektedir. Çünkü bunun böyle olduğunu Şeriatın Sahibi (s.a) söylemektedir. Onun şeriatten delili sabittir, o halde bid'at değildir. Bu sebeple emrin hemen arkasından onların takipçilerinin bid'atlere sarılmaları kesinlikle yasaklanmaktadır. Onların bu yaptıkları bid'at olsaydı hadisin kendi içinde bir çelişki olurdu.
Bir kişinin öldürülmesinden beraberce sorumlu bir topluluğun hepsine de kısas uygulanması meselesine de bununla cevap verilir. Çünkü bu uygulama Ömer ibn el-Hattab'tan (r.a) nakledilmiştir. Râşit halifelerden birisi de Ömer'dir. Sanatkârlara telef ettikleri şeyin tazmin ettirilmesi de -Allah kendilerinden râzı olsun- dört halifeden nakledilen bir uygulamadır.
Ömer ibn Ahdilaziz'den rivayet edilen şeye gelince onun sahih bir yoldan sabit olduğunu görmedim. Eğer onun söylediği kesin ise ve bunun delili (Kur'an'daki) sığır (kesme) kıssasıdır[73] demiyorsak o zaman bu mesâlih-i mürsele deliline dayanır. Mesâlih-i mürseleyi bir delil olarak kabul edenler de bid'atleri ve bid'atçileri yererler ve onlardan uzak dururlar. Bununla beraber mesalih-i mürselenin selef tarafından benimsenmiş bir delil olduğu sabit ise bu, bid'atler arasında da farklılıkların olduğuna ve Ömer ibn Abdilaziz'den rivayet edilen şeyin onlarla hiçbir ilgisinin olmadığına delâlet eder. Bu mesele sebebiyle burada bir müzakere kapısı açılmıştır.[74]
Burada beyân edilecek şeylerden birisi de âlimlerin beş tane şer'i hükmün bölümlerine göre bidatleri de bölümlere ayırmalarıdır. Onlar bid'atlerin tamamını kötülenen tek bir bölümde toplamadılar. Onları vacip, mendup, mubah, mekruh ve haram diye kategorilere ayırdılar. Bu konuyu el'Karâfi[75] çok geniş ve yeterli bir şekilde ele aldı. Onun bu konuda verdiği bilgilerin aslı da hocası Izzüddin ibn Abdisselam'a dayanır. İşte ben size onun ibaresini getiriyorum: el-Karâfı dedi ki:
"Bilmiş ol ki -benim bilgilerime göre- ashab'i kiram bid'atlerin kötülenmesinde ittifak halindedirler. İbn Ebi Zeyd[76] ve daha başkaları da buna hükmetmişlerdir. Ashab bidatlerin tafsil ve taksim edilmelerinin doğru olduğunda ve beş kısma ayrıldığında da ittifak etmişlerdir.
1) Vacip Bid'atler: Vâcipliğin kaidelerine uygun olan ve şeriatten delili bulunan bid'atler. Kaybolmalarından korkulduğu için Kur'an'ın ve şer'i hükümlerin/delillerin toplanması, vacip olan bid'ate örnektir. Bizden sonraki nesillere tebliğin ulaştırılması icmâ ile vaciptir, Bunun ihmali yine icmâ ile haramdır. Bu çeşit bid'atlerin işlenmesinin vacip oluşunda ihtilaf edilmemesi gerekir.
2) Haram Bid'atler: Haramlık kurallarının kapsamına aldığı ve haramlığına dair şeriatten delili bulunan her bid'at haramdır. Gayri meşru vergiler koymak, yeni yeni zulüm çeşitleri icat etmek, şer'i kurallara aykırı şeyler icat etmek, cahilleri âlimlerin önüne geçirmek, şer'i makamlara uygun olmayan kişileri veraset yoluyla getirmek, aslında o makama ehil olmadığı halde babasının daha önce o makamda oluşunu dayanak yapmak gibi. Bütün bunlar haram olan bid'atlerdir.
3) Mendup Bid'atler: Mendupluk kurallarının kapsamına giren ve mendup olduğuna dair deliller bulunan bid'atlerdir. Teravih namazları, halifeler, kadılar ve yöneticiler için sahabiler zamanında bulunmıyan özel giysiler, üniformalar ve makamlar ihdas edilmesi gibi. Çünkü şer'i maslahatlar ve gayeler ancak yöneticilerin insanların gönüllerindeki büyüklükleri ve saygmhklarıyla gerçekleştirilebilir. Sahabiler zamanında insanlar saygılarında daha çok dini ve hicretteki öncülükleri ölçü olarak alıyorlardı.
Sonra düzen bozuldu, bu nesil gitti ve ancak şekle ve görünüşe bakarak saygı gösteren başka bir nesil geldi. Bu sebeple kamu yararını gerçekleştirmek için şekil ve suretlere daha fazla önem verildi.
Ömer ibn el-Hattab (r.a) kendisi arpa ekmeği ve tuzla karnını doyururdu. Fakat valisi için her gün yarım gövde koyun tahsis ederdi. Çünkü o bilirdi ki kendi bulunduğu durumu bir başkası uygulamış olsa insanlar üzerinde etkili olamaz, insanlar ona saygı göstermezler ve muhalefete cesaret ederlerdi. O halde kendisinin dışındakileri düzeni muhafaza edecek başka bir konumda değerlendirmesi gerekirdi. Bu sebeple Hz.Ömer Şam'a geldiği zaman Muaviye ibn Ebi Süfyanın kendisine muhafızlar, kıymetli binitler, parlak ve pahalı elbiseler edindiğini ve padişahlar gibi bir hayat yaşadığını gördü.
Muaviye dedi ki:
Ben böyle şeylere muhtaç olduğumuz bir yerde yaşıyorum.
Hz. Ömer ona dedi ki:
Ben bunu sana ne emrederim, ne de yasaklarım. Bunun manası, sen buna muhtaç mısın, değil misin durumunu daha iyi bilirsin, demektir. Hz. Ömer'in ve diğerlerinin bu tavrı, devlet başkanlarının ve yöneticilerin durumlarının ülkelerin, nesillerin ve şartların farklılığına göre değişebileceğine delâlet eder. Böylece önceden bulunmayan süsler ve siyasetlerin yeniden ihdası gerekebilir, belki de bazı durumlarda bu yenilikleri yapmak vacip hale gelebilir.
4) Mekruh Bid'atler: Şer'i delillerin ve kuralların mekruhluk kapsamına aldığı bid'atlerdir. Mesela bazı ibadetler için faziletli günler tahsis edilmesi gibi. Bu sebeple Sahih'te geçtiğine göre -ki bunu Müslim ve diğerleri tahriç etmişlerdir- Rasulullah (s.a) cuma gününün oruç tutmaya veya cuma gecesinin gece ibadetine tahsis edilmesini yasaklamıştır.[77]
Belirlenmiş menduplarda birtakım ilavelerde bulunmak da bu çeşit bid'atlerdendir. Nitekim farz namazların hemen arkasından otuz üçer defa tesbih çekmek meşru kılındığı halde bunu yüze tamamlamak, bir ölçek fıtır sadakasını on ölçek yapmak gibi... Bu tür şeylere yapılan ilaveler Şârie karşı üstünlük taslama görüntüsü verdiği gibi bir edep azlığını da ifade etmesi sebebiyle bid'attir. Bir şeyin sınırlan belirlendiği zaman o sınırlarda durmaları ve onun dışına çıkmayı edebin azlığı olarak görmeleri büyüklerin şanındandır.
Vacibe bir ilavede bulunmak daha da şiddetli yasaklanmıştır. Çünkü bu, o ilaveyle birlikte onun vâcib olduğu inancının doğmasına yol açar. Bu sebeple İmam Mâlik (r.a) Ramazan orucu gibi itikat edilmesin diye Şevval ayında tutulan altı gün orucunun birbirine ulanmasını/peşpeşe aralıksız tutulmasını yasaklamıştır. Ebu Dâvud et-Tayalisi Müsned'inde tahriç ettiğine göre, bir adam Hz. Peygamber'in (s.a) mescidine girer, farz namazı kılar, hemen arkasından iki rekat daha kılmak için ayağa kalkar. Ömer ibn el-Hattab (r.a) ona der ki:
Otur, tâ ki farz namazın ile nafile namazın arasına bir fasıla vermiş olasın. Bizden öncekiler böyle helak oldular. Bunun üzerine Hz. Peygamber dedi ki:
"Allah seninle doğruyu gösterdi ey Ömer"[78]
Hz. Ömer bizden öncekilerin nafilelerle farzları birbirlerine eklediklerini ve hepsinin de vacip olduğuna inandıklarını ifade etmek istiyor. Bu, şer'i hükümleri değiştirmektir ve icma ile haramdır.
5) Mubah Olan Bid'atlara: Mübahlık delillerinin ve şer'i kurallarının kapsamına giren bid'atlerdir. Un eletmek için elek kullanmak gibi. Çünkü hayatın kolaylaştırılması ve düzene konulması mubah olan şeylerdendir. Bunun vasıtaları da mubahtır.
"O halde herhangi bir bid'at şer'i kurallar ve delillere arz edildiği zaman bu deliller ve kurallardan hangisinin kapsamına giriyorsa ona göre vâcipliğe, haramlığa veya başka bir bölüme dahil edilir. Mekruh olanları hesaba katmaksızın hepsine birden bid'at nazariyle bakılırsa o zaman bütün iyilik bütün kötülük ve şerler hepsi birden bid'at çıkarmak kapsamına girer.
Karafi'nin hocası[79] -bid'atlerin hükümlerini beş kısma ayırdıktan sonra- onları birbirinden ayırt etmenin kurallarını zikretti- Bunu bilmenin yolu bid'atı şer'i kurallara arz etmendir; vacibliğin kurallarına girerse o bid'at vaciptir...
Nihayet şöyle dedi:
Vacip olan bid'atlerin örnekleri vardır:
1. Allah'ın kelamını ve Peygamber'inin sözünü anlamaya yarayacak şeylerle meşguliyet. Bu vaciptir. Çünkü şeriati muhafaza etmek vaciptir.
2. Kitap ve Sünnetteki garip/kapalı, anlaşılması zor kelimeleri lügatten ezberlemek.
3. Fıkıh usûlünü tedvin etmek.
4. Sağlam/sahih rivayetler hasta ve zayıf olandan ayrıt etmek için cerh ve ta'dil konusunda söz söylemek
Sonra şöyle dedi:
Haram olan bid'atlerin örnekleri vardır: Kaderiye mezhebi, mürcie ve mücessime mezhebi gibi. Bunlara karşı cevap vermek ise vacip olan bid'atlerdendir.
Mendup bid'atlerin de örnekleri vardır; mesela, ribatlar (kaleler veya tekkeler) okullar, köprüler inşa etmek ve kurmak gibi. İlk dönemlerde bilinmeyen her türlü iyi şey de böyledir, Mesela tasavvufun inceliklerini konuşmak, tartışma yöntemlerini konuşmak, meseleleri müzakere etmek için -şayet bununla Allah'ın rızası kastediliyorsa- toplantılar düzenlemek gibi.
Mekruh olan bid'atlerin de örnekleri vardır. Mescitleri ve mushafları süslemek gibi. Kur'an'ı Arapça lafızlarını değiştirecek şekilde musiki ile okumak ise en kuvvetli görüşe göre haram olan bid'atlerdendir.
Mubah olan bidatlerin örneği ise şunlardır: Sabah ve ikindi namazlarını müteakip musafaha yapmak, yiyecek, içecek, giyecek ve mesken konusunda zevke göre yenilikler ortaya koymak, taylasan giymek, elbisenin yenlerini genişletmek gibi. Bunlardan bazılarında ihtilaf edilmiştir. Ulemadan bazıları bunları mekruh görmüşler diğerleri de bunları namazlardaki istiaze ve besmele gibi Hz. Peygamber (s.a) zamanında ve daha sonraki zamanlarda işlenen sünnetlerden saymışlardır. Onun söylediklerinin özeti burada sona erdi.
Karâfı, önceki söyledikleriyle birlikte bid'atlerin kısımlara ayrıldığını, dolayısıyle bid'atleri yeren delillerin bunların hepsini kapsayacak şekilde yorumlanamayacağını, bunları tahsis eden/sınırlandıran şeyler olduğunu açıkça ifade ediyor.[80]
Cevap: Bu taksim, şer'i delili olmayan, hatta kendi içinde de çelişkileri olan bir uydurmadan ibarettir. Çünkü bid'atin hakikati ne şer'i naslardan, ne de şer'i kaidelerden herhangi bir delilinin olmamasıdır. Çünkü şayet bir şeyin vâcipliğine, veya mendupluğuna ya da mübahlığına dair şer'i bir delil varsa o bid'at olmaz ve emredilen veya serbest bırakılan amellerin geneline dahil bir amel olur. Bunların hem bid'at olduğunu söylemek, hem de vacip veya mendup veya mübahlıklarına delâlet eden delillerin olduğunu söylemek zıdları birleştirmek demektir, (Birbirine zıt olan şeyler birleştirilemezler.)
Onlardan mekruh ve haram olanlar olduğunu başka bir yönden değil, bid'at oluşları yönünden kabul etmek mümkündür. Çünkü şayet bir şeyin yasaklığına ve mekruhluğuna delalet eden bir delil varsa bu onun bid'at olduğunu ispat etmez. Zira bunlar hırsızlık, adam öldürmek ve içki içmek gibi masiyet olmaları da mümkündür. Bid'atleri kesinlikle bu şekilde taksime tabi tutmak gerekmez. Ancak kendi bölümünde de anlatılacağı gibi mekruh ve haram diye iki kısma ayırmak mümkündür.
Ashab'i kiramın bid'atleri ittifakla reddettiklerine dair Karafi'nin söylediği şey doğrudur. Ancak onları taksimata tabi tutması doğru değildir. İşin tuhaf olan yönü ise farklı görüşlerin birbiriyle çarpışmasına ve icmayı delen şeylerin mevcudiyetini bilmesine rağmen bu konuda bir ittifakın olduğunu hikaye etmesidir. Sanki bu taksimatı yaparken hocasına düşünmeden, incelemeden uymuş gibidir. Çünkü İbn Abdisselam'ın mürsel maslahatların bizzat kendilerinin muayyen nassların hükümleri altına girmedikleri gerekçesiyle şer'i kurallarla uyum içinde olsalar bile onları bid'at olarak isimlendirdiği bellidir. İşte bundan dolayı onları bid'at lafzıyle isimlendirmeyi tasvibe delâlet, eden kurallar koydu. Çünkü o mesele üzerinde muayyen bir delil bulunmuyordu ve kendi koyduğu kurallara uyduğu için de onları bu şekilde isimlendirmek münasip düşüyordu. Taksimatı bu kurallara dayanarak yaptığı için, onun nazarında muayyen nasların hükmü altına giren fiillerle bunlar yani mürsel maslahatlar eş değerde oldular. O da mürsel maslahatları kabul edenlerden birisi haline geliverdi ve bu fiilleri lafzan bid'at diye isimlediriverdi. Nitekim Hz. Ömer (r.a) Ramazanda teravih namazını Mescidde cemaatle kılmayı bid'at diye isimlendirmişti, ileride bu konuya inşaallah temas edilecektir.
Karafi'ye gelince, onun bu taksimatı hocasının ve diğer insanların kastettiği mananın dışında bir manaya gelecek şekilde nakletmesi affedilemez. Çünkü o bu taksimatta herkese muhalefet etmiş ve böylece icmaya da muhalefet eden birisi haline gelmiştir.
