SAHABENİN SÜNNET ANLAYIŞI2

ÖNSÖZ.. 2

Üçüncü Baskıya Önsöz. 2

GİRİŞ. 4

A-Konunun Önemi Ve Amacı4

B- Araştırmanın Metodu Ve Planı5

Kavramsal  Çerçeve. 6

B- Sünnet'in Kavramlaşma Süreci12

1- Arap Dilinde ve Kur'an'da Sünnet12

2- Hz. Peygamber'in Dilinde Sünnet12

a- "Sünnet" Kelimesinin Fiil Olarak Kullanımı12

b- "Sünnet" Kelimesinin İsim Olarak Kullanımı16

3- Sünnet'in Geç Döneme Alt Bir Kavram Olduğu iddiası23

4- Sahabenin Dilinde Sünnet25

a- Büyük Sahabilerin Dilinde "Sünnet" Tabiri25

2- Hz. Ömer'in Dilinde " Sünnet" Tabiri:27

3- İbn Mes'ud'un Dilinde "Sünnet" Tabiri:30

4- Hz. Osman'ın Dilinde "Sünnet" Tabiri:32

5- Hz. Alinin Dilinde "Sünnet" Tabiri:33

6- Ebü Hureyre'nin Dilinde "Sünnet" Tabiri:35

b- Genç Sahdbilerin Dilinde "Sünnet" Tabiri36

2- Hz. Aişe'nin Dilinde "Sünnet" Tabiri ;36

4- İbn Abbas'ın Dilinde "Sünnet" Tabiri:37

5- İbn Ömer'in Dilinde "Sünnet" Tabiri:38

6- Enes b. Malik'in Dilinde "Sünnet" Tabiri:40

Arap Toplumu Kur'an-ı Kerim.. 42

C- Sahabede Peygamber Telakkisi42

1- Beşer Olarak Hz. Muhammed. 43

2- Peygamber Olarak Hz. Muhammed. 50

3- Hâkîm / Müftü Olarak Hz. Muhammed. 57

4- Lider Olarak Hz. Muhammed. 59

5- Hz. Peygamberin Sahabe Nezdîndekî Otoritesi63

a- Sahabenin Hz. Peygamber'e İtaat ve İttibaları64

b- Sahabe ve Hz. Peygamber66

c- Sahabenin Hz. Peygambere İtaatta Gecikmeleri71

d- Sahabenin Hz, Peygamberin Sözünü Dinlememeleri73


SAHABENİN SÜNNET ANLAYIŞI

 

ÖNSÖZ

 

Peygamberler, hem dünyada hem de ahirette insanlığın mutluluğa erişme­lerini sağlamak amacıyla Yüce Allah tarafından gönderilmiş elçilerdir. Onların temel görevleri, Allah'tan aldıkları ilâhi mesajları insanlara ulaştırmak, onlara hakikat yollarını göstermek, bu uğurda bilfiil önderlik ve örneklik yapmaktır.

Bu kutlu elçilerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v.) de aynı misyonu ic­ra etmiştir. O, risaleti ile birlikte, kendisine inanan insanlara rehberlik etmiş, onlar için örnek bir hayat sergilemiştir. Rasulullah (s.a.v.) gerek sahabe, gerekse sonradan gelen inananlar için ideal bir şahsiyettir. O’nun sözlerinde olsun, dav­ranışlarında olsun, inanan kimseler için güzel bir örnek vardır. Bu sebeple, hangi asırda yaşarsa yaşasın, ona inanan insanların ideal bir mümin olabilme­leri; büyük ölçüde onu tanımaları, çizgisini takip etmeleri, ortaya koyduğu ide­al davranışlara uymaları ile mümkün olacaktır. Bu noktada, herşeyden önce, onun çizgisinin, ideal davranışlarının, yani sünnetinin ne olduğu, nasıl anlaşıl­ması gerektiği, geçmişte ve günümüzde en çok konuşulan, tartışılan konuların başında gelmektedir.

Bugün Hadis-Sünnet sahasında çalışanların en çok üzerinde durdukları konu, Sünnetin doğru bir şekilde anlaşılması, yorumlanması ve bunun için ye­ni bir metodoloji oluşturulmasıdır. Hz. Peygamberin ilk muhatapları olan saha­benin sünnet anlayışının bu doğrultuda yapılan çalışmalara katkısı bulunabi­leceği düşüncesiyle, böyle bir konuyu tedkik etmenin yararlı olacağına inandık. Önemi kadar, zorluğu da ortada olan böyle bir alanda yaptığımız çalışmamızın bu yolda atılmış mütevazı bir adım olarak hüsn-i kabul görmesi, en büyük ar­zumuzdur.

"Sahabenin Sünnet Anlayışı" isimli doktora tezimizin danışmanlığını lütfet­me nezaketinde bulunan, muhterem hocamız Prof. Dr. Talat Koçyiğit'e şükran­larımızı arzetmek bir vefa borcumuzdur. Yine, çalışmalarım esnasında; konu­ların müzakere ve mütâlâasında, bazı bölümlerin okunması, tashih ve değer­lendirilmesinde ve tezin yazılması esnasında emeği geçen, bize yardımlarını esirgemeyen saygıdeğer hocalarımıza, değerli arkadaşlarımıza, kardeşlerimize teşekkürlerimizi arzediyoruz.

Elinizdeki bu eserin, çalışmalarımızda bize daima yol gösteren Prof. Dr. M. Said Hatiboğlu'nun da aralarında yer aldığı yedi kişilik bir jüri tarafından 1996 yılı T. D.V. İslam Araştırmaları ödülüne layık görülmesi, araştırmamızın basılması yönünde bizi teşvik etmiş, bize cesaret vermiştir. Öte yandan, gerek jürinin, gerekse çalışmamı dikkatle okuyarak bazı hususları tashih edip tavsi­yelerde bulunan başta Doç. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu ve Doç. Dr. İ. Hakkı Ünal olmak üzere, bütün değerli hocalarımızın katkılarından son derece yararlandı­ğımı ve kendilerine teşekkür borçlu olduğumu belirtmek isterim.

Ayrıca kitabın basımı esnasında her türlü gayreti gösteren Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Mat. ve Tic. İşl. yetkilileri ve çalışanlarına teşekkür ederim.

Basım öncesinde sözünü ettiğimiz katkılar doğrultusunda yeniden gözden geçirdiğimiz bu mütevazı çalışmamız, samimî bir gayretin ürünü olup, değerli okuyucuların eleştirileri ve katkıları ile daha da olgunlaşacaktır. Gayret bizden, tevfîk Rabbimizdendir.

Bünyamin Erul Ankara-1998

 

Üçüncü Baskıya Önsöz

 

Gerek Hz. Peygamber'in, gerekse onun hikmetli yolu ve sözleri olan Sünnet ve Hadisin doğru anlaşılması üzerine ilmî tartışma ve çalışmalann yoğun bir şekilde yapıldığı günümüzde, meseleyi sahabe zaviyesinden ele alan bu çalış­manın üçüncü baskısını yapma fırsatı veren Yüce Rabbimize hamdeder, her yö­nüyle bize örneklik ve rehberlik eden sevgili peygamberimize salât ve selam ede­riz.

İlk baskısı 1999'da yapılan elinizdeki bu çalışmanın, 2000 yılında ikinci baskısının yapılması, ikinci baskıda bazı düzeltme, ilave veya çıkartma gibi ye­ni bir katkıda bulunma imkanı vermedi. Zira geçen bir yıl içerisinde yeterince tartışılmadan, değerli meslektaşlarımızdan ve dikkatli okurlarımızdan gelecek tespit, tenkit ve her türlü tepkileri tam olarak alamadan bu çalışmaya yeni bir önsöz yazmanın pek anlamlı olmayacağını düşündük. Aradan geçen beş yıllık bir zaman diliminde ise, beklediğimiz bu değerlendirmeleri büyük ölçüde aldı­ğımızı söyleyebiliriz. Bu süre içerisinde konu, Ankara, İstanbul, Kayseri ve Kon­ya gibi bazı şehirlerde düzenlenen çeşitli platformlarda anlatıldı ve tartışıldı. Çeşitli dergilerde, kitaplarda ve internet ortamında çalışma hakkında olumlu ve olumsuz değerlendirmeler yapıldı. Çalışmayı hayli önemseyerek Türk okuyucu­suna tanıtma lütfunda bulunan değerli hocam Prof. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu ile aziz dostum Yard. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım'a minnettarım. Kitabı hem Türkçe, hem de içerik bakımından titiz bir şekilde okuyup değerlendirme inceliğini gös­teren vefakâr dostum Dr. Necmettin Yurtseven'e; kendi ifadesiyle "hızlı okuma yoluyla gözden geçiren" ve değerli tashihler ve tekliflerde bulunan saygıdeğer Prof. Dr. Mehmet Erdoğan Bey'e; Konya'daki DİB Eğitim Merkezi'ndeki kursi­yerlerle birlikte yaptığı okumaların sonucunu "Hadis Metinlerini Anlamada Öz­nellik Sorunu" başlıklı yazıya dökerek eserin içeriğine ilişkin bir eleştiri yayın­layan [1] Yusuf Acar dostuma; "Sahabe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık" ad­lı çalışmasında birkaç yerde dipnot düşerek tenkitler yönelten değerli meslek­taşım Yard. Doç. Dr. Aynur Uraler'e burada ayrı ayrı teşekkür ediyorum.

Burada çalışmaya yöneltilen yazılı ve sözlü bazı eleştirileri -kısa da olsa- değerlendirmede fayda mülahaza etmekteyim:

a- Yusuf Acar tarafından, yoğun bir emek ve mesai harcanarak hazırlandı­ğı ve  alanında ilk olduğu kabul edilen çalışmamız, sosyal bilimlerdeki öznellik sorununun rivayet ilimlerindeki yansımasına ilişkin somut örnekler içerdiği için önemli görülmüştür. Ayrıca, çalışmada, gerek senet gerekse metin kritiği yapılırken anlayan öznenin içinde bulunduğu (inanç, kültür, önyargılar ve ter­cihler vs.) ortamın bir izdüşümü durumundaki zorlama çıkarsamalar ve benim­senen yöntemin bütün rivayetlerde standart bir şekilde sürdürülememesi gibi sübjektifliklerin varlığı iddia edilmiştir.

Hemen ifade edelim ki, sosyal bilimlerde, özellikle de rivayetlere dayalı ilim­lerde öznelliğin, her zaman ve mekan için geçerli olduğu bir hakikattir. Hatta bu durumun, rivayetlerin tedvin ve tasnif edildikleri dönemlerde -itikadı, fıkhı ve siyasî yansımaların neticesi olarak- çok daha fazla olduğunu rahatlıkla söy­leyebiliriz. Sayın Acar'ın benzetmesini kullanacak olursak, aslında kendi dö­nemlerindeki belli şartlar altında, okyanustaki yüzbinlerce balık içerisinden sa­dece birkaç bin tanesini yakalayan ve talebi de dikkate alarak bunları tablala­rında sergileyenler, muhaddislerimiz olsa gerektir. Bizlerin yapmaya çalıştığı ise, sadece tablalarda mevcut olan balıklan tanımaya, tanıtmaya, onlar içeri­sinden de en taze ve sağlıklı olanlarını seçmeye yönelik belli tercihler yapmak­tır. Elimizden gelen bütün cehd ve gayretimizin sonucu yaptığımız bu tercihle­rimizde yanılma payımızın olabileceği bir gerçektir. Burada bir başka gerçek daha var ki o da, hatalı bile olsa ulaşılan sonuçlardan dolayı ilim adamlarına bir ecir vadederek onları sürekli ilmî inceleme ve araştırmaya, cehd ve içtihada teşvik eden dinimizin engin hoşgörüsüdür. Sayın Acar'ın bu doğrultudaki eleş­tirilerini cevabi yazımızda değerlendirdiğimiz için onları burada tekrar etmeye­ceğiz. Gerek Acar'ın, gerekse Uraler'in dile getirdikleri öznellik, taraflılık, önyar­gı vb. iddialarının bizim için geçerli olduğu kadar, başta iddia sahipleri olmak üzere geçmişteki ve günümüzdeki bütün ilim adamlan için de geçerli olduğunu hatırlatmalıyım. Elbette her ilim adamının yetiştiği ortam, kazandığı bakışaçısı, kullandığı üslup, benimsediği yöntem ve dayandığı kaynaklar doğrultusun­da ulaştığı sonuçlar da farklı olabilecektir. Bu farklılığı, bir öznellik olarak de­ğil de, yapılan tespitler tasvip edilmese de, onları Hadis kültürümüz için bir zenginlik olarak kabul etmek kanaatimizce daha isabetli olacaktır.

b- Eleştirilerde dile getirilen bir başka husus da, çalışmada yapılan "Zahi­rî, Fıkhı ve İçtihadı Yaklaşımlar" şeklindeki üçlü tasniftir. Nitekim sayın Acar, "Sahabenin zahirî, fıkhı ve ictihâdî yaklaşımlar şeklinde kategorize edilmesinin, sağlıklı olmadığını, asr-ı saadeti bize aktaran rivayetler açısından da pek isa­betli görünmediğini" belirtmiştir. Oysa biz, çalışmamızda amacımızın, "Şu sahâbîler müctehittir, şunlar fakihtir, şunlar da hadisçidir" şeklinde onları ta'dad ederek kesin çizgilerle kategorik bir ayırıma tabi tutmak olmadığını, yalnızca sünnet anlayışları ve genel temayülleri doğrultusunda meşhur sahâbîleri ele al­dığımızı açıkça belirttik. Bu çalışmamız esnasında verdiğimiz birçok misalde de görüldüğü üzere, şeklî ve lafzı yaklaşımı ile meşhur bir sahâbînin, genel din an­layışı ve karekterinin hilafına, başka bîr meselede diğer fakih sahâbîler gibi de­ğerlendirmeler yapabildiğini, hatta kişisel kanaatini dile getirebildiğini; buna mukabil fıkhı ve içtihadı ile meşhur bir sahâbînin de bazen tamamen zahirî bir anlayış sergileyebildiğim de hatırlatmıştık. Bunun en tipik misallerini Hz. Ömer ile oğlu Abdullah'ın yaklaşımlarında açıkça görmekteyiz. İstisnaî bir iki misal­den hareketle sayın Uraler'in çalışmasında "Baba-oğulun sünnete bakışı da ay­nıydı" (s. 212) şeklindeki yargısı, bize yönelttiği eleştirilerde kullandığı ken­di ifadesiyle söyleyecek olursak, gerçeği ile izah edilebilir (s. 117, 449. dipnot). Yaptığımız bu üçlü tasnife yapılan diğer bir itiraz da, bunun zahirî, fıkhî ve ictihâdî yaklaşımlar şeklinde isimlendirilmesiyle ilgilidir. Aslında okuyucuları­mız bunda haksız da sayılmazlar. Şu kadar var ki, bunlann yerine ne diyebile­ceğimize ilişkin arkadaşlarımızla haftalarca istişare ettiğimizi, tartıştığımızı, su­nulan alternatiflerin de meramımızı ifadeye yetmediğini burada ifade etmeliyiz. Mesela, sırasıyla "Alıcı-anlayıcı-sorgulayıcı yaklaşımlar" veya "yüzeysel kavrayıcı yorumlayıcı yaklaşımlar" dile getirilen öneriler arasındaydı. Aynca, fıkhî yaklaşım ile ictihâdî yaklaşım şeklinde yaptığımız ayınm da sayın Erdoğan gi­bi, başkaları tarafından da pek uygun bulunmadı. Fıkıh ile ictihad kavramlarının birbiriyle ne kadar içice iki kavram olduğunun farkındayız. Ancak ilgili yer­de izah etmeye çalıştığımız gibi, iki kavram arasında bize göre "umum-husus min vechin" durumu sözkonusudur. Bu konuda hayli kafa yormamıza rağmen, maalesef ideal bir isimlendirmeye gidemediğimizi itiraf ediyor, hâlâ tekliflere açık olduğumuzu ve bu hususta okurlanmızdan yardım beklediğimizi belirt­mek istiyoruz.

c- Yukarıda zikredilen çalışmalarda tespit edilen birkaç maddi hata, tarafı­mızdan değerlendirilmiş ve bu baskıda gerekli tashihler yapılmıştır. Bu değerli katkılarından dolayı adı geçen arkadaşlara tekrar şükranlarımızı arzediyoruz. Yeri gelmişken, daha sonra rastladığımız yeni malzemeler ve tespitler ışığında, bizim de bazı tashihler yaptığımızı hatırlatmalıyız. Yaptığımız yeni araştırmalar neticesinde özellikle Sünnetin Kavramlaşma Süreci kısmında iki üç hadisi de­ğerlendirirken önemli değişiklikler yapma ihtiyacı hissettik. Ancak, bu tashih­lerin hiçbiri, eserdeki ana fikri değiştirecek, onun esas ve içeriğini bozacak tür­den düzeltmeler değildir.

d- Aldığımız eleştirilerden bir kısmı da çalışmanın hacmiyle ilgilidir ve de­ğerli okurlarımız bu hususta da haklıdırlar. Ancak, çalışma örnekleme yönte­miyle yapıldığı için, ister istemez hacim artmış oldu. İki baskıyı yapan bir ça­lışmanın üçüncü baskısında, sırf hacmi biraz hafifletmek gayesiyle birçok şeyi çıkarmanın da doğru olmadığını düşündük. Fakat hacmin yeni malzemelerle daha da fazlalaşmaması için pek ilavede de bulunmadık. Allah izin verirse ile­ride bu çalışmayı "Sünnet Kavramı: Oluşum ve Gelişim Süreci", "Sahabenin Peygamber Anlayışı" ve "Sahabenin Sünnet Anlayışı" şeklinde herbiri biraz da­ha genişletilmiş üç ayrı kitaba dönüştürmeyi planlıyoruz. Hacim probleminin ancak bu şekilde aşılabileceği kanaatindeyiz.

e- Çalışmada kullandığımız üslup da en fazla dile getirilen bir husustur. Konu ve rivayetlere yaklaşım üslubumuzu, çok olumlu, ılımlı, dengeli ve ihti­yatlı bulanlar çoğunlukta olmakla birlikte, bir süre okuduktan sonra okumayı bırakacak kadar sert bulanlar da oldu. Bu durum kısmen, bazı okurlara farklı gelen değerlendirmelerimizden kaynaklanabilirse de, daha çok okuyucunun ge­nel birikimi, bu konulardaki bilgi seviyesi ve belki de ön kabulleri ile ilgili olsa gerektir. İnsaf ehli okuyucularımızın kolaylıkla görebileceği gibi biz, çalışmanın başından sonuna kadar, olumlu ve ihtiyatlı bir üslup kullanmaya gayret ettik. Tahrik edici, rencide edici yahut dayatmacı bir üsluptan sakınmaya çalıştık. Hatta bazı arkadaşlarımızın dikkatlerinden kaçmayan "Şayet hadis sahih ise..." şeklinde kullandığımız ifadeler de bu ihtiyatın bir sonucudur. Geleneğimizde birçok alimin kullandığı bu "in sahha" tabiri, sözü edilen hadisin metni hakkın­da bazı endişelerin bulunduğunu, aslında sahih olmayan bu metnin sahih sa­yılması halinde ne şekilde değerlendirilebileceğini belirtmek için kullanılmakta­dır. Dolayısıyla, her bir hadis hakkında kabul veya red şeklinde mutlaka kesin bir değerlendirmenin yapılması beklenmemeli, kullanılan bu ihtiyatlı üslup da yadırganmamalıdır.

f- Araştırmalarımız esnasında cd'leri kullanmadığımız halde, dipnotlarda hayli erken dönem kaynaklarının bulunması ve dipnotların zenginliği hemen herkes tarafından takdir görmüştür. Elbette bunun ne kadar zaman alan ve durmak yorulmak bilmez bir mesai aldığını bu işin ehli fazlasıyla bilir.

İşte bütün bu tepki ve değerlendirmelerden makul olanlar dikkate alınarak çalışma baştan sona tekrar gözden geçirilmiş ve gerekli düzeltmeler yapılmış­tır, Buna rağmen eserin hâlâ tashih edilmeyi beklediğini, bunun ancak siz de­ğerli okuyucularımızın tespit ve tenkitleriyle gerçekleşebileceğini ve bu husus­ta gelecek her türlü katkıya canu gönülden müteşekkir olacağımızı ifade etmek isteriz.

Şu âna kadar aldığımız olumlu olumsuz tepkiler göstermektedir ki Sün­nettin anlaşılması ve yorumlanmasında sahabe belirleyici bir çığır açmıştır. Sa­habenin farklı bakış ve yaklaşımlarını ele alan bu mütevazı çalışma, günümüz Hadis-Sünnet çalışmalarına, özellikle de yöntem arayışlarına hayli malzeme vermişse, hatta belli ölçüde katkı sunmuşsa kendimizi bahtiyar hissedeceğiz.

Gayret bizden, tevfik Rabbimizdendir.

Bünyamin Erul

Ankara/Şubat-2004

 

GİRİŞ

 

A- Konunun Önemi Ve Amacı

 

Sünnet, İslam'ın Kur'an'dan sonra ikinci temel kaynağıdır. Geçmişte ve gü­nümüzde müslümanların benimsemiş oldukları İslam anlayışını, Kur'an ve Peygamber-Sünnet anlayışı belirlemiştir. Ancak anlama ve anlayış bir tarafıyla da insan ile ilgili bir olgudur. Bu sebeple sahabeden günümüze kadar Kur'an ve Sünnet, ümmetin müşterek referansları olmasına rağmen, ilk nesillerden iti­baren ortaya farklı anlayışlar çıkabilmiştir. İlerleyen asırlar içerisinde bu fark­lı anlayışlar daha da büyümüş, bazen ifrata, bazen tefrite dönüşmüş ve netice­de, sağlıklı bir Peygamber telakkisi ve sünnet anlayışının yeniden ortaya kon­masını adeta zorunlu hale getirmiştir.

Şüphesiz sağlıklı, tutarlı ve doğru bir İslam anlayışı, onun temel kaynak­larının doğru anlaşılmasına bağlıdır. İnsanların anlama kabiliyetleri ve anlama yöntemleri neticesinde elde ettikleri bu farklı anlayışların sağlamasını yapmak için de, elbette yine Kur'an ve Sünnetin yanısıra, ilk müslüman nesle, sahabe­ye başvurmamız en doğru yol olacaktır. Çünkü sahabe, daha sonraki nesiller­den farklı olarak, Kur'an ve Hz. Peygamberin muhatapları, sebeb-i nüzul ve vürudların canlı şahitleri olup, kaynaklara en yakın insanlar olma imtiyazına sa­hiptirler. Dolayısıyla sahabenin Peygamber telakkisi ve Sünnet anlayışı, bize göre sağlıklı bir anlayış ortaya koymada önemli bir katkı sağlayacaktır.

Böyle bir konuyu seçip çalışmaktaki amacımız ise, ana hatlarıyla da olsa, sahabenin sünnet anlayışını tesbit etmektir. Şüphesiz bunu, binlerce sahabî arasından ancak az sayıda sahabînin kanaatlerinden faydalanarak gerçekleş­tirmeye çalışacağız. Daha çok, ileri gelen sahabilerin yakalaşımlanna müraca­at ederek, onlardaki genel anlayışı, farklı yaklaşımları, değişik eğilimleri ortaya koymaya çalışmak, tezin ana hedefleri arasındadır. Ayrıca bu farklı anlayış ve yaklaşımların sebepleri ile, esas aldıkları kriterleri ve dikkat ettikleri hususları tesbit ederek, onların sünneti anlama yöntemini ortaya koymaya çalışmak te­mel amaçlarımızdandır.

Ayrıca bu çalışmadan ortaya çıkan sonucun, bugün bizlerin sünnet anla­yışına ışık tutacağına ve yol gösterici olacağına inanıyoruz. Sünneti, sahabenin anladığı yöntemlerle anlamak, onların yaklaşımlarıyla benzer uygulamalar yap­mak, şüphesiz birçok hadis ve sünnetin doğru anlaşılmasını, birçok problemin çözümünü kolaylaştıracaktır. Dolayısıyla tezin amacı, sadece ondört asır önce­sindeki bir durumun tesbitinden ibaret değildir. Aksine biz, ortaya koyabildiği­miz kadarıyla, sahabenin sünnet anlayışının, sünnet anlayışımıza sağlam bir temel teşkil edeceği inancı içerisindeyiz. Bu nedenle diğer bir amacımız da, geç­mişte var olan bu yaklaşımların, sünneti anlamaya yönelik olarak yapılan çalışmalar için bir temel olduğunu ortaya koymak, bu hususta sahabenin sünnet anlayışına başvurulması gerektiğini vurgulamaktır.

 

B- Araştırmanın Metodu Ve Planı

 

Öncelikle belirtmeliyiz ki, konumuz bir ilk dönem çalışmasıdır. Konu saha­benin sünnet anlayışı olunca, mevcut en erken dönem kaynaklarına başvurma­mız kaçınılmazdır. Dolayısıyla biz, ulaşabildiğimiz kadarıyla en eski kaynakla­rı taramaya gayret ettik.

Bu sahada elimizde bazı eserleri mevcut olan Ma'mer b. Râşid'in (ö. 153) Cami adlı eserine, Malik (ö. 179), Muhammed eş-Şeybânî (ö. 179), Ebû Yusuf (ö. 182), Şafiî (ö. 204) gibi imamların kitaplarına, özellikle Abdurrazzak (ö. 211) ile İbn Ebî Şeybe'nin (ö. 235) Musannelerine, Saîd b. Mansur'un (ö. 227) Sünen'ine ve Humeydî'nin (ö. 219) Musned'ine müracaat ettik. Ayrıca, Fezâri (ö. 186), Vakıdî (ö. 207), İbn Hişâm (ö. 213) ve İbn Sa'd (ö. 230) gibi tarihçilerin eserlerine de sık sık başvurduk. Elbette bunların yanaşıra Kütüb-i Sitte ve diğer temel hadis koleksiyonlarımız en fazla başvurduğumuz referanslarımız olmuş­tur.

Konu erken dönem çalışması olunca, tabiî ki sıhhatli gördüğümüz rivayet­lere dayanarak örnekleme yöntemini kullandık. Elde edebildiğimiz mevcut mi­sallerden hareketle bazı sonuçlara varmaya çalıştık.

Fakat bu sahada elimizdeki en erken kaynakların bile, Hz. Peygamber'den yüz elli, iki yüz yıl sonrasına ait olduğu dikkate alınırsa, asıl kaynağa, hakîki malumata ulaşmada karşılaşacağımız zorluklar bir nebze anlaşılabilecektir. Bu çalışmada karşılaştığımız zorluklardan ilki, mümkün mertebe erken kaynakla­ra başvurmakla beraber, yine de, kaynaklanmızdaki bazı rivayetlerin gerçekten o lafızla Hz. Peygambere veya herhangi bir sahabîye ait olup olmadığı, ravilerin tasarrufunun veya müdahalesinin bulunup bulunmadığı hususlidur. Bu riva­yetleri değerlendirirken, Hadisçilerin isnad tenkidiyle ilgili koymuş oldukları kriterlerin yanısıra, Kur'an ve sünnetin bütünlüğü içerisinde, yer yer metin tenkidi yapmayı da ihmal etmedik. Yani hem sened, hem de metin kritiğini yapsuretiyle eleştirel bü anlayışla yaklaşmaya, sahih rivayetleri tesbit etmeye alıştık. Özellikle rivayetlerin karşılaştırılması yöntemiyle sağlıklı sonuçlara ,aşmaya özen gösterdik. Yaptığımız bu tahliller neticesinde, rivayetler arasında en sahih gördüğümüzü tercih ederken, diğerleri hakkındaki tereddütlerimi­zi ve ihtiyatımızı dile getirdik.

Karşılaştığımız ikinci zorluk ise, daha önce bu sahada derli toplu müstakil calışmaların yapılmış olmamasıdır. Araştırma konumuza en yakın çalışma, yi­ne değerli hocam Talat Koçyiğit'in yönetiminde hazırlanan Nevzat Aşık'ın "Sa­habe ve Hadis Rivayeti" isimli doktora tezidir. Ancak hemen belirtmeliyiz ki, bi­zim çalışmamız, hadis rivayetiyle ilgili değil, sünnet dirayeti ile ilgilidir ve gerek Hz. Peygamberin hayatında ve gerekse vefatından sonra, sahabenin yalnızca sünnet anlayışını konu edinmektedir.

Sünnetin Kavramlaşma Süreci konusu ile, Sahabede Sünnete Yönelik İçti­hadı Yaklaşımlar kısımlarında, sahabîlere kronolojik olarak yer verilmiştir. Ge­rekli görülen yerlerde, bazı rivayetlerin şema halinde isnadı, bazılarının da Arapça metinleri verilmiştir.

Tartışılan konuların değerlendirilmesi esnasında, zaman zaman seleften, mezhep imamlarından ve ilim adamlarından bazılarının farklı değerlendirmele­rine yer verildiği gibi, gerek bazı rivayetlerin akabinden, gerekse hemen her kıs­mın ardından tarafımızdan da değerlendirmeler yapılmıştır.

Araştırmanın  Planına gelince:

Araştırma, iki ayn bölümden oluşmaktadır. Her bölümde de, üçer kısım bulunmaktadır.

Kavramsal Çerçeve diye isimlendirdiğimiz ilk bölümün, birinci kısmında, "sahabi tanımı üzerinde durulmuş, bu konudaki farklı görüşlere yer verilmiş, usulcülerin tanımı tercih edilmiştir.

İkinci kısımda, “Sünnet” kelimesinin kavramlaşma süreci incelenmiştir. Burada kısaca Arap dilinde ve Kur'an'daki kullanımına işaret ettikten sonra, sı­rasıyla Hz. Peygamber, büyük sahâbîler ve genç sahabîlerin kullanımlarına yer verilerek, bu süreç ortaya konulmuştur.

Üçüncü kısımda Sahabede Peygamber Telakkisi ele alınmıştır. Konunun ehemmiyetine değinildikten sonra, sahabenin Hz. Muhammed'e, sırasıyla bir beşer, Peygamber, hakim ve lider olarak bakışları; Kur'an'ın ve Hz. Peygamberin beyanları ile sahabenin kanaatleri doğrultusunda tesbit edilmeye çalışılmıştır. Ayrıca Hz. Peygamberin sahabe nezdindeki otoritesi de değerlendirilmiştir.

Araştırmanın ikinci bölümü, Sahabenin Sünnet Anlayışını konu edinmektedir. Araştırmamız esnasında tesbit ettiğimiz üç ayrı yaklaşım, bu bölümün kı­sımlarını oluşturmaktadır.

Birinci kısımda Sahabenin Sünnete Yönelik Zahirî Yaklaşımları incelen­miştir. Burada, Hz. Peygamberin sözlerine karşı lafzî, davranışlarına karşı da şeklî yaklaşımlar araştırılmış ve bu yaklaşımın genel bir kritiği yapılmıştır.

İkinci kısımda Sahabenin Sünnete Yönelik Fıkhı Yaklaşımları incelenmiş­tir. Fakih sahabilerin sünnet anlayışında gözetmiş oldukları hususlar ayrı baş­lıklar halinde ele alınmıştır. Sırasıyla sünnetin menşeine, Hz. Peygamberin iç­tihatlarına, onun gözetmiş olduğu illet ve maksatlarına, sünnetin bağlayıcılık, kapsayıcılık ve devamlılık yönlerine bakışları üzerinde durulmuştur. Herbiri hakkında değerlendirmeler yapılmıştır.

Üçüncü kısımda ise, Sahabenin Sünnete Yönelik İçtihadı Yaklaşımları araştırılmıştır. Bu kısımda müctehit sahabilerden yalnızca Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Muaviye'nin sünnet ile alakalı bazı icraat ve içtihatları de­ğerlendirilmiştir. Yönetimin başında bulunan bu halifelerin sünnet anlayışları

tesbit edilmeye çalışılmıştır.

Araştırma, genel bir hulasa niteliğindeki sonuç ile tamamlanmıştır.

 

Kavramsal  Çerçeve

 

A-  Sahabi Kavramı Üzerine

 

Arapçda sahabi kavramı bir kişiyle birlikte bulunma dost ve arkadaş olma anlamlarına gelen sahabe kullanımında ifade edilen ve dost olan kimse anlamına gelen tekil bir isimdir.Aynı kökten tekil bir ism-i fail olan sahıb kelimesi ile sahb, ashab ve sahabe şeklinde çoğul olarak kullanılır.

Kur’an’daki kullanımlarından bu fiilin daha çok beraber yaşamayı bir arada bulunmayı ifade ettiği anlaşılmaktadır.

Yine hem İslam öncesinde hem de sonrasında Hz. Peygamberle birlikte yaşayan hicret yolculuğunda da O’na refakat edn en yakın dostu Hz. Ebu Bekir’i kastederek Yüce Allah’ın;

“O ikisi mağarada iken, O, arkadaşına (li sahibihi) üzülme, Allah bizimle beraberdir diyordu.” Ayeti de bu birlikteliği ön plana çıkarmaktadır. 

Aynı şekilde Yüce Allah, Hz. Musa’nın peygamberliğine inanan ve bir süre Mısırda onunla yaşadıktan sonra, firavundan kurtulmak için, ilahi emir gereğince Hz. Musa ile birlikte yola çıkan İsrailoğullarından söz ederken “Ashabu Musa, Musa’nın Ashabı” tamlamasını kullanmıştır.

Kanaatimizce bu iki ayette geçen sahib ve ashab ifadeleri daha sonra hadis litaretüründe ıstılahlaşan sahabi ve ashab tabirleriyle örtüşmektedir. Hatta biz bu ifadelerin Arablar arasındaki yaygın olarak kullanımından çıkartılıp, yalnızca Hz. Peygamberin inanan arkadaşlarına özel bir isim olarak tahsis edilerek kavramlaşmasında bu iki ayetteki kullanımların ışık tutmuş olabileceğini düşünüyoruz.

İlgili rivayetlere bakıldığında söz konusu kavramlaşma sürecinin çabuk gerçekleştiği görülmektedir. Hz. Peygamber de, etrafındaki müslümanlar hakkın­da birçok defalar ashâbi, derken, gerek sahabe ve gerekse tabiîler sâhıbu'n-Nebî, ashâbu'n-Nebî, ashâbu Rasülillah, ashâbu Muhammed gibi bazı tamlamala­rı kullanmışlardır. [2]

Burada üzerinde durmamız gereken bir husus, bir kimseye sahâbî denilebilmesi için Hz. Peygamber ile asgarî birarada bulunma müddetinin ne kadar olması gerektiğidir. Acaba, Hz. Peygamberi sadece bir-iki kez gören veya dinleme fırsatı bulan, fakat onunla birlikte yaşamayan kimselere de sahâbî denilebilir mi ?

Bu hususta gerek Hz. Peygamberden, gerekse sahabeden gelen rivayetlere baktığımızda, sohbet ile, daha çok dostluğu, arkadaşlığı, uzun süre beraberce yaşamayı kasdettikleri anlaşılmaktadır. Mesela Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir'i (ö. 13) sohbeti (arkadaşlığı, beraberliği) ve malı konusunda insanların en emini olarak görürken [3]hicret esnasındaki arkadaşlıklarını da aynı kelime ile ifade ediyordu. [4]

Halifeliği döneminde suikasta uğrayan ve acılar içerisinde bulunan Hz. Ömer'i (ö. 23) teselli eden İbn Abbas (ö. 68), "Ey müminlerin emîri, her ne ka­dar bu vuku bulduysa da, sen Rasûlullah ile sohbet ettin (birlikte yaşadın) ve sohbetini (arkadaşlığını) da güzel yaptın ve o, dünyadan senden hoşnud olarak ayrıldı. Sonra Ebu Bekir ile sohbet ettin ve onunla da sohbetini güzel yap­tın." [5] derken sohbet ile beraber yaşamayı kasdetmekteydi.

Velid b. Ukbe'yi şikayet etmek üzere Halife Hz. Osman'a (ö. 35) gelen bir sahâbî, "Sen Rasûlullah ile sohbet ettin ve onun yolunu gördün." deyince o, "Evet, dediğin gibi ben iki defa hicret ettim, Rasûlullah ile sohbet ettim, ona bey'at ettim. Vallahi, Allah onu katına alıncaya kadar ona ne isyan ettim, ne de onu aldattım" karşılığını vermiştir. [6]

Ebû Hureyre (ö. 59) Rasûlullah ile ne kadar bir arada bulunduklarını ifade etmek için "Rasûlullah (s.a.v.) ile üç yıl sohbet ettim." derken, [7]tabiûndan Humeyd b. Abdurrahman da (ö. 95) "Ebû Hureyre'nin Hz. Peygamber ile dört yıl sohbet etdiği gibi, onunla yine o kadar sohbet etmiş bir kimse ile karşılaştım" dedikten sonra o sahâbîden duyduğu hadisi naklediyor.  [8]

Yine uzun bir ömür yaşayan Enes b. Malik'e (ö. 93), "Rasülullah'ın ashabından senden başka kimse kaldı mı?" diye sorulduğunda O, "Onu gören bazı bedeviler var ama  onunla sohbeti bulunan kimse kalmadı" diye cevap vermiştir. [9]

Burada sadece birkaçını zikrettiğimiz bu ve benzer haberlerden, onların sohbet ile, Hz. Peygamberle beraberliği kasdetükleri anlaşılmaktadır. Bu kana­ati paylaşan tabiunun büyüklerinden Said b. Museyyib'in (ö. 93) bu hususta bazı şartlar ileri sürdüğü ve: "Biz, ancak, Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte bir veya iki sene ikamet eden ve onunla birlikte bir veya iki gazveye katılanları sahâbî sa­yıyoruz" [10] dediği rivayet edilmektedir. Basra'lı muhaddislerden Asım b. Süley­man el-Ahvel (ö. 141), seksenli yıllarda vefat eden Abdullah b. Sercis hakkın­da, "O, Rasûlullah (s.a.v.)’ı gördü ama, onunla sohbeti olmadı" demektedir. [11] Asım'ın bu ifadesinden onun, sahâbîliği ancak örfî anlamda bir sohbet (beraberlik) ile gerçekleşeceği kanaatinde olduğu anlaşılmaktadır.[12] Abdullah b. Sercis'in, (hadisçilerin koymuş oldukları Hz. Peygamber ile) karşılaşma ve hadis dinleme esasına göre sahabe arasında zikredilmesinde ihtilaf edilmediğini ha­tırlatan İbn Abdilberr (ö. 463), Asım'ın bu sözü ile, Said b. Museyyib ve başka­larının benimsediği uzun süre beraberlik şeklindeki sohbeti kasdettiğini söylemektedir.  [13]

Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî (ö. 403) ise, sohbet kelimesinin lugavî ve örfi anlamları üzerinde durarak şu değerlendirmeyi yapar: "Sahâbî isminin, es-suhbe masdarından türediğinde ve bu hususta belli bir sürenin tahsis edilmediğin­de dil alimleri arasında ihtilaf yoktur. Bilakis ister az olsun, ister çok olsun, Hz. Peygamber ile beraberliği olan herkes hakkında bu isim geçerlidir. Fiilden tü­reyen isimlerin hepsi de böyledir. Nitekim, "felan ile bir yıl veya bir ay veya bir gün ya da bir süre beraber bulundum" denilir ki, burada sohbet ifadesi, azı için de, çoğu için de kullanılmaktadır. Bununla birlikte, bu husus ümmetin örfün­de şöyle yerleşmiştir: Onlar, bu ismi ancak Hz. Peygamber ile uzun süre birlik­te olan kimseler için kullanırlar. Ve bu ismi, Hz. Peygamber ile bir an için kar­şılaşan veya onunla birkaç adım yürüyen kimselere değil, ancak onunla uzun süre birarada yaşayan kimselere caiz görürler. Dolayısı ile bu isim, ancak böy­le olan kimseler için geçerli olur. Ama bununla birlikte, Hz. Peygamberle bera­berliği uzun olmasa ve ondan sadece bir hadis rivayet etse dahi, emin ve güve­nilir bir kimsenin haberi kabul edilebileceği gibi, onunla amel de edilir." [14] Gö­rüldüğü gibi Bâkıllâni (ö. 403) bu hususta sohbetin çokluğuna ve devamlı gö­rüşmeye, beraberliğe itibar etmektedir. [15]

Ebu'l-Huseyn el-Basrî (ö. 436) ise bir kimsenin sahâbî olabilmesi için şu iki özelliği taşıması gerektiğini ileri sürer:

1- Hz. Peygamber ile uzun süre beraber arkadaşlık etmesi lazım, çünkü dı­şarıdan gelen heyetler vb. onunla fazla görüşemeyip, sadece görenler sahâbî di­ye isimlendirilmezler.

