9- BİD'ATÇILARIN VE MÜSLÜMAN TOPLULUKLARIN AYRILIĞA DÜŞME SEBEBİ
Ümmetteki Ayrılıkla İlgili Hadisler
Bu Ayrılığın Hakikati Konusunda Birinci Mesele
Yedinci Mesele: Grupların Belirlenmesi
Allah Teâla size rahmeti ile muamele etsin. Biliniz ki bid'atın kötülüğünü bildiren âyetler ve pek çok hadisler bid'at ehlinin özelliğini dile getirmiştir. Bu özellik parçalanıp ayrılmaktır ki bu yüzden gruplara bölünmüşlerdir. Öylesine ki müslüman olmaları ve İslamın hükmü ile haklarında hüküm verilmesine rağmen, onları İslam bile bir araya getirememektedir.
Görülmüyor mu ki şu ayetler bu durumu ortaya koymaktadır:
"Dinlerini parça parça edip, gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur." [1]
"Müşriklerden olmayın. Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan olmayın." [2]
"Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır." [3]
Bölünüp parçalanmanın özelliklerini gösteren başka ayetler de vardır. Hadiste ise şöyle buyurulmuştur:
"Gelecekte benim ümmetim yetmiş iki grupa ayrılacaktır."[4]
Parçalanıp bölünmek olayının manasını bedenen ayrılmak olarak alırsak -ki gerçek olan budur- bu, mezhep ve görüşlerde ayrılığa düşmekten meydana gelir.
Bölünmeyi mezhep olarak ele alırsak, görüş ayrılığı demektir.
"Parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın..."[5] ayetinde olduğu gibi.
Bu ihtilafın sebebinin ne olduğu mutlaka incelenmelidir. Bunun iki sebebi vardır. Birinci sebepte kulun bir rolü yoktur. O ezelde yazılan kader ile ilgilidir. Diğeri ise kulların çalışıp elde ettikleri ile ortaya çıkmaktadır. Bu bölümde üzerinde konuşulacak olan da odur. Ancak birinci sebebi bu bölüme bir giriş gibi ele alacağız. Çünkü bunda bid'at konusunda derinlemesine bilgi sahibi olmak isteyenlerce iyi bilinmesi için köklü bir mana vardır.
Doğruya ulaşmada başarıyı veren Allah'tır. Bu konuda deriz ki:
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Rabbin dileseydi insanları bir tek ümmet yapardı, (fakat onlar çeşitli dinler üzerinde) ihtilaf etmektedirler. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri hariç, Rabbin onları bunun için yaratmıştır." [6]
Yüce Allah bu ayetinde haber veriyor ki insanlar sonsuza kadar lihtilaf/aynhk içinde olacaklardır. Bununla beraber, Allah Teâla onları ancak ihtilaf için yaratmıştır. Bu mana, tefsir Âlimlerinden bir grupun sözüdür. Ayetteki "Rabbin onları bunun için yaratmıştır" ifadesinin manası "ihtilaf için onları yaratmıştır" demektir. Bu, Mâlik b. Enes'den rivayet edilmiştir. Mâlik (r.a.) bu manayı açarak yorumlayıp şöyle demiştir: "Yüce Allah onları, bir kısmı cennete bir kısmı saîr cehenneminde olmak üzere yaratmıştır."
Bunun bir benzeri Hasen'den rivayet edilmiştir. Ayyeteki pö^ "Halekahüm" kelimesindeki p* "hüm" zamiri "insanlar"a râci'dir. Yani, "onları yarattı" ifadesi "İnsanları yarattı" demektir. Buna göre insanların, ezelde Allah'ın bildiğinden başka bir şey yapmaları mümkün değildir.
Bu ayetteki ayrılıktan maksat güzellik, çirkinlik, uzunluk, kısalık gibi şekildeki ayrılık değildir. Siyah ve beyaz olmak gibi renkteki ayrılık da değildir. Kör, sağır, görür, duyar olarak yaratılmış olmak gibi bir ayrılık da değildir. Cömert, cimri, korkak ve cesur olmak gibi ahlakı ilgilendiren bir ayrılık da değildir. Veya bunlara benzeyen ve değişiklikler içeren ayrılıklar da değildir.
Ancak ayetteki ayrılıktan maksat, başka bir şeydir ki Yüce Allah ayrı düşünenler arasında hükmetmeleri için onun varlığından dolayı peygamberler göndermiştir. Yüce Allah bu hususu bildirmek için şöyle buyurmuştur: "İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak Peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi..." [7]
Ayette ifade edilen ayrılığa düşülen hususlar, insanı âhirette mutlu veya bahtıkara yapacak görüşlerde, mezheplerde, dinlerde ve inanışlarda olan ayrılıklardır.
İşte, ayetlerde bildirilen ve tekrarlanan ayrılıktan maksat budur. Onlar arasında meydana gelen bu ayrılıklar birkaç çeşittir.
1- Bunlardan birincisi inancın kaynağında olandır. Aralarında Atâ'nın bulunduğu bir grup tefsir âliminin görüşü budur. Atâ' şöyle demiştir:
"Onlar ihtilaf etmektedir. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri hariç, Rabbin onları bunun için yaratmıştır."[8]
Ayetindeki "Onlar" Yahudiler, Hristiyanlar, Mecusiler ve Müslümanlardır.
"Rabbinin rahmet ettikleri" ise (sâdece) müslümanlardır. Bu rivayeti İbn Vehb nakletmiştir. Ayete ilk bakışta görünen de budur.
Bu ayrılığın temeli, tevhidi ve tek olan Allah'a yönelmededir. İnsanlar genelde kendilerini bir yaratanın ve yönetenin bulunduğunda ayrılığa düşmezler. Şu kadar ki insanlar yaratıcının tayininde çeşitli görüşler halinde ayrılığa düşmüşlerdir. Kimisi Allah ikidir, kimisi, beştir demiştir, tabiatın veya dehr'in[9] Allah olduğunu söylemiştir. Yıldızların, bazı insanların, ağaçların ve taşların veya elleriyle yontarak yaptıkları şeylerin bile Allah olduğunu ileri sürenler bulunmuştur.
İnsanlardan kimisi Allah'ın varlığını ikrar/kabul etmiş, fakat Yüce Allah peygamberlerini gönderip, ümmetlerine hakkı batıldan ayırıp açıklayana kadar, onlar çeşitli görüşler üzere olmuşlardır. Cenab-ı Hak Peygamberlerini gönderince, gereği gibi Allah'ı bilip, O'nu layık olmadığı sıfatlardan tehzili etmişlerdir. O'nun ortağı, eşi, benzeri, çocukları olmadığını O'nun bunlardan beri olduğunu bilmiş ve benimsemişlerdir. Bunu ikrar edenler ayetteki "Rabbinin rahmet ettikleri hâriç" ifadesine girmektedir. O'nu inkar edenler de "Rabbi’ nin:
"Yemin ederim ki cehennemi hep cinler ve insanlarla dolduracağım" sözü tamam olmuş (yerini bulmuş) tur."[10] Ayetinin kapsamına girmektedirler.
Birincilerin rahmet ifade eden ayete girmesi, ihtilâfa düşme özelliğinin kendilerinde bulunmayıp ittifak ve uyum özelliği içerisinde olmadandır. Bu özellik "Hepiniz Allah'ın ipine sarılın; ayrılmayın" [11]âyetinde ifade edilen özelliktir. Bu yorum tefsir alimlerinden bir gruptan nakledilmiştir.
İbn Vehb, Ömer b. Abdulaziz'den "Rabbin onları bunun için yarattı."[12] ayeti hakkında şöyle rivayette bulunmuştur:
Yüce Allah rahmet ehli olanları ihtilaf etmesinler diye yaratmıştır. Bu, aynı zamanda Malik ve Tâvus'un Cami' isimli eserinde naklettiği manadır. Buna göre rahmet ehlinin dışında kalan diğerleri ihtilaf özelliği üzere kalmış, açıkça hak olana aykırı davranmışlar ve doğru olan dini bir yana atmışlardır.
İmam Malik'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Allah'ın rahmet ettikleri ayrılığa düşmemişlerdir. Nitekim Bakara 213. ayetinde şöyle buyurulmuştur:
"İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri konularda, insanlar arasında hükmetmek için onlarla beraber hak kitabı indirdi. Kendilerine kitap verilenler, sırf hasetlerinden dolayı kendilerine açık deliller geldikten sonra o hususta ayrılığa düştüler. Allah inananlara kendi izniyle ihtilaf ettikleri hakkı gösterdi. Allah dilediğini doğruya iletir."[13]
"İnsanlar bir tek ümmet. idi. Onlar ayrılığa düştüler. Bunun üzerine Allah peygamberlerini gönderdi." Ayetinin ifade ettiği anlama göre Yüce Allah haber veriyor ki insanlar ayrılığa düşmüşler, birlik olmamışlardır. Bunun üzerine, ayrılığa düştükleri hak hususunda onlar arasında hükmetmeleri için Yüce Allah peygamberlerini göndermiştir. İman edenleri de Cenab-ı Hak bu ihtilaflardan (kurtarıp) hidayete erdirmiştir.
Sahih hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Biz (dünyada) sona kalan, ahirette öne geçenleriz. Nitekim onlara (bizden önceki ümmetlere) bizden evvel kitap verilmiş, bize (kitap) onlardan sonra verilmiştir. Bu (Cuma günü) Allah'ın onlara farz kıldığı gündür. Onlar, bu günde ayrılığa düştüler. Yüce Allah o gün hakkında bize hidayet verdi. İnsanlar bu gün hakkında bizim arkamızdan geleceklerdir. Yahudiler (için) yarın (ki Cumartesi), Hıristiyanlar için de yarından sonra (ki Pazar günü var) dır."[14]
İlm Vehb, Zeyd b. Eslem'den "İnsanlar tek bir ümmet idi." ayeti hakkında şu rivayeti tahric etmiştir. İnsanların tek bir ümmet olduğu gün Allah'ın onlardan söz aldığı gündür.[15] İnsanlar bu günün dışında tek ümmet olmamışlardır. Yüce Allah insanlara "Peygamberini müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdi... Allah iman edenlere üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir." [16]
(Geçmiş ümmetler ve ümmet-i Muhammed arasındaki görüş ayrılıklarına örnekler):
a- İnsanlar Cuma gününde ayrılığa düştüler; Yahudiler cumartesiyi, Hıristiyanlar pazarı (cuma yerine geçecek gün) edindiler. Yüce Allah Muhammed ümmetini Cuma gününe hidayet etti.
b- İnsanlar kıblede ayrılığa düştüler! Yahudiler doğuya yöneldiler. Hıristiyanlar Kudüs'e yöneldiler. Yüce Allah ümmet-i Muhammedi Kıbleye (Ka'beye) hidayet etti.
c- İnsanlar namaz hususunda ayrılığa düştüler; kimisi (namaz içerisinde) rüku edip, secde etmezdi. Kimileri secde edip rüku etmezdi. Kimisi hem namaz kılar hem yürürdü. Yüce Allah Muhammed ümmetini bu hususta gerçek olan (namaz)a hidayet etti.
d- İnsanlar oruçta ayrılığa düştüler Kimisi (sadece) gündüzün bir kısmını oruç tutar, kimisi bir kısım yemeği yeme (yip başka şeyler yiye)rek oruç tutardı. Yüce Allah Muhammed ümmetini gerçek olan (oruç)a hidayet, etti.
e- İnsanlar Hz. İbrahim hakkında ayrılığa düştüler; Yahudiler, "İbrahim Yahudidir" dediler. Hristiyanlar, "İbrahim Hıristiyandır" dediler. Yüce Allah İbrahimi hanif ve Müslüman eyleyip, ümmeti Muhammedi bu hususta gerçeğe hidayet eyledi.
f- İnsanlar Hz. İsa hakkında ayrılığa düştüler! Yahudiler onu kâfir sayıp annesine büyük iftira ettiler. Hıristiyanlar İsa'yı hem Allah, hem oğul (Allah'ın oğlu) edindiler. (Gerçekte ise) Yüce Allah onu (kendi) ruhu ve kelimesi kılmış, ümmet-i Muhammedi bu hususta gerçeğe hidayet etmiştir.
Ayrılığa düşmeyenler arasında birinci maksada yönelik olmayıp ikinci maksat itibariyle (din esasında değil, detaylarda) görüş ayrılığı olabilir. Zira Cenab-ı Hak hikmeti ile hükmetmiştir ki bu dinin teferruata dair meseleleri farklı görüş ve zanlara açıktır. Erbabınca bilinen bir şeydir ki teorilerde görüş birliğinin olmaması âdettendi. Zan (ve tahmin) edilen şeylerde görüş ayrılıklarının mümkün olması köklü bir şeydir. Fakat bu temel meselelerde değil, teferruatta, küllî meselelerde değil, cüz'iyyattadır. Bundan dolayıdır ki bu görüş ayrılığı zarar vermez.
Tefsir âlimleri yukardaki ayet, hakkında Hasen (Basrî)’den şu rivayeti nakletmişlerdir:
Allah'ın rahmetine ehil olanlara gelince, onlar kendilerine zarar verecek derecede görüş ayrılığına düşmezler. Çünkü onların farklı görüşleri hakkında nas bulunmayan, ictihad (yapılan) meselelerdedir. Böyle yapmakla "hakkında nas yok" mazeretini ortadan kaldırmış olurlar. Bu onların en büyük mazeretidir, bununla beraber din koyucu bu tür görüş ayrılıklarının olacağını bilmiş ve bu tür görüş ayrılıklarında başvurulacak bir prensip getirmiştir. Bu, Nisa suresi 59. ayetinde şöyle ifade buyurulmuştur:
"Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah'a ve Rasûl’e götürün."
Bu kabilden olan her görüş ayrılığında Yüce Allah, onun bizzat kendisine götürülmesine hükmetmiştir. Meselenin Allâh’ın kitabına ve Peygamber'ine götürülmesi de böyledir. Meselenin sağ iken Peygamber'in kendisine, vefatından sonra sünnetine götürülmesi dahi aynıdır. Âlimler -Allah onlardan razı olsun- böyle yapmışlardır.
Burada şöyle bir şey denilebilir: Bunlar ayetteki "Onlar ihtilaf etmektedirler" ifadesine girerler mi, girmezler mi? Buna verilecek cevap şudur: Bunların bu ayetin gerektirdiği manaya girmesi birkaç cihetle sahih değildir.
Şöyle ki:
1- Bu ayetin gereği odur ki âyette ihtilaf ettikleri bildirilenler, rahmet ehli olanlara zıt düşmektedirler. Çünkü ayetin son cümlesinde "Rabbinin rahmet ettikleri hariç." buyurulmuştur. Buna göre ayet, insanların iki kısım olmasını gerektiriyor. Birisi ayrılık çıkaranlar, diğeri rahmete nail olanlar. Bu taksimin dış görünüşü, rahmet ehlinin ayrılık çıkaranlardan olmadığıdır. Aksi halde bir şeyin kısmı kendisinden ayrıldığı şey gibi olur. Buna göre ayetteki istisnanın manası doğru olmaz.
2- Yüce Allah ayette "... onlar ihtilaf etmektedirler." buyurmuştur. Bu ifadenin dış görünüşü ihtilafın devamlılığını göstermektedir. Zira ihtilaf, ayette devamlılık ifade eden "ism-i fâil" kipi ile söylenmiştir. Allah'ın rahmetine nail olanlar devamlı ihtilaf içinde olmaktan uzaktır. Çünkü rahmet-i ilâhi, devamlı aykırılık ve ayrılık üzere olmaya ters düşer. Rahmet ehlinden olanlardan birisi bir meselede aykırı davransa, bunu din koyucunun maksadının ne olduğunu aramak için yapar. Hatalı olduğu ortaya çıkarsa, kendisini kontrol ve hatasını telâfi eder. Onun bir meselede aykırı davranması geçicidir. Birinci maksatla yani, devamlı ayrı ve aykırı olmak üzere değildir. Böylece rahmet ehlinin ihtilafı devamlı ve onlardan ayrı bir özellik değildir. O halde burada ihtilafın kesintili ve yararlı olan cinsten olduğunu söylemek daha münasiptir.
3- Kesin olarak biliyoruz ki haklarında ilâhi rahmetin meydana geldiği kimseler olan sahabe ve onlara güzelce uyanlar, -Allah onlardan razı olsun- ictihad konusu olan meselelerde ihtilaf etmişlerdir. Onların ayette ifade edilen ayrılığa düşenlerin kısmına sokulması hiçbir suretle sahih olmaz. Eğer onlardan, bazı meselelerde ayrı görüşe sahip olanları, her hangi bir şekilde (ayetteki) ihtilaf edenlerden sayarsak onların rahmet ehlinden olduğunu söylemek sahih olmaz. Bu ise ehl-i sünnetin icmâ'ı ile geçersizdir.
4- Selef-i sâlihten bir grup, ümmetin fer'î meselelerde ihtilafını bir çeşit rahmet saymışlardır. Buna göre bu tür bir ihtilaf halinde olanı, rahmet ehlinin dışında saymak mümkün değildir.
Adı geçen ihtilafın rahmet, oluşu Kasım b. Muhammed'den rivayet edilen şu sözü ile anlatılmıştır:
Yüce Allah, Rasûlünün ashabının farklı görüşleri dolayısıyla lütufta bulunmuştur. Her bir alim onlardan birinin yaptığına uyduğu zaman, onun yapılması caiz bir iş olduğunu görür.
Damra b. Recâ'dan rivayet edildiğine göre Ömer b. Abdulaziz ile Kasım b. Muhammed bir araya gelmiş, hadis müzâkere ediyorlardı. Ömer'in söylediğine Kasım (bazen) muhalefet ediyordu. Durum açıklığa kavuşuncaya Ömer'e muhalif kalması Kasım ibn Muhammedi zor geliyordu. Bunun üzerine Ömer ona dedi ki:
Böyle yapma! (üzülme!) Onların (yani Peygamber'in ashabının) bir konuda ihtilaf etmelerinin yerine (çok değerli) kırmızı develere sahip olsam o kadar sevinmem.
İbn Vehb yine Kâsım'dan şöyle rivayet etmiştir:
Ömer b. Abdulaziz'in şu sözü benim çok hoşuma gider: Hz. Muhammed'in ashabının farklı görüşlerinin olmamasından hoşlanmıyorum. Çünkü (Onların hepsi) tek bir söz (de birleşmiş) olsa, insanlara darlık olurdu. Onlar kendilerine uyulan kimselerdir. Onlardan her birinin sözünü bir adam almış olsa (yine) sünnete uymuş olur.
Bunun anlamı şudur: Onlar insanlara ictihad kapısını ve ictihadda farklılığın caiz olma yolunu açmışlardır. Çünkü eğer onlar bu yolu açmasalardı, müctehidler sıkıntıya düşeceklerdi. Çünkü ictihad ve düşünceye açık alanlarında genellikle tek düze görüş olmaz. Bu durumda ictihad ehli olanlar bir meselede baskın olan görüşe uymakla yükümlü olmakla beraber; görüş ayrılığı ile de mükellef olurlardı. Bu ise güç yetmeyen bir şey ile yükümlü olmaktır. Bu, sıkıntıların en büyüğüdür. Yüce Allah, detaylar/fer'i meselelerde ietihad ehlinin farklı görüşleriyle bu ümmete bir genişlik vermiştir. Böylece ümmetin bu rahmete girmesi için kapı açılmıştır. Ayetteki "Rabbinin rahmet ettikleri...." kısmına nasıl dahil olmasınlar ki onların fer'i meselelerde ihtilaf etmeleri, ittifak etmeleri gibidir. Elhamdülillah.
Bu iki yol arasında, birinciden aşağıda ikinciden yukarıda orta mertebede bir yol daha vardır ki o, dinin aslında ittifak olup bazı küllî kaidelerde ihtilaf edilmesidir ki gruplar halinde parçalanmaya yol açan budur.
Ayet-i kerimenin ihtilafın bu kısmını içine alması mümkündür. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber'den sahih olarak "ümmetinin 70 küsur fırkaya/grupa ayrılacağı" rivayet edilmiştir.
Yine Hz. Peygamber haber vermiştir ki
"Bu ümmet, kendisinden önce geçen ümmetlerin yoluna karış karış ve kulaç kulaç uyacaktır."[17]
Bu ihtilaf bizden önceki ümmetlerde meydana gelen ayrılıkları da içine almaktadır. Hadisteki ifade bid'atçıların sapıklık özelliğine cehennem tehdidine, aday olduğunu da göstermektedir. Bunlar rahmetten tamamen uzaktırlar.
Hz. Peygamber bizim kaynaşmamız ve hidayet üzere olmamız için aşırı derecede istekli idi. İbn Abhas'ın hadisinden biliyoruz ki:
"Hz. peygamber vefatına yakın bir sırada- o vakit evde aralarında Hz. Ömer'in de bulunduğu birtakım adamlar vardı- şöyle buyurdu:
“Geliniz size bir yazı yazayım; ondan sonra hiç sapıklığa düşmeyeceksiniz." Hz. Ömer (bu arada) şöyle dedi: Peygamber acılar içindedir. Sizin yanınızda Kur'an vardır. Allah'ın kitabı bize yeter. Ehl-i beyt, arasında ihtilaf olup çekişme başladı. Kimisi Hz. Ömerin söylediğini söylüyordu. Kimisi de;
"(kağıt kalem) yaklaştırınız. Peygamber size bir yazı yazdıracak. Ondan sonra hiç sapıtmayacaksınız." diyordu. Hz. Peygamberin huzurunda gürültü ve ihtilaf çoğalınca:
"Huzurumdan kalkınız!" buyurdu.[18]
İbn Abbas diyor ki:
"Musibetin büyüğü, peygamberle yazacağı yazının arasına giren ihtilaf ve koparılan gürültüdür."
Böyle olması -Allah Teala en iyisini biliyor ya- Allah'ın Peygamberine "onlara bu yazıyı yazdığı takdirde onların daha sonra sapmayacağını" vahiy yoluyla bildirmiş olmasıdır. Böyle olsaydı ümmet, âyetteki "Rabbinin rahmet ettikleri hariç" ifadesine girmiş ve "Onlar ihtilaf etmeye devam ediyorlar" ifadesinin gereği olan ihtilaf etme halinin dışında kalmış olacakladır. Yüce Allah başka ümmetlerde olduğu gibi bu ümmetin de ihtilaf edeceğini bildiği için Peygamber'inin yazıyı yazarak bunun aksinin olmasını kabul etmedi. Yani ezelde bildiğinin olmasından başkasını istemedi. Biz de Allah'ın kaza ve kaderine rıza göstermiş bulunuyoruz. Ondan fazl'u keremiyle bizi kitap ve sünnet üzere daim kılıp son nefesimize kadar böyle devamımızı lütfetmesini niyaz ederiz.
Tefsir âlimlerinden bir grupa göre ayetteki "İhtilaf edenler" den maksat bidat ehlidir. "Rabbinin rahmet ettikleri" de ehl-i sünnettir. Fakat Hz. Peygamber'in yazmayı düşündüğü yazı için ezelde takdir edilene ilişkin bir esas vardır. Yoksa mutlak olarak değerlendirilmemelidir. Bilakis Kur'an'ın indirilmesiyle birlikte, indirilen Kur'an’ın ibaresi yoruma elverişlidir. Bu hususun genişçe ele alınması kaçınılmaz derecede gereklidir.
Biliniz ki bazı külli kaidelerde ihtilafa düşülmesi, din ilimlerinin derinliklerine dalan, külli kaidelerin asıllarını ve kaynaklarını bilen âlimler arasında alışılagelen şeylerden değildir. Bunun delili Hz. Peygamber ve ondan sonraki ikinci dönem âlimlerinin bu hususta ittifak etmiş olmalarıdır. Onların ihtilafı ancak şimdi açıklamasını tamamlamış olduğumuz fer'î meselelerin içtihadında olmuştur. Bunlardan sonra bölünüp parçalanma ile sonuçlanan her ihtilafın üç sebebi vardır. Bazen bu sebeplerin hepsi bir arada, bazen ayrı ayrı bulunur.
1- Bu sebeplerden birincisi, insanın kendisinin -o dereceye ulaşmadığı halde- ilim adamı ve dinde içtihat derecesinde olduğuna inanması veya başkaları tarafından onun öyle olduğuna inanılmasıdır. Bu inanç üzere hareket etmek suretiyle görüşü görüş, ihtilafı ihtilaf sayılmaya başlar. Fakat bu bazen cüzî ve fer'i bir meselede, bazen de külli ve dinin temel meselelerinden birinde olur. Dinin aslı ile ilgili olanı ya inançla ilgili veya amelî bir asıl olur.
Bu kimseyi görürsün ki dinin teferruatıyla ilgili bir meseleyi almış, onun külli esaslarını yıkmak için kullanıyor. Ele aldığı şeylerin manasını kapsamlı olarak kavramadan, amaçlarını köklü olarak anlamadan ilk bakışta aklına doğanı söyler. İşte bu bid'atçıdır. Hz. Peygamber'in şu hadisi bu hususta uyarıda bulunmaktadır.
"Yüce Allah ilmi (bir eşyayı çıkarıp alır gibi) insanlardan çekip almaz. Fakat âlimleri vefat ettirmek suretiyle ilmi yok eder. Tâ ki âlim kalmayınca insanlar, başlarına câhil kimseleri geçirirler. Bunlara sorular sorulunca bilgisiz olarak fetva verirler; hem kendileri sapar, hem de soranları saptırırlar.”[19]
Âlimlerden bazısının dediğine göre bu hadisin takdiri şöyledir: İnsanlara âlim kimselerden asla zarar gelmemiştir. Ancak insanlar arasındaki âlimler ölünce bilgisi olmayan kimseler fetva verirler. İnsanlara bunlardan zarar gelmiştir.
Bu yorumu şöyle değerlendiren de olmuştur: Güvenilir kimse asla hainlik yapmaz. Fakat güvenli olmayan kimselere emanet verilince onlar hainlik yaparlar. Biz de şöyle diyoruz: Âlim kimse bid'at işlemez. Fakat âlim olmadığı halde fetva verenler bid'at işlerler.
Mâlik b. Enes diyor ki:
Bir gün Rabîa şiddetli bir şekilde ağlamıştı. Kendisine:
Başına bir belâ mı geldi? denildiğinde:
Hayır! Fakat bilgisi olmayan kimseye fetva soruldu, cevabını verdi.
Buharı'de Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kıyametten önce aldatıcı yıllar olacaktır. Bu yıllarda yalancı tasdik edilecek, doğru kimse yalanlanacak, güvenilen kimseler hâin sayılacak, emanetler hainlere verilecek, basit insanlar söz sahibi olacaktır.”[20]
Basit kimseden maksat, halkın yönetimi hususunda konuşmaya ehil olmadığı halde kamu ile ilgili hususlarda konuşan kimsedir.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer şöyle demiştir:
İnsanların ne zaman helak olacağını iyice bildim: Fıkıh bilgisi (yaşça ve seviyede) küçükten geldiği zaman büyük olanlar küçüklerin söylediklerini kabul etmezler. Fıkıh bilgisi büyükten geldiği zaman küçük ona uyar, her ikisi de hidayete erişirler.
Abdullah b. Mes'ud'un şöyle dediği rivayet edilmiştir:
İnsanlar bilgiyi büyüklerinden aldıkları sürece hayır içerisinde olurlar. Bilgiyi küçüklerinden ve kötülerinden aldıkları zaman helak olurlar.
Âlimler Hz. Ömer'in yukardaki sözündeki "küçük" ile neyi kasdettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. İbn'ul Mübarek bu konuda şöyle demiştir:
Onlar bid'at ehli olan kimselerdir. Bu uygun (bir yorum) dur. Çünkü bid'atçılar ilimde küçük kimselerdir. Böyle oldukları için bidat ehli olmuşlardır.
el-Bâci şöyle demiştir:
"Küçükler" in ilim sahibi olmayanlar olma ihtimali vardır." "Hz. Ömer (yaşça) küçük olanlarla danışmalarda bulunurdu. Olgun ve genç yaşlardaki kıraat âlimleri Hz. Ömer'in danıştığı kimseler idi." "Küçükler" den maksat, durumu iyi olmayan ve değersiz kimselerdir. Bu duruma düşmek dini ve insaniyeti bir kenara atmakla olur. Ama dine ve insaniyete sarılanların şanı yücelir ve değeri artar,"
İbn Vehb'in Hasen'den maktu' bir senetle naklettiği şu rivayet, bu yorumu açıklamaktadır:
Bilgi olmaksızın bir şey yapan yol olmaksızın yürüyen kimse gibidir. Bilgi olmaksızın bir şey yapan, yararlı şeyler yaptığından çok, zararlı şeyler yapar. O halde öyle bir bilgi öğreniniz ki ibadeti devre dışı bırakarak zarar vermesin. Öyle bir ibadet, yapınız ki bilgiyi devre dışı bırakarak zarar vermesin. Çünkü bir topluluk, bilgiyi bırakarak ibadete yöneldiler ve Muhammed ümmetine kılıç çektiler. -Allah daha iyi bilir ya' Şayet, bilgi sahibi olsalardı, bilgileri onları yaptıklarına götürmezdi. -Bu sözleri ile Haricileri kastediyor- Çünkü onlar derinlemesine bilgi sahibi olmaksızın Kur'an okudular. Hadiste işaret edildiği üzere ".... Onlar kur'an okurlar. Fakat okudukları gırtlaklarını geçmez..."
Mekhul'ün[21] şöyle dediği rivayet, edilmiştir:
Çobanların fıkıh bilginliğine kalkışması dini ve dünyayı bozar. Aptalların fıkıh bilginliğine kalkışması ise dini bozar.
Firyâbî diyor ki:
Süfyan-ı Sevrî[22] Nebatlıların[23] ilim (le uğraşıp birşeyler) yazdıklarını görünce (öfkeden) yüzü bozulurdu. Orada dedim ki:
Ey Abdullah'ın babası! Bunların ilmi yazdıklarını görmek sana zor geliyor. O bana şöyle dedi:
İlim Araplarda ve insanların efendisi olan kimselerde idi. İlim bunlardan çıkıp Nebatlılara ve kafası çalışmayan kimselere geçince din bozuldu!
Bu nakledilen rivayetler yukarda geçen yoruma göre değerlendirilince mesele daha doğru anlaşılır. Zira küçük kelimesinin dış görünüşe göre yorumlanması problem yaratır. Felsefeci bidatçıları veya pek çok bid'atçıyı incelediğin zaman onların çeşitli milletlerden esir alınan kimselerin çocukları olduklarını görürsün.
Yahut Arapçada köklü bilgisi olmayanlardandır. Yakın bir gelecekte Allah'ın kitabı yanlış anlaşılacaktır. Nitekim dinin amaçlarını derinlemesine inceleyip öğrenmeyen de onları yanlış anlayacaktır.
2- İhtilafa düşmenin sebeplerinden ikincisi keyfî arzuya uymaktır. Bundan dolayıdır ki bid'atçilara "heva ve heveslerine uyan kimseler" denmiştir. Çünkü onlar keyfi arzularına uyarak, dini delillere ihtiyaç duyup onlara itimad ederek hükümleri dini delillerden çıkarmadılar. Bilakis keyfi arzularına öncelik verip, kendi görüşlerine itimad ettiler. Ancak bundan sonradır ki bir de dini delillere baktılar. Bunların pek çoğu bir şeyin güzel veya çirkin olduğuna akılları ile karar veren ve felsefecilere ve başkalarına meyledenlerdir. Yöneticilerden korktuğu, veya yöneticilerden dünyalık elde etmek istediği, veya bir mevki elde etmek istediği için keyfi onurlarına uyanlar da bu grupa dahildir. Sultanlara eşlik eden kimselerin naklettiğine ve ilim adamlarının bildirdiğine göre bunlar insanların arzularına göre eğilim içinde olurlar ve istedikleri yönde yorumlar yaparlar.
Bunlardan birinciler, pek çok sahih hadisi akılları ile reddetmişlerdir. Hz. Peygamber'den sahih olarak rivayet edilenler hakkında kötü zan beslemiş, kendi bozuk görüşleri hakkında ise hüsnü zan sahibi olmuşlardır. Bunun sonucu olarak sırat, mizan, haşir, cennet, nimeti, cehennemde cesedin azap görmesi gibi ahiretle ilgili pek çok
durumları reddetmişlerdir. Ahrette Allah'ın görülmesini ve benzeri hususları inkar etmişlerdir. Bunlar bil'akis aklı, bir mesele hakkında -o mesele ile ilgili olarak din ne demiş olursa olsun- din koyucu yerine koymuşlardır. Hatta din, akıl tarafından hükmedilen meseleyi açıklayıcı bile olsa yine de aklı o hususta din koyucu gibi benimsemişlerdir.
Diğerleri ise ana yoldan çıkmış, dinin isteğine aykırı da olsa ara yollara sapmışlardır. Böyle yapmaları ya dostuna bir iyilik yapmak, ya düşmanına üstün gelmek veya kendisine menfaat sağlamak hususunda hırslı davranmaktan dolayıdır. Nitekim kardeşim meşhur şeyh İbn Lübabe'den rivayet olunduğuna göre —ki bu rivayet Muhammedb. Yahya b. Lübabe kanalıyla gelmektedir- kendisi Biyre Kadılığından uzaklaştırılmış idi. Daha sonraları aleyhinde gelişen birtakım olaylardan dolayı danışmanlıktan da uzaklaştırılıp kadı Habib b. Ziyad'ın kara listesine alındı. Adalet özelliğini kaybettiğine dair emir verilip evinden ayrılmayıp hiç kimseye fetva vermemesi talimatı verilmiş idi.
Daha sonraları (halife) Nasır, Kurtuba'da nehir kenarında hastaların eğleştiği (kaplıca gibi) bir yeri satın alma ihtiyacı duydu. Meseleyi zamanın kadısı İbn Bakiy'e "burasının gezinti yerinin karşısında oluşu, balkonundan aşağı doğru baktığında hastaları görünce rahatsız olduğu için" almasının zaruret, olduğunu bildiren şikâyetini iletti.[24] İbn Bakiy dedi ki:
Bunun için bana göre bir çözüm yoktur. Burasının bir ihata duvarı ile çevrilmesi en uygundur. Nasır, kadıya şöyle dedi:
Fıkıh bilginleri (hukukçular) ile konuş. Onlara burası için istekli olduğumu bildir. Kıymetini kat, kat, bolca vereceğimi ilet. Belki onlar benim için bir ruhsat bulurlar,
İbn-u Bakiy fıkıh bilginleri ile konuştu. Fakat onlar bir çıkış yolu bulamadılar. Nasır bunlara kızarak, vezirlerine, bilginlerin saraya çağrılıp azarlanmalarını emretti. Bilginlerle vezirler arasında birtakım görüşmeler geçmesine rağmen Nasır, onlardan istediğini elde edemedi. Bu haber İbn Lübâbe'ye ulaşınca fıkıh bilgini arkadaşlarından bazılarını Nâsır'a göndererek "Onlar (senin için) geniş olanı daraltmışlardır. Ben olsaydım, orasının bedelini vererek almanın caiz olacağına fetva verirdim. Bunu yaparken arkadaşlarımla tartışır, görüşümü hakka (hak olan bir mezhebe) uyarak ortaya koyardım" şeklinde düşüncelerini iletmiştir.
Bu haber üzerine Nâsır'ın gönlüne bir heves düşmüş İbn Lübâbe'nin danışmanlar arasına iade edilmesini emretmiştir. Kâdi İbn Bakiy ve fıkıh bilginleri (tekrar) toplandılar. Son gelenler arasında İbn Lübâbe de bulunuyordu. Kadı toplantıya katılanlara toplanma sebebini ve bedel vererek Nâsır'ın istediği yeri almasının cazip olduğunu anlattı. Toplantıya katılanların hepsi ilk sözlerini; burasının statüsünün değiştirilemeyeceğini söylediler. İbn Lübâbe susuyor, konuşmuyordu. Kâdi ona:
Ey Abdullahın babası! Sen ne diyorsun? dedi. İbn Lübâbe şöyle cevap verdi:
"Arkadaşlarımızın söylediği, İmamımız Mâlik'in sözüdür. Fakat Iraklılar (Hanefîler) böyle bir yerin hapsedilmesini hiçbir surette caiz görmezler. Onlar da ileri gelen alimlerden olup ümmetin pek çoğu onlara uymaktadır. Bu yere mü'minlerin emirinin ihtiyacı olduğu ortadadır. Böyle bir yerin ona verilmesinin reddi uygun değildir. Bu görüşün sünnette yeri vardır. Ben Iraklıların kavlini söylüyor ve görüş olarak onlara uyuyorum."
Orada bulunan fıkıh bilginleri İbn Lübâbe'ye şöyle dediler:
Sübhanellah! Bizden öncekilerin fetva verip, aynı fetva üzerine devam ettikleri ve onlardan sonra bizim inandığımız Mâlik'in kavlini terk mi ediyorsun? Biz ki o kavil ile fetva verdik, ondan hiçbir şekilde vazgeçemeyiz. Mü'minlerin emirinin, babalarının ve imamların görüşü de İmam Mâlik'in görüşüdür.
Muhammed b. Yahya (İbn Lübâbe) şöyle dedi:
Yüce Allah'ın aşkına söylüyorum: Sizin başınıza hiçbir problem gelip de, bunun çözümü için İmam Malik'ten başka bir âlimin sözüne başvurduğunuz olmadı mı? Onlar
"evet", deyince İbn Lübâbe devam etti:
Kendi kişisel probleminizi çözmek için başvurduğunuz bu yol Emir'ul Mü'minin için daha münasiptir. Onu kendi yerinize koyunuz. Onun problemini çözmeye uygun gelen âlimin sözünü alınız. Sizler hepinizi uyulacak kimselersiniz. İbn Lübâbe'nin sözüne karşı, orada bulunanlar sustular. İbn Lübâbe Kadı'ya:
Benim verdiğim fetvayı Mü'minlerin Emirine ulaştırın, dedi.
Bunun üzerine Kadı halifeye toplantı tutanağını gönderdi, İbn Lübâbe'nin fetvasının kabul edilip uygulanıp uygulanmayacağını beklemek üzere cevap gelinceye kadar orada beklediler. Kaplıcanın bedeli olarak hastalara çok değerli tuhaf sayılacak miktarda para ödenmesi gerekiyordu. Bu miktar çok yüksek olup kaplıcanın değerinden kat kat fazla idi.
Daha sonra Emir'ul mü'mininden İbn Lübâbe'ye belgenin yazılması görevi verildiğine dair yazılı emir geldi. Satış işleminde bedeli tesbit eden akdi o yapacaktı. Kendisi bu görevi sebebiyle tahrik edildi. Kâdi, İbn Lübâbe'nin fetva verdiği gibi hükmü verip onayladı. Olaya şahitleri de tanıklık ettirerek oradan ayrıldılar.
İbn Lübabe belgeler ile yetkilendirildiği görevini vefat ettiği hicri 336 yılma kadar sürdürdü. Kâdi Iyaz demiştir ki:
Bu haberi bazı hocalarımla müzakere ettim. Hocam dedi ki;
Bu habere şunu eklemek münasiptir: Kara listeye giren İbn Lübabe, kara listeye girmeye layıktır. Onun verdiği fetvanın içeriği onu buna en münasip kişi haline getirmiştir.
Düşünün ki keyfi arzuya uymak insanı ne hale getiriyor? Böyle bir kimse yaptığına son vermelidir. Buna benzer bir şey iki sebeple helâl değildir:
1- İbn Lübabe'nin hüküm verdiği mezhep gerçekten onun dediği gibi değildir. Çünkü Iraklılar mutlak olarak İbn Lübabe'nin dediği gibi kamuya hizmet için kapatılan yeri böyle elde etmek istememektedir. Onlardan bunu hikaye edenler ya tam ve doğru olarak bunu nakletmemışlerdir veya onlar bu görüşten dönmüşlerdir. Bil'akis onların mezhebi, Hanefi mezhebinin fıkıh kitaplarında anlatıldığı üzere, İmam Malik'in mezhebine yakındır.[25]
2- Bunun doğru olduğunu kabul etsek dahi, ihtiyaç gidermek bir makama gelmek ve sevgi elde etmek için, verilen hükümden ayrılıp, iki hükümden birine dönüş, hüküm veren kimse için sahih değildir. Muteber olan şıklardan birinin tercihi, ancak dine uygun olmak sureti ile olmalıdır. Bu husus âlimler arasında ittifak edilmiş bir şeydir. Tahkik ifade etmeyen söze her kim itimad ederse veya muteber olmayan bir manayı tercih ederse İslamdan kopmuş ve din dışı bir şeye dayanmış olur. Yüce Allah fazl-u keremi ile bizlere böyle bir şeye düşmekten ırak eylesin.
Fetva vermekte böyle bir yolu tutmak, Allah'ın dininde icad edilmiş bidatlar cümlesindendir. Allah'ın dininde aklı hakem kılmak da böyledir. İnşaallah ilerde bunun açıklaması gelecektir.
Böylece bu yolu tutmanın heva ve hevese uymak olduğu ortaya konmuştur. Heva ve hevese uymak dosdoğru yoldan sapmanın aslıdır. Cenab-ı Hak buyurur ki:
"Sana kitabı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar kitabın esasıdır. Diğerleri de rnüteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler..."[26]
Bu âyetin manası daha önce geçmişti. Bunların özelliği odur ki apaçık şeyleri bırakıp bizzat gerçeğin tersine müteşâbih'in peşine düşerler.
İbn Vehb'in tahric ettiğine göre Abdullah b. Abbas'a Haricîler ve Kuran hakkında söyledikleri anlatıldığında şöyle dedi:
"Onlar Kur'an'ın muhkemine inanır, mütesahihinde kendilerini helak ederler." İbn Abbas bunu söyledikten sonra (yukarıdaki) âyeti okudu. Heva ve hevese uymanın kötülüğünü, kur'an'daki şu ayet göstermekledir:
"Heva ve hevesini tanrı edinen... kimseyi gördün mü?[27] Kur'an'da hevâ kelimesi, ancak kötülemek maksadı ile zikredilmiştir.
Vehb kanalı ile Tâvus'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Yüce Allah Kur'an'da "heva" yi nerede zikretmişse mutlaka kötülemiştir. Nitekim Kasas suresi 50.ci ayetinde şöyle buyurulmuştur:
".... Allah'tan bir hidayet olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?" Aynı anlamda başka âyetler de vardır.
Abdurrahman b. Mehdi'den rivayet edildiğine göre bir adam İbrahim Nehaî'ye şöyle bir soru sordu:
"Hevâlardan hangisi daha hayırlıdır?" Nehaî bu soruyu şöyle cevaplandırdı:
"Hz.Allah heva denilen şeylerden hiçbirini zerre kadar hayırlı kılmamıştır. Heva ve heves denilen şey şeytanın süslemesinden ibarettir. İlk durumda başka (uyulacak) şey yoktur." Nehaî bu (ilk durum) sözü ile selefi salihin yaşantısını kastetmiştir.
Sevrî'den rivayet edildiğine göre bir adam İbn Abbas'a gelerek şöyle dedi:
"Ben senin hevâ'na uyacağım" İbn Abbas şöyle buyurdu:
"Hevâ'nın hepsi sapıklıktır. Senin hevân da ne demek oluyor"?
3- İhtilafa düşme sebeplerinden üçüncüsü, gerçeğe aykırı ve bozuk da olsa geleneklere bağlılıktır.
Bu maddede ele alınan husus babalardan ve yaşlılardan görülene uymaktır. Bu kötü bir taklittir. Yüce Allah kitabında (aşağıdaki ayetlerde) bunu kötülemiştir:
".....babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız..." [28]
" Ben size babalarınızı üzerinde bulduğunuzdan daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız?) deyince, dediler ki:
Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi inkar ediyoruz."[29]
"İbrahim: Peki, dedi; yalvardığımzda onlar (putlar) sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı? Şöyle cevap verdiler:
Hayır! Ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk."[30]
Görülüyor ki (Hz, İbrahim) onları açık bir delil göstermeleri için uyarmış onlar ise sadece babaları taklide sarılmışlardır. İşte bu husus, daha önce geçen hadisteki "insanlar cahil başkanlar edinirler." ifadesinin gereğidir. Bu hadis aynı zamanda nasıl olursa olsun, birtakım kimselerin yolunun izleneceğini göstermektedir.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Ali şöyle demiştir:
"Sakın birtakım adamların yolundan gitmeyin. Çünkü adam vardır; cennetlik kimselerin yaptıklarını yapar. Sonra Allah'ın o konudaki (ezeli) bilgisinden dolayı tersine döner de cehennem halkının yaptıklarını yapar ve cehennemlik olarak ölür. Adam vardır; cehennemlik kimselerin yaptıklarını yapar. Sonra Allah'ın o konudaki (ezeli) bilgisinden dolayı tersine döner ve cennet halkının yaptıklarından yapar ve cennetlik olarak ölür. Şayet mutlaka birilerinin yolundan gidecek iseniz, dirilerin değil, ölülerin yolundan gidiniz."
Hz. Ali'nin bu sözü din konusunda ihtiyatlı olmanın gerekliliğini gösteriyor. Bir insanın başkasının yaptığına, o konuda ne olduğu anlayıp hikmetini sormadıkça kesinlikle itimat etmesi layık değildir. Günkü belki yaptığına güvenilen kimse sünnete aykırı bir şey yapmaktadır. Bundan dolayıdır ki şöyle denilmiştik "Bilgili kişinin yaptığına bakmayın, lakin (ona neyi ve niçin yaptığını) sorun sizin doğrulasın." Yine demişlerdir ki:
Bir kimsenin bir şey yaptığım görüp aynısını yapmak, düşünce zayıflığıdır. Çünkü o kimse yaptığını belki unutarak yapmıştır. Medine halkının yaptıkları bu kabilden değildir. Çünkü âlimlerden bir grupa göre, onların yaptıklarının, üzerinde konuşmakta olduğumuz gibi olmadığı delil ile sabittir.
Hz. Ali'nin ".... mutlaka birilerinin yolundan gideceksiniz..." sözü[31] bu konuda ince bir nüktedir. Bununla sahabe sözü ile fetvası alınıp, güvenilir olup da sahabe gibi olanlar kastedilmektedir. Onların durumunda olmayanlara gelince, bunlara uyulmaz. Bir insanın, hakkında iyi kanaatleri olan bir kimsenin yaptığını görüp, herhangi bir araştırma yapmaksızın, ona uyup ibadet hususunda ona güvenmesi gibi. Onun yaptığı iş, meşru olacağı gibi, meşru olmayabilir de. Böyle birinin yaptığını Allah'ın dininde hüccet saymak, durum hakkında bilgi almaksızın ve fetva ehli kimselere bu işin hükmünü sormaksızın yapılmış ise sapıklığın tâ kendisidir.
Bid'ata bulaşan halktan kimselerden ve son devir insanlarından pek çoğu bu yolu tutmaktadır. Buna bir de cahil veya âlimlerin derecesine gelmemiş bir şeyh'in arkasından gitmek eklenebilir. Şeyh bir iş yapar, ona uyan da onun yaptığını ibadet sanır. Şeyhin yaptığı ne olursa olsun; dine uygun olsun, aykırı olsun aldırmadan ona uyar ve şeyhinin davranışını kendisine yol gösterdiği kimse için hüccet sayar ve şöyle der: "Filan şeyh evliyadandır ve o bunu yapıyor. O, zahiri ilimleri bilen âlimlerden uyulmaya daha çok layıktır."