(Şatıbi) daha sonra şöyle dedi:
Vacip (dediği) bid'ate gelince biraz önce o konuda söyleyeceğimizi söyledik, artık tekrar ona dönmeyeceğiz. Haram (dediği) bid'ate gelince, kesinlikle onda bid'at olma özelliği yoktur. Bilakis o, tamamen şeriatın emrine muhalefetten ibarettir. Farz kılınmış zekatlar ve takdir edilmiş nafakalar gibi gerekli şer'i hükümlere benzese de (gayri meşru vergiler koymak v.s.), insanların mallarını bâtıl/haksız yollardan yemek gibi aynı derecede haramdır. Yeri geldiğinde bunun açıklaması da inşaallah yapılacaktır. Birinci bölümde buna bir nebze temas edildi.
O halde bu kısmın herhangi bir taksimat yapılmaksızın mutlak olarak bid'at olduğunu söylemek doğru değildir.
Mendup (dediği) bid'ate gelince kesinlikle bu da bid'atlerden değildir. Misal olarak verdiği teravih namazının cemaatle mescitte kılınması örneğinde düşünmek ve araştırmakla bu mesele açıklığa kavuşacaktır. Gerçek olan şu ki, Hz. Peygamber (s.a) mescidde teravih namazı kılmıştır ve arkasında da insanlar toplanmışlardır.
Ebû Davud, Ebû Zerr'in şöyle dediğini rivayet etmiştik Biz Rasulullah (s.a) ile birlikte Ramazan orucunu tuttuk. Hz. Peygamber Ramazan ayının bitmesine bir hafta kalıncaya kadar bize (farz dışında) hiçbir namaz kıldırmadı. Ramazanın bitmesine yedi gece kalınca bize gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar namaz kıldırdı. Ramazanın bitmesine altı gece kalınca bize namaz kıldırmadı. Beş gece kalınca, gecenin yarısı geçene kadar bize namaz kıldırdı. Biz dedik ki:
Ey Allah'ın Rasulü bu gecenin tamamında bize namaz kıldırsaydınız? Hz. Peygamber cevaben dedi ki:
Bir adam, imam namazı bitirinceye kadar onunla birlikte namaz kılarsa bütün geceyi ihya etmeye eşdeğerdir. Ramazanın bitmesine dört gece kalınca Rasulullah (s.a) yine namaz kıldırmadı. Ramazandan üç gece kalınca, Hz. Peygamber (s.a) ailesini, kadınlarını ve insanları topladı, bize bütün gece namaz kıldırdı. Namaz o kadar uzadı ki biz sahuru geçireceğiz, diye korktuk. Ramazanın geri kalan gecelerinde Hz. Peygamber bize namaz kıldırmadı. Aynı şekilde Tirmizi de rivayet etti.[81]
Fakat Rasulullah (s.a) bunun ümmete farz olmasından korktuğu için teravihi cemaatle kılmaktan vazgeçti. Sahih'te Hz. Aişe'den gelen bir rivayette şöyle denilir. Hz. Peygamber (s.a) bir gece mescitte namaz kıldı, insanlar da onunla birlikte namaz kıldılar. Sonra ertesi gece yine namaz kıldı. Bu sefer insanlar daha çok idi. Üçüncü ve dördüncü gece insanlar yine toplandılar, fakat Hz. Peygamber (s.a) onların yanına çıkmadı.
Sabah olunca dedi ki:
Sizin toplandığınızı gördüm, fakat başka bir sebepten dolayı bunun size farz olmasından korktuğum için yanınıza çıkmadım."[82]
Bu olay Ramazanda cereyan etti. Bunu Mâlik el-Muvatta'da tahriç etti. Bu hadiste teravih namazını cemaatle kılmanın sünnet oluşuna işaret eden bir delilin olduğunu iyi bir düşünün. Çünkü ilk olarak Hz. Peygamber'in onlara namaz kıldırması Ramazanda mescitte cemaatle namaz kılmanın sahihliğine delildir. Bundan sonra farz olur korkusuyle mescide çıkmaması onun kesin olarak çıkmayacağına delâlet etmez. Çünkü onun zamanı vahy ve teşri zamanıdır, insanlar onunla amel ettikleri zaman mecbur edici bir vahyin inmesi mümkündür. Rasulullah'ın (s.a) vefatıyla birlikte teşri illeti ortadan kalktığı için iş aslına dönmüştür ve cevaz sabit olmuştur. Bunu nesheden/ortadan kaldıran başka bir delil de yoktur.
İki şeyden birisi sebebiyle Hz. Ebû Bekir (r.a)de bu namazı cemaatle kıldırmadı. Ya insanların bu namazı gecenin sonunda kılmalarını -ki insanlar öyle yapıyorlardı- gecenin başında cemaatle kılmalarından daha faziletli gördü, Turtûşî böyle olduğunu zikretti, ya da mürtetlerle meşgul olurken ve teravih namazından daha önemli diğer şeylerle meşgul olurken bu tür ayrıntıları düşünmeye zaman bulamadı.
Hz. Ömer (r.a) zamanında İslam, istikrarı yakalayınca ve haberlerde de geçtiği gibi Hz. Ömer, insanların mescitte öbek öbek namaz kıldıklarını görünce şöyle dedi:
Ben bu insanları bir okuyucunun/imamın arkasında birleştirirsem daha iyi olur. Nihayet bunu gerçekleştirdiği zaman da insanlara gece kılacakları namazın daha faziletli olacağını hatırlatmayı da ihmal etmedi. Sonra selef onun bu uygulamasının doğruluğunda ittifak etti ve onu onayladı. Ümmet, sapıklık üzere asla birleşmez.
Şayet denilse ki, Hz. Ömer (r.a) bunu bir bid'at olarak isimlendirdi ve "Bu ne güzel bir bid'attir." diyerek onu güzel gördüğünü söyledi, şeriatte "bid'at-i hasene" diye bir kavram sabit olduğu zaman bid'atleri mutlak olarak güzel görmek de sabit olur.
Buna verilecek cevap şudur: Hz. Ömer (r.a) onu mânâca bid'at olduğu için değil, Hz. Peygamber (s.a) onu terk ettiği ve Hz. Ebû Bekir (r.a) zamanında da vâki olmadığı için mevcut fiili durumun zahirine bakarak bid'at diye isimlendirmiştir. Kim bu yönüyle ona bid'at ismini verirse bu isimlendirmeye itiraz edilmez.[83] O vakit kelime anlamından hareketle bununla bid'atin cevazına dair hüküm çıkarılamaz. Çünkü bu, kelimelerin konuldukları anlamları değiştirmenin yanı tahrifin bir çeşidi olurdu.
Hz. Aişe (r.a) şöyle demişti:
Rasulullah (s.a) yapmayı sevdiği bir ameli terk etmişse, insanlar da o ameli işlerler de üzerlerine farz kılınıverir korkusuyla terk etmiştir."[84]
Hz. Peygamber (s.a) ümmetine acıdığı için visal orucunu[85] yasaklamış ve şöyle demiştir:
"Şüphesiz ben sizin gibi değilim; Ben Rabbimin yanında misafir edilirim de o beni yedirir içirir."[86]
Daha sonra insanlar inşaallah ileride de anlatılacağı gibi yasağın illetini bildikleri için (vahiy zamanı sona erdiği için) visal orucu tutmaya devam ettiler.
Karâfı verdiği örnekler arasında yöneticiler ve kadıların özel bir şekle/kıyafete bürünmelerini de zikretti. Bu da bid'at cinsinden bir şey değildir. İki şeyden dolayı bu bid'at değildir: Birincisi yüksek makam ve temsil sahiplerinin süslenmeleri ve güzel görünmeleri istenilen bir şeydir. Rasulullah'ın (s.a) de elçileri kabul ederken giydiği özel bir elbisesi vardır. Bunun illeti/sebebi yine Karafı'nin söylediği şeydir, yani bu o kişiye daha fazla heybet verir ve kalbleri daha fazla etkileyicidir. Büyüklerin saygınlığındandır. Büyükleri karşılamak için güzel elbiseler giymek de böyledir. Nitekim Eşec Abdi'1-Kays hadisinde bu geçmektedir. İkincisi, bunun özel bir delilinin olmadığını kabul etsek bile bu mürsel maslahatlar sözlük taksim sadece cinsinden bir şeydir. Onun da şeriatte sabit olduğu daha önce geçmişti. Hz. Ömer'in kendisinin arpa ekmeği yediği halde valisine yarım koyun tahsis ettiğini Karafi'nin söylemesi onun hakkında ne bir saygıyı, ne de saygısızlığı ifade eder. Belki onun ihtiyacı kadar olan şeyi ona tahsis etmiştir. Yoksa yarım koyun bazı valiler için yeterli olmayabilir, çünkü onların aile nüfusları, gelen giden misafirleri fazla olabilir; daha fazla elbiseye, binite ve daha başka şeylere ihtiyaçları olabilir. Bunu anlamak, arpa ekmeği yemeyi anlamaktan daha kolaydır. Ayrıca yeme ve içme ile ilgili hususlarda insanlara gösteriş olsun diye iyisini yapmak doğru değildir.
Karafi'nin, "önceden bulunmayan süsler ve siyasetlerin yeniden ihdası gerekebilir, belki de bazı durumlarda bu yenilikleri yapmak vacip hale gelebilir" şeklindeki sözlerini de iyice bir incelemek lâzımdır.
Genel anlamı içinde bu söz de o bölümün sonunda söylemiş olduğu: "Bütün iyilik ve hayırlar ittihadadır/sünnete bağlanmaktadır ve bütün kötülük ve şerler ise bid'at çıkarmaktadır." sözüne aykırıdır.
Bu söz sonradan bir şey icat etmenin/bid'at çıkarmanın tamamen şer olduğu anlamını gerektirir. Bu sözle bir bid'atin vacip de olabileceğini söylemeyi birleştirmek/uyuşturmak mümkün değildir. Kendisi bir bid'atin vacip de olabileceğini söylemektedir. Vacip olduğu zaman onunla amel etmek gerekecektir. O tamamen şer olan şeylerin içinde geçtiği için (aynı anda) hem yapılması emredilen, hem de terk edilmesi emredilen bir şeydir. Bu ikisi gasbedilen yerde namaz kılmak gibi değildir. Çünkü onu birbirinden ayırmak mümkündür, (yani ikisi ayrı ayrı olgudur.) Burada ise durum şudur: Bid'at vacip olduğu zaman özellikle içerisinde şer olduğu varsayıldığı halde onu yerine getirmek vacip olur. Böyle bir durum ise zorunlu olarak bir çelişkidir. Çeşitli gayelerle süslenmek ayrı ayrı değerlendirildiğinde bunların içinde de yanlış olanların bulunabileceği aşikardır.
Yeni siyasetler üretmeye gelince bu, şer'i delilin gereğine uygun olarak cereyan ederse bid'at değildir. Şer'î delilin dışına çıkarsa bu nasıl mendup olur? Bu mesele de tartışma götürür.
Mekruh bid'atler kısmında ise genel olarak bid'at cinsinden şeyler söyledi ki bunlara söylenecek bir söz yoktur. Veya sırf ibadet olan şeyler üzerine bir şey ilave edilmemesi ve eksiltilmemesi gibi ihtiyat cinsinden şeyler söyledi ki bu da doğrudur. Çünkü ibadetlere ilave yapmak ve onlardan eksiltme yapmak çirkin birer bid'attir. Yasak olması yönünden böyle durumlara ve onlara vasıta olacak şeylere karşı ihtiyatlı olmak gereklidir.
Mubah olan bölümde un eleklerini örnek gösterdi. Halbuki bunlar gerçekte bid'at değil, hayatı kolaylaştırıcı vasıtalardır. Hayatı kolaylaştırmak ve refahı yükseltmek için çalışan kimseye bid'at çıkarıyor denilemez. Ancak bu yiyecekte israf etmek olarak kabul edildiği zaman bid'atle ilgili olabilir. Çünkü israf kemiyet yönünde olabileceği gibi keyfiyet yönünde de olabilir. Un elekleri her iki kısma da dâhil olabilir. Eğer (kişi) israfı kendi malından yapıyorsa mekruhtur. İsraf değilde sırf bir eşya olarak kullanılırsa o da caizdir, çünkü eşyada aslolan cevazdır.
Tarihçilerin anlattığına göre insanların ilk defa icat ettikleri dört şey vardır: Un elekleri, karın doyuracak şeyler, yemekten sonra çövenle elleri yıkamak ve sofralarda yemek yemek. Bunların hiç biri -naklen sabit olsa bile- bid'at değildir. Başka bir durumla ilgilidir. Şayet bid'at olduklarını kabul edecek olursak o zaman da mubah olduklarını kabul edemeyiz. Bilakis sapıklık olurlar ve yasaklanmış olurlar. Fakat biz onların bid'at olmadıklarını söylüyoruz.[87]
İzzüddin'in söylediklerine gelince bu konuda söylenecek söz daha önce söylenenler gibidir. Vâcip bid'atlere örnek olarak verdiği şeylerden öyleleri vardır ki bunlar vacibin ancak kendileriyle tamamlandığı şeyler cinsindendirler (yani onlar olmadan vacibi yerine getirmek mümkün olmaz) Nitekim kendisi de öyle söylüyor. O halde bunlar selef tarafından yapılmış olması ve şeriatte özel olarak onlar hakkında bir aslın/delilin olması şart değildir. Çünkü bunlar bid'at değil, mesalih-i mürsele cinsinden şeylerdir.
Bu ikincisiyle ilgili söylenecek söz daha önce geçti. Birincisine gelince o da bid'at değildir. Çünkü meselâ, bir kimse hac farizasını yapmak üzere havada uçarak veya suda yürüyerek gitse o kişi bid'atçi sayılmaz. Çünkü maksat, farzı eda etmek için Mekke'ye ulaşmaktır. Bu da en iyi şekilde hâsıl olmuştur. Bu da öyledir.
Bunun bir sebebi de bu tür şeyleri daha önce tasavvuf konusunda kitap yazanlardan bazılarının kötülemiş olmaları ve bunları bid'atler cümlesinden saymalarıdır. Halbuki bu doğru değildir. Daha önce insanların onların söyledikleri şeyin zıddı üzerinde icma etmiş olmaları onları reddetmek için yeterlidir.
Bir diğer sebep de el-Kasım ibn el'Muhaymera'dan nakledilen şeydir. Onun yanında Arap dili ilminden söz edilince şöyle dedi:
Bu ilmin başlangıcı kibir, sonu ise taşkınlıktır.
Ve seleften birisinin şöyle dediğini nakletti:
Nahv, kalbten huşuu giderir. Kim bütün insanları gözünde küçük görmek isterse nahv ilmini öğrensin. Buna benzer başka şeyler daha nakletti. Çünkü bunların hiçbirisi Arap dili ile meşguliyeti kötülemek için delil olamaz. Çünkü nahv, bid'at olduğu için kötülenmemiş belki onunla birlikte fazladan iktisab edilen bir şey sebebiyle kötülenmiştir. Nitekim diğer kötü âlimler de ilimleri sebebiyle değil, bilakis kendilerine arız olan kibir ve kendini beğenmişlik yüzünden verilmişlerdir. Bundan dolayı ilmin bid'at olması gerekmez. Kendileriyle yerilmiş bir vasfın iktisap edildiği ilimlerin "bid'at" diye isimlendirilmeleri ya önce bu isimlendirmeye ihtiyaç duyulmayıp daha sonra ihtiyaç duyulacağından dolayı mecazî bir anlam ifade eder, ya da bid'at konusundaki bilgisizliği ifade eder. Çünkü şer'i ilimler, bu ilimlerin sahibine kibir ve kendini beğenmişlik/böbürlenme ve diğer kötü vasıflar kazandırmaz ve sonuçta kendilerinin zemmedilimelerine sebep olmazlar.
Bu mutasavvıflardan bazıları, geçmişteki bazı âlimlerden şöyle bir söz nakletmişlerdir:
İlimler dokuzdur. Bunlardan dört tanesi sünnet olan ilimlerdir ve sahabiler ve tâbiilerce de bilinmektedir. Beş tanesi ise selefçe bilinmeyen bid'at ilimlerdir.
Bilinen dört, ilim şunlardır:
Kur'an ilmi, iman ilmi, eser/rivayet ilmi ve fetva ilmi.