2- Onu uzun süre dinlemiş, ondan bilgi almış ve ona ittiba etmiş olması la­zımdır. [16]

Sahabenin adaletini tartışırken benzer bir ayırımı gözeten Mâzerî [17] de (ö.536) "biz, 'sahabe âdildir' derken, onu birgün gören veya nadiren ziyaret eden, ya da onunla herhangi bir maksatla bir araya gelip, işi bitince çıkıp gi­den kimseleri kasdetmiyoruz. Bununla biz, Hz. Peygamberle birlikte yaşayan, ona saygı gösteren, yardım eden ve ona indirilen Nur'a uyan şu kurtuluşa eren kimseleri kastediyoruz" [18] demektedir.

Aynı şekilde İmam Gazzâlî (ö. 505) de, ancak Hz. Peygamber ile sohbeti bulunana sahâbî denilebileceğini, bu ismin verilebilmesi için kısa bir sürenin yeterli olduğunu ifade ettikten sonra, örfün onu sadece sohbet süresi uzun olan­ca tahsis ettiğini söyler.  [19]

Su halde Usulcülere göre sahâbî, Hz. Peygambere uymak ve ondan (sünnetlerini) elde etmek amacıyla onunla uzun süre birlikte yaşayan kimsedir. Dolayısıyla dışarıdan gelen ve fazla kalmadan hemen ayrılan heyetler bu tarifin içerisine girmez. Bu durumda usulcüler sahâbî olmada Rasûlullah ile altı ay veya daha fazla beraberliği şart koşmaktadırlar. Fakat bu sürenin kesin olma­dığı, yaklaşık bir ölçü olduğu da söylenmektedir. [20]

Hadisçiler ise böyle uzun bir beraberliği şart koşmazlar. Onlara göre, Hz. peygamberi bir kez dahi görmek, çok kısa bir görüşme yapmak, bir anlık bera­ber bulunmak sohbet etmiş olmak için yeterlidir.

İbnu'l-Medînî'ye (ö. 234) göre, "Günün herhangi bir ânında da olsa Hz. Pey­gamber ile birarada bulunan veya onu görmüş olan kimseler, onun ashabındandırlar." [21] Ahmed b. Hanbel (ö. 241)'e göre sahâbî, "Rasûlullah ile bir ay ve­ya bir gün veya bir an beraberliği olan veya onu gören kimse" diye tanımlanır­ken, [22] Buhârî (ö. 256)'ye göre ise, "Müslümanlardan Hz. Peygamber ile birlikte bulunan veya onu gören kimseler onun ashabındandır." [23] Şu halde hadisçiler, Hz. Peygamberden bir hadis veya herhangi bir söz rivayet eden herkese sahabe ismi veriyorlar, hatta onu tek bir defa gören kimseyi de sahabeden sayarak (çemberi) geniş tutuyorlar, görme şerefinden dolayı, onu gören herkese sahabe hükmünü veriyorlar. [24] Bu tariflerden anlaşılacağı üzere hadisçiler, Hz. Pey­gamber ile çok kısa da olsa buluşmuş, görüşmüş olmayı esas almışlar ve saha­be hakkında yazmış oldukları biyografik eserleri de bu tarif doğrultusunda ha­zırlamışlardır. Hatta onların özellikle, çocukluğunda gördüğü halde, Hz. Pey­gamber ile beraber bulunamayan kimseler hakkında, "Hz. Peygamberi görmüş­lüğü vardır ama, sohbeti yoktur" şeklinde değerlendirmeler yaptıklarını, fakat neticede onları da sahabeden saydıklarını görüyoruz. [25] Hadisçiler içerisinde sahâbî tanımını en geniş tutan İbn Hacer (ö. 852) şöyle der: "Sahabî, Hz. Peygam­bere mümin olarak mülâki olan ve İslam üzere ölen kimsedir." Ona mülaki olan ifadesi içerisine, onunla birlikte uzun süre veya kısa bir müddet oturup kalkan, ondan rivayet eden veya etmeyen, onunla birlikte savaşan veya savaşma­yan, onunla birlikte oturmasa bile, onu bir defa gören veya âmâlık gibi bir arı­zadan dolayı göremeyen kimseler de girmektedir. [26]

Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, her ne kadar yukarıda verilen tarifler­de, Hz. Peygamberi kısa bir süre için gören kimselere de sahâbî ismi verilmiş olsa bile, onu görenler arasında diğerlerinden önce müslüman olanlar ve bütün ömürlerini onun yanında geçirenler vardır; onunla birlikte gazvelere iştirak edenler vardır; onunla birlikte İslam'ın yayılması, Allah isminin yüceltilmesi için çalışanlar, mücadele edenler vardır; onunla birlikte müşrikler tarafından tehdit edilenler vardır; eş ve çocuklarını terkedip başka yerlere hicret etmek zo­runda kalanlar vardır; nihayet şehid olanlar vardır. Elbette bütün bunlar ara­sında derece farkı olması tabiidir ve Hz. Peygamberi yalnız bir saat içinde gö­rüp ondan işittiği tek bir hadisi rivayet eden sahâbî ile, bütün ömrünü onun hizmetine vermiş, yahut İslam için onunla birlikte mücadele etmiş, yahutta bu yolda şehit olmuş sahâbî arasında bu derece ayrımım yapmak gerekmektedir; kısacası her sahâbîyi fazilet bakımından bir ve aynı mertebede saymak müm­kün değildir." [27]

Şüphesiz Hz. Peygamberi görmek, onunla çok kısa bir süre için de olsa gö­rüşmek, konuşmak, buluşmak, Allah'ın o insanlara lütfettiği büyük bir şeref, sonsuz bir bahtiyarlıktır. Hatta kaynaklarımızda, onu görür görmez, onun ya­lancı biri olmadığını anlayan, onu ilk görüşüyle müslüman olan, ona en fazla kızan bir düşman iken en çok seven bir dost haline gelen, yahut duyduğu bir hadisi veya dinlediği bir hutbesi ile dünya görüşü değişiveren, insanların sevi­yelerini, dertlerini, ilgi alanlarını dikkate alarak onlara en samimi bir biçimde yaklaşan Hz. Peygamberin oldukça etkileyici cazibe alanına giren, dolayısıyla kısa sürede fevkalade büyük değişimleri yaşayan birçok insandan bahsedilmektedir.[28] Çölden gelen bir bedevinin yapmış olduğu her türlü kabalıklarını sabır ve anlayışla karşılayan, onları tevazu, hilim ve ilimle düzeltmeye çalışan, şefkat ve merhamet abidesi bir Peygamberin etkileme gücü elbette kaçınılmaz­dır. Aynı şekilde Mekke'li aristokratlarca yıllardır ezilen, hor hakir görülen fa­kirler, köleler ile Rahmet Elçisi arasında yaşanan en küçük ilişkilerdeki etkileşim  bile en kısa sürede kendisini gösterecektir.

Fakat kabul etmeliyiz ki, yine de bir insanı tanımak, onun hakkında doğ­ru bir kanaata varabilmek elbette zaman ister, onunla farklı alanlarda, değişik ortamlarda, çeşitli ilişkiler içerisinde olmayı gerektirir. Onun söz ve davranışla­rını, hal ve hareketlerini bilmeyi, izlemeyi gerekli kılar. Durum böyle olunca, kendilerinden yararlanacağımız sahâbîlerin, bize sağlıklı bir peygamber telak­kisi ile sünnet anlayışı aktarabilecek kadar bilgi, görgü ve birikim sahibi kim­seler olmaları kaçınılmazdır. Bunun içinse, o telakki ve anlayışı elde edebilecek kadar, belli bir süre onunla birlikte yaşamaları adeta zorunlu hale gelmekte­dir. Gece gündüz, evde mescidde, çarşıda pazarda, seferde hazarda, zorda darda, savaşta barışta, sevinçte ve kederde onunla bir arada bulunan, bütün bu hallerde onu dinleyen, müşahede eden, soran, konuşan, görüşen insanlar elbette onu daha yakından tanıyacaktır.

Nitekim Abdulhay el-Leknevî (ö. 1304) de "Ashabdan murad; Râşid Halife­ler gibi, Muhacirler, Ensar ve başkalarından seferde hazarda, Hz. Peygamberle birlikte bulunan, ondan vahyi alan, şeriati, hükümleri ve İslamm edeblerini öğ­renen, nasih ile mensuhu bilen kimselerdir. Yoksa onu bir veya daha fazla gören herkes değil" [29] demektedir. Leknevî'nin zikrettiği bu hususlar ile, bizim bu çalışmamızda sahabeden kasdettiğimiz şeyler hemen hemen örtüşmektedir. Zi­ra biz, Hz. Peygamber hakkındaki en tutarlı telakkilerin, en isabetli kanaatle­rin, en yakın müşahedelerin, ancak bu vasıflan haiz sahâbîler tarafından orta­ya konulabileceğine inanıyoruz. Bizim için Hz. Peygamberin konumunu, sün­netini tesbit edebilmek açısından, onunla yeterli beraberliği olan sahâbîlerin kanaatlari, anlayışları önemli ve belirleyicidir. Zira onlar, Hz. Peygamberi sade­ce dinlemek, görmek ve izlemekle kalmamışlar, onunla birlikte, onun gibi yaşa­maya çalışmışlar, onu en iyi okuyanlar, en güzel anlayanlar olmuşlardır.

Zaten fiilî durum, ya da vakıa bizi buna zorlamaktadır. Zira, Ebû Zur'a er-Raziye (ö. 264) göre Hz. Peygamber vefat ettiğinde, onu görmüş ve dinlemiş 114.000 kişi vardı. er-Râfiî ise, bunun 60.000 olduğunu iddia etmektedir. Neticede hadisçilerin tarifine göre on binlerce sahâbî gelip geçmiştir. Ancak, saha­be isimlerini veya biyografilerini veren kitaplara baktığımız zaman, sahâbî olup olmadıkları tartışılanlar ve çocuklar da dahil olmak üzere az veya çok kendisin­den bahsedilen sahabe sayısı 8.000'e dahi ulaşmamaktadır. Bu ise, geride ka­lan onbinlerce sahabeden hiç haberimizin olmadığı anlamına gelmektedir. Çünkü bu kitaplarda, Tebük'te olduğu gibi, savaşa iştirak eden on binlerce meçhul askerden, heyetler halinde gelip müslüman olduktan sonra dönüp gi­den Medine dışında yaşayan onbinlerce insandan, bedeviden, son olarak Hz. Peygamber ile birlikte veda haccına katılmış onbinlerce kadın, çocuk ve değişik bölge halklarından kahir ekseriyeti yer almamaktadır. Dolayısı ile Hz. Peygam­beri ve sünnetlerini onlardan öğrenmek şöyle dursun, çoğunun kimliği hakkın­da dahi bilgimiz yoktur. Kendilerini bir parça tanıdığımız bu 8.000 kişiden de yalnızca 1008 veya 1060 ya da en fazla 1300 sahâbî hadis rivayetinde bulun­muştur. Bu 1000 sahâbîden 800 kişinin bir ile dokuz arası hadis rivayet ettiği göz önünde bulundurulursa, kalan 200 sahâbînin on ve daha fazla hadis riva­yet ederek bu iş ile meşgul oldukları söylenebilir. Bunlardan yedi kişi; binin, dört kişi; beş yüzün, 27 kişi; yüzün ve 194 kişi de onun üzerinde hadis rivayet etmişlerdir. [30] Şu halde Hz. Peygamber ve sünnetleri hakkında rivayetleri ile bizleri bilgilendirecek, diğer bir deyişle telakki ve anlayışlarına baş vuracağımız sahabe sayısı ancak 200-300 kişi dolaylarında olacaktır.

Netice itibarıyla biz, sahabenin sünnet anlayışı derken, daha çok Hz. Pey­gamberin çevresinde kümeleşen. onun eğitim ve terbiyesinde yetişen, onun sa­dık dostlarının, İbn Kuteybe'nin (ö. 276) ehl-i hâssa[31] diye nitelendirdiği özel ar­kadaşlarının telakki ve anlayışlarını esas alacağız. Bunun dışında kalan ve hadisçilere göre sahâbî sayılan bedevileri, dışarıdan gelip dönen heyetleri, çocuk veya genç olan, ya da geç müslüman olanlan ikinci planda tutacağız. Bunu şu şekilde gösterebiliriz;

Burada birinci halkayı oluşturanlar, genellikle İslam'ın ilk yıllarından iti­baren Hz. Peygamberin etrafında toplanan, sürekli onunla birlikte yaşayan, onun sohbet ve sünnetleriyle yetişen sahâbîlerdir. Bu halkaya öncelikle, Mekke'li Muhacirler ile Medine'li Ensar girmektedir. Bir de, Medine'ye yerleşip on­lar arasına katılan, sonradan onlara dahil olanlar o halka içerisindedir. İkinci halkayı oluşturanlar ise, bunlardan başka, müslüman olduktan sonra memle­ketlerine dönen, Medine haricinde yaşayanlar, bedeviler, Mekke fethinde ve da­ha sonra müslüman olanlar ile Medine'li olmalarına rağmen, Hz. Peygamberi görüp te sohbetine yetişemeyen çocuklardır.

Biz sahabeyi çok kesin çizgilerle yeniden tarif ve tahdit edecek değiliz. Burada sahabenin sünnet anlayışını ortaya koyabilmek için, hem teorik, hem de pratik olarak usulcülerin sahâbî tanımı çerçevesinde hareket ettik. İstisna­ları olmakla birlikte, görüşlerine ve anlayışlarına başvurduğumuz sahâbîler ge­nellikle Hz. Peygamberin etrafındaki ilk halkayı oluşturan meşhur sahâbîlerdir. Böylelikle biz, hadisçilere göre sahâbî sayıldığı halde bir türlü o sert mizacın­dan kurtulamayan, sünnet terbiyesinden de yeterince nasiplenememiş, olum­suz davranışlar sergileyen bir bedevi ile, daima Hz. Peygamberin manevi iklimindeki [32] medenî şahsiyetler arasında, mizaç, ahlak, fazilet vb. farkını gözetmemizin daha sağlıklı olacağı kanaatine vardık.

Aslında Kur'an'a baktığımızda sahabeden söz eden ayetlerde de, onların Hz. Peygambere yetişmiş olmaları ve onu görmüş olmaları değil, ona iman, ita­at ve ittiba etmeleri, onunla beraber olmaları, ona yardımcı ve destek olmaları önplana çıkartılmıştır:

"Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Elçi'ye, o ümmî Peygambere uyarlar.Ona inanan, destekleyerek ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen nura uyanlar, işte kurtuluşa erenler bunlardır. " [33]

"Ey Peygamber! (yardımcı olarak) Allah sana ve sana tabi olan müminle­re yeter." [34]

"Andolsun Allah, Peygamberin ve o güçlük anında ona uyan Muhacirle­rin ve Ensar'ın tevbelerini kabul etti..," [35]

"Muhammed, Allah'ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar: kafirlere karşı sert, kendi aralarında ise merhametlidirler..." [36]

“Fakat, Rasul ve onunla beraber inananlar, mallarıyla canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve işte murada erenler onlardır." [37]

Bazı ayetlerde ise sahabe, Hz. Peygambere inanan ve bu yüzden doğup bü­yüdükleri Mekke'den hicret etmek durumunda kalan Muhacirler, onlara kucak açan ve her türlü yardımı yapan Ensar ve daha sonra aralarına katılan sahâbîler olmak üzere üç kategoride zikredilir:

"İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler ve (Muhacirleri) barındırıp yardım edenler, işte hakkıyla mümin olanlar bunlardır. Bağışlanma ve hudutsuz rızık onlar içindir. Sonradan iman edenler, hicret edenler ve sizin­le birlikte cihad edenler, işte bunlar da sizdendir." [38]

"(Allah'ın verdiği bu ganimetler) bilhassa yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Pey­gamberine yardım eden muhacir fakirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır. Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşı­sında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zaruret içinde bulunsa­lar bile onları kendilerine tercih ederler. Nefsinin tamahkarlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Onlardan sonra gelenler: 'Rabbimiz. bizi ve bizden önce inanmış kardeşlerimizi bağışla, kalbimizde müminlere karşı kin bırakma. derler. " [39]

"Muhacirlerden ve Ensar'dan (İslam'a girmekte) ilk öne geçenler ile, bunlara güzelce tabi olanlar... Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. (Allah) onlara altlarından ırmaklar akan. içinde ebedi kalacak­ları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.” [40]

Muhtelif ayetlerde ise savaşanlar ile savaşmayanlar; cihad edenler ile inan­dıklarını iddia edenler, Fetih öncesi savaşanlarla, Fetih sonrası savaşanlar arasında mukayese yapılmış ve bunların birbirine eşit olmadıkları vurgulan­mıştır:

'İnananlardan özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlara üstün kılmıştır. Gerçi Allah hepsine de güzellik vadetmiştir, ama mücahidleri, oturanlardan çok daha büyük ecirle üstün kılmıştır." [41]

"Elbette sizden (Mtekke'nin) fethinden önce (hak yolunda) harcayan ve sava­şan (lar ile sonrakiler) bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infak eden ve sava­şanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah, hepsine de en güzel sonucu vadetmiştir." [42]

Çöllerde yaşamaları sebebiyle farklı mizaçlara sahip olan ve Hz. Peygamber ile daha az görüşme fırsatı bulan bedeviler hakkında ise Kur'an, onların müsbet yönleri kadar, menfi yönlerinden de bahseder:

"Ne Medine halkının, ne de onların çevresinde bulunan bedevi Arapların, Al­lah'ın Rasulünden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarının kaygı­sına düşmeleri onlara yakışmaz..."  [43]

"Bedevî Araplardan kimileri, de var ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır, ver­diğini Allah'a yakın dereceler kazanmaya ve Rasulün duasını almaya vesile sa­yar. Gerçekten o, kendileri için yakınlık vesilesidir. Allah onlan merhametinin içi­ne sokacaktır. " [44]

Bedevilerden bahseden diğer ayetlerde ise Kur’an, onlardan bazılarının ta­kındıkları olumsuz tavırları dile getirmiş ve onlan sert bir şekilde eleştirmiştir. Özellikle bu eleştiriler, Hz. Peygamber tarafından savaşa veya umre yolculuğu­na çağırıldıkları halde, yenilme, bir musibetle karşılaşıp geri dönememe korku­suyla çeşitli bahaneler ileri sürerek izin isteyip bu davete katılmamaları, [45] inanmadıkları halde, zekat alabilmek için inandıklarını iddia etmeleri ve bunu Hz. Peygamberin başına kakmaları, biraz daha fazla ganimet alabilmek için ka­ba davranarak onu incitmeleri, [46] Allah yolunda infaktan kaçınma, Allah'ın hü­kümlerini tanımama, müslümanların aleyhine ve hatta küfür ve nifaktan yana olumsuz tavırlar sergilemeleri [47] üzerinde yoğunlaşmıştır.

Buraya kadar zikrettiğimiz bu ayetlerde açıkça görüldüğü gibi Yüce Allah, sahabenin ne şahıslarından, ne Hz. Peygamberi görmüş olmalarından ve ne de aynı zaman ve mekanda yaşamış olmalarından söz etmektedir. Bilakis onlan başkalarından üstün ve faziletli kılan vasıflarından, yüksek erdemlerinden bahsetmektedir. Gayet açıktır ki, onlara vadedilen güzellikler, yapılan müjde­ler, Allah'ın hoşnudluğuna erişmiş olmaları, sırf Hz. Peygamberi görmelerin­den, O’nun çağdaşların olmalarından değil; ilahi övgüye mazhar olduklan iman, ittiba, itaat, bey'at, hicret, cihad, infak, kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma mallarını ve canlarını Allah yolunda seve seve feda edebilme gibi tarihte eşine hiç rastlanmayan yüce meziyetlerden kaynaklanmaktadır. Ashabın bu meziyet­ler yönünden eşit olmadıklarını ifade eden bu ayetlerden hareketle biz sahabe­yi beş kategoride ele alabiliriz:

1- Mekke döneminde müslüman olanlar: Bunlar  İslamın öncüleri, ilk ina­nanları olma şerefini taşıyan, Mekke'deki en sıkıntılı işkence ve abluka yılları­nı yaşayan, ardından önce Habeşistan'a, sonra da Medine'ye hicret eden Mekke'li olsun veya olmasın bütün muhacirlerdir.

2- Medine'li Müslümanlar: Bunlar; Hz. Peygamberin Medine'yi teşriflerinden önce, I. ve II. Akabe bey'atlarında bulunanlar başta olmak üzere, hicret önce­sinde veya sonrasında müslüman olan, Muhacirlerle kardeş olup, onlara evle­rini, yurtlarını açan, onları himaye eden, ellerinden gelen hiç bir yardımı esir­gemeyen Medine'li yardımcılar, yani Ensar'dır.

3- Hicret ile Fetih arasında müslüman olanlar: Medine ve çevresinden veya dışarıdan gelip müslüman olan, sonra da Medine'ye yerleşen ve Muhacirlere ve Ensar'a güzelce uyum sağlayanlardır.

4- Mekke Fethi sonrası müslüman olanlar: Risaletin ilk yıllarından beri, Mekke'de Hz. Peygambere ve ashabına karşı her türlü düşmanca tavrı sergile­dikleri halde, Mekke'nin fethi ile boyun eğmek durumunda kalan; özellikle mi­silleme ve intikam imkanı olduğu halde, kendilerini affeden Hz. Peygamberin hoşgörüsünden sonra müslüman olan Mekke'liler ile, İslamın gücü karşısında müslüman olmak üzere her taraftan gelen heyetler de bu tabakayı oluşturmak­tadır. Bunlar, hem Medine dışında yaşamaları, hem de geç müslüman olmala­rı sebebiyle, Hz. Peygamber ile, bir veya birkaç kez görüşebilen, ancak fazla be­raberliği olmayan kimselerdir. Aynca küçük çocuklar da bu katagoriye dahil­dir.

5- Genel olarak bedeviler: İster Mekke döneminde, isterse Medine dönemin­de olsun gelip müslüman olan, istisnalar bir yana, bedevilikten ve onun tabiî sonucu olarak bir takım olumsuz  tavırlardan kurtulamayan sert ve kaba mi­zaçlıdır ki, onlardan ancak bir kısmı medenileştirilebilmiştir.

Zikrettiğimiz ilk üç maddedeki müslümanların, usulcülerin tarif ettiği sahâbîlerden oluştuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte bizim de bu araştırma es­nasında sahabeden kasdettiğimiz, Hz. Peygamberin çevresinde, onunla birlikte yaşayan sahâbîlerdir. Bunlar, zikrettiğimiz ayetlerde "Onun beraberinde bulu­nan Muhacirler, Ensar ve onlardan sonra gelip de onlara en güzel bîr şekilde uyan" diye nitelendirilip övülen, derece olarak sonrakilerden üstün görülen sahabe-i kiramdır.

Şu halde Kur'an, açık bir şekilde sahâbînin tanımını yapmamışsa da, bu ayetlerin tavsifinden anlaşılan sahâbî ile, usulcülerin benimsedikleri örfî an­lamdaki sahâbî büyük oranda örtüşmektedir. Ancak tekrar belirtelim ki, bütün bu söylediklerimiz geneli itibariyledir. Ayetlerden hareketle yaptığımız bu beşli tasnif, [48] onların iman, ittiba ve teslimiyetleri esas alınarak yapılmıştır. Bedevi­lerden veya Fetih sonrası müslüman olanlardan da pekala benzer gayret içeri­sin ie bulunanlar olabileceği için biz, hadisçilerin görüşmeyi esas alan tarifini de reddediyor değiliz. Ne var ki, onlar Hz. Peygamberle görüşme şerefi itibarıy­la sahâbi sayılsalar bile, bizim konumuz açısından onlardan istifade etmemiz pek mümkün değildir. Zira bizim için önemli ve belirleyici olan, Hz. Peygambe­ri yeterince tanımış, onun sünnetlerini büyük oranda kavramış olmalarıdır ki, bunu bize nakledebilenler hiç şüphesiz daha çok, onunla beraberliği olan sahâbîlerdir. Aynca, ilk müslümanlardan olup, vefatına kadar Hz. Peygamberle yaşadığı, bütün savaşlara katıldığı halde, bazı büyük sahâbîler, değişik sebep­lerden dolayı bizlere fazla birşey nakledebilmiş değillerdir. [49] Bu yüzden biz, ka­naat ve anlayışlarını rivayetleriyle nakletmiş olan belli sayıdaki ileri gelen sahâbîlerin telakki ve görüşleriyle yetinmek durumundayız. Şüphesiz Hz. Peygam­beri, kendilerinden sonraki nesillere tanıtma, onun sünnetlerini sözlü ve fiili olarak nakletme gibi oldukça büyük bir hizmeti yerine getiren bu sahâbîlerin kanaatleri, onların genelinin anlayışları hakkında yeterli bir fikir verecektir.

 

B- Sünnet'in Kavramlaşma Süreci

 1- Arap Dilinde ve Kur'an'da Sünnet

 

"Sünnet" kelimesinin kökeni olan S-N-N maddesi, İslam öncesi Arap toplu­mu ve edebiyatında da, gerek isim ve gerekse fiil olarak, soyuttan somuta bir­çok anlamlan içeren zengin bir kelime grubuna kaynaklık etmiştir. Biz burada kelimenin semantik tahliline girmeksizin, sadece sünnet kavramı ile yakından ilgili olan bazı kullanımlara işaret etmekle yetineceğiz. [50]

İsim olarak sünnet kelimesi; yol, yol güzergâhı, yaşam tarzı (siret), davra­nış tarzı (tabiat) vb. anlamlara gelmektedir. Fiil olarak senne ve türevleri ise, bı­çak, kılıç vb. bilemek, parlatmak, zırha bürünmek, göz yaşlarının akması, üze­rine su dökünmek, develeri güzelce gütmek, güzel ve süslü konuşmak, dişleri temizlemek, yeni bir şekil vermek, ihdas etmek, çığır açmak, bir yola girip yü­rümek, sülük etmek, yolun işlek olması, bir durumu belirlemek-beyan etmek, toplum için kural koymak vb. anlamlarda kullanılmaktadır. [51]

Bu kullanımlardan anlaşılacağı üzere, Cahiliyye döneminde de S-N-N mad­desi daha çok davranışlarla ilgilidir. [52] Cahiliyye Arapları bununla bilhassa babalarından intikal eden ve kendileri için örnek davranış olan çeşitli örf ve adet­leri kastederler. [53] Nitekim İslam öncesi Arapların yabancısı olmadıkları sünnet kelimesi, Kur'an'da tekil formuyla, çeşitli terkiplerde yer almak suretiyle ondört kere kullanılmış; iki yerde de çoğul şekliyle geçmiştir. [54] Bunlardan sadece se­kizi sünnetullah şeklinde iken, [55] diğerleri sünnetuna, sünnetu men..., [56] ve sünnetu'l-Evvelîn [57] gibi isim tamlamalarında yer almaktadır. [58] [59]

 

2- Hz. Peygamber'in Dilinde Sünnet

 

Burada bizi ilgilendiren ve asıl üzerinde duracağımız husus, sünnet kavra­mının Hz. Peygamber tarafından ne şekilde ve hangi anlamlarda kullanıldığı­dır. Özellikle kavramlaşma sürecinde Hz. Peygamberin bu mefhuma katkısı ne kadardır, onu rivayetlerden tesbit etmeye çalışacağız.

 

a- "Sünnet" Kelimesinin Fiil Olarak Kullanımı

 

Hz. Peygamberden gelen rivayetlerin bir kısmında onun, sünnet kelimesini tamamen sözlük anlamıyla kullandığını görmekteyiz.

1- İyi olsun, kötü olsun bir işte öncülük etme, çığır açma, başkaları tarafın­dan izlenecek davranışlar sergileme anlamında:

İbn Ebi Şeybe (ö. 235) ve Müslim'in (ö. 261) tafsilatlı olarak naklettiklerine göre, Medine'ye Mudar kabilesinden başı açık, yalın ayak, üstü başı yırtık, ama kılıçlarını kuşanmış bir grup gelir. Onların ihtiyaç içerisinde olduğunu görün­ce rengi değişen Hz. Peygamber, ashabını mescidde toplayıp, bazı ayetlerle ahireti hatırlatarak onları, bu muhtaç misafirlere yardım etmeye teşvik eder. Bir müddet sonra Ensar'dan bir zat, neredeyse bir avuçtan fazla bir kese (para) ge­tirerek yardımı başlatır. Diğer insanlar da onu izler ve kısa sürede iki öbek yi­yecek giyecek toplanır. Bunun üzerine sevincinden yüzü gülen Hz. Peygamber şöyle buyurur:

"Kim İslam'da güzel bir sünnet başlatırsa, ona hem kendi ecri, hem de ecir­lerinden hiç birşey eksilmeksizin kendisinden sonra o işi yapanların ecri vardır. Kim de İslam'da kötü bir sünnet başlatırsa, ona hem kendi günahı, hem de gü­nahlarından hiç birşey eksilmeksizin kendisinden sonra o işi yapanların günahı vardır. " [60]

Bu rivayette Hz. Peygamber, öncülük yapma, çığır açma anlamında senne fiilini, hem iyi, hem de kötü işler için bir arada kullanmaktadır. Onun bu ifa­desinde senne fiili, sözlük anlamında olup, iyiye de kötüye de delalet edebilen nötr bir anlam taşımaktadır. Şu kadar var ki, Hz. Peygamber bu ifadeleriyle, birincisine teşvik ederken, ikincisinden sakındırmaktadır. Bu hadisin, başka kaynaklarda farklı lafızlarla rivayet edildiğini görmekteyiz. Serme fiilinin anla­şılması bakımından, mana ile rivayet edilen bu haberin diğer varyantlarından sadece ilk kısımlarını vermemiz yeterli olacaktır:

a- [61]

b- [62]

c- [63]

d- [64]

e- [65]

f-  [66]

g- [67]

h- [68]

Bu rivayetlerin ilk dördünde sünnet-i hasene x sünnet-i seyyie yerine, saliha x seyyie, hayr, x şerr, hayr x seyyie ve dalâl x hudâ karşıtlıkları kullanılmış­tır. Aynı şekilde, 5 ve 6. rivayetlerde de, senne fiili yerine deâ ilâ fiili kullanıl­mıştır ki, davet etme, teşvik etme ve sevk etme anlamlarını taşımaktadır. Son iki rivayette ise konu farklı bir mecraya kaymakta, ölmüş sünnetlerin ihyasın­dan bahsedilmektedir. Bu sebeple biz, onların sıhhatleri konusunda ihtiyatla davranmaktan yanayız. Şu kadar var ki, bu rivayetlerde sünnet-i seyyie yerine, bid'at ihdas etme ifadesinin kullanılması ilginçtir. Zira, ihdas etme anlamı da olan sünnet kelimesi ile, ilk defa kötü bir davranış sergileyerek başkalarına kö­tü örnek olma anlamındaki bid'at ihdas etme, burada birbiriyle örtüşmektedir.

Hz. Peygamberin sünnete nötr olarak ihdas etme anlamı vermesi, biri olumsuz, diğeri olumlu olmak üzere şu iki kullanımda da mevcuttur.

a- Kardeşini öldürmekle ilk cinayeti işleyen Hz. Adem'in oğlu Kabil hakkın­da [69] Hz. Peygamber şöyle buyurur:

"Haksızlıkla öldürülen her kimsenin kanından dolayı Hz. Adem'in ilk oğluna bir günah yazılır. Çünkü o, öldürmeyi ilk defa ihdas edendir. " [70]

Görüldüğü gibi burada senne, tam manasıyla fiilleriyle eş anlamlıdır. Çünkü yeni ve orjinal bir davranış tarzı olmaları itibarıyla fiilleri birbirleriyle örtüşmektedir. Bu, sünnet kelimesinin orjinallik karakterinin yanısıra, bünyesinde barındırdığı nötrlük karakterini yansıtması bakımından da önemli bir noktadır. [71]

b- Hz. Peygamberin, sünnet fiilini olumlu anlamda kullandığına dair de şu misali verebiliriz:

"Muaz b. Cebel'in anlattığına göre bir defasında o, namaza gecikmiş ve ba­zı rekatları kaçırmıştı. Hz. Peygamber selam verince Muaz kalkıp, kaçırmış ol­duğu rekatları tamamlamıştı. Onu gören Hz. Peygamber:

"Muaz (ilk defa böyle birşey yapmakla) size bir sünnet ihdas etti. [72] Artık siz de böyle yapınız!" buyurdu [73]Başka bir rivayette ise benzer bir davranışı İbn Mes'ud sergilemiş, Hz. Peygamber de aynı şekilde "İbn Mes'ud size bir sünnet ihdas etti, artık bu sünnetle amel edin!" buyurmuştur [74]

Bazı rekatların kaçırılması halinde ne şekilde hareket edileceğine dair Hz. Peygamberin herhangi bir beyanatı olmamasına rağmen, Hz. Muaz burada ken­di rey ve içtihadıyla eksik rekatları tamamlama cihetine gitmiştir. Bu kadarıy­la Muaz'ın bu davranışı, ilk defa ihdas anlamında nötr bir davranış tarzıdır. Fa­kat İbnu'l-Kayyim'in (ö. 751) de dediği gibi [75]Hz. Muaz'ın bu yeni davranışı, Hz. Peygamberin takrir ve tasvibini aldıktan ve "siz de böyle yapın!" buyurduktan sonra meşruiyyet kazanmış ve ıstılahı anlamda uyulması istenen bir sünnet haline gelmiştir. Bunu şu şekilde formüle edebiliriz:

Muaz'ın davranışı = ihdas    +    Hz. Peygamberin onayı    =    sünnet.

Hz. Muaz'ın reyine dayalı bu davranışı, şayet Hz. Peygamberin onayını al­mamış olsaydı, onun ne meşruiyyetinden, ne de sünnet oluşundan söz edilebi­lirdi. Aynı durum İbn Mes'ud'un davranışı için de geçerlidir. Ayrıca ıstılahı an­lamda sünnet koyma, yalnızca Hz. Peygambere ait bir olgu olduğundan, her­hangi bir sahâbînin reyine dayalı bir davranışının, direkt olarak Hz. Peygambe­rin sünneti gibi bir sünnet sayılması mümkün değildir.

2- Beyan etme, belirleme anlamında:

İmam Malik'in, isnadsız olarak rivayet ettiği bir habere göre Hz. Peygamber:

"Ben beyan etmek sünnet belirlemek için (li esunne) unutu­rum veya unutturulurum" buyurmuştur. [76] İsnadsız olması sebebiyle bir hayli eleştirilen [77] bu rivayeti İbnu'l-Esîr (ö. 606), "Yani ben insanları doğru yola ilete­bilmek için unutkanlığa sevkedilirim ve kendilerine unutkanlık ârız olduğunda ne yapmaları gerektiğini onlara beyan ederim" şeklinde anlamaktadır. [78] İbn Abdilberr (ö.463) ise, "eu unessâ" ifadesinin râviden kaynaklanan bir şek olduğu­nu söyledikten sonra, Hz. Peygamberin bununla, "unutkanlık ârız olduğunda ba­na uymaları, benim fiilimi örnek almaları için ben ümmetime sünnet belirliyorum koyuyorum" demek istiyor" açıklamasını yapmaktadır. [79]

Görüldüğü gibi, bu ifadede serine fiili, beyan etme, belirleme anlamında lûgavî manasıyla kullanılmıştır. Ancak bunun, Hz. Peygamberden sadır olduğu kabul edilirse, onun özellikle ibadetler sahasındaki beyanı veya kasıtlı olarak herhangi bir davranış tarzını belirlemesi, bu ifadeyi sözlük anlamından çıkartıp, ıstılahtaki sünnet anlamına taşıyacaktır. Zira neticesi itibarıyla Hz. Peygamberin söz konu­su beyanı veya belirlediği davranış, ümmetin uyması beklenen bir sünnettir. [80]

Dolayısıyla ibareye sözlük anlamı veren İbnu'l-Esir de (ö. 544), terim anlamı ve­ren İbn Abdilberr de (ö. 463), metni farklı yönlerden doğru anlamaktadırlar.

3-  Belli bir kural uygulama, muamele etme anlamında:

Malik (ö. 179) ve Abdurrazzak'ın (ö. 211) isnadlarıyla naklettiklerine göre Hz. Ömer (ö. 23), ne Araplardan, ne de Ehl-i Kitap'tan sayılabilen Mecûsilerden cizye alıp almama konusunda nasıl davranacağını bilemediğini söyleyince, Abdurrahman b. Avf (ö. 32), "Ben tanıklık ederim ki, Rasûlullah'ı şöyle buyurur­ken işittim:  

"Onlara Ehl-i Kitab'a uygulanan muameleyi uygulayın!" demişti. [81]

Yani, "Mecûsiİeri Ehl-i Kitap ile bir yol ve minval üzere tutun ve cizye ka­bulünde onlara uyguladığınız muameleyi, Mecûsilere de icra edin!" demekte­dir. [82] Buna göre Hz. Peygamberin Ehl-i Kitab'a uygulamış olduğu cizye uygu­laması, [83] Mecûsilere de uygulanacaktır. Onun vermiş olduğu bu talimat gere­ği, Mecûsilerden de tıpkı Ehl-i Kitap'tan alındığı gibi cizye tahsil edilecektir. Gö­rülüyor ki bu hadiste sünnet kelimesi, emir kipi olarak sözlük manasıyla, isim olarak ta terim anlamına yakın bir anlamda kullanılmıştır.