Bu davranış, gerçekte hata etsin, doğru davransın, hakkında iyi zan beslediği kimseyi taklid etmeye yönelik bir davranıştır. Bunu yapanlarla atalarına uyanlar eşittir. Bunların yegâne yaptıkları sunu söylemekten ibarettir: babalarımız ve şeyhlerimiz bu gibi işleri boşuna bir şey alarak yapmıyor. Bunlar babalarının ve şeyhlerinin yaptıklarının bir delile dayanmadığını gördükleri halde "bu işler delil ve belgelere dayanmaktadır" derler.[32]
Bu üç sebep sonuç itibariyle tek bir şeye yöneliktir: Dinin amaçlarını bilmemek ve kesin bilgi olmaksızın dini konuları ilgilendiren manalarda zan ve tahminde bulunmak veya ilk bakışta akla gelene uymaktır. Oysa bu, ancak köklü bir ilim sahibi olanların yapacağı iştir. Görülmüyor mu ki Haricîler ava atılan okun avı delip geçtiği gibi dinden nasıl çıkıp gitmişlerdir? Çünkü Hz. Peygamber onların okudukları Kur'an'ın boğazlarından aşağıya geçmeyeceğini bildirmiştir. Yani -Allah daha iyi bilir ya- onlar Kur'an'ı hakkiyle anlamıyorlar ki kalplerine ulaşsın. Çünkü anlamak kalbe yönelik bir şeydir. Okunan Kur'an kalbe ulaşmayınca hiçbir surette anlaşılmıyor demektir. Olsa olsa böyle bir Kur'an okumak, birtakım harflerin söylenmesi ve sesin çıkarılmasından ibarettir. Böyle bir okumayı, onu anlayan da anlamayan da yapar. Daha önce geçen "Yüce Allah ilmi insanlardan çekip almaz...." hadisinde de bu kabil bilgi geçmişti. Üzerinde konuşmakta olduğumuz mesele ile ilgili olarak Abdullah b. Abbas tarafından bir tefsir yapılmıştır.
Ebu Uheyd Fezail'ul Kuranında, Said b. Mansur Tefsirinde İbrahim Teymi'den şu rivayeti zikretmişlerdir. Hz. Ömer yalnız başına kaldığı bir günde kendi kendine şöyle konuşmaya başladı: Peygamberi tek olduğu halde bu ümmet nasıl ihtilaf eder? Hz. Ömer İbn Abbas'a haber gönderip ona sordu:
Peygamberi bir, kıblesi bir -Saidin rivayetinde "kitabı bir" ilâvesi vardır- olduğu halde bu ümmet nasıl ihtilaf eder, ayrılığa düşer? dedi. İbn Abbas şöyle dedi:
Ey müminlerin emiri! Yüce Allah bize Kur'an'ı indirdi, biz onu okuduk, bize indirileni öğrendik. Bizden sonra öyle topluluklar olacaktır ki onlar Kur'an'ı okuyacaklar fakat (okuduklarının) ne hususta indirildiğini bilmeyecekler. Bu durumda bu topluluklardan her birinin bir görüşü olacak. Böyle olunca da ihtilafa/ayrılığa düşecekler. Said'in rivayetinde şu ilave vardır: Her bir topluluğun okuduğu şey hakkında bir fikri olacaktır. Böyle olunca da ayrılığa düşecekler, ayrılığa düşünce de birbirleriyle vuruşup savaşacaklardır. Said diyor ki Hz. Ömer, onun söylediğini anladı. Tekrar İbn Abbas'a haber gönderip dedi ki:
Söylediğini tekrar et. İbn Abbas söylediklerini tekrarladı. Hz. Ömer onun dediklerini anladı ve bu yorumdan hoşlandı.
İbn Abbas'ın söylediği gerçektir. Çünkü adam, âyetin veya sûrenin ne hakkında gelmiş olduğunu bilirse, kaynağını, yorumunu ve ondan maksadın ne olduğunu anlar. Neticede bundan ileriye gitmez. Fakat âyetin veya sûrenin ne hakkında geldiği konusunda bilgisi olmazsa mesele hakkındaki düşünceler çeşitlenir. Her bir insan, diğerinin düşüncesinden başkasını düşünür. Bu kimselerin kendilerini doğruya götürecek köklü bilgileri olmaz. Veya kendilerini problemlerin sınırında durduracak bir bilgi mevcut değildir.
Böyle akla gelen ilk görüşü dikkate almak veya yararsız tahminlerle yorumlar yapmak kaçınılmaz olmuştur. Sonuç itibariyle hem kendileri sapmış, hem de insanları sapıtmışlardır.
İbn Vehb'in naklettiği şu rivayet bu meseleyi açıklamaktadır, Bükeyr Na'fı'e sormuş:
"Haruriyye[33] hakkında Hz. Ömer'in görüşü nedir?" Nâfî' şöyle cevap vermiştir:
"Hz.Ömer'in onlar hakkında görüşü odur ki onlar Allah'ın yarattıklarının en şerlisidir. Onlar, kâfirler hakkında nazil olan âyetleri 'müslümanlar hakkındadır' şeklinde yorumlamışlardır."
Said b. Cübeyr[34] bunu şöyle açıklamıştır: Haruriyyenin müteşabih olup da peşine düştükleri ayetlerden birisi şudur: Yüce Allah buyurmuştur ki:
"Her kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmet" mezse işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir." [35]Haruriler bu ayeti : "...sonra kâfir olanlar (hâlâ) putları Rableri ile denk tutuyorlar."[36] Ayeti ile birlikte değerlendirip şöyle hüküm vermektedirler: Devlet başkanı hak olmayan bir hüküm verirse o takdirde kâfirdir. Kâfir olan kişi de, Rabbine (başka şeyleri) denk tutmuştur. Bunu yapan kişi ise müşriktir. Harurilerin kendileri müşriktir. Kendilerine aykırı gördüklerine karşı çıkar ve onları öldürürler. Çünkü onlar bu ayeti (yanlış) yorumlamaktadırlar. İşte İbn Abbas'ın uyarıda bulunduğu mana budur. Bu da Kur'an'ın (ayetlerinin) hangi konuda indirildiğini bilmemekten kaynaklanmaktadır.
Abdullah b. Ömer, Haruriyyeden sorulduğunda şöyle der idi:
Onlar müslümanları kâfir sayar, onların kanlarının ve mallarının helal olduğunu kabul ederler. İddeti içerisinde iken kadınlarla ve başkası ile nikahlı olan kadın ile cinsel ilişkide bulunurlar.
Burada "üzerinde konuşulan ayrılık/ihtilaf iki taraf arasında (iman ile küfür arasında) ortada bir ihtilaftır. Bu ihtilaf üzerinde konuşurken iki tarafa da bakmak gerekir. Halbuki sadece kötü ve sapık olan tarafa bakılmış, zararı olmayan ihtilaftan, yani teferruattaki ihtilaftan söz edilmemiştir" denilirse buna verilecek cevap şudur:
Bu kısımdaki ihtilafın iki taraf arasında olması ancak bizim açıkladığımız şekilde açıklanabilir. Diğer bir cihet vardır ki o da şudur: Burada sözü edilenlerin ümmet, arasında zikredilmeyip onların içine sokulması ortaya koymuştur ki bu ihtilaf onları birinci kısma (küfür kısmına) sokmamıştır. Şayet o kısma sokulmuş olsalardı ümmet içerisinde ihtilaftan ve ayrılıktan söz edilmez, din koyucu ihtilafı haber vermez ve selef'i salih bu hususta uyarıda bulunmazdı.
Ayrıca şayet tüm yaratılmışların, önceden ihtilafa düşüp, sonra ittifak ettiğini varsaymış olsaydık, ihtilaf olduktan sonra "Ümmet ittifak etti" diyemezdik. Nitekim ittifak olduktan sonra "ümmet ihtilaf etti, parçalandı" da diyemeyiz. Ümmetin bir kısımı(nın) İslamdan sonra küfre çıkması (nı varsayma) durumunda da diyemeyiz.
Ayrılık "ümmet" adının kalması ile birlikte gerçekleşmiş ise, ümmet ayrıldı ve dağıldı diyebiliriz. Gerçek olan budur. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber Hariciler hakkında şöyle buyurmuştur:
"...Onlar yaydan okun çıktığı gibi dinden çıkarlar." Daha sonra şöyle buyurulmuştur:
"Yayın gez'ine avdan bir şey bulaşıp bulaşmadığın da şüpheye düşer." Bir başka rivayette bu ifade şöyledir: "Oku atan, okuna, okun demirinin ucuna, yayın kirişine bakar (kontrol eder) ve yayın kirişine şüphe ile göz atar; acaba onlara kan (veya av hayvanının pisliğin)den bir şey bulaşmış mıdır? diye inceler."
Yayın gezini kan ve pislik var mıdır diye şüphe ederek tetkik etmek, temsili bir şüphedir. Bu temsili ifadenin anlamı, "onlar gerçekten İslamdan çıkmış mıdır?" şüphesini dile getirmektedir. Böyle bir ifade İslamdan çıkan kimse hakkında söylenmez. Meselâ mürted olan hakkında söylenmez. İslam ümmeti, büyük bid'at sahipleri olan grupların kâfir sayılması hususunda ihtilaf etmiştir. Fakat rivayetler itibariyle kuvvetli görüş bunların kâfir sayılmamasıdır. Bu görüşün delili selef-i salihin onlar hakkında yaptığı uygulamadır. Görülmüyor mu ki Hz. Ali onlara (Haricîlere) ne yaptı? Onlara İslam muamelesi yapması "Eğer mü'minlerden iki grup birbiri ile vuruşurlarsa aralarını düzeltin."[37] Ayetinin gereğine göre muamele etmiştir. Hariciler, Harûrâ'da toplanıp İslam topluluğundan ayrıldığında Hz. Ali onlara saldırmamış ve onlarla savaşmamıştır. Eğer bu çıkışları ile mürted olsalardı Hz. Ali şu hadise dayanarak onları bırakıvermezdi. Çünkü Hz. Peygamber:
"Dinini değiştireni öldürünüz" buyurmuştur.[38]
Ve çünkü Hz. Ebu Bekir mürted olanlarla savaşmış, onları bırakıvermemiştir. Bu, mürtedlerle Hariciler arasındaki farkı göstermektedir.
Yine Ma'bed el-Cühenî[39] ve ondan başkaları Kaderiyye olarak ortaya çıktıklarında selef'i sâlih onlara ancak küsmüş, düşman bilmiş, onlardan uzaklaşmıştır. Şayet onlar katıksız kâfir olmuş olsalardı, mürtedlere uygulanan savaş ve öldürme cezasını bunlara da uygularlardı.
Yine Ömer b. Abdülaziz zamanında Küfe'de Musul'da Haruriyyeler ortaya çıkınca, Hz. Ali'nin emrettiği gibi o da bunlarla ilişkinin kesilmesini emretmiş, onlara mürted muamelesi yapmamıştır. İşin mana cihetine gelince:
Biz her ne kadar 'Taunlar heva ve heveslerine, kitabın (Kur'an'ın) ınüteşâbihlerine uyup, bunu fitne çıkarmak ve tevil etmek için yaparlar" diyorsak da, onlar kayıtsız şartsız hevalarına uyuyor değillerdir. Her yönden kitabın nıüteşâbihâtının peşinden gidiyor da değillerdir. Onların böyle olduklarını varsayarsak elbette kâfir olurlar. Çünkü kitabın muhkemlerini inatla reddedip, dinde müteşabi' hatın peşine düşen biri kâfir olur.
Fakat dini ve dinin getirdiklerini tasdik edip, dini konularda o ayetlerin delile kaynak olduğunu sanacak bir dereceye varan kimseye "kayıtsız şartız heva ve hevesine uymuştur" denemez. Bil'akis o kimse kendi görüşüne göre dine uyan kimsedir. Fakat müteşabihatı dikkate alıp, muhkemata şüphe soktuğu cihetle isteklerine ulaşmakta işin içine hevese uymak da karışmaktadır. Böylece hevesine uyduğu için hevâsına uyanlara; genel olarak ancak delil olan şeyi kabul eden bir kişi olduğu için de hakka uyanlara girmektedir.[40]
Ayrıca bunlar dine mensup olmak itibariyle Ehl-i Sünnet ile aynı amaçta birleşmektedirler. Mesela bu iki topluluk arasında en şiddetli ihtilaflardan birisi Allah'ın sıfatları meselesidir. Bu iki gruptan birisi sıfatların varlığını, diğeri yokluğunu savunmaktadır.
Her iki grubun amacına baktığımızda her birinin Yüce Allah'ı noksan sıfatlardan tehzih edip sonradan olma gibi eksikliklerin Allah'tan uzak tutulması sınırında dolaştıklarını görmekteyiz. Delillerden maksat da budur. Ayrılık, tutulan yoldadır. Yolun ayrı olması, her iki tarafta da maksadı zedelemez. Böylece bu örnek ile fer'î meseleler arasındaki ihtilaf birbirine benzemektedir.[41]
Öte yandan bu ihtilafa düşene delil sunulduğunda, gerçek kendisine göre ortaya çıkar ve doğruya dönüş yapabilir. Nitekim Harurada Hz. Ali'ye başkaldıranlardan iki bin kişi bu şekilde dönüş yapmıştır. Daha önce bidatçının tevbesi olmayacağı bahsinde geçtiği üzere bunların çoğu dönüş yapmazsa da, dönen olabilir.
İbn Abd'il Berrin Abdullah b. Abbas'a ulaştırarak kaydettiği rivayette şunları görmekteyiz:
Hz. Ali'ye başkaldıranlar Harura'da toplandıkları sırada bir adam gelerek Hz. Ali'ye şöyle dedi:
Ey Mü'minlerin emiri! Bir topluluk sana başkaldırmaktadır. Hz. Ali adama:
Bırakın yapacaklarını yapsınlar! Cevabını verdi. İbn Abbas diyor ki:
Bir gün Hz. Ali'ye şöyle dedim: Namazı kıldırmayı (biraz) geciktir. Kargaşaya düşmeyeyim. Sana başkaldıranlar (la konuşmay)a gideceğim. (İbn Abbas olanları şöyle anlatmaktadır:) Yanlarına girdiğimde konuşuyorlardı. Yüzlerinde uykusuzluk eseri, alınlarında (çok namaz kılmaktan dolayı) secde izi vardı. Sanki elleri (yerlere dayanmaktan) devetabanı gibi idi. Üstlerinde yıkanmış (eski) gömlekler vardı. Bana:
Ey İbn Abbas! Seni buraya getiren nedir? Üzerindeki bu şık giysi ne oluyor? Dediler.
(İbn Abbas ile topluluk arasında şu konuşma cereyan etmiştir.)
İbn Abbas:
Bu giysiden dolayı beni ayıplıyor musunuz? Ben Hz. Peygamber'in üzerinde oldukça güzel Yemen elbiseleri gördüm. Bunu söyledikten sonra şu âyeti okudum: "De ki: Allah'ın kulları için helal kıldığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı?"[42] Onlar:
Buraya seni getiren (sebep) nedir? İbn Abbas:
Allah Rasûlünün ashabının yanından geliyorum. Onların arasında sizden kimse yok. Allah Rasûlünün amcasının yanından geliyorum. Kur'an onların (Hz. Peygamberle birlikte yaşadıkları sırada) üzerlerine inmişti. Onlar Kur'an'ın yorumunu en iyi bilenlerdir. Onların söylediğini size, sizin söylediğinizi onlara ileteceğim. Onlardan bir kısmı:
Kureyş ile çekişmeyin. Çünkü Yüce Allah, onlar hakkında: "Doğrusu onlar kavgacı bir toplumdur."[43] Buyurmuştur. Onlardan bir kısmı:
Evet konuşalım, dediler.
İbn Abbas onlardan iki veya üç kişinin kendisi ile şu konuşmayı yaptıklarını bildirmiştir. İbn Abbas:
Onlara niçin karşı çıkıyorsunuz? Onlar:
Üç şey var. İbn Abbas:
O üç şey nedir? Onlar:
(Ali) Allah'ın emri hususunda insanları hakem tayin kımıştır. Halbuki Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Hüküm ancak Allah'ındır." [44] İbn Abbas:
Birisi bu. Başka? Onlar:
O (karşısındakilere) savaş yaptı. Fakat onlardan esir ve ganimet, almadı. Eğer karşısındakiler inananlardan ise onlarla savaşmak helal değildir, inananlardan değilse savaşmak helal olduğu gibi ganimet olarak alınmaları da helâldir. İbn Abbas:
Daha başka? Onlar:
Hz. Ali kendisinin mü'minlerin emiri olduğundan vazgeçmeyi kabul etti. Buna göre mü'minlerin emiri değil ise, kâfirlerin emiridir. İbn Abbas:
Size Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünnetinden, bu söylediklerinizi geçersiz kılacak deliller getirirsem, döner misiniz? Onlar:
Neye dönmeyelim? İbn Abbas:
"Allah'ın emri hususunda insanları hakem tayin etmiştir." sözünüze gelince, Yüce Allah kitabında: "Ey iman edenler!İhramlı iken avı öldürmeyin, içinizden kim, onu öldürürse öldürdüğü hayvanın dengi (ona) cezadır. (Bu cezayı) Ka'beye varacak bir kurban olmak üzere içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder." [45] buyuruyor. Yine Kur'anda karı koca (anlaşmazlığı) konusunda:
"Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin,"[46] buyurulmuştur. Görülüyor ki bu hususları Yüce Allah insanların hakemliğine bırakmıştır. Allah aşkına söyleyiniz; Müslümanların kanının akmasını önlemek ve aralarını düzeltmek mi, yoksa (ihramlı kimsenin avladığı) tavşankanı ve onun sekizde biri olan değeri veya kadının şahitliği (yüzünden çıkan tartışma) mı daha çok önemlidir? Onlar:
Evet, bu (kan dökülmesini önleyip müslümanların arasını düzeltmek) daha önemlidir. İbn Abbas:
O halde bundan (birinci itirazdan) vazgeçtiniz mi? Onlar:
Evet. İbn Abbas:
"Hz. Ali savaştı, fakat (savaştıklarını) esir ve ganimet, olarak almadı" sözünüze gelince, anneniz Hz. Aişe'yi mi esir alacaksınız? Eğer "Evet onu esir alıp, onu da diğer esirler gibi sayacağız" derseniz, kesinlikle kâfir oldunuz demektir. Yok, "O bizim annemiz değildir" derseniz, yine kesinlikle kâfir olursunuz. Bu itibarla iki sapıklık arasında kalıyorsunuz. Bundan da vazgeçtiniz mi? Onlar:
Evet. İbn Abbas:
"Hz. Ali kendisinin mü'minlerin emiri olduğundan vazgeçti...." sözünüze gelince, size razı olacağınız bir cevap vereceğim: Hz. Peygamber Hudeybiye anlaşması sırasında Ebu Süfyan ve Süheyl b. Amr[47] ile sözleşme yaptığı sırada şöyle buyurmuştu:
Ey Ali! Yaz: Bu, Allah Rasûlü Muhammed'in anlaştığı..." Ebu Süfyan ve Süheyl buna itiraz edip şöyle dediler: Biz, seni Allah'ın Rasûlü olarak tanımıyoruz. Seni, Allah'ın Rasûlü olarak tanısak, seninle savaşmayız. Bunun üzerine Hz. Peygamber buyurdu ki:
Allah'ım! Sen biliyorsun ki ben senin Rasûlünüm Ey Ali! Yaz: Bu, Abdullah'ın oğlunun Ebu Süfyan ve Süheyl b. Amr'in yaptığı anlaşmadır...."[48] Bunlardan iki bin kişi döndü. Gerisi kaldı ve isyana devam ettiler. Bunlann hepsi öldürüldü.[49]
a- Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Yahudiler yetmiş bir gruba ayrılmıştır. Hıristiyanlarda öyle. Benim ümmetim ise 73 gruba ayrılacaktır." Hadisi Tirmizî böyle rivayet etmiştir.
b- Hadis, Ebû Davud'un rivayetinde şöyledir:
"Yahudiler 71 veya 72 gruba ayrılmıştır. Hıristiyanlar da 71 veya 72 gruba ayrılmıştır. Ümmetim ise 73 gruba ayrılacaktır."
c- Tirmizide bunun açıklaması vardır. Fakat Ebû Hüreyre'den başkasından garip bir rivayetle nakledilmiştir. Şöyle ki: "İsrailoğulları 72 gruba ayrılmıştır. Ümmetim 73 dini inanç (grubun)a ayrılacaktır. Bunların hepsi cehennemdedir. Ancak bir grup hariç,
"Ey Allah'ın Peygamberi! Bu hariç olanlar kimdir?" dediler. Bunun üzerine Rasûlullah:
"Benim ve ashabımın yolu üzere olanlardır." buyurdu.
d- Ebu Davud'da şu rivayet, vardır: "Bu dinin uyanları gelecekte73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların 72'si ateşdedir. Bir tanesi cennettedir. Bu grup birlik hali'nde olandır." Bu rivayet bir önceki rivayetin manasındadır. Şu kadar ki buradakinden -bazı rivayetlere göre- şöyle bir fazlalık vardır: "Yakında ümmetimde öyle topluluklar çıkacaktır ki kuduz hastalığı sahibinin bedenini nasıl kaplarsa, bunları da keyfi arzularına uymak böylece kaplayacaktır. O derecede ki vücudunda her bir damar ve eklemi kaplayacaktır."
e- İbn Ebî Galip'den mevkuf olarak şu rivayet nakledilmiştir: "İsrailoğulları 71 gruba ayrılmıştır. Bu ümmet ise onlardan bir grup fazla olacaktır. Bunların hepsi cehennemdedir. Ancak birlik içindeki topluluk bundan hariçtir." Merfu olarak nakledilen rivayet ise şöyledir: "Ümmetim gelecekte yetmiş küsur gruba ayrılacaktır. Bunların fitne/bozgunculuk bakımından en büyüğü işleri görüşleri ile karşılaştırıp haramı helâl, helâli haram sayanlardır."
Bu son şekli ile rivayet edilen hadisi İbn Abd'il Berr tenkid etmiştir. Çünkü İbn Main şöyle demiştir: Bu hadisin aslı yoktur, bâtıldır. İbn Main'e göre bu hadisteki Naîm b. Hammâd şüphelidir. Son devir âlimlerinden bazısı şöyle demiştir:
Bu hadis güvenilir bir topluluk tarafından rivayet edilmiştir. Daha sonra hadisin isnadı üzerinde, (hadisin) İbn Abd'il Berr'in dediği gibi olmadığını gerektiren sözler söylemiş, nihayet şöyle demiştir: Dış görünüşe göre hadisin isnadı ceyyid (iyi derecede) dir. Şu kadar ki İbn Main (bizim bilemediğimiz) gizli bir illetden haberdar olmuş olabilir.
f- Tüm bunlardan daha enteresan bir rivayeti İbn Vehb'in Cami’inde gördüm. Şöyle ki:
" İsrailoğulları 81 adet dini gruba ayrılmıştır. Benim ümmetim 82 adet dini gruba ayrılacaktır, ancak bir tanesi hariç.”
Bu hangisidir? dediler.
"Birlik (üzere olanı)." buyurdu.
Ortaya konan bu durumdan sonra, sıra hadis ile ilgili birtakım meselelere gelmiştir: Şöyle ki:[50]
(Hadiste sözü edilen) ayrılığın, kelimenin gereği olarak verilen manayı ifade eden bir ayrılık olma ihtimali vardır. Kelimenin gerektirmediği bir ek kayıt ifade etme ihtimali de vardır. Bu, söylenince anlaşılmayan, fakat ihtimali olan bir manadır. Köle anlamına gelen "Rakabe" kelimesi herhangi bir kayıt olmadan söylendiği zaman mümin köle veya mümin olmayan köle olup olmadığı anlaşılmaz. Fakat kelime bu manaları kabul eder. Bu itibarla bir manaya çeşitli ihtilaf şekillerini yüklemek suretiyle kayıtsız şartsız ayrılık manasını murat etmek sahih olmaz. Çünkü böyle genel bir manalandırmada fer'i meselelerde ihtilaf edenler de bu kelimenin manasına dahil olmuş olurlar. Bu ise icma/görüş birliği ile bâtıl/geçersizdir. Zira ihtilaf, sahabe zamanından günümüze kadar içtihada meselelerde var olan bir olgudur. İlk defa râşid halife zamanında, sonra diğer sahabilerde ve sonra tabiûn zamanında ihtilaflar olmuştur. Hiçbir kimse bu ihtilaftan dolayı ayıplanmamışlar. Sahabeden sonra gelenler arasında, sahabeye uyarak geniş ihtilaflar da olmuştur. Mezhepler arasındaki ihtilaflar, nasıl bu hadisin gereği gibi bir ihtilaf sayılabilir? Her ne kadar hadiste nas olarak bildirilmemiş ise de bu, kayda şarta bağlı bir ihtilaftır. Nitekim aşağıdaki ayetlerde bunu gösteren ifadeler vardır.
".....Müşriklerden olmayın. Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir." [51]
"Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur."[52] İnsanları bölük bölük eden ayrılığın olduğunu gösteren diğer âyetlerde vardır. Bölük bölük olmak demek, birbirinden ayrılmış, anlaşma, yardımlaşma ve destekleme üzere olmamak anlamını taşır. Onlar bu özelliklerin zıddındadırlar. İslam birlik dinidir. İslamın esasının birlik olması, tam uyum üzere olmayı gerektirir. İhtilaf ve ayrılığı gerektirmez.
(Hadiste ifade edilen) bu ayrılık düşmanlık ve buğzu gösteren, kalplerin ayrılığını ifade etmektedir. Bundan dolayıdır ki:
"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanmayın." [53] buyurulmuştur. Bu âyetle hep aynı şeye sarılmakla uyum ve kaynaşmanın olacağı açıklanmıştır. Her bir grup, diğerinin yapıştığından başka bir ipe yapışırsa parçalanmak kaçınılmaz olur. Bu manayı şu âyette görmekteyiz: "Şüphesiz bu, benim dosdoğru yokundur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır." [54]
Bu sabit olunca hadisteki kelimenin anlamı bu tesbit üzeredir. Böyle olursa hadisin manası doğru olmaktadır. Allah en iyi bilendir.[55]
Bu gruplar düşmanlığa ve buğza düşürücü bir sebeple ayrılmışlarsa böyle bir durumda ayrılık ya günah olan bir işe dayanır, bid'at ile ilgisi yoktur. Bunun örneği dünyalık bir sebep yüzünden müslümanlar arasında meydana gelen ayrılıktır. Mal veya kan yüzünden iki köyün birbirine düşmesi gibi. Nihayet bu iki "köy, aralarında meydana gelen düşmanlık sebebiyle iki ayrı grup olurlar. Veya bu ayrılık, yönetici tayini hususunda görüş ayrılığına düşerek olur. Böyle bir şey ihtimal dahilindedir. Şu hadis bunu ifade etmektedir:
"Her kim, topluluktan bir karış ayrılırsa, ölümü cahiliye ölümüdür."[56] Bu mananın bir benzeri şu hadiste ifade edilmiştir: "İki halifeye biat edilirse, son bîat edileni öldürün."[57] Kur'an'daki şu ayette de şöyle buyurulmuştur:
"Eğer müminlerden iki grup birbiriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin." [58]
Ya da bu ayrılık bid'at ile ilgili olur. Nitekim Hariciler, üzerine Hariciliği inşa ettikleri bidatleri sebebiyle bu ümmetten ayrılmışlardır. Mağripli Mehdi'nin durumu da böyledir. O, kendi inancına göre hakka yardımcı olmak üzere ümmetin arasından çıkış yapmıştır. Mehdi giriştiği birtakım bid'atler ve siyasi işler ve diğer davranışları ile sünnetin dışına çıkmıştır. Nitekim daha önce bunlara işaret edilmişti. İşte yukardaki ayetlerde hadislerde bu tür bir ayrılığa işaret edilmektedir. Bid'attan kaynaklanan ayrılık, hadisin manasına uygun düşmektedir.
Hem günah olan, hem bid'at olan davranışlardan her ikisinin de murad edilmiş olmasına gelince:
Birincisi mümkün olmakla beraber bunu söyleyen birini bilmiyorum. Çünkü bu ayet ve hadislerin, ümmet içerisinde bid'at sebebiyle değil de, dünyalık bir sebeple ayrılanlara mahsus olduğunu söyleyeni görmedim. Bunu gösteren bir delil de yoktur. Çünkü "Her kim topluluktan bir karış ayrılırsa...." hadisinin sadece bir gruba ait olduğunu gösteren bir şey yoktur. "İki halifeye bîat edilirse...." hadisi de böyledir. O ilerde geleceği üzere hadisteki topluluktan maksadın ne olduğu hakkında âlimler ihtilaf etmişlerdir. Âlimlerden, topluluğa günah olup bid'at olmayan bir sebeple aykırı davranıştan kaynaklanan ayrılığın murat edildiğini söyleyen olmamıştır.
İkinciye, yani her ikisinin de murat edilmiş olmasına gelince, bu mümkündür. Çünkü ayrılığın kaynaklandığı sebep dünyevi olup, bid'atla bir ilgisi bulunmayabilir. Böyle bir ayrılık diğer günahlar gibi aykırı bir iş ve günah olur. Bu manaya "Topluluk" kelimesini açıklarken Taberi işaret etmiştir. Bu husus ilerde gelecektir.
Bu görüşü Tirmizi'nin rivayet ettiği şu hadis desteklemektedir:
"Benim ümmetimde bunu yapan mutlaka gelecektir."[59] Görülüyor ki hadiste onlara (İsrailoğullarına)uymakta günah olduğu bildirilmiştir.
Bir diğer hadiste de durum böyledir. Ki şöyle buyurulmuştur:
"Kesinlikle sizden öncekilerin yoluna uyacaksınız..... O derecede ki onlar yıkık bir keler deliğine girseler siz de onlara mutlaka tabi olacaksınız." Burada dahi, netice itibariyle ifade edilen şey bid'at değildir.
Bağavî'nin Mu'cem'inde Câbir (r.a.) den, Hz. Peygamber'in Ka'b b. Mere'ye şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ey Ka'b b. Mere Allah seni birtakım beyinsiz kimselerin yönetici olmasından korusun. Ka'b:
Beyinsiz yönetici nedir? deyince şöyle buyurdu:
Bunlar benden sonra yönetici olacaktır. Fakat benim gösterdiğim yolu izlemeyecek, sünnetime uymayacaklardır. Her kim bunların yalanını tasdik eder, zulmüne yardım ederse onlar benden değildir, ben de onlardan değilim. Onlar (kıyamette) Havz-ı Kevserde huzuruma gelemeyecekler. Her kim de onların yalanını tasdik etmez, zulümlerine yardım etmezse, onlar benden, ben de onlardanım. Onlar Havz-ı Kevserde huzuruma geleceklerdir."[60]
Hz. Peygamber'in yolundan gitmeyen, onun sünnetine uymayan her kimse ya günah olan bir şeye veya bid'ata girmiş demektir. Bu durumda olan kimsenin özellikle iki halden birinde olduğunu belirlemek söz konusu değildir. Şu kadar ki bu hususta söz söylenecek durumda olanlardan ve diğerlerinden nakledilen odur ki, adı geçen ayrılık, özellikle dinde ortaya çıkarılan bid’at sebebiyle meydana gelen ayrılıktır. Hadis üzerinde konuşan ilim adamları hadisin bu manayı ifade ettiğini söylemişler, bid'at olmayan günahlar sebebiyle ayrılmaları, hadiste ifade edilen ayrılıktan saymamışlardır. İnşaallah meselenin detayı bu esas üzerine olacaktır.[61]
Ayrılık sonunda ortaya çıkan bu grupların, yaptıkları şeyler sebebiyle İslam dininden çıkmış olacakları düşünülebilir. Bunlar mutlak olarak İslam hakkından ayrılmışlardır. Bu ayrılık, ancak küfürdür. Zira küfür ile iman arasında üçüncü bir mertebenin düşünülmesi söz konusu değildir. Bu ihtimali, Kur'an ayetlerinin ve hadislerin zahiri manaları gösteriyor. Şöyle ki:
a- "Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur."[62] Bu âyet tefsir âlimlerine göre bid'at ehli hakkında nazil olmuştur. Bu görüşü, âyetteki kelimesini olarak okuyan kıraat âlimlerinin tercihi[63] açıklığa kavuşturuyor. (Buna göre mana: "Dinlerinden ayrılanlar..." demektedir.) Bu manaya göre dinden ayrılmak, ancak dinden çıkmakla olur.
b- ".... Yüzleri kararanlara: İnanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz?.... (denilir).[64] Bu âyet, tefsir âlimlerine göre bid'at ehli olan kıble erbabı (yani müslümanlar) hakkında indirilmiştir. Bu ayetler bu meselede nas gibidir. Bu konuda bunlardan başka ayetler de vardır. Hadislere gelince:
a- Hz. Peygamber "Benden sonra birbirinizin boynunu vuracak kâfirler halinde (dinden) dönüş yapmayınız."[65] Bu hadis, hakkında böyle söylenen kişinin kâfir olduğu hususunda nas'tır.
b- Yukarıdaki hadisi daha önce geçtiği üzere Hasen (Basri) şu hadisle tefsir etmiştir: "...Kişi sabaha mü'min olarak çıkar, kâfir olarak akşamlar. Mü'min olarak akşama kavuşur, kâfir olarak sabahlar[66]
c- Hz.Peygamber Hariciler hakkında şöyle buyurmuştur: "... Onu bırak! Onun öyle arkadaşları var ki, sizden biriniz namazlarınızı ve oruçlarınızı onların oruç ve namazları yanında değersiz görürsünüz. Onlar Kur'an'ı okurlar (fakat okudukları) boğazlarını geçtip kalplerine in)mez. Onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar. (Bu öyle bir şekilde okun yaydan çıkışıdır ki) Avcı okun ucuna bakar, orada bir şey bulunmaz. Sonra kirişine bakar, orada bir şey bulunmaz.
Sonra demirsiz okuna bakar, orada bir şey bulunmaz. Sonra yelekli okuna bakar, orada da bir şey bulunamaz; ne kan bulaşığı var, ne pislik bulaşığı." "Kan bulaşığı ve pislik bulaşığı...." ifadesine bakılırsa bu ifadenin onların İslama girdiğinin, fakat İslamdan ona bir şey bulaşmadığının şahididir.
d- Ebu Zer'in rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Benden sonra ümmetimden bir topluluk olacaktır. Bunlar Kur'an'ı okurlar. Fakat okudukları boğazlarını geçmez. Onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar ve sonra o dine dönmezler. Onlar yaratılmışların ve insanların en şerlisidirler." Bunlardan başka hadisler de vardır. Hadislerde ifade edilen kimseler belirli bir topluluktur. Bu hadisler başka topluluklar için huccet/delil değildir. Çünkü âlimler, heva ve heveslerine uyanlar hakkında ayetleri delil gösterdikleri gibi bu hadisleri de delil göstermişlerdir.
Ayetler genel ifade kalıpları ile hadisler de manaları ile tüm âlimlerin aynı gerekçede birleştiklerini göstermektedir.
Burada "iman ve küfür hakkında hüküm vermek âhirete ilişkin bir iştir. Bu hususlarda kıyas/akıl yürütme geçerli değildir." denilirse bunun cevabı şudur:
Bizlerden her biri, hepimiz dünyaya ait hükümler içerisindeyiz. Acaba insanlardan mürted olanlara (bu mesele iman ve küfre ait olduğu için) irtidat hükmü verilir mi verilmez mi? Ayrıca ahirete ilişkin işler de ancak Allah'a aittir. Nitekim şu ayet bunun delilidir" "Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla bir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir." [67]
İhtimaldir ki bunlar tamamen dinden çıkmamış olabilirler. Ama dinin bazı kurallarının ve esaslarının dışına çıkmışlardır. Bu fasıldan önce geçen tüm bilgiler bunun delilidir. Onları tekrarlamanın bir faydası yoktur. Burada üçüncü bir ihtimal vardır ki o da şudur: Bunlardan bazıları İslamdan ayrılanlardan olup sözleri küfürdür ve açık bir şekilde küfre götürür. Bunlardan bazısı da İslamdan ayrılmamıştır; her ne kadar çirkin bir yol tutmuş ve büyük şeyler söylemiş ise de yine kendisine İslam hükmü verilebilir. O bu hâli ile tam küfre düşecek, açıkça dinini değiştirecek dereceye varmamıştır.
Herhangi bir davranışa giren kimsenin küfre girip girmediğinin göstergesi yaptığı olaya göre ve her bidata göre değişir. Zira şüphe yoktur ki bid'atlardan kimisi küfürdür. Allah'a yakın olmak üzere put edinmek gibi. Kimisi de küfür değildir. Bir grup âlime göre yön meselesi[68] icmaı ve kıyası inkar etmek ve benzerleri gibi.
Son devir âlimlerinden bazıları bu grupların kâfir sayılması meselesinde detaylara varan bilgiler vermişlerdir. Şöyle ki:
a- Bid'atlardan Allah ile birlikte başka bir tanrının varlığına inanmak şeklinde olanı vardır. Sebeiyye'nin Hz. Ali hakkında "O Allah'tır." dedikleri gibi.
b- İnsanlardan birtakım şahıslarda bazı tanrılar yaratıldığına inanmak şeklinde olanı vardır. Cenâhiyye'nin "birtakım insanlarda Allah'ın ruhunun var olduğunu ve bunun babadan oğula geçtiğini" söylemeleri gibi.
c- Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkar etmek şeklinde olanı vardır. Ğurâbiyye'nin "Peygamberliğin sahibi Ali idi. Cebrail hata ederek onu Muhammed'e götürdü" demeleri gibi.
d- Birtakım haramları mubah sayıp, farzları düşürerek, Peygamber'in pek çok getirdiği şeyi inkar şeklinde olanı vardır. Şia'nın taşkınlık yapanlarının pek çoğunda olduğu gibidir ki müslümanlar bununla kâfir olunacağında ihtilâf etmezler.
e- Bunlardan başka birtakım görüşler vardır ki bunlara inananlar da kâfir olmaktan uzak değildir.
Bu görüşlerin sahibi delil olarak pek çok şeyleri ileri sürmüştür ki bunları burada söylemeye ihtiyaç yoktur. Fakat âlimlerden işittiğimiz odur ki usul âlimlerinden muhakkik olanların mezhebi, "küfür meselelerinde mevcut durum değil, sonuç muteberdir." şeklindedir. Sonuç itibariyle kâfir nasıl kâfir olmaz ki, gerçek sonuç olan ahireti şiddetli bir şekilde inkar etmekte, karşısında olduğu gruplara âhiretle ilgili eleştiriler yöneltmektedir. Bu tür söylemlere sahip olan kimsenin kâfir olmasının gerektiği ortaya çıkmaktadır. Onların söylediğini (inananlardan) hiçbir kimse söylememiştir.
Bu meselede görüş ayrılığı ortaya konmuştur. Şimdi de bu gruplar hakkındaki hadisin gereği üzerinde durmaya dönelim.
Sahih olan kadariyle bu hadiste bir şeye delil olma özelliği yoktur. Çünkü hadiste sadece ve özellikle grupların sayısına dair bilgi vardır. Fakat hadisin bir rivayetinde "Bu grupların hepsi cehennemdedir. Bir tanesi hariç..." buyurulduğuna göre bu hadisin dış manasına göre ayrılıp grup olanlara verilecek cezanın yerine getirileceğinin gerektiği bildirilmemektedir.
Burada bir mesele kalıyor ki o da bu parçalananlardan cehenneme gideceklerin orada ebedî mi, yoksa geçici mi kalacakları meselesidir. Bu hususta hadiste bir şey söylenmemiştir. Hadiste buna dair bir delil yoktur. Çünkü cehennem cezası, genelde kâfirler için olduğu gibi müslümanların günahkâr olanları da vardır. Her ne kadar kâfir orada ebedi kalacak, günahkar mü'min geçici olarak cehennemde olacaksa da durum budur.[69]
Şimdi buraya kadar sözü edilen kaviller, hadiste adı geçen grupların özellikle itikad/inanç kuralları ile ilgili olarak bid'at işleyenlerden olmasına dayanmaktadır, Cebriyye, Kaderiyye, Mürcie ve diğerlerinin durumu gibi. Ancak "özellikle itikad kuralları..." ifadesi tartışılır bir ifadedir. Çünkü Kur'an ve hadis bu konuda bir özellik ifade etmemektedir. Bu, Turtuşi'nin görüşüdür. Görülmüyor mu ki Âl-i İmran 7. ayetinde ki "Kalplerinde eğrilik olan" ve "....Müteşabih olan" ifadelerinde müteşabih'in peşinden gitmekte, ne akaid konularında, ne de diğerlerinde özellikle olacağını gösteren bir durum yoktur. Bilakis hepsini içine almaktadır. "Kendilerini parça parça edip gruplara ayrılanlar...."[70] âyetide böyledir. Dinde ayrılık ve din kelimesi inançlarla ilgili meseleleri de diğer meseleleri de içine alır.
"Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır."[71] âyetindeki "dosdoğru yol" genelde din'dir. Bunun bir benzeri, surede (daha önce) geçen âyetlerde ifade edilmiştir. Bu ayetlerde Allah'tan başka şeyler için kesilen (hayvan) etinin, kanın, domuz etinin ve diğerlerinin haram kılındığı, zekâtın farz edildiği en güzel bir düzen ve en mükemmel bir sistem hali'nde ifade edilmiş sonra:
"De ki: Gelin Rabbinizin size neyi haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın.. " Cenab-ı Hak (bu ayetde) ana kurallardan ve diğerlerinden bir şeyler zikretmiş; Kendisine ortak koşulmanın yasak olduğunu bildirmekle başlamış, sonra ana-babaya iyilik edilmesini emretmiştir. Daha sonra çocukları öldürmeyi, açık ve gizli kötülükte bulunmayı genel olarak adam öldürmeyi, sonra yetim malı yemeyi yasaklamıştır. Daha sonra ölçü ve tartıyı tam yapmayı, sonra sözde adaleti, sonra da verilen sözü yerine getirmeyi emretmiştir.
Daha sonra bu emirleri ve yasakları: "Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur,..." [72] âyeti ile tamamladı.
Böylece âyette yukarda zikri geçen dinin zorunlu esasları ve kuralları ifade edilmiş, sadece inanç esaslarına bir hususilik verilmemiştir. Bu âyetler hadiste sözü edilen ayrılığın inanç esaslarına mahsus olmadığını göstermektedir.
Haricilerle ilgili hadiste de bu görülüyor. Çünkü onların yaptıkları şeyler söylendikten sonra onların kötülüğü dile getirilmiş, "Onlar Kur'an'ı okurlar, fakat okudukları boğazlarını geçmez." denmiştir. Bu ifadede onların Kur'an'ı düşünmeden okumaları ve müteşâbihâtın zahirini almalarının kötülüğü dile getirilmiştir.
Nitekim Hariciler "....hüküm ancak Allah'ındır." [73] âyetinin zahirini (dış görünüşe göre olan ifadesini) dikkate alıp Hz. Ali için: "Allah'ın dininde insanları hakem yapmıştır." demişlerdir.
Yine Haricilerle ilgili hadiste: "....Onlar müslüman olanları öldürür, putperestleri bırakırlar" buyurulmuş, onlar dine aykırı olan bir şeyi yapmaları sebebiyle bu hadis ile kötülenmişlerdir. Çünkü İslam dini kâfirler ile (gerektiğinde) savaşılması müslümanlara dokunulmaması hükmünü getirmiştir.
Burada örneklerini verdiğimiz her iki olay da dinin inanç esaslarına mahsus değildir. Hadisten verdiğimiz örnek de gösteriyor ki mesele geneldir, özellikle itikada mahsus değildir. Bunu Nuaym b, Hammad'ın rivayetinde bu hadisin devamındaki şu ifadede de görmekteyiz: "....Bunların bozgunculuk bakımından en büyüğü (karşılaştıkları) işleri kendi görüşleri ile kıyas edip, haramı helâl, helâli haram sayanlardır." Bu rivayet, dinde ayrılan grupların onların elediği gibi inanç/akaid konuşunda ayrılanlara ait olmadığı hususunda nas'tır.
Turtuşi, bid'atların akaid konularına mahsus olmadığına delil olmak üzere sahabe, tâbiûn ve diğer âlimlerden, dine aykırı olan davranış ve sözlere bid'at dediklerini göstermiştir. Bu hususta pek çok rivayete yer vermiş İmam-ı Mâlik'in amcası Ebû Süheyl'den naklettiği şu sözü haber vermiştir:
"Yetiştiğim insanlardan namaza çağrıda (ezandan) başka bir çağrı şekli bilmiyorum." Bu sözdeki "insanlar" dan maksad sahâbîlerdir. Ebu Süheyl babasından aktardığı bu söz ile sahabenin yaptıklarına aykırı düşen, çağındaki pek cok davranışı eleştirmekte, onları kabul etmemektedir.
Rivayet olunduğuna göre Ebu'd-Derdâ'ya bir adam şu soruyu sormuş:
"Allah sana rahmeti ile muamele etsin! Eğer Hz. Peygamber aramızda olsaydı, bizim yapmakta olduğumuz şeyleri reddedermiydi? demiş, Ebu'd-Derdâ bu sorudan dolayı şiddetli bir şekilde kızarak,
"Sizin yaptıklarınızdan (acaba) bir şey kabul eder miydi?" demiştir.
Buhari'de nakledildiğine göre Ümmü Derdâ şöyle demiştir:
(Bir gün) Ebu'd-Derdâ kızarak (eve) girdi: Ona:
"Ne oluyor?" dedim. Şöyle cevap verdi.
"Allah'a yemin ederim ki onların (insanların) yaptıklarından cemaatça kıldıkları namazdan başka Hz. Muhammed'in işi gibi şeyler yaptıklarını bilmiyorum"! Bunu söyledikten sonra, onların yaptıkları sünnete aykırı olarak ortaya çıkan davranışlarını gösteren sözlerini zikretmiştir.
Müslim'de Mücahid'den nakledildiğine göre o şöyle demiştir:
Ben ve Urve b. Zübeyr mescide (Hz. Peygamber'in Medine'deki mescidine) girdik. Abdullah, b. Ömer Hz. Aişe'nin odasına dayanmış duruyor, İnsanlar mescidde kuşluk namazı kılıyorlardı. "Bu namaz ne oluyor?" dediğimizde o, "Bid'attır!" dedi. Turtûşi diyor ki:
Bize göre bu namazı bid'at saymanın yorumu iki vecih iledir: Birisi onların bu namazı cemaate kılmış olmasıdır. İkincisi nafile olarak tek tek kılmış olmaları, fakat farz manazın hemen peşinden (farz namazın bir parçası veya tamamlayıcısı gibi) kılmış olmalarıdır.
Turtûşi, kavlî (söze dayalı) birtakım bid'atlar söylemiştir ki âlimler açıkça onların bid'at olduğunu bildirmişlerdir. Böylece bid'atların akaid konularına mahsus olmadığının sahih olduğu ortaya çıkmıştır. Bu mesele başka bir şekilde "Muvafakat" isimli eserimizde ele alınmıştır.