Bid'at olan beş ilme gelince onlar da şunlardır:
Nahiv ilmi, aruz ilmi, kıyas ilmi, fıkıhta cedel ilmi ve akli ilimler.
Şayet böyle bir nakil/rivayet varsa evvela şunu söyleyelim ki gerçek, onun söylediği gibi değildir. Çünkü Arap diliyle meşgul olanlar Ebû'l-Esved ed-Düelî'den naklen anlatırlar ki Hz. Ali ibn Ebi Talib (r.a) nahiv konusunda kurallar konulmasına işaret eden kişidir. Bir bedevinin Tevbe süresindeki[88] ayetindeki "Rasûluhu" kelimesini "Rasûlihi" şeklinde esreli olarak okuduğunu işittiği zaman Hz. Ali nahvin gerekliliğine işaret etmiştir. İbn Ebî Müleyke'den rivayet edildiğine göre Hz. Ömer ibn el-Hattab (r.a), Kur'an-ı Kerim'i ancak lügati/dili bilen kimsenin okumasını emretti ve Ebu'l Esved'in okumasmı emretti, Ebu'l-Esved de nahvin kurallarını koydu. Aruz da nahiv cinsinden bir ilimdir. Nahiv ve Arap diline râşit halifelerden birisi tarafından işaret edildiği zaman bunlar râşit hâlifelerin sünnetlerinden bir sünnet olur. Bunun böyle olmadığı kabul edilse dahi mesalih-i mürsele kuralı Arap ilimlerini de kapsamına alır. Yani meşru şeyler kabilinden olur. Bunlar mushafların yazılması ve şer'i hükümlerin tedvini cinsindendir. el-Kâsım ibn Muhaymera'dan naklen anlatılan şeylere gelince o bu görüşünden dönmüştür. Ahmed ibn Yahya Saleb dedi ki:
Nahvi kötüleyen din âlimlerinden birisi idi ve şöyle diyordu:[89]
Başlangıçta onu öğrenmeye çalışmak bir meşguliyettir. Sonunda ise o ilmi bilen kişi insanları küçük görmeye başlar. Bir gün o: "Allah'ın kulları arasında O'ndan ancak bilginler korkarlar."[90] âyetinin harekelerini yanlış söyleyerek "Allah, bilgin kullarından korkar" manasına gelecek şekilde okumuştur.Bunun üzerine ona denildi ki:
Bilmediğin için küfre düştün:
Hâşâ Allah bilginlerden korkar, dedin? Şu karşılığı verdi:
Bunu bilmeye delâlet eden bir ilimden dolayı asla bir kimse ayıplanmamalı. Osman ibn Said ed-Dâni dedi ki:
Ahmed ibn Yahya'nın sözünü ettiği din âlimi el-Kâsım ibn Muhaymera'dır. Osman ibn Said ed-Dâni devamla dedi ki:
Abdullah ibn Ebû İshak ile Muhammed ibn Şîrîn arasında bir konuşma geçti. İbn Şîrîn, nahivcileri kötülüyordu. Bir cenazede birleştiler. İbn Şîrîn söz konusu âyeti şeklinde lafzatullah'ı merfu (ötre) olarak okudu. Bunun üzerine İbn Ebi İshak ona dedi ki:
Küfre girdin ya Ebâ Bekir, üstelik Allah'ın Kitabını ayakta tutan kimseleri ayıplarsın öyle mi? İbn Şîrîn dedi ki:
Eğer hata ettiysem Allah'a istiğfar ediyorum.
Kıyas ilmine gelince onun aslı da sünnette vardır. Sonra selef, kıyası bilirdi. Kıyası kötüleyen rivayetler sonra geldi. Onlar bu rivayetleri fasit kıyasa yorumladılar. Kıyas, deliller hakkında düşünüp inceleme yapmak cinsindendir. Selef, hakkında nas bulunmayan içtihadı meseleleri incelemek üzere bir araya gelirler ve hakkın ortaya çıkarılması için birbirlerine yardımcı olurlardı. Bu, iyilik ve takvada yardımlaşmak ve emredilen istişareyi yapmak cinsinden bir şeydir. Her ikisi de müslümanlara emredilmiştir.
Aklî ilimlere gelince bunun aslı/delili de Kitap ve Sünnette vardır. Çünkü Allah Tealâ kendi dininin muhaliflerine karşı akli deliller getirmiştir. Meselâ bunlardan bazıları şöyledir:
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti.[91]
"Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren, daha sonra da dirilten Allah'tır. O'na koştuğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var mıdır?"[92]
"Gösterin bana, onlar yerdeki hangi şeyi yarattılar? Yoksa onların göklerde mi bir ortaklıkları var?"[93]
Kur'an Hz. İbrahim'in (a.s) kâfirlerle olan tartışmasını şöyle hikaye eder:
"Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü. Yıldız batınca batanları sevmem dedi."[94]
Hadiste de bununörnekleri vardır. Meselâ kendisine hastalıkların bulaşmasından söz edildiğinde
"Ya ilk defa o hastalığa yakalanana bunu kim sirayet ettirdi?"[95] demiştir.
Ayet ve hadislerde bu şekilde aklî izahlar varken akli ilimlerin bid'at olduğu nasıl söylenebilir?
İzzüddin'in, "Kaderiyye'ye ve diğer bid'atçilere cevap vermek de vâcib bid'atlardandır." sözü de yeterince açık değildir. Vâcib olduğu kabul edilse bile bu masâlih-i mürseledendir.
Haram olan bid'atlerle ilgili örneklere gelince bunların haramlıkları gayet acıktır. Mendup olan bid'atlere dair verdiği örneklere gelince, ribatlar ve medreseler inşa etmek bunlardandır. Şayet ribatlarla içinde askerlerin nöbet tutacağı kaleler ve sınır karakolları kastedilmişse şüphesiz bu meşrudur ve bid'at değildir. Şayet bu ribatlarla içinde kalacak kimseleri dünyadan el etek çektirip ibadete yöneltmek için yapılan binalar kastediliyorsa -çünkü muhaddislerin iddialarına göre ribatlar kendilerini ibadete verenler için dini amaçla inşa edilen ve orada kalanların yiyecek, giyecek ve maişetlerini karşılamak üzere kendilerine vakıflar tahsis edilen binalardır- bunların mutlaka şer'i bir aslı ya vardır veya yoktur. Şayet şer'i bir aslı/delili yoksa, değil mubah olmak veya mendup olmak, bunlar birer sapıklık olan bid'atlere dahil olurlar. Şayet bunların şer'i aslı/delili varsa o zaman da bid'at olmazlar. Bunların bid'atler sınıfına dahil edilmeleri doğru değildir.
Sonra, tasavvuf konusunda eser yazanlardan bu mesele üzerinde konuşan pek çok kişi ribatlarla (tekke ve zaviyelerle), içerisinde fakir muhacirlerin toplandığı peygamber mescidindeki suffe arasında ilgi kurmuşlardır. Suffe ehli hakkında şu âyetler inmiştir:
"Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma!"[96]
"Sabah akşam Rablerine O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et."[97]
Allah Teala onları, sırf Allah rızasını gözeterek dualarıyle ve ibadetleriyle kendilerini Allah'a verenler diye nitelendirmiştir. Bu onların Allah'a dua ederek kendilerini Allah'a ibadete verdiklerinin delilidir. Çünkü onların gayesi Allah'ın rızasını kazanmaktır ve hiçbir meşguliyet onları bu maksatlarından alıkoyamaz. Biz de ancak o suffenin bir benzerini veya ona yakın bir şeyi yaptık ve kendilerini Allah'a vermek, ibadete sarılmak, dünyadan ve dünya meşguliyetlerinden soyutlanmak isteyenler orada toplanırlar. Bu, insanlardan uzaklaşıp iç dünyalarının ıslahıyle meşgul olan velilerin durumudur.
Bunlar yönlerini hakka çevirmişlerdir ve yukarıda zikredilenlerin yolundan gitmektedirler.
Ancak bunlar herhangi bir mülahazayla bid'at diye isimlendirilmiştir. Hayır, hayır, bunlar bid'at değil, sünnettir. Buralara mensup olanlar da sünnete tâbi olmuş kişilerdir. Bu, insanlara özel bir tarikattir/yoldur. Bu sebeple onlardan birisine:
Ne kadar miktara zekat gerekir? Denildiği zaman,
"Bizim mezhebimize göre mi, yoksa sizin mezhebinize göre mi?" diye sorar, sonra şöyle der:
"Bizim mezhebimize göre mahn-mülkün hepsi Allah'ındır sizin mezhebinize göre ise şöyle şöyledir. Bütün bunlar, insanların pek çoğunda görülen bir durumdur. İyice araştırılırmamış, şer'i delile, sahabe ve tabiilerin uygulamalarına göre değerlendirilmemiştir.[98]
Bu mesele üzerinde Allah'ın izniyle biraz ayrıntılı söz etmek gerekecektir. Tâ ki bu konuda insaf sahibi ve kendini aldatmaya çalışmayan kimseler için hakikat ortaya çıkmış olsun. Şimdi mesele şöyledir: Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye hicret ettiği zaman Mekke'de ve diğer yerlerde bulunan bütün müminlere de hicret vacip olmuştu. Bunlardan kimisi kendisi için bir tedbir olmak üzere maliyle birlikte hicret ediyordu, kimisi bir başka şeyiyle birlikte hicret ediyordu. Medine'ye geldiği zaman da ticaret veya başka bir meslekten ise o mesleğini kullanıyordu. Mesela Hz. Ebu Bekir (r.a) bütün servetiyle birlikte hicret etmişti. Servetinin miktarı beşbin dinardı.
Onlardan kimisi de canını kurtarıyor, malından hiçbir şeyi kurtaramıyor ve Medine'ye elleri boş geliyordu.
Medinelilerin ekserisi bahçelerinde ve mallarında kendileri çalışıyorlardı. Başkalarına verecekleri fazladan bir işleri yoktu. Ensar, muhacirlerden bazılarını mallarına ortak etmişlerdi. Beni Nadir kıssasından anlaşıldığına göre bunlar çoğunluktaydı. İbn Abbas (r.a) bu kıssayı şöyle anlatır: Hz. Peygamber (s.a) Beni Nadir yurdunu fethedince Ensar'a dedi ki:
"İsterseniz bu ganimetleri muhacirler arasında taksim edeyim, sizler bundaki hissenizi onlara bırakmış olursunuz. Böylece muhacirler de sizin üzerinize yük olmaktan çıkmış olurlar. Çünkü onlar maişetlerinde (şimdiye kadar) hep size bağlı kaldılar."
Ensar Hz. Peygamber'in bu teklifine "evet" dedi. Hz. Peygamber de öyle yaptı. Yalnız ensar arasından sadece Ebü Dücâne[99] ve Sehl ibn Huneyfe ganimetten pay verdi. Onların fakir olduklarını zikretti.
Muhacirler de Rasulullah'a (s.a) şöyle demişlerdi:
Ey Allah'ın Rasulü! Yanlarına geldiğimiz kavmin -yani Ensar'ın emsalini görmedik. Ellerinde azıcık bir şey olsa, bizimle paylaşıyorlar. Bolluk içinde olurlarsa da bol bol veriyorlar. Onlar bizim sıkıntılarımızı giderdiler, kendi imkanlarına bizi de ortak ettiler. Hatta o kadar ki bütün sevabı ve mükafaatı onların alıp götürmesinden korkarız. Hz. Peygamber bunun üzerine onlara dedi ki:
Hayır! Onları övdüğünüz ve onlara hayır dua ettiğiniz müddetçe siz de aynı sevaba müstehaksızın."
Muhacirlerden kimisi hurma çekirdeklerini topluyor, onları eziyor, deve yemi olarak satıyor ve geçimini bununla sağlıyordu.
Kimisi de yiyecek ve mesken temini için hiçbir kazanç yolu bulamamıştı. Rasulullah (s.a) onları mescidindeki bir sofada (Suffede) topladı. Suffe, mescidin müştemilatından bir gölgelik idi. Bu insanlar oraya sığınmışlar ve orada oturuyorlardı. Çünkü kendilerinin ne malları, ne de aileleri vardı. Rasulullah (s.a) insanları onlara yardıma ve iyilik yapmaya teşvik ediyordu. Allah kendisinden razı olsun, Ebû Hureyre onları bize anlattı. Çünkü kendisi de onlardan birisiydi ve insanların içinde onları en iyi tanıyandı. Sahih'de dedi ki:
Ashab-ı suffe İslamın misafirleridirler. Hiçbir ailenin yanına sığınamamışlardı. Dayanacakları malları ve kimseleri yoktu. Hz. Peygamber'e (s.a) bir sadaka geldiği zaman onlara gönderirdi. Ondan hiçbir şey almazdı. Bir hediye geldiği zaman da onlara gönderirdi. Yalnız hediyeden bir miktarını kendisi alır ve onlarla ortak olurdu.[100] Onları İslamın misafirleri olarak tanımlar ve gördüğün gibi misafirlik hükmünü onlara uygulardı. Misafir ağırlamak genel bir zorunluluk idi. Çünkü çöle inen kimseler ne bir konaklama yeri bulabiliyorlardı, ne de satın alacakları bir yiyecek bulabiliyorlardı. Çünkü bedevilerin yiyecek ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri çarşıları ve barınacakları hanları yoktu. Misafir/yolcu zengin de olsa zor durumda kalıyordu. Bu sebeple o bölgenin sakinlerinin gelen misafiri/yolcuyu tekrar yola koyuluncaya kadar ağırlaması gerekirdi. Yolcu mal mülk sahibi değilse bu ağırlamayı yapmak daha da isabetli bir davranış olurdu. Ashab-ı Suffe'nin durumu da böyle idi. Evleri bulunmadığı için onlar kendilerine bir ev buluncaya kadar Hz. Peygamber (s.a) kendilerini Mescitte barındırdı. Ayrıca yiyecek bir şeyleri oluncaya kadar da onlara yardım edilmesini teşvik etti.
Allah'ın şu âyetleri onlar hakkında nazil oldu:
"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden çıkardıklarımızdan hayra harcayın... Yapacağınız hayırlar kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşmayan fakirler için olsun.[101]
Allah Teala onları birtakım vasıflarla tanıtmaktadır. Bu vasıflarından bazıları şunlardır: Onlar kendilerini Allah yoluna adamışlardır. Yani onlar Allah'ın Rasulü birlikte cihada yöneldiklerinde sanki düşman kendilerini muhasara etmiş de mesken ve maişet temini için yeryüzünde yürüyemez hale gelmiş kişiler gibidirler. Sanki düşman Medine'yi kuşatmış da bu sebeple ne ganimetleri kazanıncaya kadar cihad edebiliyorlar, ne de kafirlerin korkusu ve öncelikle zayıflıkları sebebiyle ticaret yapma veya başka bir şeye kendilerim verebiliyorlar. Böylece asla çalışma imkanı bulamıyorlar. Denildi ki:
"Yeryüzünde (kazanç için) dolaşamıyorlar" âyeti, Rasulullah (s.a) ile birlikte onlar yaralandılar da onulmaz bir hastalığa yakalandılar, demektir.
Yine onlar hakkında şu âyet inmiştir:
"(Allah'ın verdiği bu ganimet malları) yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan... fakir muhacirlerindir."[102] Görüyorsun ayet-i kerimede "çıkarıldılar" denildi de "çıktılar" denilmedi. Yani kendi istekleriyle çıktıkları zannedilmesin, onların yurtlarından çıkmaya zorlandıkları açıktır. Şayet çıkmamaya bir çare bulsalardı onu yaparlardı. Bu, malından mülkünden kendi isteğiyle uzaklaşmanın Şâriin maksadı olmadığının delilidir. Şer'i deliller bunu göstermektedir. Hz. Peygamber (s.a) bunun için onları Suffe'de barındırmıştır.