4- Örnek davranış sergileme, sünnet koyma anlamında:

Ebû Seleme'nin, babası Abdurrahman b. Avf’dan naklettiğine göre Hz. Pey­gamber, Ramazan ayı, oruç ve teravih ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"O (Ramazan ayı) öyle bir aydır ki, Allah size orucunu farz kıldı, ben de si­ze /müslümanlara kıyamını (geceleri namaz kılmayı) sünnet kıldım. Kim orucunu tu­tar, geceyi ihya ederse, annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından arınır.  [84]

Oysa çeşitli kaynaklarda yer alan ve yine Ebû Seleme'nin, Ebû Hureyre'den naklettiği rivayetlerde "Geceleri kıyamını sünnet kıldım" ifadesi bulunmamakta­dır. [85] İki grup rivayeti nakleden İmam Nesâî, Ebû Seleme'nin, babası Abdurrahman b. Avf dan rivayetinin bir hata olduğunu, doğrusunun Ebû Seleme'nin, Ebû Hureyre'den naklettiği rivayet olduğunu tespit etmiştir. [86] İmam Buhârî de aynı kanaattedir. [87] Ayrıca, bir grup hadis imamının kesin olarak belirttiğine göre, Ebû Seleme'nin, babası Abdurrahman b. Avf’dan hadis işittiğini ifade eden rivayetler sahih değildir. "Senentu" ifadesinin geçtiği en-Nadr b. Şeybân tarafından nakledi­len yukarıdaki hadisin zayıf olduğu aşikardır. [88]

5- İzinden gitmek, yol izlemek anlamında:

Kaynakların Huzeyfe b. Yeman'dan (ö. 36) naklettiğine göre, birgün o, Rasûlullah (s.a.v.)'a içinde bulundukları hayırdan sonra şerrin olup olmayacağını sormuş, Hz.  Peygamber de "evet" dedikten sonra bu şerri şöyle anlatmıştır:

"(O gelecek olan şerr) öyle bir toplumdur ki, benim yolumdan başka yollar iz­lerler, gösterdiğim yolun dışında yürürler. Sen onların kimisini tanırsın, kimisini ise tanımazsın." [89] Müslim'in (ö. 261) naklettiği ikinci rivayet ise, bundan bazı fark­lılıklar arzetmektedir:

"Benden sonra öyle yöneticiler gelecek ki, benim rehberliğimde yürümeyecek­ler, benim yolumu izlemeyecekler.[90]

Görüldüğü gibi her iki rivayette de sünnet kelimesi, izinden gitme, yolunu iz­leme anlamına gelen hedy kelimesiyle açıklanmaktadır. Sünnet kelimesinin söz­lük anlamı burada kendisini açıkça göstermektedir.

Dârekutnî (ö. 385), ikinci rivayetin ravisi olan Ebû Sellam'ın Huzeyfe'den ha­dis işitmediğini, dolayısıyla bu haberin mürsel olduğunu söyler. Nevevî (ö. 676) bunu tasdik etmekle birlikte, metnin birinci tarik cihetiyle muttasıl ve sahih ol­duğunu, Müslim'in onu mutabi' olarak zikrettiğini, neticede bununla ihticacın sa­hih olduğunu belirtir. Ona göre hadiste Ömer b. Abdulaziz (ö. 101) sonrası yöneticileri kastedilmiştir ve burada Rasûlullah (s.a.v.)'ın bazı mucizeleri vardır. Nitekim O’nun haber verdiği bu durumların hepsi vuku bulmuştur. [91]

Mesela ilk haberde şer ile tavsif edi­len toplumdur. Daha sonra insanları cehennem kapılarına çağıran davetçiler gele­cektir ve icabet edenleri cehenneme atacaklardır. Onlar Araptır ve Arapça konu­şurlar. Onlara karşı çözüm olarak Hz. Peygamber, müslüman cemaate ve onların yöneticisine bağlanmasını, şayet bir yönetici ve cemaat yoksa, bütün fırkalardan ayrılıp ölüm gelinceye kadar bir ağaç kovuğuna sığınmasını tavsiye etmektedir.

Mursel olduğu söylenen ikinci haberde ise, şer addedilen güruh toplum de­ğil, yöneticilerdir. Onlar içerisinde İnsan görünümünde, fakat kalpleri şeytanların kalpleri gibi olan bazıları söz sahibi olacaktır. Hz. Peygamberin Huzeyfe'ye bura­daki tavsiyesi ise, dövülse de malı alınsa da yöneticiyi dinleyip itaat etmesi şek­lindedir. Hatta sonunda Hz. Peygamber ona tekrar "Onu dinle ve itaat eti" diye emretmektedir.

Doğrusu bu kadar olumsuz anlatılan şerir bir yöneticiye ve şirret bir toplu­ma her ne pahasına olursa olsun mutlak bağlılığı, kesinlikle dinleyip itaat etme­yi, fırkalardan ayrı kalmayı ve nihayet bir cemaat ve yönetici yoksa ölünceye kadar ağaç kavuğuna sığınmayı öngören bu haberleri karşılıyoruz. Zira, yönetici kim olursa olsun, ona mutlak itaat ve teslimiyeti ve kabuğuna çekilme anlayışını Kur'an ve Sünnetle bağdaştıramadığımız gibi, böyle bir anlayışı genel olarak sahabede de görebilmemiz mümkün değildir.

Sözkonusu haberlerin durumu ne olursa olsun, sünnet ile hedy kelimelerinin eş anlamlı olarak kullanılması bizim için önemlidir. Nitekim bu kullanımı, Cabir b, Abdullah (ö. 80), Irbâd b. Sâriye (ö. 75) ve İbn Mes'ud'un (ö. 32) rivayet ettikle­ri Hz. Peygamber'in şu hutbesinde de görmekteyiz:

"Şüphesiz sözün en hayırlısı, Allah'ın Kitabıdır. Rehberliğin en hayırlısı da, Muhammed'in rehberliğidir,"  [92]

Bu ve benzer rivayetlerde sünnet yerine hedy kelimesinin kullanılması, sün­net kelimesinin henüz kavramlaşma sürecini tamamlamadığını gösterir.

Yukarıdan beri verdiğimiz rivayetlere bakılacak olursa, Hz. Peygamberin, sünnet kelimesini genellikle senne fiiliyle kullandığı anlaşılmaktadır. İstinân kalı­bıyla kullanımına ise, daha çok sahabe ve sonraki dönemlerde rastlanmaktadır.

 

b- "Sünnet" Kelimesinin İsim Olarak Kullanımı

 

Hz. Peygamberin sünnet kelimesini isim olarak daha fazla kullandığı görül­mektedir:

1- Yol, adet, hayat biçimi davranış tarzı anlamında:

"Sizden öncekilerin yolunu, karış-karış, adım-adım izleyeceksiniz, hatta onlar bir keler deliğine girseler, siz de onları izleyeceksiniz!". Dedik ki, "ey Allah'ın Rasulü, onlar Yahudiler ve Hristiyanlar mı?" O; " ya kim olacak?" buyurdular." [93]

Bu ve benzer rivayetlerdeki "Sizden öncekilerin sünneti, geçmiştekilerin sün­netleri, İsrail Oğullarının sünnetleri" [94] şeklindeki kullanımlarda sünnet, geçmiş­teki bu milletlerin gidişatlarını, adetlerini, hayat tarzlarını ifade etmek üzere ve olumsuz anlamda kullanılmıştır. Yani "Onların düştüğü kötü yollara siz de dü­şeceksiniz, onların kötü adetlerine uyacaksınız" demek istemektedir.

Buna benzer diğer bir kullanımda Hz. Peygamber, Allah'a en sevimsiz gelen üç sınıf insandan birisinin de "İslam'da cahiliyye sün­netini isteyen kişi" olduğunu haber vermektedir. [95] Buradaki cahiliyye sünneti, cahiliyyeye özgü cahilî âdet ve davranış tarzlannı ifade eder. Kan davası, tefeci­lik, kavmiyetçilik vb. anlayış ve davranışlar cahiliyye döneminin en belirgin tavır­larıdır ki, İslam cahiliyyeye ait böylesi kötü gelenekleri toptan reddetmiştir. İslam'ın şiddetle reddettiği bu tür cahilî gidişatı, İslam'a girdikten sonra, İslam top­lumunda da yaşamak ve yaşatmak isteyen kişi, elbette Allah'ın en çok buğzettiğ Harem'deki mülhid ve kan davası güden ile bir tutulacaktır.

İbn Mace (ö. 273), Ahmed (ö. 241) ve Taberani'nin (ö. 360) rivayet ettiği zayıf bir haberde de Hz. Peygamberin, kurban hakkında soranlara;

“Babanız İbrahim'in sünnetidir" [96] cevabını verdiği rivayet edilmektedir. Burada Hz. İbrahim'den itibaren nesilden nesile intikal eden güzel ve örnek bir davranış biçimi anlamındaki "sünnet" kelimesi, ıstılahtaki anlamını da taşımaktadır. Bir peygamber olarak Hz. İbrahim'in kurban ameliyyesinin sünnet olarak zikredil­mesi gayet tabiidir.

Nitekim bu meyanda diğer bir hadiste ise Hz.  Peygamber:

"Şu dört şey, peygamberlerin sünnetlerindendir; haya [97], güzel koku kullan­ma, diş temizliği ve nikah" [98] buyurmuşlardır. Yani bu dört haslet veya amel, peygamberlerin yapageldikleri örnek davranışlardan, sünnetlerdendir. Oldukça farklı bir kullanım da Hz. Peygamberin kendi sünneti ile birlikte halifelerin sün­netini tavsiye ettiğine dair şu rivayette görülmektedir:

"Benden sonra yaşayanlarınız birçok ihtilaf görecektir. Siz sünnetime ve doğ­ru yola ileten halifelerin sünnetine sarılın!" [99]

Kaynaklarımızda ondört tarikten rivayet edilen bu haber, yalnızca Irbâd b. Sâriye'den (ö.75) gelmesi hasebiyle hadis usûlüne göre ferd-i mutlak bir hadis ol­ması, Hz. Peygamberin mescidde yapmış olduğu bir vaaz olmasına rağmen ikin­ci bir sahâbî tarafından rivayet edilmemiş olması itibarıyla senedi; kendi sünne­tinin yanısıra, kimler olduğu belli olmayan raşit-mehdi halifelerin sünnetini tav­siye etmesi ve arkasından, sonradan çıkan herşeyin bid'at ve her bid'atin sapık­lık olarak nitelendirmesi itibarıyla da metni eleştiri konusu olmuştur. [100] Zira bundan başka rivayetlerde rastlanmayan "raşid halifeler" nitelemesi, büyük bir ihtimalle ilk halifelerden sonra çıkmıştır. Ayrıca sünnetlerine uyulması emredi­len bu halifelerin ileride genişçe üzerinde duracağımız gibi içtihadı tasarrufla­rıyla ihdas ettikleri pekçok yenilik ve değişiklikler vardır. Dolayısı ile bir taraftan halifelerin sünneti, öbür taraftan onların şartlar ve maslahatlar gereği birçok ye­niliklerinin mevcudiyeti ve her ihdas edilen yeniliğin bid'at ve dalalet sayılması gibi çelişkili bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu sebeplerden dolayı, ilgili rivayete ihtiyatla yaklaşılması daha uygun olacaktır.

2- Hz. Peygamberin yaptığı veya belirlediği davranış tarzları anlamında:

Daha çok sünneti sünnetenâ veya es-sünne şeklinde kullanıldığına şahit ol­duğumuz bazı rivayetleri burada kısaca zikredelim:

a- Hz. Peygamberin eşlerine, onun gece ibadetini sorup öğrendiklerinde ade­tâ bunu azımsayan ve onun gelmiş-geçmiş bütün günahları bağışlanmış bir pey­gamber oluşuna bağlayan, bu sebeple birisi, ömür boyu geceleri namaz kılmaya, öbürü hergün oruç tutmaya, diğeri ise hanımlardan uzaklaşmaya karar veren üç sahâbînin bu sözleri üzerine Hz. Peygamber;

"Allah'a yemin ederim ki, ben sizin Allah'tan en çok korkanınız, en fazla sakınanızım. Fakat ben, bazen oruç tutarım, bazen tutmam. Bazen namaz kılarım, bazen de uyurum. Hanımlarlada evlenirim" dedikten sonra: 

"Şu halde her kim benim sünnetimden yüzçevirirse, o benden değildir" buyur­dular. [101]

Hz. Aişe'nin (ö. 57) rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber, o sahâbîlerden Os­man b. Maz'un'a (ö. 2):

"Ey Osman, sünnetimden yüz mü çeviriyorsun?" deyince O: "Vallahi hayır, ey Allah'ın Rasulü! ben senin sünnetini istiyorum" demişti. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber:

"Şüphesiz ben, hem uyurum, hem namaz kılarım, hem oruç tutarım, hem tutmam, hanımlarla da evlenirim. Ey Osman Allah'tan sakın! Ailenin sende hakkı var, nefsinin sende hakkı var. Sen de bazen oruç tut, bazen tutma, biraz namaz kıl, biraz uyu!" [102] buyurdu.

b- Buhârî'nin Berâ'dan (ö. 71) naklettiğine göre, bir Kurban Bayramı hut­besinde Hz. Peygamber, "Bugün ilk önce yapacağımız iş, (bayram) namazlarımı­zı kılmamız, sonra dönüp kurbanlarımızı kesmemiz olacaktır" dedikten sonra:

"Her kim böyle yaparsa, sünnetimize uygun hareket etmiş olur. Kim de namazdan önce keserse, kurban değil sadece ailesine et kesmiş olur" buyurmuştur [103]

Ebû Dâvud ve Nesâî'nin Berâ'dan naklettikleri diğer bir varyantta "Sünneti” yerine "Kurban ibadetine uygun hareket etmiş olur" şeklinde geçmektedir.  [104]

Buharı ve Müslim tarafından yine Berâ'dan nakledilen üçüncü bir rivayette ise:

"Kim kurbanını namazdan sonra keserse, kurbanı tamamlanmış ve müslümanların sünnetine uymuş olur" buyurmuştur. [105]

Mana ile rivayet edilen üç rivayet de Berâ-Şa'bî ortak isnadıyla gelmekte ve Şa'bî sonrasında dağılmaktadır. Bu rivayetlerin üçü de devamında kurbanım kes­mekte acele eden Ebû Burde b. Niyâr'ın (ö. 45) sorusuna yer vermektedir. "Müs­lümanların sünnetine uymuş olur" ifadesinin yer aldığı son rivayet ise, Buhârî'de aynca Enes b. Mâlik'den gelen başka bir isnadla da nakledilmiştir. Dolayısıyla son rivayetin lafzı, hem Buhârî ve Müslim tarafından nakledilmiş olması, hem de ikinci bir sahâbî tarafından rivayet edilmiş olması itibarıyla tercih edilmelidir.

c- Yolculukta su bulamadıkları için teyemmümle namazlarım kıldıktan son­ra suya rastlayan iki şahıstan birisi abdest alıp namazı iade ederken, diğeri iade etmemişti. Gelip bunu anlattıklarında Rasûlullah (s.a.v.)  iade etmeyene:

"Sen sünnete uymuş oldun ve namazın yerine gelmiş oldu" derken, iade ede­ne de, "Sana ise, iki ecir vardır" buyurdular. [106] Şayet Hz. Peygamberin cevabı bu şekilde sadır olmuşsa, onun, bu ifadesinde sünneti, şer'î ruhsat anlamında kul­landığı anlaşılıyor. Zira o, onu takrir ile kabul ederken, iade edeni takdir ederek iki ecir kazandığını bildiriyor.

d- Bir defasında Hz. Peygamber abdest bozarken Hz. Ömer, abdest alması için ona su götürünce o:

"Ben her tuvalet ihtiyacımı giderdiğimde abdest almakla emrolunmadım. Şa­yet böyle yapsaydım, o mutlaka sünnet olurdu" buyurmuştur. [107]

Görüldüğü gibi bu haberlerde sünnet, Hz. Peygamberin, ümmeti için ortaya koyduğu, ya da tavsiye ettiği örnek davranışlarını ifade etmekte ve bu kullanım­larda ıstılahı bir anlam taşımaktadır. [108]

3- Sünnet-Kur'an birlikteliği şeklinde:

Kaynaklarımızda mevcut bazı haberlerde, Hz. Peygamberin, Kur'an ile sün­netten bir arada söz ettiği rivayet edilmektedir. Buna dair birkaç rivayeti zikret­memiz yerinde olacaktır:

a- Hz. Peygamberin, vefatından sonra sarılmaları için ümmetine bıraktığı rehberler hakkında farklı rivayetler gelmiştir:

1- İmam Malik'in "belağanî" diyerek isnadsız bir şekilde naklettiğine göre Hz, Peygamber:                       

"Size iki şey bıraktım ki, onlara sarıldığınız sürece sapıtmazsınız: Allah'ın Kitabı, Peygamberinin sünneti" [109] buyurmuştur.

Vâkıdî'nin (ö. 207) Hudeybiye Musalahasi'ni anlatırken Ka'b b. Ucre (ö. 51) [110] tarikiyla naklettiği bir rivayette, Hz. Peygamber umre maksadıyla çıktı­ğı bu yolculuğunda Cuhfe'ye varınca insanlara seslenmiş ve kendilerine iki şey bıraktığını ifade etmiştir. Vakıdi'nin bu rivayetinde sözkonusu iki husus:

"Allah'ın Kitabı ve elinizdeki O'nun sünneti" şeklinde ifade edilmiştir. Peşinden ise:

"Size Allah'ın Kitabını ve Peygamberinin sünnetini bıraktım" şeklinde de söy­lenildiği hatırlatılmıştır. [111]

Öncelikle ifade edelim ki, yukarıdaki hadis nakledilirken, metnin ortasında yer alan "Naciye b. Cundeb dedi ki:İfadesinden sonra gelmesi, hadisin gerçek râvîsi hakkında bizi tereddüde düşürmektedir. Şayet hadisi nakleden sahâbî, Ka’b ise, hadisçilerin Vâkîdî hakkındaki olumsuz beyanları dışında [112]hadisin isnadı sahih gözükmektedir. [113] Fakat eğer râvî Naciye b. Cundeb ise, [114] bu ha­disin isnadı yoktur, muaallaktır.

Rivayetin metnine bakılacak olursa, görüldüğü gibi burada "sunnetehû" ifadesindekî zamir, Allah'a râcidir ve ilk cümlede Hz. Peygamber'den ve onun sün­netinden söz edilmemektedir. İkinci cümlede yer alan "ve yukâlu" "denilir" ifade­si ise, herşeyden önce "temrîz" sîgasıdır ve cezm sîgası olmadığı için, nakledilen metnin zayıflığını, nakledenin de bu hususta tereddüdünü gösterir.

Diğer bir husus, "Kitâbellâhi ve sunnetehû bi eydîkum" ifadesi, bazı rivayet­lerde "Kitâbellâhi ve sebebehû bi eydîkum" şeklinde zikredilmektedir. [115] Öyle an­laşılıyor ki, noktasız olarak aynı şekilde yazılan "sunnetehû" ve "sebebehû" keli­meleri üzerinde sehven veya kasten tashif yapılmıştır.

Aynca, Hz. Peygamber, etrafındaki insanlara seslendiği halde, böyle önemli bir tavsiyesinin, söz konusu umre ziyaretini anlatan başka sahâbîler tarafından nakledilmemiş olması da ilginçtir. Daha çok Veda Haccı esnasında söylenilen bu hadisin, umre ziyareti esnasında ifade edilmesi de aynı şekilde gariptir, dolayı­sıyla bu rivayetlerin ihtiyatla karşılanması yerinde olacaktır.

Benzer bir rivayeti Veda Haccını naklederken İbn Hişam (ö. 213) da aktar­maktadır:

"Size öyle birşey bıraktım ki, ona sarılırsanız asla ve kesinlikle sapıtmazsı­nız: Allah'ın Kitabı,  Peygamberinin sünneti" [116]

Taberî'nin (ö. 310) Abdullah b. Ebî Necîh'ten naklettiği benzer rivayetin isna­dı ise maktu yani kopuktur. [117] Söz konusu rivayeti, aynı lafızlarla İbn Abbas'dan İkrime yoluyla nakleden Hâkim (ö. 405), yalnızca Allah'ın Kitabına sarıl­mayı tavsiye eden rivayeti hatırlattıktan sonra, "Bu hutbede, sünnete sarılmanın zikredilmesi garip olup, ona (başka tariklerle desteğe) ihtiyaç duyulmaktadır" de­mekte ve ona şahid olarak bulduğu Ebû Hureyre'nin şu rivayetini kaydetmekte­dir:

"Size iki şey bıraktım, o ikisinden sonra sapıtmayacaksınız: Allah'ın Kitab'ı ve benim sünnetim. Bu ikisi, havuza varıncaya kadar birbirinden ayrılmayacak” [118]

2- Bu hususta gelen rivayetlerin bir kısmında da, Allah'ın Kitabı ile Ehl-i Beyt'in bırakıldığı ifade edilmektedir.

Ebû Said el-Hudri'nin (ö. 74) rivayetlerine göre Hz. Peygamber şöyle buyur­muştur:                ...

"Ben size öyle birşey bıraktım ki, onu aldığınız müddetçe benden sonra sapıt­mazsınız. O, şu iki ağırlıktır: Birisi diğerinden daha büyüktür ki o, Allah'ın sema­dan yere uzatılmış ipi olan Kitabı; diğeri ise benim yakınlarım, ev halkımdır. Ha­beriniz olsun ki o ikisi, havuza varıncaya kadar birbirinden ayrılmayacaktır." [119]

Zeyd b. Erkam'dan (ö. 68) gelen rivayet ise daha uzun ve tafsilatlıdır. Tabi­înden bazı kimseler kendisinden, Rasûlullah'ı görmüş, dinlemiş, beraber savaş­mış, arkasında namaz kılmış birisi olarak Hz. Peygamberden işittiklerinden ba­zılarını rivayet etmesini istemişler; o da yaşının ilerlediğini, ihtiyarladığını ve Rasûlullah'tan bellediği bazı şeyleri unuttuğunu hatırlattıktan sonra, "Size söylediklerimi kabul edin, söylemediklerim hakkında da beni sorumlu tutmayın" de­miş ve Rasûlullah'ın Mekke ile Medine arasındaki Hunun denilen bir göletin yanında kendilerine va'zu nasihat ederek :

"Ey insanlar ben de ancak bir beşerim. Rabbimizin elçisi (Ölüm meleği) nin gel­mesi ve onun davetine icabet etmem yakındır. Ben size şu iki ağırlığı bırakıyorum: Birisi, Allah'ın Kitabı'dır ki, onda hidayet ve nur vardır. Allah'ın Kitabını alın ve ona sarılın!" Hz. Peygamber, Allah'ın Kitabına uymayı bir hayli teşvik ettikten sonra

"Diğeri ise, Ehl-i Beytim'dir. Ehl-i Beyt'im hakkında size Allah'ı hatırlatıyo­rum" buyurdu ve bunu üç defa tekrarladı. Sorulan soru üzerine Zeyd, Hz. Pey­gamberin hanımlarının yanısıra, kendilerine zekat haram olan Hz. Ali, Akîl, Ca­fer, ve Abbas ailelerinin de Ehl-i Beyt'ten olduklarını söylemektedir. [120]

Cabir b. Abdullah'tan (ö. 80) gelen başka bir rivayete göre Hz. Peygamber bu­nu Arafat'ta devesinin üzerinden hitap ederken söylemiştir:

"Ey insanlar! size öyle birşey bıraktım ki, onu aldığınız sürece sapıtmazsınız: Allah'ın Kitabı ve yakınlarım Ehl-i Beyt'im. " [121]

3. Rivayetlerin önemli bir kısmında ise, Hz. Peygamberin ümmetine sadece Allah'ın Kitabı'nı bıraktığı ifade edilmektedir.

Vaki di (ö. 207), zikrettiğimiz önceki rivayetinin aksine Veda Hutbesini nak­lederken İbn Abbas-İkrime yoluyla gelen şu habere yer vermektedir:

"Size birşey bıraktım ki, onunla sapıtmazsınız. O, Allah'ın Kitabıdır. Dikkat buyurun, tebliğ ettim mi?"[122]

İbn Ebî Şeybe (ö. 235), Müslim (ö. 261), Ebû Davud (ö. 275) ve İbn Mace'nin (ö. 273) yine Cabir b. Abdullah'tan rivayet ettikleri oldukça uzun olan veda hut­besinde Hz. Peygamber'in,

"Size öyle birşey bıraktım ki, ona sarıldıktan sonra asla sapıtmazsınız. O, Al­lah'ın Kitabıdır" [123]buyurduğu bildirilmektedir.*

Zikrettiğimiz bu rivayetlerden, Hz. Peygamberin ümmetine neyi veya neleri bıraktığı konusunda üç farklı sonuç çıkmaktadır:

1- Allah'ın Kitabı ve Peygamberinin sünneti: Mâlik, Vâkıdî, İbn Hişam, Taberi. Hâkim ve İbn Abdilberr tarafından rivayet edilmiştir.

2- Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamber'in Ehl-i Beyti: Müslim, Ahmed, Tirmizî ve Dârimî tarafından rivayet edilmiştir.

3- Allah'ın Kitabı: Vâkıdî, İbn Ebî Şeybe, Müslim, Ebû Dâvud ve İbn Mâce ta­rafından rivayet edilmiştir.

Burada kaydettiğimiz rivayetlerin sened ve metinleri itibarıyla bir kritiğini yapmamız yerinde olacaktır. Öncelikle belirtmeliyiz ki, kaynaklarımızın çoğuna göre, Hz. Peygamber bu vasiyeti Veda Haccı esnasında en az onbinlerce müslümanlara hitap ederken yapmıştır. Ne var ki, onun Veda Haccında birkaç ayrı yerde irad ettiği bu hutbeleri ancak birkaç sahâbîden gelmiştir. Hz. Peygamberin bu ifadesi, Buhâri'nin Veda Haccı babında mevcut değildir. [124]

Yine kaydettiğimiz rivayetlerin çoğundaki,

"Size birşey bıraktım, ona sarıldı­ğınız sürece sapıtmazsınız" ifadesinden, bırakılan şeyin tek olduğu anlaşılırken, aynı rivayetlerin sonunda ise iki ayrı şey zikredilmektedir. Oysa, Hz. Peygambe­rin ya iki şey bıraktığını söylemesi, ya da bırakılan şeyin çift değil tek olması ge­rekirdi. Şu halde Hz. Peygamber birşey bıraktığını söylemiş ve ona sarılmayı tav­siye etmiş de, ibarenin sonunda iki farklı şey ifade edilmişse bu durumda, ikin­ci hususun ravilerce metne idrac edilme ihtimali ortaya çıkmaktadır.

Öte taraftan iki şey bıraktığını söyleyen rivayetler ise birbirileriyle çelişmek­tedir. Zira bırakılan ikinci rehber, bazı rivayetlere göre sünnet, bazılarına göre ise Ehl-i Beyt'tir. Ayrıca iki şey bıraktığını söyleyen rivayetlerin bazısı, sahih bir senedden yoksundur. Hatta, İmam Malik ve İbn Hişam'ın naklettikleri rivayetlerin hiç senedi yoktur. Vakıdi'nin naklettiği Ka'b b. Ucre rivayetinde, mezkur şüphe ve tereddüt sözkonusudur. Taberi rivayeti maktudur. Hakim'in naklettiği İbn Abbas-İkrime tarikinde Kitab-Sünnet bırakılırken, Vakıdi'nin aynı tarikten gelen ri­vayetinde yalnızca Allah'ın Kitabı bırakılmaktadır. Burada Vakıdi'nin (ö. 207), Hakim'den (ö. 405) iki asırlık önceliğini göz önünde bulundurmalıyız. Onun şahid olarak Ebû Hureyre'den naklettiği, senedinde metruk bir ravi bulunan haber ise, Ehl-i Beyti tavsiye eden Ebû Said hadisleriyle aynı cümle kurgusuna sa­hiptir: [125]  [126]

Dolayısıyla bu rivayetleri ihtiyatla ele almamız daha isabetli olacaktır.

Zeyd b. Erkam rivayetinde ise muhteva bir hayli farklıdır. Zira bu rivayette Hz. Peygamber, bıraktığı iki ağır emanetten Allah'ın Kitabını almayı, ona sarılma­yı emredip teşvik ederken, Ehl-İ Beyt hakkında böyle bir emir vermeyip, üç defa hatırlatmakla yetinmiştir. "Hadis metninde Humm'dan bahsedildiğine göre, bu hutbenin Veda Haccı dönüşü söylendiği ihtimali kuvvet kazanmaktadır. O tarih­te Rasûlullah (s.a.v.)'ın dokuz hanımı bulunuyordu. Ev halkı tabirinden özellikle bunlar kastedilmekteydi. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.)'ın hanımları, Kur'an'ın bildirdiği üzere "müminlerin anneleri" idiler [127] ve onun ölümünden sonra yine Kur'an'ın emri gereği evlenemeyeceklerdi. [128] Bu durumda Rasûlullah (s.a.v.)'ın onlar hakkın­da ümmetini uyarması çok makuldü ve gerekliydi. Ümmeti, öncelikle hanımları hakkında Allah'ın koymuş olduğu ölçülerden ayrılmamalıydı. Maddî ihtiyaçları da yine aynı ölçüler içerisinde karşılanmalıydı.

Hadiste Kur'an ve Ehl-i Beytin farklı özelliklerde oldukları; birincisinin hi­dayetine uyulması, ikincisinin beşerî haklarının gözetilmesi gereği açıktır. Tirmizi'nin (ö. 279) hasen-garib diye değerlendirdiği Cabir b. Abdullah riva­yeti; İbn Ebî Şeybe, Müslim, Ebû Davud ve İbn Mace'deki Cabir rivayetiyle ortak isnada sahip olmalarına rağmen, ikincisinde olmayan Ehl-i Beyt ziyadesini taşı­maktadır. Bu iki rivayetin isnadını şema ile gösterelim:

Şemada da açıkça görüldüğü gibi, Cabir b. Abdullah, Muhammed Bakır (ö. 14) ve Cafer-i Sadık (ö. 148), isnadın ilk ve ortak ravileridir. İsnadında Ehl-i Beytin [129]en büyük iki imamı bulunmasına rağmen, İbn Ebî Şeybe, Müslim, Ebû Davud ve İbn Mace'nin yalnızca Kur'an'ı tavsiye eden rivayetleri karşısında, ikin­ci rivayetteki Ehl-i Beyt ziyadesinin diğer raviler tarafından yapılmıştır.  Nitekim Ebû Hatim, Nasr b. Abdurrahman'ın rivayet Atiğini ezberleyebilen bir şeyh olduğunu ve onu iyi ve güzel ahlaklı biri olarak gördüğünü söylerken Tirmizi rivayetindeki Zeyd b. Hasen'in ise munkeru'l-hadis olduğunu [130] haber vermektedir. Bu ise bizim endişelerimizi artırmaktadır.

Netice olarak, bu üç grup rivayet içerisinde, gerek sened ve gerekse metin iti­barıyla, görünür bir problemi olmadığı için, sadece Kur'an'ı tavsiye eden haber­ler daha sıhhatlidir ve şüphesiz diğerleri üzerine rüçhaniyetleri vardır. Özellikle ziyade edilmeye oldukça müsait olan böyle bir haberin Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Beyt olmak üzere iki itikadı mezhebe mensup bazı mutaassıpların mezhepleri lehine metne idrac yapmış olmaları hiç te uzak bir ihtimal değildir.

Burada hemen hatırlatmalıyız ki, biz bütün bunları söylerken yalnızca riva­yeti ve onun sübutunu tartışmaktayız. Yani Hz. Peygamberin bıraktığı şeyler hakkında ne buyurduğunu tesbit etmeye çalışmaktayız. Yoksa tarihi bir vakıa ve hakikat olarak elbette Kur'an ile birlikte geriye onun rehberliği yani sünneti kal­mıştır. Tebliğ ettiği Kur'an'ın beyanı ve tatbikatı olarak Hz. Peygamberin ümme­tine sünnetini de bıraktığından zerre miktarı şüphemiz yoktur. Nitekim sünnet anlayıştan ve uygulamaları ile tezimizin konusunu oluşturan sahabe, bunun en canlı şahitleridir. Aynı şekilde Hz. Peygamberden geriye, her türlü hürmet ve mu­habbete layık güzide şahsiyetler olarak Ehl-i Beyt'in kaldığı da bir gerçektir. Ayrıca kritiğini yaptığımız bütün bu rivayetlerdeki muhtemel ziyade ve idraclardan hareketle, onların ortak noktasını veya kesişimini aldığımızda da, Hz. Pey­gamberin ümmetine Kur'an'ı bıraktığı yolunda bir açıklama yaptığı sonucuna va­rabiliriz. Nitekim Abdullah b. Ebî Evfâ'ya (ö. 86) Rasûlullah (s.a.v)'in herhangi bir va­siyeti olup olmadığı sorulduğunda o, O’nun Allah'ın Kitabını bıraktığını söylemiş­tir.  [131]

b- Hz. Peygamberin Kur'an ile birlikte sünneti kullandığına dair ikinci misa­limiz birçok kaynaklarda yer alan, Hz. Huzeyfe'nin rivayet ettiği şu merfu hadis­tir. Buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Emanet (önce) kişilerin kalplerinin derinliklerine indi, sonra Kur'an indi ve on­lar (onu önce) Kur'an'dan öğrendiler, (sonra) sünnetten öğrendiler."

Tespit edebildiğimiz kadarıyla bu rivayet, hemen hemen aynı lafızlarla Mamer (ö. 153), Humeydî (ö. 219), Buhâri (ö. 256), Müslim (ö. 261), Tirmizi (ö. 279),

İbn Mace (ö. 273), Ahmed b. Hanbel (ö. 241) ve İbn Hıbban (ö. 354) gibi hadis kaynaklarımızda yer almaktadır.[132]

Haberi Ebû İshak el-Fezârî'nin (ö. 186) Siyerinden nakleden Ebû Nuaym'ın (ö. 43) Hılye'sindeki rivayette ise metnin son kısmı şeklindedir ve sünnet kelimesi yoktur. [133] Sözkonusu haber, Fezâri'nin eksik ha­liyle basılan eserinde bulunmamakta olup, muhakkik tarafından Hılye'den ikti­bas edilmektedir.[134]

Burada râvilerden kaynaklanan bir hazf (düşürme) ya da "sünnet" kısmının metne ilave edilmesi ihtimalinden söz edilebilirse de, Fezâri'den gelen bu riva­yetin diğerleri karşısında şaz kaldığı anlaşılmaktadır. Fezârî rivayetinde nasihlerden kaynaklanabilecek gaflet, unutma vb. kasıtsız hatalar ile, bazı art niyetli kimselerin kasıtlı olarak son kelimeyi silme, imha etme gibi desiseleri de sözko­nusu olabilir. [135]

Kur'an-Sünnet ikilisinin zikredildiği bu rivayete göre, Sünnetin, Kur'an ya­nında bir bilgi kaynağı olduğu gerçeği bizzat Hz. Peygamber tarafından ifade edil­mektedir. Gerçekten de insanlar, emaneti yani sorumluluk duygusunu öncelikle fıtrattan almışlar, vahyin inmesiyle bunun teorisini Kur'an'dan, pratiğini ise Hz. Peygamber ve onun sünnetinden öğrenmişlerdir.

c- Hz. Peygamberin Kur'an-Sünnet kullanımına dair üçüncü bir misal de, onun imam olmada öncelikleri zikrettiği Ebû Mes'ud (ö. 40) hadisidir:

"Bir topluluğun imamlık yapmaya en layık olanı, Allah'ın Kitabını en iyi oku­yanıdır. Eğer kıraatta eşit olurlarsa, o zaman sünneti en iyi bilenleridir. Şayet sün­neti bilme konusunda da eşit olurlarsa, daha erken hicret edenidir. Eğer hicrette de eşit olurlarsa, o zaman yaşça büyük olanıdır..." [136]

İlk üç ravisi itibarıyla ortak bir senede sahip olan rivayetlerin bazısında sün­net ile hicret yer değiştirirken, [137] bazılarında ise sünnet kısmı hiç zikredilmemiştir. [138] Abdurrazzak'ın Enes b. Malik (ö. 93), Ebû Seleme (ö. 94) ve Amr b. Sele­me el-Cermi'den [139] (ö. 85) naklettiği rivayetlerde ise Hz. Peygamberin yalnızca Kur'an'ı en çok ve en iyi bilenin imamlık yapmasını istediği belirtilmekte, sünnet, hicret ve yaş gibi hususlardan söz edilmemektedir. [140]

Aslında hem sünnetten söz eden, hem de sünnete yer vermeyen Ebû Mes'ud rivayetlerinin ilk üç ravileri aynıdır:

a- Ebû Mes'ud - Evs b. Dam'ac - İsmail b. Raca - A'meş...

b- Ebû Mes'ud - Evs b. Dam'ac - İsmail b. Raca - Şu'be... A'meş (ö. 148) kolundan gelen varyantlarda, imamet önceliği için sünneti iyi bilme bir kriter olarak zikredildiği halde, Şu'be (ö. 160) kolundan gelen varyant­larda ise sünnetten hiç söz edilmemektedir.

Burada da bilerek ya da bilmeyerek metinden bir hazf veya metne bir ziya­de sözkonusudur. Yine A'meş ile Şu'be rivayetleri, o kadar dengelidir ki, sened itibanyla aralarında tercih yapabilmemiz zorlaşmaktadır.