Evet ortada, burada ele alınması uygun olan bir husus daha vardır ki o da şudur:[74]
Hadiste sözü edilen gruplar, dinde külli (temel) kurallarda "fırka-i naciye" ye aykırı davranmasından dolayı ayrı bir grup oluşturmaktadırlar. Yoksa dinde teferruatta/detaylarda aykırı davranmaktan dolayı ayrı bir grup olmazlar. Zira teferruatla ilgili meselelerdeki aykırılık sebebiyle ayrı bir grup oluşmaz. Ayrı bir grup külli meselelerdeki aykırılıktan meydana gelir. Külli meseleler pek çok cüz'î/detaya ait meseleleri nas olarak ifade etmiştir. Bu meselelerin kural dışı olanları çoğunlukla özel bir yere ve özel bir bölüme mahsus değildir.
Akıl yoluyla bir şeyin güzel sayılması bu hususta geçerlidir. Çünkü bundaki aykırılıklar, detayları ilgilendiren hususlarda hem inanılması, hem yapılması gereken sayılamayacak kadar çok meselede ihtilaf oluşturmuştur.
Cüz'i meselelerin çokluğu külli kaide yerine geçer. Bid'at işleyen bir kimsenin cüz'i meselelerde/teferruatta yaptığı bid'atlar çoğalınca, dinin pek çok meselesine karşı çıkmış gibi olur. Bu aynı zamanda külli kaideye de karşı çıkmak olur. (Tek bir) cüz'i meselede durum böyle değildir. Bid'atçıdan, cüz'i bir şeyin meydana gelmesi sürçme ve ulak bir kusur sayılır. Fakat küçük de olsa sürçmelerin âlim tarafından yapılması dinde yıkım olur. Hz. Ömer şöyle buyurmuştur:
Üç şey dini yıkar; âlimin hatası, münafık bir kimsenin Kur'an tartışması ve sapık yöneticiler.
Fakat teferruattaki hatalar sebebiyle genellikle ayrılıklar olmaz, dinî yıkım da olmaz. Külliyat ise böyle değildir.
Kitabın anası olan açık hükümleri (muhkemleri) zedelediği takdirde müteşabihatın peşinden gitmenin dindeki yerini görüyorsun. Kur’an'ı anlamamak da dinin külliyatını ve cüz'iyatını zedelemektedir.
Kâfirlerin de teferruat türünden meselelerde bid'atları vardır. Fakat onlar zaruriyyat (korunması zorunlu olan din, akıl, mal, can ve nesil) ile ilgili veya bunlara yakındır. Kâfirlerin Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp, zanlarınca "bu Allah'a", "bu putlarımıza" demeleri gibi, sonra da bundan bir hüküm çıkardılar; putlarına ayırdıkları Allah'a ulaşmayacak, Allah'a ayırdıkları putlarına ulaşacak idi.[75]
Bahira, Sâibe, Vasile ve Hâm adını verdikleri hayvanları kendilerine haram kılmışlardı.[76]
Kâfirlerin bilgisiz ve aptalca (davranarak) çocuklarını öldürmeleri, kısas ve mirasta adaleti terketmeleri, nikah ve boşanmalarda zâlimce davranmaları, çeşitli hilelerle yetim malını yemeleri ve daha başka birtakım davranışları, bid'ate ilişkin yaptıklarıdır. İslam dini bunlara ait uyarıda bulunmuş ve âlimler bunları haber vermişlerdir. Tâ ki kendilerine göre bir din ortaya koymak onların özelliği olmuş, İbrahim'in dinini değiştirmek onlara kolay gelmiştir.
Bu özellikler, onlara nisbet edilen bir esas ve kural olmuş, onlar da buna razı olmuşlardır.
Bu esas, mutlak olarak din koymak olup, hevâ ve hevese uyma değildir. Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Hak onları söylediklerine dair bir delil ortaya koymaları hakkında:
"Deki: O (Allah) bunların erkeklerini mi, dişilerini mi haram kıldı?"[77] Ayeti ile uyardığında, ayetin sonunda: "Eğer doğru iseniz bana (bir) ilimle haber veriniz." Buyurdu.[78] Yüce Allah (bu inanca sahip olanlardan) ancak gerçeği, din olarak ortaya koyacak bir bilgi istemiştir. Bu bilgi dine dair bilgiden başkası değildir. Yüce Allah, İbrahim'in dininde meşru kıldığının bu olmadığına dair onları uyarmak üzere:
".... Yoksa Allah'ın size böyle vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz?" [79] Buyurmuş, daha sonra da:
"Bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?" buyurmuştur. Böylece ortaya çıkmıştır ki dinde ayrılık çıkaran bu gruplar külli meselelerde ihtilaf etmişlerdir.[80]
Bu grupların kâfir olduğunu söyleyenler gibi biz de kâfir olduğunu veya kâfir olanlar ve olmayanlar kısımlarına ayrıldığını söylersek bunlar, nasıl ümmetten sayılacaktır? Hadisin zahiri, bu ayrılmanın onları saymakla birlikte gerçekleşmesin. Aksi halde, yani ümmetten sayılmazlarsa küfre girmiş olmaları gerekip, elbette ümmetten olmazlar; Yine (hadiste ifade edildiği üzere) Yahudi ve Hristiyanlardaki bölünmeler de bölünenlerin Hıristiyan ve Yahudi olarak kalmaları ile meydana gelmiştir.
Bu problemin cevabı şudur: Bu meselede iki ihtimal vardır:
1- Hadisin zahirini dikkate alıp bu grupların ümmet-i Muhammed'den ve kıble ehlinden olduğunu söyleriz. Bunların kâfir olduğunu söyleyen kimse, bunlar hakkında ya bu sözü kabul eder veya hiçbir surette bunların ümmetten olduğunu da (hadiste söylenen) gruplardan olduğunu da kabul etmez.
Bu grupları, ancak bid'atları kendilerini kâfir yapmayan kimseler sayarız. Eğer (birisi) bunların hepsinin kâfir olduğunu söylerse, buna göre bu grupların hadiste kastedilen gruplar olduğunu kabul etmiyor demektir.
Haricilerle ilgili hadiste de onların bu hadiste ifade edilen gruplara dahil olduğunu gösteren bir nas yoktur. Bunlar hakkında -az önce de ifade edildiği üzere- şöyle deriz: Hadiste kasdedilenler, bid'atları kendilerini İslamdan çıkarmayan kimselerdir. Bunlar araştırılsın.
Şunu da söyleyebiliriz: Bunları kâfir sayan kimsenin sözüne hemen tâbi olmayız. Onun sözünü, üçüncü meselede geçtiği üzere tafsilata tabi tutarız. Böylece kâfir olduğu söylenenler bu grupların dışına çıkar, hadisteki genel ifadeye girmez. Ancak hadiste ifade edilen sayıya girdiği söylenmeyenlerle eşit saydıkları, küfrün dışında kalır.
2- İkinci ihtimale göre onları öyle bir yol ile ümmetten sayarız ki belki konuya uygun gelir. Şöyle ki: Her bir grup dinin içinde ve yolunda olduğunu, dine uyan birisine uyduğunu ve delillere tutunup, bu yol ile ortaya çıkan sonuca göre amel ettiğini iddia etmektedir. Yine her bir grup kendisinin dinden çıktığını söyleyenin karşısına düşman gibi dikilmektedir. Kendisi ile çelişkiye düşenlerin bilgisiz ve cahil olduklarını söylemektedir. Zira diğer yolların değil kendi gittiği yolun en doğrusu olduğunu iddia etmektedir. Bu özellikleriyle, bunlar İslamdan çıkanlar gibi değildirler. Çünkü mürted olan kimseye mürted olduğu/dinden çıktığı söylendiğinde bunu kabul eder, (bazısı bundan) hoşnut olur ve kızmaz. Kendisine böyle söylemenden dolayı insana düşman olmaz. Diğer Yahudi, Hıristiyan ve İslama aykırı gruplar da böyledir.
Fakat hadiste sözü edilen gruplar böyle değildir. Çünkü onlar din ile uyum içinde olduklarını, Hz. Muhammed'in getirdiği dine köklü bir biçimde uyduklarını iddia etmektedirler. Şu kadar ki kendileri ile ehl-i sünnet arasında birbirlerine karşı sünnetin dışına çıkma iddiasında bulunulmaktadır. Bundan dolayıdır ki bu gruptaki insanlardan bazısını ibadet ve amele aşırı derecede düşkün görmek mümkündür.
Söylenenler gerçek olmakla beraber bu ileri sürülen görüşün şahidi Haricilerle ilgili hadistir. Hz. Peygamber onları tanıtırken şöyle buyurmuştur:
"...Onların namazı yanında sizin namazınızın, onların orucu yanında sizin orucunuzun, onların yaptıkları yanında kendi yaptıklarınızın değersiz olduğunu düşünürsünüz."[81] Aynı hadisin bir başka rivayeti şöyledir: "Ümmetimden öyle bir topluluk çıkacaktır ki onlar Kur'an'ı (öylesine) okuyacaklar (ki) sizin okumanız onların okumasının, sizin namazınız, onların namazının yanında hiç kalır."
Onların böyle olması, Kur'an okuma ve namaza şiddetli devamları yüzündendir. Bu dine aşırı düşkünlüklerindendir ki "Hüküm ancak Allah'ındır."[82] âyetinden hareketle Hz. Ali için "Allah böyle buyururken, nasıl insanları hakem tayin eder?" demişlerdir. Onların zannına göre, bu delil karşısında insanlar hakem olamazlar.
Sonra Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu da rivayet edilmiştir:
"....Onlar Kur'an'ı okurlar. Sanırlar ki kur'an onların lehinedir. Halbuki Kur'ân onların aleyhinedir. Onların namazı boğazlarını geçmez." Abdullah b. Mes'udun şu sözü de bu manadadır:
"Gelecekte öyle topluluklar göreceksiniz ki onlar kendilerinin Allah'ın kitabına mensup olduklarını sanırlar. Oysa onlar o kitabı arkalarına atmışlardır. İlme sıkı sarılın, bid'attan ve (aşırılık yaparak) derinlere dalmaktan kaçının ve eskiye sarılın." İbn Mesud'un sözündeki "...Onlar.....sanırlar." ifadesi, onların kendi zanlarına göre (de olsa) din sınırları içerisinde olduklarını göstermektedir.
Bu husustaki delillerden biri de Ebu Hüreyre hadisidir ki bu hadiste anlatıldığına göre Hz. Peygamber (bir keresinde) kabristana çıkmıştı. (Mezarların olduğu yere girince şöyle buyurdu):
"Ey inananların yurdu! Allah'ın selamı üzerinize olsun! Allah dilerse, biz de size kavuşacağız. Arzu ederdim ki kardeşlerimizi görmüş olsaydım." (Hz. Peygamber'in yanındakiler) Biz senin kardeşin değil miyiz? dediler.
Rasûlullah şöyle buyurdu:
"Siz benim ashâbım/arkadaşlarımsınız. Bizim kardeşlerimiz henüz gelmemiştir. Ben sizin havuz'a (hayz-ı kevsere) önden geleninizim," Dediler ki:
Ey Allah'ın Rasûlü! Ümmetinden olup da senden sonra geleni nasıl tanıyacaksın? Efendimiz şöyle buyurdu:
"Ne dersin? Sizden birinizin simsiyah atlar arasında alnı beyaz bir atı olsa atını tanımaz mı?" Onlar:
Evet, dediler. Hz. Peygamber:
"Onlar (bizim kardeşlerimiz) kıyamet günü abdest (alırken yıkadıkları) organları parlayarak gelecekler, ben de önceden havza gelmiş olacağım. Yolunu şaşırmış bir hayvanın başıboş (sağa sola) gittiği gibi benim Kevser havzının yanından birtakım adamlar dağılıp giderler. Ben onlara çağırarak: Gelin, gelin! derim. Bunun üzerine bana:
Onlar senden sonra değişiklik yaptılar, denilir. Ben de:
Uzaklaşın, uzaklaşın! derim."[83]
Hadisteki "....havzımdan dağılırlar.... onları gelin! diye çağırırım..." ifadeleri onların ümmetten olduğunu ve Hz. Peygamber'in onları tanıyacağını göstermektedir. Hadis ayrıca ortaya koymuştur ki onlar abdest organlarındaki parlaklık ile başkalarından ayrılabilecektir.
Bu hadis gösteriyor ki Hz. Peygamber'in havzına çağırdığı bu insanlar -dinde değişiklik yaptıkları halde- abdest organları parlayan insanlardır. Abdest organlarının parlaklığı bu ümmetin bir özelliğidir. Artık onların da bu ümmetten sayıldıkları açıkça ortaya çıkmıştır. Şayet onların bu ümmetin dışına çıktığına hükmedilmiş olsaydı Hz. Peygamber onları, kendilerinde bulunmayacağı için abdest organlarının parlaklığından tanıyamamış olacaktı.
Onların ümmet ile olan bağlantısını ortaya koyduktan sonra "onlar bid’atları sebebiyle ümmetin dışına çıktılar" desek de böyle demesek de bir şey ifade etmez.
Bir hadiste: "Sizden sol* özelliği olan bir topluluk (kıyamet gününde) tutulur. Ben:
Yarabbi! Ashabım(ı koru), derim. (Bana şöyle) denilir:
Senden sonra neler yaptılar bilmiyorsun? (Buna karşı) ben salih bir kul (olan Hz. İsa'nın dediği) gibi "İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerinde kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerinde de gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin. Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin." [84] derim. (Yine bana):
Senden sonra neler yaptılar bilmiyorsun? Onlar sen onlardan ayrıldığından beri hâla topukları üzere (geri) dönüş yapmaktalar, denilir..."
Eğer bu hadisteki "ashab"dan maksat ümmet ise bu hadis, daha önceki "Siz ashabımsınız, kardeşlerimiz henüz gelmedi" hadisi ile uyum içerisinde olur. O takdirde "ashab" ifadesi ile "Hz. Peygamberi iman etmese de hayatında iken gören kimse" olarak yorumlanması kaçınılmaz olur. O vakit "topukları üzere (geri) dönüş yapanlar" dan maksat, Hz. Peygamber'in vefatından sonra dinden dönenler veya "zekatı almak sadece Hz. Peygamber'in hakkıdır" gerekçesiyle, zekât vermeyenlerdir. Çünkü Rasûlullahın ashabının hepsi onu görmüş ve onun vefatından sonra geri dönmeyeceklerine dair ondan berat almışlardır.[85]
Turtuşi'nin de dediği gibi bu meselede, insanlardan bilgin olanları; eski ve yeni pek çok kimse kafa yormuş bu grupları belirlemek onları çok meşgul etmiştir. Fakat onlar bu grupları akaid/inanç meselelerinde muhalif davranan topluluklar olarak belirlemişlerdir.
Âlimlerden bazısı bu toplulukların temelini sekiz grubun teşkil ettiği görüşündedir. Âlimlerden bazısı dedi ki: İslâm fırkalarının en büyükleri sekizdir:
1- Mu'tezile[86]
2- Şîa[87]
3- Havâric[88]
4- Mûrcie[89]
5- Neccariye[90]
6- Cebriye[91]
7- Müşebbihe[92]
8- Naciye[93]
Bunlardan Mutezile yirmi gruba ayrılmıştır ki isimleri şunlardır:
1- Vaisıkiyye[94]
2- Amriyye,[95]
3- Hüzeyliyye[96]
4- Nazzamiyye[97]
5- Esvariyye[98]
6- İskâfiyye[99]
7- Ca'feriyye[100]
8- Bişriyye,[101]
9- Mezdariyye,[102]
10- Hişâmiyye,[103]
11- Salihiyye,[104]
12- Hâitiyye,[105]
13- Hadbiyye,[106]
14- Ma'meriyye[107]
15- Sümâmiyye,[108]
16- Hayyâtıyye,[109]
17- Câhızıyye,[110]
18- Ka'biyye,[111]
19- Cübbâiyye,[112]
20- Beheşmiyye,[113]
Şîa'ya[114] gelince: Bunlar üç gruba ayrılmıştır.
Gulât, Zeydiyye ve İmamiyye, Gulât 18 gruptur. Bunlar:
1- Sebeiyye[115]
2- Kâmiliyye[116]
3- Beyaniyye[117]
4- Muğîriyye,[118]
5- Cenâhiyye,[119]
6- Mansûriyye,[120]
7- Hattâbiyye,[121]
8- Ğurabiyye,[122]
9- Zemmiyye,[123]
10- Hişamiyye,[124]
11- Zürâriyye,[125]
12- Yunusiyye,[126]
13- Şeytâniyye,[127]
14- Rizâmiyye,[128]
15- Müfevviza,[129]
16- Bedâiyye,[130]
17- Nâsriyye,[131]
18- İsmailiyye[132]
Bunlar, Bâtınıyye, Karâmıta, Haramiyye, Seb'iyye, Bâbekiyye ve Hamdiyyedir.
Zeydiyye'ye gelince, bunlar üç gruputur:
1- Carudiyye[133]
2- Süleymaniyye[134]
3- Beşiriyye[135]
İmamiyye ise tek grup olup[136] toplamı 42 grup etmektedir. Sekiz ana gruptan Haricîler yedi gruptur. Bunlar şu isimlerle bilinmektedir:
1- Muhakkime[137]
2- Beyhesiyye[138]
3- Ezârika,[139]
4- Necedât,[140]
5- Abdiyye (veya Asfariyye),[141]
6- İbaziyye[142] ki dört gruba ayrılır" Hafsıyye, Yezidiyye, Hârisiyye ve Mutîiyye.
7- Acâride,[143] Bunlar on bir grup olup isimleri şöyledir: Meymûniyye, Şuaybiyye, Hâzimiyye, Hamziyye, Ma'lûmiyye, Mechûliyye, Saltiyye, Sa'lebiyye. Sa'lebiyye de dört, gruba ayrılmıştır: Ahnesiyye, Mâ'bediyye, Şeybâniyye ve Mükerremiyye. Buraya kadar adı geçen grupların sayısı 62 olmuştur.
Sekiz ana gruptan üçüncüsü Mürciedir.
Bunlar beş gruba ayrılırlar. Bu grupların isimleri şöyledir:
1- Abîdiyye,[144]
2- Yûnusiyye,[145]
3- Gassâniyye,[146]
4- Sevbaniyye,[147]
5- Sevmeniyye.[148] Sekiz ana gruptan beşincisi Neccariyyedir. Bu grup üç kısma ayrılmış olup, isimleri şunlardır:
1- Bergusiyye,[149]
2- Za'ferâniyye,[150]
3- Müstedreke.[151] Sekiz ana gruptan altıncısı olan Cebriyye veYedincisi olan Müşebbihe birer gruptan ibarettir. Böylece tamamı 72 grup olmaktadır. Bu sayıya bir de Naciye grubu/fırkası eklenince hepsi 73 olmaktadır.
Mezheplerdeki grupları ifade eden bu sayı, maksadın kesin olarak bu olduğunu ifade etmek değil, sahih hadise uyum sağlamak için iyi niyetle yapılan bir zorlamadır, Çünkü bu sayının kesin olduğuna dair dini bir delil yoktur. Eksik veya fazla olmamak üzere bu grupların 73 olmasına akıl da bir delil değildir. Nitekim bu grupların akaid'e mahsus olmasına dair de bir delil yoktur.
Alimlerden bir topluluk demişlerdir ki:
Bid'atın esası, dört gruptur. Diğer 72 grup bunlardan parçalanıp çıkmıştır. Bu dört grup şunlardır: Haricîler, Râfızîler, Kaderiyye ve Mürcie. Yusuf b. Esbât demiştir ki:
Bu dört gruptan her biri 18 kısma ayrılmıştır. Hepsi 72 grup eder. 73.cü grup Naciye (kurtulan) grubudur. Bu takdir/yorum da bundan önceki gibidir. Ona yapılan itiraz buna da yapılmıştır.
Turtuşi merhum bunu doğruya yakın bir şekilde açıklamıştır. Turtusi demiştir ki:
Alimlerimiz tüm grupların bu dört, gruptan ayrılıp koparak meydana geldiğini murat etmemişlerdir. Bid'atın aslının gereği bir gruptan koparak bu sayıya ulaşmak değildir. Çünkü böyle bir şey şu ana kadar meydana gelmiş değildir. (Turtuşi devamla) diyor ki:
Alimler ancak "Her bid'at sapıklıktır!" ölçüsü, neredeyse bu dört esas grup dışındakilerde bulunmuyor dernek istemişlerdir. Her ne kadar ikinci bid'at, birincinin detayı/fer'i ve parçası olmayıp, birinci ile ilişkisiz, ikincisi başlı başına bidat ise de durum budur. Daha sonra bir örnekle bunu açıklamıştır:
Kader meseleleri ile ilgili esas olan bir bid'at vardır. Daha sonra kader ile ilgili bölümlerde birtakım meselelerde ihtilaf etmişlerdir. Öylesine birtakım meselelerde de ihtilaf etmişlerdir ki kader ile ilgisi yoktur. Fakat bunların hepsi, kulların işinin kullar tarafından yaratıldığında görüş birliği içindedirler.
Fakat kader konusunda fer'î bir meselede görüş ayrılığına düştüler. Pek çoğu bir iş, iki kişiden doğarak meydana gelmez, dediler. Bunun gibisini kadim/ezeli olanla sonradan olan arasında havale ettiler. Daha sonra kader ile hiç ilgisi olmayan birçok meselede de görüş ayrılığına düştüler. Salah ve aslah meselesinde olduğu gibi.
Bunlardan Bağdatlı olanlar şöyle dediler:
"Kullarının dinleri ile ilgili olan hususlarda kulları için salahı (iyi olanı) yapmak Allah'a vaciptir. Allah'ın mükellef kılacağını bildiği kulları için başta salah olanı yaratması vacip olduğu gibi, onların aklını olgunlaştırıp onları güçlü kılarak problemlerini yok etmesi de Allah'a vaciptir." Basralılar ise:
"Allah'ın, kullarının akıllarını olgunlaştırması ve onlara yükümlülüğün sebeplerini vermesi vacip değildir." dediler. Bağdatlılar:
"Günahkar kimseler tevbe etmedikleri takdirde, onlara Allah'ın ceza vermesi vacip olur. Bağışlamanın tevbe etmeden olması, bağışlayanın aptal olduğunu gösterir." demişlerdir. Basralılar ise böyle olmadığını ifade etmişlerdir. Cafer b. Bişr şöyle bir bid'at sözü söylemiştir:
Bir kimse bir kadınla evlenmek için ısrarla üzerine düşse, nikahsız, velîsiz, şahitsiz ve kadının rızası olmaksızın kadınla cinsel ilişkiye girse bu ona helal olur. Oysa Ca'fer'in bu sözüne, daha öncekiler muhalefet etmişlerdir.
Sümâme b. Eşres şöyle demiştir:
Allah kıyamet gününde kâfirleri, inkarcıları, bunların ve mü'minlerin çocuklarını, delileri toprak yaparak, bunları hesaba çekmeyecek ve azab etmeyecektir.
Görülüyor ki bu gruplardan her biri, kendi görüşü olarak asıl bid'atına ilişkin veya onunla ilgili olmayan bid'atlar icad etmişlerdir.
Eğer Hz. Peygamber bu bölünme ve gruplaşma ile ilgili hadisinde ayrılmadan, cinslerin tür yerine geçeceği ana grupları kast etmiş olsaydı -gerçeği Allah biliyor ya- gruplar olarak sayılanlar bu sayıya şimdiye kadar ulaşamazdı. Şu kadar ki zaman devam etmekte, yükümlülük ve tehlikeler var olmayı sürdürmektedir. Bir asır ve çağda durmadan yeni bid'atlar (ve gruplar) türemiyor mu? (Belki ilerde bu sayıya ulaşılır.)
Şayet Hz. Peygamber ayrılmak ile İslam dininde meydana gelecek, dinin aslına uymayan ve kurallarının kabul etmediği bid'atları adı geçen taksimleri dikkate almadan kasdetmiş ise o zaman bid'atlar birtakım cinsler için tür olmuş, veya asıl ve temel yapıya ters düşmüş olur. Gerçeği Allah biliyor ya, Hz. Peygamber işte bunu kaydetmiştir. Böyle olunca grupların sayısı yetmiş ikiden fazladır.
Hadisin buna göre doğru olarak anlaşılması için bid'at ehlinin aşırı olanlarını ümmetin dışında tutmak gerekir. Kaderiyyeden araz'ı kabul etmeyenler, Hululiyye, Nusayriyye ve benzeri aşırı gruplar bu ümmetten sayılmazlar. Çünkü Allah'ın varlığını ve âlemin sonradan yaratıldığını isbat etmek ancak araz'ın varlığı ile olmaktadır.
Turtusi merhumun söylediği budur. Bu ifade tarzı güzeldir, Ancak meselenin incelenmesinde iki husus kalıyor; Birincisi: Hadisteki gruplardan ve ayrılmadan maksat, bidatin cinsi değil, bizzat bid'atın kendisidir, gibi bir şık seçilirse, bunu seçen sözlü ve ameli bid'ata razı olmuş olur. Bu ise bir problemdir. Zira küçük büyük her bid'atı dikkate alır ve her bid'at yapanın yaptığını bir bidat sayarsak kişiyi ve ona uyanları nasıl bir grup olarak sayabiliriz? Bu durumda grupların sayısı 72 olmak şöyle dursun, sayı olarak 100 ve 200'de bile kalmaz. Ayrıca yukarda söylendiği gibi zaman ilerledikçe yeni bid'atlar olmakta ve kıyamete kadar da olmaya devam edecektir.
Daha önce de bu manada İbn Abbas'm şu sözü geçmiş idi:
"Her yıl insanlar bir bid'atı canlandırıyor, bir sünneti öldürüyorlar. Tâ ki bid'atlar güç bulup sünnetler yok olana kadar (böyle sürüp gidecek"). Böyle bir durum gerçekten vardır. Çünkü şu ana kadar (pek çok) bid'at ortaya çıkmış ve hâlâ çoğalmaya devam etmektedir. Akaid/inanç ile ilgili yoldan çıkanların bid'atlarını ortadan kaldırdığımızı varsaysak bile geri kalanların sayısı 72'den çok olur. O halde yukardaki seçimi yapanın sözü -Allah bilir isabetli değildir.
İkincisi: Hadisteki ifadenin özü odur ki bu gruplar henüz (tam olarak) belirlenmiş değildir. Çünkü böyle bir belirlemenin delili yoktur. Akıl da böyle bir şeyi gerekli kılmıyor. Bu görüşe karşı çıkan kimse, akaid konularında Eş'ariler arasındaki ihtilaflı meselelerdeki adını verdiği grupları ortaya koymalı, kendisini ve grubunu bu sakıncadan uzaklaştırmahdır. En uygun olanı, belirlemenin olmaması hususunda söylenendir. Belirlemenin olduğunu gösteren bir delil olduğunu teslim etsek bile yine belirlemek gerekmez. Çünkü:
Birinci olarak: İslam dininden anlıyoruz ki din bu grupların açıkça kim olduğunu bildirmeksizin, vasıflarını/özelliklerini bildirmiştir. O zaman hadisin ifade ettiği özelliğe girenleri belirlemek kalıyor. Haricilerle ilgili hadiste olduğu gibi nadir olarak belirleme olmuştur. "Şunun soyundan öyle bir topluluk olacak ki onlar Kur’an'ı okurlar. Fakat okudukları boğazlarını geçmez." hadisinde olduğu gibi. Bununla beraber Hz. Peygamber, onların grupların ayrılacağını bildirdiği hadisine dahil olduğunu ifade etmemiştir. Bu konu "Muvafakat" isimli kitabımızda geniş olarak ele alınmıştır.
İkinci olarak: Grubun belirlenmemiş olması, ümmetin kusurlarının örtülmesini istemiş olmasını gerektirir. Nitekim çoğunlukla ümmetin kusurları örtülür, dünyada rezil edilmezler. Biz Müslümanlar da karşımıza bir ayrılık çıkmadıkça diğer müslümanların kusurlarını örtmekle emrolunduk. Ümmet-i Muhammed'in durumu, İsrail oğullarının durumu gibi değildir. Onlardan biri geceleyin bir günah işlediğinde, sabahladığında işlediği günahı kapısında yazılı olarak bulurdu. Yine onların kurban işinde de böyle bir durum vardır. Onlar kurban kestiklerinde, şayet, kurban Allah katında kabul edilmiş ise, gökten bir ateş iner, kurbanı yeyip yok ederdi. Eğer kurban kabul edilmemiş ise kurban orta yerde kalırdı. Bunda günah işleyenin rezil ve perişan olması vardır. Ganimetlerde de benzeri durum vardır. Bunlardan pek çoğu Muhammed ümmetine mahsus olmak üzere örtülmüş, açığa çıkarılmamıştır.
Grup belirlenmemek suretiyle örtülü bırakılmış olmasının bir başka hikmeti daha vardır. Şöyle ki: Eğer kusurun sahibi Muhammed ümmetinden olduğu halde kusur örtülmeyip açığa çıkarılmış olsaydı bu, ayrılığa ve Allah'ın ve Rasûlünün emrettiği kaynaşmanın yok olmasına sebep olurdu. Yüce Allah şu ayetlerde bunu emretmiştir:
"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın, parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti." [152]
"Allah'tan korkun, aranızı düzeltin." [153]
"Kendisine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın."[154]
Hz. Peygamber de hadislerinde : ".... hasetleşmeyin, birbirinze sırt çevirmeyin, düşmanlık etmeyin. Kardeşler olarak Allah'ın kulları olunuz." buyurmuş,[155] dargınların arasının düzeltilmesini emretmiştir. Ayrıca Rasûlullah insanların arasını bozmanın, dini de mahveden bir felâket olduğunu bildirmiştir.[156]
Belirleyerek grupları tanıtmak, âdetin gereğidir ki aralarında düşmanlığı ve ayrılığı körükler. Böyle olması, belirleyerek tanıtmanın yasaklanmış olmasını lüzumlu kılar. Ancak Haricilerde olduğu gibi bid'at aşırı derecede ise bilinmeleri için alametleri ile birlikte zikredilir. Yaptığındaki çirkinlik buna benzer olan veya müctehidin bakış açısına göre buna yakın olanda da hüküm böyledir. Bunun dışında kalanlarda bir şey söylememek en uygunudur.[157]
Ebû Davud, Ömer b. Ebt Mürre'den şu rivayeti kaydetmektedir:
Huzeyfe Medâin'de idi. insanlara öfke hakkında Hz. Peygamber'in söylediklerini anlatıyordu. Huzeyfe'den bunları duyan insanlar Selman-ı Fârisîye gidip, Huzeyfenin söylediklerini ona anlatıyorlardı. Selman onlara şöyle diyordu:
"Selman söylediğini en iyi bilen kimsedir." İnsanlar Huzeyfeye döner ve şöyle derlerdi
"Senin dediklerini Selman'a anlattık. O ne seni onayladı, ne de yalanladı."
Bunun üzerine Huzeyfe, Selman'a giderek ona şöyle dedi: -O sırada Selman tahıl tarlasında idi-
"Ey Selman! Hz. Peygamberden duyduğum şeyleri söylememi tasdik etmeni engelleyen nedir?" Selman şöyle cevap verdi:
"Hz. Peygamber öfkelenir ve ashabından bazı kimselere (hoşnut olmadığını ortaya koyar ve gördüğü kötülükleri ifade eden) gerekli şeyleri söylerdi. Bazı kimselerden ise hoşnut olur, onlara da bir şeyler söylerdi. Sen (bunları anlatarak) birtakım kimselere bazılarının sevilmesine, bazılarına düşmanlık beslenmesine ve birtakım ayrılık ve bölünmelerin meydana gelmesine ne zaman son vereceksin? Sen de kesin olarak biliyorsun ki Hz. Peygamber bir hutbesinde şöyle buyurmuştu:
"Her hangi bir adama öfke hali'nde kötü bir şey söylemiş, Allah'ın rahmetinden uzak olmasını istemiş olabilirim. Ben de ancak bir insanoğluyum. Sizin öfkelendiğiniz gibi ben de öfkelenebilirim. Yüce Allah beni sırf âlemlere rahmet olarak gönderdi. Allah'ın banaverdiği rahmet, özelliğini kıyamet, gününde onlar hakkında kullanacağım."[158] (Ey Huzeyfe!)) Ya bu yaptığından vazgeçersin veya (durumunu) Ömer'e yazarım,
İyice düşününüz ki Selman'ın bu anlayışı ne güzeldir? Meselemizde aynı şey geçerlidir. İşte bu noktadan hareketle köklü ilim sahibi olan kimsenin "Bu gruplar filan oğlu filandır" dememesi gerekir. İsterse içtihadına göre onları belirtileri ile bilmiş olsun.
Ancak su iki durumda grubu belirleyerek adını verebilir:
1- Birincisi: İslam dini o grupların isimlerini açıkça belirlediği zaman. Nitekim Haricilerin durumu böyledir. Çünkü Haricilerin durumu bilimsel olarak incelendiğinde onların fırkalarla ilgili hadisin hükmü altına girdikleri açıkça görülür. Onların yolunda gidenlerin durumu da aynıdır.
İnsanlardan o gruplara en yakını mağripli Mehdi'nin grubudur. Çünkü Mehdinin grubunda, Hz. Peygamber'in Haricilerde var olduğunu haber verdiği iki özellik mevcuttur. Bunlardan birisi onların Kur'an okuyor olmaları, fakat okuduklarının boğazlarından aşağıya geçmemesidir. Diğeri ise onlar müslümanları öldürür, putperestleri bırakırlardı. Bunlar Kur'an'ı okurlar ve okuturlardı. Kur'an okumada birtakım bid'atlar çıkarmışlardır. Fakat Kur'an'ı derinlemesine anlamak hususunda bir şey yapmamışlar, Kur'an'ın maksatlarını öğrenmemişlerdi. Bundan dolayı alimlerin kitaplarının "bunlar re'y (görüş) kitabıdır" diyerek bir tarafa attılar, yaktılar ve kaplarını parçaladılar. Halbuki Kur'an'ın ve sünnetin manasını o alimler kitaplarında gereği gibi anlatmışlardır. Mehdinin adamları müslümanlarla savaşmış, onların tevhid ehli olmayıp mücessimeden olduğunu sanarak bozuk bir anlayış ile onları öldürmüşlerdir. Oysa Hıristiyanları ve onlarla komşu olan kâfirleri bırakıp onlarla savaşı terketmişlerdir.
Bağavi'nin Mu'ceminde rivayet ettiği haberden ve başka haber ve rivayetlerden meşhur olarak biliniyor ki Hariciler Hz. Ali'ye başkaldırmış, daha sonra gelen Ömer b. Abdülaziz'i de dinlememişlerdir.
Bağavi'nin Humeyd b. Hilâl'den nakl ettiğine göre Ubade b. Kurt gazaya çıkmış, bu uğraşda Allah'ın dilediği kadar kaldıktan sonra gazadan dönerken namaz kılmak isteyip ezan okumuştur. O sırada Haricilerden bir grup olan Ezârıka'dan birtakım kimseler oraya geldiler. Ey Allah'ın düşmanı, ne getirdin?" dediler. Ubâde onlara"Size ne oluyor kardeşlerim?" dedi. Onlar:
"Sen (bizim değil) şeytanın kardeşisin. Seni kesinlikle öldüreceğiz!" dediler. Ubade onlara:
"Allah Rasûlünün benden razı olduğu şeye siz razı olmaz mısınız?" dedi. Onlar:
"Hz. Peygamber senden ne yaptın da razı oldu?" dediler. Ubâde:
"Ben Hz. Peygambere geldiğimde kâfir idim. Kelime-i şehâdeti getirdim. Rasûlüllah beni serbest bıraktı." dedi. Bu konuşmadan sonra Hariciler Ubade'yi yakalayıp öldürdüler.
Kur'an'ı anlamamaları daha önce geçmiş idi. Kaderiyye mezhebinden olanlarla ilgili olarak Ebu Davud'un tahric ettiği bir hadiste İbn Ömer'den rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
'Kaderiyye bu ümmetin mecüsîsidir. Eğer hasta olurlarsa onları ziyaret etmeyin, ölürlerse cenazelerinde bulunmayın.”[159] Huzeyfe (r.a.) den rivayet, edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Her ümmetin bir mecusisi vardır. Bu ümmetin mecusisi, "Kader yoktur" diyenlerdir. Bunlardan bir kimse ölürse cenazesine katılmayın. Bunlardan hasta olanı ziyaret etmeyin. Onlar deccali'n grubudur. Yüce Allah onları deccale kavuşturacaktır."[160] Bu hadis, hadisçilere göre sahih değildir. Mugnî sahibi:
"Bu hususta bir şey sahih değildir." demiştir. Evet, İbn Ömer'in Yahya b. Ya'mur'a söylediği kaderle ilgili haberi çıkmıştır ki şöyle demiştir:
"Onlarla karşılaşırsan kendilerine bildir ki, ben onlardan uzağım, onlar da benden uzaktır." Daha sonra Cibril hadisi ile (söylediğini) delillendirmiştir. Bu hadisin sahih olduğunda hiç şüphe yoktur.
Yine Ebu Davud Hz. Ömer'in hadisinden şu rivayeti tahric etmiştir:
"Kadercilerle oturmayın, (size konuşurlarsa) onlara (ağzınızı) açmayın." Bu hadis de sahih değildir.[161]
İbn Vehb'in Zeyd b. Ali'den rivayetle tahric ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimden iki sınıf vardır ki kıyamette onların İslamdan payları yoktur: Mürcie ve Kaderiyye."[162] Yine İbn Vehb'in Muaz b. Cebel ve başkası aracılığı ile merfu' olarak tahric ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kaderiyye ve Mürcie yetmiş Peygamber'in diliyle lanetlenmiştir. Peygamber'in sonuncusu Hz. Muhammed'dir."[163] Mücahid b. Cübeyr'den rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Gelecekte benim ümmetimden kaderci ve zındıklar olacaktır. Onlar Mecusidir."[164]
Nâfi’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
Biz Abdullah b. Ömer'in yanında onu ziyaret ediyorken, ansızın bir adam çıkageldi ve:
Filan adamın sana selamı var, dedi. Selam gönderen adam Şam halkından idi. Abdullah şöyle dedi:
Bana gelen haberlere göre o birtakım yeni (bid'at) şeyler icad etmiş. Eğer öyle ise ona kesinlikle benim selamımı söylemeyin! Ben Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu işittim:
"Gelecekte benim ümmetimde mesh ve hasf[165] olacaktır. O (mesh ve hasf cezasına uğrayan kimse) zındıklar içerisindedir."
İbn'ud-Deylemi[166] den rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir:
Übey b. Ka'b'a gitmiştik. Ona dedim ki:
Kader konusunda içime bir şüphe düştü. Bana bir şeyler söyle. Belki Allah onu kalbimden alıp götürür. Bunun üzerine Übey şöyle dedi:
Eğer Yüce Allah göklerde ve yerdekiler(in hepsine) azab etmiş olsa, yine onlara zulmetmiş olmaz. Onlara rahmetini vermiş olsa, Allah'ın rahmeti onların yaptıklarından daha hayırlıdır. Eğer Uhud (dağı) kadar altını Allah yolunda sarf etmiş olsan kadere inanmadıkça sarf ettiğini Allah kabul etmez. Bilmelisin ki başına gelecek şey şaşmadan seni bulur. Başına gelmeyecek şey de (Allah takdir etmedikçe) başına gelmeyecektir. Bu inancın dışında bir inanç üzere ölürsen, kesinlikle cehenneme girersin. Daha sonra Abdullah b. Mes'ud'a gittim. O da aynısını söyledi. Sonra Huzeyfe b. Yemân'a gittim, o da aynısını söyledi. Bir hadiste: "Kader hakkında konuşmayınız. Çünkü o Allah'ın sırrıdır." buyurulmuştur.[167] Bunların hiçbirisi sahih değildir.
Mürcie ve Cehmiyye hakkında da Hz. Peygamberden sahih olmayan şeyler aktarılmıştır ki bunlara güvenilmez.
Evet, tefsir âlimlerinden "O gün yüzüstü ateşe sürüklendiklerinde "Cehennemin elemini tadınız!" denir. Biz, her şeyi bir kadere (ölçüye) göre yarattık."[168] ayetlerinin kaderciler hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Abd b. Humeyd'ir[169] rivayet ettiğine göre Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir:
"Kureyşin müşrikleri Hz. Peygambere gelip onunla kader hakkında çekiştiler. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu."
Mucâhid ve başkasının rivayetine göre bu ayetler kaderi yalanlayanlar hakkında nazil olmuştur. Eğer (bu rivayetler) sahih ise bunlarda bir delil vardır. Aksi halde bunların (hadiste sözü edilen) gruplardan olduğunu belirleyen bir şey yoktur. Bizim de sözümüz bu husustadır.
2. Grubun adını vererek belirleme yapılacak iki yerden ikincisi kişinin sapıklığına çağrıda bulunması ve onu bilgisiz kimselerin katında süslü göstermesidir. Böylelerinin müslümanlara zararı iblis'in zararı gibidir. Onlar insanların şeytanlarındandır. Mutlaka onların açıkça bid'at ve sapıklık erbabından olduğu ve şahitleri bulunduğu takdirde gruplardan olduğu bildirilmelidir. Nitekim Amr b. Ubeyd[170] buna meşhur bir örnektir. Asım el-Ahve[171] rivayet ediyor ve diyor ki:
Katâde[172] ye gitmiştim, birlikte oturuyorduk. Katâde, Amr b. Ubeyd'den söz etti ve ona dil uzattı. Bern Ey Hattab'ın babası! Görüyorum ki âlimler birbirine düşmüş, dedim. O şöyle cevap verdi:
Ey Ahvel! Bilmiyor musun? Bir adam bid'at ortaya çıkarır ve onu işlerse onun açıklanması gerekir ki sakınanlar (ondan) sakınsınlar. Katade'nin yanına geldiğimde Amr'ın dindarlığına ve ibadete düşkünlüğüne karşı hakkında duyduklarım beni üzmüştü. Öğlen vakti uyumuştum. Rüyamda Amr'ı gördüm; kucağında mushaf var idi. Amr Kur'an'dan bir ayeti kazımakla meşgul idi. Kendisine-Sübhânellah! Allah'ın kitabından âyet mi kazımaktasın? Dedim. O:
Sonra tekrar yerine iade edeceğim, dedi. Onu, âyeti kazımakta iken bıraktım. Daha sonra: Haydi iade et! dediğimde iade etmeye güç yetiremiyorum, cevabını verdi.
Bu gibilerin mutlaka söylenmesi ve haberlerinin yayılması lazımdır. Çünkü bunlar (kendi bildiğine) bırakıldığı zaman Müslümanlara verecekleri zarar, anılıp kendilerinden nefret ettirilmesinin vereceği zarardan daha büyüktür. Belirleyip bildirmeyi terk etmenin sebebi parçalanmak ve düşmanlık olunca hüküm böyledir. Şüphe yok ki müslümanlar ile bid'ata çağıranlar arasındaki bölünme yüzünden onlara ceza verilmesi müslümanlar ile onların ve arkalarından gidenlerin arasının açılıp bölünmelerinden daha kolaydır. İki zarar karşılaştığı zaman, ikiden en hafif ve en kolay olanı seçilir ve yapılır. Kötülerin bazısı tüm kötülüklerin en hafifi olur. Kangren olmuş eli kesmek, hayatı kaybetmekten daha basittir. İslam dininde durum hep böyledir! Daha ağır hükümden korunmak için hafif olan uygulanır.
Yukarda söylediğimiz iki husus bulunmadığı zaman ayrılıkçıların belirlenip tanıtılması için anılması gerekmez. Çünkü bir kimsenin veya grubun kötü olarak tanıtımı, kötülüğü buğz ve düşmanlığı ilk kıştırtıp harekete geçiren şeydir.
Bunlardan birini eline geçiren kimse yumuşaklıkla o kimse ile karşılıklı konuşur. Onu sünnetin dışına çıkmış olarak görmez. Olsa olsa onu dinî delile aykırı davranan biri olarak görür.
Sünnete uygun olan şöyle şöyle davranmaktır diye anlatır. Bunu katı bir taraf tutuculuk ve üstünlük yağlama gayreti söz konusu olmaksızın yaparsa başarılı olur. Halk Allah'ın yoluna önce böyle cağırılmalıdır. Tâ ki inatlaşıp ayrılıkları yaygınlaştırma durumuna gelene kadar. Bunu yaparlarsa durumlarına göre karşılık verilir.
Gazali, kitaplarından bazısında şöyle demiştir:
Cahilce duyguların pek çoğu avamdan olan kimselerin gönlünde katı davranışlar sebebiyle kökleşmiştir.
Hak yanlısı olanlar meydan okurcasına ve küstahcasına gerçekleri ortaya koyarlar. Kendilerine karşı çıkanların zayıf taraflarına hakaret ve küçük düşürücü gözle bakarlar. Böylece onların içinde karşı gelmek ve inatlaşmak duyguları harekete geçer. Kalplerinde bâtıl/asılsız inanışlar kökleşir. Kibar ve nazikane davranan âlimler için bunu ortadan kaldırmak güçleşir ve bu bâtıl inanışların kötülüğü yaygınlaşır. Nihayet, taassub/katı tutum ve tavırlar bir topluluğu o hale getirir ki, onlar bu hal içinde konuştukları şeylerin sustuktan sonra da ömür boyu kalıcı olduğuna inanırlar. Keyfi bir şekilde katı davranmak ve inatçılık aracılığı ile şeytanın bunları ele geçirmesi olmasaydı, bu tür inanışlar akıllı kimseler şöyle dursun, bir delinin bile kalbinde bulunmazdı,
Gazâli'nin söylediği budur ki yürürlükte olan gelenekler de bu gerçeğin tanığıdır. Gerekli olan, güç yettiğince kin ve düşmanlık duygularının söndürülmesidir.
Allah daha iyi bilir.[173]
Hadiste sözü edilen grupların belirlenmemiş olduğu ortaya çıkınca bir husus söz konusudur ki, o grupları tanıtan birtakım özellik ve alâmetler vardır. Alametler iki kısımdır: Özet alametler, detaylı alametler.
Özet haldeki alamet ve özellikler üçtür:
Birincisi: Şu ayetlerde uyarılan ayrılıktır ki Yüce Allah buyurur:
"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın."[174]
"....aralarına kıyamete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin soktuk...” [175]
İbn Vehb'in İbrahim Nehaî'den rivayet ettiğine göre şöyle demiştir:
Bu ayetteki düşmanlık dindeki çekişmeler ve düşmanlıklardır. Bundan başka yine ayette:
"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanmayın." Duyurulmuştur. [176]
Sahih'de Ebu Hüreyre'den Rasûlullahın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah (c.c.) sizden şu üç şeyi (yapmanızdan) hoşlanır, üç şeyi hoş görmez. Allah'ın hoşnud olduğu şeyler şunlardır: Ona ortak koşmayıp ona ibadet etmeniz, hep birlikte Allah'ın ipine sarılıp parçalanmamanız ve doğru söz'dür."[177]
Ru ayrılık, daha önce de geçtiği üzere bir grubu parçalayarak gruplar haline getiren ayrılıktır.