Onlar bu esnada Kur'an ve sünneti öğrenmekle meşgul oluyorlardı. Ebû Hureyre bunların bir örneğidir. O kendisini buna adamıştır. Görmüyor musun bir hadiste o şöyle demektedir:
"Ben karın tokluğuna Hz. Peygamber'den hiç ayrılmıyordum. Arkadaşlarım bulunmadıkları zamanlar (onun her şeyine) şahit oluyor, onlar unuttukları zaman ben ezberliyordum."[103]
Onlardan kimisi de kendilerini Allah'ın zikrine, ibadete ve Kur'an okumaya veriyorlar, Hz. Peygamberle birlikte savaşa gidiyorlar, o kalktığı zaman onlar da onunla beraber kalkıyorlardı. Nihayet Allah Teala, yüce Peygamberine ve müminlere fethi/zaferleri nasib ettiği zaman evi, barkı, maişet imkanı ve ailesi olan diğer müminler gibi onlar da aynı imkanlara sahip kimseler haline geliyorlardı. Artık onları suffede kalmaya mecbur eden mazeret ortadan kalktığı için de sivil hayata dönüyorlardı.
Bütün bu verdiğimiz bilgilerden ortaya çıkan sonuç şudur: Suffede kalmak, kişinin kendi kendine istediği kasıtlı bir davranış değildir. Veya kalabileceklerin orada kalmaları menduptur denildiği için fakirler suffe binasında kalmayı istemiş değillerdir. Ya da çalışıp kazanmayı terk etmek, maldan mülkten uzaklaşıp zaviyelere çekilmek ehl-i suffenin durumuna benzemektir diye bir şey söylenmiş de bu olay meşru hale gelmiş de değildir. Bu yüce bir mertebedir, çünkü bu Hz, Peygamber'in (s.a) Suffe Ashabına benzemektir, Ashab-ı Suffe'yi Allah teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatmaktadır:
"Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları yanından kovma!"[104]
"Sabah akşam Rablerine O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et..."[105] denilerek tekke ve zaviyeleri mesken tutmanın meşruluğuna delil getirilemez. Bütün bunlar onların iddia ettikleri gibi değil, bilakis bizim daha önce ifade ettiğimiz gibidir.
Bunun ameli delili şudur: Onlar devamlı Suffe de kalmayı gaye edinmemişlerdir. Ne Ashab-ı Suffe, ne de diğerleri orada sürekli kalmamışlar ve Hz. Peygamber'in vefatından sonra orada ömür sürmemişlerdir. Şayet orada devamlı kalmayı Şârî kasdetmiş olsaydı öncelikle onlar bu kastı anlamaya, orada kalmaya ve her türlü meşguliyeti terk edip orada ikamet etmeye ve bulundukları yerleri yenilemeye layık kimselerdi. Fakat onlar kesinlikle bunu yapmadılar. O halde bu manada Ehl-i Suffe'ye benzemek ve bu manada tekkelerde ve zaviyelerde kalmak doğru değildir. Kişi, bu noktayı iyi anlamalıdır. Çünkü dinini selef'i sâlihten ve mütehassıs âlimlerden almayan kimselerin ayaklarının kaydığı nokta burasıdır.
Akıllı bir kişi, çalışmayı bırakıp tekke ve zaviyelere çekilmenin mubah ya da mendup ve başka şeylerden daha faziletli bir davranış olduğu zannına kapılmaz. Çünkü bu doğru değildir. Bu ümmetin sonraki nesilleri ilk nesillerden daha doğru bir hal üzere olamazlar. Sonraki şeyhlerin ameline aklanan miskinler, sûfiler diye nitelenen bu cemaatin ilk kurucularına da muhalefet etmişlerdir.*Çünkü Fudayl bin lyad, İbrahim ibn Edhem, Cüneyd, İbrahim el'Havvas, Haris el-Muhasibî ve Şiblî gibi bu meydanın öncüleri tekke ve zaviyelere kapanmamışlar, ibadet/zikir yapmak üzere toplanmak ve dünyadan el etek çekmek için Suffe'ye benzeyen binalar yapmamışlardır. Tekke ve zaviyelere kapanıp dünya ile ilgisini kesen bu kişiler hem Allah Rasulü'ne (s.a) hem selefi salihe, hem de mensup oldukları tarikat şeyhlerine muhalefet etmektedirler.[106]
İlmin sâdece mescitlerde okutulmasının sünnet olduğu varsayımından hareketle bu tür yerleri inşa etmenin bid'at olduğu söylenebilir. Halbuki böyle bir şey yoktur. Bilakis ilk dönemlerde ilim her tarafa yayılmıştır. Mescitlerde, evlerde, seferde, hazarda, hatta çarşı ve pazarlarda bile ilim yapılmıştır. İnsanlardan birisi bir medrese yani talebelere bir yer hazırladığı zaman, kendi evlerinden bir evi veya bahçeyi hazırlamaktan başka ne yapabilir? Bunun neresinde bid'at var?
Eğer denilse ki: Başka yerlerin değil de sadece buraların ilme tahsis edilmesi bid'attır, cevap olarak denilir ki, buradaki tahsis ibadet cinsinden bir tahsis değil, sadece diğer işlerde olduğu gibi bir yer belirlemeden ibarettir. İlim yapmak için böyle yerlerin tahsis edilmesi de bid'at değildir. Üzerinde durduğumuz bu konu da böyledir. Tekke ve zaviyeler ise böyle değildir. Çünkü onlar Suffe'ye benzeyerek ibadet maksadıyle tahsis edilen yerlerdir. Niyet ve örf ile de ibadet cinsinden şeyler olmuşlardır. Hatta o kadar ki oralarda kalanlar, inanç, mezhep, kılık, kıyafet ve itikat yönünden de başkalarından farklıdırlar.[107]
Çünkü bu, yolların ıslahı ve yolcuların sıkıntılarının giderilmesiyle ilgili bir konudur. İmanın şubeleri içerisinde bunun da bir aslı/delili vardır. Yoldaki eziyet verici şeylerin kaldırılması Hz. Peygamber tarafından imanın şubelerinden birisi olarak haber verilmiştir. Bu sebeple köprüler inşa etmenin bid'at sayılması asla doğru değildir.
İzzüddin'in "ilk asırda/sahabe asrında bilinmeyip sonradan icat edilen bütün iyilikler mendup bidatlerdendir" sözünün de açıklanması gerekir. Sonradan icat edildiği farz edilenin öncelikle taabbüdî bir kayıtla mukayyet olduğu, şer'i olarak mutlaka anlaşılır. Şayet manası akılla kavranılamayan böyle bir kayıt varsa, o kaydın dışına çıkılarak onunla amel edilmesi caiz değildir. (Yani o iyilik ancak o kayda bağlı kalınarak yapılabilir.) Şayet, şeriatın aslındaki taabbudi bir kayıtla bağlı değilse ne şekilde vâki olursa olsun bid'at değildir, denilemez. Taabbudi kayıtla bağlı olmayan iyiliklerdeki bid'at durumu mutlaka şu üç şeyden birine dahildir:
Birincisi: Şer'î aslın dışına çıkılmasıdır. Mesela başa kakma ve eziyet ederek yapılan iyilik gibi ve hayatını el emeğiyle kazanan ve bolca da ödünç alıp veren kişinin sadaka vermesi gibi.
İkincisi: Dışına çıkılmayan tek bir şekilde yapılan iyilik ki câhil olan kimse bu şeklin dışında yapılacak bir iyiliğin caiz olmadığını zanneder. O zaman böyle bir bağlayıcılık bir nevi bid'at, hatta kötülenmiş sapık bir bid'at olur. Bunun açıklaması inşaallah ileride gelecektir. O halde buna mendup ve müstehap denilemez.
Üçüncüsü: Manası ve mahiyeti aklen kavranabilen şeyleri de kavranamayan şeyleri de kötü birer bid'at olarak gören kimselerin görüşüne göre cereyan eden iyilik. Onlara göre mesela unu elemek bile mekruhtur/kötü bir bid'attir. Onlara göre bir bid'at mubah da olmaz, müstehap da olamaz. Teravih namazı konusunda söylenecek söz ise daha önce geçti.[108]
Tasavvufi incelikleri konuşmak mutlak manada bid'at değildir. Ve mutlak olarak delil ile sahih olan şeylerden de değildir. Bilakis konuyu bölümlere ayırıp, her konuyu ayrı ayrı değerlendirmek gerekir.
Öncelikle tasavvuf kelimesinin açıklığa kavuşturulması gerekir ki hüküm anlaşılan bir şeyin üzerine bina edilmiş olsun. Çünkü konu bu sonrakiler nazarında mücmel/genel ve açıklanmaya muhtaç bir konudur. O halde bu konuda ilk dönem mutasavvıflarının söyledikleri sözlere müracaat edelim.
Özet olarak onlara göre tasavvuf kelimesi iki anlama gelir Bunlardan birisi her türlü iyi ahlak ile ahlâklanmak ve her türlü kötü ahlaktan sıyrılmak demektir. Diğeri ise nefsinden yok olup Rabbi için beka bulmaktır. Gerçekte her ikisi de aynı manaya gelir. Ancak bunlardan birincisi başlangıçtaki durumu ifade etmeye uygundur. Diğeri sonundaki durumu ifade etmeye daha uygundur. Her ikisi de bir nitelemedir. Ancak birincisi onu bir hale bağlamaz, ikincisi bir hale bağlar. Bazan her ikisi de başka bir lafızla ifade edilebilir; birincisi teklifi bir amel/sorumlu olunan bir fiil, ikincisi ise onun sonucu ve semeresi olur. Birincisi zâhirin/dış görünüşün tanıtımıdır, ikincisi ise bâtının/iç görünüşün tanıtımıdır. İşte her ikisi birden tasavvuftur.
Bu sabit olduğuna göre birinci anlamıyle tasavvuf konusunda konuşmak bid'at değildir. Çünkü o, amellerin üzerine bina edildiği fıkha/derin bir anlayışa götürür. Onlardaki hastalıkları ve arızalan açıklar ve meydana gelen bozuklukların hangi yollarla ıslah ve tedavi edileceğini öğretir. Bu da sahih fıkıhtır. Kitap ve sünnette bunun benzerine bid'at denilmez. Ancak benzerleri selef-i sâlih zamanında bilinmeyen fıkhın fürûuna bid'attir denilmesi bunun dışındadır. Meselâ onların zamanında bilinmeyen selem akitleri, icarlar, cerrahlık, dalgınlıkla ilgili meseleler, şahitliklerden dönme, veresiye satışlar ve benzeri şeyler böyledir.
Alimler selef zamanında bulunmayıp istinbat ile ortaya konulan fürûu ne kadar ince ve güç meseleler de olsalar mutlak olarak bid'at diye isimlendirmezlerdi. Zahir ve bâtın ahlakının füruuna ait inceliklerine de bid'at denilmez. Çünkü hepsi de şer'i asıllara dayanırlar.
Tasavvufun ikinci anlamına gelince, bu konuda konuşmak da birkaç neviden olur:
Birincisi: Sâliklerin vicdanı tevhid nurunu üzerlerinde hissettikleri zaman karşılaştıkları arızalar ve problemlerle ilgilidir. Sâlik bu tür problemlerle karşılaştığı zaman içerisinde bulunduğu halin ve vaktin gereğine göre ve özel problemde ihtiyaç duyduğu şeyleri ve rahatsızlıklarını şeyhine müracaat ederek anlatır. O problemlerin sebeplerinin tesbiti konusunda şeyhin kendisine yapmış olduğu açıklamalar kendi durumuna ve problemin durumuna göre onun sâlik hakkındaki güvenilir önsezisine dayanır. Şeyhi onu kendisine uygun şer'i vazifelerle ve şer'i zikirlerle ya da sâlikin maksadına zararlı bir şey arız olmuşsa onu düzeltmek suretiyle tedavi eder. Bu tür arıza ve problemlerle sâlik ancak bazı şer'i kaideleri ihlal ettiği zaman çok nâdir olarak karşılaşır. Mürid, sülûkünü başlangıcında bu kuralların üzerine bina eder. (Bu kuralların ihlali problemin sebebidir.) Bu sebeple şöyle demişlerdir: onlar ancak usûlü kaybetmeleri sebebiyle vuslattan mahrum kalırlar.
Buna benzer şeyler şer'i bir esasa/asla dayandığı için bid'at değildir: Çünkü Sahih'te Ebû Hureyreden rivayet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber'in (s.a) ashabından bazı kimseler Rasulullah'a gelerek şöyle dediler:
Ey Allah'ın Rasulü, biz nefsimizde öyle şeyler buluyoruz ki onları konuşmamız veya onların konuşulması bize ağır geliyor. Biz nefsimizden geçen şeylerin bizim olmasını ve onları konuşmayı istemiyoruz.
Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:
Gerçekten sizde böyle bir durum oluyor mu? Dediler ki:
Evet. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Bu imanda samimiyettir."[109]
İbn Abu as (r.a) dedi ki: Rasulullah'a (s.a) bir adam geldi ve dedi ki:
Ey Allah'ın Rasulü, bizden birisinin içinden öyle şeyler geçiyor ki, ateşe atılmak onu konuşmaktan kendisine daha sevimlidir. Adam bununla bir şeyi/vesveseyi ima ediyordu. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle dedi:
Allahu ekber, Allahu ekber. Şeytanın hilesini ves veseye çeviren Allah'a hamd olsun.[110]
Başka bir hadiste Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Kimin içinden böyle şeyler geçerse, ben Allah'a iman ettim, desin."
Yine İbn Abbas'tan benzeri bir konuda şöyle rivayet edilir. Sen içinden böyle bir şey/vesvese geçtiği zaman şöyle de:
O, her şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı sondur; varlığı aşikardır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir.
Buna benzer başka rivayetler de vardır. Bu sahihtir ve çok hoştur.
İkincisi: Kerametler ve olağanüstü haller hakkında, olağanüstü olsun veya olmasın kerametlerle ilgili şeyler hakkında, bunlardan nefsanî ve şeytanî bir vesveseye dönüşen durumlar hakkında ya da benzeri şeylerin hükümleri hakkında düşünmek, inceleme ve araştırma yapmaktır. Bu inceleme ve araştırmaları yapmak bid'at, değildir. Nitekim mucizeler ve şartları konusunda, peygamber ve sahte peygamber arasındaki fark konusundaki inceleme ve araştırmalar da bid'at değildir. Bunlar ilm-i usûl'ün bir konusudur ve hükmü de onun hükmü gibidir.
Üçüncüsü: Ruhların gayb âleminden elde ettikleri (iddia edilen) tasavvurlar/bilgiler, nefsî soyutlanma (kişinin beşeri özelliklerden sıyrılması) ile ilgili hükümler, ruhlar alemiyle ilgili ilimler, meleklerin, şeytanların, insanî ve hayvanî nefislerin zâtları ve benzeri şeyler hakkında düşünmek, konuşmak ve inceleme yapmaktır. Bu konularda araştırma ve inceleme yapılırsa şüphesiz bu kötü bir bid'attir. Bu konuları, hakkında araştırma yapılacak bir ilim öğrenerek ve uygulayarak tahsiliyle meşgul olunacak bir sanat haline getirmek maksadıyle konuşmak da kötü bir bid'attir. Çünkü buna benzer şeyler selefi sâlih zamanında bilinmemektedir. Gerçekte bunlar felsefî bir nazariyedir. Bu ilimle meşgul olanlar ve ondan yararlanmak için rivayet yapanlar ancak sünnet dışındaki felsefecilerdir. Bunların sapık fırkaların içinde oldukları kabul edilir. Bunlara mensup olmak bir yana bunlar hakkında konuşmak bile mubah değildir.