Hattabî; aynı ortak kanaldan Sufyan es-Sevri'nin naklettiği, Kur'an, sünnet, hicret ve yaş tertibini ihtiva eden rivayetin [141] sahih ve müstakim olduğunu söy­lemekte ve buradaki sünneti, namaz hükümlerini ve bu konuda Rasülullah (s.a.v)'ın koymuş olduğu, belirlediği sünnetleri bilme, kavrama olarak açıklamakta, hatta her ne kadar sünnet tertipte ikinci sırada zikredilmişse de, namaz için caiz ola­cak miktarda Kur'an okuduktan sonra, sünneti iyi bilen kimsenin imamette ön­celiği olması gerektiğini savunmaktadır. [142]

Nitekim bu sünnetlere riayet etmeyerek kıldırdığı namazı çok fazla uzattiğ için şikayet edilen Muaz'ı sert bir şekilde uyaran Hz. Peygamber, [143] ta'dil-i erkanı tam yapmayan bir kimseye namazının olmadığını söyleyerek iade etmesini istemiş, iki-üç defa geri çevirdiği bu şahsın daha iyisini bilmediğini söylemesi üzerine ona namazı nasıl kılacağını tarif etmiştir. [144]

Son olarak, Hz. Peygamberin Kur'an-sünnet kullanımına dair, sahabenin anlatımları ile, onun huzurunda bu tür kullanımlara birkaç misal vereceğiz:

a- Rasülullah (s.a.v) hicretin onuncu yılında Halid b. Velid'i (ö. 21) Necran'i göndermiş, savaşmazdan önce onları üç kez İslam'a davet etmesini, icabet ederlerse aralarında kalıp, onlara Allah'ın Kitabını, Peygamberinin sünnetini ve İslam'ın öğretilerini öğretmesini emretmişti. Halid, bu talimatı aynen uygulamış halkın İslam'a girmeleri üzerine onlara İslam'ı, Allah'ın Kitabını ve Peygamberinin sünnetini öğretmek üzere aralarında kalmıştı. Sonra Halid, Hz. Peygambere yaz­dığı mektubunda, onun yukarıdaki emirlerini hatırlatmış ve kendisinin de bu doğrultuda hareket ettiğini bildirmiş, peygamberin sünneti ifadesini iki defa tek­rarlamıştır. [145]

Ahmed b. Hanbel'in naklettiği başka bir haberde de benzer bir kullanımı gör­mekteyiz. Hz. Peygamber Ensar'a Hecer Bölgesinden gelen heyete ikram etmele­rini istemiş, ertesi gün de heyete "Kardeşlerinizin ikramını nasıl buldunuz?" diye sormuş, onlar da şu cevabı vermişlerdi: "Hayırlı kardeşler, yataklarımızı yumu­şak, yemeklerimizi de güzel yaptılar, (bizimle birlikte) geceleyip sabahladılar ve bize Rabbimizin Kitabını ve Peygamberimizin sünnetini öğrettiler." Bu durum karşısında çok memnun kalan Hz. Peygamber, sonra bize dönüp, teker teker neler öğrendiğimizi sordu. O zaman kimimiz et-Tahıyyât ve Fatiha'yı, bir-iki sure ve bir-iki sünneti öğrenmişti..." [146]

Görüldüğü gibi burada önce Rabbimizin Kitabı, Peygamberimizin sünneti ifa­deleri, sonra da bir-iki sure, bir-iki sünnet şeklinde heyetin, Rasûlullah huzurun­daki kullanımlarına şahid olmaktayız. Metindeki bir-iki sünnet ifadesiyle, Hz. Peygamberin namaz içerisinde, Kur'an dışında okumuş olduğu tahıyyât vb. bazı duaları kasdettikleri anlaşılmaktadır. Hz. Peygamberin, namazlarda devamlı okuduğu bu duaların sünnet olarak anılmaları ilginç, ilginç olduğu kadar da önemlidir.

b- Rasûlullah'ın huzurunda sahabenin Kitab-sünnet kullanımına dair başka bir misalimiz de, Enes b. Malik'in şu rivayetidir:

"Yemen halkı Hz. Peygambere geldiklerinde ona “Bizimle birlikte, bize Rabbimizin Kitabını ve sünneti öğretecek bir şahıs gönder" dediler. [147] Müslim ve Ahmed b. Hanbel'in yine aynı kanaldan naklettikleri rivayette bu ifade, "Bizimle birlikte, bize Kur'an ve sünnet öğretecek kimseler gönder" şeklinde, [148] başka bir rivayette ise, "Bizimle birlikte bir şahıs gönder ki, o bize sünneti (hayat tarzını) ve İslam'ı öğretsin" şeklinde kullanılmıştır. [149]

Mânâ ile rivayet edilen bu haberlerden ilk ikisinde Kur'an - sünnet kullanı­mı geçmekte, sünnet marife olarak zikredilmektedir. Bununla Hz. Peygamberin sünneti kastedilmiş olabileceği gibi, üçüncü rivayette olduğu üzere siret, gidişat ve hayat tarzı anlamında da kullanılmış olabilir. Nitekim o rivayette, sünnetin İslam kelimesinden önce zikredilmiş olması, öncelikle nasıl bir hayat tarzı öngörül­düğünün öğretilmesini, ardından da İslam ve Kur'an'ın öğretilmesini ifade et­mektedir.

Ancak, bu hususu nakleden diğer kaynaklarımızda bu ifadelere rastlayarmıyoruz. [150] Bu ise sözkonusu haberlerin, mânâ ile rivayet edildiğini ve ravilerin ta­sarruflarına açık olduğunu gösterir. Dolayısıyla bu haberlerede ihtiyatla yaklaşk gerekir.

c- Sahabenin Hz. Peygamberin huzurunda Kur'an-sünnet ikilisini kullan­dıklarına dair diğer önemli bir misal de meşhur Muaz hadisidir. Bu rivayete gö­re Hz. Peygamber Muaz'ı Yemen'e gönderirken ona nasıl hükmedeceğini sorunca o: "Allah'ın Kitabı ile hükmederim" demiş; Hz. Peygamber,

"Ya Allah'ın Kitabında yoksa?" deyince Muaz "Rasûlullah'ın sünnetiyle" demiş, O (s.a.v),

"Şayet Rasûlullah'ın sünneti de yoksa?" buyurunca Muaz, "Reyimle ictihad ederim" demişti. Bunun üzerine Hz.Peygamber "Rasûlullah'ın elçisini muvaffak kılan Allah'a hamdolsun" buyurmuştu. [151]

Görüldüğü üzere bu rivayette hem Muaz, hem de Hz. Peygamber tarafından Rasûlullah'ın sünneti tamlaması kullanılmıştır. Buna mukabil, İmam Şafiî (ö. 204), [152] Ebû Huseyn el-Basrî (ö. 436), Kadi Abdulcabbar (ö. 415) [153] el-Hatib el-Bağdâdî (ö. 463), [154] İbnu'l-Kayyim (ö. 751), [155] Tehânevî, [156] ve Kevseri [157] gibi alimler ise bu hadise itibar etmekte, onu delil getirmekte ve hatta savunmaktadırlar. Verdiğimiz bu örnekler açıkça gösteriyor ki, Hz. Peygamber de sünnet keli­mesini, gerek fiil ve gerekse isim halinde müteaddit defalar kullanmıştır. Bu ri­vayetlerden şu neticeleri çıkartabiliriz:

Bu rivayetlerin önemli bir kısmında Hz. Peygamber onu sözlük anlamıyla kullanmıştır. Bu tür kullanımlar, cahiliyye ve Arap edebiyatındaki kullanımlar­dan farksızdır.

Kanaatimizce başlangıçta iyi kötü diye nitelendirilerek nötr olarak kulla­nılan sünnet kelimesi, kavramlaşma süreci içerisinde ilerleyen yıllarda, daha çok olumlu, mutedil, ahlâki ve şuurlu davranışlar için kullanılmaya başlanmıştır.

Zikrettiğimiz bu rivayetlerin bir kısmında Hz. Peygamberin kullanımı, hem lügavî, hem de ıstılahı anlamlan muhtemildir. Kavramlaşma sürecini yaşayan her mefhum için bu tabii bir durumdur.

Bu rivayetlerin hemen hepsi mana ile rivayet edildiği için, gerçekten Hz. Peygamberin bu lafızları kullanıp kullanmadığından pek emin değiliz. Elbette bu kullanımların bir kısmı Hz. Peygambere ait olduğu gibi, bir kısmıda sünnet kav­ramının yerleşmesinden, kavramlaşma süreci tamamlandıktan sonra, raviler ta­rafından mana ile rivayet neticesinde o şekilde ifade edilmiş olabilir. Nitekim bu husus muhtelif versiyonların bir araya getirilmesiyle anlaşılmaktadır.

Yine kaydettiğimiz bu rivayetlerin bazıları zayıftır. Hatta Hz. Peygambere nisbet edilen çok zayıf veya uydurma olması muhtemel veya kesin uydurma ha­berler mevcutsa da, biz daha çok muahhar kaynaklarda rastladığımız bu haber­lere burada yer vermedik. Zikrettiğimiz zayıf rivayetler hakkındaki endişelerimizi ve onlara ihtiyatla yaklaşmamız gerektiğini belirttik.

Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, sünnet kelimesini, öncekilerin sünneti, ca­hiliyye sünneti şeklinde olumsuz; Peygamberlerin sünneti, İbrahim'in sünneti şek­linde de olumlu olmak üzere isim tamlaması olarak kullanmıştır.

Ayrıca Hz. Peygamber sünnet kelimesini, benim sünnetim veya sünnetimiz şeklinde kendilerine izafe ederek kullanmıştır. Gerek bu kullanımlarda ve gerekse yalın olarak es-sünne kullanımlarında ıstılahı anlam kendini hissettirmektedir.

Hz. Peygambere nisbet edilen rivayetlerin bir kısmında sûnnet-bid'at karşıt­lığı şeklinde bir kullanım mevcut isede, bunu isbat için yeterli sayıda ve sıhhat­te merfu habere sahip değiliz. Bu sebeple ilgili rivayetlere ihtiyatla bakmakta­yız.  [158]

Yine bu rivayetlerin bazısında gördüğümüz Kitabullah-sünnet beraberliğine dair kaydettiğimiz haberler de farklı varyantları karşılaştırıldığında, gerek senedleri ve gerekse muhtevaları itibarıyla bu hususta kesin konuşmamızı engellemek­tedir.

Hz. Peygamberin, sünnetim, sünnetimiz şeklinde kendine izafetle bazı kul­lanımları var ise de, Sünnetu'n-Nebî veya Sünnetti Rasulillah şeklinde bir tamla­ma kullandığına dair sahih rivayetlere sahip değiliz.

 

3. Sünnet'in Geç Döneme Alt Bir Kavram Olduğu İddiası

 

Cahiliyye döneminden beri kullanılagelen sünnet kelimesinin, Arap edebiya­tında, Kur'an'da ve Hz. Peygamberin dilindeki kullanımlarından sonra, kelime­nin kavramlaşma sürecindeki seyrini takip edebilmek bakımından, onun sahabe tarafından nasıl kullanıldığını ortaya koymamız yararlı olacaktır. Kronolojik bir şekilde bazı sahâbîlerin kullanımlarına başvurarak, onların bu kelimeye ne an­lamlar yüklediklerini, onu daha çok hangi bağlamlarda kullandıklarını tesbit et­meye çalışacağız.

Ancak bu hususa geçmeden önce, burada bazı oryantalistlerin "Peygamber'in Sünneti" tabiri, onun doğuşu, yayılışı, taşıdığı anlam ve muhtevası hak­kındaki bazı değerlendirmelerine yer vereceğiz.

Aslında müslümanlar ne bu mefhumu ve ne de onun amelî değerini îcad etmek durumunda kalmışlardır: bunlar eski müşriklerde bile kullanılır haldedir­ler. Onların nazarında Arap dünyasının geleneklerine, atalarının ahlak ve adetleri­ne tekabül eden şeyler sünnet olarak görülüyordu. İslam dininin kendilerine he­men hemen pek tesir etmediği Arap muhitlerinde sünnet kelimesi, İslâmi devir­de dahi, aynı manada kullanılmıştır. İslam'da değişikliğe uğrayan, işte sadece bu mefhumun muhtevası ile ona tekabül eden kelimenin manasıdır. Hz. Muhammed'in müttakî halefleri nezdinde ve en kadim müslüman cemaatinde, Peygam­ber ve onun ilk müridleri tarafından yapılmış oldukları gösterilebilen herşey sün­net olarak kabul olunuyordu. Müşrik Arap nasıl atalarının sünnetine bağlı idiy­se, müslüman cemaati de öylece, yeni sünnete en yüksek itibarı gösterecek, ona uyacaktı. İslamî sünnet anlayışı, eski bir Arap telakkisinin yeniden gözden geçi­rilmiş şeklidir. Öyle görünüyor ki, sünnetin tatbike konuşu ilk önce müttakî Me­dine çevrelerinde olmuştur." [159]

"Bu zeki araştırmacıya göre, Hz. Peygamberin gelmesiyle birlikte, onun uy­gulaması ve davranışları, genç İslam toplumu için sünnet teşkil etmiş ve İslam öncesi Arap sünnetinin idealliği birden sona ermiştir." [160]

Schacht'a göre "Iraklılar İslam'ın ikinci yüzyılının başlarında "Peygamberin sünneti" teriminin siyasî ve kelamı anlamını, hukukî bir kavram şekline sokmuş­lar ve onu mahallî bir cemaatin idealleştirilmiş tatbikatı ve bu cemaate mensup bilginlerin doktrini demek olan "sünnet" ile bir tutmuşlardır. Esas itibarıyla Irak'lıların bu "Peygamberin sünneti" anlayışı, Suriye'liler tarafından benimsen­miş; onların "yaşayan gelenek" fikri Peygamberle başlayıp ilk halifeler ve daha sonraki hükümdarlar tarafından ve bilginlerce benimsenerek, bütün müslüman­ların sürekli tatbikatı olmuştur. Öte yandan Medine'liler bu kavramı nadiren kul­lanmışlardır."  [161]

Schacht'a göre sünneti "Peygamberin örnek davranışı" olarak tarif eden ilk fakih İmam Şafii'dir ve ondan önceki fakihlerin nazarında sünnetin mutlaka Peygam­berle alakalı olması şart değildir. Çünkü sünnet, ananevî ve genel kabul görmüş tatbikatla aynı derecede tutularak "yaşayan sünneti (veya geleneği)" oluşturuyor, ideal olmakla beraber cemiyetin geleneksel adetlerini temsil ediyordu." [162]

Keza, Schacht'a göre, ilk sünnet anlayışı eski fıkıh ekollerinin anladığı yaşa­yan gelenek (living tradition) demekti. Bu yaşayan sünnet te, "gelenek" veya "üze­rinde ittifak edilen amel (el-amel, el emru'l-muctema' aleyh) demekti. Bu kavra­mın Peygamberin hayat tarzı ile hiç alakası yoktu." [163]

Schacht, "Peygamber'in sünneti" terimini İbn Hişam'ın (ö. 218) Sire'sinde an­cak bir yerde bulabilmiş ve buradan hareketle, terimin farklı bir kontekstte kul­lanıldığını iddia etmiştir. [164]

Montgomery Watt da Schacht ve Goldziher'in bu görüşlerine atıfta buluna­rak, aynı kanaati paylaşmaktadır. [165]

Fazlur Rahman'a göre, Ignaz Goldziher, Snouck Hurgronje, Morgoliouth, Lammens ve Joseph Schacht gibi müsteşriklerin münhasıran Nebevi sünnet kavramını reddetmelerinin sebepleri şunlardır:

1- Onlar sünnet muhtevasının bir kısmını İslam öncesi Arap adet ve değer­lerinin doğrudan bir devamı olarak görüyorlardı.

2- Sünnet muhtevasının büyük bir kısmı ilk İslam hukukçularının hür dü­şünce hareketinin bir neticesiydi ve hepsinden önemlisi bu muhteva içinde Ya­hudi kaynaklarından, Bizans ve İran idarî tatbikatından yeni unsurlar da yer alı­yordu.

3- Hadis hareketi Hicri II. yüzyılın sonlarından itibaren büyük çaplı bir ha­reket halini aldığı zaman ilk devrin bütün sünneti, "Peygamberin sünneti" kav­ramı adı altında Hz. Peygambere sözlü olarak atfedildi.

Fazlur Rahman, bu açıklamaları "Peygamberin sünneti" kavramı açısından yanlış bulmakta "Hz. Peygamberin sünneti İslam'ın başlangıcından beri geçerli ve işlerliği olan anlayıştı ve sonuna kadar da öylece devam etti" [166] demektedir.

Biz adı geçen müsteşriklerin, aşağıda vereceğimiz çok daha erken döneme ait sahih haberleri görmezlikten gelip, oldukça geç dönemlerde ve tamamen farklı kontekstlerde bir-iki mektuptaki kullanımlardan hareketle "Peygamberin sün­neti" kavramının ancak bu dönemlerde ortaya çıktığını ve muhtevasının değişik olduğunu iddia etmelerine doğrusu fazla şaşırmadık. Bu hususta asıl bizi şaşırtan, Muhammed Arkun gibi müslüman bir bilim adamının da aynı iddiayı, hat­ta biraz daha geciktirerek ortaya atmış olmasıdır. el-Fikru'l-İslami-Kıraa İlmiyye (İslam Düşüncesi- Bilimsel Okuma) adlı eserinde bu konuda şöyle demektedir: "Hal-i hazır bilgilerimizde ve sahip olduğumuz belgelerimizde biz, "Peygamberin sünneti" tabirinin ilk defa ancak H. 80/ M.700 yılında meşhur halife Ömer b. Abdulaziz (ö. 99/717) tarafından istimal edildiğini bulmaktayız. Ve bu tabir, ikinci meri kaynak veya Kur'an'dan sonra şeriatın ikinci aslı sıfatıyla, nebevi sahih ha­disler mecmuası olarak sünneti farz mesabesine koyan İmam Şafii (ö. 204) ile birlikte ilerlemesini bir adım daha tamamlayacaktır." [167] Biz burada, söz konusu iddiala­rın hepsine tek tek cevap verecek değiliz. [168] Zikredeceğimiz rivayetler, bir taraf­tan bu tabirin sahabenin dilinde ne zaman ve hangi muhtevalarda kullanıldığı­nı ortaya koyacak, diğer taraftan da sünnet ve Peygamberin sünneti terimlerinin kavramlaşma sürecindeki seyrini gösterecektir. İnanıyoruz ki kaydedeceğimiz bu haberler, sözkonusu kavramın doğuşu ve muhtevası ile ilgili bu iddialara yeter­li bir cevap teşkil edecektir.

 

4- Sahabenin Dilinde Sünnet

 

a- Büyük Sahabilerin Dilinde "Sünnet" Tabiri

 

1-   Hz. Ebü Bekir'in (ö. 13) Dilinde "Sünnet" Tabiri:

Kays b. Ebî Hâzim'in (ö. 77) [169] rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber'in vefatın­dan sonra halife olan Hz. Ebû Bekir, müslümanlan mescidde toplamış ve onlara şöyle hitap etmiştir:

"Ey insanlar! gerçekten bu işe benim yerime bir başkasının gelmiş olmasını isterdim. Eğer siz, beni Peygamberinizin sünneti ile mes'ul tutacaksanız, ben ona güç yetiremem. Çünkü o, şeytandan korunmuş olduğu gibi, kendisine semadan da vahy gelmekteydi." [170]

Abdurrazzak'ın (ö. 211) rivayetinden ise, onun şöyle konuştuğunu öğren­mekteyiz: "Vallahi sizin en hayırlınız ben değilim. Bu makamımda istemeyerek bulunuyorum ve benim yerime içinizden birisinin geçmesini gerçekten isterdim. Şimdi siz benim aranızda Rasûlullah (s.a.v)'ın sünneti ile amel edeceğimi zannediyor­sunuz. Halbuki ben bunu gerçekleştiremem. Çünkü Rasûlullah, vahy ile korunmakta ve yanında bir melek bulunmaktaydı.  Oysa benim başımda ise bir şeytan var. [171]

Ancak, İbn Sa'd'ın (ö. 230) yine el-Hasan el-Basri'den (ö. 110), başka bir sened ile naklettiği aynı haberde Hz. Ebû Bekir'in "Eğer siz beni aranızda Rasûlul­lah (s.a.v)'ın muamelesi gibi muamele etmekle sorumlu tutarsanız, ben onu gerçek­leştiremem." dediği nakledilmekte,[172] Rasûlullah'ın sünneti yerine Rasûlullah'ın ameli ifadesi kullanılmaktadır.

Burada şayet ilk iki haberin lafızlarına itibar edecek olursak, Hz. Ebû Be­kir'in daha ilk hutbesinde, yani H. 11. yılda sünnetu nebiyyikum veya sünnetu Rasûlillah tabirlerini kullandığı sonucuna varırız. Dikkat edilecek olursa Halife, bu tabiri halifelik sıfatıyla ve siyaset-yönetim bağlamında kullanmaktadır. Yani, Hz. Peygamberin halifesi olmakla kendisinden, masum olduğu kadar, vahyin de muhatabı olan Rasûlullah'ın ortaya koyduğu idare, icraat ve siyasetin aynısı beklenmemelidir. Çünkü bu, Hz. Peygamber gibi masumiyeti bulunmayan, vah­yin denetiminde olmayan birisi için takatin üzerinde bir durumdur.

Şüphesiz sahabe, hem risalet, hem de imamet sıfatıyla Hz. Peygamberin yö­netimi altında en mesut günlerini yaşamışlardır. O, Medine site devletinde ideal bir İslam toplumu oluşturmuş, örnek bir yönetime önderlik etmiştir. Şurası ger­çektir ki, onun on yıllık Medine idaresinde, ümmetin kendisinden alacağı pekçok ölçüler, dersler, örnek uygulamalar vardı ve gelen bütün halifeler bu nebevi tat­bikattan azami derecede yararlanmaktaydı. Ancak Allah Rasulünün idaresiyle, bir halifenin idaresi ve siyaseti arasında elbette önemli farklılıklar olacaktı. Ka­bul etmeliyiz ki, Hz. Ebû Bekir bu tabiri, siyasî bir kontekstte ve çok genel bir anlam yükleyerek kullanmıştır. Ümmet için örnek davranış tarzı veya uyulması istenen nebevi yol anlamında sünnet mefhumu, aslında bu ifade içerisinde mün­demiçtir. Zira, Hz. Peygamber, idare ve siyaset de dahil, hayatın her alanında rehber ve örnektir. Dolayısıyla bir halifenin idare ve icraatında, uyması uygula­ması gereken pekçok sünnetler mevcuttur ve o, bunlara gücü nisbetinde tâbi ola­caktır. Bununla birlikte tâbi ile metbu, peygamber ile halifesi arasında elbette Önemli ölçüde farkların ortaya çıkması da kaçınılmazdır.

Fakat son rivayeti kabul edecek olursak, Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Peygamberin icraat ve uygulamasından söz ederken Rasûlullah'ın ameli ifadesini kullandığı; dolayısı ile önceki rivayetlerde geçen sünnet tabirlerinin, bunun adeta bir tercemesi olduğu anlaşılacaktır. Bu ise, sünnet tabirinin kavramlaşmasından sonra, bilerek ya da bilmeyerek ravilerin tasarruflarının bir neticesidir.

Hz. Ebû Bekir'in Sünnet tabirini kullandığına ikinci bir misal de meşhur ni­ne hadisidir: Malik, Ebû Davud, Tirmizi ve İbn Mace'nin Kabîsa b. Zueyb'den rivayet ettikleri bu habere göre Hz. Ebû Bekir'e bir nine gelip mirasını isteyince o, nineye şu cevabı verir:

"Senin hakkında Allah'ın Kitabı'nda bişey yoktur. Ben, Rasûlullah'ın (s.a.v) sün­netinde de senin için birşey (verildiğini) bilmiyorum. Sen şimdi dön, ben insanla­ra bunu bir sorayım." Sonra Hz. Ebû Bekir meseleyi sahabeye sorar ve Muğire b. Şu'be Rasûlullah (s.a.v)'ın nineye mirastan 1/6 hisse verdiğini söyler. Hz. Ebû Be­kir, bunu ondan başkasının işitip-işitmediğini sorunca, Muhammed b. Mesleme el Ensarî kalkar ve Muğire'nin söylediğini tekrarlar ve Hz. Ebû Bekir de bunu uy­gular. Sonra Hz. Ömer'e de başka bir nine, (babaanne) gelir ve o da mirasını is­ter. Hz. Ömer ona, "Sana Allah'ın Kitabı'nda birşey yoktur. Daha önce verilmiş hüküm ise senden başkası içindir. Ben, feraiz konusuna birşey ilave edecek de­ğilim ama bu yine 1/6 dır..." der. [173] Görüldüğü gibi Hz. Ebû Bekir, ninenin mi­rası ile ilgili olarak, önce Kur'an'a başvurmuş, onda birşey bulamayınca, Rasû­lullah'ın (s.a.v) sünnetine müracat etmiş ve Muğire'nin haberi karşısında önce ihti­yatlı davranmış, tesebbüt etmiş, [174] ancak Muhammed b. Mesleme de o doğrul­tuda şehadet edince haberi kabul edip uygulamaya koymuştur.

Burada Hz. Ebû Bekir'in sünnetu Rasûlillah veya sünnetu nebiyyillah tabir­leri, Kur'an'dan sonra başvurulacak bir kaynak olarak, Hz. Peygamberin hukukî hükümlerini ve uygulamalarını ifade eder. Buna göre onun nezdinde Hz. Pey­gamberin hükümleri, Kur'an'dan sonra ikinci bir asıl niteliğindedir ve o bunu Rasûlullah'ın sünneti şeklinde tabir etmiştir. Birinci misalde daha çok siyasî bir kontekstte kullanılan bu tabir, burada tamamen hukukî bir muhtevada kullanıl­mıştır.

Aslında Meymun b. Mihran'a (ö. 118) göre, meselelerin çözümünde bu yaklaşım tarzı, Hz. Ebû Bekir'in genel bir metodu idi. O, önce Kur'an'a bakar, onda bir çözüm bulursa onu uygular, bulamazsa sünnetten bildiği ile amel eder, bil­miyorsa sahabeye sorar ve onların verdiği haberlerle amel eder, eğer sahabe de Rasûlullah'tan herhangi bir sünnet bilmiyorsa, bu defa sahabenin ileri gelenle­riyle istişare eder, onların ortak kanaatlarıyla hüküm verirdi.[175]

Ancak bu haberde dikkatimizi çeken başka bir husus da, Hz. Ömer'in, Al­lah'ın Kitabı'ndan açıkça bahsettiği halde, Rasûlullah'ın sünneti ifadesini kullan­mayıp, onun yerine, daha önce verilmiş hüküm şeklinde üstü kapalı bir ifade kul­lanmasıdır. Onun bu sözünde, söz konusu hükmü, Hz. Peygambere mi, yoksa Hz. Ebû Bekir'e mi izafe ettiği açık değildir. Netice itibanyla, Hz. Ömer'in aynı hükmü verdiği halde, Peygamberin sünneti ifadesini kullanmamasını, bu tabirin henüz yaygınlaşmamış olmasına bağlayabiliriz.

Öte taraftan aynı haberi, aynı isnad ile nakleden diğer kaynakların lafızları da farklıdır. Hz. Ebû Bekir'in bu ifadesi, Abdurrazzak ve Said b. Mansur'da:

"Ben Rasülullah / Peygamber (s.a.v)'in senin için herhangi bir hüküm verdiğini işitmedim" [176]; İbn Ebi Şeybe'de ise:

"Ben senin hakkında Rasûlullah'tan birşey işitmedim" şeklindedir. [177]

Görüldüğü gibi bu üç kaynağın naklettikleri varyantlarda, İmam Malik ve ondan nakleden Tinnizi, Ebû Davud ve İbn Mace'nin rivayetlerinde olduğu gibi Hz. Ebû Bekir açıkça Rasûlullah'ın sünneti ifadesini kullanmamıştır. Aksine bu rivayetlerde o, Rasûlullah'tan bu hususta birşey işitmediğini, onun herhangi bir hüküm verdiğini duymadığını ifade etmektedir. Bu ise, hadisin mana ile rivayet edildiğini, metin ve lafızlarda ravilerin bazı tasarruflarının bulunduğunu göster­mektedir.

Hadisin ilk ravisi olan Kabîsa (ö. 86), hicretin ilk yılında veya Mekke'nin fethedildiği yılda doğmuş, ancak bazı sahâbîlerden rivayette bulunabilmiştir. [178] Malik'in (ö. 179) rivayetindeki Osman b. İshak b. Harşe, Zuhri'nin (ö. 124) hocası olup, Kabîsa'dan hadis işitmiştir ama fazla tanınmaz, ancak sika görülmüş­tür. [179] Rivayetin senedini şu şekilde gösterebiliriz:

Çizelgeden de anlaşıldığı gibi, Malik'in rivayetinde Zuhrî, haberi hocası Os­man vasıtasıyla alırken, diğerlerinde ise direkt olarak Kabîsa'dan almıştır. Bu durumda her bir kaynağın, Kabîsa ile aralarında ikişer ravisi bulunmaktadır. Daha erken bir kaynak olmasına rağmen Malik, bu lafzıyla tek kalmaktadır. Ka­naatimiz o ki, şayet Hz. Ebû Bekir böylesine temel bir kavramı kullanmış olsay­dı, diğer kaynaklar da bunu aynen kullanırlar ve bu şekilde farklı ve herhangi bir özelliği olmayan lafızlarla rivayet etmezlerdi. Dolayısıyla Malik'in rivayetindede Hz. Peygamberden işitilen şeyin, onun verdiği hükmün, sünnet şeklinde terceme veya tabir edilme ihtimali sözkonusudur.

 

2- Hz. Ömer'in Dilinde " Sünnet" Tabiri:

 

Kaynaklarımızdaki çeşitli rivayetlere göre Hz. Ömer'in, müteaddit defalar bu tabiri kullandığı görülmektedir. Şimdi onun kullanımlarına bazı misaller verelim:

Fatıma bint Kays'ı kocası Ebû Amr b. Hafs üç talakla boşamış, ancak Hz. Pey­gamber ona (kocasının vereceği) ne kalacak ev, ne de nafaka tayin etmişti. [180] Müs­lim ve Ebû Davud'un naklettiklerine göre, Şa'bî (ö. 103) bu haberi rivayet edince, el-Esved (ö. 75) [181] buna tepki göstererek Hz. Ömer'in şöyle dediğini aktarmıştır:

"Biz, ezberlediğini veya unuttuğunu bilmediğimiz bir kadının sözünden do­layı Allah'ın Kitabını ve Peygamberimizin sünnetini terketmeyiz. Onun (iddeti bitinceyedek) barınak ve nafaka hakkı vardır. Zira Yüce Allah:

"Onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Ancak apaçık bir edepsizlik yaparlarsa başka" buyurmuştur. [182]

Tirmizi ve Darimi'de ise, Hz. Ömer'in bu sözü, İbrahim en-Nehai (ö. 96) tara­fından rivayet edilmektedir.[183]                 

Aslında boşanmış kadına barınak ve nafaka verilip verilmemesi hakkında sahabe ve selef bir hayli ihtilaf etmişlerdir.  [184]

Fatıma bint Kays, Hz. Peygamberin kendisi hakkında verdiği bu hükmü, üç talakla boşanmış hanımlar için genel bir hüküm olarak alırken, [185]  Talak Su­resi 1. ayetinin dönüşü olan ric'î talak ile boşananlar hakkında olduğunu söyle­mektedir. [186]

Oysa Hz. Aişe'ye göre bu hüküm, Fatıma'nın evinin ıssız bir yerde olması, baskına uğramasından korkulması, Fatıma'nın diliyle ailesini rahatsız edeceğin­den endişe duyulması vb. sebeplerden dolayı sadece ona verilmiş bir ruhsat­tır. [187] Bu nedenle Hz. Aişe, onun bu hükmü rivayet etmesine karşı çıkmış, Fat­ma'yı rivayetinden dolayı ayıplamış, bu hükmü zikretmesinde onun için bir hayr olmadığı gibi, zikretmemesinin de ona bir zarar vermeyeceğini söylemiştir. [188]

Ancak, Hz. Ömer'e nisbet edilen yukarıdaki rivayetlerin sübutu ve sıhhati konusunda ciddi itirazlar mevcuttur. Fatıma bint Kays'ın bu durumu ile ilgili ri­vayetleri ve yöneltilen eleştirileri zikrettikten sonra bu eleştirilere tek tek cevap veren İbnu'l-Kayyim'e göre Hz. Ömer'den böylesine batıl bir sözün sadır olması, asla sahih değildir. Darekutni ise aksine sünnetin kesinlikle Fatıma'nın lehinde olduğunu, Hz. Ömer nezdinde üç talakla boşanmış kadına barınak ve nafaka ve­rileceğine dair Rasûlullah (s.a.v)'tan sadır olmuş bir sünnetin bulunmadığını [189] "sunnetu nebiyyina" ifadesinin, mahfuz olmayan bir ziyade olduğunu ve güveni­lir ravilerin bunu zikretmediğini söylemiştir. [190]

Nitekim Müslim ve Ebû Davud'un rivayetleriyle aynı ortak isnada sahip ol­masına rağmen (Hz. Ömer-Esved-Ebû İshâk-Ammâr b. Zurayk) Nesâî'nin naklet­tiği rivayette "sunnetu nebiyyina" ifadesi bulunmamaktadır. [191]

Yine İbrahim en-Nehai, (ö. 96) [192] Hz. Ömer'in vefatından (ö. 23) yıllar son­ra doğduğu için, bu haberi munkatı yani isnadı kopuktur. Dolayısı ile Hz. Ömer'in bu tabiri kullandığına dair zikrettiğimiz rivayet, hadis tekniği açısından ihtiyatla ele alınmalıdır.  

Şayet bu rivayetler makbul addedilecek olursa, öyle anlaşılıyor ki, Hz. Ömer daha çok İslam'ın insana verdiği değerden, muamelat ve ahval-i şahsiyye ile ilgi­li ortaya koyduğu genel prensiplerden hareketle, boşanmış bir hanıma geçim ve hayatini sürdürebilmesi için barınak ve nafaka gibi hakların verilmesi gerektiği kanaatindedir. Hatta Şevkani'ye (ö. 1255) göre Hz. Ömer, "Biz Rabbimizin Kita­bını terketmeyiz" derken, aynı suredeki, hem bir, hem de üç talakla boşanmış kadınlar hakkında inen "(Boşadığınız) o kadınları, gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerde oturtun, evden çıkmalarını sağlamak için onları sıkıştırıp zarar vermeye kalkışmayın!..." ayetini kasdetmişti. [193]

O, Fatıma'nın rivayetini reddederken, bu ayete ve İslam'ın genel prensipleri­ne muhalif gibi görmüş olmalıdır. O kadar ki, kalbi, aklı, tecrübesi ve meselele­re bakışaçısı, kendisini o rivayetin sıhhati konusunda ikna edememiştir[194]

Hz. Ömer'in “Peygamber'in sünneti" tabirini kullandığını gösteren ikinci mi­sal, es-Subeyy b. Ma'bed'in anlattığı  şu rivayetidir:

"Ben Hristiyan bir adam idim, sonra müslüman oldum ve hac ile birlikte umre yapmak üzere telbiye getirdim. Benim bu ikisine birden niyet ettiğimi du­yan Zeyd b. Sûhan ve Selman b. Rabia'nın (ö. 28-31) benim hakkımda "Bu, de­velerinden daha şaşkın!" dediklerini duyunca sanki üzerime bir dağ çöktü. Bunun üzerine ben de Hz. Ömer'e varıp durumu haber verdim. Hz. Ömer o ikisine döndü ve onları kınadı, sonra bana dönerek şöyle dedi: "Sen Peygamberinin sün­netine yöneltilmişsin, sen Peygamberinin sünnetine yöneltilmişsin." [195]

Öyle anlaşılıyor ki, hadise Hz. Ömer'in temettü haccından nehyetmesinden sonra yaşanmıştır. Her ikisinin de sahâbîlikleri ihtilaflı olan Selman b. Rabia [196] ve Zeyd b. Sunan, [197] Hz. Ömer tarafından yasaklanan bir hacca niyet ettiği için es-Subeyy b. Ma'bed'i ayıplamalarından, onların kıran ve temettü haclarını bil­medikleri ve Hz. Ömer'in ilgili yasağını asıl kabul ettikleri anlaşılmaktadır.

Hz. Ömer ise nehyine rağmen, hem es-Subeyy'm Hristiyan iken İslam'a yeni girmiş olmasına ve hem de muhtemelen onun Kadisiyye [198] gibi nisbeten uzak bir yerden gelmesine bakarak, yaptığının Hz.Peygamberin sünnetine muvafık ol­duğunu söylemiştir.

Nesai ve Ebû Davud rivayetlerinde es-Subeyy ayrıca Hz. Ömer'e kendisinin cihada çok istekli olduğunu, ancak hac ve umreyi kendisine farz gördüğünü, bu­nu bazılarına sorduğunu ve "ikisini cem et" dediklerini de haber vermektedir. Sindî'nin de işaret ettiği gibi, Hz. Ömer demek ki, kıran haccının onun maslaha­tına daha uygun olduğunu düşündü ve verilen fetvanın Hz. Peygamberin sünne­tine uygun olduğunu ikrar etti. [199]

Aslında Hz. Ömer'in hacc-ı ifradı tercih ettiğini bilmekteyiz. Nitekim o, Ebû Musa'nın kendisine böyle bir kanaata nasıl vardığını sorması üzerine şöyle cevap vermişti: " Eğer biz, Allah'ın Kitabını alırsak, Yüce Allah:

"Allah için hac ve umre­yi tam yapın!" buyurarak tamamlamayı emrediyor. Şayet Peygamber (s.a.v)'in sünne­tini alırsak, o da kurbanını yerine ulaştırmadan ihramdan çıkmadı. [200]

İleride detaylı bir şekilde üzerinde duracağımız bu konuda Hz. Ömer, Rasûlullah (s.a.v)'ın fiilî uygulamasını tafdil etmekle birlikte, hac ile ilgili bu uygulamala­rı Peygamberin sünneti olarak nitelendirmektedir.

Mesela namaz içerisinde yapılması gereken hareketlerden biri hakkındaki Hz. Ömer'in şu sözü, kanaatimizi desteklemektedir:

"(Rükuda) diz kapaklarınız­dan tutmanız size sünnet kılındı, artık diz kapaklarınızdan tutun! Bu konuda sünnet olan, diz kapaklarını tutmaktır. [201]

Kaynaklarımızda Hz. Ömer'in gerek bazı mektuplarında ve gerekse bazı tali­matlarında sünnet veya sünnetlerden söz ettiğine dair bir takım haberler mev­cuttur.

Mesela Katade'nin (ö. 118) [202] anlattığına göre Hz. Ömer (ö. 23), Ebû Musa el-Eş'ari'ye (ö. 44) yazdığı bir mektubunda "Ben, size Kur'an'ın emrettiklerini em­rediyor, Hz. Muhammed'in yasakladıklarını yasaklıyorum. Size fıkha ve sünnete uymanızı emrediyorum!" talimatını vermektedir. [203] Yine Hz. Ömer'in başka bir rivayete göre aynı mektupta şöyle dediği nakledilir: "Hüküm verme; sağlam bir fariza, uyulan bir sünnettir (sunnetun muttebaatun). Hakkında Kur'an ve Sünnet bulunmayan ve tereddüt ettiğin hususlarda anlayışla (içtihadınla) hareket et!" [204]

Ancak bu mektubun sıhhati hakkında ciddi endişe ve eleştiriler bulunduğu için [205] biz, gerek bu rivayetlere ve gerekse lafızlara ihtiyatla yaklaşmaktayız.

Mamer b. Raşid'in (ö. 153) Urve'den naklettiği bir habere göre Hz. Ömer sün­netleri yazmak istemiş. Rasûlullah'ın ashabıyla bu konuda istişare etmiş, onlar da yazması doğrultusunda görüş bildirmişlerdi. Hz. Ömer bu hususta ayrıca bir ay istihare etmiş, sonra da önceki kavimlerin bu şekilde kitaplar yazıp onlara yö­neldiklerini ve Allah'ın Kitabını terkettiklerini hatırlamış ve Allah'ın Kitabına as­la birşey karıştırmayacağını söylemiştir. [206]

Öte taraftan Hz. Ömer'in sünnet kelimesini tamamen sözlük anlamıyla kul­landığını da görmekteyiz: "(Benden sonraki halifeler için) sünnet olacağından korkmasaydım, (halife olduğum halde) müezzinlik yapmayı terketmezdim." [207] Burada Hz. Ömer sünnet ifadesini; çığır açma, örnek olma, adet kılma vb. anlam­larında kullanmış ve halifelerin ezan okumaları gibi bir çığır açmaktan çekindi­ğini bu şekilde dile getirmiştir.

Buna benzer bir kullanımı da şudur: Umre yolculuğu esnasında, ihtilam ol­duğu elbisesinin kirlenen yerini yıkayan Hz. Ömer'e, Amr b. As (ö. 43), sararan bu elbiseyi çıkartıp yıkatmasını, yeni temiz bir elbise giymesini söyleyince Hz. Ömer: "Hayret sana ey Amr! hadi sen bir elbise bulabiliyorsun, peki herkes elbi­se bulabilecek mi? dedikten sonra, "Vallahi, şayet ben bunu yapsaydım, o mut­laka sünnet olurdu. Bilakis ben gördüğümü yıkarım, görmediğimi ise su ile sile­rim" [208]demişti.