Alimlerden bazıları şöyle demiştir:
Onlar heva ve heveslerine uyarak gruplar olmuşlardır. Dinden kopmalar heveslerin farklı farklı olmasını sonuçlandırmış, böylece parçalanmalar meydana gelmiştir. Bu ifade:
"Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar..."[178] Ayetinde dile getirilmiştir. Sonra âyetin devamında "....Senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur." Duyurulmuştur. Bunlar bid'at ve dalâlet sahipleri, Allah ve Rasûlünün izin vermediği hususlarda söz söyleyenlerdir,
Yine âlimlerden bazısı dedi ki:
Allah Rasûlünün ashabı, Peygamberden sonra dinî hükümlerde ihtilaf ettiler, ama ayrılıp parçalanmadılar. Çünkü onlar dinden ayrılmamışlar, ancak kendilerine içtihad yapıp görüş bildirmekte izin verilen hususlarda, kitap ve sünnette hükmü bulunmayan meselelerde ihtilaf ettiler. Bu hususlarda farklı şeyler söylediler ama yine birlik oldular. Çünkü onlar müsaade edilen bir hususta ihtilaf etmişlerdir.
Hz. Ebu Bekir, Ömer, Ali ve Zeyd (r.a.)'ın ana ile dedenin beraber halde miras payı hususunda,
Hz. Ömer'le Hz. Ali'nin ummü veled (sahibinden çocuğu olan) cariyeler hususunda,
Müşterek (miras) payları hususunda,
Nikahtan önce boşama hususunda,
Alış verişlerle ilgili hususlarda yaptıkları ihtilaflar böyledir. Onlar ihtilaf etmişler, fakat bununla beraber birbirlerine sevgi ve samimiyetle bağlı kalmışlar, aralarında İslam kardeşliği var olmaya devam etmiştir.
Ne zaman ki Hz. Peygamber'in sakındırdığı keyfî arzulara kıymak ortaya çıktı, düşmanlıklar peyda oldu, düşmanlığa kapılanlar ayn ayrı gruplar oluşturdular. İşte o zaman paramparça oldular. Bu gösteriyor ki bunlar şeytanın dostlarının ağzı ile ortaya sonradan atılan meseleler ile meydana gelmiştir.
Yine alimler diyor ki:
İslamda ortaya çıkan ihtilaf edilmiş bir mesele, insanlar arasında düşmanlık, kin ve ayrılığa yol açmıyorsa bu meselelerin İslamdan olduğunu biliriz. Eğer ihtilaf edilen meseleler bunlara yol açıyorsa bu meselelerin din ile ilişkisi yoktur ve bu meseleler Allah Rasûlünün âyetin tefsiri şırasında kasdettiği meselelerdir. Şöyle ki:
Rivayet, olunduğuna göre Hz. Aişe şöyle demiştir:
"Nebi (s.a.v.) Aışe! "Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar...." ayetinde kasdedilenlen kimlerdir"? diye bana sordu. Ben Allah ve onun Rasûllü daha iyi bilir, dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Onlar heveslerine uyanlar, bid'at sahipleri ve bu ümmetin sapık kimseleridir". Bu hadisin zikri daha önce geçmişti.
Her bir akıllı ve dindar kimsenin bunlardan kaçınması gerekir. Bunun delili şu ayettir:
",.., Allah'ın size olan nimetini hatırlayın Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz."[179]
Demek ki müslümanlar heveslerine uyup ortaya bir yeni iş koyduklarında görüş ayrılığına düştükleri vakit parçalanmamaya dikkat etmelidirler.
Alimlerin söylediği budur. Açık bir şekilde ortadadır ki İslamiyet kaynaşmaya, karşılıklı sevgiye, merhametli olmaya ve şefkate çağıran bir dindir. Bunun aksinin olmasına yol açan her görüş dinin dışındadır. Bunu, özelliği üzerinde konuşmakta olduğumuz hadis de göstermektedir. Hadiste varlığından söz edilen tüm gruplarda bu özellik vardır.
Görülmüyor mu ki Hz. Peygamber'in haber verdiği Hariciler, hadisin "...onlar müslümanları öldürür, putperestleri bırakırlar" ifadesine nasıl uygundurlar? Gerek müslümanlar, gerekse kâfirler arasında bu seviyede başka bir grup var mıdır? Aynı özelliğin kendisinde bulunduğu iddia edilen diğer gruplarda da bu olgu vardır. Şu kadar ki bölünüp parçalanmak ne olursa olsun, dikkate alınmamalıdır. Zira bu güçlü ve zayıf olma durumuna göre değişiklik gösterir.
Bu grupların teferruat ve detaylardaki aykırı davrandıkları her durum, ayrılığa açılan bir kapıdır. Tüm bunların dikkate alınması mutlaka gerekli olan bir husustur.
İkinci özellik de şu âyette uyarılan husustur: "Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu te'vil etmek için ondaki müteşâbih ayetlerin peşine düşerler." [180]
Bu ayet açıklamıştır ki kalbinde eğrilik olanlar Kur'an'daki müteşâbih ayetlerin peşine düşmektedirler. Muhkem ayetlerin değil müteşabihatın peşine düşmek bunların işidir. Müteşâbih'in manası, anlaşılması zor olan demektir. Buna göre müteşâbih, lafızları mücmel olan ve teşbih ile ortaya çıkan gerçek müteşâbih de olsa, izâfı/göreceli müteşâbih de olsa durum aynıdır. İzâfı müteşâbih, gerçek manasını açıklamak için harici bir delile ihtiyaç olan müteşabihtir. Her ne kadar ilk bakışta manası açık gibi ise de harici delile ihtiyaç vardır.
Hâricilerin hakem meselesini iptal etmek için "Hüküm ancak Allah'ındır"[181] ayetini delil göstermeleri bu kabildendir. Çünkü ayetin manası özde doğrudur. Fakat detaylarına inilmesi açıklamaya muhtaçtır. Bu açıklama İbn Abbas'ın Hâricilerle olan konuşmasında geçmişti. Abdullah b. Abbas o konuşmasında bildirmişti ki hükmün, hakem olmaksızın Allah'a ait olması bazı kereler olur. Çünkü Allah bize hakeme gitmeyi emrettiği zaman, hakemin hükmü Allah'ın hükmü olur.
Hâricilerin "Ali onlarla savaştı fakat onları esir olarak almadı." demeleri de böyledir. Çünkü onlar hakem olayını iki kısma ayırmışlar, üçüncü bir kısmı terk etmişlerdir. Bu ise şu ayette ikâz edilen husustur:
"Eğer mü'minlerden iki grup birbirleri ile vuruşurlarsa aralarım düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönene kadar saldıran taraf ile savaşın." [182]
Bu ayette bildirilen savaş, esir alma olmaksızın bir savaştır. Fakat Abdullah b. Abbas onları daha açık bir biçimde uyararak onların dikkatini daha önemli bir noktaya çekmiştir. O nokta şudur: Esir almak gerçekleşirse savaşa katılanlardan bazılarının müminlerin anaları olan Hz. Peygamber'in hanımlarını da esir alması kaçınılmazdır. Bu takdirde onlara da esir hükmü uygulanır, diğer esirlere yapılan onlara da yapılır. Bu durumda sarıldıklarını iddia ettikleri Kur'an'a aykırı davranmış olurlar.
Hz. Ali'nin, adını "Müminlerin emiri" olarak yazılmış iken silmesini de yanlış anlamışlardır. Onlara göre, bunu silmeyi kabul etmek "kâfirlerin emiri" olmayı kabul etmektir şeklinde değerlendirmişlerdir. Bu da doğru değildir. Çünkü ismin yok olması, ismin ifade ettiği şeyin de yok olmasını gerektirmez. Gerektirdiğini varsaysak bile bu, bir diğer emirliğin var olduğunu göstermez. İbn Abbas onların bu anlayışına karşı çıkmış Hz. Peygamber'in (Hudeybiye barış anlaşması sırasında) adını (anlaşmanın yazılı olduğu) sabitelerden sildiğini delil olarak ileri sürmüş, görüşlerinin ileri sürdükleri fikirle hiç ilgili olmadığını göstermiştir. Bunun üzerine onlardan iki bin kişi dönüş yapmıştır.
Müteşâbihat peşine düşmenin nasıl sapıklığa yol açtığı ve bunu yapanları cemaat/birlik dışına çıkardığı iyi düşünülmelidir. Bunun içindir ki Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kur'an'daki müteşâbihlerin peşine düşenleri gördüğümüzde (biliniz ki işte onlar) Allah'ın isimlendirdiği kimselerdir. Onlardan kaçınınız."
Üçüncü özellik ve alâmet şu ayette uyarılmış olanlardır:
"....Kalplerinde eğrilik olanlar..."[183] Ayetteki (eğrilik anlamındaki) zeyğ kelimesi, hak'tan sapıp keyfi arzuya uymaktır. Ayrıca şu ayetler de üçüncü özellik ve alamete işaret etmektedir
"Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir? [184]
"Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı... kimseyi gördün mü"?[185] Ayrılan gruplarla ilgili hadiste bu özelliği ve bundan önceki özelliği gösteren bir delil yoktur. Şu kadar ki bu özelliği tanımak, her kişinin kendisini tanıması ile ilgilidir. Çünkü heva ve hevese uymak kişinin iç dünyasında olan bir şeydir. Bu kimse bir hata yapmadıkça bunu kendisinden başka kimse bilmez. Ancak bunu gösteren bir harici delil olursa bilinebilir. Daha önce de geçtiği üzere grupların ortaya çıkması sünnetin yerini (ve önemini) bilmemek yüzünden olmuştur. Buna Hz. Peygamber hadisinde şu ifade ile dikkat çekmiştir:
"....İnsanlar başlarına cahil kimseleri getirirler."
Her bir kimse kendisinin fetva verecek dereceye ulaşıp ulaşmadığını bilir. Her bir âlim kendisine soru sorulduğunda kendisine yönelik bir özeleştiride bulunur; kendisine sorulana problemsiz ve açık bir bilgi ile mi cevap veriyor, bilgisizce mi cevap veriyor, verdiği cevapta bir şüphe var mıdır? Bunları gözden geçirir. Alim olduğu sanılan kimseye, diğer alimler tanıklık etmiyorlarsa, o kişi asıl olan (anadan doğma hali üzere) bilgisizlik durumundadır. Bu halde iken hakkında yapılan tanıklık ile kim olduğunu bilir. Aksi halde ya kesin bir şekilde bilgisizliğini veya şüphe üzere olduğunu bilir.
Bu iki halden biri üzere iken fetva vermeye yönelmeyi ondan çekinmeye tercih etmek ancak hevâ ve hevesine uymakla olur. Çünkü o kişinin durumunun ne olduğu hakkında başkasına sorması gerekirdi ki o bunu yapmadı. Kendisi fetva vermeye yönelmemesi gereken kişi, başkasını yerine geçirmeli idi, onu da yapmadı.
Akıl erbabı kimseler demişlerdir ki:
Danışılarak ortaya çıkan görüş en çok faydalı olan görüştür. Çünkü bu, heva ve hevesten uzaktır. Danışmadan, beyan edilen görüş böyle değildir. Çünkü o heva ve hevesten uzak değildir. Özellikle yüksek mevki ve rütbelerde olanlarda böyledir.
İşte bunlar heva ve hevesine uyma durumunda olan kişiyi bir disiplin ve prensibe çeken ve onu uyaran örneklerdir. Bunlara riayet ederse insanlara fetva verirken hevasına mı yoksa dinin kurallarına mı uyuyor, bunlarla bilinir.
İkinci özellik köklü ilim sahiplerini ilgilendirir. Çünkü muhkem ve müteşâbihi onlar bilir, bunları bilenleri de onlar bilirler. Kimlerin muhkem ayetlere uyan kimselerden olup din hususunda taklit edileceği, kimlerin müteşâbihin peşinden gidenlerden olup asla takîid edilmeyeceği hususunda ilim erbabı başvurulacak kaynaktır.
Lâkin müteşâbihin peşinden koşan kimsenin bir açık belirtisi daha vardır ki bu, müteşabihatla ilgili ayeti tefsir eden hadis-i şeriftir. Hz. Peygamber bu hadiste söyle buyurmuştur:
"Müteşâbihat hakkında çekişen kimseyi gördüğünüz zaman (bilin ki o) Allah'ı'ın kasdettiğı kimsedir. Onlardan kaçınınız." Bu hadisi Kadı İsmail b. Ishak rivayet etmiştir. Hadis kitabın baş tarafında geçmişti. Görülüyor ki müteşâbihin peşinden giden kimsenin durumu müteşabih konusunda çekişmek ve ona inanmak hususunda kavgacı olmaktır. Bunun sebebi şudur:
Kalbinde eğrilik olan ve delillerden müteşabihâtın peşine düşen kimse, devamlı şek ve şüphe içindedir. Çünkü müteşâbihte doyurucu bir açıklama yoktur; onun peşine düşen bir gerçeğe de vâkıf olamaz. Sonuçta heva ve hevesine uymak, onu müteşabihe sarılmaya iter. Müteşâbihi incelemek onu kesin sonuca götürmez. O kimse devamlı şüphe içindedir. Bu itibarla ilimde köklü durumda olan ile kalbinde eğrilik olan arasında fark vardır. Çünkü köklü bilgisi olan şayet müteşabih konusunda çekişme ihtiyacı duyarsa, onu gidermek için geçici olarak problem içinde olur. Bakış açışı ortaya çıkınca problem süratle ortadan kalkar. Kalbinde eğrilik olanı ise heva ve hevesine uymak, müteşâbihi bırakmak hususunda serbest bırakmaz. Sürekli müteşâbihi te'vil yolunda çekişme içerisinde olur.
Böyle olduğunun delili şudur: Müteşabihat hakkındaki ayet, Necran Hristiyanları hakkında gelmiştir. Onların amacı Hz. Peygamher ile Hz. İsa hususunda tartışmak idi. Onlar Hz. İsa'nın konuşmalarında "Biz yaptık, biz yarattık..." gibi sözlerini delil göstererek onun Allah veya Allah olma hususunda üçten biri olduğu söylüyorlardı. Onlardan bir grubun görüşü bu idi. Bir diğer grup, Hz İsa'nın kör ve alaca hastasını iyileştirip ölüyü diriltmesinden hareketle, aynı şeyi söylüyordu. Onlar Hz. İsa'nın aslına ve yoktan yaratılmasına, diğer insanlar gibi yeyip içtiğine, hasta olup başına birtakım âfetler geldiğine bakmadılar. Bu konudaki haber siyer kitaplarındadır.
Velhâsıl, onlar Hz. Peygamberle tartışmak ve çekişmek için gelmişlerdi, maksatları da gerçeğe uymak değildi. Böylesi bir tartışma her zaman için vardır. Bunun içindir ki Hz. Peygamber onlara gerçeği bildirdiğinde kendi iddialarından dönmediler. Bunun üzerine başka bir şeye davet edildiler. Ama onlar mahvolma korkusundan bundan kaçındılar. Davet edildikleri bu olay karşılıklı lânetleşme idi. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Sana ilim geldikten sonra kim seninle bu hususta mücâdele edecek olursa, de ki: Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı kendimizi ve kendinizi çağırıp toplanalım, sonra niyaz edilim ki, Allah'ın laneti yalancılar üzerine olsun." [186]
Bu tür tartışma, insanı tavla, satranç ve diğerleri gibi namazdan ve Allah'ı anmaktan alıkoyar. Hammad b. Zeyd'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Amr b. Ubeyd ve Şebib b. Şeybe (bir gün) oturup tartışmışlar. Tâ şafak vaktine kadar....
Namazı kıldıklarında Amr şöyle diyordu:
"Hay Ma'mer'in babası?! Hey, Ma'mer'in babası!?" İşte bir kimseyi sürekli böylece ilim ehli kimselerle tartışır görürseniz kendi görüşlerinden de dönüş yapmazsa bilin ki o kişi kalbinde eğrilik olan kimsedir, müteşabihin peşinde giden kimsedir.
Bu özellik ve alametlerin birincisi akıl sahibi her müslümanı ilgilendirir. Çünkü ilişki kurmak ve alâkayı kesmek herkesçe bilmen bir şeydir. Bunları bilmekle, ilişkiyi kuranla keşen malum olur. Bu birinci özelliğe Hz. Peygamber "Gelecekte bu ümmet şöyle şöyle gruplara ayrılacaktır" hadisi ile işaret buyurup uyarıda bulunmuştur. Fakat (bölünmeyi gerçekleştiren) ayrılık içli dışlı olmakla bilinir. Böyle bir iletişim olmazdan önce bölünmeyi ve ayrılmayı herkes bilemez.
Birinci özelliğin ayrılığı gösteren belirtileri vardır. Bunların en başta geleni konuşmak, söz söylemektir. Topluluğa aykırı olan kimse, karşılaştığına ilim ve örnek güzel hâli ile meşhur olan geçmişlere laf atar. Daha sonra gelenlerin kendilerine uyduğu bu insanlara dil uzatır ve onları kötüler. Bunlara ters düşen ve bu özellikleri olmayanları ise över.
Bu belirtilerin temeli Haricilerin -Allah onlara lanet etsin!- Sahabe-i kiramı kâfir saymalarıdır. Onlar Allah'ın ve Rasûlü'nün medh ettiği bu kimseleri kötülemiş, selef-i sâlih'in övmekte görüş birliği ettiği bu kimselere dil uzatmışlardır.
Bu hususta en belirgin örnek, Hz. Ali'nin katili Abdullah b. Mülcem meselesidir. Hariciler onun Hz. Ali'yi öldürmesini doğru bulmuşlardır. Ve "İnsanlardan bir kısmı vardır ki Allah'ın rızasını isteyerek nefsini Allah yolunda harcar..."[187] ayetinin İbn Mülcem hakkında olduğunu bu ayetten önceki "İnsanlardan bir kısmı vardır ki, onun bu dünya hayatına ait sözü hoşuna gider. O kimse sözü kalbinde olana uygundur diye yemin ederek Allah'ı şahit tutar. Halbuki o düşmanların en şiddetlisidir."[188] Ayetinin ise Hz. Ali hakkında olduğunu söylemişlerdir. Allah onları mahvetsin ki yalan söylemişlerdir.
Nitekim İmran b. Hattan İbn Mülcem'ı aşağıdaki şiiri ile medhetmiştir:
"Takva sahibi kimsenin ne güzel vuruşudur?
O, bununla sadece Arş-ı Alanın sahibinin rızasını istemiştir.
Ben onu bir gün anarım ve sanırım ki,
Allah katında da insanlar katında da bir kıymeti olacaktır."
İsmail b. Uleyye[189] nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Yese'[190] bana anlattı ki Mutezile mezhebinin başı Vâsıl b. Ata bir gün konuşuyordu. Amr b. Ubeyd o sırada şöyle dedi:
Duymuyor musunuz? Hasan-ı Basri ve İbn-i Sirin'in söyledikleri kadınların hayız bezinden ibaret (değersiz şeyler) dir.
Bid'atçıların önderlerinden biri kelam ilmini fıkıhtan üstün tutmak maksadı ile şunları söylüyordu:
"Şafii ve Ebu Hanife'nin ilminin tamamı bir kadının donunu geçmez."
İşte kalbinde eğrilik olanların sözleri! Allah onları kahretsin!
Bu gruplardan her birine ait detaylı belirtilere gelince, bunlardan her birine Kuran ve hadiste işaret edilmiş ve (gerekli) uyarılarda bulunulmuştur. Sanırım ki bunları düşünen Kur'an'da işaret edilmiş ve tenbihler yapılmış olarak bulacaktır. Eğer dinimizden bunları kapatıp örtülmesini anlamasaydık, bunları dini delillerine dayanarak geniş bir şekilde açıklayacak tarzda söz ederdik. Geçmişte bunu arzu etmiştik, ama evlâ olanın bunu yapmamak olduğu ağır bastı ve bunu yapmaktan vazgeçtik.
Gruplarla ilgi şerhine giriştiğimiz hadiste görüyoruz ki sahih olan rivayette; gruplardan hiçbirisi belirlenmemiştir. Bunun sebebi -Allah en iyisini bilir ya- yukarıda ifade ettiğimiz manadır. Ancak sakıncalarına işaret olmak üzere genel bir uyarıda bulunulmuştur. .
Hadis-i şerifle, gruplardan kendisine ihtiyaç duyulan fırka belirlenmiştir ki, bu fırka-i Naciye'dir. Yani kurtulmuş gruptur. Belirlenmesinin sebebi, mükellefin onu ara(yıp ona ulaş)masını sağlamaktır. Bir (başka) sahih rivayette bundan söz edilmemiş sükût edilmiştir. Çünkü grupların hepsinin zikredilmiş olması ümmetin onlara düşme korkusuna sebep olurdu. Bir diğer rivayette helak olacak/mahvolacak fırka bildirilmiş, hadiste söylendiği gibi bunun ümmete göre fitne bakımından en şiddetlisi olduğu anlatılmıştır. Bu grubun fitne bakımından en şiddetli oluşu -inşaallah- ilerde gelecektir.[191]
Hadisin sahih rivayetinde Yahudilerin grup sayısı Hıristiyanlardaki gruplar gibi 71'dir. Bu Ebû Davud'un şüphe ile zikrettiği rivayettir ki 71 ve 72'den söz edilmiştir. Tirmizi'nin naklettiği garip bir rivayette, İsrailoğullarının 72 gruba ayrılacağı isbat edilmiştir. Zira esas hadisimizde Hıristiyanların ayrılacağı söylenmemiştir.
Böyle olması -en iyisini Allah bilir ya- şundan dolayıdır: Hadiste sadece İsrailoğullarının adı geçmiştir. Zira Abdullah b. Ömer Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Ümmetim öyle bir zaman yaşayacaktır ki, İsrailoğullarının başına gelen ümmetimin de basma adım adım gelecektir. O derecede ki onlardan biri açık açık anası ile cinsel ilişki kursa, ümmetimden de bunu yapan olacaktır. İsrailoğulları 72 gruba ayrılmıştır. Ümmetim de ayrılacaktır."
Ebu Davud'un rivayetinde Yahudiler ve Hıristiyanlar beraberce 72 grup olarak tesbit edilmiş, rivayette şüpheye yer verilmemiştir. Taberi'nin ve başkasının rivayetine göre İsrailoğulları 71 gruba ayrılmış olduğu, bu ümmetin de 72 gruba ayrılacağı, bir tanesi dışında hepsinin cehennemlik olacağı ifade edilmiştir.
Eğer bu konudaki iki rivayetten birisinin belirlenmesi üzerine meseleyi bina edersek problem yoktur. Fakat grupların 71 olacağını bildiren rivayete göre, müslümanlardaki grup sayısı iki fazla oluyor. 72 rivayetine göre bir fazla söz konusudur. Bazı kelâm kitaplarından nakledildiğine göre Yahudilerin 71 Hıristiyanların 72 gruba bölüneceği bildirilmiştir. Diğer rivayetler ise müslümanların 73 gruba bölüneceğinde ittifak halindedirler. İbn Vehb'in Cami isimli eserinde Hz. Ali yoluyla rivayet edileni dışında hadis kitaplarında bu rivayeti görmedim.
Eğer meseleyi rivayetlerin yorumu üzerine oturtursak "71 grup" rivayetinin, bildirildiği sırada öyle olması, sonra bir grup daha fazlalaşması mümkündür. (Şu ihtimaller de söz konusudur.) Ya bu kadar grup onlarda var idi. Fakat Hz. Peygambere önceden bildirilmemişti. Daha sonra başka bir vakitte bildirildi. Veya onlarda bu kadar grup yok idi, sonradan meydana geldi. Hz. Peygamber de her bir vakitte var olan grupları haber verdi. Veya bu her iki dindeki grupların sayısı bu kadar idi, Rasûlullah bunu haber verdi. Daha sonra 72. fırka meydana geldi, onu bildirdi. Özet olarak, değişikliğin mevcut durumun tanıtımı veya meydana geliş itibariyle olması mümkündür.[192]
Müslümanlarda, Yahudi ve Hıristiyanlara göre bir grup fazladır. 73'ün 72’ si cehennemle tehdit edilmişlerdir ve helak olacaklardandır, bir tek grup ise cennetliktir. Demek oluyor ki Müslümanların grupları iki kısma ayrılıyor: Bir kısmı cehennemlik, diğer kısmı cennetliktir. Yahudilerin ve Hıristiyanların gruplarında böyle bir taksim yoktur. Çünkü hadis bu ümmetler için böyle bir taksim olduğunu bildirmemiştir. Bu durumda bir hususun dikkate alınması gerekiyor: Yahudi ve Hıristiyanlarda Naciye fırkası var mıdır, yok mudur? Bu meselede iki husus daha dikkati çekmektedir: Bu topluluklarda daha fazla helak olacaklar var mıdır, yok mudur? Her ne kadar bu son şık, önceki ile esastan ilintili değilse de mesele, hadis üzerinde söylenilecek sözü tamamlayıcı mahiyettedir.
Dinimizde çeşitli yerlerde nakledilmiştir ki Yahudilerden ve Hıristiyanlardan Peygamber'in getirdiği kitaba inanacak ve sünnetini uygulayacak kimseler mutlaka bulunacaktır. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulmuştur: "Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir."[193] Bu âyet gösteriyor ki onlardan yoldan çıkmayanlar da vardır. Aşağıdaki ayetlerde de onlardan inananlar bulunduğunu bildiriyor:
".....Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır." [194]
"Musa'nın kavminden hak ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde adaletli davranan bir topluluk vardır." [195]
"Onlardan aşırılığa kaçmayan bir zümre vardır...." [196]
Bu ayetler bu konuda nass gibidir.
Ebu Musa'dan rivayet edilen sahih hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kitap ehlinden (Yahudi ve Hıristiyanlar dan) her kim kendi Peygamber'ine ve bana inanırsa ona iki mükâfat vardır." [197]
Bu hadis, gösteriyor ki onlarda kendi Peygamber'inin getirdiğine inananlar vardır.
İbn Mes'ud'dan rivayetle Abdullah b. Ömer'den söyle tahric edilmiştir: Hz. Peygamber buyurdu:
Ey Abdullah b. Mes'ud! İmanın en sağlam kulpu hangisidir, bilir misin? Abdullah:
Allah ve Rasûlü en iyisini bilir, dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü:
“Allah için dostluk, Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir." buyurdu. Daha sonra peygamberle İbn Mes'ud arasında şu konuşma geçti:
“Ey İbn Mes'ud!”
Buyur, ey Allah'ın Rasûlü
“İnsanların en faziletlisi kimdir, bilir misin?”
Allah ve Rasûlü en iyisini bilir.
“Kesinlikle insanların yaptığı iş bakımından en faziletlisi, dinlerini hakkıyle anlayan ve bilenlerdir.Ey Abdullah b. Mes'ud!”
Buyur ey Allah'ın Rasûlü!
“İnsanların en bilgilisi kimdir, bilir misin?”
Allah ve Rasûlü en iyisini bilir.
İnsanların en bilgilisi her ne kadar yaptığı işte kusurlu da olsa, her ne kadar (hayatta) kıçı üstünde sürünen biri de olsa insanların görüş ayrılığına düştüğü zamanda hakkı/gerçeği gören kimsedir. Bizden önceki (ümmet)ler 72 gruba ayrıldılar. Bunlardan 3'ü kurtuldu, diğerleri helak oldular.
Kurtulanlardan bir grubu krallara karşı koyup Hz. Meryem'in oğlu İsa'nın dini üzere ölünceye kadar onlarla savaştılar.
Bir diğer grubun krallara karşı koyacak güçleri yoktu. Halkın arasında kalıp onları Allah'ın ve Meryem oğlu İsa'nın dinine davet ettiler. Krallar onları yakalatıp bıçkılarla ikiye bölüp kestirdi.
Bir diğer grubun ise ne krallara karşı koyacak, ne de halkın arasında kalıp onları Allah'ın ve Meryem oğlu İsa'nın dinine davet edecek güçleri vardı. Onlar kaçıp dağlarda gezdiler. İşte onlar şu ayette kastedilen kimselerdir: "....Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu yoldan çıkmışlardır.”[198]
Bu ayette sözü edilen mü'minler bana iman edenlerdir. Yoldan çıkanlar ise beni yalanlayıp inkar edenlerdir."[199]
Hz. Peygamber'in haber verdiğine göre bu gruplardan üçü kurtulmuş, diğerleri mahvolup gitmiştir.
İbn Vehb'in Hz. Aliden rivayetle tahric ettiğine göre Hz. Ali, Câlut'un başkanını ve Hıristiyanlardan bir papazı (huzuruna) çağırarak şöyle buyurdu:
Size bir şey soracağım; ben onu sizden iyi biliyorum. Sakın onu (benden) gizlemeyiniz: Ey Câîut'un başkanı! Hz. Musa'ya Tevrat'ı indiren, size kudret helvası yedirip, denizde kupkuru yol açan, Tur-i Sina'da İsrailoğullarından 12 cemaatin her birine tası yarıp pınar fışkırtan Allah'ın aşkına bana kesinlikle haber ver: Yahudiler Hz. Musa'dan sonra kaç gruba ayrılmıştır? Câlut'un başı:
Tek bir gruba dahi ayrılmadılar, dedi. Hz. Ali:
Tek olan Allah'a ederim ki Yahudiler 71 gruba ayrılmışlardır. Bunlardan birisi dışında hepsi cehennemdedir, buyurdu.
Hz. Ali daha sonra papazı çağırıp ona şöyle buyurdu: Hz. İsa'ya İncili indiren, İsa'nın ayağı ile size bereket indirip ibretler gösteren Allah adına senden soruyorum; O İsa ki Allah'ın izni ile körü ve alacalı hastayı iyileştirdi, ölüyü diriltti. Size çamurdan kuşlar yapıp, neleri yeyip, neleri ambarlayıp biriktireceğinizi bildirdi. (Papaz bu beyanlar üzerine)- Bundan öte doğruluk var mıdır? Ey müminlerin emiri! dedi. (Hz. Ali devamla): Meryem oğlu İsa'dan sonra Hıristiyanlar kaç gruba ayrıldılar? buyurdu. Papaz üç kerre:
"Vallahi hiçbir gruba ayrılmadılar" dedi. Bunun üzerine Hz. Ali:
Tek olan Allah'a yemin ederim ki yalan söyledin. Şu kesindir ki Hiristiyanlar 72 gruba ayrılmışlardır. Bunların birisi dışında tamamı cehennemdedir. Sana gelince Ey Yahudi:
Yüce Allah:
"Musa'nın kavminden hak ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde adaletli davranan bir topluluk vardır." buyuruyor.[200] İşte kurtulan grup bunlardır. Ama Yüce Allah Muhammed ümmeti olarak bizim hakkımızda şöyle buyurmuştur:
"Yarattıklarımızdan daima hakka ileten ve adaleti yerine getiren bir millet bulunur."[201] Bu ümmetin kurtulanları da bunlardır. İşte Hz. Ali'den gelen rivayette de bu konuda delil vardır.
Said b. Mansur, tefsirinde Abdullah hadisi ile şu rivayeti kaydetmiştir:
"İsrailoğullarının üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Bunlar kendilerinden bir kitap uydurup Allah'ın kitabını, hiç bilmiyormuşcasına arkalarına attılar. Uydurdukları kitabı gönülleri sevdi, dillerine tatlı geldi. Hak ve hakikat, pek çok şehevi arzuları ile onların arasına giriyordu. (Bu durumda) şöyle dediler:
Bu kitabı İsrailoğullarına sununuz. Eğer (kabul edip) size uyarlarsa onları bırakınız. Şayet size muhalefet, ederlerse onları öldürünüz. Bir de şöyle dediler:
Hayır! Bu kitabı -onların alimlerinden alan- fülan kimseye gönderip sununuz. Eğer o size uyarsa, artık size daha sonra kimse muhalefet etmez. Eğer o alim, size muhalefet ederse, onu öldürünüz. Ondan sonra kimse sizin aleyhinize olmak üzere muhalefet etmez.
Kitabı o âlim adama gönderdiler. Alim bir kağıt yaprağına (inandığı kitabı) yazıp, onu bir boynuz içerisine koydu. Boynuzu boynuna asıp üzerine bir elbise giydi. Sonra adam İsrailoğullarına geldi. (Uydurdukları) kitabı ona sunup şöyle dediler:
"Buna inanıyor musun"? Adam göğsüne doğru işaret edip:
"Buna inanıyorum. Bana ne oluyor ki buna inanmayayım?" dedi. Bu davranışı ile boynuzun içine koyup boynuna astığı kitabı kast ediyordu. Adamı salıverdiler.
Bu alimin devamlı kendisi ile birlikte olan dostları vardı. Öldüğü zaman kabrini açtılar üzerindeki boynuzu ve içindeki yazıyı buldular. Bunun üzerine şöyle dediler:
Görüyor musunuz o "Buna inandım, bana ne oluyor ki buna inanmayayım" demişti. O bu sözü ile boynuzdaki yazıyı ve gerçek kitabı kasdediyormuş! Bu olaydan sonra İsrailoğulları 70 küsur gruba ayrıldı. Onların en hayırlısı bu boynuzdakilere inanan kimselerdi. Bu rivayeti aktaran Abdullah şöyle dedi:
Sizden hayatta kalanlar durumuna göre münker/kötü şeyler görecektir. Kişi kötülüğü görecek, fakat onu bozup (yok etmeye) gücü yetmeyecektir. Allah o kişinin kalbinde bir hayır biliyorsa (kalbinde bir hayır düşüncesi varsa) o kişi (o kötülükten) hoşlanmıyor demektir.
Bu haber, İsrailoğullarında zamanlarında açıkça hak üzere olan kimseler olduğunu göstermektedir. Fakat bu haberin de, bundan önceki haberin de sıhhatini garanti edemem.
Yahudilerde ve Hıristiyanlarda kurtulacağı bildirilen bir grubun olduğu ortaya konulunca, bu ümmette onlardaki grubun 72 olacağı rivayetine göre bir, 71 olacağı rivayetine göre iki adet kurtulacak grubun olması lazım gelmektedir. Bu ümmetin böyle olması, kendisinden önce geçen kitap ehlinden olanlara göre bir çeşit, ayrıcalıktır. Çünkü daha önceki hadis bu ümmetin kendisinden önce geçen iki kitap ehlinden (Hıristiyan ve Yahudilerden) belirgin derecedeki aykırılıklarına uyacağı bildirilmiştir. Demek oluyor ki Muhammed ümmeti onların bid'atlarına uyacaklardır. Şöyle ki:[202]
Sahih hadisde şöyle buyurulmustur:
"....Sizden öncekilerin yoluna, karış karış arşın arşın, mutlaka uyacaksınız. Hatta onlar keler yuvasına girseler siz de onlara uyacaksınız. Biz dedik ki:
Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar Yahudiler ve Hıristiyanlar mı? Hz. Peygamber de:
Peki ya kim? buyurdu,"[203] Bu hadis Tirmizi'nin garip hadisine ilave olarak verilen örnek, uymanın onların ileri gelenlerinin işlerine olacağını göstermektedir.
Sahih olarak Ebû Vâkıd el-Leysr[204] den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber ile birlikte Hayber tarafına doğru çıkmıştık. O zamanlar müslüman olalı az bir süre olmuştu. Müşriklerin çevresinde ibadet edercesine bulundukları ve silahlarını astıkları "zât-u envat" denilen bir ağacı vardı. Biz Hz. Peygambere:
Ey Allah'ın Rasûlü! Bizim için de böyle bir ağaç belirleseniz, dedik. Hz. Peygamber onlara şöyle buyurdu:
“Allahü Ekber! İsrailoğullarının "Ey Musa! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de tanrı yap."[205] Dediği gibi söylüyorsunuz. Mutlaka sizden öncekilerin yolunu tutacaksınız...."[206]
Bu hadisteki açıklama ile fırkalar hakkındaki hadis, Yahudilerin ve Hıristiyanların daha önce işledikleri benzer bid'atleri doğru olarak haber vermektedir. Buna göre Muhammed ümmeti içerisinde onların bid'atlarına uyacaklar bulunacaktır. Hatta onların bid'atlarından bir fazlasını, kendisinden önceki Hıristiyan ve Yahudilerde olmayanını yapacaklardır. Daha önce geçtiği üzere bu bilinen bir şey değildir. Bilinse de tarif edilemez. Fazladan olan bid'atı belirlemek de söz konusu değildir.
Allah en iyi bilendir.
Ayrıca Ebû Hüreyre'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ümmetim kendilerinden önceki çağlarda yapılanları karış karış, arşın arşın benimsemedikçe kıyamet koymayacaktır. Bir adam:
Fars ve Rum kavminin yaptıklarını mı yapacaklar? Deyince:
Onlardan başkaları mı var? Buyurdular."[207]
Bu hadis de bir önceki hadis gibidir. Ancak onda örnek verilmemiştir. Bu hadisteki "ümmetim kendilerinden önceki çağlarındakileri benimsemedikçe...." ifadesi bu ümmetin onların yaptıklarının benzerini yapacaklarını göstermektedir. Ancak onlara uymada uyulacak bid'at belirgin değildir. Bu demektir ki onların yaptıklarının tıpatıp aynısına değil benzeri şeylere uyulacaktır.
Örnek bildirilen hadisteki belirgin bid'ate uyulacağı konusu şu ifadeden anlaşılmaktadır:
"Sizden öncekilerin yoluna mutlaka uyacaksınız....” Ayrıca bu hadiste:
"Hatta eğer onlar keler yuvasına dahi girseler, siz onlara uyacaksınız" buyurulmuştur.
Belirlenmiş bir bid'ata değil de benzerine uyulacağı hadisteki şu ifadeden anlaşılmaktadır:
"Biz Peygambere: Bizim için de böyle bir ağaç belirleseniz, dedik. O da bize bu İsrailoğullarının:
"Ey Musa! onlara ait tanrılar gibi tanrı yap" dedikleri gibidir, buyurdu..." Çünkü onlarınki gibi ağacın olmasını istemek Allah'tan başka tanrılar edinmeye benzer, yoksa bizzat şirkin kendisini istemek değildir. Bundan dolayıdır ki her yönden bir benzerinin nas ile belirlenmemesi halinde, hakkında nas olana kıyas etmek gerekmez.[208]
Hz. Peygamber bildirmiştir ki, bu grupların hepsi -bir tanesi dışında- cehennemdedir. Bu öyle bir ceza bindirimidir ki bu gruplardan her birinin büyük bir ma'siyet veya günah işlediğini göstermektedir. Zira usûl ilminde yerleşmiş bir kuraldır ki bir kötülüğe ceza olduğunun bildirilmesi o konunun özel öneminin bulunduğunu gösterir. Çünkü "Hepsi cehennemdedir" demedi fakat onun sebebiyle kendi cemaatinden ve en büyük kalabalıktan koparan özelliği vurgulandı. Bu ise ancak çeşitli bid'atlardan dolayıdır. Şu kadar ki bu ceza bildirimi gözden geçirilmelidir. Bu ceza sonsuza kadar mıdır, yoksa geçici midir? "Sonsuza kadar değildir" dediğimizde yeni bir soru ortaya çıkıyor: Ceza kesinkes uygulanacak mıdır? Yoksa Allah'ın dilemesine mi kalmıştır.
Birinci mesele şu esas üzerine oturmaktadır: Bid'atlardan bazısı kişiyi İslamdan çıkarır, veya çıkarmaz. Görüş ayrılığı Hariciler ve diğer itikadi meselelerde İslama aykırı olanlar hakkındadır. Bu husus daha önce geçmişti. Orada (Haricilerin) dinden çıkıp kâfir olduğunu söyledik. Bu dikkate alınınca, "Allah şirk ve küfrü bağışlamaz" kuralınca cehennemde ebedilik olması gerekir.
Kâfir olmamasını söylediğimizde ehl-i sünnet mezhebi üzere iki ihtimal vardır:
Birinci İhtimal: Suçun bağışlanması söz konusu olmaksızın bildirilen cezanın uygulanmasıdır. Konu ile ilgili hadislerin zahiri bunu göstermektedir. Hadisteki "Hepsi cehennemdedir" ifadesi, orada sabit ve yerleşmiştir demektir.
Eğer "cezanın uygulanması ehl-i sünnete göre değildir." denilirse söyle cevap verilir: Evet, ehl-i sünnetten bir grup bazı büyük günahlarda Allah'ın dilemesi ile cezanın uygulanacağını söylemişlerdir. Şu kadar ki onları bir delil öyle bir sonuca götürmüştür ki bazı büyük günahlar bu hükmün dışındadır. Mutlak böyle olmalıdır. Zira uyulacak şey delildir. Yine delil onlara göstermiştir ki tüm büyük günah isleyenler Allah'ın dilemesine kalmışlardır. Bu genel hükmün tahsisi şu ayetle ifade edilmiştir:
"Allah kendisine ortak koşulmasını (Şirk'i) asla bağışlamaz! Bundan başkasını (diğer günahları) dilediği kimse için bağışlar." [209] Ayrıca Yüce Allah buyurur ki:
"Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası cehennemdir."[210] Bu ayette önce mü'mini kasden öldürenin cezasının cehennem olduğu haber verilmiş, ayrıca bundan mübalağa edilerek "orada ebedi olmak üzere" buyurulmuştur. "Ebedi olmak" cehennemde uzun süre kalmaktan ibarettir. Daha sonra da Allah'ın gazabının ve lanetinin o kimseye olacağı bildilerek ayet, şöyle sona erdirilmiştir: "Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır."
Henüz hazırlayanın huzuruna varmadan cehennemin hazır olduğunun bildirilmesi, kendisi için cehennem hazırlanan kimsenin yakalanarak oraya konacağını gösterir. Çünkü insan öldürmek hem Allah'ın hem kulun hakkının birleştiği bir olaydır.
İbn Rüşd demiştir ki:
Tevbenin sahih olmasının şartlarından biri, kullara yapılan zulümlerden vazgeçip onlarla helâlleşmek veya onlardan (zulüm ile) almanı geri vermektir. Katilin ise buna imkânı yoktur. Meğerki ölmeden ondan helâllik isteye de öldürülen kimse onu affede.
Bundan daha uygunu şöyle demektir: Katilin adam öldürmenin cezasından kurtulması, cinayet işlediği kimseden telef ettiği şeyi telâfi etmekle beraber tevbe ile olur. Bu ise telef ettiği şeyin kıymetini vermekle olur. Oysa öldürülen kimse yok olduğu için bunu yapmak mümkün değildir.
Deliller bakımından bid'at, sahibi için de yaptıklarını telâfi etmek mümkün değildir. İkinci bölümde geçen bahislere başvurursan orada gerçekten korku verici ve çokça tehdit edici ve ceza bildiren deliller bulursun.
Şu ayet-i kerimeye bakınız:
"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır."[211] Ayetteki son ifade bir ceza bildirimidir. Bu ayetin devamında Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı gün"ü düşünün. Yüz karalığı rezil ve perişan olmanın ve cehenneme girmenin belirtisidir. Aynı ayetin devamında: "İnanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz?" buyuruluyor. Bu ifade bir azarlama ve âdeta kafaya çarparcasına uyarmadır. Bu ayetin sonunda Yüce Allah:
"Öyle ise inkar etmiş olmanız yüzünden tadın azabı!" buyurmuştur. Bu da diğer bir te'kiddir.
Bu anlatımların tamamı, ayetlerden, bid'atçılardan olup ehl-i kıblenin/müslümanların kasdolunmasına göredir.
Çünkü bidatçı bir kimseye bid'atı hususunda uyulduğu zaman çoğu kere onun telâfi edilmesi mümkün olmaz. Bid'atının izi yeryüzünde kıyamete kadar uzar gider. Bu sonuç bid'atçı sebebiyledir. Böylece bid'at insan öldürmekten daha tehlikelidir.
İmam Malik şöyle demiştir:
Allah'a ortak/şirk koşmadıkça, kul tüm günahları işlemiş de olsa en yüksek dereceleri kazanması kesindir. Çünkü her günah kul ile onun Rabbi arasındadır ve kul günahını Rabbi tarafından bağışlanacağı ümidi içerisindedir. Bid'at sahibi ise böyle değildir. Bidat işleyen böyle bir ümid içinde değildir.
O kimse cehennem ateşine yuvarlanacaktır. İmam Malik'in bu sözü, bildirilen cezanın uygulanacağına dair bir nasdır.
İkinci İhtimal: Cezanın uygulanması Allah'ın onları cehenneme atmayı dilemiş olması ile kayıtlıdır. Hadisteki "Hepsi cehennemdedir" ifadesi, "onların hepsi cehennemde olmaya müstehak kimselerdir" manasına gelmektedir. Nitekim bir diğer ehl-i sünnet grubu “Onun (katilin) cezası ebedi olmak üzere cehennemdir."[212] ayetini şöyle yorumlamışlardır: Eğer Allah onu affetmezse onun cezası budur. Eğer Yüce Allah onun affedilmesini dilerse af onun hakkıdır. Çünkü Cenab-ı Hak:
"Allah, kendine ortak/şirk koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (şirk dışında kalan günahları) dilediği kimse için bağışlar." buyurmuştur. [213]
Nitekim sahabeden ve onlardan sonra gelenlerden bir grup, katilin affının Allah'ın dileğinde olduğu görüşündedirler. -Her ne kadar sonradan ortaya konan görüşler böyle değil ise de- burada da (bid'at meselesinde de benzerini söylemek sahih olur.)[214]
Hz. Peygamber'in hadisinde "Gruplardan bir tanesi hâriç....."buyurulması, hakkın bir tek olup değişmeyeceğini gösterir. Zira eğer "hak" için bir çok gruplar olsaydı Hz. Peygamber "...hepsi cehennemdedir, bir tanesi hâriç" buyurmazdı. Ve çünkü hakkın/doğrunun birden çok olması mutlak olarak dinde yoktur. Çünkü din ayrılığa düşen iki kişinin arasında hükmeden durumdadır. Nitekim ".....Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûl'e götürün." [215]
Eğer, din ayrılığı gerektirir olsaydı, anlaşmazlıkları dine götürmenin bir faydası olmazdı. Ayetteki (bir şeyden anlamına gelen) fî şey'in/nekre/belirsizdir. Nekreden önce şart geçmektedir. Bu durumda ayetteki ifade genellik ifade eder. Bu itibarla genel olarak her anlaşmazlık dine götürülmelidir. Anlaşmazlıkları dine götürmek tek bir sonuç almak içindir. Hak tarafında grupların/bölünmelerin olması söz konusu olamaz.
Cenab-ı Hak buyurur ki:
"Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın...."[216] Bu ayet ele aldığımız konuda nas'dır. Çünkü tek yol ayrılığı gerektirmez. Birçok ve çeşitli olan yollar, böyle değildir.
Eğer, "Onuncu meselede geçtiği üzere İbn Mes'ud hadisinde "...Bizden öncekiler 72 gruba ayrıldılar. Bunlardan 3'ü kurtuldu, diğerleri mahvoldular." buyurulmuştu. Şayet sizin dediğinizin gereği söz konusu olsaydı bizden öncekilerden kurtulan gruplar üç olmaz, tek grup olurdu. O üç grubun hepsinin doğru ve hak üzere olduğu ortaya çıkmıştır. Aynı bunun gibi Muhammed ümmetindeki grupların da -hadiste naciye/kurtulan grup bir tane olduğu haber verilmemiş olsaydı- Muhammed ümmetinde de (hak üzere olan) grupların olması caiz olurdu." denirse bunun iki cevabı vardır:
1- Biz bu hadisi naklederken sahih olma şartını dikkate almadık. Zira bizce sahih hadislerin bulunması şart olan kitaplarda o hadisi bulamadık.