Evet sâlike bazı şeyler arız olabilir ve terbiye edicisi kişi ile bunları konuşabilir. Hatta bu şeyler onu yolundan çıkarır ve kendisiyle cemaatinin arasını açar. Çünkü bunda, bu tür şeyleri araştırmak ve iltifat, etmek suretiyle doğru yolun dışına çıkmanın ötesinde sâlikin maksadını Allah'a riskli (vesveseli) bir ibadete doğru sevketmek de vardır. Çünkü tarikat, samimi bir yönelişle ve tevhidin başka şeylere iltifattan soyutlanması suretiyle eksiksiz bir ihlasın üzerine bina edilir. Bu bölümde sözü edilen konular üzerinde konuşmak ise buna tamamen aykırıdır.
Dördüncüsü: İçerisine dahil olmak yönünden fenanın hakikati, onun vasıflarıyle vasıflanmak, ne kadar basit olursa olsun nefsin arzularını matlûbun/gayenin dışına çıkaracak her türlü şeyden alakayı kesmek gibi şeyler üzerinde düşünmek ve konuşmaktır. Çünkü nefsin arzuları çok sinsi ve amansızdır, bütün makamlarda sâlikin peşini takib eder ve onu bırakmaz. Onu kökünden atmakla ve kesin olarak boşamakla onun arzularına mâni olunabilir. Sözü edilen fena da işte budur.
Bu, nefislerin hevalarıyle ilgili fıkhın nevilerinden bir nevidir. Fıkıh cinsinin altına girmesi sebebiyle bid'atlerden sayılmaz. Çünkü ne kadar hassas da olsa fıkhın büyük bir bölümü bununla ilgilidir. Hassaslığı ve büyüklüğü izafidir. Hakikatte hepsi birdir.
Burada başka bölümler de vardır. Fakat bunların hepsi ya şer'î fıkıhla ilgilidir ve şer'an güzeldir, ya da bid'atçilikle ilgilidir ve şer'an kötüdür.
Tartışmak ve meseleleri müzakere etmek için tartışmalar düzenlemek konusuna gelince bu konudaki söz daha önce geçti.
Mekruh olan bid'atlerin örneklerine gelince, mescitleri ve mushafları süslemek, Kur'an'ı Arapça lafızlarının anlamlarını değiştirecek şekilde musiki ile okumak bu tür bid'atlerden sayılmıştır. Kişi bununla başka bir şeyi karıştırmaksızın sadece o fiilin kendisini kastetmişse onun bid'atliği kabul edilemez. Şayet o fiili teşriin asliyle birlikte kastetmişse o zaman- "Bir fiil ancak bu kasıtla birlikte işlenirse bid'at, olur." sözü geçerli olur (yani şeriat emrediyor diye veya şer'in bir gereğidir diye bunları yaparsa bid'at olur). Şayet bu tür şeyleri şer'î maksat gütmeksizin yaparsa bid'at olmayan bir yasağı işlemiş olur.
Mubah olan bid'atlerin örneklerine gelince sabah ve ikindi namazlarının akabinde musafaha yapmak bu tür bid'atlerden sayılmıştır. Bunların bid'at olması doğrudur, ancak mubah değil yasaktır. Çünkü musafahanın bu vakitlere tahsisine delâlet eden şer'î bir delil yoktur. Bilakis bu mekruhtur. Çünkü bu davranışın süreklilik kazanmasıyle birlikte söz konusu namazlara dâhil edilmesinden korkulur. Nitekim İmam Malik Şevval ayında tutulan altı gün orucunun Ramazana eklenmesinden korkmuştur. Çünkü bu orucun Ramazan'dan sayılma imkanı vardır. Nitekim öyle de olmuştur. (Yani insanların bunu kesintisiz tutmaları bu orucun Ramazanın bir parçası olduğu zannını uyandırmıştır.)
Karafî şöyle demiştir: Şeyh Zekiyüddin Abdulazim el-Muhaddis[111] dedi ki:
İmam Mâlik'in korktuğu şey Acemlerde meydana geldi. Onlar sahurcuları korucuları ve Ramazan'ın diğer sembollerini Şevvalin altı gününün sonuna kadar âdetleri üzere bırakıyorlardı ve bayramın sembollerini de o altı günün sonunda ilan ediyorlardı, (yani davulcular ve zurnacılar Ramazandan sonra altı gün daha insanları sahura kaldırıyorlardı.) Şeyh Zekiyüddin sözünün devamında dedi ki:
Aynı şekilde Mısır halkı arasında sabah namazlarının cuma günleri üç rekat kılınması yaygınlaştı. Çünkü onlar Cuma günleri imamın sabah namazlarında devamlı secde sûresini okuduğunu ve namaz esnasında secde ettiğini gördüler. Bu sebeple onlar bunun farz olan diğer bir rekat olduğunu zannettiler. Şeyh Zekiyüddin Abdulazim dedi ki:
Dinde bu tür yanlışlığa sebebiyet veren şeylerin önünü kesmek (sedd-i zerâyi) vaciptir. İmam Mâlik sedd-i zerâyi konusunda büyük hassasiyet göstermiştir.
İzzüddin ibn Abdisselam zevk alanının genişletilmesini de mubah olan bid'atlerden saydı. Bu konu yukarıda geçmişti.
Bu konuda zikredilen şeylerin tamamından özet olarak su gerçek açığa çıkmıştır ki bid'atler bu şekilde bölümlere ayrılmazlar. Bilakis onlar ileride de inşaallah anlatılacağı üzere ister mekruh cinsinden olsun, isterse haram cinsinden olsun hepsi de yasaklanmış şeyler kabilindendir.[112]
Bazı mübalağacı fanatikler saplantı haline getirdikleri şu görüşü ileri sürerler: Tasavvufçular sünnete tâbi olan, selef-i salihin yolundan giden, sözleri ve fiillerinde sünnete tam bir bağlılığı ve ona aykırı şeylerden kaçmayı süreklilik haline getiren kişiler olarak şöhret bulmuşlardır. Bu sebeple 'onlar tarikatlerini helâl lokma, sünnete bağlılık ve ihlâs üzerine bina etmişlerdir. Bu doğrudur. Ancak onlar Kitab ve sünnette olmayan ve benzerini selefi sâlihin yapmadığı pek çok şeyi güzel görüyorlar ve onların gereğine göre amel ediyorlar, bunda da ısrar ediyorlar. Onları kendileri için gidilecek bir yol ve muhalefet edilemez bir sünnet olarak iyice yerleştiriyorlar. Hatta zaman zaman bazı hallerde onları vacip hale bile getiriyorlar. Şayet bunda bir ruhsat olmasaydı üzerine bina ettikleri sahih olmazdı.
Bundan dolayı onlar pek çok hükümde keşf ve muayeneye ve olağan dışı yöntemlere dayanıyorlar ve bununla bir şeyin haramlığına ve helalliğine hükmediyorlar ve buna göre bir şeyi yapıyorlar veya vazgeçiyorlar. Nitekim el-Muhasibî'den rivayet edildiğine göre o şüpheli bir yiyeceği eline aldığı zaman parmağmdaki damarı hızlı hızlı atmaya başlarsa hemen onu yemekten vazgeçerdi.[113] Şiblî[114] der ki:
Ben bir zamanlar helaldan başka bir şey yemiyeceğim diye kendi kendime söz vermiştim. Çölleri dolaşıyordum. Bir incir ağacı gördüm ve yemek için ona elimi uzattım. Ağaç bana şöyle nida etti:
Verdiğin sözde dur ve benden yeme. Çünkü ben bir Yahudiye aitim. İbrahim el'Havvas dedi ki:
Mekke yolunda geceleyin yapmış olduğum yolculuklardan birinde bir harabeye girdim. Orada aniden karşıma yırtıcı bir hayvan çıkınca korktum. Bunun üzerine gâibten gelen bir ses bana dedi ki:
Yerinde sağlam dur. Çünkü senin etrafında seni koruyan yetmiş tane melek var.[115]
Buna benzer şeyler şeriatin kurallarına arz edildiği zaman üzerine herhangi bir hükmün bina edilemiyeceği gayet açıktır. Günkü mukabele veya meçhulden gelen ses ya da bazı damarların hareketi, kişinin iç dünyasında mümkün şeyler olmaları sebebiyle bir şeyin helalliğine veya haramlığına delalet etmez. Aksi takdirde şayet bir hâkim veya başkasına bu haller arız olsaydı oradakiler arasından haksızlık yapan kimsenin elinden hakkı alıp hak sahibine hakkını vermesi için bu iç tecrübeyi devreye sokması kendisine vacip veya mendup olur. Gaipten gelen bir ses şayet filan maktulün katili falan kişi demiş olsa veya filanın malını falan kişi almıştır veya zina etmiştir, hırsızlık yapmıştır dese onun sözüyle amel etmek hâkimin üzerine vacip olur mu? Hatta bir ağaç veya taş böyle bir şeyi konuşsa onunla hükmolunur mu? Hâkim, böyle bir şeyin üzerine hüküm bina eder mi? Bunlar, şeriatte benzeri görülmemiş şeylerdendir. Bu sebeple âlimler dedi ki:
Peygamberlerden birisi peygamberlik iddiasında bulunsa ve dese ki:
Ben şu ağaca seslenirsem o benimle konuşur. Sonra ağacı çağırsa da ağaç gelse, onunla konuşsa ve: "Sen yalancısın" dese bu onun doğruluğunun delili olur, yalancılığına delil olmaz. Çünkü o bir şeyle meydan okumuşdu ve iddiasına uygun olarak da o şey gerçekleşti. Ağacın sözünün tasdik veya tekzip mahiyetinde olması iddiasının gereğinin dışında bir durumdur. Onun bir hükmü yoktur. Bu meselede biz şöyle deriz:
Bir yiyeceğin haram olması için damarın rahatsızlanmasının gerekliliğini kabul etsek, buna dair şeriatte bilinen muteber bir delil bulunmadığı müddetçe damarın hareketlenmesi yemeğin engellenmesi hükmüne delâlet etmez.
İbrahim el-Havvas'ın meselesi de böyledir. Tehlikeli yerlerden sakınılması meşrudur. Buna aykırı davranışların meşru olana muhalefet olduğu gayet açıktır. Tarikat ehlinde bunlar mûtat olan şeylerdir.
Ağacın Şiblı'ye konuşması da harikuladelikler cümlesindendir. Bunun üzerine hüküm bina etmek bilinen bir şey değildir.
Bu, onların takib ettikleri yolu bütün ruhsatlardan sakınma esası üzerine kurmuş olmalarından dolayıdır. Hatta tarikatı onlar için hazırlayan şeyhleri Ebu'l-Kasım el-Kuşeyrî, Risalesinin müridlere tavsiyeler bölümünde şöyle der:
"Mürid Akıncıların fetvaları arasında farklılıklar görürse en ihtiyatlı olanı alır ve daima ihtilafın dışında kalmayı gaye edinir. Çünkü şeriattaki ruhsatlar zayıflar, ihtiyaç sahipleri ve meşguliyeti olanlar içindir. Bu cemaatin -yani sufilerin- Allah Teala'nın hakkını edâ etmekten başka bir meşguliyetleri yoktur. Bunun içindir ki şöyle denilmiştir. Fakirin derecesi hakikat makamından şer'i ruhsat makamına düştüğü zaman Allah ile kendisi arasındaki akdi bozmuş olur."[116]
Bu söz, onların meşru ruhsatlardan faydalanmak gibi bir âdetlerinin olmadığını gösterir. Halbuki meşru ruhsatlardan hem Rasulullah (s.a) hem de sahabe ve tabiinden meydana gelen sâlih selef yararlanırdı. Ruhsatlardaki mevcut zararlara rağmen Hz. Peygamberin (s.a) azimetlere sarılmak hakkında söylediği şu söz bu konudaki gerçeğin ne olduğunu göstermektedir:
"Allah Tealâ azimetlerinin yerine getirilmesinden hoşlandığı gibi ruhsatlarının yerine getirilmesinden de hoşlanır."[117]
Bu hadiste söylenmesi gereken şey söylenmiştir. Hadisin zahirinden ruhsatları tamamen terketmenin bid'at olduğu anlaşılmaktadır. Onlar nefsin rahata ve kolaycılığa kaçmasını engellemek ve üzerine mücahedeyi bina ettikleri davranış şeklini tercih etmek için bu bid'ati güzei görmektedirler.
Bundan dolayıdır ki Kuşeyrî'ye göre tarikate girmek isteyen kimsenin yapması gereken şeylerden birisi de mal ile ilişkiyi terk etmesidir. Çünkü mal onu haktan uzaklaştırır, kendisine meylettirir. Kendisinde dünya sevgisi olduğu halde bu işe (yani tarikate) giren kimseyi bu sevgi hakka yakınlıktan alır ve onun dışına doğru sürükler.[118] Şeriatın zahiriyle' birlikte düşünüldüğünde Kuşeyri'nin bu sözünü anlamakta çok büyük güçlük vardır. Çünkü biz bu sözün doğru söz olup olmadığını anlamak için ilk duruma arz ederiz. Bu da Rasulullah'ın (s.a) ashabıyle birlikte içinde bulundukları durumdur. O zaman Hz. Peygamber (s.a) hiç kimseye malını terk etmesini, hiçbir sanatkâra sanatını terk etmesini ve hiçbir ticaret erbabına da ticaretini terketmesini emretmemiştir. Halbuki onlar gerçekten Allah'ın velisi idiler ve samimiyetle hak yola girmenin peşindeydiler. Onlardan sonra gelen nesiller bin yıl boyunca o yolda gitseler onların mertebesine ulaşamazlar ve onların eriştikleri hidayet seviyesine erişemezler.
Sonra mal ve mülk sahibi olmak tarikatta maksada ulaşmayı nasıl engelliyorsa, maldan mülkten elin tamamen boş kalması da hedefe ulaşmanın önünde bir engeldir. Bunlardan birincisi, diğerinden daha itibarlı değildir. Sen de görüyorsun, selef-i Sâlih zamanında bulunmayan bu neviden bir şey tarikata girişte nasıl olur da bir esas olarak kabul edilebilir. Senin de gördüğün gibi bu bir bid'attir. Bunun ortaya çıkış sebebi de tasavvufçuların bunu güzel görmelerinden başka bir şey değildir. Çünkü hepsi aynı şeyi söylemektedirler.
Tasavvufçuların Kitap ve sünnete dayanmayan ve selefi sâlihte örneği görülmeyen görüşlerinden birisi de şudur: Şeyhlerin müridlerinin ufak tefek hatalarını dahi affetmeleri doğru değildir. Çünkü bu, Allah'ın hukukunu zayi etmek demektir.[119] Bu şekilde af kapısını tamamen kapamak şer'i hükme aykırıdır. Görmüyor musun bir hadisinde Rasulullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
"Şer'i cezalar hariç, saygınlığı olan kişilerin ufak tefek yanılgılarına bakmayın."[120]
Şayet şeyhlerin müritlerinin ufak tefek hatalarını affetmeleri doğru olmasaydı bu delile ve affın fazileti konusunda gelen diğer delillere aykırı olurdu. Yine Allah Teala yumuşaklığı sever, ondan hoşlanır ve sertlikte göstermediği yardımını yumuşaklıkta gösterir. Ufak tefek hataları affetmek ve görmezlikten gelmek şer'î nezaket cümlesindendir. Çünkü hiçbir kul hata ve kusurdan beri değildir. Allah'ın koruduklarından başka hiç kimse de günahtan korunmuş değildir (Yani peygamberlerden başka hiç kimse masum değildir,)
Tasavvufçuların yaptıkları şeylerden birisi de müridi az yemeğe zorlamalarıdır. Fakat bunu tedrici olarak, azar azar yaparlar, bir defada yapmazlar. Ayrıca sülûka devam ettikleri müddetçe müridi devamlı aç kalmaya ve oruç tutmaya ve bekârlığa teşvik ederler. Bunların hepsi şer'an anlaşılması ve kabul edilmesi zor şeylerden sayılır. Hatta bu, ashabından bazılarının uygulamaya karar verip de Hz. Peygamberin (s.a):
"Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir." diye reddettiği ruhbanlığın bir benzeridir.