Görüldüğü gibi Hz. Ömer burada, insanların kendisini izlediklerinin farkın­da ve yaptığı her hareketin özellikle bilmeyenlerce örnek alınabileceği endişesini taşımaktadır. Ayrıca, onların yedek bir elbise bulamayacaklarını göz önünde bu­lundurmakta ve böyle bir durumda, namaz için kafi olan temizliği yapmayı ter­cih etmektedir. Zira Amr'ın dediğini yapsaydı, oradaki insanlar, kirlenen kısmın yıkanmasının yeterli olmayacağı ve elbisenin tamamen değiştirilmesi gerekeceği zannma kapılabilirlerdi. Böylece Hz. Ömer, imkanı dahilindeki bir davranışıyla, imkansızlık içerisinde bulunan kimselere zorluk ve meşakkat vermek istemedi. Bu nedenle o, namaz için caiz ve kafi olacak miktardaki ruhsatla amel etmeyi ter­cih etti. Hz. Ömer bu tür konularda oldukça titizdir. Ona göre asıl ideal davranış tarzı olan sünnet, Rasûlullah'm sünnetidir. Ne kendisinin, ne de bir başkasının herhangi bir görüşü veya ameli ümmet için sünnet olmamalıdır. O, şöyle der: "Sünnet, Allah ve Rasulünün belirledikleridir. (İnsanlardan sadır olan) hatalı gö­rüşleri ümmet için sünnet yapmayın!" [209] [210]

Yine, bir birlik komutanı, cepheden Hz. Ömer'e yazdığı bir mektubunda, ar­kalarından gelecek ve nöbet değişimi yapacak olan birliğin gittiğinden ve mevzi­lerini terkettiklerinden şikayet ederken, "(Onlar bu şekilde hareket etmeleriyle) insanlar için kötü bir örnek oldular /çığır açtılar [211]diye yaz­maktadır. Bu haber göstermektedir ki, cemaatle teravih namazını başlattığında "Bu, ne güzel bir bid'at!" [212] diyen Hz. Ömer'in döneminde (13-22) hâlâ olumsuz nitelemelerle sünnet kelimesi lügavi olarak kullanılmaya devam etmektedir. O kadar ki, bir tarafta "güzel bid'at", diğer tarafta ise "kötü sünnet" aynı dönemde kullanılabilmektedir. Burada hem sünnet, hem de bid'at kelime­lerinin, "yeni bir davranış ihdas etme" anlamını taşımaları gayet ilginçtir. [213]

 

3- İbn Mes'ud'un Dilinde "Sünnet" Tabiri:

 

Burada üçüncü olarak Abdullah b. Mes'ud'dan (ö. 32) gelen bazı rivayetler­de sünnet kelimesinin kullanılışına bakalım:

İbrahim en-Nehai'nin (ö. 96) naklettiğine göre İbn Mes'ud'un Arafat'tan dö­nerken telbiye getirdiğini gören insanlar ona hayretle bakmaya başlayınca o : "Onlara ne oluyor ki?! Peygamberlerinin sünnetini mi yitirdiler, (yoksa unuttular mı)?" dedikten sonra telbiye getirmeye devam eder. [214] Bu haberi, Şeybani (ö. 179); Muhammed b. Eban b. Salih el-Kuraşi- Hammad-İbrahim kanalından riva­yet etmektedir. Halbuki Ebû Yusuf’un, (ö. 182) Ebû Hanife-Hammad-İbrahim kanalından naklettiği rivayette ise İbn Mes'ud'un şöyle dediği zikredilir: "Bu insanlara ne oluyor ki!? insanlar (bunu) unuttular mı, bilmiyorlar mı, yoksa uzun bir zaman mı geçirdiler? [215] Beyhakî'nin (ö. 458) naklettiği bir başka varyantta ise, insanların telbiyesine müdahele etmeleri üzerine İbn Mes'ud, "İnsanlar bil­miyor mu, yoksa unuttular mı? Muhammed (s.a.v)'i hak olarak gönderene yemin ederim ki, Rasûlullah ile birlikte Mina'dan Arafat'a çıktım ve o, cemreyi atıncaya kadar telbiyeyi terketmedi..." demiştir. [216] Tahavi'nin (ö. 321) naklettiği rivayette de İbn Mes'ud'un sadece "İnsanlar unuttu mu, yoksa şaşırdı mı?" [217] dediği zik­redilmektedir.

Zikrettiğimiz bu rivayetler, İbn Mes'ud'un sözünün raviler tarafından mana ile ve kısmen tasarruflarla nakledildiğini göstermektedir. Unutulan veya bilinme­yen şeyin Hz. Peygamberin bir fiili olduğu düşünülürse, rivayetlerde bunun hazfedilmesi ya da mahzufun açıkça ifade edilmesi gibi bir durum sözkonusudur. Yani son rivayetlerde İbn Mes'ud, sözünü ettiği Hz. Peygamberin ilgili tatbikatını açıkça ifade etmediği halde, ilk rivayette bu hususun Peygamberlerinin sünneti olduğu ifade edilmiştir. Kanaatimizce bu, maksudun, ravilerce ifade edilmesin­den kaynaklanmaktadır. Nitekim, yine İbn Mes'ud'dan hac menasiki ile ilgili ola­rak nakledilen şu rivayetlerde de bunu görmekteyiz:

İbn Ebî Şeybe ve Buhâri'nin naklettiklerine göre İbn Mes'ud, tan yeri ağarıncaya kadar Müzdelife'de kaldıktan sonra "Müminlerin emiri (Hz. Osman) şimdi haraket edecek olursa, sünnete uygun davranmış olur" demiştir. [218] Oysa ortak kanaldan gelen onun bu sözü, Ahmed b. Hanbel'de şöyledir:  

"Müminlerin emiri, şimdi hareket etse, isabetli davranmış olur." [219] İki ha­berin ortak senedini şu şekilde çizebiliriz:

Görüldüğü gibi haber, İbn Mes'ud -Abdurrahman b. Yezid- Ebû İshak'tan oluşan ortak bir kanaldan gelmesine rağmen, İbn Ebî Zaide ve İsrail'in rivayetinde "sünnet" ifadesine yer verilirken, Cerir rivayetinde ondan söz edilmemektedir. Dolayısıyla burada da ya mahzufun takdiri veya maksudun beyanı, ya da sün­net gibi anahtar bir kavramın ihmali veya iskatı ihtimali mevcuttur.

İbn Mes'ud'un, özellikle ibadetlerde Hz. Peygamberin her hal ve hareketini ümmet için mutlaka uyulması gereken bir ölçü olarak aldığı, insanlann yaptık­larını bu ölçüye göre değerlendirdiğini de bilmekteyiz. Ona göre insanlar, Hz. Pey­gamberin davranışına uygun hareket ederlerse isabet; aykırı hareket ederlerse hata etmiş sayılacaklardır. Nitekim o, namazda ayaklarını bitiştiren bir adam için diğer bir rivayete göre ise, sünnete aykırı davrandı /sünnete göre hatalı davrandı" [220] demiştir.

Buna benzer bir ifadeyi de, namaz vaktinin girmesi üzerine söylüyor: "Eğer emîriniz Peygamberinizin sünnetine uygun hareket ediyorsa şimdi çıkar." Ravi, "Vallahi, İbn Mes'ud daha sözünü tamamlamamıştı ki, (Küfe Emîri) Ammar b. Yasir (ö. 34) "namaza!" diyerek çıktı" [221] demektedir.

Abdurrazzak, Müslim, Nesai, İbn Mace ve Ahmed b. Hanbel'in naklettikleri diğer bir haberde İbn Mes'ud "Kim yarın Allah'a müslüman olarak kavuşmak is­terse, ezanlar okundukça şu namazları muhafaza etsin" dedikten sonra şöyle bir açıklama getirmiştir:

"Şüphesiz Allah, Peygamberinize hidayet yollarını (göstermeyi) meşru kıl­mıştır, ve o namazlar (için mescitlere devam) da hidayet yollarındandır. Eğer siz, şu evinde kalan (ve orada kılan) kimse gibi evlerinizde kılarsanız, Peygamberini­zin sünnetini yolunu terkedersiniz. Eğer Peygamberinizin sünnetini terkederseniz şaşırırsınız..." [222]

İbn Mes'ud'un bu sözünde sünnet kelimesinin hem lügavî, hem de ıstılahı kullanımını bir arada görmekteyiz. Buna göre Hz. Peygamber hidayet yollarını yani sünnetlerini ortaya koymuştur. Bu sünnetlerden birisi de toplumsal kay­naşma, dayanışma ve kardeşliğin tesis edilmesinde en etkili bir yol olan cemaata devam sünnetidir. [223] Nitekim, Hz. Peygamber ve sahabe, hastalık, yolculuk vb. meşru mazeretleri olmadıkça cemaatle namazı terketmemişlerdir.

Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği şu haberler ise, Hz. Peygamberin bir dav­ranışının, İbn Mes'ud tarafından nasıl sünnet olarak anlaşıldığını ortaya koyan önemli delillerdir:

Yalancı peygamber Museyleme'nin, İbnu'n-Nevvaha ve İbn Esal adlı iki elçi­si Hz. Peygambere gelirler. Hz. Peygamber, onlara kendisinin Allah Rasulü oldu­ğuna tanıklık edip etmediklerini sorduğunda onlar, "Biz Museyleme'nin Allah Ra­sulü olduğuna tanıklık ediyoruz" deyince Hz. Peygamber "Ben de Allah'a ve Rasulüne iman ettim. Eğer bir elçiyi öldürecek olsaydım, ikinizi de öldürürdüm" bu­yurmuştu. Bunu naklettikten sonra İbn Mes'ud şöyle diyor:

"İşte, 'elçiler öldürülmez' şeklindeki sünnet böyle teşekkül etmiştir." [224]

Bu haberden açıkça anlaşıldığı gibi Hz. Peygamber, Museyleme'yi Allah'ın Rasulü olarak kabul eden bu insanları, sırf orada elçi sıfatıyla bulundukları için öldürmemiştir. Bu olayın şahidi olan İbn Mes'ud, Hz. Peygamberin bu tutum, ta­vır ve davranışından "elçiler öldürülmez" şeklinde genel bir prensip, bir sünnet çıkarmıştır. Şüphesiz burada, Hz. Peygamberdeki bir fikrin fiile dönüşmesi, son­ra da sahabenin bu fikir ile fiili bir prensip olarak ifade etmesi gibi bir durum söz konusudur. Bunu şu şekilde formüle edebiliriz:

İbn Mes'ud'dan nakledilen bir başka kullanım da, sünnet x bidat karşıtlığı­nı ifade eden şu meşhur sözüdür:

"Sünnet çerçevesinde itidalli davranmak, bid'at içerisinde çaba sarfetmekten daha hayırlıdır." [225] İbn Mes'ud, özellikle nafile namaz, oruç, zikr vb. amellerden Hz. Peygamberin yaptığı kadar yapılmasını, o miktardan daha fazlasına tercih ve tafdil etmektedir. Zira Hz. Peygamberin her davranışında bir ölçü vardır ve o, bu ölçüyle de örnek alınmalıdır. Bu anlayışından dolayıdır ki İbn Mes'ud, Hz. Pey­gamber ve sahabenin yapmadıklan halde, birtakım insanların mescidde toplana­rak "Şu kadar şunu söyleyin, şu kadar bunu söyleyin!" diye zikir yaptıklarını gö­rünce şiddetle karşı çıkmış ve onlara "Siz kötülüklerinizi sayın! Çünkü ben, Al­lah'ın iyiliklerinizi sayacağına kefilim!" [226] demiştir [227]

İbn Mes'ud'un yukandaki meşhur sözüne parelel bir ifade de Ubeyy b. Ka'b'dan (ö. 19) gelmektedir:

"Siz (Hak) yola ve sünnete sarılın!...Çünkü böyle bir yol ve sünnet dahilinde itidal; bu yol ve sünnetin hilafına çok amel etmekten daha hayırlıdır. Öyleyse amellerinize bakın, ister fazla, ister mutedil olsun, (yeter ki) peygamberlerin yön­temine ve sünnetine uygun olsun! [228]

Bu rivayette, sünnet, yol ve yöntem kelimelerinin birbirinin müteradifi ve atf-ı tefsiri olarak kullanılması oldukça dikkat çekicidir.

 

4- Hz. Osman'ın Dilinde "Sünnet" Tabiri:

 

Bu hadiseden elli sene sonrasının münakaşasız bir kaynağı, bize açık bir şekilde gösteriyor ki, Peygamberin sünneti tabiri, muhakkak ki bu ilk asırda mevcuddu, fakat, resmî ve müstakil bir düstur olarak, Kur'an ile ilk iki halifenin sünneti arasına henüz dahil edilmiş değildi, ve onlardan sonraki halifelerin takib ettikleri siyasete mü­teveccih tenkidler, daima, onların Kur'an'dan ve Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in sünnetin­den uzaklaşmış olduklarını söylemekle yetiniyordu..." [229]

Öncelikle belirtmeliyiz ki, Hz. Ali yukarıda ifade edildiği gibi, seleflerini örnek edinmeyi reddetmiş değildi. Bilakis o; Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre "Gü­cüm yettiği oranda", [230] Taberi'nin rivayetlerine göre "Bilgim ve gücüm oranında öyle yapacacağımı, amel edeceğimi umuyorum" veya "Hayır! ancak gayretim ve ta­katim nisbetinde (üstlenebilirim)" şeklinde [231] gayet ihtiyatlı ve gerçekçi ve biraz da tevazu içerisinde bir cevap vermiştir. Bu Hz. Ebû Bekir'in ilk naklettiğimiz sözü­ne parelel nitelikte bir sözdür. Yani, onlann örnekliğini kabul ediyor ama, bunu ancak gücü nisbetinde gerçekleştirebileceğini açıkça ifade ediyordu. Bizce bura­da asıl altı çizilmesi gereken husus, aynı bağlamda kullanılmış olmasına rağmen, Hz. Peygamberin icraatları için sünnet, ilk iki halifenin icraatları içinse siret ve fiil kelimelerinin kullanılmasıdır.

Ayrıca, kullanılan tabirin, siyasî bir bağlamda geçiyor olması, onun huku­kî muhtevasının bulunmadığını gösterir mi? Kaldı ki, İslam'da siyaset hukuku­nun, genel hukuktan ayrı mütala edilemeyeceği de ilmi ve tarihi bir gerçektir. Di­ğer taraftan siyasî otoritelerin, bilhassa ilk halifelerin İslam'ın genel hukukunun işletilmesine dair fonksiyonları da ortadadır. Özellikle, II. halife Hz. Ömer'in hu­kuktaki yeri, etki ve katkısı herkesçe bilinmektedir. Dolayısıyla, siyasî mesailde "Peygamberin sünnetine riayet edeceğim" demek, "Hukuk da dahil olmak üzere, hayatın her alanında ona uyacağım" şeklinde anlaşılmalıdır...O bakımdan bura­da önemli olan nokta, "Peygamberin sünneti" tabirinin kullanılmış olmasıdır. Ay­nca, kullanımın bu kadar erken bir zamanda var olduğunu müsteşriklerin onay­lamış olmaları da anlamlıdır." [232]

Nitekim, Abdurrahman b. Avf, Kur'an'a, Hz. Peygamberin sünnetine ve ilk iki halifenin sîretine riayeti tekeffül ettiği halde "Ben Ömer'in sünnetini terketmedim" demiştir. Bu konuda Hz. Osman, Hz. Ömer'in sünneti hakkında "Ben Ömer'in sünnetini de terketmedim. Ancak ona ne ben güç yetirebilirim, ne de o!" [233] şeklinde cevap vermiştir.

Şüphesiz Hz. Osman'ın cevabî savunması gerçeğin bir ifadesi ve itirafıdır. Ne Hz. Osman'ın, ne Abdurrahman veya bir başkasının Hz. Ömer'in tarihe altın harflerle yazılmış adaletini, yüzyılları kucaklayan ileri görüşlü ve geniş ufuklu si­yasetini gerçekleştirmeleri o kadar kolay değildi. Zira Hz. Ömer, adaleti, cesare­ti, feraseti ile siyasî bir deha idi ve insanlar üzerinde bir mehabeti ve karizması vardı.

Yeniden ifade edelim ki, burada özellikle Ömer'in sünnetinin dile getirilme­si, sadece Hz. Osman'ın selefi olması hasebiyledir. Yoksa adı geçen oryantalistle­rin düşündüğü gibi bu, onun sünnetinin, Hz. Peygamberin sünnetinden daha önemli ve öncelikli olduğunu göstermez. Zira, Hz. Ömer'in, imkanı ölçüsünde Hz.Peygamberin sünnetini, Hz. Ebû Bekir'in siyasetini izlediği, ihtiyaç halinde de kendi ictihad ve icraatlarını ortaya koymaktan çekinmediği herkesçe bilinen ta­rihi bir hakikattir.

Hz. Osman'a karşı eleştiriler çoğalınca, H. 34 yılında ileri gelen bazı sahâbîlerin Halife'ye gönderdikleri Hz. Ali, Hz. Osman'ın huzuruna çıkarak ona şu uya­rılarda bulunmuştur: "Ey Osman! şunu iyi bil ki, Allah katında kullarının en üs­tünü, doğru yola yönlendirilen, yönlendiren, bilinen sünneti uygulayan, terkedilmesi gereken bid'atı öldüren adil bir yöneticidir. Vallahi herşey apaçıktır. Sünnet­ler ortadadır ve alametleri bellidir. Bid'atlarda ortadadır ve onların da alametleri bellidir. Allah katında insanların en kötüsü de; kendisi saptığı gibi, başkalarını da saptıran, bilinen sünneti öldürüp, terkedilmiş bid'ati yaşatan zalim yönetici­dir." [234]

Hz. Ali'nin bu sözlerinde, hem sünnet, hem de bid'at kelimeleri, daha çok, doğru veya yanlış icraatlar ifade etmektedir. Elbette bu icraatlardan Hz. Pey­gamberin sünnetine, tatbikatına uygun olanlar sünnet; ona aykın olanlar ise, bidat ifadesiyle dile getirilmiştir. Yine burada doğru yolu ve sapmayı belirleyen te­mel kriterler, şüphesiz Kur'an ve Hz. Peygamberin sünnetidir.

Hz. Osman'ın H. 35 yılında abluka altındayken Mekke'lilere yazdığı mektu­bunda şu satırlar da yer almaktaydı: "Kim Allah'ın rızasını, hoşnudluğunu, Ahiret yurdunu, ümmetin düzelmesini, Rasulullah'ın ve ondan sonraki iki halifenin ortaya koydukları güzel sünneti isterse, bunun karşılığını size ancak Allah ve­rir." [235]

Burada da sünnet-i hasene, genel olarak Hz. Peygamberin ve onun ardından gelen iki halifenin güzel görülen, örnek gösterilen bütün uygulamalan ve icraatlandır. Her iki rivayet, aynı zamanda siyasî bir muhtevaya sahiptir.

Yine o günlerde, işgalcilerin, Hz. Osman'dan hilafeti bırakması yolundaki baskılar üzerine Abdullah b. Ömer'in Halife'ye :

"İslam'da böyle bir çığır açılmasından (en tusenne hâzini's-sunne) yana de­ğilim. Zira (sen bu yolu açarsan) yöneticisine kızan her toplum onu azletmeye kalkar..." dediği nakledilir ki, [236] burada sünnet ifadesi, çığır açma, ihdas etme ve kötüye örnek olma gibi lugavî anlamlarda kullanılmıştır.

 

5- Hz. Alinin Dilinde "Sünnet" Tabiri:

 

Kaynaklarımızda Hz. Ali'nin (ö.40) de bu tabiri birçok kez kullandığına dair değişik rivayetlere rastlamaktayız. Yukarıdakilere ilave olarak burada da bazılarını nakledelim:

H. 36 yılında Kays b. Sa'd b. Ubade (ö. 59-60) [237] Mısır'a gitmiş ve minber­den, halka Hz. Ali'nin yazdığı şu mektubu okumuştu: "Allah'ın bu ümmete ik­ramlarından ve özel olarak onlara verdiği faziletlerden birisi de onlara Muhammed (s.a.v)'i göndermesidir ki, O, doğru yolda olmaları için onlara Kitabı, hikmeti, feraizi ve sünneti öğretmiştir... Sonra müslümanlar iki salih emiri halife seçmişler, onlar da Kitap ve sünnetle amel etmişler, güzel bir gidişat ortaya koymuşlar, sün­netten vaz geçmemişlerdir... Biliniz ki, sizin bizim üzerimizdeki hakkınız, Allah'ın Kitabı ve Rasulünün sünnetiyle amel etmemiz, Kur'an'ı hakkıyla uygulamamız ve sünneti uygulamamız olacaktır."

Mektuptan sonra halka hitap etmeye devam eden Kays ise halkı Hz. Ali'ye bey'at etmeye çağırıken "Şu halde ey insanlar! Kalkın ve Allah'ın Kitabı ve Rasu­lünün sünneti üzere ona bey'at ediniz" demiştir. [238]

Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir haberde de Hz. Ali, "Biliniz ki ben, ne pey­gamberim, ne de bana vahy geliyor. Fakat ben, gücüm yettiği kadar Allah'ın Ki­tabı ve Peygamberinin sünneti ile amel ediyorum" [239] dediği rivayet edilmektedir.

Keza, Hz. Ali'nin Hacer-i Esved'i "Allahım, Kitabını ve Peygamberinin sünne­tini tasdikleyerek" deyip selamladığını bilmekteyiz. [240]

Hz. Ali'ye göre Bayram namazına çıkmazdan önce, birşeyler yemek ve yürü­yerek gitmek sünnet olduğu gibi, [241] Bayram namazının musallada kılınması da sünnet idi. Nitekim, Kufe'de musallaya çıkmakta zorlanan bazı zayıf kimseler için mescidde bayram namazı kılmaları talimatını verdiği zaman,

"(Musallada kılmak) sünnet olmasaydı, ben de mescidde kılardım" [242] demişti

Ona göre vitr namazı, farz namazları gibi, kesinlikle emrolunan bir namaz değil, lakin Rasûlullah'ın koyduğu bir sünnet idi. [243]Yine ileride üzerinde geniş­çe duracağımız üzere, ona göre Rasûlullah (s.a.v) içki cezası konusunda belli bir sün­net koymamıştı [244] fakat Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in daha sonraki uygulamaları­nın hepsi de sünnetti [245]

Hz. Ali'ye, kişinin kurbanlık devesine binip binemeyeceği sorulunca o, bun­da bir beis olmadığını, zira Hz. Peygamberin, yürümekte olan kimselere kurban­larına binmelerini emrettiğini söyledikten sonra,

"Peygamberinizin sünnetinden daha üstün birşey aramayın!"[246] demişti.

Buhâri'nin rivayetine göre Hz. Ali, Halife Osman'ın hac ile birlikte umre ya­pılması yasağına dair talimatına aldırış etmemiş ve :

"Ben bir kimsenin görüşünden dolayı Hz. Peygamberin sünnetini terkedecek değilim" [247]demiştir. Oysa aynı ortak kanaldan gelen İbn Ebi Şeybe'nin ri­vayeti:

"Ben, senin görüşünden dolayı Rasûlullah'ın yaptığını terkedemem" [248] şek­linde, Ahmed b. Hanbel'inki ise,

"Ben senin görüşünden dolayı, Rasûlullah'ın görüşünü terkedecek deği­lim" [249] şeklindedir. Bu üç haberin ortak senedini şöyle gösterebiliriz:

Görüldüğü üzere haberin ilk iki ravisi aynıdır. En erken kaynak olan İbn Ebi Şeybe (ö. 235) rivayetinde Hz. Ali'nin sözü, "Resulullah'ın fiili"; Ahmed'in (ö. 241) rivayetinde "Rasûlullah'ın kavli (görüşü)" diye ifade edilirken, Buhâri'nin (ö. 256) rivayetinde ise bu "Peygamberin sünneti" şeklinde tabir edilmiştir. Aynı ortak kaynaktan gelmesine rağmen bu üç varyanttaki lafız farkları, ravilerin onu ma­na ile rivayet ettiklerini ve biraz tasarruf ile, belki de manayı kavramlarla ifade ettiklerini göstermektedir. [250]

Buna benzer başka bir misali, yine Buhâri'nin nakletmiş olduğu şu kulla­nımda görmekteyiz. Ebû Vail'In naklettiğine göre Huzeyfe (ö. 36), rükû ve secde­sini tam yapmadan namaz kılan birisini görmüş, namazını bitirince ona "Sen namaz kılmadın" demişti. Devamla Ebû Vail "Ve sanıyorum o şöyle demişti: "Eğer sen (bu şekildeki namazınla) ölsen, Muhammed'in (s.a.v) sünnetinden başka birşey üzere ölürsün!" [251]

Oysa Abdurrazzak'ın Zeyd b. Vehb kanalından naklettiği başka bir varyant­ta, kırk yıldır bu şekilde namaz kıldığını söyleyen bu adama Huzeyfe'nin söyledi­ği söz şöyledir:

"Eğer (bu hâl üzere) ölürsen, Muhammed'in (s.a.v) ortaya koyduğu şeklin dışın­da birşey üzere ölmüş olursun." [252]

Görüldüğü gibi zaten "sanıyorum" ifadesi ile tereddüdünü dile getiren Ebû Vail, haberi mana ile rivayet etmiş, Hz. Peygamberin namaz kılış biçimini ifade için kullanılan fıtrat kelimesi yerine, yine aynı anlama gelen sünnet tabirini kul­lanmıştır. Burada gerek Ebû Vail'in tereddüdü ve gerekse Abdurrazzak'ın (ö. 211), Buhârî'den daha erken bir kaynak olması sebebiyle, ikinci rivayeti tercih etmekteyiz.

Ancak burada laûz farklı olsa da, mana aynıdır ve Huzeyfe o şahsın kıldığı namazın, Hz. Peygamberin namaz kılış tarzına uygun olmadığını, diğer bir ifade ile sünnete muhalif olduğunu söylemektedir. Şu halde "sünnet" tabiri, isim ola­rak kullanılmasa dahi, bir mana ve mefhum olarak, uyulması gereken bir ölçü ve model olarak mevcuttur.

Bu ve benzer bazı rivayetler karşılaştırıldığında, bazı raviler, işte bu mana ve mefhumu, kendi dönemlerinde iyice yerleşen, kavramlaşan sünnet tabiri ile ifa­de edebilmişler, hatta bir anlamda "hedy, fıtrat, [253] fiil vb. bazı kelimeleri, arala­rında yaygın hale gelen sünnet kelimesi ile terceme etmişlerdir. Bu sebepledir ki, bu tür rivayetleri, muhtemel ravi tasarruflarından dolayı, mutlaka - varsa daha erken kaynaklara müracat edip- diğer varyantlarıyla karşılaştırmamız ve böylece orjinal lafzı tesbit etmeye çalışmamız gerekmektedir.

 

6- Ebu Hureyre'nin Dilinde "Sünnet" Tabiri:

 

Ebû Hureyre'ye (ö. 58) ait bir-iki kullanımı burada kaydetmek istiyoruz. Onun anlattığına göre, Uhud Savaşından birkaç ay sonra yaşanan Raci’ vak'asında (H. 4) Hz. Peygamberin gönderdiği on gözcü, Lihyan Oğulları'ndan iki yüz okçu tarafından sarılmış, onlardan yedisi şehit edilmiş , üçü de esir edilmiştir. Bu esirlerden birisi olan Hubayb b. Adiyy, [254] (ö. 4) satılmak üzere Mekke'ye getirilmiş ve onu Haris Oğulları, Bedir Savaşında öldürdüğü babalarına karşılık olarak öldürmek üzere satın almışlardı. Sonra onu öldürmek için Harem Bölgesi dışına çıkarmışlar, öldürülmezden önce Hubayb onlardan izin alarak iki rekat namaz kılmış ve namazının ardından onu öldürmüşlerdi. Ebû Hureyre bunu an­lattıktan sonra:

"İşte böylece Hubayb, savunmasız öldürülen her müslümana (ölmezden ön­ce) iki rekat namaz kılmayı sünnet kılmış oldu. [255] demiştir. Hadiseyi nakleden Taberi'de ise bu ifade:

"Böylece savunmasız öldürülen kimselerin iki rekat namaz kılması bir sün­net oldu" [256] olarak zikredilmiştir.

Burada her ne kadar Ebû Hureyre, Hubayb'ın müslümanlar için bu namazı sünnet kılmasından söz ediyorsa da bu, Hz. Peygamberin herhangi bir davranı­şı sünnet kılması gibi değerlendirilmemelidir. Zira Hz. Peygamberin emri, tavsi­yesi veya onayı olmadıkça kim olursa olsun bir sahâbînin davranışı sünnet ad­dedilemez. Biz bu hususta Hz. Peygamberin tasvibine dair bir bilgiye sahip deği­liz. Şu halde Hubayb, bu namazı kendi içtihadı ile kılmış, ilk defa böyle bir amel ortaya koymuş, iyi bir adet ihdas etmiş, güzel bir çığır açmıştır. Onun ilk defa gerçekleştirdiği bu sünnet-i hasene, elbette daha sonra gelen müslümanlarca da güzel görülmüş ve Zeyd b. Harise (ö. 8) ve Hıcr b. Adiyy (ö. 51) gibi müslümanlar onun açtığı bu çığırdan yürümüşlerdir. [257] Dolayısıyla Hz. Ebû Hurey­re'nin bu sözünde sünnet, Hz. Peygamber'e özgü örnek davranış tarzı olarak de­ğil, ihdas etme, çığır açma anlamında lugavî olarak kullanılmış bir ifadedir. Ay­rıca her ne kadar Ebû Hureyre H. 58'de vefat etmişse de, biz onun H. 4. yılda ger­çekleşen bu hadiseyi oldukça erken yıllarda anlattığını ve sünnet kelimesini söz­lük anlamında kullandığını tahmin ediyoruz.

Yine Ebû Hureyre'ye göre, namazda selamın uzatılmaması da sünnettir.  [258]

Burada büyük sahâbîlerden Ebû Musa ve Sa'd b. Ebi Vakkas'dan gelen bi­rer kullanıma da işaret etmeden geçemeyeceğiz.

Ebû Musa el-Eşarî (ö. 44) Hz. Peygamberin, namazın ne şekilde kılınacağı­na dair bir rivayeti öncesinde, "Rasûlullah (s.a.v) bize hitabetti ve bize sünnetlerimi­zi beyan etti, namazımızı öğretti", [259] diğer bir varyantta ise, "Bize namazımızı öğ­retti ve sünnetimizi belirledi" [260] demektedir.

Sa'd b. Ebi Vakkas (ö. 54) da hastalandığında, Rasûlullah kendisini ziya­ret etmiş, vasiyet edip etmediğini sormuş, o da, bütün malını fakir ve miskinlere ayırdığını söylemişti. Hz. Peygamber ona öyle yapmamasını söylemiş, bunun üzerine o 2/3'ünü ayırmış, ama Hz. Peygamber yine razı olmamış, bu defa o ma­lının yarısını ayırmış, ancak Hz. Peygamber yine kabul etmemiş, nihayet 1/3'ünü ayırdığını söyleyince Hz. Peygamber, onu bile çok görmekle birlikte ka­bul etmiştir. İşte bizzat yaşadığı bu hadise üzerine Sa'd:

"Rasûlullah (s.a.v) 1/3'ü benim hakkımda belirledi (senne)" [261] demiştir.

Buraya kadar verdiğimiz misaller ışığında genel bir değerlendirme yapacak olursak, şunları söyleyebiliriz:

Birçoğu sahih olmakla beraber, bu rivayetlerin hemen hepsi mana ile riva­yet edilmiş olup, lafız ve üslup itibarıyla onlardaki ravl tasarrufları açıkça gö­rülmektedir.

Rivayetlerin bazısında sünnet tabirinin siyasî kontekstte kullanıldıkları doğrudur. Ancak az sayıdaki bu kullanımlardan hareketle, adı geçen oryantalist­lerin vardıkları sonuçlar taraflı olduğu kadar, zorlamadır da.

Bu rivayetlerin bir kısmında sünnet kelimesinin lugavî anlamlardaki kulla­nımının hâlâ devam ettiği görülmektedir.

Sünnet tabirinin, Hz. Ömer ve özellikle İbn Mes'ud ile Hz. Ali tarafından da­ha çok ıstılahı anlamda kullanılmaya ve bu kullanımın çoğalmaya başladığı an­laşılmaktadır.

Gittikçe yaygınlaşan tabir, rivayetlerde de görüldüğü gibi, bazen Kur'an ile birlikte, bazen bid'at karşılığı olarak, birçok defa da "Peygamberin sünneti" şek­linde tamlama veya "es-sünne" şeklinde marife olarak kullanılmaktadır.

Nihayet ancak bir kısmını vermekle yetindiğimiz bu rivayetler göstermek­tedir ki, "Peygamberin sünneti" veya kısaca "sünnet" tabiri, Hz. Peygamberin vefatından sonraki ilk 30 yıl içerisinde Raşit Halifeler, Abdurrahman b. Avf, İbn Mes'ud, Huzeyfe ve Ubey b. Ka'b gibi büyük sahâbîler tarafından dahi -çeşitli bağlam ve kontekstlerde de olsa- birçok defa kullanılmış, yıllar ilerledikçe kulla­nım artmış ve en azından kavramlaşma sürecinde gerekli olan altyapı oluşmuş­tur. Kanaatimiz o ki,sırf bu kavramın sahabedeki kullanımı üzerine daha titiz bir inceleme yapıldığında, gerek adı geçen sahâbîler ve gerekse bu dönemde ya­şayan diğer sahâbîlerde, birçok kullanım ortaya çıkartılabilecektir.

 

b- Genç Sahailerin Dilinde "Sünnet" Tabiri

 

1. İman b. Husayn'ın Dilinde "Sünnet" Tabiri:           

 

İmran b. Husayn (ö. 52) birgün çevresindekilere şöyle der: "Kur'an indi ve Rasûlullah (s.a.v) sünnetleri belirledi / koydu. Siz bize uyun. Vallahi, eğer bunu yap­mazsanız, sapıtırsınız!" [262]

Burada İmran, kendilerinin, Kur'an'ın muhatapları, sünnetin şahitleri olma­ları, aynı şekilde esbab-ı nüzul ve esbab-ı vürudu bilfiil yaşamış olmaları sebe­biyle, muhtemelen Kur'an ve sünnetin anlaşılması ve yaşanması cihetiyle "Bize tabi olun" demektedir. Kanaatimizce İmran, sahabeyi, Kur'an ve sünnet yanında üçüncü bir otorite olarak değil, Kur'an ve sünnet ile amel edebilmek için izlen­mesi gereken bir vasıta olarak öne çıkarmaktadır.

Yine İmran'a bir şahsın şahit bulundurmaksızın hanımım boşadığı ve yine şahit bulundurmaksızın hanımına tekrar döndüğü sorulunca, şu cevabı vermiş­tir: "Onun bu yaptığı şey ne kötü! Bid'at içerisinde boşamış, sünnet dışında geri dönmüştür. Yaptığına şahit bulundursun!" [263] Bu rivayette de "bid'at" ile "sünnet dışı" ifadelerinin kullanılması, sünnet - bid'at karşıtlığını göstermesi açısından dikkat çekicidir.

 

2.  Hz. Aişe'nin Dilinde "Sünnet" Tabiri ;

 

Hz. Peygamber'in eşi olması hasebiyle, kendisine en yakın olma imtiyazını onun sünnetlerini gelen nesillere aktarmada güzel bir şekilde kullanan Hz. Aişe (ö. 58)'nin de sünnet tabirini sık sık kullanması gayet tabiîdir. Onun Safa ile Merve arasındaki sa'y ile ilgili söylediği şu sözler, hem sünnet tabirini kullanışı, hem de onun sünnet anlayışını göstermesi bakımından önemlidir.

"Müslüman olmazdan önce Ensar ve Gassan, Menât denilen bir put adına telbiye getiriyorlardı. Müslüman olduktan sonra Merve ile Safa arasında sa'y et­mekte zorlandılar. Çünkü şu, onların babalarının bir sünneti idi: 'Menât için ihrama giren, Safa ile Merve arasında sa'y etmezdi'. Onlar müslüman olup da bu­nu Rasûlullah'a sorunca Yüce Allah bu hususta "Safa ile Merve, Allah'ın sembollerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa, o ikisi arasında sa'y et­mesinde bir günah yoktur..." [264] ayetini indirdi.

Bu ayete dayanarak, "Safa ile Merve arasında sa'y etmeyen kişiye birşey ge­rekmez kanaatindeyim, o ikisi arasında sa'y etmesem aldırış etmem!"deyen yeğe­ni Urve b. Zubeyr'e Hz. Aişe şöyle demekteydi:

"Ey kızkardeşimin oğlu! ne kötü söyledin! (Safa-Merve arasında) Rasûlullah (s.a.v) tavaf etti, (O’na uyarak) müslümanlar da tavaf etti ve böylece sünnet oldu," [265] Ancak, Zuhrî-Urve-Aişe şeklinde bu haberi ortak isnad ile nakletmelerine rağ­men, "Böylece sünnet oldu" ifadesi Buhârî'de bulunmadığı gibi, Humeydî'nin ri­vayetinde ise, [266] "Sufyan dedi ki: Mücahid: "böylece sünnet oldu" dedi" şeklinde geçmektedir ve dolayısıyla bu ifade, Mucahid'e aittir. Oysa, hem Humeydî (ö. 219), hem de Müslim (ö. 261), hadisi Sufyan-Zuhrî-Urve-Aişe kanalıyla naklet­mektedirler. Buradan, söz konusu rivayette de râvî tasarruflarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Diğer bir rivayette ise:

"Rasûlullah (s.a.v) o ikisi arasını sa'y etmeyi sünnet kıldı ve artık kimse için on­ları sa'y etmeyi terkedemez" demektedir. [267]

Görüldüğü gibi, bu üç rivayette Hz. Aişe, önce İslam öncesine ait bir gelenek­ten "babaların sünneti" diyerek bahsediyor. Zira bu, Ensar ve Gassan'ın hac menasikinde riayet ettikleri bir davranış tarzı idi ve onlar bu kurallara göre hac ya­pıyorlardı. Ancak İslam sonrasında bu sünnetin hiçbir geçerliliği kalmadığı, ak­sine inen ayetle onların sa'y etmelerinde bir sakınca olmadığı belirtilirken, Hz. Peygamberin tatbikatıyla sa'y, müslümanlann terkedemeyeceği bağlayıcı bir sünnet haline gelmiş oldu. Bunu şu şekilde fomüle edebiliriz:

Hz. Aişe'ye göre sa'y; cahüiyye döneminde müşriklerin bir adeti iken, Kur'an bunda bir mahzur olmadığını belirtmekle yetinmiş, ancak Rasûlullah (s.a.v)'ın biz­zat sa'y etmesi ve sahabenin de ona tâbi olarak devam etmesi neticesinde, terkedilemeyecek nitelikte, bağlayıcı bir sünnet haline gelmiştir.