2- O hadiste (bizden öncekilerde kurtulan gruplar olduğunu bildiren hadiste) 3 grup olduğu bildirilmiş, bunun müslümanlarda bir tane olduğu bildirilmiştir. Çünkü bu grupların uydukları esasta aralarında ayrılık yoktur. Bir anlaşmazlık söz konusu ise, ancak iyiliği emredip kötülüğe engel olmada güçlü olup olmamakta veya özellikle emretmenin ve engel olmanın nasıl olacağı hususundadır.
Bu fırkaların olması, onların aralarının birleştirilmesinin sıhhatine engel değildir.
Biliyoruz ki dinimizde iyiliği emir, kötülüğü engelleme derece derecedir. Kimisi buna eli ile güç yetirir. Bunlar devlet başkanları, yöneticiler ve benzerleridir. Kimisi buna dil ile güç yetirir. İlim adamları ve onların yerine geçecek kimseler gibi. Kimisi de buna sadece kalb ile güç yetirir. Kalbi ile bunu yapanlar, kötülük işleyenlerin arasında kalarak bunu yerine getirirler. Zira bulundukları yerden başka yere göç etmeye güçleri yetmez. Güçleri yetse de yine kalbleri ile kötülükten hoşlanmazlar.
Bu dereceler farklı olmakla beraber, iman özelliklerine sahip olma açıcından hepsi de aynı şeydir. Bunun içindir ki (son dereceyi kasdederek) hadiş-i şerifte:
"Bundan sonra hardal tanesi kadar imandan bir şey yoktur" Buyurulmuştur.
Durum böyle olunca bir değerlendirmeye göre bazı hadislerde kurtulan grubun üç olarak sayılması, bir başka değerlendirmeye göre de bazı hadislerde bir olduğunun söylenmesi bize zarar vermez. Aneak bir mesele kalıyor ki, bu değerlendirmeye göre kurtulan grup dışındaki grubun sayısı 70 oluyor. Bu bizim ümmetimizdeki gruplarda, diğer ümmetlerdeki grupların arasını birleştirme cihetiyle geçmişte söylenenlere ters düşmektedir. Bununla beraber "Sizden öncekilerin yoluna karış karış, arşın arşın mutlaka uyacaksınız" hadisini de dikkate almalıyız.
Bu cevapta iki şeyden birinin olması mümkündür:
a- Ya, söz sahih hadise aykırı ise sözü kendi başına bırakmalıdır. Çünkü bir hadiste grupların 71 olduğu, İbn Mes'ud'un hadisinde ise 72 olduğu sabit olmuştur.
b- Veya kurtulanların üç fırka olduğunu bildiren hadisin şöyle yorumlanması gerekiyor: Onlar, sadece bir fırka idiler; üç mertebeye ayrılmışlardır. Çünkü Ab d' İbnu Humeyd'in tefsirinde yer alan rivayette "onlardan üçü kurtuldu" buyurulmuştur. Rivayetteki "üç"ü, Ibn Humeyd sözün gelişi grup manasını zahiri olarak ifade etse de, üç grup olarak tefsir etmemiştir. Fakat (öyle görünüyor ki) O, rivayetlerin arasını bulmak istediği için böyle yorum yapmak zorunda kalmıştır.
Rasûlünün bu sözü ile neyi murat ettiğini en iyi Allah (c.c.) bilir.
Hz. Peygamber'in "Bir tanesi dışında hepsi cehennemdedir." sözü, genel olarak açık bir ifadedir. Çünkü "hepsi" sözü genellik kalıplanndandır. Bu ifadeyi bir diğer hadis şöyle tefsir etmiştir
"Yetmiş ikisi cehennemde, biri cennettedir." Bu, yorum ihtimali olmayan bir nastır.[217]
Hz. Peygamber bu gruplar arasında sadece birini belirlemiş, sadece onun makbul olduğuna değinmiştir. Kurtulan grup hakkında sorulduğunda ona işaret buyurmuştur. Böyle vuku bulması birtakım gerekçelere dayanmaktadır. Şöyle ki:
1- Kurtulan grubun belirlenmesi mükellefin ibadeti bakımından ifade tarzında daha çok te'kitli ve zikredilmeye daha çok elverişlidir. Çünkü gruplardan birisi belirlenince geri kalanların belirlenmesi lazım değildir. Bu grupların hepsi illâ ki belirlenecek olsa bile mutlaka açıklanması gerekmez. Çünkü sözün gereği birtakım şeylerin terk edilmesini istemektedir ki onlar bid'atlardır. Bir şeyin terk edilmesi bir başka şeyin, ne zıddının ne de muhalifinin yapılmasını gerekli kılmaz. Sonuç itibariyle kesinlikle faydası olan, birinin söylenmesidir.
2- En güzel ve etkili yol, gruplardan kurtulanın bilidirilmesidir. Çünkü kurtulan grup söylendiği zaman açık bir şekilde bilinir ki bunun dışında kalan gruplar kurtulan grup değildir. (Şayet kurtulan grup bildirilmeseydi) onun belirlenmesi gayret ve ictihadla meydana çıkardı. Grupların adı verilmeyip sadece kurtulan grubun belirlenip söylenmesi böyle değildir. Bu durum, çokça açıklamayı gerektirir. Ayrıca kurtulan grubu belirlemekte içtihada gerek kalmaz. Çünkü aykırı davranılması bid'at olan ibadetlerin isbatında içtihadın ve aklın bir payı yoktur.
3- Sadece kurtulan grubun bildirilmesi, gruplar meselesinde açıklaması geçtiği üzere kusuru örtmeye en münasip olanıdır. Şayet gruplar acıklansaydı bu durum, kusuru örtme amacına ters düşmüş olurdu. Konu ile ilgili hadis ihtiyaç duyulanı açıklamış, ihtiyaç olmayanı terk etmiştir. Ancak meselenin sadece (sünnete) muhalefet, yönü açıklanmıştır. Bunun ötesi kusurların örtülmesi maksadının altında (gizli) dir ve akıl kavrama alanındadır.
Şöyle ki:
Allah'a hamd olsun; Hz. Peygamber bunu "Kurtulan grup benim ve ashabımın durumu üzere olan gruptur." sözüyle açıklamıştır. Rasûlullah bu sözünü kendisine sorulan "Kurtulan grup kimdir?" sorusuna cevap verirken söylemiştir. Hz. Peygamber, bu cevabı ile kendisinin ve ashabının özellikleri ile kendisini donatanların kurtulan grup olduğunu bildirmiştir. Bu özellik o zamanın insanlarınca biliniyordu, gizli değildi. Onlar bununla yetindiler. İhtimaldir ki daha sonra gelecek zamanlarda bu özelliklerin açıklanmasına ihtiyaç hasıl olmuştur.
İşin özü şudur: Hz. Peygamber'in ashabı, Peygamber'e uyuyor ve onun yolunu izliyorlardı. Onların övgüsü Kur'an'da geçmiş ve ahlâkı tamâmen Kur'an olan onların uyduğu Muhammed Aleyhisselâm hakkında Yüce; Allah: "....ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin."[218] Buyurmuştur. Gerçekte uyulan Kur'andır. Sünnet Kur'an'ın açıklayıcısıdır. Sünnete (hadislere ve Hz. Peygambere) uyan, Kur'an'a uymuş demektir. Sahabe Hz. Peygamber'e uymakta insanların en yakın (ve elverişli) olanlarıdır. Her kim onlara uyarsa kurtulan ve Allah'ın fazl-u keremi ile cennete giren gruptan olur. İşte bu yorum, benim ve ashabımın durumu üzere olan" ifadesinin manasıdır.
Kur'an ve Sünnet tarik-i müstakim (Allah'ın bildirdiği yol) dur. Kur'an ve sünnetin dışındaki icma ve diğerleri bu iki esastan bıkmıştır. İşte Hz. Peygamber'in ve ashabının vasfı (özelliği) budur. Bu (aynı zamanda) bir başka rivayette yer alan "... kurtulan grup, cemaat olan/birlik beraberlik halinde olanlardır." sözünün manası da budur. Çünkü hadiste bu haberin verildiği zamanın cemaati bu özelliği taşımakta idi. Şu kadar ki cemaat kelimesi ve bu kelimenin anlamı inşaallah ilerde görülecektir.
Sonra hadisteki (grupların durumu ile ilgili) tanımlama üzerinde mutlaka söz edilmek gerekir. Söyle ki: Hz. Peygamber'in hadisinde geçen (hepsi anlamındaki) "küllü" kelimesi "İslam" kelimesinin tercümesine girer ki sünnete uyanı, bid'atçisi ve kurtulma derecesine erip kurtulan gruba girdiğini iddia edeniyle hepsi bu ifadenin içerisindedir. Zira bunun aksini, ancak boynundan İslam ipini çıkarıp atan ve kâfirler topluluğunda yerini alanlar iddia ederler. Yahudiler, Hıristiyanlar ve dış görünüşe göre müslümanlar arasına girmiş görünüp de münafıklar misâli gönlünde başka imana yer verip onların manasından olanlar gibi.
Kendisi için sadece "İslam" sıfatına razı olup, (gereğinde) bu din uğrunda başkaları ile savaşan kimse, kendisi için bid'atin en basitine bile razı olmaz. O aslında iyi bir şey yaptığını iddia etmektedir. O bu hususta öğretilmiş (?) tir.[219] Bid'atçi eğer bid'at işlemiş olduğunu bilse kendisi bu hal üzere kalmadığı gibi, bid'atçılarla birlikte olmaz. Nerde kaldı ki onu Allah için din edinsin. Bu özellik, insanın doğuştan sahip olduğu bir özelliktir. Bu hususta akıl sahibi kimse muhalefet etmez.
Durum böyle olunca her bir grup kendisinin kurtulan grup olduğu hususunda diğeri ile çekişme yapmaktadır. Görülmüyor mu ki bid'atçi hep kendisinin durumunun iyi olduğunu, başkasının yolunun çirkin olduğunu ileri sürer, Dış görünüşe göre, kendisinin sünnete uyan biri olduğunu iddia etmektedir.
Sahtekâr (?)[220] kendisinin dini anladığını iddia eder. Allah'ın sıfatlarını kabul etmeyen kimse, kendisinin tevhid ehli olduğunu iddia eder.
Kulun bağımsız olduğunu/Allah'ın kul üzerinde bir etkisi olmadığını ileri süren kimse, kendisinin adalet sahibi olduğunu iddia etmektedir. Mutezile dahi kendilerinin adalet ve tevhid ehli olduklarını iddia etmektedir.
Müşehbihe mezhebi, kendisinin Allah'ın zâtını ve sıfatlarını isbat ettiğini iddia eder. Çünkü Müşebbiheye göre teşbihi (benzetmeyi) yok saymak katıksız bir yok saymadır.
Şeriate bağlılıkları sabit olsun veya olmasın, her bir grup dahi böyledir.
Kur'ana veya sünnete dayalı delilleri ele aldığımızda özellikle bu konuda her grup bu tür iddialara (kendisinin doğru olduğu iddialarına) tutunmaktadır.
Hariciler Hz. Peygamber'in şu hadisini (kendileri hakkında) delil olarak ileri sürmektedir: "Ümmetimden bir grup hep hak üzere olacaktır. Tâ Allah'ın emri gelene (kıyamete) kadar." Aynı hadisin bir diğer rivayeti şöyledir: "....onlara ters düşüp aykırı davrananlar, onlara zarar vermezler. Onlardan malını savunurken Öldürülen kimse, şehittir.”
(Dini savunmada veya sosyal hayatta, çok aktif, vurucu kırıcı olmayıp, kendi kabı ve kabuğu içerisinde) oturan kişi (bu davranışı için) şu hadisleri delil olarak göstermektedir:
"Cemaatle/toplulukla beraber olunuz. Çünkü Allah'ın eli cemaatle beraberdir. Cemaatten bir karış ayrılan, boynundan İslam ipini çıkar(ıp at)mış olur."
"Allah'ın öldürülen kulu ol(da) öldüren kulu olma!"
Mürcie mezhebinden olan kimse (hep ümit üzere olmaya) dayanan görüşünü) şu hadis ile delillendirmektedir: “İhlaslı olarak kalbinde/cân u gönülden "Lâ ilahe illallah diyen kimse cennettedir. İsterse zina etmiş, isterse hırsızlık yapmış olsun.”[221] Mürcie'ye muhalif olan ise, şu hadisi delil olarak ileri sürmektedir:
"Zina eden kimse, imanlı biri olarak zina etmez."[222]
Kaderiyye mezhebinden olan:
"Allah'ın insanları, üzerinde yaratığı fıtrat..."[223] âyetini ve "Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar."[224] hadisini delil göstermektedir.
Müftevviza mezhebinden olan kimse:
"Nefse ve onu en güzel bir biçimde şekillendirene, ona kötülük duygusunu ve sakınıp iyi olmayı ilham edene yemin olsun...."[225] ayeti ile ve:
"Çalışınız! Her kişiye, ne için yaratılmışsa o iş kolaylaştırılmıştır."[226] hadisi ile delillerini bulmuştur.
Râfızîler şu hadisi (görüşlerine) delil olarak göstermişlerdir:
"Havuza (Havz-ı Kevser'e) birtakım topluluklar gelecek, sonra benden geride duracaklardır. Ben (onlar hakkında da): Yârabbi! Arkadaşlarımı diliyorum) derim. Bana şöyle denir:
Sen onların senden sonra neler icad ettiklerini bilmiyorsun. Sonra (?)[227] onlar senden ayrıldıklarından beri izleri üzerinden geriye dönüş yapmaya devam etmektedirler."
Râfızîler Hz. Ali'ye diğer halifelere göre öncelik tanımalarını şu hadisler ile delillendirmişlerdir:
"(Ey Ali!) Sen bana göre Harun'un Musa'ya göre olduğu gibisin. Şu kadar ki benden sonra Peygamber yoktur." "Ben kimin dostu isem, Ali de onun dostudur."
Râfızîlere karşı olanlar ise Hz. Ebu Bekir ve Ömer'e öncelik tanımaları hususunda:
"Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer'e uyunuz. Yüce Allah ve Müslümanlar, ancak Ebû Bekir'e razı olmuşlardır." hadisi ve hu manaya gelen benzeri hadisleri delil olarak ileri dürmüşlerdir.
Bu grupların hepsi, inançlarına göre kurtulmuş grupta yerini almak üzere sıraya girmişlerdir. Durum böyle olunca bid'atçiye göre Hz. Peygamberin ve ashabının üzerine olduğu hali (ve yolu) belirlemek müşkil olmaktadır. Onların tuttuğu yolun yukarıda verilen delil örneklerindeki zahiri görüntü ve ifadeler olması mümkün değildir. Çünkü onlar savunmacı bir tarzda ileri sürülmüş ve çelişkiler içermektedir. Bunların arasını bulmak, bazılarını diğerlerine esas olarak benimsemek ve diğerlerini de tevil/yorum yoluyla bu esaslara indirgemekle mümkündür.
Aynı zamanda bu grupların arasını bulmak şöyle de mümkün olabilir: Gruplardan her biri delillerden bazısına yapışıp, diğer delilleri reddeder, tercih yoluyla dikkate almaz. Şayet konu zanni meseleler hakkında ise bu hususlarda yapılan tercih geçerlidir. Veya kendisinin dayandığı esasın kesin olup, karşısında olan grubun dayandığı esasın zan ifade ettiğini iddia eder, böylece iki grubun delilleri arasında çelişki olmaz.
Geçmiş zamanlarda sahabenin tuttuğu yol, açıktır. Sahabe arasında görüş ayrılığının yerleşmiş olması imkansızdır. Bu hususu şu ayet-i kerîme düzenlemektedir' ".... onlar ihtilâfa düşmeye devam edecekler. Ancak Rabbınin merhamet ettikleri hâriç. Zaten Rabbin onları bunun için yarattı." [228]
Allah size rahmeti ile muamele eylesin, düşünün ki Yüce Allah'ın bu ayette haber verdiğini akıl doğrulayınca, hiç görüş ayrılığının olmaması nasıl imkansız bir şeydir?
Sözün özü, bu grupların kurtulanını belirlemek, zamanımıza benzer vakitlerde zordur. Bununla beraber bu hususta mutlaka inceleme yapılmalıdır. Bu husus, elinizdeki kitabın en hassas noktasıdır. Allah'ın fazl-u ihsanı ile onun nasib edeceği kadar özen gösterilecektir. Başarı Allah'tandır.
Bu mesele, çok söz gerektirince bu hususta söylenecekleri başlı başına başka bir bölüme bıraktık. Zira burası yeri değildir. Yardım Allah'tandır.[229]
Hz. Peygamber gruplar hakkındaki hadisinde kesin bir şekilde: “Birisi hariç olmak üzere hepsi cehennemdedir" buyurmuştur. Daha önce geçtiği üzere ancak külli bir meselede ve genel bir kurala aykırılık içinde olan, ayrı bir gruptan sayılır. Hadisi şerif özellikle ancak ana kurallara aykırı davrananları içine almaktadır.
Dini konuda külli hir eksiklik ifade etmeyen, bir esası zedelemeyen bir bid'ata din içerisinde yer veren kimse bu hadise dahil değildir. Ancak bu kimsenin durumuna bakılır: Hadiste zikredilenlere dahil midir, değil midir?
Görünen odur ki meselede iki şıktan birisi söz konusudur:
a- Ya hadis bu durumda olanlara ne mana ne de lafız olarak değinmemiştir. Diyeceğiz. -Şu kadar ki bu kimsenin durumu "Her bidat sapıklıktır" gibi genel delillerden anlaşılır.-
b- Veya "Her ne kadar hadisin lafzında bu kimsenin durumunu ortaya koyan bir delâlet yok ise de, manasında genel olarak o kimsenin de kasdedildiğini gösteren bir delâlet vardır" diyeceğiz. Bunun açıklaması gayet açık olan şu iki tarafın ele alınması ile olacaktır:
1- Birinci taraf selâmet ve kurtuluş tarafıdır. Bunda hiç şüphe ve bidat ilintisi yoktur. Bu sonuç "...Benim ve ashabımın üzerine olduğu...." cümlesinden çıkmaktadır.
2- İkinci taraf bid'ata boğulmaktır. Bu bid'atın külli hir meselede olması veya dini bir esası zedelemesi ile olur. Yüce Allah'ın, aziz kitabı Kur'an'da âdeti böyledir. Zira Yüce Allah hayır ve şer ehlini andığı zaman, her bir grubun işledikleri hayrı ve şerri de anar. Böyle olması mü'min kimsenin hayır ile şer arasında ümit ve korku üzere kalması içindir. Zira her iki taraf da açık şekilde uyarılarak bildirilmiştir.
Çünkü hayır, bazıları diğerlerine göre daha üstün olmak üzere derece derecedir. Şer dahi, bazısı diğerlerinden daha şiddetli olmak üzere derece derecedir. Üstün derecelerden olan bir hayrı işleyen anıldığı zaman, daha aşağı derecede olanlar, onlara ulaşamamaktan korkarlar veya onlara ulaşabileceklerini ümid ederler. Şer ehlinden çok kötü olanlar anılınca, onlardan daha aşağıda olanlar, onların tlerecosine varmaktan korkar, o derecelere varmamayı ümit ederler.
Böyle bir anlayış, inceleme ve araştırma ile bilinir. Bu inceleme ve araştırma tamamlanınca din koyucunun (yukarda işaret edilen) hu manayı kastettiğini gösterir. Bunu Said b. Mansur'un[230] tefsirinde yer verdiği şu rivayet desteklemektedir:
Abdurrahman b. Sâbât[231]dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: İnsanlara Hz. Ebu Bekir'in yerine Hz. Ömer'i bırakacağı haberi ulaşınca dediler ki:
Ebu Bekir Rabbine kavuşunca ne diyecek? Yerine katı-kaba birini bırakıyor, elinden de bir şey gelmez. Ya elinden bir şey gelseydi nasıl olurdu? Bu söylentiler Hz. Ebu Bekir'e ulaşınca Hz. Ebu Bekir şöyle dedi:
Beni Rabbim ile mi korkutuyorsunuz? Ben diyorum ki: Allah'ım! Yerime halkının en hayırlısını bırakıyorum. Daha sonra Hz. Ömer'e haber gönderdi. (Hz. Ömer gelince) şöyle dedi:
"Allah için gece yapılan öyle amel/iş vardır ki Cenab-ı Hak onu gündüz kabul etmez. Allah için gündüz yapılan öyle amel/iş vardır ki Ceab-ı Hak onu gece kabul etmez.
Bil ki Yüce Allah, farzlar yerine getirilmedikçe nafileyi kabul etmez. Görmez misin, Yüce Allah cennet ehlini en güzel amelleri/işleri ile anmıştır. Yani cennete koyduğu kulları "Bu amelin şundan daha hayırlıdır" diyerek daha güzel işlerini sayıp dökmedikçe diğer iyiliklerini kabul etmemiş, reddetmiştir. Yüce Allah ümit ve korkuyu (dünyaya) indirmiştir ki mü'min ümid ve korku içerisinde olup bir şeyler yapsın ve eliyle kendisini tehlikeye atmasın.
Görmez misin? Mizanı ağır gelenlerin mizanı, ancak hak olana uyup, bâtılı terk etmekle ağır gelmiştir. Hak olan odur ki mizana ancak hak konur ve mizan böylece ağır gelir.
Görmez misin? Mizanı hafif gelenlerin mizanı, ancak bâtıla uyup hakkı terk etmeleri ile hafif gelmiştir. Hak olan odur ki mizana bâtıl konulunca ancak hafif gelir".
Hz. Ebu Bekir daha sonra şöyle dedi:
Eğer benim vasiyetimi tutarsan, (şimdi) yok olan şeylerden, sana ölümden daha sevimli olan bir şey yoktur. Zaten mutlaka ölüme kavuşacaksın. Eğer vasiyetimi yerine getirmezsen (şimdi) yok olan şeylerden sana en sevimsiz gelen şey ölüm olacaktır. Ölümle baş edemez, onu alt edemezsin."
Hz. Ebu Bekir'e nisbet edilen bu söz (hadis olarak) ortada yok ise de, manası doğrudur. Kur'an'ın ayetlerini inceleyip araştıranlar bu söylenenlere tanıklık eder. Hz. Ömerin, bazı ayetleri delil olarak gösterip geçen bu manayı kasdetmesi de bunun tanığıdır.
Hz. Ömer arkadaşlarından kimisini para ile et satın almış olarak görünce sormuş:
Şu ayetin karşısında görüşünüz nedir?
"Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz."[232] Oysa bu ayet sadece kâfirler hakkında gelmiştir. Zira ayetin baş tarafında: "İnkar edenler ateşe atılacaklarıgün (onlara şöyle denir): Buyurulmuştur. Ayetin sonu da şöyledir: "Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz."
Bu ayetin kâfirler hakkında gelmiş olması bazı konularda bu ayeti delil göstermekten Hz. Ömer'e engel olmamıştır, işte yukardaki durumda da aynı husus söz konusudur. Bu dini bir esastır ki "Muvafakat" kitabında açıklanmıştır.
Sözün hülasası, diğer bid'atçilardan cüz'î bid'at işleyenler, küllî bid'at işleyenlerin kötülenmedeki ve cehennem cezası ile tehdit edilmedeki derecesine ulaşamazlar. Fakat onlar, bu hususlarda külli bid'atlar işleyenlerle mana bakımından müşterektirler. Nitekim aralarında uçurum derecesinde uzaklık olmasına rağmen dünya nimetinden istifade etmek üzere et alan kimseleri, kendi içtihadına göre hoş görmeyen Hz. Ömer kâfirlerden dünya hayatında güzellikleri harcayanlarla bir tutmuştur. Kötülükteki uzaklık ve yakınlık bilgi sahibinin içtihadına göre delilden ortaya çıkan duruma göre değişir. Bunun geniş açıklaması ilgili bölümde daha önce geçmişti. Allah'a hamd olsun.[233]
Gruplarla ilgili hadisteki kurtulan grubun "O cemaattir" diyerek yorumlanması açıklamaya muhtaçtır. Diğer rivayetteki "Benim ve ashabımın üzerinde olduğu..." ifadesi ile cemaatin anlamı açık ise de yine "cemaat" kelimesinin açıklanmaya ihtiyacı vardır.
Cemaat ile ilgili pek çok hadis vardır. Açıklaması ile meşgul olduğumuz hadis bunlardan biridir. Ayrıca şu hadislerde de cemaat konusu geçmektedir
a- İbn Abbas'tan sahih olarak rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Her kim yöneticisinden hoşlanmadığı bir şey görürse, onu sabırla karşılasın. Çünkü bir parça cemaatten ayrılan öldüğünde câhiliye ölümü ile ölür".
b- Huzeyfe'den sahih olarak rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Hz. Peygamber'e:
Ey Allah'ın Rasûlü! Biz cahiliyet ve şer içinde idik, Cenab-ı Hak bize bu hayrı (İslam dinini) verdi. Bu hayırdan sonra şer var mıdır? dedim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Evet. (Bundan sonra Rasûlüllah ile Huzeyfe arasında şu konuşma geçti): Huzeyfe:
Bu kötülükten sonra iyilik var mıdır? Hz. Peygamber:
Evet, bu dönemde iyilik vardır, ama net değildir. Vaziyette bulanıklık vardır. Huzeyfe:
Bulanıklık nedir?Hz Peygamber:
O zamanda bir topluluk benim sünnetimden başka söylere tutunacak, benim gösterdiğimden başka yollardan gidecektir. Onlardan kimilerini sen de onaylarsın, kimilerini ise reddedersin. Huzeyfe:
Bu iyi dönemden sonra kötülük var mıdır?Hz. Peygamber:
Evet, Cehennem kapısında çağrıda bulunan davetciler olacaktır. Kim onların çağrısına katılırsa, onu cehenneme atacaklar. Huzeyfe:
Ey Allah'ın Rasûlü! Onları bize tanıt.Hz. Peygamber:
Onlar bizden, bizim hemşehrilerimizden olup, bizim dilimizi konuşurlar. Huzeyfe:
Ben o zamana çıkarsam bana ne emredersin?Hz. Peygamber:
Müslümanların topluluğundan ve onların yöneticilerinden ayrılma. Huzeyfe:
Onların topluluğu ve yöneticileri yoksa ne yapaym?Hz. Peygamber:
Diğer grupların hepsinden ayrıl. Bir ağaç köküne yapışıp kalsan da ölene kadar öylece (tek başına) kal."
c- Tirmizi ve Taberi İbn Ömer'den şu rivayeti tahric etmiştir:
Hattab'ın oğlu Ömer -Allah ondan razı olsun- bize şöyle konuştu:
Ben şimdi sizin karşınızda Hz. Peygamber'in durduğu yerde durmuş bulunuyorum. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu:
“Size ashabımı, onlardan sonra gelenleri ve onlardan sonra gelenleri tavsiye ediyorum. Onlardan sonra yalancılık yaygınlaşacaktır. O derecede ki yemin teklif edilmeden yemin eden, istenilmeden şahitlik edenler olacaktır. Cemaatten ayrılmayınız. Ayrdığa düşmekten sakınınız. Kesinlikle bir erkek bir kadınla yalnız başına bir yerde kalmasın. Şayet böyle bir durum olursa onların üçüncüsü şeytandır. Şeytan, tek kişinin yanında olur, iki kişiden uzak olur. Cennette refah içinde olmak isteyen, cemaatten ayrılmasın. Yaptığı iyi şeyler kendisini hoşnut eden, kötü şeyler kendisini üzen kimse mü'mindir."
d- Tirimizi'de Abdullah b. Abbas'tan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak Yüce Allah benim ümmetimi sapıklık üzerinde birleştirmez. Allah'ın eli cemaatin üzerindedir. Kopup ayrılan cehennem ateşine kopar gider."
e- Ebu Davud'un tahric ettiğine göre Ehû Zer'den Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Her kim cemaatten bir karış ayrılırsa, boynundan İslam ipini çekip çıkarıp atmış olur."
f- Arfece'den Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet, edilmiştir:
"Benim ümmetimde gelecekte kargaşa ve sıkıntılar olacaktır. Her kim birlik halde olan müslümanların birliğini parçalamak isterse, onu kılıçla vurun. Kim olursa olsun!"[234]
İnsanlar bu hadislerde kasdedilen cemaatin manası üzerinde beş kavil halinde ihtilaf etmişlerdir:
1- Cemaat, müslümanlardan oluşan en büyük topluluktur. Ebû Gâlib'in sözü bunu göstermektedir. Bu büyük topluluk, gruplardan kurtulan topluluktur. Bunların din olarak üzerinde oldukları şey haktır. Bunlara aykırı olanlar cahiliye ölümü ile ölür. Bu aykırılık ister din konusunda olsun, isterse yöneticilere karşı olsun, hakka/ gerçeğe karşı gelmektir. Ebu Mes'ûd el-Ensâri ve İbn Mes'ûd dahi aynı görüştedir.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Osman öldürüldüğünde Ebû Mes'ud el-Ensâri'ye "fitne" nin ne olduğu sorulmuş, Ebû Mes'ûd şöyle demiştir:
Cemaatten ayrılma. Çünkü Yüce Allah Muhammed ümmetini dalâlet/sapıklık üzerinde birleştirmez, (Ters bir durumla karşılaşırsan) günahkâr (yönetici) den kurtulana veya kendin kurtulana (ölene) kadar sabret." Şu söz de ona aittir: "Parçalanıp ayrılmaktan kaç. Çünkü ayrılık dalâlettir."
İbn Mes'ûd şöyle demiştir:
"Yöneticilerinize itaat, ediniz. Çünkü böyle davranmak, Allah'ın (sarılınmasını) emrettiği iptir."[235] Daha sonra elini sıkarak: "Topluluk içerisinde hoşlanmadığınız şey, ayrılıkta iken sevdiğiniz şeyden daha hayırlıdır." dedi.
Hasen(Basriy'e): Ebu Bekir Hz. Peygamberin halifesi midir? diye sorulunca:
Evet, kendisinden başka tanrı olmayan Allah'a yemin öderim ki öyledir. Yüce Allah Muhammed ümmetini dalâlet üzerinde birleştirmez." cevabını vermiştir.
Buna göre Muhammed ümmetinin müctehidleri, âlimleri, dinin emirlerini yerine getirenler bu topluluğa dahildirler. Diğerleri de bunların hükmündedir. Çünkü bunlar diğerlerine tâbi ve onlara uyan kimselerdir. Bunların topluluğundan ayrılıp dışarı çıkanlar, ayrılanlar ve şeytanın yağma ettiği kimselerdir. Tüm bid'at ehli olanlar bunlara dahildir. Çünkü onlar ümmetten geçenlere muhalif olanlardır. Bu itibarla hiçbir suretle müslümanların topluluğuna girmiş sayılmazlar.
2- Bu cemaatten maksat, müctehid ve alimlerin önde gelenlerinin oluşturduğu topluluktur. Bu ümmetin alimlerinin yolundan çıkan, cahiliye ölümü üzere ölür. Çünkü âlimler Allah'ın cemâatidir. Yüce Allah onları diğer âlimler üzerine hüccet kılmıştır. Hz. Peygamber'in "Yüce Allah ümmetimi dalâlet üzerinde hiç birleştirmeyecektir." sözünde kasdedilenler bunlardır. Böyle olması şundandır: Halk, dinini onlardan alıp öğrenir. Başına gelen problemlerin çözümü için onlara başvurup sığınırlar. Sonuçta halk onlara bağlıdır.
"Ümmetim dalâlet üzerine birleşmez" sözünün anlamı, "Ümmetimin âlimleri dalâlet üzerine birleşmez." demektir.
Abdullah b. Mübarek, İstak b. Raheveyh ve selefden bir grup bu görüştedir. Bu aynı zamanda usul âlimlerinin de görüşüdür. Abdullah b. Mübârek'e: "Uyulması gereken cemâat kimdir?" denildiğinde:
Ebu Bekir, Ömer diye saymaya başlayıp, Muhammed b. Sabit ve Hüseyin b. Vâkıd'a kadar isimleri söyledi. Kendisine: Onlar öldüler. Yaşayanlardan kime uyulmalıdır? Denildiğinde:
Ebû Hamza es-Sükkeri[236] dedi.
Müseyyib b.Râfı'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Allah'ın kitabında ve Rasûlullahın sünnetinde hükmü bulunmayan, karar verilecek bir mesele olduğu zaman o meseleye "Savâfî'l'Ümerâ" derler ve onun için ilim adamlarını toplarlardı. Âlimlerin görüşü bir noktada birleşince o, hak/doğru ve gerçek olurdu. İbn Mübarek'in görüşünün benzeri İshak b. Raheveyh'den de rivayet edilmiştir.
Buna göre müctehid ve âlim olmayan kimsenin soru ile ilgisi yoktur. Çünkü o taklid ehlindendir. Bu durumda olan bir kimse müctehid ve âlimlere aykırı bir iş yaparsa cahiliye ölümü üzere ölecek birisidir. Bid'atçı bir kimsenin de soru ile ilgisi yoktur. Çünkü her şeyden evvel, âlim kimse bid'ate bulaşmaz. Bid'ate giren kimse, ancak âlim olmadığı halde kendisinin âlim olduğunu iddia eden kimsedir. Ve çünkü bid'at, sahibini sözü sayılır, dinlenir biri olmaktan çıkarır. Bu görüş, bid'atcının kavlinin icma'da dikkate alınmamasına göredir. Her ne kadar icma'da ve bid'at işlediği meselenin dışındaki meselelerde sözü dikkate alınır diyenler varsa da hüküm böyledir. Çünkü onlar bizzat işledikleri bid'atla icmâ'a aykırı davranmaktadırlar. Her duruma göre bunlar başlı başına "büyük topluluk"a giremezler.
3- Cemâat özellikle sahâbe-i kiramdır. Çünkü onlar dinin direklerini dikmiş ve temellerini atmışlardır. Onlar, asla dalalet üzerinde birleşmezler. Böyle bir durum sahabe dışındakilerde olabilir. Görülmüyor mu ki Hz. Peygamber bir hadisinde:
"Allah Allah diyenlerden hiçbir kimsenin üzerine kıyamet kopmayacaktır." buyurmuştur.[237] Bir diğer hadisi de şöyledir:
"Kıyamet ancak insanların kötüleri üzerine kopacaktır."[238] Demek oluyor ki Hz. Peygamber, zamanlardan bir zaman gelip, insanların sapıklık ve küfür üzerinde birleşeceklerini haber vermiştir. Alimlerin bildirdiğine göre Ömer b. Abd'ulaziz bu görüşte olanlardandır.
İbn Vehb’ in rivayetine göre İmam Mâlik şöyle demiştir:
Ömer b. Abd'ulaziz şöyle der idi:
"Hz. Peygamber ve ondan sonra gelen yöneticiler birtakım usûl ve yollar ortaya koymuşlardır ki bunlara sarılmak Allah'ın kitabını tasdik etmek ve Allah'a ibadeti mükemmelleştirmektir. Bu davranış Allah'ın dinini kuvvetlendirmektir. Hiçbir kimse onları bozup değiştiremez. Onlara aykırı davrananlar, dikkate alınmaz. Bu yol ve usullerin ışığında hareket, edenler hidayet üzeredirler. Bu usuller ve yollar ile başarı dileyen, başarıya ulaşır. Bunlara aykırı davrananlar ise, Müslümanların yolundan başka bir yol tutmuştur. Allah da ondan yüz çevirir, onu cehenneme atar. O cehennem, ne kötü gidecek yerdir?" İmam Mâlik:
"Ömer b. Abd'ul-aziz'in bu anlayışı benimsemesi hoşuna gitmiştir." diyor.
Buna göre cemaat kelimesinin anlamı, diğer rivayetteki "Benim ve ashabımın üzerinde olduğu..." ifadesi ile uyum halindedir. Demek oluyor ki cemaat kelimesi sahâbe-i kiramın söyleyip uyguladıkları ve ictihad ettikleri hususlarla ilgilidir. Bunlar genel olarak hüccettir. Hz. Peygamber'in:
"Benim ve râşit halifelerimin sünnetine sarılınız." hadisi ve benzeri hadisler de bunun tanığıdır. Onların sözlerinin ve yollarının tutulması, Hz. Peygamberin sözlerine uymuş olmalarından ve şeriatın hidayetinde olmalarındandır. Onlar Allah'ın dinini, Peygamber'in ağzından nelerin nerelerde din adına hüküm olarak konulduğunu, birtakım karinelerle birlikte bilgili ve basiretli bir şekilde öğrenip anlamışlardır. Sahabenin dışındakiler ise böyle değildir. Bu itibarla onların yol olarak ortaya koydukları bir çeşit sünnettir. Sahabeye has olan bu durumun bir benzeri yoktur. Sahabenin dışındakilerin ortaya koydukları böyle değildir. Çünkü bunlar ictihad ile kabul veya reddedilmeye açıktır. Sonuç itibariyle bid'at ehli bu görüşe göre de cemâat kavramına dahil değildir.
4- Cemaattan maksat, müslümanlann cemaatıdır. Müslümanlar bir hususta ittifak/görüşbirliği ettikleri zaman, diğer dinlerden olanların onlara uymaları vacip olur. Müslümanların dalâlet üzerinde birleşmeyeceklerini Peygamber'ine garantilemiştir. Kendi aralarında bir görüş ayrılığı olursa, aralarında doğruyu belirlemek vacip olur. Şâfıî şöyle demiştir:
Cemaatı oluşturan müslümanlar Allah'ın kitabının, sünnetin ve akıl yürütmenin manasında gaflete düşmezler, Gaflet, ancak parçalanmakta, ayrılıktadır.
Bu görüş, sanki ikinciyle ilintili gibidir. O neyi gerektiriyorsa bu da onu gerektirmektedir. Birinci görüş ile ilintili olması da söz konusudur. Bu daha açıktır. Birincideki mana bunda da vardır. Yani müslümanlar arasında müctehidlerin bulunması kaçınılmazdır. Böyle olunca bu kavil üzerinde birleşmiş olmakla beraber asla bid'at söz konusu olamaz. O halde bu cemaat, nâciye/kurtulan gruptur.
5- Bu kavil, İmam Taberî'nin tercihi olan kavildir. Buna göre cemâat, müslümanların bir emîr/yönetci üzerinde birleşerek meydana getirdikleri cemâattir. Hz. Peygamber böyle bir yöneticiyi benimsemeyi emretmiş, yöneticiyi başa geçirme hususundaki birliğe karşı ayrılıp parçalanmayı yasaklamıştır. Çünkü müslümanların bu konudaki ayrılıkları şu iki halden birinden öteye geçmez:
a- Ya bir gerekçe olmaksızın yöneticinin hoşnut olunacak yaşantısına dil uzatıp ona itaat etmeyi kabul etmemiş olurlar. Bu davranışları bir gerekçeye dayanmayıp, dinde bir bid'at çıkarma hususunda yorum yaparak meydana gelmektedir. Ümmetin kendileriyle savaşması emrolunan Haruralılar (Hariciler) böyledir. Hz. Peygamber onları "dinden çıkanlar" olarak isimlendirmiştir.
b- Veya yöneticiye bağlılıklarını ifade ettikten sonra, kendileri n yöneticilik istemiş olmak durumundadırlar. Bu ise ahd verip sözünde duracağını va'd ettikten sonra, bu ahdi ve sözü yerine getirmek vacip iken bu ahdi bozup, sözü yerine getirmemektir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Her kim ümmetime, onların birliğini bozmak için gelirse, kim olursa olsun boynunu vurun." İşte emâatten ayrılmamayı emretmenin manası budur.
Taberi (devamla) şöyle demiştir:
Bir yöneticinin başa geçmesine görüş birliği ile cemâat karar verdiği zaman, bu cemaattan ayrılan kimse (bu hal üzere) ölürse cahiliye ölümü ile ölür. İşte bu cemâat, Ebu Mes'ud el-Ensari'nin ifade ettiği cemaattir. Onlar insanların çoğunluğu, ilim ve din erbabı olanların hepsidir. Bunlar, en büyük topluluktur.
Taberi (devamla) şöyle demiştir:
Ömer b. el-Hattab bunu açıklamıştır. Amr b. Meymun el-Evdî'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
Hz. Ömer (öldürülmek üzere) yaralandığında Suhayb'e şöyle dedi:
İnsanlara namazı sen kıldır. Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Ka'd ve Abdurrahman yanıma gelsinler. Oğlum, evin bir kenarında dursun. Onun bu meselede yeri yoktur. -Hz. Ömer bunu üç kere söyledi- Ey Suhayb! Onların başına kılıçla dikil. Eğer bu altıdan beşi (seçilen halifeye) biat eder, birisi dönüş yaparsa, onun başını kılıçla vur! Dördü biat eder, ikisi dönerse onların da başlarını vur! Tâ ki tek kişi üzerinde güvenilir bir şekilde birleşsinler.
Taberî (devamla) şöyle demiştir:
Hz. Peygamber'in ayrılınmamasını bildirdiği ve onun dışında tek olarak kalanı "ayrılmış" olarak ifade ettiği cemaat, Hz. Ömer'in halifeyi seçmek üzere bir araya getirdiği[239] cemaatin bir benzeridir. Hz. Ömer, belirlediği cemaatten bir veya ikisinin, topluluğa aykırı davranması halinde boyunlarının vurulmasını emretmiştir. Bu topluluğun sayıca çoğunluğu biat kararı veren topluluktur. Azınlıkta kalanı ise onlardan ayrılmış durumdadır.
Ümmetin sapıklık/dalâlet üzerine birleşmeyeceğini bildiren habere gelince:
Bunun manası "Yüce Allah'ın onları, karşılaştıkları dini olaylarda hakikati sapıtmak üzerinde birleştirmemesi" demektir. Ümmetin hepsinin ilimden sapıp hataya saplanması (bu) ümmette olmaz.
Taberi'nin sözü burada bitiyor. Taberi'nin sözleri çoğunlukla lafızlarıyla birlikte olmakla beraber, manası ile aktarılmıştır.
Sözün hulâsası şudur ki cemâat, Kur'an ve sünnete uygun bir yöneticinin başa geçmesinde görüş birliği etmesidir. Bu açık bir şekilde gösteriyor ki, sünnetin dışında kalan bir konuda birleşmek, adı geçen hadislerdeki cemâat’in manasından hariçtedir. Hariciler ve ona benzeyenler gibi.
Buraya kadar ifade edilen beş kavil, sünnete uyan toplulukları dikkate alarak onlarla ilgili söylenmiş şeylerdir. Bu hadislerde kastedilenler bunlardır. Bu anlayışı bir temel olarak ele alırsak, bunun üzerine bir başka mana yapılandırılacaktır. Şöyle ki:[240]
Herkes, ilim ve ictihad ehlinin; onlara avam/halk eklense de eklenmese de dikkate alınmasında görüş birliği etmişlerdir. Eğer âlimlere avam eklenmeyecek ise en büyük topluluğun ictihadları muteber olan âlimler topluluğu olduğunda bir problem yoktur. Bunlardan ayrılan, cahiliye ölümü ile ölür. Şayet alimlere avam eklenecek ise avam da uyduğu âlim gibidir. Çünkü avam/halk, dini (tam olarak) bilmez. Dini konularda alimlere başvurmaları kaçınılmazdır. Çünkü, halk kendisine bildiren hususlarda alimlere aykırı davranmaya meyletmeydi elbette çoğunluk ve en büyük topluluk onlar olurdu. Zira alimler sayıca az, cahiller çoktur.
Birisi çıkıp, şöyle diyemez: "Halk topluluğunda matlup olan/beklenen, uymaktır. Ayrılığı meydana getirenler âlimlerdir. Hadisde kötülenenler de onlardır." Aslında durum bunun aksinedir. Sayıları az da olsa en büyük topluluk âlimlerdir. Cemâati parçalayanlar avam/halktır. Avam âlimlere uyarlarsa üzerlerine düşen görevi yapmış olur, aykırı davranırlarsa cemaatı parçalayıp ayırırlar.
Bu noktadan hareket ederek, İbn Mübarek kendilerine uyulacak cemâatin kim olduğu sorulduğunda, Ebu Bekir ve Ömer diyerek cevap vermiş, Muhammed b. Sabit ve Hüseyin b, Vâkıd'a kadar isimleri saymıştır. "Onlar öldüler, dirilerden uyulacak olanlar kim?" denildiğinde:
Ebû Hamza eş-Sükkeri, demiştir ki O, Muhammed b. Meymûn el-Mervezî'dir. Avamdan olan kimseyi bu manada dikkate almak mümkün değildir.
Buna göre; bir zamanın müctehidsiz kaldığını varsaymak, avamdan birinin yine avamdan birine uyması mümkün değildir. Avamdan olanların kalabalığını, hadislerde aykırı davranıldığı takdirde cahiliye ölümü ile ölüneceği uyarısında bulunulan en büyük kalabalık saymak da mümkün değildir.
Müctehıdin bulunmadığı varsayılan zamanda, müctehidden yapdan aktarma/nakil, müctehid yerine geçer. Müctehidin bulunduğu zamanda halktan olanların ne yapması gerekiyorsa, müctehidsiz olduğu varsayılan zamanda da halktan olanlara o gerekir.
Görüş sahibi olacak derecede bulunmayan kimsenin görüşüne, icühad edecek derecede olmayan kimsenin içtihadına uymak katıksız sapıklıktır, körü körüne atıp tutmaktır. Böyle bir durum "Allah (bir eşya gibi) çekip almaz..." hadisinin gereği budur.
Ebû Nuaym Muhammed b. Kasım Tûsi'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir
İshak b. Râheveyh'ten[241] Hz. Peygambere kadar dayandırdığı bir hadisi zikrettiğini işittim ki Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak Yüce Allah Muhammed ümmetini dalâlet üzerinde birleştirmez. Eğer ihtilaf/ayrılıklar görürseniz en büyük cemâatten ayrılmayınız."[242] Bir adam dedi ki:
Ey Yakub'un babası! En büyük cemâat kimdir? Bunun üzerine şöyle dedi:
Muhammed b. Eşlem ve arkadaşlarıdır. Bir adam İbn Mübarek'e sordu:
En büyük cemâat kimdir? İbn Mübarek şöyle cevap verdi:
Ebû Hamza Sükkeri'dir. Sonra İshak b. Râheveyh şöyle dedi.
Ebu Hamza o zamanda en büyük cemâat idi. Bu zamanda ise Muhammed b. Eşlem[243] ve ona uyanlardır. İshak daha sona şöyle dedi:
Eğer cahil kimselere en büyük cemaat kimdir? diye sorsan: İnsanların meydana getirdiği topluluktur, derler. Esas cemâatin Hz. Peygamber'in izine ve yoluna sıkısıkıya sarılan bir kimse ve ona uyanları olduğunu cahil kimseler bilmezler. Daha sonra İshak şöyle demiştir: Elli yıldan beri Muhammed b. Eşlem'den daha kuvvetli olarak Hz. Peygamber'in izine sarılan bir âlim duymadım.