Beslenmenin tedricen terki hakkında onların söyledikleri şeyler üzerinde düşünüldüğünde bunun İslamın ilk asrında bilinmediği görülür. Halbuki o asır en faziletli asırdır.
Tasavvufçuların âdet haline getirdikleri şeylerden birisi de semâ halindeyken müridi üstünü başını yırtıp atmaya zorlamalarıdır. (Onlara göre) Mürit terk ettiği bir şeye artık bir daha kesinlikle dönmemelidir. Ancak şeyhin geri dönülmesine işaret ettiği şey bunun dışındadır. Onu da ödünç olduğuna kalbiyle niyet ederek almalıdır. Daha sonra şeyhin kalbini rahatsız etmeden onu da terk eder.[121]Bu konuda onların uydurdukları daha pek çok şey vardır. Bunlar İslamın ilk dönemlerinde benzeri bilinmeyen şeylerdir. Ve onların icra ettikleri semâ meclislerinin bir sonucudur.
Tasavvuf yolunda görülen semânın ne bir şer'î delili vardır, ne de tasavvufun ilk temsilcilerine bir nisbeti vardır. Doğru yolun örneği olarak gösterilen seleften hiç kimse de bunu yapmamıştır. Sen bunun sadece tasavvuf yolunda ve diğer felsefî yollarda benimsendiğini görürsün.
İtiraz: Bu konuyu araştırırsan böyle meselelerin pek çok ve yaygın bir şekilde olduğunu görürsün. Öyle anlaşılıyor ki bunlar daha önce mevcut olmadığı halde sonradan güzel görülüp benimsenen şeylerdir. Senin de gördüğün gibi mutasavvıflar şeriate sıkı sıkı bağlı kimselerdir. Şayet bu gibi şeyler meşru olmasaydı mutasavvıflar bunlardan en çok uzak duran kişiler olurlardı. Bu da gösteriyor ki bid'atlerin içerisinde kötü olmayanlar da vardır. Hatta onlardan bazıları övülen ve yapılması talep edilen şeylerdir.
Cevap: Buna cevap olarak biz her şeyden önce şunu deriz: Bu konuda kendilerine itibar edilen mutasavvıfların yaptıkları her şeyin şeriatte bir delili ya vardır, ya da yoktur. Şayet şeriatte bir aslı/delili, dayanağı varsa bunu yapmaya en çok layık olan kişiler onlardır. Nitekim sahabe ve tabiinden teşekkül eden salih selef de buna lâyıktırlar. Şayet şeriatte bunun bir delili yoksa onunla amel edilmez. Çünkü sünnet bütün ümmet için geçerli bir delildir. Ümmetten herhangi bir ferdin davranışı sünnetin aleyhine delil olamaz. Çünkü sünnet hatadan masumdur, sünnetin sahihi de masumdur/hatadan korunmuştur. Ümmetin diğer fertlerinin yanılmazlıkları sabit değildir/ispatlanamaz. Ancak özellikle onların icmaları bunun dışındadır. Onlar bir meselede icma ettikleri zaman daha önce de işaret edildiği gibi bu şer'î bir delili ihtiva eder.
Mutasavvıfların da ümmetin diğer fertleri gibi yanılmazlıkları sabit değildir. Onlar da hata edebilirler, unutabilirler, büyük ve küçük günah işleyebilirler. Onların yaptıkları şeyler doğru da olabilir, yanlış da olabilir.
Bu sebeple âlimler şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber'in (s.a.) söylediği sözlerin dışındaki her söz alınabilir de, terk edilebilir de, Kuşeyrî bunu en güzel şekilde ifade etmiş ve şöyle demiştir:
Bir veli günahlarında ısrar etmediği için masum olur mu? diye sorulursa şöyle denilir: Peygamberlerde olduğu gibi onların da masum oldukları vaciptir, denilecek olursa bu doğru değildir. Ancak -ufak tefek kusurları olsa da- günahlarda ısrar etmediği için veli günah islemekten korunmuştur denilirse bu manada vasıflandırılmaları, caizdir. Kuşeyrî der ki:
Cüneyd'e denildi ki:
Arif olan kişi hata eder mi?
Cüneyd bir müddet sustu, sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi:
"Allah'ın emri mutlaka yerine gelecek yazılmış bir kaderdir."[122]
İşte bu insaflı bir sözdür. Nasıl ki başkaları günah işleyebilirlerse, mutasavvıflar da günah ve bid'at işleyebilirler. Bizim, hata yapması imkansız olan kimselere uymamız gerekir. Hata yapmaları mümkün olan kimselerin peşinden giderken şüphe uyandıracak bir durum ortaya çıktığı zaman da onu araştırıp incelememiz gerekir. Hatta müctehit imamlardan gelen bilgileri bile Kitap ve Sünnete arzeder, bu ikisinin kabul ettiğini biz de kabul eder, kabul etmediğini de terk ederiz. Şeriate tâbi olmaya dair karşımıza bir delil çıktığı zaman bizim ona uymaktan başka yapacağımız bir şey yoktur. Mutasavvıfların sözlerini ve fiillerini Kur'an ve sünnete arzetmeksizin kabul etmemiz gerektiğine dair hiçbir delilimiz yoktur. Onların şeyhleri de bize bunu tavsiye ettiler. İlim, anlayış ve hallerden zevk alan ve aşk sahibi bir kişi bir şey getirdiği zaman bunu Kitab ve sünnete arz etsin; onlar bunu kabul ederse doğrudur, kabul etmezse doğru değildir. Onların amel, mücahede ve bağlılık yönünden çizdikleri ve gösterdikleri yol budur.
İkinci olarak biz deriz ki: Onların çizdikleri resme ve başkalarından onları farklı hale getiren davranışlarına hüsnü zan nazariyle ve en uygun izah yolunu arayıp bulmak niyetiyle baksak ve bir izah şekli bulamazsak -onlar rehber edinilecek cinsten kimseler bile olsalar- böyle bir durumda bizim onları taklitten ve yaptıklarını yapmaktan uzak durmamız gerekir. Bunu onları reddetmek ve itiraz etmek için değil, belki onların yaptığı şeyin şer'î kurallara hangi yönden uygun olduğunu başka bir şeyi anladığımız gibi anlayamadığımızdan dolayı böyle yaparız. Anlamakta ve yorumlamakta güçlük çektiğimiz hadisleri reddetmeksizin onlarla ameli askıya aldığımızı görmüyor musun? Daha sonra o hadislerle amel etmek için delillere uygun bir izah şekli ortaya çıkarsa onu kabul ederiz, yoksa o hadisle amel etmemiz istenmez. Burada tereddütlü durmakta bir zarar yoktur. Çünkü bu bekleyiş, saygısızca ret tavrı takınan kimsenin bekleyişi değil, doğrunun arayışı içinde olan kimsenin bekleyişidir. Burada hadisi reddetmeksizin onunla ameli terk etmek daha evladır, daha uygundur.
Üçüncü olarak deriz ki: Bu ve benzeri meseleler şeriatin zahiriyle sanki çelişkiliymiş gibi görünürler. Bu sebeple meselâ tasavvufçuların sözleri ve amelleri şer'i delillere dayanacak şekilde yorumlanır. Ancak şu farkla ki fıkıhçıların anlayışına ve müctehitlerin araştırmalarına göre nakli delillerin içinde mutasavvıfların dayandıkları delillerden daha açık, diğer âlimlerce bilinen şeylere daha uygun ve Şâriin lafızları içinde onların dayandıklarını zannettiğimiz delillerden daha münasip başka deliller onlara aykın düşmektedir.
Deliller birbiriyle çeliştiği zaman, bunlardan mensuh olanı da yoksa o zaman tercih yapmak gerekir. Böyle bir durumda tercih yapmanın gerekliliğinde usûlcüler icnıa etmişlerdir veya icma gibi bir çoğunluk hasıl olmuştur. Başkalarının mezhebinde olduğu gibi tasavvufçuların mezhebinde de ihtiyatla amel etmek vaciptir. Mutasavvıfların bakış açısına uygun olan akıma göre de onların şer'î delillere aykırı olarak gösterdikleri şeylerle amel etmemek gerekir. Biz böyle yapmakla da onlarm izinden gitmiş oluyoruz ve delillerden yüz çeviren, onlara göre de taklidi caiz olmayan şeylerde, onları körü körüne taklit edenlerin aksine yine onların ışığıyle yolumuzu bulmuş oluruz. Deliller, fıkhi araştırmalar ve tasavvufçuların ortaya koydukları fotoğraflar da körü körüne taklit edenleri ve şer'i delillere karşı gelenleri reddetmekte ve kötülemektedir; araştıranları, ihtiyatlı davrananları, şüpheli şeylerden sakınanları, dinini ve iffetini koruyanları da övmektedir.
Bütün bunlardan sonra geride sadece mutasavvıfların sualde sözü edilen söz ve alışkanlıkları üzerinde tek tek söylencek sözler ve bunların delillere göre nasıl izah edilip yorumlandığı meselesi kaldı ki bunları da burada anlatmamıza gerek yoktur. Çünkü bunların her biri el-Muvafakat isimli kitabımızda genişçe anlatılmıştır. Allah ömür verir ve lütfuyla yardımcı olursa bu konuyu ve onların yoluna sonradan sokuşturulan şeylerin açıklamasını Mezhebu Ehlit- Tasavvuf isimli kitabda da genişçe anlatacağız. Doğruya ulaştıracak olan Allah'tır.
Allah'a hamdolsun ki tasavvufçuların bid'ati olduğuna hükmedilen şeylerden hiçbirisinin bir delilinin olmadığı açıkça ortaya çıkmıştır.[123]
[2] Necm:38,39
[3] Kasas: 50
[4] Sâd:26
[5] Kehf 28
[6] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/169-173.
[7] Avn ibn Abdillah ibn Utbe ibn Mes'ud: Örnek bir insandır, âbiddir. Künyesi Ebû Abdillah e1-Hüzeli el-Kûfi'dir. Medine'nin fakihi Ubeydullah'ın kardeşidir. Babasından, kardeşinden. îbn el-Müseyyeb'ten İbn Abbas'tan, İbn Amr'dan ve pek çok kişiden rivayette bulunmuştur. Ondan da İshak Aclan, Ebu Hanife ve pek çok kişi rivayet etmiştir. Sikadır. Medinelilerin en edibi ve en fakihidir. Önce mürcie'den idi. sonra terk etti. 110'larda vefat etti. (Siyeru A'lami'n-Nubela. 5/103: Tehzib. 8/171; Şezerat. 1/140; Tabakat ibn Sa'd, 6/313; el-Cerh ve't-Ta'dil. 6/384. Hılye, 4/240.)
[8] Yezid ibn Suheyb el-Fakir: Künyesi Ebû Osman el-Kûfı'dir. Sikadır. Az sayıda rivayeti vardır, ibn Ömer'den. Câbir ibn Abdillah'tan ve Ebû Said el-Hudriden rivayette bulundu, el-Hakem, Abdülkerim el-Cezeri gibi kişiler de ondan rivayet ettiler. Ömer ibn Abdilaziz ilmi görüştü. Sırt kemiğinden hasta olduğu için el-Fakir lakabıyle anıldı. Ebu Hanifenin hocalarındandır. (Siyeru A'lami'n-Nübelâ. 5/227: Tehzib et-Tehzib. 11/338: Takrib et-Tehzib. 2/326: Tabakat ibn Sa'd. 6/315; el-Cerhu ve't.-Tadil, 9/272)
[9] Câbir ibn Abdillah: Sahabidir. Büyük bir imamdır ve müctehittir. Künyesi Ebû Abdirrahman el-Ensâri el-Hazreç es-Sülemi el-Medeni'dir. Fakihtir. Rıdvan biatına katılanlardandır. Hz. Peygamberden (s,a) Hz. Ebu Bekir'den. Hz. Ömer'den, Hz. Ali'den ve diğer büyük sahabilerden büyük bir ilim rivayet etmiştir. Ondan da İbn el-Müseyyeb, Atâ, el'Hasen el-Kasri. Ebû Cafer el-Bâlur, İbn el-Münkedir, Ebu'z Zübeyr. Müeahid, Raca Tavus ve daha başkaları rivayette bulunmuşlardır. Kendi zamanının Medine müftüsüdür. 74 yılında 94 yaşında iken vefat etmiştir. (Siyeru A'lami'n-Nübelâ, 3/189; Tehzibü't-Tehzib, 2/42. el-Cerhu ve't-Ta'dil. 2/492; Meşâhiru Ulemâil-Emsar. 25; el-İsabe, 1/213; Şezerat, 1/84)
[10] Cehennemlikler diye terceme ettiğimiz bu kelime metinde cehennemiyyûn" diye geçer. Ehli Sünnetin terminolojisinde bunlar tevhide inanan müslümanlardır. Bunlar büyük ve küçük günahlardan temizlenmeleri için Allah'ın belirlediği bir süre cehennemde kalırlar, sonra oradan çıkartılırlar ve "hayat nehri'' denilen bir nehre atılırlar; tohumun bittiği gibi orada biterler, sonra cennete dâhil edilirler. İşte bunlar bu lakapla anılmışlardır. Bu konuda Müslim deki bu hadisin ibaresine bak ve Buhari, Kitabu'r-Rikak, Babu Sıfatı'1-Cenneti ven-Nâr. ve 6558. 6559. 6560 ve 6566 no'lu hadislere müracaat et. Bu, önemli itikadi konulardan birisidir.
[11] Ali imran: 192
[12] Secde: 20
[13] Müslim. K. İman Babu Huruci Usâti'l-Müminin Mine'n-Nâr. Buhari de aynı şekilde rivayet etmiştir.