Yine Hz. Aişe'ye göre, Rasûlullah (s.a.v) Ebtah'ta, sırf oradan hareket etmesi da­ha müsait olduğu için konaklamıştır ve dolayısıyla burada konaklamak sünnet değildir. [268]

Hz. Aişe'nin anlattığına göre Rasûlullah (s.a.v.) kuşluk namazı kılmıyordu. Çün­kü "O, insanların sünnet edinmelerini (sünnet olmasını) istemediği bazı şeyleri terk ediyordu." [269]

Görüldüğü gibi sünnet tabiri Hz. Aişe'nin hem zihninde, hem de dilinde kav­ramlaşma sürecini tamamlamıştır. O, Hz. Peygamberin hal ve hareketlerini, onun gözettiği illetler ve maksatlar açısından değerlendirmekte ve buna göre ne­yin sünnet olduğunu, neyin sünnet olmadığını söylemektedir. Keza Hz. Peygam­berin ibadet kastıyla yaptığı bir davranışın, ümmet için terkedilemez bir sünnet haline dönüştüğü kanaatini dile getirmektedir. Şu halde onun düşüncesinde, sünneti normatiftik ve bağlayıcılık özellikleri belirlemekte ve Hz. Peygamberin her davranışı sünnet sayılmamaktadır. Özellikle onun şu değerlendirmesi, sünnet tabirinin Hz. Aişe'nin zihninde artık iyice yerleşmiş bir kavram haline geldiğini gösterecektir:

"Berîre' (nin meselesin) de üç sünnet vardır. Bu üç sünnetten birisi: o, azad edilince, kocası (ile evliliği devam ettirip-ettirmeme) hususunda muhayyer bıra­kıldı. Ayrıca Rasûlullah (s.a.v.)

Velâ hakkı, azad edenindir”  [270] " buyurdu. Hz. Peygam­ber, sadaka yemediği halde, Berire'ye verilen sadaka etten yemiş ve "Bu onun için sadaka, bizim içinse hediyyedir" demiştir.." [271]

 

4- İbn Abbas'ın Dilinde "Sünnet" Tabiri:

 

Sünnet tabirini en çok kullanan sahâbilerin başında İbn Abbas (ö. 68) gelir. Dinde fakih olması için Hz. Peygamberin duasına mazhar olan İbn Abbas, [272] genç olmasına rağmen bu duanın bereketiyle Hz. Peygamberin birçok hal ve hareketini anlamaya çalışmış, bunlardan nelerin sünnet, nelerin sünnet olmadık­larını tahlil etmiştir. Onun özellikle, Hz. Peygamberin namaz, oruç, ve hac ile il­gili davranışlarını bu yönden değerlendirdiğini görmekteyiz. Bunlara geçmeden önce, onun sünnet ile ilgili bazı genel kullanımlarına işaret edelim.

İbn Abbas, Kur'an-ı Kerim'deki

"Sizin her biriniz için bir şeriat ve yol vaz'ettik.” [273]ayetindeki şir'a ve minhâc kelimelerini, sebil ve sünnet şeklinde anlamak­tadır [274] ki buradan onun sünneti, yol ve yöntem ile eşanlamlı gördüğü sonucu­nu çıkartabiliriz.

Arafat'ta kardeşi Fadl'ı yemeğe davet ettiğinde, onun oruçlu olduğunu söyle­mesi üzerine Fadl'a: "Orucunu boz! Çünkü Hz. Peygambere bir kap süt ikram edildi ve bu günde ondan içti. Oysa insanlar şimdi sizi örnek alacaklar (yesten-nûne bikum)" [275] demişti.

Görüldüğü gibi İbn Abbas, burada Hz. Peygamber'in Arefe günü oruç tutma­dığını, kendilerinin tutmaları halinde insanların bunu sünnet zannedeceklerini, dolayısıyla böyle bir yanlış anlamaya mahal verilmemesini istemektedir.

İbn Abbas'a göre, hac için, (mevsim öncesi değil de) hac ayları içerisinde ih­rama girilmesi sünnettendir.[276] Ona göre temettü haca da, Hz. Peygamberin sünnetidir. [277] Çünkü Yüce Allah, onu Kitabında indirmiş, Peygamberi de onu sünnet olarak belirlemiş ve Mekke'li olmayanlara bunu mubah kılmıştır. [278]

Hz. Ali gibi o da Hacer-i Esved'i "Allahım sana inanarak, Kitabını ve Peygam­berinin sünnetini tasdik ederek/ Peygamberinin sünnetine uyarak" [279] diye selam­lamaktaydı. Diğer taraftan İbn Abbas'a göre Safa ile Merve arasındaki vadinin içinde koşmak sünnet değildi, bilakis o bir cahiliyye adetiydi. [280] Yine onun kanaatına göre Hz. Peygamber, deve ile tavaf ettiği halde bu sünnet değildir. Keza, ta­vaf esnasında Kureyş'lilere gösteriş için yapılan remel (heybetli yürüyüş) de sün­net değildi [281] Ancak bunu Hz. Peygamber veda haccında, ilk üç tavafta yapmış­tır ve böylece sünnet olmuştur. [282]

İbn Abbas'ın anlattığına göre Sa'd b. Ubâde, Hz. Peygamber'e annesinin bir nezri olduğunu, fakat onu yerine getiremeden vefat ettiğini söyleyerek, onun adı­na bunu yapıp yapamayacağmı sormuş, Hz. Peygamber de ona, yerine getirme­si doğrultusunda fetva vermiş, bundan sonra da bu sünnet olmuştur. [283]

İleride bu rivayetler üzerinde duracağımız için yalnızca sözlerini naklettiği­miz İbn Abbas, görüldüğü üzere, tıpkı Hz. Aişe gibi, Hz. Peygamberin fiillerinden bazılarının sünnet olduğunu, bazısının ise sünnet olmadığını belirtmektedir. Şüphesiz, bu değerlendirmelerinde daha çok gaî yorum yapmakta, Hz. Peygam­berin gözettiği illet ve maksatlara bakmakta, yaşanan ortam ve şartlara itibar et­mektedir.

Bazı rivayetlere göre İbn Abbas, üç husus hariç, Rasülullah'ın koyduğu sün­netleri bildiği iddiasındadır. [284] Nitekim birgün, ikindi sonrası hutbeyi uzatınca, cemaatten namaz vaktinin geçtiği uyarısında bulunan birisine "Anasız kalası! ba­na sünneti mi öğretiyorsun?! Ben Rasûlullah'ın öğle ile ikindiyi, akşam ile de yat­sıyı cemettiğini gördüm" [285] diye cevap verirken, Mekke'de ahmak bir ihtiyarın arkasında namaz kıldığını ve onun 22 tekbir getirdiğini söyleyen İkrime'ye de aynı şekilde "Anan seni doğurmayıp düşürseydi ya! onlar Ebu'l-Kasım'ın sünneti­dir" [286] diye çıkıştığını görmekteyiz

İbn Abbas'a göre, namazda ayakları dikerek üzerine oturmak da sünnettir. Bunun kişiye ayağa cefa verdiği kanaati dile getirilince İbn Abbas, "Bilakis o, Peygamberinizin sünnetidir" [287] demiştir.

Akşam namazının ikinci rekatında yanlışlıkla selam verdikten sonra kalkıp namazı tamamlayan ve sehv secdesi yapan kimsenin bu yaptığına "Peygamberi­nin sünneti [288] diyen İbn Abbas'a göre, cenaze namazında Fatiha Suresinin okunması da sünnettendir. [289] Hatta o, insanların bunun sünnet olduğunu öğren­meleri için Fatiha'yı (sesli) okumuştur. [290]

Yine hem İbn Abbas'a, hem de İbn Ömer'e göre yolculukta da vitr namazı kıl­mak sünnettir. [291] Hatta İbn Abbas'a göre, bir kimsenin oturduğunda, terliklerini çıkartıp sağ tarafına koyması bile sünnettir. [292]

 

5. İbn Ömer'in Dilinde "Sünnet" Tabiri:

 

Abdullah b. Ömer (ö. 73) de, İbn Abbas gibi, sünnet tabirini sık sık kullan­mış, özellikle ibadetlerle ilgili fer'î meselelerden nelerin sünnet olduğuna dair gö­rüş beyan etmiştir.

İbn Ömer kendisine yolcunun namazının nasıl olduğunu soranlara "Siz za­ten Peygamberinizin sünnetine uymuyor musunuz, size (bunu) haber vermedim mi?" deyince onlar: "Elbette sünnetlerin en hayırlısı Peygamberimizin sünnetidir" mukabelesinde bulunmuşlar, bunun üzerine İbn Ömer, Rasûlullah'ın Medi­ne'den çıkınca, dönünceye kadar iki rekattan fazla kılmadığını haber vermiştir. [293] Ona göre güven içinde de olsa, yolculukta ikişer rekat kılmak Hz. Peygam­berin sünnetidir. [294]

İbn Ömer, namazda bağdaş kurarak oturmuş, kendisini gören genç oğlu da öyle oturunca onu bundan nehyetmiş ve "Namazın sünneti, sağ ayağını dikmen ve solu yatırmandır" demiş ve ayakları gövdesini çekmediği için bağdaş kurmak durumunda kaldığını belirtmiştir. [295] Hz. Peygamberin Kabe'yi yedi kez tavaf ettiğini, Makam-ı İbrahim'de iki rekat namaz kıldığını, Safa ile Merve arasında sa'y yaptığını ve bunun sünnet olduğunu [296] söyleyen İbn Ömer, ihramlı iken, in­sanlar vakfeden dönmeden önce Beyti tavaf etmeyi yasaklayan birinden şikayet­le soru soran kimseye de "Rasûlullah hac yaptı. Beyti tavaf etti, Safa ile Merve arasında sa'y etti. Eğer sadık isen Yüce Allah'ın ve Rasulünün sünneti, tâbi olunmaya, falan oğlunun sünnetinden daha layıktır" [297] cevabını vermiştir. Babası Ömer'in temettü haccını yasaklaması ile ilgili olarak da "Sünnetine uymamıza Rasûlullah (s.a.v.) mı daha layık, yoksa Ömer'in sünneti mi?!" demiştir. [298]

Rivayetlere göre Halife Abdulmelik (ö. 86), Haccac'a hac konusunda İbn Ömer'e muhalefet etmemesini yazmış, İbn Ömer de onlara bir nevi rehberlik yap­mıştı. Arefe günü, güneşin zevalinden sonra İbn Ömer, Haccac'a vararak "Eğer sünneti (yaşamak) istiyorsan, (hutbe için) gitme (vakti geldi)" derken, oğlu Salim de, "eğer sünnete uymak istiyorsan, hutbeyi kısa tut, vakfede acele et!" demiş, babası Abdullah da onu tasdiklemişti. Aynı şekilde Salim ona, "Eğer sünneti (yaşa­mak) istiyorsan, Arefe günü namazı ilk vaktinde kıl!" demiş, İbn Ömer yine oğlu­nu tasdikledikten sonra, "Onlar (sahabe) sünnete uyarak, öğle ile ikindiyi cem edi­yorlardı" demişti. İbn Şihab, Salim'e "Rasûlullah bunu yaptı mı?" diye sorunca on­dan şu cevabı almıştır: "Siz bu hususta ancak, onun sünnetine uyuyorsunuz" [299]

Yine oğlu Salim'in naklettiğine göre İbn Ömer, hacda şart koşmayı [300] kerih görüyor ve şöyle diyordu: "Size Peygamberinizin sünneti yetmez mi? zira o, şart koşmadı." [301] İbn Ömer'in hacda şart koşmaya karşı çıktığını bildiren diğer riva­yetler onun bu görüşünü açıklar mahiyettedir: "Size Rasûlullah'ın sünneti yetmez mi? Sizden biri hacdan geri kalırsa, Beyti tavaf eder, Safa ile Merve'yi sa'y eder, sonra herşeyiyle ihramdan çıkar ve gelecek yıl tekrar hac yapar, kurban keser ve­ya bulamazsa oruç tutar. [302]

Yukarıdaki rivayetlerde İbn Ömer, Hz. Peygamberin hacda şart koşmadığını söylüyorsa da, biz onun haccetmek istedikleri halde rahatsızlıklarını dile getire­rek ne yapacaklarını soran bazı hanımlara "Allah'ın durdurduğu yere kadar" di­ye şart koşarak haccetmelerini istediğini görmekteyiz. [303] Muhtemelen İbn Ömer Hz. Peygamberin vermiş olduğu bu izinden habersizdir. Zira Beyhakî'nin (ö. 458) de dediği gibi, şayet bu haberler ona ulaşsaydı, o bu görüşü benimser ve şart koşmaya karşı çıkmazdı. [304]

Ancak burada bizi ilgilendiren, onun bu kavramı kullanması ve o meselede Hz. Peygamberin sünnetinin yeterli bir kıstas olduğunu söylemesidir. Ona göre, hem Hz. Peygamberin hac için şart koşmaması, hem de hacdan geri kalındığın­da ne yapılacağının onun tarafından belirlenmesi, bu konuda yeterli bir sünnet­tir ve bu yüzden şart koşmaya da gerek yoktur. [305]

İbn Ömer, kurbanın vacip olup olmadığı doğrultusundaki bir soruya "Rasû­lullah (s.a.v.) kurban kesti, ondan sonra müslümanlar da kestiler ve bu şekilde sün­net cari oldu" [306] cevabını verirken, devesini çöktürerek kesmek üzere olan bir adama, "Onu Muhammed (s..a.v.)'in sünneti üzere ayakta boğazla!" [307], diğer bir riva­yette ise, "Onu ayakta, bağlı olarak Muhammed (s.a.v.)'in sünneti üzere gönder!" [308] demiştir.

Hz. Peygambere hemen her davranışında ittiba ettiği için, insanların gözleri daima İbn Ömer'in üzerindeydi. Kendisi de bunun farkında olduğu içindir ki, çok kıllı olan kollarını, boynunu ve boğazını da berbere traş ettirirken, kendisini izleyenlere "Ey insanlar, bu sünnet değildir, ama kıllarım beni rahatsız ediyordu" diyerek bunun sünnet olmadığını, kişisel bir ameliye olduğunu haber verme ih­tiyacı hissetmiştir. [309]

İbn Ömer de sünneti, Kur'an'ın yanısıra, hükümler için ikinci bir kaynak olarak kabul etmektedir. Nitekim Cabir b. Zeyd'e "Sen Basra'nın fakihlerindensin. Sen, sadece Kur'an'ın açık hükmü ile veya sabit bir sünnet ile fetva ver! Bun­dan başka birşey yaparsan, kendin de helak olursun, başkalarını da helak eder­sin" [310] demiştir. Aynı zamanda onun bu ifadelerinden Kur'an ve Sünnette bulun­mayan meselelerde rey ve içtihada başvurmaktan çekindiği, başkalannı da sa­kındırdığı anlaşılmaktadır.

Beyhakî (ö. 458), onun Safa tepesinden şöyle dua ettiğini nakleder: "Allahım, beni, Peygamberinin sünneti üzere yaşat, onun milleti üzere canımı al, ve beni fit­nelerin sapıklıklarından koru!" [311]

İbn Ömer'in Abdulmelik b. Mervan'a (ö. 86) bey'ati münasebetiyle yazdığı mektubunda ise onun daha farklı bir kullanımım görmekteyiz:

".. .Allah'ın sünneti ve Raşidünün sünneti üzere (olduğun sürece) gücüm nisbetinde seni dinleyip itaat edeceğimi ikrar ederim." [312] Bey'atle ilgili olması hase­biyle, buradaki sünnet ifadeleri, siyasî bir kontekstte kullanılmış gibi gözüküyor­sa da, kanaatımızca burada Allah ve Rasulünün yolu, diğer bir ifade ile Allah'ın Kitabı ve Rasulünün sünneti de kasdedilmiş olabilir.

 

6. Enes b. Malik'in Dilinde "Sünnet" Tabiri:

 

Burada son olarak Enes b. Malik'in (ö. 93) bu tabiri kullanımına dair bir-iki misal verelim:

Muhammed b. Ka'b anlatıyor: "Ramazanda Enes b. Malik'in yanına varmış­tım. O, yolculuğa çıkmak üzereydi, bineği getirildi, yol elbisesini giydi ve yiyecek isteyip yemeğini yedi. Ben ona "Bu (şekilde yolculukta oruç tatmamak) sünnet mi?" diye sorunca, o, "Sünnettir dedi ve sonra bineğine bindi." [313]

Enes b. Malik'in şu sözünü nakletmeden önce "Eğer isteseydim, 'Hz. Pey­gamber şöyle buyurdu' diyebilirdim" hatırlatmasını yapan Ebû Kılâbe, Enes'in şöyle dediğini rivayet eder: "Sünnet olan; bir kimsenin bakire ile evlenmesi ha­linde onun yanında yedi gün, dul ile evlenmesi halinde ise üç gün kalmasıdır." [314] Diğer bir rivayette ise Enes'in sözü, kalıbıyla verilmekte, Ebû Kılabe'nin sözü ise "İsteseydim Enes bunu Hz. Peygamberden merfu olarak naklediyor derdim" şek­linde nakledilmektedir, [315]

Ebû Kılabe'nin bu sözünden, Enes'in "Bu sünnettir/sünnettendir" ifadesinin aslında merfu bir haber hükmünde olduğunu, ancak kendisinin, aynen Enes'in söylediği gibi nakletme titizliği gösterdiğini anlıyoruz.

Yeri gelmişken burada özellikle usulcülerimizin tartıştığı bu meseleye kısa­ca değinelim. Sahabenin "Şunu yapmak sünnettendir" değerlendirmesinin aslı; (Hz. Peygambere ait) bir fiil olabileceği gibi, bir söz de olabilir. [316] Cumhurun ka­naatine göre, sahabenin bu sözünden, Rasûlullah (s.a.v.)'ın sünneti kasdedilmektedir.[317] Yine sahabe mutlak olarak "es-Sunne" dediklerinde de bununla Hz. Pey­gamberin sünnetini kasdediyorlardı. [318] Zira sahabe arasında "sünnet" denildi­ğinde, hem asıl olan, hem de ilk akla gelen, Hz. Peygamberin sünnetidir. [319] Do­layısıyla sahabenin bu ifadeleri, cumhura göre hıerfû hükmündedir. [320]

Ancak bazı usulcülerimize göre, onunla bir beldenin veya yöneticilerin, özel­likle de Raşit Halifelerin sünnetinin de kasdedilmiş olması ihtimal dahilindedir ve bu sebeple merfu addedilemez. [321] Hanefî'lerden Ebû Hasan el-Kerhî (ö. 340), Serahsî (ö. 490), Pezdevi (ö. 482); Şafiî'lerden Kâdî Ebû Bekir es-Sayrafî (ö. 330), Cuveynî (ö. 478) ile Zâhirî'lerden İbn Hazm (ö. 456) cumhurun bu kanaatına ka­tılmayan usulenlerdendir. [322]

Nitekim bu usulcülerden İbn Hazm, sahabeden bazısının "Sünnet şu­dur/şöyledir" sözünün, ancak onun ulaştığı bir içtihadını ifade edebileceğini söyledikten sonra, buna İbn Ömer'in "Size Peygamberinizin sünneti yetmez mi?" şek­lindeki değerlendirmesini misal verir ve şöyle der: "Hiçbir imam arasında ihtilaf yoktur ki, Hz. Peygamber'in Mekke'ye girmesine engel olununca, Kabe'yi tavaf et­mediği gibi, Safa ile Merve arasında sa'y da etmemiş, aksine (geri çevirildiği) Hudeybiye'de iken ihramdan çıkmaktan başka birşey yapmamıştır. Bu sebepledir ki İbn Ömer'in zikrettiği husus, asla Rasûlullah (s.a.v.)'tan vaki olmuş değildir. " [323]

Şüphesiz gerek adı geçen usulcülerin ve gerekse İbn Hazm'm işaret ettiği bu husus fevkalade önem arzetmektedir. Çünkü sahabenin sünnet anlayışındaki farklı yaklaşımlar, onlan farklı değerlendirmelere ve ietihadlara götürmüştür. Ay­nı fiil, birisine göre sünnet iken, diğerine göre sünnet değildir. Buna sahabe ara­sındaki bilgi, kültür, muhakeme gücü, yaş ve Hz. Peygamber ile beraberlik süre­si, müşahede farkı, rivayet ve dirayet farkı vb. faktörler de eklenecek olursa, bu ifadelerin yerine göre sübjektif kanaatler, kişisel ictihadlar olabileceği rahatlıkla anlaşılacaktır. Dolayısıyla sahabenin bu ifadelerden kasıtları daima Hz. Peygam­berin sünneti olsa dahi, bu, hadd-i zatında onun gerçekten sünnet olduğunu göstermeyebilir. Fakat her halükârda bu, o sahâbînin bir içtihadıdır ve ona göre o davranış sünnettir.

Burada asıl üzerinde durduğumuz konu, değerlendirme ve ietihad farklılık­ları bulunmakla birlikte, farklı eğilimlere sahip sahâbîlerin sünnet tabirini kul­lanmaları ve onunla Hz. Peygamberin sünnetini kasdetmeleridir.

Dört büyük halife ve akranlarından sonra, "sünnet" tabirini kullanımlarına yer verdiğimiz Hz. Aişe, İbn Abbas ve İbn Ömer gibi genç sahâbîlerin, bu tabiri daha çok kullandıkları görülmektedir. Bu ise sünnet tabirinin, artık iyice yaygın­laşıp-yerleştiğinin bir göstergesidir.

Genç sahâbîlerde dikkatimizi çeken bir husus, onlann Hz. Peygamber ve bü­yük sahâbîlerde olduğu kadar, sünnet kelimesini lugavî olarak kullanmamaları­dır. Bilakis onların bu tabiri genellikle Hz. Peygamberin örnek davranışları anla­mında ıstılahı olarak kullandıkları görülmektedir. Özellikle onlann, Hz. Peygam­berin davranışlanndan neyin sünnet olup, neyin olmadığını tartışmalan, her­hangi bir davranışın, sünnete uygun veya muhalif olduğunu tartışmalan; "sün­net" veya "Peygamberin sünneti" tabirinin kavramlaşma sürecini tamamladığını ortaya koymaktadır. Artık bu dönemde "es-Sünne" denildiğinde büyük ölçüde Hz. Peygamberin örnek davranışı, yapmış olduğu bir uygulaması kasdedilmektedir. Ancak farklı anlayışlar sebebiyle, onlardan bazılarının "Bu sünnettir" veya "Şu sünnet değildir" şeklindeki bazı kanaat ve beyanatlan, her ne kadar yine Hz. Peygamberin belli bir davranışı ile ilgili ise de, bu bazen sadece o sahâbîlerin görüşüne göre sünneti iiade eder. Zira her hangi bir nebevi davranış, bir sahabîye göre sünnet iken, diğerine göre sünnet olmayabilir.

Genç sahâbîlerin kullanımlarından ortaya çıkan diğer ilginç bir husus da, onların bu tabiri daha çok namaz, hac, oruç, kurban gibi amelî ibadetlerle ilgili olarak kullanmış olmalarıdır. Kısmen fukahanın kullanımını çağrıştıran bu du­rum; söz konusu ibadetlerin, onlann günlük hayatlarında yoğun olarak yer işgal etmeleri ve bu ibadetlerde nasıl hareket edileceği hususunda sünnetin daha faz­la belirleyici olmasından kaynaklanmış olabileceği gibi, onlann yönetim içerisin­de yer almamalan nedeniyle, daha fazla bu konularda fetva vermeleri veya görüş beyan etmelerinden ve bir de bizim araştırmamız esnasında muamelat, ukûbât ve feraiz gibi konulardan ziyade ibadetleri tercih etmemizden kaynaklanmış ola­bilir. Sözkonusu alanlarda da titiz bir tarama yapıldığında, bu sahâbîlerin sün­net tabiri ile ilgili birçok kullanımının tesbit edileceğini sanıyoruz.

Onların birçok fer'î meselede sünnete başvurmalan, sünneti, Kur'an'dan sonra müracaat edilecek ve uyulacak bir referans olarak kabul ettiklerini göste­rir.

Burada, "sünnet" ya da "Peygamber'in sünneti" tabirinin kavramlaşma sü­reci ile ilgili genel bir değerlendirme yapacak olursak, kelimenin şöyle bir seyir takip ettiği ortaya çıkmaktadır:

"Sünnet" kelimesi, birçok türevleriyle birlikte Araplann bildiği ve edebiyatın­da kullandığı bir kelimedir. Onlar tarafından, daha çok bir kavmin âdeti, atalarının geleneği anlamında kullanılmıştır.

Arabm âşinâ olduğu bu kelimeyi Yüce Allah, Kur'an'da kendine izafe ile "sunnetullah" veya "Allah'ın öncekiler hakkındaki uygulaması" anlamında "sunnetu'l-evvelîn" [324] şeklinde kullanmıştır. "Allah" kelimesinin içerik farkına rağ­men, İslam ve Cahiliyye kültürünün ortak bir kelimesi olduğu ve Kur'an'ın bu kelimeyi kullanmaya başladığında çağdaş Arapların kullanımlarına yeni ve ya­bancı bir isim getirmediği, [325] aynı durumun "sünnet" kelimesi için de aynen ge­çerli olduğu düşünülürse, Kur'an'ın getirdiği bu yeni kullanım, sünnet kelimesi­nin çağnştırdığı anlamı, Allah'a izafe etmekten başka birşey değildi ve bundan "Allah'ın öteden beri süregelen ve sürecek olan, kendine özgü, değişmeyen bir davranış tarzı" olduğu anlaşıldı. [326]

Kur'an'ın bu hususta ilk yaptığı iş; ata, ecdat, kabile ve putlann yerine yer­leştirdiği Allah ve sünnet kavramlannı birleştirmek olmuştur. Kur'an'ın işe başlarken, Hz. Muhammed'in sünnetinden değil de, Sünnetullah'tan söz etmesi, hem İslamın temel düşüncesiyle örtüşmüş, hem de sanki ileride tabiî olarak do­ğacak olan Peygamberin sünnetine zemin hazırlamıştır. [327]

Hz. Peygamber ise, bir taraftan içerisinde yetiştiği Arap kültürü ve lisanı doğrultusunda sünnet kelimesini sözlük anlamıyla nötr olarak, iyi veya kötü nitelemeleriyle kullanırken; diğer taraftan, kendisine inen bu Kur'an ayetlerinden ilham alarak farklı içeriklerde kullanımlar ortaya koymuştur. Muhtemelen Kur'an'daki

"Allah size (hükümlerini) açıklamak, sizleri, sizden öncekilerin sünnet­lerine ulaştırmak ister..." [328] ayetinden esinlenerek "peygamberlerin sünnetleri" ile "İbrahim (s.a.v.)'in sünnetinden söz etmiştir.

Özellikle Kur'an'ın, Hz. Peygamberi büyük bir ahlak sahibi ve [329] müminler için en güzel bir örnek olarak takdim etmesi [330] ve onları ona uymaya, itaat et­meye çağırması, [331] Hz. Peygamberi zaman zaman kendi sünnetinden de bahset­meye sevketmiş olmalıdır.

Şüphesiz, Kur'an'ın Rasülullah'a biçtiği konum ile, Hz. Peygamberin sahabe arasındaki konumu dikkate alınırsa, hem bir fikir olarak, hem de yaşanmış bir olgu olarak Hz. Peygamberin sünnetinin varlığı, hayatiyeti inkar edilemez. Ancak kabul etmeliyiz ki, Hz. Peygamberin risaletinden itibaren var olduğu­na inandığımız bu sünnet fikri ile, Hz. Peygambere uyma şeklindeki tarihî vakı­aya rağmen, bu düşünce ve eylemin isimlendirilmesi, özellikle de kavramlaşma­sı bilahare gerçekleşmiştir. Bunu şu şekilde formüle edebiliriz:

Fikir-Eylem-İsim-Kavram

Gerek Kur'an'ın telkin ve teklif ettiği, gerekse Hz. Peygamberin ortaya koy­duğu üsve-i hasene ve buna ittiba edilmesi fikri, kısa sürede gerçekleşerek eyle­me dönüşmüş ve bu eylem ilk yıllarda amel, fiil, kavi, hedy, fıtrat, sünnet gibi çe­şitli kelimelerle ifade edilmiştir. Kavramın henüz oluşmadığı bu yıllarda, sözkonusu eylem ve mefhumdan bu ve benzer ifadelerle bahsedilmiştir. Az da olsa Hz. Peygamber ve büyük sahâbîler bu eylemden bahsederken sünnet tabirini kullanmaya başlamışlardır. Hatta özellikle Hz. Ömer, İbn Mes'ud ve Hz. Ali gibi sahâbîlerin bazı kullanımlarında, sünnet kelimesinin artık sözlük anlamından çıkıp, bir terime dönüşmeye başladığı gözlemlenmektedir. Bununla birlikte, sünnetin kavramlaşma sürecindeki asıl temelleri de bu dönemde atılmış, kavram için gerekli altyapı böylece hazırlanmıştır.

Kaydettiğimiz rivayetlerden çıkardığımız netice şudur ki, sünnet ifadesinin kavramlaşması, yaygınlaşması, Hz. Aişe, İbn Abbas ve İbn Ömer gibi genç sahâ­bîler vasıtasıyla tekamül ve tahakkuk etmiştir. Bu ise zaman olarak, büyük sahâbîlerin vefatıyla, onların rivayet otoriteleri haline geldikleri döneme yani yakla­şık olarak H. 40-70 yıllan arasına tekabül etmektedir. Sonuç olarak "sünnet" ta­biri, az da olsa, Hz. Peygamber tarafından ve sağlığında bazı sahâbîlerce kulla­nılmış, büyük sahâbîler kavramlaşma sürecinde temeli oluşturmuş, genç sahâ­bîler de bu süreci tamamlamıştır. Anlattıklarımızı şöyle bir tablo ile gösterebili­riz:

Arap Toplumu: Cahiliyye Dönemi

Kur'an-ı Kerim: M. 610-632

Hz. Peygamber: M. 610-632

Büyük Sahabiler: M. 632-661 (I. 30 yıl)

Genç Sahabiler: M. 661-691 (II. 30 yıl)

Mümkün mertebe güvenilir ve erken dönem kaynaklardan naklettiğimiz bu rivayetler; yukarıda adı geçen oryantalistlerin, sünnet tabirinin oldukça geç bir döneme ait, geç bir kavram olduğu yolundaki iddialarının gerçeği yansıtmadığı­nı, aksine bu tabirin başlangıçtan beri az da olsa kullanıldığını ve bir kavram için geç sayılmayacak bir süre içerisinde kavramlaştığını göstermek için yeterlidir kanaatindeyiz.

 

C. Sahabede Peygamber Telakkisi

 

"Peygamber telakkisi" ifadesiyle biz, çeşitli yönleriyle Rasûlullah (s.a.v.)'ın haya­tı, şahsiyeti, misyonu, bilgisi, tavır ve davranışları hakkında, sahabenin zihinle­rinde oluşan, söz ve davranışlarına yansıyan kanaatlerini, tasavvurlarını, kısaca Peygamber anlayışını kastediyoruz.

Herhangi bir şahsiyet hakkında en doğru ve sağlıklı bilgiler, daha çok onu yakından tanıyan aile, akraba ve arkadaşlarından elde edilebilir. Aynı durum, bir beşer olan, herkes gibi çevresi ve dostları bulunan Hz. Peygamber için de geçer­lidir. Amacımız sağlıklı bir Peygamber telakkisi elde etmek olunca, Kur'an'dan ve Hz. Peygamber'in kendi beyanlanndan sonra, onun hakkında en isabetli telakkilerin, sahabeden geleceğini düşündüğümüz için, onların anlayış ve kanaatlarına başvurmamız en doğru yol olacaktır. Bu hususta sahabenin birkaç yönden, di­ğer nesillere tercihi sözkonusudur:

1- Sahabeden özellikle Mekke'liler, kendilerinden birisi olan Muhammed b. Abdullah'ın (s.a.v.) nesebini, onun doğumundan peygamberliğine kadar olan hayatını gayet iyi bilmektedirler. Risalet öncesi kırk yıllık hayatında onun Mekke'liler üzerinde bıraktığı imaj fevkalade mühimdir ve bu, çevresinden birçok insanın hiç tereddüt etmeden İslam'a girmesinde çok etkili olmuştur.

2- Kur'an’ın ilk muhatapları olan sahabe, Kur'an'dan pasajlar indikçe, onun nasıl Peygamber olduğunu, nereden hangi konuma geldiğini bizzat görerek ve ya­şayarak idrak eden kimselerdi. Onlarda oluşan Peygamber inancı ve telakkisinin en etkin ve belirleyici kaynağı Kur'an idi. Onlar böylece câhili Peygamber anlayı­şından arındırılmış, Kur'ânî Peygamber anlayışıyla beslenmişlerdir.

3- Sahabe Hz. Peygamberin de ilk muhataplarıydı. Onu göremeyen, başkala­rı aracılığıyla tanımaya çalışan nesillerin aksine onlar, onunla birlikte yaşadıkları için, onun hayatına bizzat kendileri şahit olmuşlardı. Sonraki nesillerin çeşitli va­sıtalarla öğrenmeye çalıştıkları hususlan, sahabe bütün gerçeklikleriyle yaşamış­lardı. Onlardaki Peygamber telakkisinin Kur'an'dan sonra gelen müessir kaynağı bizzat Hz. Peygamberdi. O, hem sözlü, hem de fiilî olarak kendisini onlara tavsif ve takdim ettiği gibi, onlarda gördüğü yanlış davranışları da tashih etmiştir.

4- Sahabeden birçoğu, Hz. Peygamberin vefatından sonra da uzun yıllar ha­yat sürmüşlerdi. Böylelikle onlar, Hz. Peygamberin risalet öncesini, risaletini ve onun aralarından ayrılışını, diğer bir ifade ile yokluğunu da yaşamışlardı. Onlar gerek kendi nesillerine ve gerekse değişik çevrelerden, farklı din ve kültürlerden gelip müslüman olan kimselere, bir ömür beraberce yaşadıktan Hz. Peygamberi bütün gerçekliğiyle anlattılar. Rasûlullah'a yetişemeyenler, onu daha çok duygu­sal bir şekilde tahayyül ve tasavvur etmeye çalışırken, sahabe onlara müşahede­lerine dayanarak Peygamber gerçeğini anlatmaya, onlardaki yanlış kanaat ve dü­şünceleri düzeltmeye çalışmışlardır.

Biz burada, sahabenin sünnet anlayışına geçmezden önce, buna bir zemin oluşturacağı düşüncesiyle onların Peygamber telakkisini bir nebze yansıtmaya çalışmamızın yararlı olduğunu düşündük. Şüphesiz Kur'an'a, Rasûlullah'a ve sahabeye göre Peygamber telakkilerinden herbiri ayrı bir tez ve araştırma konu­su olabilecek evsaftadır. Dolayısıyla burada biz, sadece ana hatlarıyla sahabenin Hz. Peygambere, bir beşer, Rasul, hâkim ve lider olarak bakışları ve Hz. Peygam­berin sahabe nezdindeki otoritesi üzerinde durmakla iktifa edeceğiz.

 

1- Beşer Olarak Hz. Muhammed

 

Kur'an, Hz. Musa, Hz. Yahya ve Hz. İsa'nın doğum ve çocukluk dönemlerin­den söz ettiği halde;[332] yetimliğinden başka, [333] Hz. Peygamberin çocukluğundan bahsetmemiştir. Bazı rivayetlerin aksine [334] bu, onun olağanüstü, mucizevî her­hangi bir durum yaşamamış olmasına bağlanabilir. Muhtemelen aynı sebepten dolayıdır ki, Kur'an'da onun risalet öncesi hayatından da fazla söz edilmemiştir. Kur'an'da risalet öncesi ile ilgili olarak sadece, onun bir arayış içerisinde iken hi­dayete eriştirildiği, yoksul iken zenginleştirildiği, [335] Kitap nedir, iman nedir bil­mediği, daha önce herhangi bir kitap okuyup-yazmadığı, [336] aralarında kaldığı bir ömür boyunca sessiz kaldığı [337] gibi birkaç hususta gayet az bilgi verilmektedir.

Hz. Peygamberin risalet öncesi hayatı ana başlıklar halinde; gençlik yıllarında sürü otlattığı, [338] yirmi yaşındayken aktif bir görev icra etmeksizin amcalarıy­la beraber Kureyş saflarında Ficar Harbine katıldığı, [339] Hılfu'l-Fudûl denilen bir antlaşmaya iştirak ettiği, [340] Mekke'nin ileri gelen tacirlerinden Hz. Hatice'nin kervanında alıştığı [341]bilahare onunla evlendiği, Mekke'de ortaya çıkan bazı anlaşmazlıklarda hakemliğine başvurulduğu [342] şeklinde özetlenebilir. Risalet önce­si yıllarda gördüğü salih rüyalar ve Ramazan aylannda Hira Mağarası'nda geçir­diği inziva günleri, [343] onun gibi bir beşerin, beşerüstü tecrübelere psikolojik ola­rak hazırlanmasında yardımcı olsa da, Cibril ile ilk karşılaşmasının ardından yasadığı korku ve endişeler, [344] onun beşer oluşunun tabiî bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Başından geçen bu ilk tecrübenin verdiği telaş ve heyecanla yor­ganına bürünen Hz Peygamber vefakâr eşine kendisine birşeyler olmasından korktuğunu söyleyince, Hatice onu "Hayır, Allah seni asla utandırmaz! Çünkü sen akrabalık ilişkilerini gözetir, güçsüzlerin sıkıntılarını yüklenir, yoksulun ih­tiyacını karşılar, misafiri ağırlar ve zulme uğrayan hak sahibine yardım edersin!" diyerek teselli ederken, yanına götürdüğü Ehl-i Kitap kültürüne sahip olan Va­raka b. Nevfel de, bu gördüğü şeyin bir melek olduğu konusunda onu yatıştır­maya çalışıyordu. [345]

Hz. Muhammed'in risalet öncesi hayatı her yönüyle tabiî, sade ve mutedil bir hayat olarak nitelendirilebilir. O, bu dönemde ticari, askeri, siyasî ve hatta dinî yönden bile, Mekke'nin ileri gelenlerinden addedilemez. Onun Mekke'de en dikkat çeken yanı; Muhammedu'l-Emîn yani güvenilir, dürüst, ahlaklı bir kişiliği olma­sıdır [346] ve bu sebepledir ki onu yakından tanıyanlar peygamber olmasına fazla şaşırmarmışlardır. Fakat aynı şeyi Mekke'nin ileri gelenleri başta olmak üzere, müş­rik Araplar için söylemek mümkün değildir. Çünkü onların, "Özellikle Ehl-i Kitap'tan öğrendiklerine dayanarak bir Peygamberin geleceğini bekleyip durdukları halde, Hz. Peygambere karşı tepkilerinin sebeplerinden birisi de, Arap toplumun­daki peygamberlik ve Peygamber tasavvuru ile, Hz. Peygamberin şahsında gör­dükleri tezahür ve kudret arasındaki çelişkidir. Çünkü önceki peygamberlerin kıssalarından edindikleri malumata göre, peygamber beşerüstü ve harikulade bir varlıktı. Onlar, Hz. Musa, İshak, İsa, Davud, Süleyman, İbrahim, Lût, Salih ve Şuayb peygamberlerin mucizelerinden habersiz değillerdi. Oysa Peygamber olduğu­nu iddia eden, vahy geldiğini söyleyen Hz. Peygamberi, kendilerinden farksız yer-içer, gezer birisi olarak görüp de özel bir nitelik, açık bir alâmet ve olağanüstü bir kuvvetle göremeyince şaşırdılar..." [347] İşte Kur'an, müşriklerdeki bu cahili pey­gamber telakkisini tashih ve onların beklentilerine cevap niteliğinde birçok ayet indirerek Hz. Peygamberin bir beşer olduğunu tekrar tekrar vurgulamıştır. [348]

Kur'an'ın ısrarla altını çizdiği bu konuda Hz. Peygamberin de oldukça has­sasiyet göstermesi kaçınılmazdı. O daima beşer ve kul olduğunun bilinci içerisin­de hareket etmiş ve peygamberliğinden sonra da önceki sadeliği, tabiîliği terketmemiş, tevazuyu asla elden bırakmamıştır.