Bu zâtın hikayesine iyi bakınız ki cemâatin insanların aralarında âlim olmasa da meydana getirdiği topluluk olduğunu sananların hatası böylece ortaya çıkmaktadır. Böyle bir anlayış, âlimlerin anlayışı değil, avamın/halkın vehminden ibarettir. Başarılı kimse ayak kaydıran bu meselede durumunu sağlamlaştırmalıdır. Tâ ki doğru yoldan sapmasın. Başarı Allah'tandır.[244]
Bu mesele Ebu Davud'un rivayet ettiği şu hadisin açıklaması hakkındadır: Hz. Peygamber buyurmuştur ki: "Yakın gelecekte ümmetim içerisinde öyle topluluklar çıkacaktır ki şu keyfî arzuya uyma düşkünlüğü onlarda kuduz hastalığının (vücutta) yayıldığı gibi yayılacaktır. Öylesine ki bunun girmediği damar ve eklem kalmayacaktır."
Bu rivayetin manası şudur ki Hz. Peygamber şu hususları haber vermiştir:
Gelecekte ümmetinde parçalanıp ayrılan gruplardaki ayrılığa sebep olan heva ye hevese düşkünlük meydana gelecektir.
Bu ümmet içerisinde öyle topuluklar olacaktır ki heva ve hevese düşkünlük onların kalplerine girecektir. O derecede ki normalde ondan ayrılıp tevbe etmeleri/dönüşleri mümkün olmayackatır. Bu tıpkı kuduz, hastalığına tutulan kimsenin bedenine kuduz mikrobunun girmesi gibidir. Bir vücuda kuduz mikrobu girerse, o vücudun eklemlere varıncaya kadar hiçbir parçası bu mikroptan kurtulamaz.
Bu hastalık öylesine vücutta yayılır ki tedavi ve ilaç kabul etmez. Heva ve hevesine düşkünlük hastalığına tutulan kimse de böyledir. Bu hastalık onun kalbine girip, heva ve hevese uyma sevgisi iliklerine kadar işleyince artık delil kabul etmediği gibi öğüdün de bir faydası olmaz. Kendisine karış çıkana ise aldırış etmez.
Böyle bir mana ifade edilirken daha önceki dönemlerde yaşayan Ma'bed el'Cüheni, Amr b. Ubeyd ve diğerleri gibi keyfi davranıp heva ve hevesine düşkünler dikkate alınmıştır.
Onlar nerede bulunurlarsa oradan kovulmuş, kendileri ile konuşan olmamış, müslümanlar onlardan uzaklaşmışlardır. Tüm bu olanlar, onların sapıklığını ve içinde bulundukları durumu artırmaktan başka sonuç vermemiştir. Nitekim Kur'an'da:
"Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehinde hiçbir şey yapamazsın"[245] buyrulmuştur.
Onların dayandıkları şeyin özü, sırf aklı her şeyde hakem kabul edip bir şeyin güzel ve çirkin olduğunu belirlemekte aklı dine ortak yapmalarıdır. Bunlar daha sonra Allah'ın fillerini kendilerince ortaya çıkan manaya göre sınırlandırmışlar, akıl nasıl kavradıysa öyle yorumlar yapmışlardır. Böyle bir anlayış sonunda "şöyle yapması Allah'a vacip olur. Böyle yapması caiz olmaz." demişlerdir. Sonuç itibariyle Allah'ı diğer yükümlüler gibi hakkında hüküm verilen bir varlık kılmışlardır. Bunlardan bazıları bu derecede değildir. Ancak yaptığı bir şeyi (aklını hakem kılarak) güzel saymış, bir başka yaptığını ise çirkin saymış ve meşru olan şeyler arasına katmıştır.
Kakat bunların hepsi, aklı hakem kılmakta devamlı olmuşlardır. Bu noktada dursalar, asıl felâketin büyüklüğüne göre durum daha basit olacaktır. Fakat onlar Allah'ın kitabına ve Hz. Peygamber'in hadislerine karşı çıkıp bunlarda çelişki olduğunu, ihtilaf bulunduğunu, akla aykırılık ve dolayısıyle sistem bozukluğunun söz konusu olduğunu iddia ederek Allah'a ve O'nun elçisine savaş ilan etmişlerdir. Oysa onlar bu iddiaları ileri sürmeye, Allah'a ve O'nun elçisine karşı savaşmaya ehil değildirler.
Utbî şöyle demiştir:
İnkarcılar Allah'ın kitabına dil uzatarak onun karşısına dikilmişlerdir. Birtakım boş şeyler söylemişler, adetâ küsmüş gibi Kur'an'ı terk etmişlerdir. Şu kadar var ki Kur’an’dan müteşabih olanların peşine düşmüşler, bunu fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için sakat bir anlayış ve hastalıklı bir basiret ile yapmışlardır. Bunu dışardan sokulmuş bir düşünce ile de yaptıkları olur. Neticede ayetlerin yerini (ilgisi olmadığı konu ile bağlantı kurarak) değiştirmişler, Kur'an'ı yolundan sapıtmışlardır. Daha sonra Kur'an'da çelişki ve olmayacak şeyler, hatalar ve bozuk bir sistem bulunduğu hükmünü vermişlerdir. İleri sürdükleri bu iddialara birtakım gerekçeler göstermişlerdir ki muhtemelen çokça (kişilik) zayıflığı olan, genç ve tecrübesiz kimseleri kendilerine meylettirmişlerdir.
Bunun sonunda kalplere şüphe, gönüllere tereddüt girmiştir. Bunların uyanıklık göstererek yaptıkları yorum, dedikleri gibi olsaydı, Hz. Peygamber de sağ olsaydı onlara ilk cevabı Peygamber verirdi. Hz. Peygamber onlara Kur'an'dan hüccetler gösterir, verdiği cevaplan Peygamberliğinin ve doğruluğunun delili sayardı. Onlara meydan okur, Kur'an'dan bir sûrenin getirilmesini isterdi. Onlar ki en düzgün konuşan fasih kimselerdir, hatip, şair ve tüm insanlar arasında keskin bir dil ile en azılı düşman olmakta özel kimselerdir. Akıllı uslu ve asil görüş sahibidirler. Getirsinler bakalım Kur'an surelerinden bir benzerini!
Cenab-ı Hak bunların özelliğini Kur'an'da pek çok yerde dile getirmiştir. Bunlar Kur'an'a bazen büyüdür, bazen şiirdir, bazen kâhin sözüdür, bazen de geçmişlerin masalıdır dediler.
Yüce Allah hadislerde çelişki ve ihtilaf iddiasından söz etmemiştir. Çünkü böyle bir şeyden söz etmek insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmete dil uzatılması demek olurdu ki bunlar Hz. Peygamber'in ashâbidır. 'Allah onlardan razı olsun-
Yukarda sözü edilen aklı hakem edinenler ashâb hakkında zan ve tahmine dayanarak dilediklerini söylemişlerdir. Bir başka deyişle hadislere ne dünyada, ne de âhirette hesaba çekileceğini dikkate almadan dil uzatmışlardır.
Bunlara gereken itirazı yapmak ve ileri sürdükleri iddialara çok geniş bir şekilde cevap vermek işini, Ebû Muhammed b. Kuteybe yazdığı iki kitapla yerine getirmiştir. Bu iki kitap onun en iyi kitaplarındandır. İleri sürülen itirazları güçlendirecek duruma düşmemek için dile getirilen itirazlara değinip onlardan söz etmedim. Fakat "Bu heva ve hevese düşkünlük onların içerisine kuduz hastalığı gibi işleyecektir." ifadesini açıklamak için, genel olarak bunlardan söz ettim.
Daha önceleri de, sonraki zamanlarda da bu kimselerde heva ve heveslerine uymak güçlenince hiçbir şeye aldırmazlar ve kendilerine karşı çıkanları dikkate almazlar. Bunlar ayrıca şüpheli şeylerde durmak ve kendisini hata yapmakla suçlamak suretiyle akıllarını başlarına almak yoluna da girmezler, Oysa akıl sahiplerinden ibret alan kimseler böyle yaparlar.
Bunlar keyfi arzularına uyan bir sınıftır ki kendilerini ayıplayanlara aldırış etmezler. Sonra başka sınıf kimseler de vardır ki bunların ortak özelliği, kalplerinin derinliklerine kadar keyfi arzular kök salmıştır. Tâ ki kendi üzerinde olduğu hâl dışında hiçbir şeye aldırmaz olur.
Kuduz hastalığına benzeterek meseleyi ele alan rivayetin manası ortaya konulunca, buradan bir başka manaya geçiş yapmak durumundayız. O da şudur:[246]
Hadisteki "Bu heva ve hevese düşkünlük..." ifadesindeki "bu" işaret edatı belirsiz, bilinmeyen ve imkansız bir şeyi göstermiyor. Bil'akis işaret edilen ve başlangıcı bilinen bir şey oh ıab ki meselenin onunla ilintisi olsun. İşte bu işaret edilen şey (veya şeyler) ancak ayrılık sebebi olan şeylerdir. Hadiste bu sebebin heva ve hevese düşkünlük olduğu fazladan olarak açıklanmıştır. Bu gösteriyor ki Hz. Peygamber'in ve ashabının üzerinde olduğu yolun dışına çıkan kimse, ancak hevâ ve hevesine uyarak çıkmıştır. Bu hususun açıklaması daha önce geçmişti. Bunu tekrar ele almıyoruz.[247]
Hz. Peygamber'in: "Yakın bir gelecekte şöyle şöyle özelliği olan bir topluluk çıkacaktır..." buyurması iki ihtimâli gösteriyor:
Birinci ihtimale göre, Peygamber bu sözü ile şunu kasdetmiştir: Ümmetinden her heva ve heves düşkünlüğü ortamına giren, bunu bir görüş olarak benimseyen kimsenin durumu şudur: Bu düşünce o kimsede kuduz hastalığı gibi gelişir. O artık bundan dönmez ve bid'at'ından tevbe etmez.
İkinci ihtimale göre Peygamber şu manayı kasdetmiştir: Ümmetinden bid'at'a düşen/giren kimse, bu sırada bid'atı ilgilendiren husus kalbinin derinliklerine sinmiş ise bu kimsenin tevbesi mümkün değildir. Ümmetden kimileri ise böyle değildir. Bunların tevbesi ve bid'at'ından dönmesi mümkündür.
Birinci ihtimalin doğru olduğunu, bid'at sahibinin tevbesinin engellenmiş olması gerektiğini bildiren rivayet göstermektedir. Genelde bid'at sahipleri böyledir. Bunu Hz. Peygamberin:
".... onlar ok'un torbasına dönmediği gibi geri dönmemek üzere dinden çıkarlar....” sözünden anlıyoruz. Ayrıca (âlimlerin) "Yüce Allah, bid'at sahibinin tevbesine engel koymuştur." sözünden ve benzerlerinden de bunu anlamaktayız. Ayrıca realite dahi bunun doğruluğuna tanıklık etmektedir. Zira bid'atından hoşnut olan bid'at, sahiplerinden pek azının bid'at'ından vazgeçip tevbe ettiğini görürsün. Bilakis bid'at'çı daha bilinçli bir şekilde sapıklığını artırır.
Rivayete göre İmam Şafiî şöyle demiştir:
Kendi görüşüne göre (dini konularda) hareket eden kimse, sonra tevbe ederse tedavi edilip de iyileşen deliye benzer. İyileşen mecnun aklı başına gelince yaptığı taşkınlığı anlar.
İkinci ihtimalin doğruluğunu, bid'at sahibinin hiçbir suretle tövbesinin kabul edilmeyeceği anlamına gelmeyen rivayetler göstermektedir. Akıl yönünden bu caizdir. Din yönünde şöyle bir durum söz konusudur. Dinin genel kurallarındaki genel ifadelerde çoğunlukla örtüşen normaller kasdedilir. Tamamen akıl, hep akıl ölçüleri kasdedilmez.[248] Bu husus usûlde/metodolojide açıklanmıştır.
Bu anlayışın delili şudur: Bid'at işleyen kimsenin sonra bid'ata tevbe edip kendine dönerek bid'attan vazgeçtiğini görmekteyiz. Nitekim Abdullah b. Abbas ile tartıştıktan sonra Haricilerden dönenler olmuştur. Ayrıca Mühtedi, Vâsık ve başkaları da sünnet dışına çıkan kimseler oldukları halde bid'atlarından dönmüşlerdir. Bid'atla ilgili genel ifadeler birey olarak kişilere mahsus kılınınca, ifadede genellik kalmaz ve (az yukarda dile getirilen) kısımlar ortaya çıkar.
Sözü edilen iki ihtimalden ikincisi açık olan bir husustur. Çünkü bu konuyu ele alan hadisin baş tarafı ümmetle ayrılmanın olacağını bildiriyor. Fakat bu ayrılığın sebebi olan heva ve hevese düşkünlüğün kalplere sinip derinliklerine işleyip işlemediğinden söz edilmemiştir. Ancak sonra ümmetin içerisinde ayrılıp parçalanmış olanlar içinde heva ve hevese düşkünlüğü iliklere kadar işleyenler olacağı bildirilmiştir. Bu gösteriyor ki, ümmetten heva ve hevese düşkün olanlardan olsa da bu özellik iliklerine kadar işlememiş olanlar da bulunacaktır.
Genel olarak ümmette heva ve hevese düşkünlüğün kasdedilmiş olması uzak ihtimaldir. Çünkü hadisin içerisinde faydası olmayan bir çeşit tedahül olur. Hadisin manası, ümmetten ayrılanların heva ve hevese düşkünlük sebebiyle ilerde ortaya çıkabileceği ve bunun bir hastalığın vücutta yayılması gibi yayılacağı şeklinde açıklanırsa mana düzgün ve doğru olur. İşte bu durumda (yukarda sözü geçen) heva ve hevese düşenlerin kısımlara ayrılması düşünülebilir.
Kısımlara ayrılmanın düşünülmesi bu özelliğin kuduz hastalığı gibi sirayet etmesi ile olur. Kimileri de bu derecede olmaz. Çünkü hastalığın vücutta yayılışı değişik olur. Bazı kimselerde son dercede yüksek seviyede olur. Hatta sahibini küfre kadar götürür veya götürecek gibi olur. Kimilerinde ise bu derecede olmaz.
Hz. Peygamber'in tanıklığı ile Hâriciler birinci kısımdandır. Hz. Peygamber onlar hakkında:
"Onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar." Buyurmuştur. Nitekim bunlar bid'ate derin bir şekilde batarak Allah'ın kitabına ve Hz. Peygamber'in sünnetine karşı çıkmışlardır. Onlar, düşünceleri sebebiyle, bunların derecesine ulaşmayanlara nisbetle (heva ve hevese düşkünlük hususunda) daha kötü durumdadır.
Akıl yoluyla güzeli ve çirkini belirleyenler ise, (araç olarak kullandıkları) akılları onları daha önce geçenlerin düzeyine ulaştırmamış ise ikinci kısımdandır.
Zahirilerin -bid'at saydığı şeyler hakkındaki görüşüne göre- ve benzerlerinin ifade ettikleri (grup veya kişiler) de ikinci kısımdandır. Bu görüş şöyle ifade edilmektedir: Gruplardan birinden bir kimse cüz'ı de olsa bid'atı ile (ortaya) çıkınca bid'at, sahibinin kalbine ve içine mutlaka işleyecektir. Lâkin bu işleyiş bid'at (in küçüklüğü veya büyüklüğü) kadardır. Bu kimse aynı zamanda bid'at sahibinin tevbe' si olmayacağına ilişkin delillerin altına girmektedir. Fakat kuduz hastalığına benzetilen, içe işleme meselesi, her bid'at sahibine ulaşmayabilir. Şu kadar ki ayrı bir grup olmak hususundaki ortak özellik, bid'at içine işleyende de, işlemeyende de mevcuttur. Zira birtakım düşmanlık ve buğz sonucunda ayrı bir grup olma özelliği her ikisinde de bulunur.
Doğrusunu Allah bilir ya bunlar arasındaki ayrılığın iki sebebi vardır.
a- Ya şöyle denilebilir: Bid'at içine işleyen kişi, (başkalarını) bid'atına çağırır. Bu sebeple düşmanlıklar ortaya çıkar. Bid'at ruhunun derinliklerine işlememiş olan kişi bid'atına çağrıda bulunmaz, çağrıda bulunmak için ortaya atılmaz.
Birincisi bid'at kalbinde büyük bir yer tuttuğu, bid'attan başka ne varsa bir yana attığı için böyle yapar. Bid'atında öylesine bilinçlidir ki ondan asla dönmez. Gözü başka bir şeyi görmez, kulağı ba^ka bir sey duymaz, adetâ iliklerine kadar işler. Bir şeyi bu kadar sevmek, sevginin zirvesidir. Sevginin böylesi kendisinde bulunan kimse, sevdiği şey sebebiyle dostluk ve düşmanlık durumlarına girer. Bu uğurda ne ile karşılaştığına aldırmaz.
Bid'atı sevmekte bu dereceye ulaşmayan kimse böyle değildir. Bu kimseye göre ilgilendiği bid'at, elde ettiği bir bilgi derecesinde, ulaştığı bir ince nokta mesabesindedir. O bu bilgiyi hafıza deposunda saklar kendisine o hususta uygun veya aykırı düşene o bilgi ölçüsünde hüküm verir. Fakat kendisine bir zarar gelmesinden veya bir cezaya uğramaktan korktuğundan içindekini ortaya koymak hususunda kendisini tutar. Böyle bir kimseyi bu duruma sevk eden şey, kendisini tepeden tırnağa kaplamış derecede değildir. Bid'at dahi sahibi tarafından gizli tutuluyorsa böyledir.
b- Veya şöyle denilebilir: Bid'atcılığı iliklerine kadar işleyen kimse, en büyük topluluktan ayrılıp, cemaatın dışına çıkarak başkalarını bid'atına çağırma girişiminde bulunur. Haricilerin ve onların görüşü istikametinde olanların özelliği budur.
Bunun bir benzerini İbn'ul Arabi "Avâsım" isimli kitabında şöyle hikaye etmiştir: Selâm (Bağdat) şehrinden ehl-i sünnetten bir topluluğun bana haber verdiğine göre üstad Ebu'l Kasım Abdül Kerim b. Hevazin el-Kuşeyri Nisabur'dan bu şehre gelmişti. Kendisi tasavvuf âlimlerinden idi. Şehirde bir zikir meclisi gerçekleştirdi. Bu toplantıda tüm halk hazır bulunuyordu. Kuran okuyan zât, Tâ Hâ suresi 5. ayeti olan "Rahman (olan Allah) arşı istiva etti." ayetini okumuştu. Orada bulunanlardan -Hanbelîleri kasdediyor birisi bana:
Sen kimsin? dedi. Orada bulunanlar (zikir) meclisi sırasında uzaklardan duyulacak şekilde yüksek sesle "oturuyor, oturuyor!" diyorlardı. Orada bulunanlardan ve Kuşeyrinin adamlarından ehl-i sünnetten olanlar bu söyleme sert bir şekilde karşı çıktılar. İki grup birbirine girdi. Halk ağır basıp onları nizamiye medresesine kapattılar. Onların üzerine oklar attılar. Sonuçta onlardan bir grup, topluğunun liderinin maiyetinde olanlar ve bazı eğlence düşkünleri öldü. Oradakilerin kızgınlığı yatıştı.
İşte bu da kalbinin derinliklerine kadar bid'at sevgisi işleyen kimsenin durumudur. Görülüyor ki bu sevgi onu öldürmeye kadar götürmüştür. Durumu bu dereceye ulaşan her kişi Hz. Peygamber'in özelliğini bildirdiği kimsenin durumunda olmaya layıktır. Velev ki bu kişi bıd'atını savaş derecesine ulaştırmış olmasın. Padişahların arasına girip onlara zayıf deliller ileri süren, dini koruyan ve sünneti öğrenenleri kendilerince küçük görenler de böyledir. Bu kimseler küçük gördüklerini belâlara düşürmüşler, onları birtakım sıkıntılara düçâr ederek zararların acısını tattırmışlardır. Sonunda bazılarının (insanları) öldürmeye kadar ileri gittikleri olmuştur. Nitekim Bişr'ul Müreysî zamanında (halife) Me'mun ve İbn Ebi Davudun ve diğerlerinin huzurunda yaşanan sıkıntılar bunu göstermektedir.
Şayet bid'at, sahibini bu dereceye ulaştırmamış ise, bid'atın sevgisi kalbinin derinliklerine işlememiş demektir. Nitekim örneği hadiste geçmiştir. Nice bid'at ehli vardır ki bid'atları ile Haricilerin ve diğerlerinin yaptığını yapmamıştır. Bil'akis gerçekten kendisini gizlemiş, başkalarının yaptığı gibi açıktan bid'atına çağrıda bulunmamıştır. Bunlar arasında âlimlerden, hadis râvilerinden ve âdâlet ehlinden sayılanlar vardır. Ne var ki benimsedikleri şeylerle meşhur olmadıklarından dolayı (bilinmezler).
Açıkça ortadadır ki bu bakış açısı diğerlerine nazaran en elverişli olanıdır. Muvaffakiyet Allah'tandır.[249]
(Bu meselede şu husus ele alınacaktır): İşaret edilen kalbin derinliklerine kadar işleyen bid'at sevgisi sadece bazı bid'atlara mahsus bir keyfiyet midir? Yoksa hepsine mi mahsustur.
1- Bid'atlardan bazılarının, sahibinin kalbinin derinliklerine ciddi bir şekilde işlemesi mümkündür. Bid'atlardan bazıları ise böyle değildir. Meselâ falan bid'atın, sahibinde kuduz hastalağının sirayeti gibi sirayet etmesi, onun özelliğidir. Filan bid'at böyle değildir.
Haricilerin bid'atı kalbin derinliklerine kadar işleyen tarafta yer alır. Fer'î meselelerde kıyası inkâr edip (nassın) zahirine sarılanların bid'atı öbür tarafta yer almakla beraber Haricilerin bid'atı gibidir.
Genel olarak sirayetin her bid'atta bulunması mümkündür. Böylece bid'at ehli, kuduz hastalığının sahibinin bedeninde yayıldığı gibi bid'atın kendisinde yayılmasından kendisini kurtaramaz. Amrb. Ubeyd bunun örneğidir. Daha önce de kendisinden nakledildiği üzere o kıyas hususundaki görüşü sebebiyle Tebbet suresini ve Müddessir suresi 31. ayetini inkar etmiştir.[250]
Bazılarının ise durumu bu derecelere ulaşmamıştır. Nitekim müslümanların alimlerinden bir grup böyledir. Nahiv âlimi Fârisî[251] ve İbn Cinnî[252] gibi.
2- Zahirilerin bid'ati de birtakım kimselerin "Rahman (olan Allah) arşı istiva etti"[253] ayeti okunduğu zaman oturuyor diyecek derecede içlerine sinmiştir. Onlar bunu açıktan açığa söylemişler hatta bu uğurda savaşmışlardır. Fakat yine zahirilerin (bazılarının) içinde olduğu durum, onları bu decerelere kadar ulaştırmamıştır. Nitekim fer'î meselelerde ve benzerlerinde Davud b. Ali'nin durumu böyledir.
3- Namazlardan sonra toplu ve sürekli olarak dua etmek bid'atı, bunu benimseyenlerce terk edildiği zaman öldürmeyi gerektirecek mertebede görülmüştür.
Kâdi Ebu'l Hattab, Ebû Abdillah b. Mücahid'in -ki bu zât ibadetine düşkün biridir- hikayesini şöyle anlatmıştır:
Devlet büyüklerinden hatırı sayılır, eli açık va katı uygulamaları olan bir adam İbn Mücahid'in çevresine gelip onun imamlık yaptığı camide namaz kıldı. İbn Mücahid mezhebine bağlılıktan dolayı -O Maliki mezhebinden idi- namazlardan sonra dua etmezdi. Çünkü bu onun mezhebinde mekruhtur. İbn Mücahid bu özelliğini koruyan biri idi. O adam İbn Mücahid'in dua etmemesinden hoşlanmadı. Ona dua etmesini emretti, İbn Mücahid ise bunu kabul etmedi ve namazlardan sonra dua etmemek âdetini sürdürdü. Bir gece o adam yine camide yatsı namazını kıldı. Namaz bitince adam evine gitti. Cami cemaatinden olup yanında bulunanlara:
Biz bu adama namazlardan sonra dua etmesini söylemiştik. O kabul etmedi yarın sabah vakti olunca -elindeki kılıcı göstererek- bu kılıçla boynunu vuracağım, dedi. İnsanlar bu durumu bildiklerinde İbn Mücahide o adamın söylediğine göre bir zarar gelmesinden korktular. Cemaatin hepsi İbn Mücahid'in evine gittiler. O cemaatin karşısına çıkıp:
"Size ne oluyor?" dedi. Cemaat:
"Vallahi senin (namazlardan sonra) duayı bırakmandan dolayı bu adamdan (sana bir zarar gelmesinden) korktuk. Sana çok şiddetli öfkelenmişti." dediler. İbn Mücahid:
Ben yapmakta olduğumun dışına çıkmam! dedi. Durumu ona haber verdiler. Bunun üzerine İbn Mücahid -gülerek- şöyle dedi:
"Gidiniz, korkmayınız! Allah'ın (izni ve) gücüyle bu kılıçla yarın boynu vurulacak odur." İbn Mücahid evine girdi, cemaat da adamın söylediklerinden korka korka geri döndüler.
Sabah olunca cemaatten dün gece olanları bilen bir grup, adamın evine gittiler. (O sabah) adamı İşbiliye'de Cevher kapısındaki devlet başkanının bulunduğu binaya götürdüler. Orada bu adamın boynunun kendi kılıcı ile vurulması emri vardı. Bu (sonuç) İbn Mücahidin duasının kabulü ve kerametinin isbatı olmuştu.
Bazı İşbiliye'liler bu hikayeyi aynı manada, fakat başka bir şekilde rivayet ederler.
İbn Sakar'ın oğlu, hatip hutbesinde Mehdi'nin adını ve ma'sum olduğunu söylediği sırada reddedince, zamanın halifesi olan Abd'ulmü'min soyundan Murtaza, hatibi hapsetmek istedi. Muvahhidler grubundan şeyhler ve vezirler, hatibin öldürülmesinden başka hiçbir şeyi kabul etmediler. Sonunda bu konuda üstün gelip, aynı sözü başkasının da söylemesinden korkarak hatibi öldürdüler. Bunlar dinlerinin üzerine oturduğu kaideyi bozmuş oldular.
Bazen bid'at, sahibinin kalbinin derinliklerine bu derecede işlemez. Bu durumda görüş ayrılıkları (insanları öldürecek) derecede sonuçlara götürmez.
Bu örnekler -sahih okluğu varsayıldığına göre- hadisten maksadın ne olduğunu gerçeklerle açıklamıştır. Şüphe yok ki Hz. Peygamber'in verdiği haberler, kendisine o haberleri verene aykırı olmaksızın uyum içindedir.
Bu yoruma, insanların çeşitli kısımlara ayrılmış olması ve onların durumlarının tetkiki tanıklık etmektedir. İnsanlar ilim, cahillik, kahramanlık, korkaklık, adalet, zulüm, cömertlik, cimrilik, zenginlik, fakirlik, izzet ve zillet gibi husus ve özelliklerde üst derecede, orta ve en aşağı derecede olmak üzere farklı durumlardadır. Bu özellikler ve durumlar en üst derece ile en alt derece arasında değişik şekillerdedir. Meselâ bir âlim kişi, ilmin en üst derecelerinde iken, diğeri en aşağı derecelerindedir. Cahil de böyle, kahraman da, diğerleri de böyledir.
Bid'atın insanların gönlüne düşmesi dahi böyledir. Şu kadar ki Hz. Peygamberin hadisinde bunu zikretmesinde bir başka fayda vardır. O fayda, bid'ata ve bid'atçılara yakın olmaktan sakındırmaktır.[254]
Bunun açıklaması şöyledir: Kuduz hastalığında bulaşıcıhğa benzeyen bir özellik vardır. Kuduz hastalığı aslında köpekde bulunur. Kuduz köpek, birisini ısırdığı zaman o da kuduz olur. Artık bu hastalıktan çoğunlukla ancak ölümle kurtulunur. Bid'atçı da böyledir. Bid'atçı, birisine görüşünü veya şüphesini anlattığı zaman, o kimse o dertten pek az (ihtimal ile) kurtulabilir; ya onunla birlikte aynı görüşte olarak o gruptan olur veya kalbinde bir şüphe yerleşir. O bu şüpheden kurtulmak ister ama gücü yetmez.
Bid'at dışındaki diğer günahlarda durum böyle değildir. Günah sahibi günahı alışkanlık haline getirip uzun süre onu işleyip günahı dost edinmedikçe ondan zarar görüp onunla iç içe girmez. Bu mana rivayetlerde dile getirilmiştir. Selef-i Salih, bid'at sahipleriyle oturup kalkmayı, onlarla ve onlar gibi konuşmayı yasaklamışlar, bu hususta katı bir dil kullanmışlardır, ikinci bölümde bu hususta pek çok rivayetler geçmiştir.
(Yine bunlardan bir kısmını burada zikredeceğiz. Şöyle ki):
a- İbn Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Kim dinine saygı göstermekten hoşlanırsa şeytanla içli dışlı olmaktan ve heva ve hevesine uyanlarla oturmaktan ayrı dursun. Çünkü onlarla (bir arada) oturmak, uyuzdan daha yapışkandır (daha zararlıdır).
b- Hamid el-A'rac'dan rivayet, olunduğuna göre o şöyle demiştir:
"Ğaylân, (Kabe) civarında yaşamak üzere Mekkeye gelmişti. Ğaylân Mücahid'e gelerek şöyle dedi:
Ey Haccac'ın babası! Bana ulaştığına göre sen insanları ben (imle ilişki kurmak) dan yasaklıyor ve beni (şöyle şöyledir diye) anıyormuşsun. Sana benim söylemediğim şeyler ulaşmış. Ben ancak şunları şunları söylüyorum diyerek inkar edilmeyecek şeyleri ifade etti, Gaylân kalkınca Mücahid şöyle dedi:
Onunla oturmayın. Çünkü o Kaderiyyecidir.
Humeyd diyor ki:
Bir gün ben tavaf ediyorken arkamdan Gaylân bana yetişip gömleğimden çekiyordu. Döndüm, Ğaylân bana şöyle dedi:
Mücahid benim hakkımda nasıl böyle böyle söyler? Ben ona (gerçeği) haber verdim. Mücahid tavaf sırasında Ğaylan'ın benimle birlikte yürüdüğünü görmüştü. Mücahid'in yanına geldiğimde onunla konuştum, bana cevap vermedi. Bir şeyler sordum karşılık vermedi. Ertesi sabah ona tekrar gittiğimde aynı tavırla karşılaştım. Ona şöyle dedim:
Ey Haccacın babası! Benden sana bir şey mi ulaştı? Ben bir şey yapmadım, bana ne oldu? Mücahid bunun üzerine şöyle dedi:
Seni Ğaylan ile beraber görmedim mi? Oysa onunla oturup kalkmayı ve konuşmayı yasaklamadım mı? Bunun üzerine Mücahid'e şöyle dedi:
Ey Haccacın babası! Ben senin sözünü inkar etmiş değilim.
Onunla konuşmaya ben başlamadım, önce benimle o konuştu. Bunun üzerine Mücahid şöyle dedi:
Ey Humeyd! Allah'a yemin ederim ki Sen benim katımda doğru bir kimse olmasaydın, yaşadığın müddetçe beni güler yüzle göremeyecektin, tekrar tekrar baksan yine de sana iltifat etmeyecektim.
c- Eyyüb'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir gün Muhammed b. Sîrin'in[255] yanında, idim. Birden Amr b. Ubeyd çıkageldi ve (bizim olduğumuz yere) girdi. Amr oturunca İbn Sîrin elini karnına koyarak (hasta olmuş gibi) oradan kalktı. Ben Amr'e:
Haydi gidelim, dedim (oradan) çıktık. Amr gittikten sonra geri döndüm ve Ey Bekir'in babası! Yaptığının farkındayım, dedim. O bana:
Gerçekten fark ettin mi? dedi.
Evet, dedim. Bunun üzerine İbn Sîrin:
"Onunla birlikte bir evin tavanı altında bir arada olamam"dedi.
d- Bazılarından şöyle bir rivayet kaydedilmiştir:
Amr b. Ubeyd ile yürüyordum. Beni İbn Ayn[256] gördü ve benden yüz çevirdi. Deniliyor ki Amr b. Ubeyd, İbn Avn'in evine girdi. İbn Avn onu görünce sustu. Amr de sustu ona bir şey sormadı. Bir süre (sessiz) durduktan sonra İbn Avn şöyle dedi:
"Benim iznim olmadan evime girmeyi neye dayanarak helâl saydın?" İbn Avn bu sözünü tekrar tekrar söyledi durdu. Fakat Amr bir konuşsaydı....
e- Müemmel b. İsmail[257] in şöyle dediği rivayet edilmiştir: (Bizim topluluğumuzu oluşturan) arkadaşlarımızdan bazıları Hammad b. Zeyd'e[258] şöyle demiştir:
"Sana ne oluyor ki Abd'ulkerim'den sadece bir tek hadis rivayet ediyorsun?" Hammad şöyle dedi:
Ben bu hadis için ona uzak bir yerden geldim. Eyyûb'un ona gelmiş olduğunu ve benim için şöyle şöyle bir durumun olduğunu bilmesinden hoşlanmıyorum: Sanıyorum ki eğer o (bunu) bilse onunla aram açılır.
f- İbrahim'den Muhammed b. Sâib'e[259] şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu görüşünde devam ettiğin sürece bize yaklaşma"! İbn Sâib Mürcie mezhebinden idi.
g- Hammad b. Zeyd'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Said b. Cübeyr[260] ile karşılaşmıştım.
Seni Talk[261] ile birlikte görmedim mi? diye sordu.
Evet, fakat onda ne var ki? dedim. Bunun üzerine:
Onunla oturma! Çünkü o, Mürciedendir, dedi".
h- Muhammed b. Vâsi'den[262] şöyle dediği rivayet edilmiştir: Safvan b. Muhriz'i[263] gördüm. Yakınında Şeybe vardı. Birbirileri ile tartışıyorlardı. İbn. Vasi'i elbisesini silkeleyerek kalktığını gördüm.
"Sizler ancak uyuz kimselersiniz" diyordu.
ı- Eyyûb'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Adamın biri İbn Sîrin'in yanma geldi ve şöyle dedi:
Ey Bekir'in babası! Sana Allah'ın kitabından bir âyet okuyacağım, fazla değil, sonra çıkıp gideceğim. İbn Sîrin parmağı ile kulaklarım tıkadı ve şöyle dedi:
"Sana and veriyorum. Eğer müslüman isen evimden çık!" Adam (tekrar):
Ey Bekir'in babası! Bir âyetten fazla okumayacağım, sonra çıkıp gideceğim, dedi. Bunun üzerine İbn Sîrin giysisinin eteklerini toplayıp (kendi evinden) çıkmaya hazırlandı. Biz adama yönelip:
İbn Şirin sana evden çıkman için and verdi. Bir adamı kendi evinden çıkarman helal midir? dedik. Adam çıkıp gitti. Biz İbn Sîrin'e:
Ey Bekirin babası! Sana ne zararı olurdu? Bir ayet okuyup sonra çıkıp gitseydi, dedik. İbn Şirin şöyle cevap verdi:
Vallahi kalbimin üzerinde bulunduğum hâl hakkında sağlam olduğunu sanmış olsaydım onun okumasına aldırış etmezdim. Fakat kalbime bir şeyin girmesinden korktum. Öylesine ki sonra onu kalbimden çıkarmaya gayret ederim de gücüm yetmez.
i- Evzâi'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bid'at sahibi ile konuşup tartışmayın. Çünkü kalplerinizde onun fitnesinden birşeyler kalır.
Bu rivayetler, eğer hadisten kasdedilen o idiyse hadisin işaret ettiği hususlarda seni uyarmaktadır. En iyiyi bilen Allah’ tır.
Bid'at sahibinin sözünün kalplerdeki etkisi bilinmektedir. Hadiste kuduz hastalığı örneği ile uyarıda bulunulmasının bir faydası daha vardır ki o, şudur:[264]
Bu mesele bid'at sahibinin tevbeden uzak oluşunun sebebi hakkındadır. Çünkü kulların söz, iş ve itikad olarak vuku bulan günahları, insanın bedeninde veya ruhunda meydana gelen hastalıklar gibidir. Bedende meydana gelen hastalıkların tedavisi bilinmektedir. Amellerdeki hastalıkların tedavisi dahi tevbe ve iyi işler yapmaktır.
Bedendeki hastalıkların tedavisi mümkün olanı bulunduğu gibi tedavi imkanı olmayan veya zor tedavi edileni de vardır. Amellerdeki hastalıktan kuduza benzeyenin dahi, normal olarak tevbesi mümkün olan vardır, mümkün olmayan vardır.
Bid'at, dışında kalan günahların hepsinde; en yükseği olan büyük günahlardan, en aşağıdaki ufak tefek günahlara kadar tevbe söz konusudur. Bid'atlar hakkında ise bize iki haber gelmiştir. Bu haberlerden her ikisi dahi bid'atlardan tevbe edilemeyeceğini ifade etmektedir.
Birinci haber bid'atın kötülüğünü ve bir tahsis olmaksızın/genel olarak bid'atçı için tevbenin yok olduğunu bildiren haberdir.
İkinci haber bizim izahı ile meşgul olduğumuz haberdir. Bilindiği üzere bu haberde bid'at, hastalıklardan kurtuluşu olmayan kuduz gibi bir hastalığa benzetilmiştir. Bu haber genel bir yönü olmamakla beraber çoğu kere bid'atın günahından kurtuluş olma' dığmı ifade etmiştir. Bid'atta tevbenin olmaması heva ve hevese düşkünlüğün kuduz hastalığının sirayeti gibi derinlere sirayet etmesi durumundadır. Daha önce bidatçılardan birtakım kimselerin bu şekilde olduğunun açıklaması geçmişti. Meselenin şahidi de zikredilmişti. Bunda fazladan bir mana daha ortaya çıkıyor ki o da (adı geçen) hadisin faydalardandır. Bu dahi aşağıdaki meseleyi oluşturmaktadır.[265]
Bid'at sevgisi yukarda anlatılan derecede kişinin içine sinmemiş ise, bu durumdaki gruplardan olanlarda tevbe mümkündür. Bu gruplar hakkında tevbe mümkün olunca onlardan ayrılanlar hakkında dahi tevbe mümkündür ki onlar cüz'i bid'at işleyenlerdir.
(Bu durumda iki şık söz konusudur:)
a- Ya bu hadisten önce geçen haberler tercih edilecektir. Çünkü bu (hadisin) rivayetin(in) isnadında (tereddüdü gerektiren) bir şey vardır ki son tahlilde söylenebilecek olan bu hadisin "hasen hadisler" arasında yer almasıdır. Diğer hadisler ise sahihtir. "... onlar ok'un yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar. Sonra ok'un torbasına dönmediği gibi (tekrar dinlerine) dönmezler." hadisi ve benzerleri gibi.
İkisinin arasını bulmaya gelince: İlk nakil, tevbenin genel olarak kabulü hususunda esas kabul edilir. Bu (sonuncu) haberler ise ilk nakildekinin üzerine fazladan ilave edilen bir husus ifade etmiş olur. Çünkü bid'atın heva ve hevese uymak özelliği sebebiyle bir çelişki söz konusu değildir. İnsanın yaptığı veya terk ettiği bir şeyde heva ve hevesin ağır basıp galip gelmesi, hep etkisi olan bir husustur. Tüm bid'atlarda heva ve hevese uymak vardır. Bunun içindir ki bid'at sahiplerine "hevâ ve heves sahipleri" denmiştir. Bid'at ismi verilmesi de böylece gerçekleşmiş olur. Bid'atçılarda çoğunlukla durum budur. Çünkü bid'at olarak işlenen bir şey ancak, delilde şüphe ile birlikte heva ve hevese uymaktan meydana gelir. Delilin sunulup tetkik edilmesinden meydana gelmez. Böylece zahiren şer'î bir delil bulunmakla beraber o yapılan işte hevâ ve hevese uymak bulunur. Böylece bid'at kalpde bir siyah nokta gibi bulunur. Artık bid'atm sevgisi kalbe işler. Sonra bid'atlerin hepsi aynı mertebede olmayıp farklı durumlardadır. Fakat hepsi de (başlı başına) din ortaya koymak gibidir. Dolayısıyla bid'at sahibi, tevbesi kabul edilmemeye müstahak olmuştur. Yüce Allah fazlu keremi ile bizleri cehennemden muaf buyursun.
b- Veya bu hadis evvelki hadislerle birlikte geçerli olur. Her iki gruptaki hadislerin de geçerli olduğu varsayımına göre şöyle deriz: Daha önceki hadisler geneldir. Bu hadis ise özellik ifade etmektedir. Nitekim özellik ifade etmiştir. Ya da öyle bir mana ifade eder ki ondan özellik anlaşılır. Bu özellik, (bazı bid'atçılarda görülen) buğz besleme keyfiyeti dikkate alınırsa en yüksek derecede bid'atın kalplere işlemesidir. Çünkü hadiste ".... yakın gelecekte ümmetimde topluluklar çıkacaktır." buyurulmustur. Bu gösteriyor ki başka topluluklar vardır ki onlara bu heva ve hevese uymaksirayetetmemiştir. Belki onlar daha aşağı mertebededirler. Muhtemeldir ki onlara heva ve hevese uymak sirayet etmemiştir.
Bu yorum konunun akışı itibariyle uygundur. Meselenin tamamı hamdolsun ikinci bölümde geçmiştir. Fakat daha önce hadislerin helisinde hususiyet/tahsis yoktur şeklinde geçmiş idi.
Başarı Allah'tandır.[266]
Bazı hadis rivayetlerinde yer almıştır ki Hz. Peygamber:
"Bu grupların fitne bakımından en büyüğü, işleri kendi görüşlerine göre kıyas edenlerdir. Böylece haramı helâl, helâli haram sayarlar..." buyurmuştur. Görülüyor ki Hz. Peygamber bu grupların ümmet için fitne bakımından en büyük olanının kıyasçılar/akıl yürütmeciler olduğunu bildirmiştir. Fakat her kıyas böyle değildir. Belki bir asıl'a dayanmadan yapılan kıyastır. Zira kıyasçılar görüş birliği etmişlerdir ki bir asıl'a dayanmayan kıyas muteber değildir. Kıyas ancak kitap, sahih sünnet veya muteber bir icmâ'a dayandığı zaman sahih olur. Kıyasın bir aslı olmadığı zaman -ki buna fâsid kıyas denir- bunu dinin içine koymak doğru değildir. Çünkü böyle bir kıyas dine aykırı davranmaya götürür. Dinde helâl olan bir şey, bu kıyas ile harami haram bir şey helâl olur. Çünkü (kişisel) görüş, görüş olmak itibariyle bir asıla da dayanmayınca dini bir kanunun disiplini içine girmez. Zira akıllar dini bakımdan güzel olmayan bir şeyi güzel yayıp, dini bakımdan çirkin olmayan bir şeyi çirkin sayabilir. Durum böyle olunca bir asıl'a dayanmayan kıyas, insanlara fitne olur.
Sonra hadiste haber verilmiştir ki bu kıyası öğretenler, diğer gruplardan daha çok insanlara zararlı ve fitne bakımından daha şiddetlidir. Bunun açıklaması şöyledir: Heva ve hevesine uyan kimselerin mezheplerini reddeden hadisler meşhur bir şekilde bilinmektedir. Heva ve hevesine uyan kimseler çoğunlukla, kamu nazarında da, özel kimseler nazarında da değersiz ve zelil kimselerdir. Fetva ehli olanlar böyle değildir. Çünkü bunların delilleri kitap ve sünnettendir. Bunları ancak tek tük kimseler bilir. Delillerin zayıfını kuvvetlisinden ancak özel kimseler ayırabilir. Fetva ve hakimlik makamına bazen onlara aykırı olan kimseler atanmış olabilir.
Bunun benzeri bir mana İbn Mes'ûd'un hadisinde mevcuttur. İbn Mes'ûd şöyle demiştir:
"Her yıldan sonra gelen yıl daha kötüdür.[267] Ben, bir yıl diğerinden daha (bol) yağmurlu demiyorum. Bir yıl diğerinden daha bolluk da demiyorum. Bir yönetici diğerinden daha hayırlı da demiyorum. Fakat hayırlılarınızın ve âlimlerinizin gideceğini (yok olacağını) söylüyorum. Sonra bir topluluk ortaya çıkar ki işleri (kendi) görüşleri ile kıyas ederler. Sonuçta din yıkılır ve parçalanır."
İbn Mes'ûd'un hadisinde ifade edilen şey, Sahih hadiste de vardır. O hadiste Hz. Peygamber:
",... fakat ilmi, Allah âlimleri ilimleriyle birlikte vefat ettirmek suretiyle insanlardan çeker çıkarır. Geriye cahil insanlar kalır. Onlardan kendi görüşleriyle fetva vermeleri istenir. Kendileri de sapar, insanları da sapıtırlar."
Daha önce sahabe ve tâbiûndan (keyfi) görüşün kötülüğünü bildiren meşhur rivayetler geçmiştir. Bu rivayetlerde açıkça ifade edilmiştir ki (keyfi olarak) kişisel görüşe uymak haramı helâl, helali haram kılmaktadır.
Bilindiği üzere reyi (görüşü) kötüleyen bu rivayetlerle, bir olay hakkında usûlüne uygun yapılan içtihadı kötülemenin kasdedilmiş olması mümkün değildir. Zira usulüne uygun yapılan ictihad kitap, sünnet ve icmada bulunmayan bir meselede yapılır. Böyle olan ietihad ile olayların birbirine benzeyeni ve örnek olanı bilinir, hükümlerin manası anlaşılır. Böylece benzer ve ortak özellik taşıyanlar arasında -daha evlâ olanı ile çelişmemek üzere- kıyas yapılır. Böylece bir ictihad ve kıyasta helali haram, haramı helâl kılmak yoktur. İslam için yıkıcı olan kıyas kitaba, sünnete, ümmetin selefine ve muteber manalara aykırı düşen kıyastır.[268]
Sonra bu asıllara aykırılık iki kısımdır:
1- Başka bir asıl'a dayanmaksızın açık bir şekilde asıla aykırı olmaktır. Böyle bir şey hiçbir fetva veren meşhur kimseden meydana gelmez. Ancak, asıl kendisine ulaşmamış ise, böyle bir aykırılık söz konusu olabilir. Nitekim pek çok (müetehid) imam için kendisine bazı hadislerin ulaşmaması durumunda, hata olarak bu hadislere aykırılık vaki olmuştur. Başka bir asıl ile çelişmeden meşhur olan asıllara, fetva vermekte şöhreti olanların aykırı davranması şöyle dursun, hiçbir müslüman açık bir şekilde muhalefet etmez.
2- Hata etmek suretiyle bir çeşit yorum ile asıl'a aykırı davranmak. Böyle bir aykırılık, kelimeyi ya tam olarak veya bir kısmını, ait olduğu yerde değerlendirmemek suretiyle veya maksadı dikkate almadan sadece lafza riayet ederek veya başka te'vil/yorum çeşitleri ile olur.