[14] Yahya ibn Main: Büyük bir alim, hadiscilerin şeyhi. Künyesi, Ebû Zekeriyya Yahya ibn Main ibn Avn ibn Ziyad ibn Bestam. 158 yılında doğdu. îbn el-Mübarek'ten, İsmail İbn Ayyaş'tan, Abdurrezzak'tan, Yahya el-Kattan'dan. îbn Mehdi'den ve İrak'ta. Hicaz'da. Cezire'de, Şam ve Mısır'da pek çok kişiden hadis dinlemiştir. Ondan da Ahmed ibn Hanbel. Muhammed ibn Sa'd. Hennad, Buharı, Müslim, Ehû Dâvud ve daha pek çok kişi rivayette bulunmuştur. 233 yılında 75 yaşında vefat etmiştir. (Siyerul-A'lam, 11/70; Tabakat ibn Sa'd, 7/354: el-Cerhu ve't-Ta'dil. 1/314. 318. 9/192. Tehzib, 11/280. 288; Şezerat. 2/79)
[15] Ebû Zür'a er-Râzi: İsmi Ubeydullah ibn Abdilkerim İbn Yezid ibn Ferruh'tur. Rey şehrinin muhaddisidir. Hicri 200 küsurda doğmuştur. Abdullah ibn Salih, el-Hasen ibn Atıyye el-Ka'ntibi, Ahmed ibn Hanbel ve çağdaşlarından hadis dinlemiştir. Kendisinden de el-Fellaş
Harmele ibn Yahya, el-Hutami, Yunus ibn Abdilala, er-Rabi el-Muradı, İbn Ebi Dâvud ve daha pek çok kişi rivayette bulunmuştur. 260 yılında 64 yaşlarında vefat etti. (Siyeru'1-A'lam, 1/328: el-Cerhu vet-Tadil. 1/328. 5/3241 el-Bidaye ve'n-Nihaye. 11/37: Tehzili et-Tehzib. 7/30: Şeaerat. 2/148
[16] Ebû Hatim er-Râzi: İsmi Muhammed ibn İdris İbn el'Münzir ibn Dâvud ibn Mihran'dır. İmam ve hafızdır, eleştirmendir. Muhaddislerin şeyhidir. Bir ilim deryasıdır. Çeşitli ülkeleri dolaşmıştır. Metin ve isnadda, cerh ve tahlilde, sahih ve illetlilerde uzmandır. 195 yılında doğmuştur. Buhari'nin çağdaşlarından ve emsallerindendir. Fakat ondan sonra 20 seneden fazla yaşamıştır. Ubeydullah ibn Musa, el-Esmerden Kubeysa'dan ve sayılması zor yaklaşık üçyüz kişiden hadis dinlemiştir. Ondan da oğlu imam ve hafız Abdurrahman, Yunus ibn Abdilala, Rain ibn Süleyman, Ebu Zur'a. arkadaşı ve yakını er-Râzi. Ebu Zur'a ed-Dımeşki ve daha pek çok kişi rivayette bulunmuştur. 277 yılında 83 yaşında vefat etmiştir (SiyerulA'lam. 13/247: el-Cerhu ve't-Ta'dil. 1/349: el-Bidaye ve'n-Nihaye. 11/59; Tehzili, 9/31: Şezerat. 2/171)
[17] Ubeydullah ibn el-Hasen ibn Husayn el-Anberi el-Kâdı. Hâlid el-Hizâdan. Dâvud ibn Ebi Hind'den ve daha başka kişilerden rivayette bulunmuştur. Ondan eda İbn Mehdi, Muaz ibn Muaz el-Anberi. Muhammed ibn Abdillah el-Ensâri ve daha başkaları rivayet etmişlerdir. Müslim'in ondan tek bir rivayeti vardır. Sikadır, fakihtir, fakat müellifin de dediği gibi büyük bir suçlamayla itham edilmiştir. Doğrusu sonradan bu görüşlerinden dönmüş ve tövbe etmiştir. 168 yılında vefat etmiştir. (Tehzib et-Tehzib. 7/7. et Takrin, 1/630)
[18] el-Kâdı Ebû Bekir: İsmi Muhammed ibn Abdillah ibn Muhammed ibn Abdillah ibn el-Arabi el-Endelüsi el-İşbili el-Mâliki. Pek çok eserin sahibidir. 468' de doğmuştur. Amcası el-Hasen ibn Ömerden ve Endülüs'te pek çok kişiden rivayette bulunmuştur. Babasıyle birlikle yolculuğa çıkmış, Bağdat'ta, Dımeşk'te. Beytü'l-Makdis'te, Haremi Şerifte ve Mısır'da hadis dinlemişlerdir. Ondan da Abdulhâlik el-Yusufi, İbn Halef el-İşbili ve el-Hasen ibn Ali el-Kurtubi gibi çok sayıda kişi rivayette bulunmuştur. 543 yılında Fas'ta vefat etmiştir. (Siyeru'l-Alam. 20/1971 el-Bidaye, 12/227; Şezerat, 4/141: Şeceratü'n-Nûr. 1/136)
[19] İbn Ebi Hayseme: Künyesi ve ismi: Ebu Bekir Ahmed ibn Ebi Hayseme Züheyr ibn Harb el-Bağdadi. Çok yararlı bir eser olan et-Tarihu'l-Kebirin müellifidir. Babasından, Ebu Nuaym'dan, Affan'dan ve bunların çağdaşlarından hadis dinlemiştir. Ondan da oğlu Muhammed, Ebu 1-Kasım el-Beğavi, İsmail es-Saffar ve daha başkaları rivayet etmiştir. Sikadır, güvenilir. 279da vefat etmiştir. (Siyeru Alamin-Nübelâ, 11/492; Şezeratu'z-Zeheb, 2/174)
[20] Bu söz Tehzibut-Tehzib müellifi tarafından nakledilmiştir. 7/8
[21] Zuhruf 58
[22] Reşid Rıza şöyle diyor: Fakat masum imamdan nakledenden nakleden kimse de kendisine nakl edilen kimse gibidir. Nakledenlerin sayısı ne kadar olursa olsun ancak anlayışı ve nakliyle güvenilir olmalarına itibar edilecektir. Çünkü aradaki râvilerin hiçbirisi masum değildir. Onların rivayette adaletli olmaları yeterlidir. O halde Peygamber'in dışında başka bir masuma ihtiyaç yoktur. Şeriat bunu en güzel şekilde beyan etmiştir.
[23] Hüd: 119
[24] Müellif bununla, inançlarını gizleyen ve küfür sözleri söyleyen Bâtınileri kastediyor. Şüphesiz onların küfrüne diğer ilim adamları da hükmetmişlerdir.
[25] İbn el-Arabinin biyografisine daha önce işaret etmiştik. el-Avasım kitabının ismi "el-Avasım mine'l-Kavasım'dır. Üstat Muhibbüddin el-Hatib bu kitabla ilgilenmiş ve Mısır'da defalarca bastırmıştır. Ben bu kitaba baktım fakat bu ibareyi göremedim.
[26] İlim mutlaka masum bir imamdan alınır görüşü, batınîlerin meşhur bir görüşüdür.
[27] Bu kelimenin ne anlama geldiğini tesbit edemediğim için olduğu gibi aldım. Cümlelerin akışından deniz kıyısında bir yer -belki de iskele- olduğu anlaşılıyor, (çeviren)
[28] İmam Ebu Bekir el-İsmaili: Büyük bir âlim, fıkıhçı ve hadiscidir. Künyesi ve ismi: Ebu Bekir Ahmed ibn İbrahim ibn İsmail İbn el'Abbas el-Cürcâni el-İsmaili eş-Şâfii, es-Sahih'in sahibidir. Şâfiilerin hocasıdır. 277 yılında doğmuştur. el-Hasen el-Kattan'dan, Cafer ibn Muhammed el-Firyâbi'den. Muhammed ibn Abdillah Mutayyin'den ve onların Horasan, Hicaz ve İraktaki çağdaşlarından rivayette bulunmuştur. Ondan da el-Hâkim, Ebû Bekir el-Burkâni, Hamza. es-Sehmi ve daha pek çok kişi rivayette bulunmuştur. 371 yılında ve 94 yaşında vefat etmiştir. (Siyeru A'lami'n-Nübela. 16/292; Tebyinu Kezibil-Müfteri. 192; el-Bidaye ve'n-Nihaye. 11/298, er-Risaletül-Mustatrafe, 26: Şezerat. 3/72, 75.)
[29] Bu söz Ebû Bekir ei-İsmaili'ye aittir. Sonra İbn el-Arabi, İsmaililerden birisiyle yaptığı münazaranın mukaddimesini anlattı, sonra bu münazaranın ayrıntısını nakletti.
[30] Burada manası anlaşılamayan bir cümle var.
[31] Ebul-Feth Nasr: Büyük âlim, örnek insan, Kadisci ve fikıhçı. İsmi Nasr ibn İbrahim en-Nablûsi el-Makdisi es-Şâfii. Ebul-Hasen ibn es-Simsar'dan, Muhammed ibn Avftan ibn Selman el-Mâzini'den ve çağdaşlarından badis "dinlemiştir. Ondan da el-Hatib, eî-Mekki er' Rumeyli, Muhammed ibn Tahir ve pek çok kişi rivayette bulunmuştur. 490 yılında 80 küsur yaşında vefat etmiştir. (Siyeru Alâmin-Nübelâ. 19/136, Tebyinu Kizbi'l- Müfteri. 286, Şezeratü'z-Zeheb, 3/395.)
[32] Ebu'1-Feth er-Râzi: Doğrusu Süleyman değil, Selim ibn Eyyûb er-Razi eş-Şâfiidir. 306 yılında doğdu. Muhammed ibn Abdilmelik el-Cu'fi, Muhammed ibn Cafer et-Temimi, Ebû Hamid el-İsferayini ve diğer pek çok kişiden rivayette bulunmuştur. Ondan da el'Hatib Ebû Bekir. Nasr el-Makdisi, Ebû Muhammed el-Kettani ve diğer kişiler rivayet etmişlerdir. Şam'da yerleşmiş ve ilmi yaymıştır. 447 yılında vefat etmiştir. (Siyerul-Alam, 17/645; Tebyinü Kezibi'l-Müfteri, 262; Şezerat, 3/276.
[33] İbnü'l-Arabi'nin bu anlattıklarım el-Avasım'da bulamadım.
[34] Aşırı Bâtıni fırkalardan birisidir. İleride anlatılacaktır.
[35] Maide:104
[36] Şuara: 72-74
[37] el-Mes'ûdi: Murucuz-Zeheb ve diğer tarih kitablarının müellifidir. Künyesi ve ismi: Ebu'l-Hasen Ali ibn el-Hüseyin ibn Ali"dir. İbn Mesud'un soyundandır. Bağdatlılar içinde zikredilir. Mısır'a yerleşmiştir. Tarihçidir. Nüktedandır. Çok çeşitli, garip ve tuhaf şeyleri toplamıştır. Mu teziledendir. 345'de vefat etmiştir. (Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, 15/569; Şezeratü'z-Zeheb, 2/371)
[38] Ahmed İbn Tolun: Mısır'ın Türk yöneticisidir. Künyesi Ebu'l-Abbas'tir. Samarra'da doğdu. 254 yılında Mısır diyarına vali oldu. Kahraman ve cesur bir insandı. İyi bir müslümandı. İlim adamlarına ve İslami şiarlara saygı gösterirdi. 270 yılında Mısır'da vefat etti. (Siyeru A'lami'n-Nübelâ, 13/94; Tarihu't-Taberi, 9/363; el-Bidaye ven Nihaye, 11/45; Şezeratu z-Zeheb, 2/157).
[39] Hıristiyanlar Baba, Oğul ve Ruhul-Kuds'ten oluşan üçlüye ekânim-i selâse derler. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için büyük âlim Rahmetullah el-Hindi'nin "Izharu'1-Hak" isimli eserine bakınız.
[40] Berâet-i asliyye, kişinin Şâriin, yani hüküm koyucunun hükmü olmadan mükellef tutulmaması prensibine verilen isimdir. Beraet-i zimmet asıldır; yani birey için suçsuzluk ve borçsuzluk esastır. Ceza hukukuna göre aksine bir delil olmadıkça kişilerin suçsuzlukları esastır. (Çeviren)
[41] İsra: 15
[42] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/174-189.
[43] Enam:159
[44] Ali İmran: 105
[45] Reşit Rıza der ki: Buna göre babalarını ve şeyhlerini taklit ederek bid'at mezheplerine uyan avam tabakası heva ehlinden ve bid'at ehlinden değildirler. Müellifin ortaya koyduğu bu anlayışa göre bütün zamanlarda ancak sayılı birkaç kişi bid'atçi ve hevâ ehlinden diye isimlendirilebilir! Müellifin bu yaklaşımı mukallidi taklidinde mazur göstermekten başka bir sonuç vermez. Fakat hakikat ehline karşı bid'at liderlerinin ve davetçilerinin görüşlerini tercih ettikleri için bu mazeretin alanı daralacaktır. Konuyla ilgili açıklama aşağıda gelecektir.
[46] Zuhruf 22.
[47] Zuhruf 24
[48] Bakara: 170
[49] Lokman: 21
[50] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/190-193.
[51] Et-Turtûşi: Büyük bir âlim. örnek insan, zahit. Mâlikilerin hocası. Künyesi ve ismi: Ebû Bekir Muhammed ibn el-Velid el-fihri el-Endelüsi et-Turtûşi. İskenderiye ve Turtuşa'nm âlimi. Sarakostada Ebu'l-Velid el-Bâci ile birlikte bulundu ona bağlandı. Ebû Ali et-Tüsteri. er-Rafâni (Bağdat Kadısı). Ebü Abdillah el'Humeydi gibi şahıslardan ilim aldı. Alim, zahit, mütteki, mütedeyyin ve mütevazı bir kişidir. İki yüzden fazla fıkıhçı yetiştirmiştir. 520 yılında İskenderiye'de vefat etmiştir.(Siyeru Alami'n-Nübelâ- 19/490; Şeceratü n-Nûriz Zekiyye, 124: Şezerat 4/62)
[52] Ebû Muhammed el-Makdisi: Büyük fıkıhçı ve hadisci. Salih insan. Hanbeli mezhebinden. el-Ahkamül-Kübra ves-Suğra isimli eserin sahibi. 541 yılında doğdu. İskenderiye, Şam, Kudüs, Mısır, Bağdat, Harran, Musul, İsfahan ve başka yerlerde pek çok kişiden ilim aldı. Pek çok eser yazdı. Diğer beldelerden çok sayıda âlim kendisinden rivayette bulundu. 800 yılında vefat etti. (Siyeru A'lamin-Nübela. 21/443; el-Bidaye ve'n-Nihaye. 13/38, Şezerat, 4/345)
[53] Bakınız: İbn el-Cevzinin "Tebyinül-Aceb fi fadli Recep'' isimli risalesi ve el-Gımari'nin Husnü'l-Beyan fileyletin-Nisfi min Şa'ban" isimli risalesi. Bu risalede o gece ibadet etmenin caız olduğu söylenirken bu konudaki hadislerin zayıf ve uydurma olduğu da söylenmiştir. Bu bir çelişkidir.
[54] İbn Rüşd- Büyük âlim. mâlikilerin hocası. Kurtuba'da bir cemaatin kadısıdır. İsmi: Ebu'l-Velid Mubammed îbn Ahmed ibn Rüşd el-Kurtubi'dir. Ebü Cafer Ahmed ibn Rızıktan fıkıh ve hadis öğrendi. Ayrıca îbn Sirac ve başkalarından hadis aldı. 520 yılında 70 yaşında vefat etti. (Siyeru'l-A'lâm 19/501; Şeceratün-Nûri'z-Zekiyye, 1/129; Şezerat. 4/62)
[55] İşaret ettiği hadis: Helal bellidir, haram bellidir, İkisi arasında da şüpheli şeyler vardır...diye başlayan hadistir. Bu hadisin izahı ve dipnotu daha önce geçti.
*Yani küçük günah, bir defa da işleme yine günahtır. Ancak mekruh böyle değildir, o devamlılık vasfını kazandığı zaman günah olur. (Çeviren)
[56] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/194-199.
[57] Enam:153
[58] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/200.
[59] Onlardan bir kısmının rivayetinin kabulü şu anlama gelir: Bunlar hatalı bir içtihat sonucu bidate düştükleri için mazurdurlar ve rivayette âdil kabul edilirler.
[60] İmam Şafii'den rivayet, edilen bu sözü ulemadan pek çok kişi nakletti. Mesela ibn Ebi'l-lzz el-Hanefi. Şerhut.-Tahaviyye isimli kitabında: İbn Ebi Hatim, Âdâbüş-Şâfii ve menakıbuhu isimli kitabında nakletti.
İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/201-202.
[61] el-Lahmi: İsmi Bedr ibn el-Haysem ibn Haleftir. Kadı, fıkıhçı ve dürüst, bir zattır- Uzun bir ömür sürmüştür. Künyesi Ebu'l-Kâsım el-Lahmi'dir. 117 yaşma kadar yaşamıştır. Sikadır. 317 yılında vefat etti. (Siyeru A'lami'n-Nübelâ. 14/530; el-Bidaye ve'n-Nihaye. 11/163)
[62] Nisa: 1
[63] Haşr- 18
[64] Hadisin tamamını Müslim. el-Münzir ibn Cerir'den, o da babasından rivayet etmiştir. Müslim'de bu hadis Kitabüz-Zekat. Bâbu'l-Hassi ale's-Sadaka ve envâiha c-VII, s.102 cilt'-3 de geçmektedir. Bu hadis aynı şekilde Nesaî. K. Zekat. B. Et.-Tahrîd ale's-Sadaka. CV s.75 ve Müsned 4/359'da geçmektedir.