Birgün şehadet kelimesini öğrettiği bir şahıs "Şehadet ederim ki, Muhammed O'nun Rasûlü ve kuludur" deyince Hz. Peygamber, derhal müdahele ederek

"Ben Rasûl olmazdan önce kul idim, 'Şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür' de!" buyurmuştur. [349]

Hz. Peygamberin diz çökmüş bir vaziyette yemek yediğini gören bir bedevi, şaşırarak "Bu oturuş da neyin nesi?"diye sorunca o,

"Allah beni kerim bir kul ey­ledi, zorba ve muannit biri yapmadı!" [350] diye cevap verirken, başka bir vesile ile de

"Ben köle/ kulun yediği gibi yer, kulun oturduğu gibi otururum. Çünkü ben de ancak bir kulum" buyurmuştur. [351]

Hz. Peygamber, ashabının, kendisine hürmet ve tazim adına da olsa, ölçülü olmalarından yana tavır koymuş, yanlarına vardığında ayağa kalkmalarını dahi yasaklayarak

"Acemin birbirine tazim için ayağa kalktıkları gibi siz de kalkma­yın!" [352] diğer bir rivayette ise,

"Siz de İran'lıların ulularına yaptıkları gibi yapma­yın!" [353] buyurmuştu. Bu sebepledir ki Hz. Enes'in (ö. 93) söylediğine göre, "Ken­dilerine Rasûlullah (s.a.v.)'dan daha sevimli kimse olmamasına rağmen sahabe, hoş­lanmadığını bildikleri için onu görünce ayağa kalkmazlardı." [354]

Mekke'nin Fethi günlerinde, Hz. Peygamberin huzuruna gelen ve kendisiyle konuşurken titreyen bir şahsa O,

"Kendine gel! Ben bir kral değilim. Ben sadece kurutulmuş et yiyen bir kadınm oğluyum!" [355] deme ihtiyacı hissetmişti. Gerek böylesi rahatsız edici bazı tavırlara, gerekse, Hristiyanların davranışlarına baka­rak, ashabına şu uyarıda bulunmuştu:

"Hristiyanların Meryem oğlu İsa'ya yaptıkları gibi beni aşırı şekilde methet­meyin! Ben ancak Allah'ın kuluyum. Öyleyse bana 'Allah'ın kulu ve Rasûlü' deyin” [356]

Ebû Musa'nın anlatışıyla "Rasûlullah (s.a.v.) merkebe biner, (kaba) yün elbise gi­yer, koyun sağar ve misafir ile bizzat kendisi ilgilenirdi." [357] İbn Abbas'ın rivaye­tine göre de, "O, yere oturur, yerde yer, koyun sağar, bir arpa ekmeği için bile ol­sa, çağıran kölenin davetine icabet ederdi." [358]

Gerek Kur'an'da Hz. Peygamberin beşeriyetini vurgulayan ayetler ve gerekse Rasûlullah'ın bu beyanları doğrultusunda sahabe, onun risalet vasfının, beşer vasfını değiştirmediğinin idraki içinde, onunla öteden beri var olan ilişkilerini normal bir şekilde devam ettiriyorlardı. [359]

Rivayetlerden anlaşıldığına göre, Hz. Peygamberin dış görünümünde, nor­mal bir bakışla farkedilebilecek bir ayrıcalık, fizikî yapısında, yüz hatlarında onun Peygamber olduğunu gösteren herhangi bir işaret veya alamet yoktu. Bu nedenledir ki, daha önce görmeyenler, ashabı arasında onu tanımayabiliyorlar­dı. Hicret yolculuğu esnasında Hz. Ebû Bekir'i tanıyanlar, ona yanındaki şahsın kim olduğunu sormuşlar, o da "Bana yol gösteren bir kılavuz" diye cevap vermiş­ti. Ebû Bekir, bununla hayır ve hidayet yolunu kasdederken, onlar normal yol rehberi arılıyorlardı. [360] Aynı şekilde yorucu bir yolculuktan sonra Küba'ya var­dıklarında, müslümanlar onlan coşkulu bir şekilde karşılamışlardı. Hz. Peygam­ber istirahat için bir hurmanın gölgesine oturmuş, kendilerini karşılayanlarla Hz. Ebû Bekir ilgilenmiş, onları ayakta kabul etmişti. Ensar'dan Rasülullah'ı daha önce görmeyenler, onun ayaktaki zat olduğunu sanarak Hz. Ebû Bekir'i selamlamışlardı. Ancak Hz. Peygamberin üzerine güneş vurup da, Hz. Ebû Bekir onu elbisesiyle gölgelendirmeye yönelince Hz. Peygamberin oturan şahıs olduğunu anlamışlardı. [361]

Yine Dımâm b. Sa'lebe, [362] Medine'ye ilk geldiğinde Hz. Peygamberi tanıya­mamış olmalı ki, "Hanginiz Muhammed?" diye sormak durumunda kalmıştı. [363] Aynı şekilde ölen oğlunun kabri başında ağlayan kadın da, kendisine sabretme­sini tavsiye eden Allah Rasûlünü tanımamış, hatta başkası zannederek "Benim başıma gelen senin başına gelmedi ki!?" diye cevap vermiş, sonradan kendisine onun Hz. Peygamber olduğu söylenince pişman olmuş, doğru onun yanma gide­rek kendisini tanıyamadığını söylemişti. [364]

Babasıyla birlikte Hz. Peygamberi görmeye gelen ve henüz çocuk veya genç olduğunu zannettiğimiz Ebû Rimse et-Teymî'nin [365] Rasülullah'ı gördükten son­ra söylediği şu sözü, hem onu görmezden önceki peygamber tasavvurunu, hem de Hz. Peygamberin normal görüntüde bir beşer olduğunu göstermesi bakımın­dan oldukça ilginçtir: "Ben Rasûlullah (s.a.v.)'ı insanlara benzemeyen (farklı) birşey zannediyordum. Bir de gördüm ki, o da (bizim gibi) uzun saçlı bir beşermiş!" [366] Ebû Rimse'nin doktor olan babası ise, Hz. Peygamberin omuzları arasında bulunan ve daha sonra "nübüvvet mührü' diye nitelendirilen güvercin yumurtası büyüklüğünde ben şeklindeki et kütlesini görünce, onu tedavi etmek için izin istemiş Hz. Peygamber ise buna müsade etmemiştir. [367]

Fakat insanların karakterleri hakkında daha derin bilgi sahibi olanlar, O’nun yüz hatlarına, sözlerine bakarak, onun faziletini, yüceliğini kolaylıkla anlayabiliyorlardı. Nitekim Hz. Peygamber Medine'ye vardığında, onu görmeye gelen Yahûdî bilginlerinden Abdullah b. Selam, (ö. 43) onunla görüştükten sonra "Rasûlullah'ın yüzünü gördüğümde hemen anladım ki, onun yüzü, bir yalancı yüzü değildir" [368]demiş ve kısa süre sonra da müslüman olmuştur. [369]

Bir beşer olarak Hz. Peygamberin de korunmaya ihtiyaç duyduğunu, saha­be tarafından korunduğunu [370] görmekteyiz. Medine'ye geldiğinde bir gece uyu­yamamış ve "Keşke ashabımdan müsait birisi bu gece beni korusa?" demiş, az sonra silahıyla gelen Sa'd b. Ebî Vakkas (ö. 55) gelip onu beklemiş, ve böylece Hz. Peygamber uyuyabilmiştir. [371] Bedir'de Sa'd b. Muaz (ö. 5), Uhud'da Muhammed b. Mesleme (ö. 42) ve Hendek'te Zubeyr b. Avvam (ö. 36) onu korumuşlardır. [372]

Bazı rivayetlere göre Hz. Peygamberi Mekke'de iken Amcası Abbas (ö. 32), ya da Ebû Talib'in gönderdiği kimseler korumaktayken, "Allah seni insanlardan ko­ruyacaktır" ayeti [373] inince Hz. Peygamber amcasına artık korunmaya ihtiyacının kalmadığım bildirmiştir. [374] Hz. Peygamberin Mekke'de amcaları tarafından ko­runmuş olmaları mümkün ise de, bu ayetin o dönemde inmesi ve bundan dola­yı onun korunmayı terketmiş olması tarihî gerçeklere aykırıdır. Zira Kurtubî'nin (ö. 671) de dediği gibi, Maide Suresi, icma ile Medine'de, Hudeybiye'den dönüşte H. 6. yılda inmiştir. [375]

Hz. Aişe'den gelen başka bir rivayette ise, Hz. Peygamberin bu ayet ininceye kadar korunmakta olduğu, ayet inince çadırdan başını çıkartıp, Allah'ın kendisi­ni koruyacağını haber vererek korumalarını gönderdiği anlatılmaktadır [376]Şüphesiz. birçok ayette Allah'ın ona yardımı, desteği, onu himayesi, gözetip koruma­sı açıkça ifade edilmiştir. [377] Ancak bu ayetlere dayanarak Hz. Peygamberin sa­vaşta barışta, hiçbir zaman ve mekanda gerekli tedbir, hazırlık, strateji ve esba­ba tevessülü terkettiğini görmemekteyiz.[378] Hatta Allah'ın onu insanlardan koru­yacağını ifade buyuran ayet indikten sonra dahi o, korunmaya devam etmiştir.

Mesela, Hz. Peygamber, H. 7. yılda Hayber Savaşı sonrasında, Hayber Yahudilerinden Safıyye ile zifafa girdiklerinde; babası, kocası ve kavmi öldürülen bu hanımın ona herhangi bir zarar verebileceği korkusuyla Ebû Eyyûb el-Ensarî (ö. 50) kılıcını kuşanmış ve sabaha kadar çadırın etrafında beklemiştir.[379] Yine Mek­ke'nin Fethi için gelen İslam ordularının durumunu öğrenmeye çalışan Ebû Sufyan ve iki arkadaşını Rasûlullah'ın nöbetçileri görmüş ve yakalamışlardır. [380] H. 9. yılda çıkılan Tebuk Seferinde dahi Hz. Peygamber gece namaz için kalktığında sahabeden bazı kimseler tarafından korunmaktaydı. [381] Bu rivayetler açıkça gös­termektedir ki, ilgili ayetin inişinden sonra da Hz. Peygamber ihtiyaç duyulduk­ça korunmuştur. Hatta özellikle savaşlarda, onu koruyabilmek için sahâbîler canlı birer kalkan olmuştur [382]

Ama neticede Allah, dinini ve nurunu tamamlamak için, çoğu zaman asha­bı vasıtasıyla, bazen de görünmez ordularıyla, ya da melekleriyle desteklemiş ve böylece onu, işkence, suikast, zehirlenme, savaşta öldürülme vb. çeşitli musibet­lerden korumuştur. Onun korunmasını, onun şahsında risaletinin korunması olarak algılarsak[383] sarfedilen bütün beşeri gayretlerin ardından gelen ilahî yar­dımlarla Allah'ın korumasını da anlamamız kolaylaşacaktır.

Hz. Peygamberin beşerî yönünün en bariz tezahürlerinden bir tarafını da onun aile hayatı oluşturur. Eşi Hz. Aişe onu bir eş ve aile reisi olarak anlatırken bu yönüne işaretle "Rasûlullah (s.a.v.) herhangi bir beşer(den farksız) idi. Kendi elbi­sesini yamar, koyununu kendi sağar ve kendi işini kendisi yapar, ev işlerinde ai­lesine de hizmet ederdi" diye tavsif etmektedir. [384]

Bir eş olarak, günlerini eşleriyle eşit şekilde paylaşmasına rağmen,

"Allah'ım bu benim gücümün yettiği taksimdir. Senin sahip olduğun, ama benim gücü­mün yetmediği konularda beni sorgulama! "[385] diyerek beşerî zafiyetini îma eden Hz. Peygamber, Hz. Aişe'yi daha çok sevdiği ve aralarında adaletli davranmadığı gerekçesiyle diğer hanımlarının şikayetlerine maruz kalmaktan kurtulamıyordu. [386]

Hz. Peygamberi birbirinden kıskanan eşleri, bazen bu yüzden onu zor duru­ma sokabilmişlerdir. [387] Hatta Hz. Peygamber sırf onlardan bazısının gönlünü alabilmek için, normalde helal olan bazı hususları kendisine yasak ettiği için Yü­ce Allah'ın itabına maruz kalmıştır. [388]

Yine eşlerinin zaman zaman Hz. Peygambere karşı seslerini yükseltebilmele­ri, [389] ona karşılık vermeleri, darılmaları, [390] ondan ısrarla çeşitli dünyalıklar iste­meleri, onların adetâ onun aynı zamanda bir Peygamber olduğunu gözardı eder­cesine böylesi tavırlar sergileyebilmeleri, onların nazarında Hz. Peygamberin ne denli sade ve tabiî bir eş olduğunu gösterir. Özellikle bu son isteklerinden dola­yı onlara gücenen Hz. Peygamber, 29 gün onlardan ayn yaşamış, neticede eşle­rinin dünyalıklar ile Allah'ın nzası ve ahiret arasında tercih yapmalarını isteyen ayetlerin inmesi üzerine [391] hanımlar nedamet içerisinde Allah ve Rasulünü ter­cih etmişlerdir. [392]

Rasûlullah (s.a.v.) da bir insan olarak üzülür, hüzünlenir ve hatta gözyaşı döker­di. Nitekim biricik oğlu İbrahim can çekişmeye başlayınca gözleri yaşlarla dol­muştu. Onun bu halini gören Abdurrahman b. Avf (ö. 32) "Sen de mi ağlıyorsun ey Allah'ın Rasûlü!" diye taaccüp edince O,

"Bu, merhamettendir, zira göz ağlar, kalp mahzun olur. Ama biz ancak Rabbimizin razı olacağı şeyleri söyleriz." [393] di­ye cevap vermiştir. Bazı rivayetlerde onun ağlamasına şaşırıp soran sahabî, Sa'd b. Ubade[394] (ö. 14) veya Ubade b. Samit'tir. [395] (ö. 34) Kanaatimizce bu sahâbîlerin taaccüpleri, ölülere bağırıp-çağırarak, yırtınıp-dövünerek yapılan yas tutma veya ağıt yakma şeklindeki yas tutmaya yönelik nebevi yasağın,[396] ağlamayı da içine aldığını düşünmelerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim hem Sa'd b. Uba-de'nin "Ölülere ağlamayı yasakladığın halde kendin ağlıyor musun?!" şeklindeki sorusu, hem de, Hz. Peygamberin Abdurrahman'a verdiği cevapta

"Ben, insanla­rı bağırıp-çağırarak yapılan yastan (niyâha) nehyetmiştim" [397] buyurması bu ka­naatimizi desteklemektedir.

Bir beşer olarak Hz. Peygamber'in de bazı hadiseler karşısında kızdığı, öfke­lenip morali bozulduğu olurdu. Sahabe çoğu zaman onun hiddetlendiğini yüzün­den anlardı. [398] Hatta bu öfkeli halinde bazı ağır sözler söylemesi, beddua etme­si bile mümkündü. Nitekim Hz. Selman (ö. 36), insanlar arasında ihtilaf ve ayrı­lıklara yol açabileceği gerekçesi ile onun bu tür sözlerinin rivayet edilmesini hoş görmediği için Huzeyfe'yi (ö. 36) uyarma gereği duymuş, bundan vaz geçmemesi halinde kendisini Hz. Ömer'e (ö. 23) bildireceği tehdidini savurmuştu. [399]

Ezberlemek kastıyla Hz. Peygamberden, işittiği her sözü yazan Abdullah b. Amr'a (ö. 65) Kureyş'liler "Sen Rasûlullah'tan işittiğin her şeyi yazıyorsun, hal­buki Rasûlullah da bir beşerdir, hoşnud iken konuştuğu gibi, öfkeliyken de ko­nuşur!" [400] diyerek uyarma lüzumu hissetmişlerdir.

Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) da kendisinin bir beşer olduğunu, herkes gibi kendi­sinin de kızdığını ifade etmiş, bu öfke halinde müminlere karşı kendisinden sa­dır olan her türlü sözlü ve fiilî olumsuz tasarrufların, Kıyamet günü onları Allah'a yaklaştırma vesilesi, tezkiye, rahmet, ecir ve keffaret vesilesi yapması için Rabbine dua etmişti.[401] Ancak onun bu tür davranışları az sayıda ve istisnaî durum­lar olsa gerektir. Zira Kur'an'da

"Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yu­muşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, onlar çevrenden dağılıp gider­lerdi. Öyleyse onlar(ın kusurlarını) affet, onlar için mağfiret dile."[402] buyurulmaktadır.

Hz. Peygamberin Allah ve kulların hukuku konularında daha hassas dav­randığı, bunun korunması adına sert çıkışlar yaptığı görülürken, kendi nefsine yönelik durumlarda ise sabrettiği bilinmektedir. Mesela. Hz. Muaz'ın (ö. 18) na­maz kıldırırken Bakara Suresini okuyarak namazı uzatmasından dolayı, cemaat­tan ayrılıp namazını tek başına kılan şahsın daha sonra onu Hz. Peygambere şi­kayet etmesi üzerine Rasûlullah (s.a.v.) Muaz'ı "Sen fitnecimisin? Fitne mi çıkarmak istiyorsun?!" [403] diyerek sert bir şekilde azarlamıştır.

Hz. Aişe'nin anlattığına göre, Rasûlullah (s.a.v.) müminlere emrettiğinde, güçle­rinin yeteceği amelleri emrederdi. Fakat onlar "Ey Allah'ın Rasulü, biz senin gibi değiliz, çünkü Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamıştır" di­yerek (bunu azımsarlar ve daha fazlasına gereksinim duyarlardı). Bunun üzeri­ne o kızar ve kızdığı yüzünden bilinir, sonra şöyle derdi:

"Şüphesiz, Allah'ı en iyi bileniniz, O'ndan en fazla sakınanınız benim!" [404]

Yine Hz. Aişe'nin anlattığına göre, "Rasûlullah, her ne zaman iki şey arasın­da muhayyer bırakılsa, günah olmadığı müddetçe en kolayını tercih ederdi. Şa­yet günah varsa o, bundan insanların en uzağıydı. Rasûlullah nefsi için hiç inti­kam almamıştır. Ancak Allah'ın haramları çiğnenmişse, o zaman bundan dolayı Allah için cezalandırmaktaydı." [405]

Her beşer gibi onun da bazen unuttuğu oluyor ve sahabe bunu müşahede ediyordu. Bir defasında namaz için kamet getirilince Hz. Peygamber mescide gir­miş, namaz kıldıracağı yerde durduktan sonra, birden yıkanması gerektiği halde yıkanmadığını hatırlamış ve sahabeye

"Yerlerinizde bekleyin!" buyurmuş, sonra odasına girip yıkandıktan sonra başından sular damlar vaziyette çıkıp gelmiş­tir. [406] Aynı şekilde kıldırdığı bir namazın rekat sayısında yanılmasından dolayı bazı sahabîler tarafından uyarılmış, namazda bir değişiklik olup olmadığı sorulmuş, bunun üzerine Hz. Peygamber

"Ben ancak bir beşerim, sizin gibi hatırlar, s zin gibi de unuturum" [407] buyurmuştur.

Diğer taraftan sair insanlar gibi Hz. Peygamber de sevinir ve neşelenirdi. Sahabe onun neşesini de yüzünden anlardı. Ka'b b. Malik (ö. 40-51) "O neşelenin­ce yüzü ay parçası gibi aydınlanırdı ve biz sevindiğini bundan anlardık" demektedir. [408]

Hatta zaman zaman insanlar arasında mizah unsurunu dahi ihmal etmeye Rasûlullah, oldukça güzel şakalar ve seviyeli espiriler yapar, ama bunları yapar­ken de haktan ayrılmamaya özen gösterirdi. Daha çok kelime oyunu, mecaz ve­ya tevriye şeklinde olan ve mantığa dayanan espirilerini bazılan anlayamazken, onun bu yönünü iyi bilen bazı sahâbîler de mukabil şakalar yapmakta gecikme­mişler ve kaynakların naklettiği güzel latifeler ortaya koymuşlardır. [409]

Fakat Hz. Peygamberin bu yönünü bilmeyenler onun şaka yaptığını görün­ce şaşırmışlar ve "Ey Allah'ın Rasulü, gerçekten sen de bizimle şakalaşıyorsun (öyle mi)?!" deyince O,

"Ama ben ancak hakkı söylerim" [410] diye cevap vermişler­dir. Bu şaşıran sahâbîlerin kim olduklarırını bilmiyoruz. Muhtemelen onlar, ya şa­ka ve şakalaşmadan, ve bunu O’ndan beklemeyen sahâbîlerdir; ya da, Hz. Peygamberi yakın­dan tanımayan ve bir Peygamberden böylesi beşerî tezahürlerin sudur edebilece­ğine ihtimal vermeyen dışarıdan gelen heyetlerdendir.

Yine Hz. Peygamberin güreştiği ve yarıştığı da rivayet edilmektedir. Meşhur pehlivan Rukâne ile yaptığı güreşte onu yıkmış, [411] eşi Hz. Aişe ile yaptığı koşu­lardan ancak ikincisinde onu geçebilmiştir. [412] Neredeyse hiç geçilemeyen devesi­ni, devesiyle bir bedevinin geçivermesi, sahabenin zoruna gitmiş, bunun üzerine Hz. Peygamber

"Dünyada yükselen herşeyin, birgün geri indirilmesi ilâhi bir haki­kattir" [413] buyurarak onlara her kemalin bir zevali olduğu gerçeğini hatırlatmış­tır.

Hz. Aişe'nin anlattığına göre Mina (Kurban Bayramı) günlerinde, iki cariye onun odasında def çalmış, Hz. Peygamber de (sadece) elbisesine bürünmüş (ve onlara bunu yasaklamamıştı.) Az sonra gelen Hz. Ebû Bekir onları azarladığında Peygamber:

"Bırak onları ey Ebû Bekir! Çünkü bu günler bayram günleridir.” buyurmuştu. Aynı şekilde Habeş'lilerin mesciddeki oyunlarına bakması için Hz.Aişe’yi de götürmüş, Habeş'lileri de Hz. Ömer azarlayıp kovmaya kalkışınca yine Hz.Peygamber müdahale ederek

"Bırak onları (gösterilerini) rahatça yapsınlar!" buyurmuştu. [414]

Bazı varyantlarda Hz. Ebû Bekir'in cariyeleri azarlarken "Hz. Peygamberin de şeytan çalgısı mı?!" diyerek çıkışması, [415] def ile yapılan bu mûsikiyi de şeytana izafe etmesi, onun, müziği caiz görmediğini, kendisine vahy inen bir Peygamberin evinde ise buna asla müsaade edilmemesi gerektiği düşüncesinde ol­duğunu gösterir. Ancak rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla o, Allah'a isyan ve ba­tıl inanaçlar içermeyen bu tür mûsikilerin, neşe ve sürür günleri olan Bayram günlerinde caiz olduğunu bilmediği gibi, uyuduğunu zannettiği Hz. Peygamberin bu mûsikilerden haberdar olduğunu da bilmemekteydi. Zira Hz. Peygamberin müsade ettiği birşeye Hz. Ebû Bekir'in yine onun huzurunda ve bu şekilde kar­şı çıkması düşünülemezdi. [416] Diğer taraftan ister Hz. Peygamberin iznini alarak olsun, isterse onun engin hoşgörüsüne sığınarak olsun, Hz. Aişe'nin, Rasûlullah'ın yanında cariyelere def çaldırması, babasının aksine, o anda Hz. Peygam­beri müsamahakâr bir eş olarak gördüğünü açıkça gözler önüne sermektedir.

Görüldüğü üzere Hz. Peygamber cariyelerin şarkılarına, Habeşlilerin oyunla­rına değil, onlara karşı çıkan Hz. Ebû Bekir ve Ömer'e müdahale etmiştir. Bizce bu iki büyük sahâbî, bu tür oyun ve eğlencenin, Allah'ın evi olan mescidde ve Rasul'ünün evinde icra edilmesine karşı çıkmışlardır. Hz. Peygamber ise, her yö­nüyle örnek bir insan olarak, oyun ve eğlenceden caiz olanlarını da bu vesilelerle göstermiş olmaktaydı.

Bazı rivayetlerde ise, o cariyelerin söyledikleri şarkılar içerisinde:

"Aramızda yarın ne olacağını bilen bir Peygamber var" demeleri üzerine Hz. Peygamber

"Ama bunu demeyin, zira yarın ne olacağım ancak Allah bilir " [417] ikazında bulunmuştu.

Hz. Peygamberin bu hoşgörüsü, tevazuu, sabrı, halim selim ve sakin oluşu karşısında sahabe, O’nun yanında daha rahat ve serbest haraket etmekteydi. Sa'd b. Ebi Vakkas'ın (ö. 55) anlattığına göre birgün Kureyş'ten bazı kadınlar, Hz. Peygamberin yanında biraz fazlaca ve yüksek sesle konuşuyorlar iken, Hz. Ömer'in geldiğini duyar duymaz derhal kendilerini toparlamışlardı. İçeri girdiğinde Hz. Peygamberin güldüğünü gören Hz. Ömer, "Allah yüzünden gülmeyi hiç ek­sik etmesin (niçin gülüyorsun ey Allah'ın Rasulü?)" diye sorunca, O:

"Benim yanımdayken rahatça duran şu kadınların, senin sesini duyunca derlenip toparlan­malarına hayret ettim de" diye cevap vermişti. Bunun üzerine Hz. Ömer "Ey Al­lah'ın Rasulü, sen onların çekinmelerine daha layıksın" dedikten sonra o kadın­lara da "Ey kendilerinin düşmanları! Demek Allah'ın Rasulünden çekinmiyorsunuz da, benden mi çekiniyorsunuz?!" diye çıkışınca onlar da "Evet, sen Rasûlullah'tan daha sert ve katı kalplisin!" demişlerdi. [418]

Hz. Peygamber ile sahabe arasında zannedildiği gibi bir resmiyet ve sun'îlik olmadığını, aksine tamamen samimî ve tabiî bir ilişki olduğunu göstermesi açı­sından şu rivayetler de dikkat çekicidir: Cabir b. Semure'ye (ö. 73) Rasûlullah ile birlikte oturup, diğer insanlarla yaptıkları gibi sohbet ve muhabbet edip etmedik­leri sorulunca o, "Evet, çok defa (yapardık), Rasûlullah (s.a.v.) sabah namazını kıldık­tan sonra namazgahından güneş yükselinceye dek kalkmazdı. O arada sahabe onunla birlikte konuşurlar, mescidde şiirler okurlar, insanlar cahiliyye işlerini anarlar ve gülerler, o da tebessüm ederdi" [419] diye anlatmıştır. Zeyd b. Sabit (ö. 45) ise böyle bir soruya "Dünyadan bahsedersek, bizimle beraber o da bahseder; yemekten söz edersek, bizimle beraber o da söz ederdi. Bütün bunları da mı si­ze haber vereyim?" şeklinde cevap vermişti. [420]

Sahabe, bir insan olarak Hz. Peygamberin vücudunun tıpkı kendileri gibi çe­şitli ârizî durumlardan, dış etkilerden, hastalık vb. değişik sebeplerden dolayı na­sıl etkilendiğine de tanık oluyorlar ve bunu gayet normal görüyorlardı.

Nitekim onlar, Hz. Peygamberin bazen uzun süre namaz kılması sebebiyle mübarek ayaklarının nasıl şişip çatladığını, [421] üzerine yatmış olduğu hasırın vü­cudunda nasıl iz yaptığını, [422] hastalandığında nasıl şiddetli ağrı çektiğini, ateşi­nin ne kadar yükseldiğini. [423] başağrısı ve çeşitli rahatsızlıklardan dolayı birçok defalar hacamat yaptırıp kan aldırdığını, [424] Uhud Savaşında ne şekilde yaralan­dığını, [425] attan düşerek derisinin yüzüldüğünü ve bu sebeple oturarak namaz kıldırdığını[426] tek tek haber vermişler ve kaynaklarımız da bunlan bizlere nakletmişlerdir. Sahabe Hz. Peygamberin ayaklarının şişmesine veya hasırın vücudunda iz yapmasına değil, bunları sırf kendi arzusu ile yapmasına şaşırmışlardır. Onlar, yukarıdaki rivayetlerde ona, geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış olduğu halde niçin bu kadar namaz kıldığını sormuşlar ve karşılı­ğında

"Çok şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını almışlardır. Yine hasırın iz­lerini onun vücudunda görünce duygulanıp ağlayan Hz. Ömer, "Şu Kayser ve Kisra mal mülk içinde saltanat sürerlerken, sen Allah'ın Rasulü ve seçtiği kulu olarak bu çardaktasın?" deyince, Hz. Peygamber

"Ey Hattab oğlu, dünyanın onların, ahiretinse bizlerin olmasını istemez misin?" diye cevap vermişti.

Ve nihayet beşer oluşun en büyük tezahürü olan ölümü Allah'ın sevgili Rasulü de tatmış, sahabeden bazılarının gözleri önünde ruhunu teslim ederek Allah'a kavuşmuştur. Sahabe, Ahirete irtihal eden her müslümana yaptıkları gibi, O’nu da yıkamışlar, kefenlemişler, namazını kılmışlar ve toprağa vermişlerdir. [427]

Kaynaklarımızdaki bazı rivayetlerde yer alan Hz. Ömer'in çeşitli gerekçeler ileri sürerek Rasûlullah'ın ölmediğini veya mutlaka geri gönderileceğini söyledi­ğine dair gelen rivayetler [428] şayet sahih ise, kanaatimizce bu Hz. Ömer'in, çok sevdiği Peygamberinin beklenmedik ayrılışı karşısında şok haliyle söylediği, şu­ursuzca sarfettiği ifadelerinden başka birşey değildir. Ömer başta olmak üzere şok halini yaşayan sahabeyi sakinleştirmeye çalışan Hz. Ebû Bekir ise gayet me­tin olarak onlara şu şekilde hitap etmiştir: "Kim Hz. Muhammed'e tapıyorsa, bil­sin ki, Hz. Muhammed vefat etmiştir. Kim de Allah'a tapıyorsa, bilsin ki, Allah di­ridir ve ölmez. Nitekim O Allah şöyle buyurmuştur:

"(Habibim,) sen de Öleceksin onlar da ölecekler. [429] Muhammed, sadece bir Rasuldür. Ondan öncede Rasuller gelip geçmiştir. Şimdi o ötür, yada öldürülürse, siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez.Allah şükredenleri mükafatlandıracaktır" [430] Onun bu hutbesiyle herkes yatışmış acı hakikati kabul etmişlerdir.

Kimileri canlarından çok sevdikleri Allah Rasulünden ayrıldıkları için ağlar­ken, Hz. Peygamberin dadılığını yapmış olan Ummu Eymen (ö. 11) gibi bir ha­nım, Hz. Peygamberin vefatına değil, vefatıyla göğün haberinin, yani vahyin ke­silmesine ağlamıştır. [431] Yine bazıları, onun vefatından sonra fitneye düşme korkusuyla ondan önce ölmüş olmayı arzularken, Ma'n b. Adiyy (ö. 11) gibi bir sahabî ise, Peygamberini hayatta iken nasıl tasdiklediyse, vefatından sonra da onu aynı şekilde tasdik edebilme arzusuyla bunu hiç istememiş ve Yemame'de şehit olmuştur. [432]

Şu halde biz, Hz. Ömer ve bazı kimselerin Hz. Peygamberin ölmediği veya öl­meyeceği gibi bir inanç ya da saplantı içerisine düşdüklerine asla ihtimal verme­mekteyiz. Bunlar o halet-i ruhiye içerisinde acı haberin verdiği psikolojik bir re­aksiyondan, depresyondan öteye geçmez.

Verdiğimiz bu misaller, kısmen de olsa Hz. Peygamberin beşeri yönünü ve sahabenin bu açıdan ona bakışlarını yansıtmak için yeterlidir. Buradan anlaşıl­maktadır ki, sahabe hem Kur'an'ın, hem de bizzat Hz. Peygamberin hassasiyetle üzerinde durduğu onun beşer vasfını daima dikkate almışlar, bunu bilfiil yaşa­yarak idrak etmişler, onu bir melek veya beşerüstü bir varlık olarak görmemiş­lerdir. O, kendisinin de ifade ettiği gibi bir kral değildir, ama sahabeden gördü­ğü ilgi, saygı, bağlılık hiçbir krala nasip olmamıştır.

Diğer taraftan Allah Rasulü, onların nazarında sıradan bir insan da değildir. O, bir Peygamberin taşıdığı bütün özellikleri de taşımaktadır. Onun, kendisine vahy gelen bir Rasul oluşunu sahabe hiçbir zaman gözardı etmemiştir. Bu ne­denle Hz. Muhammed ile sahabe arasındaki ilişkiler, sahabe ile beşer Rasul ara­sı ilişkiler olarak gerçekleşmiştir. Bu ilişkilerde genel olarak Kur'ânî ve nebevi öl­çüler hakimdir. Bundan dolayıdır ki, Hz. Muhammed ile sahabe arasındaki be­şerî münasebetlerde, Rasûl ümmet ilişkilerinde, yönetici-tebaa ilişkilerinde ge­nellikle bu ölçü, denge ve itidal korunmuştur. Sahabenin bu Peygamber anlayı­şı, aym şekilde sünnet anlayışı için de fazlasıyla geçerlidir. Dolayısıyla, onlann sünnet anlayışını işlerken de, bu husus belirgin bir şekilde kendisini gösterecek­tir. Burada bu kadarıyla iktifa ederken, Kur'an'ın Hz. Peygambere söylemesini emrettiği şu ayetlerle noktalıyoruz:

"De ki Ben Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece bir beşer-Rasül değil miyim?'' [433]

"De ki Ben de sizin gibi bir insanım; (tek farkla ki) Tanrınızın bir tek Tanrı ol­duğu bana vahyolunuyor. " [434]

"De ki: Ben size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem. Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyo­rum." [435]

 

2- Peygamber Olarak Hz. Muhammed

 

Hz. Peygamberin, bir insan olduğunu vurgulayan ayetlerde altı çizildiği gibi, O'nun diğer insanlardan en önemli farkı kendisine vahyedilmesidir. O, inen vahy’lerle Allah tarafından nübüvvet ve risalet ile görevlendirilerek peygamber olmuştur. Hz. Peygamber, kırk yaşında iken kendisine inen vahye ilk önce kendisi inanmış, [436] [437]  ardından bu ilahî mesajı, adetâ bir sır gibi, ancak kendisini çok ya­kından tanıyanlara açmış, onlar da onu tasdik etmiş ve getirdiği mesaja inanmış­lardır. Her ne kadar vahy tecrübesini Hz. Peygamber bizzat yaşıyorsa da, şüphe­siz bir başkası için bu, sadece bir iddiadan öteye geçmiyordu. Zira bu aşamada o, yalnız başına yaşadığı bu tecrübeyi sadece yakın çevresindekilere anlatmış, risaletle görevlendirildiğini söylemiş ve onlara Kur'an'dan inen sûre ve âyetlerden bazılarını okumuştur. Özellikle gaybî konularda cin ve şeytan olgusunun Arap zihninde önemli bir yeri olduğu hatırlanacak olursa, Hz. Muhammed'in oldukça zor olan bu davasında, çevresi tarafından tasdik edilmesinde şu iki hususun bü­yük rolü olduğu anlaşılır:

1- Hz. Muhammed'in güvenilir şahsiyeti,

2- İnen vahylerin, Arap edipleri acze düşüren güçlü üslubu ve muhtevası.

Ancak bize öyle geliyor ki, işin başlangıcında, birinci faktörün, yani, onun Muhammedu'l-Emîn, güvenilir, hiç yalan söylememiş bir şahsiyet olmasının ro­lü, ikincisinden daha fazla idi. Yani O’na ilk inanan insanlar, onun şahsına itimad ettikleri ve onun herhangi yalancı bir sevda, ya da uçuk bir hayâl peşinde olma­dığını ve olamayacağını bildikleri için onu ve getirdiklerini kabul etmekteydiler.

Hz. Peygamberin nübüvvet ile görevlendirilişi, Rasûl olarak gönderilişi, ilk dönemde inen sûrelerin en önemli konusunu oluşturmaktadır. Hz. Peygamber kendisine yüklenen bu ilahi vazifeyi, çevresine söz konusu vahyleri okumak su­retiyle duyurmaya çalışmaktaydı. Dolayısıyla aralannda kırk yıl gayet normal bir hayat yaşamış olan Hz. Muhammed'in bürünmüş olduğu bu yeni kimliğini, risalet misyonlu kişiliğini, inansın veya inkar etsin çevresindekiler, onun bu yönü­mü konu edinen ayetlerden dinliyorlardı. Elbette ona ve getirdiği vahye inanan sahabe için, Hz. Peygamberi ve misyonunu en güzel ve net bir şekilde anlatan, O’nu tanıtan, onun Allah, Kur'an ve insanlar nezdindeki konumunu belirleyen en önemli kaynak yine Kur'an idi. Bu sebepledir ki sahabe, Yüce Allah'ın kendilerine takdim ettiği bir peygamber tasavvuru ile yetişmekteydiler. Kur'an, bir taraftan O’nu bütün gerçekliğiyle takdim ve tavsif ederken, bir taraftan da câhili Arap zihniyetindeki olağanüstü güçlerle donanmış, melekleşmiş hatta âdeta ilahlaştırılmış[438] beşerüstü bir peygamber telakkisini tashih etmeye çalışmış, müşrikle­rin Hz. Peygamberden bu doğrultudaki beklentilerine en güzel cevapları vermiş­tir.