Hadisten maksadın bu veya bu manada birşey olduğunun delili şudur: Helâl olduğu meşhur olan bir şeyi haram saymak veya haram olduğu meşhur olan birşeyi helâl saymak küfür ve inattır. Böyle davranan bir kimseyi, ümmet, kendisi kâfir olmadıkça başa geçirmez.
Ümmet ise sonsuza kadar kâfir olmayacaktır.[269] (Ancak) Yüce Allah bir rüzgâr gönderip mü'minlerin ruhunu almış olursa, bu takdirde helâli haramı (arayıp) soran kalmaz.
(Bir şeyin) helâl veya haram olduğu meşhur bir şekilde bilinmiyorsa, o konudaki delil de kendisine ulaşmamış ise bir kimse o hususta aykırı davranmış olabilir. Bu, Hz. Peygamber'in ashabı tam anından beri var olan bir şeydir. Bu tür aykırılıklar ancak tek tük meselelerde olur. Bundan dolayı ümmet sapmadığı gibi İslam da yıkılmaz. "Alimler vefat ettiğinde böyle bir durum ortaya çıkar" da denemez.
Açıktır ki maksat, açık bir şekilde haram olan şeyi, veya kişinin helâl olduğunu bildiği bir şeyi bir tevil/yorum ile helâl saymaktır. Bu keyfiyet bid'atları işleyenlerde açıktır. Onlar Kur'an'ın pek çoğunu, Kur'an'dan delillerin üzerinde birleştiği ve Kur'an'dan tanıkların aynı manada ittifak ettiği şeyleri (bir yana bırakıp) terk etmişlerdir. Onlar kitabın anası olan ayetleri terk edip müteşâbihât'ın peşine düşme yolunu tutmuşlardır.
Bu itibarla —Yüce Allah'ın da buyurduğu gibi- bu, doğru yoldan sapmak ve eğiriliktir.[270] Bunları önder olarak başa geçirirlerse bunlar fetvalar verirler, sözlerine ve yaptıklarına uyulur. Din konusunda aşırı bir ihtiyat yaptıklarını sanarak insanlar bunlara güvenirler. Halbuki onlar bilgisizce halkı saptırmaktadırlar. Hesab etmediği yerden gelen beladan daha büyük bir felaket insanın başına gelmez. Çünkü insan felâketin geleceği yolu bilirse gücü yettiğince ondan sakınır. Eğer felâket, ansızın gelirse daha büyük ve daha tehlikeli olur. Bunun böyle olduğu açıktır. Bid'at dahi fetva yolu ile gelirse böyledir. Çünkü bu takdirde insan ilimde mertebe sahibinin ortaya koyduğu bir şekilde (görünürde) dine dayanmaktadır. Netice itibariyle insan hidayeti isterken dalâlete/sapıklığa düşer, Allah'ım! Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet.[271]
Burada, hadiste lafız yönünden tetkik edilmesi gereken bir husus vardır ki bu, hadis üzerinde söylenecek sözün tamamlanması kabilindedir.
Hz. Peygamber gruplarla ilgili hadisinde grupların tamamının cehennemde olacağını bir grubun bundan hariç tutulduğunu haber vermiştir. Bu grubun kim olduğu diğer hadiste açıklanmıştır. Bir başka rivayette o bir grubun belirlenmesi için "Ey Allah'ın Rasulü! Onlar kimdir?" tarzında soru sorulmuştur. Bu soruya verilecek cevabın aslı "Ben, benim ashabım ve bizim yaptıklarımız gibi yapanlar" şeklinde olmak veya buna benzer bir tarzda ya işaretle veya bir özelliğini bildirerek grubu belirlemek suretiyle olması gerekirdi. Fakat böyle olmamıştır. Cevapta özelliği taşıyan grup değil, grubun özelliği belirlenmiştir. Bunun içindir ki hadiste söylendiği gibi söylenmiştir. Bu ifadelerin zahirinden akıl sahibi olmayan özelliklerin ve diğer şeylerin zikredildiği anlaşılmaktadır.
Burada maksat Hz. Peygamber'in ve ashabının taşıdığı özelliklerdir. Bu durumda lafız bakımından soru ile cevap arasında uyum yoktur. Bunun mazur sayılacak tarafı vardır. Şöyle ki: Araplar manayı (doğrudan) anladığı zaman, bu çeşit anlatım onlara bağlayıcı gelmez. Bunun içindir ki onlar fırkayı nâciye'nin (kurtulan grubun) belirlenmesini istedikleri zaman, Hz. Peygamber onlara grubu "kurtulan" yapan özelliği açıklamış ve "benim ve ashabımın üzerine olduğu durum" buyurmuştur.
Lafız olarak zahiren uygun olmayan, mana bakımından uygun dur. Aşağıdaki ayetlerde de durum böyledir
Yüce Allah buyurur ki:
"(Rasûlüm!) De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi?"[272] Bu sözün anlamı şudur: Dünya metâından daha değerli olanı size haber vereyim mi? Sanki "evet, haber ver" denmiş gibi Yüce Allah:
"Takva sahipleri için Rableri yanında, altından ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler vardır." buyuruyor.[273] Görülüyor ki cevapta sözün ifade ettiği mana söylenirken sorudaki lafız dışında bir kelime ile söylenmiştir. Bu ifade, tefsir âlimlerinden bir gruba göredir.
Bir diğer ayette Yüce Allah:
"Takva sahiplerine va'd olunan cennetin misâli (şudur): İçinde ırmaklar...."[274] Buyuruyor. Ayetteki "cennetin örneği" ifadesi, örneği söylemeyi gerektirirdi. Örneğin içerdiği şeyi değil.
"Onların (münafıkların) misâli, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimsenin misalidir."[275] ayetinde de durum böyledir. Çünkü her ne zaman maksat, örnek gösterileni bildirmek olursa, bizzat örnek gösterilenin söylenmesi gerekir.
Şöyle söylemek de mümkündür: Hz. Peygamber grupları zikredince bunlar arasında "kurtulan" bir grubun olduğunu bildirmiştir. En münasip olanı grubun ne olduğunu sormaktansa grubun ne işler yapıp da kurtulan grup olduğunu sormak idi. Çünkü grubun tarifinde bir fayda yoktur. Faydası olan, ancak neler yapıp da kurtulan fırka olduğunun bildirilmeğidir. Öncelikli olarak dikkate alınması gereken, yapılan iştir, işi yapan değildir. Eğer Hz. Peygambere "o grubun özelliği nedir?" veya "yaptığı şey nedir?" şeklinde veya benzeri bir şekilde sormuş olsalardı hem lafız, bem mana yönünden kuvvetli bir uyum olurdu. Hz. Peygamber onların neyi kasd ettiğini anlayınca buna uygun olarak cevap vermiştir.
Şunu da deriz: Onlar kendileri hakkında en uygun olanı sormayı bırakınca Hz. Peygamber onlara sorulması ve öğrenilmesi layık olanı öğretme hususundaki titizliğinden dolayı onların sorularına (gereken) cevabı vermiştir.
Şöyle demek de mümkündür: Onların sordukları belirli bir şey değildi. Çünkü kurtuluş, (ümmetden) önce gelene mahsus olup sonradan gelecekler kurtulamayacak şeklinde bir değerlendirme söz konusu değildir. Üstelik (hadisde "gelecekte ümmetim gruplara ayrılacaktır" buyurulduğu için) kurtulacağı bildirilenlerin sonradan gelecekleri anlaşılmaktadır.
Bu soru bir belirlemeyi içermektedir. Halbuki grubun bir zamana veya mekâna münhasır olmaması belirli olmayı gerektirmemektedir. Böylece maksat, hepsini bir düzen içinde disipline eden özelliği belirlemeye yönelmiştir. O da, Hz. Peygamber'in ve ashabının üzerinde olduğu durumdur.
Bu cevap bize göre kapalı gibidir. Sorana göre ise belirlidir. Çünkü onların (Sahabenin) amelleri/yaptıkları onlarla birlikte olanlara göre ayan beyan göz önündedir. Bundan daha fazlasını söylemeye ibtiyaç yoktur. Çünkü o cevap orada hazır bulunanlara verilmesi gereken en uygun cevaptır.
O zamanda var olmayan başkalarına, onların (sahabenin) durumlarını görmeyen ve yaptıklarına bakamayanlara gelince, onlar sahabe gibi değildir. Bu değerlendirme ile cevap, kasdedilmiş olan belirlemenin dışına çıkmaz. En iyiyi Allah bilir.[276]
[1] Maide: 159
[2] Rûm: 31-32
[3] En'am: 153
[4] Hadisi Ebu Davud, Sünnet kitabında 4596 ve 45 97 numara ile Tirmizi İman kitabında 2640 ve 2641 numara ile, İbn Mâce, Fiten kitabında 3991-3992 ve 3993 numara ile Darimi, Siyer Kitabında 2518 numara ile Ahmed b. Hanbel, Müsned'inde 2/3321 3/120-145; 4/102 de. Suyuti, el'Câmi’us-Sağir'inde (Feyz'ul Kadir'de 2/20 de 1223 numara ile Sehâvi, Mekâsıd'ında shf. 158159 da. Aclûni, Keşful Hafâ'sında 1/369-370 de, Albani, Sahih’ul Cami’nde 2/375 de rivayet etmiştir.
[5] Âli-İmran: 105
[6] Hûd: 118-119
[7] Bakara: 213
[8] Hud: 118-119
[9] Dehr zaman anlamına bir kelimedir. Günümüzde yaşanan hayattan başka bir şeye inanmayanlara materyalist denmektedir. Böyle kimselere eskiden "Dehriyyün" denirdi. Yaşamanın ve ölmenin dehr'in elinde olduğunu söyleyenlere Casiye suresi 24. ayetinde işaret vardır. (Çeviren).
[10] Hûd: 119
[11] Âl-i İmran: 103
[12] Hûd: 119
[13] Bakara: 213
[14] Hadisi İbn Kesir, tefsirinde Bakara suresi 213. ayetini tefsir ederken zikretmiştir, İbn Kesirin Abdurrazzak'ın Musannef isimli kitabına nisbet ettiği hadiste küçük kelime farklılıkları vardır. Ayrıca bakınız: Tefsir-u İbni Kesir, 1/237, Mısır, 1988 basımı; Kurtubî Tefsiri. 3/32 Hey'et'ül Küttâb'il Mısriyye basımı, Sahih İbn-i Hıbban, 4/197-5/90, Zâd'ul Meâd, İbnul Kayyım, 1/3641/414 Müesseset'ür Risale basımı
[15] Burada A'râf suresi 172. ayetine işaret edilmektedir. (Çeviren)
[16] Bakara: 213
[17] Hadisi Buharı, İ'tisam kitabında iki hadis halinde (Feth'de 7319-7320 numara ile), Müslim, İlim kitabında 2669 genel numara ile Tirmizi, Fiten kitabında 2180 numara ile İbn Mâce, Fiten kitabında 3994 numara ile Ahmed b. Hanbel. Müsned'inde 2/327-367-450-511-527, 3/84-94. 4/125. 5/218-340 da rivayet etmiştir.
[18] Hadisi Buhari, Cihad 'Siyer ve Cizye kitabında (Fethde 3053 ve 31 68 numaralar ile) Müslim, Vasiyyet kitabında bu kitapta 22 numara ile Ahmed b. Hanbel, Müsnedinda 1/90 ve 1/222 de 693 ve 1935 numara ile (Ahmed Şâkir’in tahkik ettiği basım) rivayet etmiştir.
[19] Hadisi Buharı, İlim ve İ'tisam kitabında (Feth'de 100 ve 7307 numara ile Müslim, İlim kitabında 2673 genel numara ile Tirmizi İlim kitabında 2652 numara ile İbn Mâce, Mukaddime de 52 numara ile Dâremi Mukadddimede 239 numara ile İbn Hıbban sahihinde 7/48. 8/254 ve 255 de rivayet, etmiştir.
[20] Yazar hadisi Buhari'ye nisbet etmekte hataya düşmüştür. Aslında hadis, ne Buhari'de, ne de Müslim'de vardır. Sünen sahiplerinden sadece İbn Mâce rivayet etmiştir. Hadis, İbn Mâce'de Fiten kitabında 2/1339 da 4039 numaradadır. Hadisi ayrıca Ahmed b. Hanbel Müsnedinde rivayet etmiştir. Bu hadis gelecekten, ilerde insanların karşılaşacağı zamanlardan haber vermektedir. Bu zamanlarda bol yağmurlar insanları aldatacak, çok mahsul olacağı ümidine kapılan insanlar umduklarını bulamayacaklardır.
[21] Bu zât Şamlı Mekhûldur. Mürsel rivayeti çoktur. Beşinci tabakadandır. Hicretin 113. yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib, 2/273; Şezerat, 1/146; Cerh ve Ta'dil, 4/222
[22] Bu zat Süfyan b. Said b. Mesruk es-Sevridir. Künyesi Ebu Abdillah olup Kufelidir. Güvenilir' ibadetine düşkün, imam ve hüccet olan bir fıkıh bilginidir. Yedinci tabakanın ileri gelenlerdendir. Bazı rivayetlerinde karışıklık yapardı. Hicretin 171 yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib. 1/311: Şezerat, 1/250; Cerh ve Ta'dil, 4/222
[23] Nebat: İrakla Filistin arasında yerleşmiş satni ırktan bir topluluğun adıdır.
[24] Sözü edilen yer vakıf durumunda olduğu için satılıp satılmaması kâdi'nin kararına ihtiyaç göstermekdir. (Çeviren)
[25] (Yazar böyle diyorsa da) Hanefi kaynaklarında onların mezhebine göre bu tür el değiştirmenin caiz olduğu yazılıyor. Şimdi uygulama da böyledir.
[26] Âl-i İmran: 7
[27] Câsiye: 23
[28] Zuhruf: 23
[29] Zuhruf: 24
[30] Şuara: 72-73-74
[31] Hz. Ali'nin sözündeki “ölüler” ifadesinden maksat yaptıklarına uyulan sahabe ve onlar gibi olanlardır. Sözün dış ifadesi, onlara tek olarak değil topluluk olarak uyulması gerektiğini bildirmektedir.
[32] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/191-206.
[33] Haruriler Hâricilerin bir koludur. Hariciler, Hz. Ali'ye savaş açan kimselerdir. Harurilerin din hakkında katı görüşleri olduğu bilinmektedir. Haruriyye Küfe dışında Harura denilen yere nisbet edilen bir topluluktur. Burası onların Hz. Aliye karşı çıktıklarında ilk toplantı yaptıkları yerdir.
[34] Said b. Cübeyr aslen Kûfelidir. Velâ yoluyla Esedî kabilesinden olmuştur. Güvenilir ve sağlam bir fıkıh bilginidir. Hz. Aişe, Ebu Musa ve diğerlerinden yaptığı rivayetler mürseldir. Hicretin 195. yılında Haccac'ın huzurunda öldürülmüştür. Bakınız: Takrib, 1/292; Şezerat. 1/108; Cerh ve Tadil, 4/9
[35] Maide: 44
[36] En'am: 1
[37] Hucurât: 9
[38] Hadisi Buhari. İstitâbet'ül Mürteddin, Meğazi ve Diyât kitaplarında. (Feth’de 6922-4341-4342-4345/6878 ve 3017 numara ile) Ebu Davud, Hudud kitabında 4351-4352-4353-4353-4354-4355-4356 ve 4360 numara ile Tirmizi, Diyât ve Hudud kitaplarında 1402 ve 1458 numaralar ile. Nesai Tahrim'ud-Dem kitabında 7/104/105 ve 7/90-91 de, İbn Mâca, Hudud kitabında 2553 numara ile Mâlik Muvatta'ında Akdiye kitabında 15 numara ile Abmed b. Hanbel Müsned'inde 1/217-282-322-382-409-430-444-646; 5/231 ve 6/58 de, İbn Hıbban Sahihinde 6/323 ve 7/449 da rivayet etmiştir. Ayrıca bakınız: Feyz'ul Kadir. 6/95, 8559 numaralı hadis.
[39] Bu zat sahabi Mâbed İbn Halid el-Cüheni değildir. Bilakis Kaderiyyeci olan Ma'bed İbn Halid el-Cüheni'dir. Onun İbn Abdillah İbn Alim olduğu söylenir. Dedesinin ismi, rivayete göre Uveymir'dir. Sikadır, fakat bid'atçıdır, Basra'da Kaderiye fikrini açıktan ilk savunan kişidir. 80 yaşında öldürüldü (Bak. et-Tatrib. 2/262; Şerezat; 1/78-88)
[40] Bu sözün anlamı, bid'at, işleyen bir kimse bunu yaparken delile uyuyorsa, bu davranışı sebebiyle kâfir sayılmaz demektir.
[41] Bu ifade orijinal nüshada da aynen böyledir. Bunun anlamı, dindeki asıl meseledeki bu ihtilaf, amaç doğru olduğu sürece İslam dininden olmayı ihlâl etmemesi va hata yapanı mazur görme bakımından feri meselelerdeki ihtilaf gibidir.
[42] Araf: 32
[43] Zuhruf: 58
[44] En'am: 57
[45] Maide: 95
[46] Nisa: 35
[47] Bu zat Süheyl b. Amr olup künyesi Ebu Zeyd'dir. Kureyş'ten Beni Cesl h. Amir b. Lüey'dendir. Bu ise Ebu Cendel'in babasıdır, Kureyş'in ileri gelenlerinden ve hatiplerindendir. Müslüman değil iken peygamber Huneyn'e çıktığında o da çıkmıştı. Ci'rane'de müslüman oldu. Kalbi İslama alıştırılanlardan iken sonraları iyi bir müslüman oldu. Hicretin 18. yılında mevas taununda vefat etmiştir. Bakınız: Maarif, shf.284; Şezerat. 1/28; Cerh ve Ta'dil. 1/245.
[48] Hadisi Buhari, Sulh. Şurüt, Cizye ve Meğazi kitaplarında (feth'de 2698-2699-2731-2732 3184 ve 4251 numara ile) Müslim, Cihâd kitabında 1783-1784 ve 1785 genel numara ile Ebu Davud, Cihad kitabında 2765 numara ile. Dârimi, Siyer kitabında 2507 numara ile Ahmed b. Hanbel. 1/86-87- 342 de 656 ve 3187 numara İle, Hâkim, Müstedrekinde 2/150-152 de, rivayet etmiştir. Ayrıtıa bakınız: Mecme'uz-Zevaid, Heysemî. 6/235-237-239; Siyer "i İbn-i Hişâm; 3/366 (Dâr'ul Hidâye. Kahire basımı)
[49] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/207-213.
[50] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/214-215.
[51] Rum: 31-32
[52] En'am: 159
[53] Âl-i İmran: 103
[54] En'am: 153
[55] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/216.
[56] Hadisi bu lafız ile İbn Abbastan İbn Ebî Şeyhe rivayet etmiştir. Hadisi ayrıca Teberani Mu’cemi Kebir’inde rivayet etmiştir.10/350.12/440 Hadis numarası 10687 ve 13604. Bu kaynaklardan başka: Hakim. Müstedrek'inde 1/117 ve 118 de. Zebîdı, İthaf’ us-Sade de 6/334 de Ahmed b, Hanbel Müsned. 1/118 de, Ebu Davud, Sünnet kitabında. 4/242 de 4758 numara ile Cem’ul Cevami'de Suyuti. 22241 den 22251 numaraya kadar olan hadislerde rivayet etmiştir.
[57] Hadisi Müslim. İmaret kitabında 1853 genel numara ile rivayet etmiştir.
[58] Hucurat: 9
[59] Hadisi Tirmizi, İman kitabında 2641 numara ile rivayet etmiştir. Tirmizi'deki hadis şöyledir: "İsrail oğullarının başına gelen, ümmetimin de başına adım adım gelecektir. O derecede ki onlardan açıktan (herkesin gözü önünde) anası ile cinsel ilişkide bulunan olursa, ümmetimden de mutlaka bunu yapan olacaktır..." Tirmizi hadisi rivayet ettikten sonra şöyle diyor: "Bu hadis tefsir edilmiş/açıklanmış bir hadistir. Hadis garip olup, onu ancak bu vecih ile biliyoruz."
[60] Hadisi, Ahmed b. Hanbel Müsned'inde 3/321 ve 399, 4/243'de 14493 ve 15347 numaralarla rivayet, etmiştir. Müsned'deki rivayetin sonunda şu fazlalık vardır: "Ey Ka'b b. Ucre! Oruç (günahlara karşı insanı koruyan) bir kalkandır. Sadaka hataları söndürür. Namaz Allah'ı yakınlık ve bir delildir. Ey Ka'b b. Ucre! Haramdan oluşan et cennete girmez. Ona en münasip olan cehennem ateşidir. Ey Ka'b b. Ucre! İnsanlar yola çıkan iki kişiden ibarettir; Birisi nefsini (Allah yolunda) satın alır ve onu özgürlüğe kavuşturur. Diğeri nefsini satar ve onu mahveder." Hadisi, ayrıca Tirmizi Cuma kitabında rivayet etmiş ve "Hadis bu veçhile gariptir.'" demiştir. Fakat fiten kitabındaki rivayetinde "Hadis, sahihtir gariptir." demiştir. Hadisler Tirmizi'de 614 ve 2259 numaradadır. Nesai, Bey'at kitabında, 7/160-161 de, İbn Hıbban. Sahihinde 3/111 ve 7/23 de. Hâkim. Müstedrekinde 3/479-480 ve 4/422 de rivayet etmiştir. Ayrıca bakınız: Mecme'uz-Zevaid. Heysemi, 5/247
[61] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/217-219.
[62] En'am: 159
[63] Bu ayette ve Rum 32. ayetinde bulunan bu kelimeyi bu şekilde okuyan. Kıraat imamlarından Hamza ve Kisâidir.
[64] Âl-i İmran: 106
[65] Hadisi, Buhari Hac ve Fiten kitaplarında (Feth'de 1739-1741-7077-7078-7079 ve 7080 numalara ile) rivayet etmiştir. Ayrıca Müslim, İman kitabında 65-66 genel numara ile, Tirmizi, Fiten kitabında 2193 numara ile Nesâi, Tahrîm'ud-dem kitabında 7/126/127 de, İbn Mâce, Fi'ten kitabında 3942-3943 ve 3944 numara ile Ahmed b. Hanbel Müsned'inde 1/230 da 2036 numara ile. Dârimi, Menasik kitabında 1921 numara ile İbn Hıbban sahihinde 1/250 ve 7/572 de rivayet etmiştir. Ayrıca bakınız: Feyzul Kadir, Münavi, 6/394 Hadis no: 9767
[66] Hadisi Müslim İman kitabında 118 genel numara ile rivayet etmiştir. Ayrıca Tirmizi, Fiten kitabında 2195-2197-2198 numara ile ve Ahmed b.Hanbel Müsned'inde 2/523 de rivayet etmistir.
[67] En'am: 159
[68] İhtimal ki yazar “yön” ile Yüce Allah'ın bir yönde olduğunun söylenmesini kasdetmiştir.
[69] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/220-222.
[70] En'am: 159
[71] En'am: 153
[72] En'am:153
[73] Enam: 57
[74] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/223-225.
[75] En'am. 136. ayetine bakınız.
[76] Maide: 103. ayetine bakınız. Ayrıca bu kitabın altıncı bölümünün baş tarafında bu hayvanlar hakkında bilgi verilmiştir.
[77] En'am: 144
[78] En'am:143
[79] En'am: 144
[80] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/226-227.
[81] Bu hadis. Müslim'in Zekat kitabında rivayet ettiği hadisin bir parçasıdır, hadisin numarası 147 dir.
[82] En'am: 57
[83] Bu hadis. Müslim'in Taharet ve Cenaiz kitabında rivayet ettiği sahih bir hadistir. Hadis Müslim'de 249-974 ve 975 genel numara ile rivayet edilmiştir, hadisi ayrıca Nesai Taharet kitabında 1/93-94-95 de, İbn Mâce, Cenaiz kitabında 1546 ve 1547 numara ile. Zühd kitabında 4036 numara ile Mâlik. Muvatta'mda Taharet kitabında 28 numara ile rivayet, etmiştir.
* Vakıa 9 ve devamındaki ayetlerin meal ve tefsirine bakınız. (Çeviren).
[84] Maide:117-118
[85] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/228-231.
[86] Mutezile- Birlikten çıkıp ayrılan İslam fırkalarından biridir. Bu fırka akla dayanmış felsefe ve kelam ilimlerini üretmekte aklı birinci derecede tutmuş bir mezheptir. Bunu ilk ortaya koyan muteziledir. Mutezilenin kurucusu Vasıl b. Atadır. Vâsıl, Hasen Basri'nin talebesi idi. Hariciler büyük günah işleyen kimseyi kâfir sayınca, ehl-i sünnet böyle bir kimsenin kâfir olmayıp fâsık/günahkâr olduğunu söyledi. Vâsıl ise: "O kimse ne mü'min. ne de kâfirdir." dedi. Bunun üzerine Hasen Basri meclisinden onu kovdu. Vasıl'ı destekleyen arkadaşları oldu. Onlarla birlikte ehl-i sünnet vel'Cemâat'tan ayrıldılar. Bunlara "Mutezile" adı verildi. Onlar (kulların yaptığı işlerde) Allah'ın kudreti olmadığını, kulun kudreti olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre Kuran mahluktur.
[87] Şia. Hz. Ali'ye ve onun aile bireylerine taraftar olan kimselerdir. Hz. Ali taraftarları özellikle bu isimle anılır olmuştur.
[88] Hariciler: Hakem meselesinin ortaya çıkışında Hz. Ali'ye başkaldıran kimselerdir. Bunlar 12 bin kişi olup Hz. Aliyi kâfir saymışlardır. Hariciler şöyle demişlerdir: İster Kureyş'ten olsun, ister başkalarından olsun, bir kimse devlet başkanlığına getirilir ve adaletli davranırsa, devlet, başkanlığı geçerlidir. Hariciler, devlet başkanı/imam belirlemenin vacip olmadığı görüşündedir. Bunlar Hz. Osmanı da kâfir sayarlar.
[89] Mürcie: Onlara bu adın verilmesi yapılacak işi niyetten sonraya bırakmalarından veya ümidi kötüye kullanarak, "iman sahibi olan kimseye işlediği günahı zarar vermez" demelerinden dir.
[90] Neccâriye: Bunlar, Muhammed b. Hüseyin Neccar'ın adamlarıdır. Bunlar kulların işleri meselesinde ehl-i sünnet gibi düşünür, "güç yetmesi iş ile beraberdir, kul yaptığı işi kazanır'' derler. Allah'ın "Kelâm" sıfatının muhdes/sonradan olduğu ve diğer sıfatlarının yok olduğu hususunda Mutezile gibi düşünürler.
[91] Cebriye: Bu kelimenin kökü olan "cebr' kulun yaptığı işin Allah'a ait olduğunu söylemektir. Cebriyenin, bir orta derecede olanı vardır ki. Eş'arîler gibi kulun yaptığı işi kazandığını söylerler. Bir de katıksız cebriye vardır ki, cehmiye gibi kulun hiçbir kudret/güç sahibi olmadığını ve Allah'ın bir işi olmazdan önce bilmediğini söylerler. Cebriye mezhebinden olanlar Allah'ın görülmeyeceği, Allah kelamının mahluk olduğu, akıl ile marifetin gerekli olduğu hususlarıda mutezilenin görüşündedirler.
[92] Müşebbihe: Bunlar Allah'ı yaratılmışlara benzetenlerdir. Kimileri Şîanın taşkınlarından, kimileri Haşviyyedendir. Mudâr, Hems ve Hüceymi gibi, bunlar Allah hakkında -ki Allah bunların benzetmesinden uzak ve yücedir- şöyle derler: O kan ve etten oluşan bir cisimdir, organları vardır. Hatta bunlardan bazısı birtakım sapık şeyler söylemiştir.
[93] Naciye: Bu grup cehennemden kurtulan fırkadır ki bunlar ehl-i sünnet, vel-cemâattir. Böyle denmesi, Hz. Peygamberin hadisinde “cennette olan tek grup (benim ve ashâbının yolu üzere olan) cemaittir.” Buyurmuş olmasındandır.
[94] Vâsıkıyye: Vâsıl b. Atâ'nın adamlarıdır. Bunlar. Allah'ın sıfatlarını, kaderi, Allah'ın kötülük yaratmasını kabul etmezler ve iki menzile arasında bir üçüncü menzile olduğunu kabul ederler. Bunlara göre Hz. Osman'la onu öldürenlerden iki taraftan birinin hatalı olduğuna hükmetmek gerekir. Hz. Osman bunlara göre mü'min de değildir, kâfir de değildir. Osman'ın cehennemde ebedi kalması (nı söylemek) caizdir, Hz. Ali ve onunla savaşanlar da böyledir. Bunlar Hz. Ali. Talha ve Zübeyr; artık Cemel olayından sonra bir demet bakla hakkında dahi şahitlik yapsalar, şahitlikleri kabul edilmez demişlerdir. Lian yapanları şahitliği kabul edilmediği gibi.
[95] Amriyye: Bunlar, bir önceki grup gibidir. Ancak Vasiliyyenin üzerinde konuştuğu iki grubun da fâsık/günahkar olduğu görüşündedir.
[96] Hüzeyliyye: Bunlar Ebu'l-Hüzeyl Allaf’ın adamlarıdır. Bunlara göre Allah'ın takdirlerinin bir sonu vardır. (Cennet ve cehennemde) ebedi kalacaklar, sonunda yok olacaklardır. Allah'ın ilim, kudret, irade gibi sıfatları hakkında yanlış fikirleri vardır. Hüccet, içlerinden bir tanesi cennetlik olan 20 kişinin haber vermesi ile gerçekleşir.
[97] Nazzamiyye: Bunlar İbrahim b. Seyyar Nazzam'ın adamlarıdır. Görüşlerinden bazıları şöyledir: Kulların dünyada yaptıkları işlerden onlar için yararlı olmayanı yapmaya Allah'ın kudreti yoktur. Allah, mükâfat ve cezayı artırıp eksiltemez. Allah'ın bir işini murad etmesi, onu yaratması, kulun işini murad etmesi, onu emretmesi demektir. İnsan ruh'tur, beden onun âletidir. Arazlar, cisimlerden ibarettir. Cevher, arazlardan oluşmuştur. Bilgi ve cahillik, iman ve küfür gibidir. Allah varlıkları bir defa yaratmıştır. Öncelik ve sonralık ortaya çıkıştadır. Kur'an’ın nazmında i'caz özelliği yoktur. Tevatürde yalan olma ihtimali vardır, tema ve kıyas hüccet değildir. Nâzzamiye bir sıçrama ile Rafızîliğe eğilim yapmış, devlet, başkanı/imamın kendisinden sonra gelecek imamı belirleyip onu tesbît etmesinin vacip olduğu görüşünü benimsemiştir. Fakat bunlara göre Hz. Ömer bunu gizlemiş yapmamıştır. Nazzamiyeye göre zekât nisabından aşağıda bir miktarda hainlik veya zulüm yapan fasık olmaz.
[98] Esvâriyye: Bunlar Esvâri'nin adamlarıdır. Daha önceki görüşlerden fazla olarak "Allah'ın yok olduğunu bildirdiği veya yok olduğunu bildiği şeye gücü yetmez. İnsanın gücü yeter" görüşüne sahiptirler.
[99] İskâfiyye: Bunlar Ebû Cafer İskâfın adamlarıdır. Bunlar: Allah akıl sahiplerine zulmetmeye kadir değildir. Çocuklara ve delilere zulmetmeye kadirdir, demişlerdir.
[100] Ca'feriyye: Bunlar Ca'fer b. Ebî Mübeşşir ve İbn Harb'in adamlarıdır. Daha öncekilere ilaveten bunların şu görüşleri de vardır: Ümmetin fâsıkları/günahkarları arasında zındıklardan ve mecusilerden daha şerli olanlar vardır. Şarap içene had cezası uygulama konusunda icma hatadır. Bir tek tane çalan imandan çıkar.
[101] Bişriyye: Bunlar Bişr b. Mu’temir'in adamlarıdır. Bunlar derler ki: Renk, tad, koku ve diğer arazlar doğan şeylerdir. Kudret/gücü yeter olmak bünyenin sağlıklı olmasıdır. Allah zulüm şeklinde de olsa çocuklara azap edebilir. Eğer azap ederse akıllı ve günahkar olması gerekir. Bunda çelişki vardır.
[102] Mezdâriyye: Bunlar Bişr'in talebesi olan Ebu Musa İsa b. Sabih el-Mezdar’ın adamlarıdır. Bu grup der ki: Allah zulmetmeye ve yalan söylemeye kadirdir. Bir işin iki kişiden birden meydana gelmesi caizdir. İnsanların kuran gibisini ve daha güzelini meydana getirmeye gücü yeter. Sultana bulaşan kâfirdir, kendisine vâris olunmaz. Yapılan işlerin yaratıldığını ve Allah'ın (ahirette) görüleceğini söyleyen de böyledir.
[103] Hişamiyye: Bunlar, Hişam b. Arar el-Ğavtî'nin adamlarıdır. Görüşleri şöyledir: Allah a "vekil" denemez. Çünkü vekil olmak, onun vekâletini aldığı birinin olmasını gerektirir. Allah kalplerin arasını birleştirdi, denemez. Arazlar/cisimler Allah'ın ve Rasülünün var olduğunu göstermez. Kur'anda helal ve haramı gösteren bir şey yoktur. İhtilaflı bir durumda devlet başkanı seçilen kimsenin başkanlığı gerçekleşmez. Cennet ve cehennem henüz yaratılmamıştır. Hz. Osman kuşatılmamıştır ve öldürülmerniştir. Bir kimsenin namazı bozulursa, namazını düzeltir. Fakat ilk namazında günah işlemiştir ve bu nehyedilmiş/yasaklanmıştır.
[104] Salihiyye: Bunlar. Sâlihî'nin adamlarıdır, İlim, kudret, irade, işitme ve görme özellikleri ölünce de var olabilir. Cevherin arazsız olması caizdir.
[105] Hâitiyye: Bunlar. Ahmed b. Hâit'in adamlarıdır. Bunlar "dünyanın iki Allah'ı vardır; birisi ezelden beri var olan, diğeri sonradan olandır ki ahirette insanları hesaba çekecek olan o'dur, derler.
[106] Hadbiyye: Bunlar, Fadl el-Hadbî'nin adamlarıdır. Daha öncekilere ilâveten şu görüşlere sahiptir: Reankarnasyon (ruhların başka kalıp ile yeniden dünyaya gelmesi) vardır. Her canlı (hayvanlar da) yükümlüdür.
[107] Ma’meriyye; Bunlar Ma'mer b. Abbas es-Sülemî'nin adamlarıdır. Görüşleri şöyledir: Allah cisimlerden başka bir şey yaratmamıştır. Ezeli (kadim) olması diye bir şey yoktur. Kendi nefsini bilmez. İnsanın 'irade'' dışında fiili/eylemi yoktur.
[108] Sümamiyye: Bunlar, Sümâme b. Eşres en-Nemeri'nin adamlarıdır. Görüşleri şöyledir: Sonradan doğan şeylerin fâili/yapanı yoktur. Marifet, düşünmekle meydana gelir. Din olayından önece marifetin olması vaciptir. Yahudiler, Hristiyanlar, Mecusiler ve Zındıklar ne cehenneme, ne de cennete girmeyeceklerdir. Bunlar toprak olacaktır. Güç yetmek organların sağlıklı olması demektir. Kâfirlerden Allah'ı bilmeyen ma'zurdur. Marifetlerin hepsi zaruridir. İrâde dışında insanın fiili/eylemi yoktur, irade dışındakiler, meydana getiren olmaksızın var olur. Alem doğal olarak Allah'ın fiili/yaratmasıdır.
[109] Hayyatıyye: Ebu'l'Hasen b. Ebî Amr el-Hayyat'ın adamlarıdır. Görüşleri şöyledir: Kader vardır. Yok olan bir şeye "şey", "cevher" ve "araz" demek olabilir. Allah'ın iradesi onun ikrah etmemesi ve (kendisine) ikrah/zorlama yapılmamasıdır.
[110] Câhızıyye: Bu grup Amr b. Bahr el-Câhız'ın adamlarıdır. Bunlara göre tüm marifetler zaruridir. Şahidin iradesi yoktur. Şahitlik unutmamak ve başkasının fiiline/yaptığına meyldir, isimlerin tabiatları vardır. Cevher yok olabilir. Cehenneme gidenler, onları oraya Allah koyduğu için değil, cehennem onları cezbettiği için cehenneme giderler. Hayır ve şer kulun işidir. Kuran bir bedendir. Bazen bir erkek, bazen de kadın kılığına dönüşür.
[111] Bu grup Ebu'l-Kasım b. Muhammed el-Kâ'bî'nin adamlarıdır. Bunlar. Allah'ın işi iradesi dışında gerçekleşir. O, kendisini de başkasını da ancak biliyor anlamında görür, derler.
[112] Bu grup Ebu Ali El'Cübbâinin adamlarıdır. Görüşleri şöyledir: Allah'ın iradesi sonradan olmadır, yeri belli değildir. Alem fânidir, yok olacağı zaman belli değildir. Allah, bir cisimde yarnttığı kelam ile konuşur. Allah ahirette görülmeyecektir. Kul kendi fiilini/eylemini kendisi yaratır. Büyük günah işleyen kimse, mümin değildir, kâfir de değildir. Tevbe etmeden ölürse cehennemde sonsuza kadar kalır. Evliyanın kerameti yoktur. Mükellef kimseye, aklını geliştirmesi mükellef için yükümlülük sebeplerini hazırlaması vaciptir. Peygamberler günahsızdır. Bu görüşlere Ebû Hâşim'de katılmıştır. Ebu Haşim ayrıca şöyle demiştir: Allah âlimdir, fakat bunun âlimliği gerektiren durum ve sıfatı yoktur. O'nun işitmesi ve görmesi, O'nun eksiksiz ve kusursuz diri olması demektir. Karşılığı olmak üzere acı vermek caizdir.
[113] Beheşmiyye: Bu grup Ebû Hâşim'in babasından ayrı olarak oluşturduğu fikirleri benimseyen kimselerdir. Bu görüşler şunlardır: Günah söz konusu olmaksızın cezayı ve öldürülmeyi hak etmek mümkündür. Çirkinliğini bilerek günahı devamlı işleyen büyük günah sahibinin tövbesi yoktur. Allah'ın birtakım halleri vardır ki bunlar sonradan olma da değildir, ezeli de değildir. Malum da değildir, meçhul de değildir.
[114] Sekiz ana gruptan ikincisi Şia'dır. Bunlar 22 gruptur. İçerisinde birbirlerini kâfir sayan vardır. Hepsinin esası üç grup olup Gulât, Zeydiyye ve İmamiyyedea ibarettir.
[115] Sebeiyye: Bu grup, Abdullah b. Sebein adamlarının oluşturduğu topluluktur. İbn Seb'e Hz, Aliye: "Sen gerçekten Allah'sın" demiş, onun hakkında şöyle söylemiştir: O ölmedi ibn Mülcemin öldürdüğü şeytan'dır. Ali bulutlardadır. Gökgürültüsü Ali'nin sesidir. Şimşek onun kırbacıdır. O (gelecekte) yeryüzüne inecek ve dünyayı adaletle dolduracaktır. Bunlar gök gürültüsü işittiklerinde". "Sana selam olsun, ey mü'minlerin emiri!" derler,
[116] Kamıliyye: Bu grup, Ebu Kâmil'in adamlarından oluşmuştur. Bunlar. Hz. Ali'ye biat etmeyi terk ettikleri için sahabeyi kâfir sayar, hakkını aramayı terk ettiği için Hz. Ali'nin de kafir olduğunu söylerler. Ölümden sonra ruhun başkasına geçerek tekrar dünyaya geleceğine ve imamlığın (devlet başkanı olmanın) bir nur olup başkasına geçebileceğine inanırlar.
[117] Beyaniyye: Bunlar, Beyan b. Sem'ân et'Teymî'nin adamlarıdır. Derler ki: Allah insan şeklindedir. Her tarafı yok olur, sâdece yüzü yok olmaz. Allah'ın ruhu Ali'ye geçmiştir. Ondan da oğlu Muhammed b. Hanefiyye'ye, sonra onun oğlu Ebû Haşim'e geçmiş, sonunda Beyan'da kalmıştır.
[118] Mağîriyye: Bu grup. Muğire b. Said el-Acli'nin adamlarından oluşur. Acli demiştir ki: Allah İnsan şeklinde bir cisimdir, nurdandır. Başında bir tac vardır. Kalbi hikmet kaynağıdır. Allah mahlukatı yaratmak istediği zaman İsm-i A'zam ile konuşmuş ve uçmuştur. Neticede başına bir taç düşmüştür. Sonra avucunun içine kullarının ne yapacağını yazmış, (işlenecek) günahlara kızmış, neticede terlemiştir. Bundan iki deniz oluştu. Birisi karanlık ve tuzlu, diğeri tatlı ve nur idi. Sonra nur olan denizde tecelli edip orada gölgesi göründü. Gölgesini oradan çıkardı ve ondan güneşle ay'ı yaratıp geri kalanı kendisine ortak olmasın diye yok etti. Sonra insanları yarattı: karanlık denizden kâfirleri, nurlu denizden mü'minleri yarattıktan sonra Muhammedi gönderdi, İnsanlar sapıklık içinde idi. İnsanlara emaneti arz etti. Emanet Ali'nin imametine engel olup olmamak idi. Sunulan emaneti gökler, yer ve dağlar korkarak kabul etmekten çekindi. O emaneti insan yüklendi. O Ebu Bekir idi. Ebu Bekir Ömer'in emriyle, halifeliğin kendisinden sonra Ömer'e bırakılması şartı ile bu emaneti yüklendi. "Şeytan'ın benzeridir..." (Haşr. 16) âyeti Ebu Bekir ve Ömer hakkında gelmiştir. Beklenen imam Zekeriyya b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin'dir. O İsfahanda bir dağda yaşamaktadır, o dağ taştan ibarettir. Muğire'nin Allah olduğu da söylenmiştir.
[119] Cenahiyye: Bunlar Abdullah b. Muaviye b. Abdullah Ca'fer zül'Cenaheyn'in adamlarıdır. Bunlara göre ruhlar ölümden sonra başka bedenlere geçiş yapar. Allah'ın ruhu Adem'de idi. Sonra Şît'e, peygambere ve imamlara geçti. Nihayet Ali ve üç oğluna geçti. En sonunda bu Abdullah'a geçti. O Isfehan'da bir dağda yaşamaktadır. Bunlar kıyameti inkar edip, haramları helalleştirmişlerdir.
[120] Mansuriyye; Bu grup, Mansur el-Acelî'nin adamlarıdır. Bunlara göre imamet Hz. Hüseyin'in oğlu Muhammed’indir. O göğe çıkmış, Allah başını okşayarak: Ey oğul! Git ve benim buyruklarımı tebliğ et. İşte bu imam keşiftir. Peygamberler (Hz. Muhammed ile) son bulmamıştır. Cennet kendisini desteklemekle emrolunduğumuz bir adamdır, Cehennem, bunun zıddıdır. Farzlar ve haramlar da böyledir.
[121] Bu grup Ebu'l Hattab el-Esedî'nin adamlarıdır. Derler ki: İmamlar peygamberdir. Ebu'l-Hattâb da nebidir. Ona itaat edilmesini farz kıldılar. Hatta imamlar Allah'tır Hasan ve Hüseyin Allah'ın oğullarıdır. Cafer ve Allahtır, fakat Ebu'l-Hattab ondan daha üstündür, Ali'den de üstündür. Hattabiyye muhalifleri hakkında kendilerinden olanların yalancı şahitlik yapmalarını helâl görürler. İmam, öldürüldükten sonra da yaşar. Cennet, dünyanın nimetleri, cehennem dünyadaki acılardır. Bunlar haramları helal saymış, farzların yapılmamasını mubah görmüşlerdir. Bunlara inananlara göre imam, doğmuş bir aydır. Her mü'mine vahiy gelir. Onlar içerisinde, Cebrail ve Mikailden daha hayırlılar vardır. Onlar ölmezler, belki melekûte çıkarılırlar. Bir başka söyleyişe göre İmam Amr b. Benan el-Aceli'dir. Şu kadar ki onlar ölürler.
[122] Ğurabiyye: Bunların inancına göre Muhammed ile Ali, iki karganın birbirine benzediğinden çok birbirlerine benzerler. Bunun için Cebrail hata ederek peygamberliği ve Ali'ye götüreceğini. Muhammed'e götürdü.
[123] Zemmiyye: Bunlar Hz. Muhammed'i kötülerler. Çünkü Ali Allah'tır. Muhammed'i insanları Ali'ye davet etmesi için göndermişti. Fakat o insanları kendisine davet etti. Bunlar her ikisinin de Allah olduğunu söylediler. Hangisinin öncelikli olduğunda ihtilâf ettiler. Bunlara göre beş kişi Allah kabul edilmiştir. Muhammed, Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma. Ancak kadın(dan Allah olmuş demenin) utancından kaçındıkları için Fatıma demezler.
[124] Hişâmiyye: Bu grup şöyle diyor: Allah cesettir. İbn'ul Hakem diyor ki: o, (Allah) uzundur, enlidir, derindir. Beyaz gümüş külçesi gibidir. Her yönden parlar. O'nun rengi, kokusu, tadı, organı vardır. Bu anılanlardan başka sıfatı yoktur. O oturur, kalkar, yeraltında olan şeyleri dahi kendisinden yayılan ve yine kendisine dönen ışınlarla bilir. Kendi karışı ile yedi karış (uzunluğunda) dır. Tâ arşa dokunur. Arş ile arasında farklılık yoktur. O'nun iradesi öyle bir harekettir ki kendisinin aynı da değildir, gayrı da değildir. O varlıkları (olayları), olduktan sonra bilir. Bu bilgi ezeli de değildir, sonradan olma da değildir. O'nun konuşması, kendisinin bir şifalıdır ki, yaratılmış da değildir, kendisinden gayrı da değildir. Bir takım amaçlar Allah'a delalet edip onu göstermez. İmamlar ma'sumdur/günahsızdır. Enbiya/Peygamberler böyle değildir. İbn Salim diyor ki: O (Allah) insan şeklindedir. Onun bol ve uzun bir saçı vardır. Üst yarısının içi boştur.
[125] Zürariyye: Bu grubun başı Zürâre b. A'yün'dür. Bunlar sıfatların sonradan olduğunu, sıfatlardan önce hayat bulunmadığını söylerler.
[126] Yunusiyye: Bu grubun başı Yunus b. Abdurrahman Lakmî'dir. Yunus şöyle demiştir: Allah meleklerin taşıdığı bir arşın üzerindedir. Allah meleklerden güçlüdür. Arşın durumu, kendisini iki ayağının taşıdığı turna kuşu gibidir.
[127] Şeytaniyye: Bu grubun başı. Muhammed b. Numan'dır. Lakabı "'Dağ'ın şeytanı" dır. Allah hakkında şöyle demiştir: O insan şeklinde, cisim olmaksızın bir nurdur. Olayları/eşyaları, oluşundan sonra bilir.