[65] Bu hadis îbn el-Mübarek'in ez-Zühd ver-Rekaik isimli eserinin 513. sahifesinde 1462 nolu hadis olarak geçmektedir. Kitabı tahkik eden el-A'zami der ki: Bu hadisi Ahmed, ei-Bezzar, Taberâni ve Ebu Ubeyde ibn Huzeyfe tarhiç etmişlerdir, Bunu el-Heysemi 1/167'de söylemiştir. Aynı konuda Buharı ve Müslim Ebu Hureyre'den, Müslim ve Tirmizi Cerir ibn Abdillah'tan tahriç etmişlerdir. Ben derim ki: Bu hadisi Ahmed, 5/287, 2/520, 521'de ve îbn Mace, Mukaddime no:204'de de mevcuttur.
[66] Yani tersinden okuyarak sapık olmayan bir bid'atin da bulunabileceğini ifade ediyor. Mefhum, lafzın sözde zikri geçmeyen ve ifade edilmeyen bir şeye delalet etmesidir. Müellif burada böyle bir delâletin olup olmadığını tartışıyor. (Çeviren)
[67] Ali İmran: 130
[68] Mefhumun varlığı kabul edilecek olsa kat kat arttırılmış olmayan, meselâ daha az miktarlarda bir faizin helal olması gerekir. Halbuki delil faizin her çeşidini haram saymıştır. Konumuz olan hadiste de sapıklığı bid'ati sınırlandırıcı bir kayıt olarak kabul ederek olursak bunun mefhumuna göre sapıklık olmayan bid'atın caiz olması gerekir. Halbuki "Her bid'at bir sapıklıktır." Deliline ve daha başka delillere göre, caiz olan bir bid'at olamaz. Ayrıca sapıklık burada sınırlandırıcı bir kayıt değil, bid'atten ayrılmayan bir vasıftır. O halde burada mefhum da yoktur. (Çeviren)
[69] Mâide: 67
[70] Buhari, Kitabü'l-İlim, Babu "Rubbe mübellağin ev'â min sâmiin, no:67; K. Sayd, B. La yu'zadu Şeceru'l-Haram, 1831; K. el-Meğâzi, 4295; B. Haccetil-Veda, 4406; K. Tevhid, Bâbu Kavlillahi Teala: Vücuhun yevme izin nâdırah". no:7447; K. Fiten, B. Kavli'n-Nebiyyi "La terciû badi küffara", 7078; K. Hac, B. El'Hutbetu eyyame Mina, no:1741. Müslim, Kitabu'l-Kasame. Babu Ta'lizu Tahrimi'd-dimâi ve'1-A'raz ve'1-Emval, 1.Hadis, cz:11, s.167, c:IV. Tirmizi, K. Hac, Bâbu Mâ câe fi Hürmeti Mekke, no:806: Nesâi, K. Menâsik, 5/111. İbn Mâce, Mukaddime. Babu Meta Yübelleğu ilmen, no:233. Müsned, 4/31, 32; 5/4,5; m6/385; 456. Ebu Davud; Kitabu's-Salât, Babu men ruhhısa fihima no:1278, Bu hadiste de "Sizden burada hazır bulunan, bulunmayana tebliğ etsin." İbaresi var, fakat bu, başka bir konuda söylenmiştir.
[71] Buharı, Kitabu'l-İlim, Babu Kitabetil-İlim, no: 112; K. Lukata, B. Keyfe Tu'rafu Lukatatu ehl-i Mekke. no:2434: K. Diyat. B. Men Kutile lehu Katilun. no:6880 Ebû Davud, K. ilim. B. Kitabeti'l-Hadis. 3649. Tirmizi, K. İlim, 2669. Müslim, K. İlim, B. Cevâzi Kitabetil-Hadis, C2:1. s.244, C.I,
[72] Buhari, K. İlim, B. Kitabeti'1-İlim, no:113. Bu hadisi İbn Asakir, Tarihinde zikretmiştir: 19/117/1 Bunda pek çok faydalar mevcuttur. Oraya bakınız.
* Ebu Şah, Yemenli bir sahabidir. Rasullahın Mekkenin fethi günü yaptığı hitabedeki sözlerinin kendisi için yazılmasını ister. Rasullahda bu sözlerin onun için yazılmasını emreder. (Çeviren)
[73] Yukarıda Ömer ibn Abdit'azizizin yeni suçlara yeni cezalar ihdas edileceğini söylediği ve öldürülenin şehadetinin kabul edileceği rivayet edilmişti. Müellif sığır kesme kıssası derken herhalde Bakara suresi 73. ayete atıfta bulunuyor. (Çeviren)
[74] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/203-214.
[75] el-Karafi: Şihabüddin Ebu'l-Abbas Ahmed ibn İdris ibn Abdirrahman es-Sanhaci el-Mısri el-Karafi el-Mâliki. Fıkıhçı, usulcü, kelama, çok yönlü araştırmacı ve ediptir. 626'da Mısırda doğdu. Orada yetişti, öğrenim gördü ve' âlimler sultan Izzüddin ibn Abdisselam'ın, İmam el-Kerki'nin, Ibnu el-Hâcib'in ve daha başka âlimlerin öğrencisi oldu. Pek çok ülkeden kendisine öğrenci geldi. 684 yılında vefat edinceye kadar tedris, tasnif ve telifle meşgul oldu. Mısırdaki Karafe mezarlığına defnedildi ve oraya da niabet edildi. (Bak: Ebû Gudde, Kitabu'l-İhkam fi Temyizil-Petâva ani'l-Ahkam, Halep, 1387)
[76] İbn Ebi Zeyd: Büyük âlim, örnek insan, fakih ve alim. Mağribli. Künyesi ve ismi Ebû Muhammed Abdillah ibn Ebi Zeyd el-Kayravâni el-Mâliki, Kendisine küçük Mâlik denilir, İlim ve amelde kendini gösterdi. Din ve dünyanın reisliğini eline geçirdi. Muhammed ibn Mesrur el-Haccam'dan, Assal'dan. İbn el-A'rabi'den rivayette bulundu. Pekçok kişi kendisinden ilim dinledi. Pek çok eser verdi- (Siyeru'l-A'lam. 10/17; Şeceretü'n-Nûri'z-Zekiyye, 1/96; Şezerâtü'z-Zeheb, 3/131)
[77] Hadisi bu lafızlarla Müslim, K. Siyam, B. Keraheti ifradi yevmi'l-Cumuati bi savmin s.18'de rivayet etmiştir. Müsned ise 6/444'de rivayet etmiştir.
[78] Bu hadisi Ebû Davud da Sünen'de rivayet etmiştir. Kitabu's-Salat, h.no:1007; Ahmed, Müsned, yine Ömer'den naklen, 5/368.
[79] Şeyh İzzuddin ibn Abdisselâm'ı ve Kavaidul-Ahkam isimli kitabını kastediyor
[80] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/214-217.
[81] Ebû Dâvûd, K. Salât. B. Fi kıyamı şehr-i Ramazan, no: 1375; Tirmizi, K. Savm, B. Mâ câe fi Kıyamı Şehri Ramazan, no:806; Nesâî, K. Sehv, B. Men salla meal-İmam hatta yensarife, no:l365 ve B. Kıyamü'l-leyl, 1606; Ibn Mâce, K. ikameti's-Salât, B- Kıyami Şehri Ramazan. 13271 Dârimi, K. Sıyam, B. Fi Fadli Kıyami Şehri Ramazan, 1777
[82] Buhârî, K.Salâtit-Teravih. B. Fadlı men Kâme Ramazâne, 2012; Müslim, K. Salat, B. Fi Kıyamı Ramazan, no:761; Nesâî. K. Kıyamilleyl, no:1605; Müsned, 6/177. 232.
[83] Yani tek bir lafzın birden fazla manasının olmasına itibar edilmez. Bu sebeple anlamıyle bid'atin yukarıda beş hükümle irtibatlandırılması ve güzel ve çirkin diye taksim edilmesi mümkündür. Fakat şer'i anlamıyle bid'atin kesinlikle güzel olanı bulunmaz. Sadece kötü bid'at, olur.
[84] Buhari. K. Teheecüd, B. Tahridu'n-Nebiy (S.A) ala kıyamilleyli. no:1l28.
[85] Visal orucu: Orucu bozan şeyleri gece de terk ederek iftar etmeden bütün gün oruç utmak. (el-Fethul-Bâri, 4/238) Şer'an malumdur ki Visal orucu yasaktır. Bu Rasulullah'ın bir özelliğidir.
[86] Buhari. K. Savm. 1961-1967. 1922: K. Hudud. 6851; K. İtisam, 7299. Müslim, K. Savm. B. Nehyu anil-Visal. 211-214. Tirmizi. K. Savm, B. Kerahiyyetü'l-Visal. 778. Muvatta, Ki Siyam, B. Nehy anil-Visal Darimi K. Siyam, B. Nehyi anil-Visal, 1703, 1704. Ahmed, Müsned 3/8, 6/126.
[87] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/218-223.
[88] Tevbe, Sûresinin 3. Ayeti olan bu ayetin meali şöyledir: ''Allah ve Peygamberi puta tapanlardan beridir/uzaktır. Rasûl kelimesi bedevinin okuduğu gibi yanlışlıkla Rasûlihi okunmuş olsa mana bozulur ve şöyle olur' Allah, puta tapanlardan ve peygamberinden beridir/uzaktır." (Çeviren)
[89] Soru işaretinden de anlaşılacağı üzere metindeki bir boşluktan dolayı çeviri de ancak böyle çıktı. (Çeviren)
[90] Fatır: 28
[91] Enbiya: 22
[92] Rûm: 40
[93] Fâtır: 40
[94] Enam: 76
[95] Buhari. K. Tıb. h. no:5717, 5770 Ebû Davud, K. Tıb, 3911. Müslim, K. Selâm, 2220.
[96] Enam: 52
[97] Kehf 28
[98] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/224-228.
[99] Ebû Dücane el-Ensâri- İsmi Semmak ibn Harşe ibn Levzan es-Sâidi. Hz. Peygamber'in ashabından, Pek çok defa Hz. Peygamber'in övgüsüne mazhar oldu. Yemame günü şehit oldu. (Siyeru Alami'n-Nübela. 1/243; Tabakat ibn Sad. 3/2/101; el-Mearif, 271; Üsdül-Ğabe, 2/451.) Sehl İbn Huneyf: Büyük bir sahabidir. Künyesi Ebu Sabit el-Ensari el-Avfı. Bedirde ve pek çok önemli olayda bulundu. 38 yılında Kufede vefat etti. Namazını Hz. Ali kıldırdı. (Siyeru A'lamin-Nübelâ. 2/325; Tabakat ibn Sa'd. 6/15; 3/471; Üsdül-Ğâbe. 2/470; Tehzib, 4/251; el-Isabe. 4/273; Şezerat. 1/48
[100] Bu hadisin tamamı şu kaynaklarda geçer: Buhari, K. Rikak, 11/241. B. Keyfe Kâne Iyşun Nebiyyi ve Ashabihi. 11/241 Ahmed. Müsned, 5/515 Tirmizi. K. Sıfatü'l-Kıyame, no:2477. İbn Asakir. Târih. 19/111.
[101] Bakara- 273
[102] Haşr: 8
[103] Bu hadisin tamamı aşağıdaki kaynaklarda geçmektedir Buhari, K. Büyü "Namaz biter bitmez yeryüzüne dağılın" âyeti hakkında gelen rivayetler babı. 4/247 Müslim. K. Fedâilü's-Sahabe, B. Fedâili Ebi Hureyre. İlin Sad. Tabakat. 4/330. İbn Asakir. 19/114 Zahebı, Siyer. dd2/595.
[104] En'am: 52
[105] Kehf 28
* Metinde (?) işaretiyle burada bir atlamaya işaret edilmektedir. Ancak biz ibarenin akışına dayanarak bu manayı uygun gördük (Çeviren)
[106] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/229-232.
[107] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/233.
[108] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/233-234.
[109] Müslim K İman. B. Beyanul-Vesveseli fil-İman, 132. Ebu Dâvud, K. Edeb, B. Fi Raddil-Vesvese, 5111. İbn Hıbban, K. Vahy, B. Teklif, 145, 148, 149, 150.
[110] Ebu Davud, K. Edeb. B. Fi Raddi'l-Vesvese. 5112. Münziri bu rivayeti Nesâî'ye de nisbet etti. İbn Hıbban. K. Vahy. B. Teklif, 146. 147.
[111] Büyük alim, hadisci, araştırmacı,şeyhul-İslam Zekiyyüddin Ebu Muhammed Abdulazim ibn Abdilkaviy İbn Abdillah İbn Selame el-Münziri, eş-Şami.Aslen mısırlı,Şafii.581 yılında Gazzede doğdu.el-Ertahi,Ömer İbn Teberzed,Yunus el-Haşimi ve daha pek çok kişiden hadis dinledi.Onlarla,Mekke,Medine,Mısır,Şam ve Cezirede karşılaştı.656 yılında vefat etti.el-Mucem, el-Muvafakat, Sahihi Müslim ve Sünen-i Ebi Davud gibi eserler üzerine çalışmaları vardır.(Siyaru Alamin-Nübela,23/319)
[112] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/235-239.
[113] Doğrusu bu fiil sahibine aittir. (Onu bağlar) Bu kimseye bir haramı helal, helali de haram yapmaz. Bu tür şeylerin hükümlere sokuşturulmasına gelince bu zorunlu olarak kötü bir şeydir.
[114] Ebû Bekir eş-Şibli el-Bağdâdi. O bir tasavvuf şeyhidir. Cüneyd ve daha başkalarıyle arkadaşlık etmiş bu arkadaşlık onu derinden etkilemiş ve Şiblî o zaman Şiblî olmuştur. Fıkıhçıdır. Mâliki mezhebine âşinâdır. Bir cemaatten hadis yazmıştır. Şiirleri hikmetti sözleri, ilginç halleri vardır. 334 yılında Bağdat'ta 80 yaşlarında vefat etmiştir. (Siyeru'l-A'lam,15/367. Hılyetül'Evliya,10/366, er-Risaletü'1-Kuşeyriyye. 25. 26. Şezerat. 2/338)
[115] Bu ve benzeri şeylerin şer'i hükümlerde hiçbir etkisi yoktur. Eğer bunları kabul edecek olsak şer'i hükümleri iptal etmiş oluruz ve Allah korusun onları bırakıp, keşf, gizliden gelen sesler ve menkıbelerle amel ederiz.
[116] er-Risaletü'1-Kuşeyriyye, s.315 ve devamı
[117] Bu hadis muhtelif lafızlarla rivayet edilmiştir. Bunların en sahih olanı müellifin burada -zikrettiği İbn Hıbban rivayetidir. İbn Hıbban bu rivayeti c.I, s.274'de 355 numarada K. Birr vel-İhsan, B. Mâcâe fi't-Tâât ve Sevâbiha'da nakletmiştir. Ayrıca Ahmed'in Müsned'i 3/108'de ve Beyhakinin Sünen-i Kübra'sı 3/139!da K. Salat, B: Kerahiyeti Terki't-Taksir'de geçmektedir
[118] Risaletü'l-Kuşeyriyye, s.315 ve devamı.
[119] Bu ve benzeri sözler için bk: el-Kuşeyriyye, s.316 ve devamı
[120] Ebu Davûd. K. Hudud, B. Fi'1-Haddi Yüşfeu fihi. no:4375. Ancak hadis tenkitçileri bu rivayeti senedindeki Abdülmelik ibn Zeyd sebebiyle zayıf kabul ettiler. Fakat Avnu'l-Ma'bûd müellifi bu hadisi İbn Hıbban ve Nesâî'nin o şahsı güvenilir kabul etmeleri sebebiyle hasen derecesine yükseltmiştir. (Avnu'l-Ma'bûd. 12/39) İbn Hıbban. K.İlim, B. Zecr Ketebeti'l Mer'is's-Sunen. C:I, s.154, h.no:94 Beyhaki. K. Sirkati. C.VIII, s.267, Müsned, Hz. Aişeden. C.VI. s.181
[121] Kuşeyriyye, s.317
[122] el-Kıışeyriyye, s.276. Ahzab' 38
[123] İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/240-246.