[128] Rızâmiyye: Bu grup şöyle diyor İmamet, Muhammed b. Hanefiyye'nindir. Ondan sonra oğlu Abdullah'ın, sonra Ali b. Abdullah b. Abbas'ın sonra çocuklarınındır. Sonra Ebu Müslim'e Allah geçiş yapmıştır. O, öldürülmemiştir. Bunlar, haramları helâl saymışlardır.
[129] Müfevviza; Bu grup şöyle diyor: Allah dünyanın yaratılmasını Muhammed'e bırakmıştır. "Ali ye bırakmıştır" da denilmiştir.
[130] Bedâiyye: Bunlar Allah için "Bedâ" nın caiz olacağını söylemişlerdir.
[131] Nasriyye: Bunlara "İshakıyye" de denilmiştir. Bu grup. Allah'ın Ali'ye geçtiğini söylemişlerdir. İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/232-236.
[132] İsmailiyye nin yedi lakabı vardır:
1- Bâtınıyye: Böyle denmesi "Kitabın iç manası esastır, dış manasına uyulmaz" demelerindendir.
2- Karamıta: Böyle denmesi, ilk olarak grubu Hamdan Karmat'ın oluşturmasıdır. (Karmat, Vasıtın köylerinden biridir.)
3- Haramiye: Böyle denmesi, haramları ve mahremlerini helâl saydıkları içindir.
4- Seb'iyye: (Yedinciler) Böyle denmesi şu inançlarından dolayıdır. Bunlar inanırlar ki Şeriatı konuşan peygamberler yedidir: Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve Muhammed el-Mehdi. Bunlardan her ikisi arasında şeri'atına uyulan yedi imam vardır. Her asırda kendilerine uyulan ve yolunda gidilen yedi kimse olmalıdır. Bunlar şu kimselerdir:
İmam: Allah'tan (gelenleri) edâ eder.
Hüccet: İmamdan (gelenleri) eda eder.
Alıcı: Hüccetin bilgilerini emercesine alır.
Ebvab: Mezhebe davet edenlerdir, inananların yükselebileceği derecelerin en büyüğüdür.
Mezun: Mezhebe girmeye istekli olanlardan ahit alır.
Avcı: Davetçilere delil gösterir ve onları teşvik eder.
Mümin: Davetçiye ve avcıya uyanır. İsmailiyye şöyle demiştir: Bu yedi kimse yedi kat gök ve yedi kat yer, yedi günden oluşan hafta yedi gezegen gibidir ki işleri düzenleyenler bunlardır. Hepsinin de sayısı yedidir.
5- Bâbekiyye: Böyle denmesinin sebebi bir grubun Azerbaycan'da Bâbek el-Harmiye uymuş olmasıdır.
6- Muhammera: Böyle denmesi Bâbek günlerinde kırmızı (Humma) giymeleri veya Müslümanlara Hımar (Eşek) demelerindendir.
7- İsmailiyye: Böyle denmesi, İmameti İsmail b. Cafer için tanımaları sebebiyledir. Liderleri Muhammet b. İsmail'e uymalarından da denmiştir.
Bunların (hepsinin) davetlerinin esası dinleri ortadan kaldırmaktır. Çünkü Mecusilerden bir grup olan Ğayâriyye İslamın güçlü zamanında dinleri öyle bir yorumlamaya yöneldiler ki kendi geçmişlerinin kurallarına döndüreceklerdi. Bunların başı Hamdan Karmat veya Abdullah b. Meymun el-Kaddah idi. Bunların davetle dereceleri vardır:
1- Zevk (Tatma) mertebesi: Bu mertebede (mezhebe) davet edilen kimsenin daveti kabul edip etmeyeceği incelenir. Bu mertebede (fikir) tohumu atmak yasaktır.
2- Tekellüm (konuşma) mertebesi: Konuşma, içinde kandil olan bir odada olur.
3- Tenis (alıştırma) mertebesi: Bu mertebede herkes eğilimine göre hareket eder. İsteyen zühdü, isteyen her şeyi terk etmeyi seçer.
4- Teşvik (alıştırma) mertebesi: Bu mertebede dinîn esaslarında, sure başlarındaki (tek tek yazılan) kesik harflerde, hayızlı kadının orucunu kaza edip namazını kaza etmemesinde, meniden gusledip idrardan gusletmemekte, rek'atların sayısında şüpheye düşürülür. Böylece bunları incelerken kalbine şüphe girer.
5- Rabt (bağlama) mertebesi: Bu mertebede inancına göre sır vermemek üzere söz alınır. Müşkülünü çözmek üzere imama havale edilir.
6- Tedlis (Karıştırma) mertebesi: Bu mertebede din ve dünya büyüklerinin kendilerine uyduğu ileri sürülür. Böylece eğilimi artırılır.
7- Tesis (Kuruluş) mertebesi: Davet edilen kişinin kabul edeceği ön esaslara giriş yapılır. Sonra çıkarma yapılır. Bu, güven verip bedeni ibadetleri kaldırmaktır.
8- Selh (sayma) mertebesi: Kişi bu mertebede tüm inançlarını bırakır. Bu noktada dünya zevkine dalınır. Din yorumlanır. Bunların mezhebine göre Allah var da değildir, yok da değildir. İhtimal ki bunların söyledikleri felsefecilerin sözü ile karışmıştır. Hasan Sabbah ortaya çıkınca kendisinin hüccet olduğunu ileri sürerek daveti yeniledi. Onun sözünün özeti, buraya kadar söylenenler hususunda bir muallime/öğreticiye ihtiyaç olduğudur.
[133] Carûdiyye: Bu grup Ebu'l Cârud'un adamlarıdır. Görüşlerinden bazısı şunlardır: Hz. Ali'nin imameti isim olarak nas halinde bildirilmemişse de vasıf olarak bildirilmiştir. Ona muhalefet etlikleri için sahabe kâfir olmuştur. İmamet, Hasan ve Hüseyinden sonra onların evlatları arasından danışma ile belirlenir. Hasan ve Hüseyin'in evlatlarından eli kılıçlı olarak ortaya çıkan âlim ve kahramandır. O. imamdır. Beklenen imam hakkında ihtilaf etmişler; Muhammed h. Abdullah mı, "o öldürülmemiştir- Muhammed b. Kasım mı, yoksa Küfe valisi Yahya b. Umeyre midir belirlememişlerdir.
[134] Süleymaniyye: Bu grup, Süleyman b. Cerir'in adamlarıdır. Bunlara göre imamet danışma ile gerçekleşir. Bu danışma işini müslümanların hayırlılarından iki kişi yapar. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in imamlığı, halk onlara bîatda hata etmiş ise de geçerlidir. Bunlar Hz. Osman, Talha, Zübeyr ve Hz. Aişe'yi kâfir sayarlar.
[135] Beşiriyye: Bu grubun başı Beşîr es-Sevmî'dir. Bunlar Hz. Osman hakkında bir şey söylemeyip tavakkuf etmişlerdir.
[136] İmamiyye: Bu grup açık bir şekilde Hz. Ali'nin imamlığının nas ile bildirildiği görüşündedir. Sahabeyi kâfir sayıp onlar hakkında ileri-geri sözler söylemişler, imameti Ca'feri Sadık'a nakletmişlerdir. Ondan sonra nas ile bildirilenin kim olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Bu grup son devirlerde Mutezile, Ahbariyye. Müşebhihe, Selefiyye ve sapık gruplara katılanlar olarak bölünmüştür.
[137] Muhakkime: Bunlar hakem olayında Hz. Aliye baş kaldırmış ve onun kâfir olduğunu söylemişlerdir. Bunların sayısı 12 bindir. Kureyften bir kimse veya başkası devlet başkanı olarak tayin edilirse, bu kişi adaletli ise başkanlığı geçerlidir. Bunlara göre devlet başkanı tayin edip belirlemek vacip değildir.
[138] Beyhesiyye: Bunlar, Beyhes b. Heysam b. Câbir'in adamlarıdır. Bunlara göre İman, Allah'ı ve onun peygamberinin getirdiğini bilmek ve ikrar etmektir. Helal mi haram mı olduğunu bilmediği bir şeyi işlerse, araştırmak kendisine farz olduğundan, (araştırmadan işlemiş ise) kâfir olur. Bir başka kavle göre meseleyi devlet başkanına (veya onun temsilcisine) sunup onun tarafından belirlenmedikçe kâfir olmaz. Bir başka kavle göre En'am 145. ayetinde sayılanlardan başka haram yoktur. Bir diğer kavle göre, devlet başkanı kafir olursa halk da kâfir olur. Halk başkanın olduğu yerde de olsa başka yerde de olsa durum aynıdır. Çocuklar iman ve küfür bakımından babaları gibidir. Helâl maddelerin içerdiği (tabiî) alkolden sarhoş olan kimse yaptığından ve söylediğinden hesaba çekilmez. Bu durumdaki kimse bir büyük günah işlerse kâfir olur da denmiştir. Bunlar Kaderiyye ile uyum içerisindedirler.
[139] Ezârika: Bunlar Nâfi' b. Ezrak'ın adamlarıdır. Bunlar diyorlar ki: Ali hakemi kabul etmekle kâfir olmuştur. İbn Mülcem haklıdır. Sahabe ve savaşa katılmayanlar kâfirdir. Takiyye haramdır. Muhaliflerin çocuklarını ve kadınlarını öldürmek caizdir. Zina yapana recm cezası yoktur. Namusla ilgili olarak kadına iftira etmekte had cezası yoktur. Müşriklerin çocukları, babaları ile birlikte cehennemdedir. Peygamberin (geçmişte) kâfir olması caizdir. Büyük günah işleyen kimse kâfirdir.
[140] Necedât: Bunlar Necdet ibnu Amir en-Necefi'ııin adamlarıdır. Bunların içerisinde Âziriyye isimli bir grup vardır ki fer'i meselelerde cahilliği mazeret olarak kabul etmişlerdir. Bunlara göre imama ihtiyaç yoktur, ama imamın (devlet başkanının) belirlenmesi caizdir. Kâfir sayma meseleleri dışında Ezârika'ya muhalefet etmişlerdir.
[141] Asfariyye: Bunlar. Ziyad b. Asfar'ın grubudur. Savaşa katılmayanlar, recm cezasının olmaması, takiyyenin olmaması ve kâfirlerin çocukları meselelerinde Ezarikaya muhalefet etmişlerdir. Derler ki: Had cezasını gerektiren günahı işleyen kimse ancak o masiyetle isimlendirilebilir. Namaz ve orucu terk etmek gibi had cezası olmayan, fakat büyük olan günahı işleyen kâfir olur. Müslüman bir kadının takiyye yapılan ülkede müslüman olmayan bir erkekle evlenmesi caiz, takiyye olmayan yerde caiz değildir, denmiştir.
[142] Bu grup Abdullah İbaz'ın adamlarıdır. Bunlar derler ki: Bizim muhalifimiz olanlar, müşriklerden gayri (bir tür) kâfirdir, onların kadınlarını yatağa almak ve silahlarını, malzemelerini ganimet olarak almak caizdir. Bu, savaş halindedir, başka durumda olmaz. Onların ülkesi İslam ülkesidir. Ancak sultanlarının askeri kışlası böyle değildir. Onlara muhalif olanların, aleyhlerinde yapacağı şahitlik geçerlidir. Büyük günah işleyen kimse tevhid ehlidir fakat mümin değildir. Bir işe güç yetmesi, o işten imce vardır. Kulun işi Allah'ın yaratması ile olur. Mükellefiyetin aslının yok olması ile dünya yok olacaktır. Büyük günah işleyen kimse müşrik olmayıp, nimete nankörlük etmiş olmak manasında kâfirdir. Kafirlerin çocuklarının kafirliği ve münafıklığın şirk olup olmadığı, delilsiz peygamber gönderilip ona uyanların yükümlü olması hakkında bir şey söylememişlerdir. Hz, Ali'yi ve adamlarının çoğunu kâfir saymışlardır. İbâzıyye dört gruba ayrılmıştır.
1- Hafsıyye: Bu grup Ebû Hâfs b. Ebu'l'Mikdam'ın adamlarıdır. Bunlar önceki inanışlara şunu ilave etmişlerdir Bunlara göre iman ile şirk arasında "Allah'ı bilmek'" mertebesi vardır. Allah'ı tanıyıp, onun dışındakileri inkar eden veya büyük günâh işleyen kâfir olur müşrik olmaz.
2- Yezidiyye: Bu grup Yezid b. Enise'nin adamlarıdır. Bunlara göre gelecekte Arap olmayan bir peygamber gelecek, onun kitabı gökde yazılacaktır. Bu peygamber Hz. Muhammedin şeriatını Sâbıîlere bırakacaktır. Had cezasına çarptırılanlar müşriktir. Her günah şirktir.
3- Hârisiler: Bu grup Ebu’l Haris el'Ibâzi nin adamlarıdır. Kader ve gücün işten önce olması meselelerinde îbâziyye'ye muhalefet etmişlerdir.
4- Mutîiyye: Bunlar, Allah murad edilmeksizin Allah'a itaati söyleyenlerdir.
[143] Acâride: Bu grup yazarın ifadesine göre Haricilerin yedincisidir. Bunlar Abdurrahman b. Acredin adamlarıdır. Necedât grubunun görüşlerine ilaveten şu inançlara sahiptirler: Çocuk(lar) İslama davet edilinceye kadar (sorumlu olmaktan) beridir/uzaktır. Ergenlik yaşına gelince çocuğun İslama davet edilmesi vaciptir. Müşriklerin çocukları cehennemdedir.
Diğer gruplara gelince;
Meymuniyye; Bu grup Meymun b. İmran'ın adamlarıdır. Görüşleri şöyledir: Kader vardır. Güç, işten öncedir. Hz. Allah hayır'ı irade eder. şerri irade etmez, günahları da irade etmez. Kâfirlerin çocukları cennettedir. Bunlara göre kızların kızı, kız ve erkek kardeşlerin çocuklarının kızları ile evlenmek caizdir. Yusuf suresini inkâr ederler.
Şuaybiyye: Bunlar Şuayb h. Muhammed'in adamlarıdır. Kader meselesi dışında, inançları Meymûniyye gibidir.
Hamziyye: Bu grup Hamza b. Edrek'in adamlarıdır. Bunlar da Meymuniyye gibidir. Ancak bunlara göre kâfirlerin çocukları cehennemdedir.
Ma'lûmiyye: Bunlar da Hamziyye gibidir. Ancak bunlara göre mümin Allah'ı tüm isimleriyle bilen kimsedir. Kulun işi Allah'ın yaratması iledir.
Mechûliyye: Bunlara göre Allah'ın bazı isimlerini bilmek yeterlidir. Kulun işi, kendi yaratması iledir.
Sattiyye: Bu grup Osman b. Ebis-Salt'in adamlarıdır. Salt. b. Sârnît olduğu da söylenmiştir. Bunlar Acaride gibidir. Fakat şöyle derler: Müslüman olup bize sığınana sahip çıkarız. Çocukları bizi ilgilendirmez.
Sa'lebiyye: Bunlar Sa'leb b. Amir'in adamlarıdır. Çocukların velî olduğunu söyler ve köleden de zekât alınması gerektiği görüşündedirler. Sa'lebiyye kendi arasında da dört gruba ayrılırlar. Şöyle ki:
1- Ahnesiyye: Bunlar Ahnes b. Kays'ın adamlarıdır. Görüşleri Sa'lebiyye gibidir, şu kadar ki takıyye yapılan yerde yaşayan kimse hakkında bir şey söylemezler. Ancak hâli bilinenler hariç öldürme ve hırsızlık yoluyla sûikasd yapılmasını haram sayarlar. Kendi topluluklarından olan müslüman kızın yine kendilerinden olan erkekle evlenmesini caiz görürler.
2- Ma'bediyye: Bunlar Ma'bed b. Abdurrahman'ın adamlarıdır. Evlenme meselesinde Ahnesiyyeye, kölenin zekâtı konusunda Sa'lebiyeye muhaliftirler.
3- Şeybâniyye: Bu grup Şeybân b. Sâat'in adamlarıdır. Cebriyye görüşünde olup, sonradan olan kudreti kabul etmezler.
4- Mükerremiyye: Bu grup, Mükerrem el'Aclî'ye mensuptur. Bunlara göre namazı terk eden kimse Alah'ı tanımadığı için kâfirdir. Her büyük günah işleyen de böyledir. Allah'ın (bir kimseye) dost veya düşman olması sonuç itibariyledir. "Biz de öyleyiz" derler. Böylece Hariciler 20 grup olmaktadır.
[144] Abidiyye: Bu grup Abîd el-Mükezzib'in adamlarıdır. Bunlar şu inançları ilave etmişlerdir: Allah'ın ilmi kendisinden başkasını izâle etmez. Allah İnsan şeklindedir. Çünkü hadiste "Allah Adem'i Rahman'ın sureti üzere yarattı" buyurulmuştur.
[145] Yûnusiyye: Bu grup Yunus Nemeri'nin adamlarıdır. Görüşleri şöyledir: İman; Allah'ı bilmek, ona boyun eğmek ve kalpten sevmektir. Bu sevgi var iken itaat edilmesi gereken şeyleri bırakmak zarar vermez, İblis, Allah'ı biliyordu. Ancak kendisini büyük gördüğü için kâfir oldu.
[146] Gassâniyye: Bunlar, Gassan el-Kûfi'nin adamlarıdır. Görüşleri şöyledir: İman; Allah'ı, Husulünü ve bunlardan geleni bilmektir, iman artar, eksilmez. Bu şöyle demek gibidir: Allah haccı farz etmiştir. Fakat ben Kabe'nin nerede olduğunu bilmiyorum, Allah Hz. Muhammedi gönderdi. O Medine'de midir, yoksa başka bir yerde midir? Bilmiyorum. Gassan bu görüşün Ebu Hauife’ye ait olduğunu hikaye ederdi. Fakat bu hikâye iftiradır.
[147] Sevbâniyye: Bu grup, Sevbân el-Mürcî'nin adamlarıdır. İman! Allah'ı bilmek, Allah'ı, Rasüllerini ve yapması akıl ile caiz olmayan her şeyi ikrar etmektir. Bu grup şunda ittifak etmiştir: Allah bir günahkârı affederse onun gibi olanların hepsini mutlaka affeder. Cehennemden bir kimseyi çıkarırsa da böyledir. Mü'minlerin cehennemden çıkarılması kesin değildir. Bunlarda Ğaylan'a mahsus olmak üzere, kader ve huruç inancı vardır. Buna göre İmamın Kureyşli olmaması caizdir.
[148] Sevmeniyye: Bu grup Ebû Muaz Sevmenî'nin adamlarından oluşmuştur. Bunlara göre iman: marifet, tasdik, sevgi, ihlas ve ikrardır. Bunların hepsini veya bazısını terk etmek küfürdür. Bunların bazısı iman değildir. Sahibini görüş birliği ile kâfir yapmayan herhangi bir günahı işleyen kimseye, "fâsık olmuştur ve isyan etmiştir" denilir. Sadece "fâsık olmuştur" denmez. Namaz kılmamayı helâl sayarak namazı terk eden kimse, kâfir olur. Kaza etmek niyeti ile namazı kılmayan ise kâfir olmaz. Bir peygamberi öldüren veya tokatlayan kimse kâfir olur. Çünkü bu davranışı, o peygamberi yalanlayıp ona düşmanlık beslediğinin delilidir. İbn’ur Ravendi ve Bişr’ul Müreysi de böyle demiştir. Bu iki kimse demişlerdir ki puta secde etmek küfrün göstergesidir. İşte buraya kadar söylediklerimiz katıksız Mürcie grubunu ortaya koymaktadır. Bu grupta bulunan bazı kimseler kaderiyciliği inançlarına eklemişlerdir. Salih, Ebû Şemr, Muhammed b. Şeyb ve Gaylan bunlardandır.
[149] Bergusiyye: Bunlara göre Kur'an okunduğunda araz, yazıldığında cisimdir.
[150] Za’ferâniyye: Bunlar demiştir ki: Allah'ın kelâmı Allah'tan gayrı bir şeydir. O'ndan gayrı olun her şey mahluk/yaratılmıştır. Allah'ın kelâmı mahluk değildir diyen, kâfir olur.
[151] Bu grup daha önce söylenilenlere şunları eklemiştir: Kur'an bir kayıt ve şart olmaksızın mahluktur. Fakat biz mahluk olmadığını söyleyerek sünnet ve İcmâ'a uymuş olduk. Fakat bu hususta hikaye edilen şekilde tevil ettik. Bunlar dediler ki: Bize muhalif olanların tüm sözleri, hatta "Lailâhe illallah” dedikleri dahi yalandır.
[152] Ali İmran: 103
[153] Enfâl: 1
[154] Âl-i İmran: 105
[155] Bu hadisi. Buharı ve Müslim ittifakla (Müttefekun aleyh) rivayet, etmiştir. Hadisi Buhari, Edeb kitabında (Feth'de 6064-6065 ve 6066 numara ile) Müslim, Birr ve Sıla kitabında (adı geçen kitabın) 23-24-28-29-30-31-32 ve 70 numaralı hadislerinde, Ebu Davud, Edeb kitabında 4910 ve 4911 numara ile. Tirmizi. Birr ve Sıla kitabında, 1935 numara ile Ahmed b. Hanbel, Müsned’inde 1/405 de rivayet etmiştir. Zikretmeye değer ki rivayetlerin çoğu "Zanda bulunmaktan kaçınınız..." şeklinde başlamaktadır.
[156] Bu mana, Tirmizinin “Sıfat'ul Kıyâme" kitabında 2508 ve 2509 numaralar ile rivayet ettiği hadislerde vardır. Tirmizi'deki hadis şöyledir: "Size oruçtan, namazdan ve sadakadan daha faziletli hîr işi haher vereyim mi?
Evet. dediler. Hz. Peygamber:
"İki kişinin arasını düzeltmektir. İki kişi arasını bozmak (mahvedici) bir felâkettir." buyurdu.
[157] Yazarın ifadesinden anlaşılan odur ki maksadı şudur: Ayrılık, kaçınılmaz ise onu bölünmeye, gruplaşmaya sebep olacak şekilde ele almaktan kaçınmak gerekir. Kendilerine "ehl-i sünnet ve’l cemâat" denilen ve hak üzere olan topluluğun uygulaması budur. Fakat bid atine çağrıda bulunan ve kendilerine karşı olanları kâfir ve sapık sayanlara karşı nasıl bir tavır takınılacaktır"? Bunlar bidati aşırı derecede olanlar gibi belirleme ve tanıtma dışı tutulmaya daha layık değil midir? Çünkü sahabe -Allah onlardan razı olsun- aykırı görüşlerine rağmen Haricilerin müslüman cemaati içinde kalmalarını arzu ederlerdi. Onlar Haricilere karşı ancak müslümanların birliğini bozdukları için savaş açmış, bunu bid'atları aşırı olduğu için yapmamışlardır. (Reşid Rıza)
[158] Bu hadisi Müslim, Birr ve Sıla kitabında 88-89-90-91-92-93-94 ve 95 numaralarda farklı lafızlarla ve fraklı yollarla, fakat aynı manada olmak üzere rivayet etmiştir.
[159] Hadis için bakınız: Ebu Davud. Sünnet Kitabı. 4691 numaralı hadis.
[160] Hadisi, Ebu Davud Sünnet, kitabında 4692 numara ile rivayet etmiştir. Bu hadis mürseldir. İbn Hıbban hadisin râvisi hakkında: "Haberleri birbirine karıştırır, delil olmaz”demiştir. Ravilerin zayıflığına ve hadisin mürselliğine rağmen birbirini destekleyen yollarla rivayet edilmiştir. Buna göre hadis hasendir.
[161] Hadisi Ebu Davud, Sünnet, kitabında 4710 ve 4720 numara ile Ahmed b. Hanbel 1/30-86 da rivayet, etmiştir. Zehebi Mübezzeh'de (Hadisin râvilerinden olan) Hakim b. Şerik bilinmeyen biridir diyor. İbn’ul Cevzi de: Hadis sahih değildir, diyor.Bakınız: Feyz'ul Kadir. 6/389-390
[162] Hadisi Tirmizi, Kader kitabında 2149 numara ile İbn mâce Mukadimede 62 numara ile rivayet etmiştir. Ayrıca bakınız: Feyz'ul Kadir. Münavi, 4/207, Tuhfet'ul Eşraf, 6/364 Not: Hadisin senedinde Ali b. Nezzar vardır. Babasından rivayet etmiştir. Her iki râvi de zayıftır.
[163] Bu hadis zayıftır. İbn'ul Cevzi; Bu hadis sahih değildir. Bu hadisin ravileri arasında Haris vardır ki Yalancıdır. Bakınız: Feyz'ül Kadir, Münavi. 5/276 Hadis No: 7284
[164] Hadisi Tirmizi, Kadar kitabında 2152-2153 ve 2154 numara ile rivayet etmiştir. Tirmizi birinci hadis hakkında: Bu hadis sahihtir, gariptir demiştir. Hadisi ayrıca İbn Mâce Fiten kitabında 4060-4061 ve 4062 numaralarla rivayet etmiştir. İbn Mace'nin muhakkiki Muhammed Fuat Abd'ul Baki Zevaid'deki şu bilgiyi aktarmıştır: Hadisin isnadı zayıftır. Veya isnadındaki adamlar güvenilir kimselerdir, fakat hadis Munkatı'dır. Birinci hadis Abdurrahman b. Müslim b. Zeyd b. Eslem'in zayıf olduğundan, üçüncü hadis Ebu'z-Zübeyr'in Abdullah b. Amr'dan işitmemesinden dolayı zayıftır. Bu hadisi ayrıca Ahmed b. Hanbel, Müsned'inde rivayet etmiştir. 2/136 Müsneddeki metin, elimizdeki tahkik etmekte olduğumuz hadise en yakın metindir
[165] Hasf, batmak yok olmak. Mesh, şekli hayvan suretine çevrilmek anlamındadır. (Çeviren)
[166] Bu zat Abdullah b. Feyruz ed-Deylemidir. Dahhakın kardeşi ve Esved el-Ansî'yi öldüren kimsedir. Tâbiin’in büyüklerinden güvenilir bir zât’tır. Kendisini sahabe arasında zikredenler de vardır. Hicretin 53. yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib, 1/440; Şezerât, 1/59; Sigât, 5/23
[167] İbn Adiy'in rivayeti böyledir. Ebu Nuaym'in Hılye'sindeki rivayeti 'Kader Allah'ın sırrıdır. Allah'ın sırrını açığa vurmayın." şeklindedir. İki rivayet de zayıftır. Bakınız: Feyz'ul Kadir, Münâvi:4/534
[168] Kamer: 48-49
[169] Bu zat, Abd b. Humeyd b. Nasr el'Kissîdir. Adı Abd'ul Hamid, Künyesi Ebu Muhammendir. Kis, Türkistan'da Semerkand'a yakın bir şehrin adıdır. Tefsiri ve Müsned'i vardır. Hicretin 467 yılında şevval ayında Buşenç şehrinde vefat etmiştir. Bakınız: Tezkire. 2/534; Bidaye ve Nihaye. 11/4: Sikât. 8/401; Mu'cem'ul büldan. 5/460
[170] Bu zât, Amr b. Ubeyd b. Bâb'dır. Temimi kabilesinden iken Ebu Osman ile velâ akdi yapmış Basralı olmuştur. Mutezile mezhebinin meşhurlarındandır. Bid'atîne insanları çağırırdı. İbadetine düşkün birisi olmasına rağmen onu bir grup itham etmiştir. Yedinci tabakadan olup hicretin 143. yılında vefat etmiştir. 142 de denmiştir. Bakınız: Takrib, 2/74; Şezerât. 1/210
[171] Bu zat Katâde b. Süleyman Ahvel'dir. Basralı olup künyesi Ebu Abdurrahmandır. Güvenilir ve dördüncü tabakadandır. Onun hakkında Kâttan'dan başka konuşan olmamıştır. Sanki yöneticiliğe girmesinden dolayı hakkında söz edilmemiştir. Abdullah b. Sergis ve Enes’den hadis rivayet etmiştir. Hicretin 142. yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib. 1/3841 Şezarat. 1/210
[172] Bu zat, Katâde b. Diâme b. Katâde es-Südûsidir. Künyesi Ebu'l Hattab olup Basralı ve güvenilir bir kimsedir. Bir kavle göre kör olarak doğmuştur. Dördüncü tabakanın ileri gelenlerindendir. Hicretin 117 veya 118 yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib, 2/123; Şezerat. 1/153
[173] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/236-250.
[174] Âl-i İmran: 1059
[175] Maide: 64
[176] Âl-i İmran: 103
[177] Hadisi, Müslim Akdıye kitabının 10 numaralı hadisinde rivayet etmiştir. Hâkim de Müstedrek'inde tahrif etmiştir. Bakınız: Feyz'ul Kadir. 2/301 Hadis no: 1908.
[178] En'am: 159
[179] Âl-i İmran: 103
[180] Ali İmran: 7
[181] En'am: 57
[182] Hucurat: 9
[183] Âli İmran: 7
[184] Kasas: 50
[185] Casiye: 23
[186] Âli İmran: 61
[187] Bakara: 207
[188] Bakara: 204
[189] Bu zât, İsmail b. İbrahim b. Miksem’dir. Basralı iken velâ yoluyla Esedi kabilesinden olmuştur. Künyesi Ebu Bişr'dir. İbn Aliyye olarak meşhurdur. Güvenilir hir hadis lafizıdır. Sekizinci tabakadan olup hicretin 193. yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib. 1/65-66; Şezerât, 1/333.
[190] Bu zat Yesa' b. Muğire'dir. Mekkeli ve Mahzumi kabilesindendir. Ata, İbn-i Sirin'in oğulları Muhammet ve Enes'ten rivayette bulunmuştur. Dördüncü tabakadandır, Rivayetinde gevşektir. Bakınız: Takrib. 2/374: Cerh ve Ta'dil, 9/308
[191] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/251-258.
[192] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/259.
[193] Hadid: 16
[194] Hadid: 27
[195] A'raf: 159
[196] Maide: 66
[197] Hadisi Buharı Nikah ve Cihad kitaplarında (Feth'de 5083 ve 3011 numalarda) rivayet olmuştur. Cîhad kitabındaki hadiste az bir fark vardır. Ayrıca şu kaynaklara da bakınız: Müsned, Ahmed b. Hanbel, 5/259 Müsned, Tayalisi, Hadis no: 502
[198] Hadid: 27
[199] Hadisi Hadid, 27. ayetini tefsir ederken İbn Kesir Tefsir’inde rivayet etmiştir. 4/4167 (Dar’ul Hadis basımı) Ayrıca bakınız: Kurtubi Tefsiri, 17/265
[200] A'raf: 159
[201] A'raf: 181
[202] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/260-263.
[203] Hadisi Buharı, İ'tisam kitabında (Feth'de 7330 numarada). Müslim, İlim kitabında 2669 genel numara ile Tirmizi, Fiten kitabında 2180 numara ile Ahmed b. Hannel Müsned'inde 2/327-367-450-511 ve 527 de rivayet etmiştir.
[204] Bu zatın adının Haris b. Mâlik veya İbn Avf veya Avf b. Haris olduğu söylenmiştir. Kendisi Mekke'nin fethine katılanlardandır. Hicretin 68 yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib. 2/486; Şezarat. 1/76
[205] A'raf: 138
[206] Tirmizi. Fiten kitabında 2180 genel numara ile rivayet etmiştir.
[207] Bakınız: Feth'ul Bari, İ'tisam kitabı. 7319 numaralı hadis.
[208] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/264-265.
[209] Nisa: 48
[210] Nisa: 93
[211] Al-i İmran: 105
[212] Nisa: 93
[213] Nisa: 48
[214] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/266-268.
[215] Nisa: 59
[216] En'am: 153
[217] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/269-270.
[218] Kalem: 4
[219] Eserin aslında da burada parentez içerisinde? İşareti vardır. (Çeviren)
[220] Eserin aslında da burada parentez içerisinde? İşareti vardır. (Çeviren)
[221] Bu hadisi. Ebu Hüreyre'den zayıf bir isnad ile rivayet etmiştir. Suyutî de el-Câmi'us-Sağir'inda "zina etse de..." kısmı olmaksızın rivayet etmiş, Bezzar'ın Müsned'ine nisbet etmiştir. Şârih şöyle demiştir: Hafız Iraki'nin bu hadis hakkındaki sözü çelişkilidir: Bazen hasen, bazende zayıf olduğunu söylemiştir. Bakınız: Feyzul Kadir, Munavi. 6/189. Hadis no: 8896
[222] Bu hadis sahihtir. Buhari Eşribe kitabında, (Feth'ul barî'de 5578 numaralı hadis ile) Müslim. İman Kitabında 57 genel numara ile Ahmed b. Hanbel Müsned'inde 4/352 de. Abd’ubn-u Humeyd, Müsnedinde shf. 186’da. Hadis no: 525 Sahîhul Cami', Albani 7683 ve 7684 numara ile rivayet etmiştir.
[223] Rum: 30
[224] Hadis sahih olup, Buhari Cenaiz, Tefsir ve Kadar kitabında (Feth'de 1358, 1359, 1885, 4775 ve 6599 numarada) Müslim, Kader kitabında 2658 numara ile Ebu Davud, Sünnet kitabında 4714 numara ile Tirmizi, Kader kitabında 2138 numara ile İmam Mâlik Muvatta'ında Cenaiz kitabında, Ahmed b. Hanbel, Müsned'inde 2/233 ve 2153 de rivayet etmiştir.
[225] Şems: 8
[226] Hadis sahihtir. Buharı Tefsir. Kader vs Cenaiz kitaplarında (Feth'de 4945, 4946. 4947,1949. 6596. 6605 ve 1362 numaralarda). Müslim, Kader kitabında "çalışınız" kelimesi olmaksızın 9 numarada, Ebu Davud, Sünnet kitabında 4694 ve 4709 numara ile Tirmizi, Tefsir'u Kuran kitabında 3344 numara ile İbn Mâce, Mukaddimede 78 numara ile Ahmed b. Hanbel. Müsned'inde 1/27-29-374; 3/335 de rivayet etmiştir.
[227] Eserin aslında da burada parantez içerisinde? İşareti vardır. (Çeviren)
[228] Hûd: 118-119
[229] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/271-275.
[230] Bu zat Said b. Mansur b. Şu'be’dir. Horasanlıdır ve künyesi Ebû Osman'dır. Mekke'ye yerleşmiş bir güvenilir (hadis) hafızıdır. Hadiste eser tasnif etmiş bir âlimdir. Kitabındaki bilgilere aşırı derecede güveninden dolayı hiçbir bilgiden dönüş yapmamıştır. Onuncu tabakadandır, ve Ramazan ayında hicretin 227.yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib, l/306: Şezerat. 2/62.
[231] Bu zâtın adı Abd b. Sâbıt'tır. İbn Abdullah b. Sâbıt da deniliyor ki doğrusu budur. İbn Abdullah b. Abdurrahman et-Cümehî de denmiştir. Mekkeli güvenilir bir fıkıh bilginidir. Rivayetlerinde çok mürsel rivayet vardır. Üçüncü tabakadandır, hicretin 118 yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib. 1/480; Şezerât. 1/156.
[232] Ahkaf: 20
[233] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/276-278.
[234] Hadisi Müslim İmaret kitabında, kitabın 59. hadisi olarak Ebu Davud, Sünnet kitabında 4762 numara ile Nesai, Tahrim’ud-Dem kitabında 7/85 de, Ahmed b. Hanbel, Müsned’de 4/341 de, Hakim Müstedrek’inde 4/156’da rivayet etmiştir. Ayrıca bakınız: Feyz’ul Kadir, Münavi,4/99 Hadis no:4672.
[235] Bu ifadede Âl-i İmran 103. ayetine işaret edilmektedir. (Çeviren)
[236] Bu zat Muhammed b. Meyimin es-Sükkeri'dir. Mervezli olup, Künyesi Ebu Hamza aır. Memleketinin hadisde üstadı idi. Sağlam ve dürüst bir kimse olan Sükkerı, misafirlerine ikram etmeyi sever, ikramlarını aşırı derecede yapardı. Çok tatlı sözlü olduğu için kendisine Sükkerî (sekerci) denmiştir. Dokuzuncu tabakadan olup, hicretin 167. yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib, 2/2121 Şezerât, 1/264
[237] Hadis Müslim İman kitabında 148 genel numara ile rivayet etmiştir. Ayrıca bakınız: Müsned, Abd'ubun-u Humeyd, shf. 373 hadis no: 1247. Mektebet’us-Sünne basımı; Müsned, Ahmed b Hanbel, 3/162
[238] Hadis sahihtir. Müslim, Fiten kitabında bu kitabın 131 numarasında, İbn Mâce, Fiten kitabında 4O43 numara ile Ahmed b. Hanbel Müsned'inde 1/394-405-435-453; 2/166-198-199-209-210-220-221-338 de rivayet etmiştir
[239] Bunlar Hal ve Akd ehlidir ki bunların sözbirliği etmesi ile müslümanlar birleşir, ayrılması ile müslümanlar ayrılır. Çünkü ayrılanların her birini katı bir şekilde savunan topluluklar onların peşinden giderler.
[240] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/279-285.
[241] Bu zât İshak b. İbrahim b. Mahled b. Raheveyh'dir. Künyesi Ebu Muhammed'dir. Ebû Ya’kub da denmiştir. Hanzeli ve Mervezî'dir. Raheveyh'in anlamı "yolda doğan" demektir. Aslında bu lakap babasına verilmiştir. Ahmed b. Hanbel yakın kimselerden olan bu zat güvenilir bir hadis hafızı ve müetehiddir. Ehu Davud'un zikrettiğine göre İbn Râheveyh ölümünden az önce bozulmuştur. Nesâi onu güvenilir saymıştır. Onuncu tabakadan olup, hicretin 238. yılmda vefat etmiştir. Bakınız: Takrib. 1/54: Tezkire. 2/433; Tehzib. 1/216.
[242] Hadisi, İbn Mace Fiten kitabında 3950 numara ile Abd b. Humeyd Müsned'inde shf. 367'de 1220 numara ile Tirmizî Fiten kitabında 2167 numara ile Darimî, 54 numara ile Ahmed b. Hanbel Müsned'inde 5/145 de. Aclûni Keşful Hafâsında 2/488'de 2999 numara ile Suyuti ed Dürrül Mensurunda shf. 341'de 458 de İ'tisam yayınevi basımı) rivayet etmiştir. Hadis zayıftır. Çünkü rivayet edenler arasında ismi Hâzim b. Ata olan Ebû Halef A'mâ vardır. Bu zât zayıftır. Hadisin rivayet yolları birden çok ise de hepsi güvenilir değildir.
[243] Bu zât İmam Rabbani Muhammed b. Eşlem et-Tûsi'dir. Bu zât ibadetine düşkün Müsned ve Erbain sahibi idi. Zamanının İbn Mübarek'i idi. Hadis dinlemek için yolculuklar yapmış ve Yezid b. Harun ve Ca'fer b. Avn'den ve bunların tabakalarından hadis dinlemiştir. İbn Huzeyme de ondan rivayette bulunmuş ve: "Gözlerim onun benzerini görmedi" demiştir. Hicretin 242. yılında vefat etmiştir. Bakınız: Şezerât. 2/100-101; Cerh ve Ta'dil, 7/201
[244] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/286-287.
[245] Mâide: 41
[246] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/288-290.
[247] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/291.
[248] Az yukarıda "Din yönünden şöyle bir durum..." ile başlayan cümleden buraya kadarki kısım orijinaldeki metinden değil, dipnottan tercüme edilmiştir. Bu dipnotta aynı zamanda orijinalde hata ve ilk nüshaya göre bozukluk olduğu ifade edilmiştir. (Çeviren)
[249] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/292-295.
[250] Yedinci meselenin sonlarına doğru Amr b. Ubeyd'i rüyasında gören; Asım el-Ahvel'den onun Kur'an'dan bazı ayetleri kazıdığına dair bir rivayet geçmiş idi. Ayrıca Amr b. Ubeyd'in kişiliği ve çeşitli görüşleri hakkında, ülkemizde yayınlanması üstün bir başarı olarak nitelendirilmeye layık olan Diyanet Vakfının yayınladığı İslam Ansiklopedisine bakılsın: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 3/93 Amr Maddesi. (Çeviren)
[251] Bu zât, Ebû Ali Hasan b. Ahmed b. Abd'ul Gaffar b. Muhammed b. Süleyman b. Ebân el-Farisidir. Babası İran’lı annesi Şeyban’lı Arap’tır. Ebu Ali en-Nahvî birden fazla kitap kaleme almış bir âlimdir. Kendisi Mutezile mezhebinden olmakla suçlanmıştır. Bazıları onu Müberridden üstün saymıştır. İbn Helikân şöyle demiştir: Ebu Ali nahv'de zamanının imam derecesinde âlimi idi. Halep'de Seyfud-Devle b. Hamdan'ın yanında kalmıştır. Hicretin 377. yılında Bağdat'ta vefat etmiştir. Bakınız: Şezerât. 3/88: Vefeyatul A'yân. 1/325
[252] Bu zât nahv bilgini Ebu'l Feth Osman b. Cinnî el-Ezdi'dir. Soyu hakkında bundan ötesi bilinmiyor. Şu kadar ki kendisi Arap soyundan değildir. Babası Cinnî Yunan asıllı rum olup Süleyman b. Feth b. Ahmed el-Ezdi'nin kölesi idi. Bundan doyalıdır ki İbn Cinnî velâ yoluyla Ezdi olmuştur. Hicretin 392. yılında vefat etmiştir. Bakınız: Şezerât. 3/140; Mu'cem'ul Ûdebâ, Ehu'l Feth..
[253] Tâhâ: 5
[254] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/296-298.
[255] Bu zât: Muhammed b. Sîrin el-Ensari Ebu Bekir b. Ebî Aititr el-Basrî'dir. Basra'nın hocası ve rüya tabircilerinin önderi idi. Aslı Arap değildir. Bîsân esirlerindendir. Kulağı duymayan İbn Sîrin sağlam ve doğru bir kimse olup ibadetine düşkün, büyüklüğü herkesçe kabul edilen bir zat idi. Rivayetlerde lafzı dikkate almadan mana ile rivayeti doğru görmezdi. Üçüncü tabakadan idi. Hicretin 110. yılında vefat, etmiştir. Bakınız: Takrib, 2/169; Tezkire, 1/77; Şezerat. 1/138
[256] Bu zat: Abdullah b. Avn b. Ebî Avn Yezid el-Hilâli el-Hazzâz Ebu Muhammed el-Bağdâdi'dir. Güvenilir ve ibadetine düşkün bir kimse olup, onuncu tabakadandır. Hicretin 232. yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib, 1/4391 Tezkire, 1/156; Şezerât, 2/75.
[257] Bu zat: Basralı Müemmel b. İsmail Ebû Abdurrahman'dir. Mekke'ye yerleşmiştir. Doğru bir kimsedir, fakat ezberi, kötüdür. Dokuzuncu tabakanın küçüklerindendir. Hicretin 206. yılında Mekke'de vefat etmiştir. Bakınız: Takrib. 2/290; Şezerât, 2/16
[258] Bu zat: Hammad b. Zeydb. Dirhem el-Ezdi el-Cehzami'dir. Künyesi Ebu İsmail olup Basralıdır. Güvenilir ve sağlam bir fıkıh bilginidir. Bir söylentiye göre gözleri görmezdi. İhtimal ki sonradan kör olmuştur. Çünkü onun yazı yazdığı sahih olarak bilinmektedir. Sekizinci tabakanın büyüklerindendir. Hicretin 179. yılında Ramazan ayında Cuma günü vefat emiştir. Bakınız: Takrib, l/197, Tezkire, 1/228, Bidâye Nihaye, 10/174
[259] Bu zât: Kûfeli Muhammed b. Sâib b. Bişr el-Kelbi, Ebûn-Nasr’dır. Tefsir ve soy bilginidir. Yalancılıkla suçlanmış. Rafızî olduğu söylenmiştir. Bu sebeple terk edilmesinde görüş birliği vardır. Altıncı tabakadan olup, hicretin 146 yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib, 2/163; Şezerât, 1/217-218
[260] Bu zât: Abdullah Said b. Cübeyr el-Esedî el-Kûfî el-Vâlibi'dir. Vâlibe oğullarının kölesidir. Doğru sağlam bir fakihtir. Hz. Aişe ve Ebu Musa'dan ve benzerlerindenyaptığırivayetleri mürseldir. Üçüncü tabakadandır. Hicretin 95. yılında Haccac tarafından öldürülmüştür. Bakınız: Takrib, 1/292; Tezkire. 1/76; Şezerât, 1/108.
[261] Bu zât, Basralı Talk b. Habib el-Anezî'dir. Doğru ve ibadetine düşkündür. Mürcieden olduğu söylenmiştir. Üçüncü tabakadan olup, hicretin 90. yıllarından sonra vefat etmiştir. Bakınız: Takrib. 1/380: Cerh ve Tadil. 4/490.
[262] Bu zât, Muhammed b. Vâsi' b. Câbir b. Ahnes el-Ezdî'dir. Künyesi Ebu Bekir veya Ebu Abdullah olup Basralıdır. Güvenilir ve ibadetine düşkün bir kimsedir. Pek çok menkıbesi vardır. Beşinci tabakadan olup, hicretin 123. yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib, 2/215; Şezarat. 1/161.
[263] Bu zât, Safvan b. Muhriz b. Ziyad'dır. Mazini veya Bâhili kabil esindendir. Güvenilir ve ibadetine düşkün bir kimsedir. Dördüncü tabakadan olup, hicretin 174. yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib, 1/3681 Cerh ve Ta'dil 4/423.
[264] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/299-302.
[265] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/303.
[266] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/304-305.
[267] Hadîs sahihtir. Buhari Fiten kitabında (Feth'ul Bâride 7068 numaralı hadisle) rivayet etmiştir. Hadisin şârihi İbn Hacer, Ahdurrahman b. Mehdi ve Taberani'nin İbn Mes'ud'dan naklettiği rivayetinin mevkuf olduğunu kaydettikten sonra bu rivayetin sahih bir senedi olduğunu bildirmiştir. Bu rivayetteki metnin anlamı şöyledir: "Dün, bugünden hayırlıdır. Bugün yarından hayırlıdır. Kıyamet kopana kadar böyledir."
[268] Bazen teşri' zamanında bulunmayan bir ibadet gibi mükellefiyetten fazla veya din koyucunun unutarak değil, kullarına merhametten dolayı hakkında bir hüküm bildirmediği hususta haram kılmak için kıyas yapılabilir. Bu caiz midir?
[269] Şöyle denilebilir: Böyle birini bid'atçı gruplarda okluğu gibi bazılarının başa geçirip lider ve müftî yapması, olabilir bir şeydir.
[270] Bu ifade, aynen ayet olup Kur'an'ın lafzı-değil, ancak manasıdır. (Bakınız: Âl-i İmran. 7)
[271] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/306-308.
[272] Âl-i İmran: 15
[273] Âl-i İmran: 15
[274] Muhammed: 15
[275] Bakara: 17
[276] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/309-310.