Bu câhili peygamber anlayışına sahip olan müşrikler, bir uyarıcı beklemek­te olmalarına rağmen, onun "Kendileri gibi beşer neviinden oluşunu",[439] hele he­le "(Mekke ve Taif gibi) iki büyük şehirin ileri gelenlerinden birisi olmayışını"[440] ka­bul edemiyorlardı. Oysa Kur'an'a göre, içlerinden, kendilerinden bir Rasûl gön­derilmesi Allah'ın onlara büyük bir lütfuydu.[441] Ayrıca Allah risaletini nereye ve kime vereceğini daha iyi bilmekteydi ve Allah'ın rahmetini onlar taksim edecek değillerdi. [442] Fakat bu cahili peygamber telakkisinden dolayı müşrikler, böyle bir Rasulün, kendileri gibi yemek yemesini, çarşılarda yürüyüp gezmesini de kabullenemiyorlardı.[443] Onlara göre bir Peygamberin yanında, kendisine inmiş uyarıcı bir meleği, kendisine bahşedilmiş hazineleri, bağlar bahçeleri ve Rabbinden kendisine verilmiş mucizeleri olmalıydı. [444] Dolayısıyla onlar, Hz. Peygambere yerden pınarlar fişkırtmadıkça, aralarından ırmaklar akan hurma bahçeleri ve üzüm bağları olmadıkça, gökten parçalar inmedikçe, Allah'ı ve melekleri getirme­dikçe, altından yapılma bir evi olmadıkça, göğe çıkıp hazır bir kitap getirmedik­çe kendisine inanmayacaklannı haykmyorlar, Kur'an ise ona kısaca

"Ben Rabbimi tenzih ederim, ben sadece bir beşer-Rasûl değil miyim?" cevabını verdiriyor­du. [445] İşte bu ve benzer ayetlerden, özellikle risalet vasfının, beşer vasfıyla bir arada bulunması-bütünleşmesi bakımından, cahili peygamber anlayışı ile Kur'ânî peygamber anlayışının birbirinden tamamen ayrıldığını görmekteyiz. Şu halde sahabedeki peygamber anlayışı, doğrudan Yüce Allah'ın ve zaman zaman da bizzat Rasûlullah'ın ortaya koyduğu Kur'anî bir peygamber anlayışına dayan­maktaydı. Bu sebeple, burada sahabedeki peygamber telakkisini tesbit bakımın­dan bazı ayet ve hadislere atıfta bulunmamız yerinde olacaktır.

Kur'an, Hz. Muhammed'in, Allah'ın Rasûlü olduğunu, O'ndan önce de rasuller gelip-geçtiğini, O'nun ilk defa ortaya çıkan bir türedi olmadığını, ama peygamberlerin sonuncusu olduğunu açıkça ifade eder.[446] “O, müşriklerin iddia ettikleri gibi, kahin, mecnun, şair, büyülenmiş, büyücü, yalancı birisi [447] değildir, aksine büyük bir ahlâk üzere olduğu gibi, dosdoğru bir hidayet üzeredir. [448] Çünkü Yü­ce Allah O'nu hidayetle ve Hak din ile, bütün insanlara müjdeci ve uyancı, yol gösterici ve âlemlere rahmet olarak göndermiştir. [449]

Şimdi Kur'an'ın Hz. Peygambere yüklediği görevlerin, neler olduğunu kısaca hatırlatalım:

a- Şahidlik: Yüce Allah, ilk indirdiği sûrelerden 73. Muzzemmil Sûresinde

Firavun'a bir Rasûl gönderdiğimiz gibi, şahid olarak size de bir Rasûl gönderdik" buyurmaktadır. [450] Bilakis Rasû­lullah'ın "şahid oluşu", dünya ile ilgilidir ve kendisine risaletin verilmesiyle bir­likte, hâl ile tebliğ niteliğinde icra ettiği önemli bir misyondur. Nitekim, Yüce Al­lah onu şahid, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdiğini hatırlattığı diğer bir ayet­te, bunun gerekçesini,

"Allah'a ve Rasûlüne inanmanız, onu desteklemeniz ve ona saygı göstermeniz için" [451] diye tasrih etmektedir. Buna göre, "şahid olma", he­men risaletin akabinde , müjdeleme ve uyarma görevlerinden de önce gelen ve in­sanlann Allah'a ve Rasûlüne inanmalarında rolü ve katkısı büyük olan bir durumdur.

Şu halde o, bir Rasul olarak, hakkın, vahyin şahididir, tanığıdır. O, risalet öncesi ve sonrası örnek şahsiyetiyle, bizatihi ilahî mesajın, risaletin en büyük de­lilidir. Yani Peygamber, Allah'ın dininin temel dayanakları olan ilkele­rin gerçekliğine şehadet etmeli, bunlann hak, buna aykırı olan herşeyin ise batıl olduğunu açıkça söylemelidir. Uygulamada şehadetine gelince, yani Peygamber, bütün insanlara sunmak üzere görevlendirildiği şeyleri önce kendi nefsinde uy­gulayarak göstermelidir. O'nun karakter ve davranışları, davetinde ne kadar sa­mimi olduğuna şehadet etmelidir. O'nun şahsı, getirdiği talimatın öyle bir mode­li olmalıdır ki, onu gören bir kimse, tüm dünya, davet ettiği iman ile nasıl bir insan oluşturmak istediğini, o insana nasıl bir karakter yerleştireceğini ve bu in­san sayesinde dünyada nasıl bir hayat tarzı, nasıl bir sistem kuracağını hemen anlayabilmelidlr. Buradan, Allah'ın Peygamberi şahit kılarak ona nasıl büyük bir sorumluluk yüklediği ve bu yüce makama layık olan şahsın ne kadar büyük bir şahsiyet olduğu fikri ortaya çıkmaktadır, [452]

b- Uyarma: Hz. Peygamberin risalet misyonunda, önemli ve öncelikli görev­lerinin başında "inzâr" yani uyarma vazifesi gelmektedir. Vahyin verdiği endişe ve dehşetin etkisiyle yatağa giren Hz. Peygamberden ilk istenen, "Kalk ve uyar!" emri olmuştur. [453] Başlangıçta sadece yakın akrabalarına yönelik olan bu uyar­ma görevi, bilahare bütün Mekke'ye ve çevresine, nihayet Kur'an'ın ulaştığı herkese yöneltilmiş, böylece Hz. Peygamber, insanları Kur'an ve azab günü ile uyar­mıştır. [454] Kendilerinden birisinin "uyarıcı" olmasına hayret eden müşriklere ce­vaben Kur'an, O'nun da önceki peygamberler gibi bir uyarıcı, hatta "Apaçık bir uyarıcı" olduğunu tekrar tekrar ifade etmiştir. [455]

Hz. Peygamber, Rasul olarak gönderilişinden,

"Artık emrolunduğun şeyi açık­ça söyle ve müşriklere aldırma!, yakın akrabanı uyar!" [456] şeklinde, dini açıkça or­taya koymasının emredilişine kadar üç yıl bu işi gizli yürütmüştü. [457] İbn Abbas'ın anlattığına göre bu ayetler inince Hz. Peygamber birgün Safa tepesine çıkıp bü­tün Kureyş'e seslenmiş, toplandıklarında ise onlara

"Ne dersiniz, size şu dağın ar­kasında (sizinle savaşmak üzere düşman) atlılar bekliyor diye haber versem, bana inanır mısınız?" diye sorunca onlar "Evet, zira biz senden hiç yalan işitmedik" de­diler. Bunun üzerine,

"Öyleyse haberiniz olsun ki, ben, şiddetli azab öncesinde si­ze gönderilmiş bir uyarıcıyım [458] ve:

“Allah bana en yakın akrabalarımı uyarmamı emretti. Bilin ki, 'Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur" demeniz dışında benim size ne dünyada bir menfaatim, ne de ahirette bir nasibim dokunur!" [459] buyurdu.

Yine Hz. Peygamber bu misyonunu, şu nefis teşbih ve temsiliyle şöyle anla­tır:

"Benim ve Allah'ın bana verdiği misyonun misali, bir kavme gelip 'Ben çıplak, uyarıcıyım, düşman ordusunu gözlerimle gördüm. Derhal kaçın! Kaçın!" diyen kimsenin misaline benzer. O toplumdan bir kısmı, onun bu uyarısına itaat etmiş ve geceleyin sessizce kaçıp kurtulmuş; bir kısmı ise onu yalanlamış ve sabahleyin ge­len ordu tarafından helak edilmiştir. [460] İşte bana itaat edip, getirdiğime tâbi olan kimsenin misali ile, bana isyan edip getirdiğim hakkı yalanlayanın misali buna benzer." [461]

Gerçekten de Allah tarafından gönderilen bu uyananın uyarısını, ancak zikr'e tâbi olan, kendisini görmediği halde Rahman'(a inanıp O'nun azabın)dan korkan, O'nun huzuruna haşrolunacağı korkusunu taşıyanlar dikkate alacak; kalpleri, kulakları ve basiretleri körelmiş kimseler bu ilahî uyarıya aldırış etme­yecektir. [462]

c- Müjdeleme: Hz. Peygamberin, uyancılıkla birlikte zikredilen diğer bir vas­fı da, müjdeci oluşudur. [463] Yüce Allah

“Biz o (Kur'an'ı) senin dilinde (indirerek) ko­laylaştırdık ki, onunla korunanları müjdeleyesin" buyurmaktadır. [464] Birçok ayet­te Hz. Peygamber, inanıp dürüst iş yapanlara, müminlere, sabredenlere, mütevazilere, muhsinlere, Allah'ın kullarına çeşitli mükafatları; [465] münafıklara, kafir­lere ve ilahi mesajı duymak istemeyen müstekbirlere de acıklı bir azabı müjdele­mekle emrolunmuştur. [466]

Şüphesiz müjdeleme, insanlara ümit aşılama, onlara aşk, şevk ve heyecan bahşederek motive etme, Hz. Peygamberin hem bizzat yaptığı, hem de ashabına emir buyurduklan önemli bir yöntemdir [467]

d- Öğüt verme: Bu aşamada bir Peygamber olarak Rasûlullah'tan istenen bir diğer görev de, insanlara va'z u nasihat etmesi, onlara öğüt vermesidir. O, Al­lah'tan kendisine gelen mev'ıza ve öğüt türü âyetleri, onlara hatırlatmakla da emrolunmuş ve her fırsatta bu görevini hakkıyla yerine getirmiştir. [468]

e-  Davet: Risaletin veriliş sebeplerinden en önemlisi ve her Rasulün en bü­yük görevi insanlan Allah'a davet etmektir. Hz. Peygamberin misyonunu en kapsamlı bir şekilde anlatan şu ayette şöyle buyurulur: "Ey Peygamber! Biz seni şahid, müjdeci, uyarıcı ve izniyle Allah'a davetçi ve aydınlatıcı bir lamba olarak gönderdik. [469]

Hz. Peygambere, Rabb'inin yoluna hikmet ve güzel tavsiyeler ile davet etme­si, insanlarla en güzel bir tarzda mücadele etmesi emredilmiş, o da bu emre uy­gun olarak, insanları Allah'a basiretle davet etmiştir. [470] Hz. Peygamber, insanla­rı Allah'a davet görevinde o kadar israrlı ve hırslı bir çalışma yürütmüştür ki, neticede Allah tarafından kendisine müteaddit defalar itab edilmiştir. [471] Ayrıca on­dan davet çalışmaları esnasında müşriklerin her türlü olumsuz tepkilerine karşı daima sabırlı olması da istenmiştir. [472] Şüphesiz vahyin güdüm ve gözetiminde [473]devam eden davet çalışmalarında, Rabbani ve nebevi bir stratejinin takip edildi­ği görülür. Onun hedefine ulaşmak için takip ettiği merhaleler, kullandığı vası­talar, gözettiği ilkeler ve şartlara göre ortaya koyduğu farklı metodlar, gerek sa­habe için, gerekse bütün ümmet için davet yönteminin ideal bir pratiğini oluştu­rur. Onun çok yönlü olarak ortaya koyduğu bu nebevi davet metodu, günümüz davetçilerinin de önünü aydınlatacak en büyük ışıktır. Bu sebepledir ki, günü­müzde O’nun davet metodu hakkında birçok çalışma neşredilmiştir. [474]

f- Teblîğ: Rasûlün aslî görevlerinden birisi de Allah'tan aldığı mesajları ay­nen insanlara ulaştırmasıdır. Hatta bu, risaletin en vazgeçilmez şartıdır denile­bilir. Nitekim Yüce Allah

"Ey elçi! Rabbinden sana indirileni duyur! Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun!" buyurmuştur. [475] Hz. Aişe bu ayete dayanarak, Rasûlullah (s.a.v.)'ın Allah'ın Kitabından herhangi birşeyi gizlediği­ni iddia veya rivayet edenlerin yalan söyleyip, Allah'a iftira etmiş olacaklarını söylemektedir.[476] Çünkü yine onun ifadesine göre, "Eğer Allah Rasulü, Allah'ın ken­disine indirdiklerinden birşeyler gizlemiş olsaydı, aleyhindeki şu ayeti gizlerdi:

"...(Zeyd'e) 'Eşini yanında tut, Allah'tan kork!" diyordun. Fakat Allah'ın açığa vu­racağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekiniyordun. Oysa asıl çekinilmeye la­yık olan Allah idi.." [477] Dolayısıyla Hz. Peygamberin, hiçbir şekilde inen vahyleri gizlemesi, onları değiştirmesi veya ilavede bulunması sözkonusu değildir. [478] Nitekim Veda Haccında onu dinleyen sahabe de, O'nun tebliğ görevini yaptığına, risalet ve nasihat vazifelerini yerine getirdiğine dair şahitlik etmişlerdir.[479]

Hz. Peygamber, sadece kendisine indirilen vahye tabi olmakla emrolunmuştur. [480] O her ne pahasına olursa olsun insanların hidayetini veya itaatini sağlamakla memur değildir, O'na düşen yalnızca tebliğ etmektir.[481] Hz. Peygamber de bunun bilincindedir ve

"Ben sadece tebliğciyim, hidayet eden ise Allah'tır", [482]

"Al­lah beni tebliğci olarak gönderdi, zorlayıcı olarak göndermedi" demektedir. [483]

“Ger­çekten de O, insanlar üzerine ne bir bekçi, ne insanların bir vekili, ne de bir zor­layıcıdır.” [484] Bu ve benzer ayetler, yine Hz. Peygamberin tebliğ ve davet görevin­de fazlasıyla çaba sarfettiğini göstermektedir.

g- Tilâvet: Tebliğ vazifesinin en önemli kısmını, Hz. Peygamberin Rabb'ından gelen vahyleri, âyet ve sûreleri insanlara okuyarak duyurması oluşturur. [485] Hz. peygamber, daha önce Kitab nedir, iman nedir bilmezken, yine hiçbir Kitab okumuş yazmış birisi değilken, kendisine bir Kitap verileceğini de ümit etmezken, aralarında bu şekilde bir ömür boyu kaldıktan sonra ilahi irade O'nu Allah'ın Ki­tabını insanlara okumakla görevlendirmişti.[486] İnsanlara Allah'ın ayetlerini oku­ması, Hz. Peygamberin Kur'an'da anlatılan en büyük görevleri arasında zikredilmektedir. [487]

Buraya kadar zikrettiğimiz şahidlik, uyarma, müjdeleme, nasihat, davet, tebliğ ve tilavet şeklindeki Hz. Peygamberin görevleri, inanan inanmayan ayırımı gözetmeksizin genel olarak tüm muhataplara yönelik görevlerdir. Bundan sonra zikredeceğimiz görevler ise daha çok inananlarla ilgilidir.

h- Talîm: Hz. Peygamberin inen vahyleri tebliğ ve tilavetinin yanısıra, ina­nanlara Kitabı, hikmeti ve hatta onlara bilmedikleri şeyleri öğretme gibi önem­li bir vazifesi daha vardır. [488] Allah'ın Kitabını öğretmesi, daha çok amelî konular­la ilgili olup, pratiğe yöneliktir. Ayetlerde ifade edildiği gibi onun talim vazifesi sa­dece Kur'an ile sınırlı değildir. O, Kur'an'ın yanısıra, hikmeti de öğretmektedir. Bazı alimlerimiz tarafından "sünnet" olarak anlaşılan hikmet, [489] sünnet olsun yada olmasın, O’nun öğrettiği bütün öğretileri ve hikmetli bilgileri ifade eder. Şüp­hesiz onun bilgilerinin asıl kaynağını Kur'an ve hikmet oluşturmaktaysa da, o, aklı, fetaneti, feraseti ve basireti kadar, tecrübe, çevre kültürü vb. başka kaynak­lara da sık sık başvurmuştur.

O, vahiyle donanmış, hikmetle bezenmiş bilge bir muallimdir. Bazı rivayet­lerde kendisinin de buyurdukları üzere o, muallim olarak gönderilmiştir. [490] İbn Mes'ud'un ifade ettiği gibi, Rasûlullah (s.a.v.) hayrın başlangıçlarınıda, sonuçlarını da öğretmiştir. [491] O, hayatın her alanında, insanlara faydalı olduğunu düşündü­ğü pekçok şeyi ashabına öğretmiştir. Hatta Hz. Peygamberin en ince ayrıntılara varıncaya kadar birçok şeyi öğretme cihetine gitmesi, müşrikler tarafından hay­li yadırganmıştır. Nitekim Selman-ı Farisî'ye (ö. 36) "Sizin Peygamberiniz, tuvalet yapış tarzınıza kadar size herşeyi öğretmiş, öyle mi?!" şeklinde alayvâri bir soru yönelttiklerinde o, "evet" dedikten sonra, tuvalette kıbleye yönelmeme, sağ el ile, üçten az taş ile temizlenmeme, tezek veya kemik ile taharetlenmeme şeklindeki nebevi talimatları sıralamıştı. [492] Hz. Peygamber, bu tür detayları öğretirken

"Ben size, bir babanın evladına öğrettiği gibi öğretiyorum" demekteydi. [493]

Aksıran birisine, namazda olduğu halde "Allah sana merhamet etsin" dediği için, sahabenin sert bakışlarına ve omuz darbelerine hedef olan bedevi Muâviye b. Hakem es-Sulemî, namaz bittikten sonra Hz. Peygamberin kendisini çağırdı­ğını ve kendisine namaz içerisinde insanların sözlerinden hiçbir şeyi söylemenin doğru olmayacağını; zira namazın, tesbîh, tekbîr, tehlîl ve Kur'an okumaktan ibaret olduğunu hatırlattığını söyledikten sonra, "Anam-babam ona feda olsun, vallahi ondan daha hayırlı bir öğreticiyi asla görmedim. Vallahi beni ne eleştirdi, ne de bana kızdı" demektedir. [494]

Yine Ramazan içerisinde yaptığı zıhan bozduğu için, kavmi tarafından bir hayli eleştirilen Seleme b. Sahr el-Beyazî adlı fakir sahâbî, Hz. Peygamber ile gö­rüşüp durumunu ona arzettikten ve meselesini hallettikten sonra kavmine döne­rek şöyle diyor: "Ben, sizde dar görüşlülük ve anlayışsızlık; Rasûlullah (s.a.v.)'da ise hoşgörü ve anlayış buldum." [495]

I- Beyan: Hz. Peygamberin, Allah'ın Kitabını inananlara öğretmesinin diğer bir tarafının da, indirilen ayetlerin onlara açıklaması oluşturur. Yüce Allah:

"Sana da, insanlara kendilerine indirileni açıklayasın diye bu Zikr'i (Kur'an'ı) indirdik" buyurmaktadır. [496]

Hz. Peygamberin Kur'an'ı beyanı da çeşitli şekillerde olmaktaydı. O, bazen Kur'an'da bulunan bir hükmü, kendi lisanıyla ona uygun bir şekilde ifade etmiş­tir. Onun bu kabil beyanları, Kur'an'daki bazı konulara vurgu yapmayı, önemi­ne işaret etmeyi amaçlamıştır. Hz. Peygamberin asıl beyanı; bazen Kur'an hü­kümlerinden mücmel olanı beyan, müşkil olanı tavzih ve mübhem olana açıklık getirme; bazen de umum olanı tahsis, mutlak olanı takyid etme şeklinde tahakk ediyordu.[497] Nüzul ve vürûd ortamlarının şahitleri, Kur'an ve Rasûlullah'ın muhatapları olan sahâbîler, Hz. Peygamberin, Kur'an'ı sadece tebliğ etmekle kal­mayıp, aynı zamanda onu tatbik ve beyan ettiğini de müdriktiler. Rivayete göre tabiûndan bir şahsın, İmran b. Husayn'a (ö. 52) Kur'an'da aslını bulamadıkları bazı konuların rivayet edilmesinden yakınması üzerine İmran ona Kur'an'ı oku­yup okumadığını sorar. Olumlu cevap aldıktan sonra ona "Peki, Kur'an'ın hiçbir yerinde yatsı namazının (farzının) dört, akşamın üç, sabahın iki, ikindi ve öğle­nin dört rekat olduğuna rastladın mı?" diye sorar. Adam "hayır" deyince o, "Pe­ki, bunları kimden aldınız? Bizden almadınız mı? Biz de Rasûlullah'tan almadık mı?" der. İmran, zekat ve hac ile ilgili bazı tatbikatı da aynı şekilde ondan aldık­larını söyledikten ve Hz. Peygamberin bazı yasaklarını hatırlattıktan sonra "Pe­ki, Allah Teâlânın Kur'an'da şöyle buyurduğunu duymadınız mı? “Rasûl size ne­yi verirse onu alın, neyi de yasaklarsa ondan sakının." demiştir. [498]

Yine İbn Mes'ud'un (ö. 32), dövme yapana-yaptırana, yüzündeki kılları aldı­rana, güzellik adına Allah'ın yarattığı (beden, âzâ vb.) değiştirene ve dişlerinin arasını seyrekleştirene Allah'ın lanet ettiğini haber vermesinden ve bunları yap­mayı Rasûlullah'ın yasakladığını hatırlattıktan sonra Yüce Allah'ın

"Rasul size neyi verirse onu alın, sizi neyi de yasaklarsa ondan sakının" ayetine dayanmasın­da da aynı anlayışı görmekteyiz. [499]

Hz. Aişe'nln (ö. 57), hayızlı hanımın orucunu kaza ettiği halde, niçin nama­zını kaza etmediğini soran hanıma kızarak, kendilerinin Rasûlullah döneminde orucun kazasıyla emrolundukları halde, namazın kazasıyla emrolunmadıklarını hatırlatması da bu cümledendir. [500]

Aynı şekilde İbn Ömer'e (ö. 73) "Biz Kur'an'da korku ve hazar namazını bul­duğumuz halde, sefer namazını bulamıyoruz?" diye sorduklarında O, "Ey yeğe­nim, biz birşey bilmezken Allah bize Muhammed (s.a.v.)'i gönderdi ve biz de onun ne yaptığını görmüşsek öyle yapıyoruz" cevabını vermişti. [501]

Çeşitli konular hakkındaki sahabenin bu yaklaşımları, onların Hz. Peygam­berin Kur'an dışında da belli hükümler getirdiğini, Kur'an üzerine bazı ziyade hükümler koyduğunu ve Kur'an'da bulunmayan birçok beyanlan bulunduğunu kabul ettiklerini gösterir. [502]

Hz. Peygamberin beyan misyonu içerisinde mütalaa edilmesi gereken diğer bir husus da; onun, Kur'an'da zikredilmeyen bazı şeylerin hükmünü beyan edip, onları ilgili Kur'an hükümlerinin kapsamına dahil etmesidir. Bununla, Kur'an'ın arzetmiş olduğu, maruf-münker, helal-haram, tayyibât-habâis gibi genel hü­kümlerin altına girebilecek yeni hükümler beyan etmesini kastediyoruz. Kur'an, indiği dönemde yaygın olan bazı kötülükleri, pis olan şeyleri ve haramları zikre­derken, [503] bazı ayetlerde ise, sadece genel olarak güzel şeyleri helal kıldığını, gizli-açık her türlü ahlaksızlığı haram kıldığını ifade buyurmuştur.[504] Kur'an'ın be­lirlediği az sayıdaki haramlar ile münkerâtın dışında, Hz. Peygamberin nelerin bu kategoriye gireceğini, nelerin de helal ve temiz addedilebileceğini beyan etme görevini şu ayete dayandırmaktayız:

"Onlar ki, ellerindeki Tevrat ve İncil'de yazılı bulunan o elçiye, o ümmî Peygambere uyarlar. O (Peygamber) ki, kendilerine iyili­ği emreder, onlara kötülüğü yasaklar; onlara temiz ve hoş olan şeyleri helal, pis ve çirkin olan şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları kaldırır. O Peygambere iman edip, ona saygı gösterenler, ona yardım eden­ler ve ona indirilen nura tabi olanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır." [505]

Şâtıbî (ö. 790), Hz. Peygamberin bu husustaki beyanının, Yüce Allah'ın he­lal kıldığı tayyibât ile haram kıldığı habâis şeklindeki iki aslın arasında kalan ve ikisinden birine dahil edilmesi mümkün olan hususların durumlarını vuzuha ka­vuşturmak olduğunu belirttikten sonra, bu cümleden olarak, Hz. Peygamberin vahşi hayvanların, yırtıcı pençeli kuşların ve ehli eşeklerin, pislik yiyen ellâle" denilen hayvanların yenilmelerini "habâis" kategorisinde gördüğü için nehyettğini, [506] öte taraftan, keler, toy, tavşan vb. hayvanları da "tayyibât”a dahil ettiğini anlatır [507]ve şu habere yer verir: İbn Ömer'e kirpinin  yenilip yenile­yeceği sorulunca, o, sorana "ye!" demiş, ve

"De ki bana vahyolunanda (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki pistir- ve Al­lah’tan başkası adına kesilmiş fısk(hayvan)dan başka birşey bulamıyorum" aye­tini okumuştu. Onlardan birisi, "Fakat Ebû Hureyre Hz. Peygamberin kirpi için “o habâisten bir habistir" buyurduğunu rivayet ediyor" deyince İbn Ömer "Eğer Hz Peygamber öyle buyurmuşsa, mesele onun buyurduğu gibidir" demiştir. [508]

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir husus da, Hz. Peygamberin beyanlarının ne kadar olduğu, diğer bir ifade ile beyan etmediği konuların bulu­nup bulunmadığı meselesidir.

Ma'mer b. Raşid'in (ö. 153), arkadaşı İmran'dan naklettiği mürsel bir habe­re göre Rasûlullah (s.a.v.), "Sizi cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak hiçbir şey bırakmadım, hepsini size beyan ettim" buyurmuştur. [509]

İmam Şafiî de (ö. 204), senediyle benzer bir haber aktarır. Muttalib b. Hantab'ın naklettiğine göre bu rivayette Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın size emrettiği hiç birşeyi terketmeyip size emrettim. Yine Allah'ın size yasakladığı hiçbir şeyi terketmeyip size yasakladım," [510]

Ancak, bu konuda Hz. Ömer'den gelen farklı bir değerlendirmeye rastlamak­tayız. Bazı kaynaklarımız onun şöyle dediğini nakletmektedir: "Şu üç şeyi Rasû­lullah (s.a.v.) bize beyan etmiş olsaydı, bu benim için dünyadan ve dünyadakilerden sevimli idi. Bunlar; hilafet, kelâle ve ribadır." [511] İkinci bir rivayette ise, faiz yerine, zekat vermeyenlere savaşın helal olup olmaması zikredilmektedir. [512]

Kaynaklarımızda yer alan başka bir habere göre Hz. Ömer, bir hutbesinde, şarap ve çeşitli içkilerin insanın aklını karıştırdığından söz ederken, aklını karış­tıran bu konuları hatırlayarak şöyle demiştir: "Ey insanlar! Şu üç şey var ki, Ra­sûlullah (s.a.v.)'ın bu konularda nihâi bir beyanat vaz'etmiş olmasını çok isterdim. Bunlar; dedenin mirası, kelâle ve ribâ çeşitlerinden bazılarıdır." [513]

Şa'bî'nin (ö. 103) naklettiği diğer bir haberde ise onun şöyle dediği nakledil­mektedir: "Ey insanlar! acaba size helal olmayan birşeyi mi emrediyor, ya da he­lal olan birşeyi mi size haram kılıyoruz, bilmiyoruz? Çünkü en son inen ribâ ayeti idi ve Rasülullah (s.a.v.) onu beyan etmeden vefat etti. Şu halde siz şüpheli olanı bıra­kın, şüpheli olmayana bakın!" [514]

Görüldüğü gibi zikrettiğimiz bu rivayetlerin her birinde Hz. Ömer üç husus­tan söz etmiş olmasına rağmen, muhtemelen râvî tasarruflarından kaynaklanan bir muhteva farklılığı neticesinde, onun Rasülullah (s.a.v.) tarafından beyan edilmiş olmasını çok arzuladığı bu meseleler; kimin halife olacağı, kelâlenin kim olduğu, riba, dedenin mirası ve zekat vermeyenlere savaş ilan edilip edilemeyeceği olmak üzere beş hususa çıkmaktadır. Fakat asıl problem; kelâle, dedenin mirası ve fa­iz meselelerinde odaklanmaktadır.

Ukbe b. Amir'e (ö. 58) göre, sahabeyi en fazla uğraştıran, en çetrefil konu ke­lâle meselesiydi [515]Kelâleden söz eden iki ayet inmiş olmasına rağmen, [516] Hz. Ömer için konu tam olarak vuzuha kavuşmamış olacak ki, Rasûlullah'a kelaleden sormuş, o da,

"Bu hususta yazın inen 4. Nisa Suresinin son ayeti sana yeter" buyurmuş [517]ve başka bir açıklama yapmamıştır. Ancak, ilgili ayetteki açıklama­lara ve orada Yüce Allah'ın

"Şaşırmamanız için Allah size (hükmünü) açıklıyor" buyurmasına rağmen, Hz. Ömer'in "Allahım, kelâleyi beyan ettiğin kimselere et­tin, ama ben hâlâ anlayamadım" dediği nakledilmektedir. [518]

Bütün bu rivayetlerin toplamından, Yüce Allah'ın kelâle konusunda indirdi­ği iki ayeti Hz. Peygamberin yeterli bulduğu, ancak Hz. Ömer'in meseleyi yine de tam olarak kavrayamadığı ortaya çıkmaktadır. Anlaşılan o ki, Hz. Ömer, içki ile ilgili ayetler tedricî olarak indikçe, "Allahım, bize şarap hakkında (sadra) şifa ola­cak / yeterli bir beyan indir" diye dua ettiği gibi, [519] bu konuda da hiçbir tered­düde mahal kalmayacak şekilde net bir beyan istemekteydi. Ancak Şâtıbî'nin (ö. 790) de dediği gibi, bu ve benzeri bazı meseleler, sahabe ve diğer müctehidlerin içtihadına bırakılmıştı. [520]

Nitekim, Hz. Ebû Bekir'e kelâle sorulunca o, "Size bu hususta reyimle cevap vereceğim, eğer doğru ise, Allah'tandır, hatalı ise benden ve şeytandandır" dedik­ten sonra, onun, "(Kendisine varis olacak) babası ve oğlu olmayan kimse" oldu­ğunu söylemiştir. [521]

Hz. Ömer ise. Önce 4. Nisa 176. ayetten hareketle kelâleyi "(kendisine varis olacak) çocuğu olmayan" şeklinde anlamış, sonra halife olunca "Hz. Ebû Bekir'in söylemiş olduğu birşeyi reddetmekten Allah'a sığınırım" diyerek onun görüşünü benimsemiş, ölüm döşeğinde ise kelâle konusunda kat'î bir görüşü olmadığını bildirerek, meseleyi ümmete bırakmıştır. [522]

Hz. Ömer'in sözünü ettiği ve kendisine kapalı gelen dedenin mirası mesele­sinde de, hem onun, hem de diğer sahâbîlerin birçok ihtilafı vardır. O kadar ki, Ubeyde b. Amr (ö. 72), sadece bu mesele hakkında Hz. Ömer'den birbirinden farklı yüz hüküm bellediğini söylemektedir. [523]

Riba konusunda ise Hz. Ömer'in muhtemelen riba'l-fadla [524] işaret ettiğini, zira riba'n-nesîe (veresiye satıştan doğan riba) [525] nin sahabe arasında ittifakla kabul gördüğünü söyleyen İbn Hacer'e (ö. 852) göre, sözün akışından Hz. Ömer'in faiz ile ilgili bazı konularda nasslara sahip olduğu, ancak kalan bazı hu­suslarda bilmediği hükümleri de Hz. Peygamber'den öğrenmek istediği anlaşıl­maktadır. [526]

Biz faiz konusunda Hz. Ömer'in oldukça hassas ve ihtiyatlı olduğunu, mu­amelelerde faizin tahakkuk etmesi korkusuyla daima dikkatli davrandığını bil­mekle birlikte,[527] kelâle ve dedenin mirası meselelerinde olduğu gibi, onun çöze­mediği veya ihtilaf ettiği bir faiz meselesine rastlayabilmiş değiliz. Her rivayette Hz. Ömer'in saydığı bu üç husustan üçüncüsünün, faiz değil de, zekatı verme­yenlere savaş açılıp açılmayacağı meselesi olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Abdurrazzak'tan (ö. 211) kaydettiğimiz rivayetlerden birisinde durum böyle oldu­ğu gibi, [528] onun bu konuda Hz. Ebû Bekir ile yapmış olduğu tartışma da çok meşhurdur. [529]

Yoksa onun bu sözlerinden Hz. Peygamberin bu konularda hiçbir beyanı olmadığı sanılmamahdır. Çünkü bu meseleler hakkında hem Kur'an'ın, hem de Hz. Peygamberin beyanları mevcuttur. Şu kadar var ki, ilgili ayetlere ve rivayetlere rağmen, farklı anlayışlar ortaya çıkabilmiştir. Diğer bir ifade ile, birçok konuda olduğu gibi, bu husustaki nasslar da, farklı ictihadların serdedilmesine müsaittir.

Hulasa, gerek Kur'an'da Yüce Allah, gerekse O'nun Rasulü, özellikle o gün­kü muhatapların ihtiyaç duydukları konulan yeterli gördükleri oranda beyan et­mişlerdir. [530] Kur'an ve Sünnetin ortaya koyduğu beyanatın ilahî iradenin arzu­ladığı miktarda gerçekleştiğini, insanların hidayetini, dünya ve ahiret saadetini temin edebilecek kadar genel ilkelerin, külli kaidelerin vaz’ edildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yalnızca Hz. Ömer'in dile getirdiği birkaç husus ise, cüz'î fer'î me­selelerden ibaret olup, ümmetin içtihadına bırakılmış ve sahabeden itibaren müctehidler bu meseleleri kendi reyleriyle çözmeye çalışmışlardır. Anlaşılan o ki, sahabe, Hz. Peygamberin gerek Kur'an hakkındaki ve gerekse onun dışındaki be­yanlarına daima değer vermişler, özellikle Peygamber vasfıyla ortaya koyduğu her türlü beyanat ve talimatına itibar etmişlerdir.

1- Tezkiye: Hz. Peygamberin Kur'an'da bahsedilen görevlerinden biri de tez­kiyedir. [531] Kısaca tezkiye, Hz. Peygamberin tebliğ ettiği ilahi ve nebevi öğretiler vasıtasıyla, inananları ve onlardan oluşturduğu toplumu, maddî ve manevî her türlü pislikten arındırma, temiz bir toplum oluşturma vazifesidir. Kanaatimizce Cafer b. Ebû Talib'in (ö. 8) Habeşistan'a hicret ettiklerinde Necaşî'ye hitaben söy­lediği şu sözler, Hz. Peygamberin tezkiye görevini bütün yönleriyle ortaya koy­maktadır:

"Ey Kral! Biz putlara tapan, ölü eti yiyen, her türlü fuhşiyatı yapan, akraba ilişkilerini koparan, komşuya kötü davranan cahili bir toplum idik. Bizden güç­lü olan, zayıf olanı yerdi. İşte Allah bize içimizden nesebini, doğruluğunu, güve­nilirliğini ve iffetini bildiğimiz bir Rasûl gönderinceye kadar bu haldeydik. Oysa gönderilen bu Rasûl, bizi, Allah'ı birlemeye, O'na kulluk etmeye, O'ndan gayrı ba­balarımızın taptığı taş ve putları terketmeye çağırdı. Bize doğru sözlülüğü, emaneti yerine getirmeyi, akrabalarla ilişkileri devam ettirmeyi, iyi komşuluğu, ha­ramlardan ve kan dökmekten el çekmeyi emretti ve bize fuhşiyatı, yalan sözle şa­hitliği yetim malı yemeyi, iffetli hanımlara iftira etmeyi yasakladı. Bize yalnızca bir Allah'a kulluk etmemizi ve O'na hiçbir şeyi şirk koşmamayı emretti, namazı, zekatı ve orucu emretti." Daha başka İslam emirlerinden saydıktan sonra devam­la "Biz de onu derhal tasdik ettik, ona inandık ve Allah'tan getirdiğine uyduk, yalnızca Allah'a kulluk ettik ve O'na hiçbir şeyi şirk koşmadık. Onun bize haram kıldığını haram, helal kıldığını da helal kıldık..." [532]

Gerçekten de Hz. Cafer'in çok veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, Hz. Peygam­ber, asırlardır süregelen bir cahiliyye toplumunu, 23 yıllık risaleti süresince asr-ı saadet toplumuna çevirmeyi başarmıştır. Allah'ın hidayeti ve Hz. Peygamberin tezkiyesi neticesinde cahiliyye döneminin zorba ve müşrik insanlarının, çok kısa sürede gerçekleşen bu toplumsal değişimle, nasıl örnek bir nesil olduklarına ta­rih şahittir. İşte bu sebeple olmalıdır ki, bazı usulcülerimiz, "Rasûlullah (s.a.v.)'ın nü­büvvetini isbat için hiçbir mucize olmasa dahi, sadece onun ashabı bile (bunun isbatına) yeter" demişlerdir. [533] Yani, O'nun tezkiyesiyle oluşan bu yeni ve mede­nî toplumun, bir "ashab-ı kiram" toplumunun vücuda gelmesi âdeta mucizevî bir değişimdir ve yalnızca böyle bir neslin oluşumu bile onun Peygamberliğini is­bat için yeterlidir.

 

3- Hâkîm / Müftü Olarak Hz. Muhammed

 

Hz. Peygamberin beşer ve risalet vasıflarından sonra diğer bir vasfı da, hâ­kimlik vasfıdır. Biz, bu vasfıyla onun hem Kur'an ahkamım tatbik etmesini, hem de müslümanlar arasında ortaya çıkan davalara bakmasını, insanların sorduk­ları çeşitli meselelere fetvalar vermesini kastediyoruz. O, Kur'an ahkamını tatbik ettiği gibi, Kur'an dışında da hükümler ve fetvalar verdiğinden, onun bu vasfın­da risalet yönü ile, beşeri yönü birleşmektedir.

Hz. Peygamber, hem devlet başkanı sıfatıyla, hem de hakim sıfatıyla Allah'ın indirdikleriyle ve adalet üzere hükmetmekle emrolunmuştur. [534] Bu hususta Yüce Allah

"Biz sana Kitab’ı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin." buyurmuştur. [535] Hz. Ömer, bu ayetin zahiri­ne dayanarak. Yüce Allah'ın Rasulüne göstermesi sebebiyle onun reyinin isabet­li, kendi reylerinin ise, yalnızca zan veya tekellüften yani zorluğu üstlenmekten ibaret olduğu kanaatini dile getirmektedir. [536]

Kaynağı ister Kur'an olsun, isterse kendi içtihadı olsun, Hz. Peygamberin verdiği nihâî bir hüküm, bütün müslümanlar için bağlayıcıdır. Nitekim ilgili ayet­lerde, Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış erkek ve ka­dına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı olmadığı bildirilmiş, [537] Hatta Yüce Allah kendisi üzerine yemin ederek, müslümanların, aralarında çıkan çekişmeli işlerde, Hz. Peygamberi hakem yapıp, sonra da onun verdiği hükme karşı içlerin­de bir sıkıntı duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olamayacakla­rı hükmünü vermiştir. [538]

Bilindiği üzere Hz. Peygamber, kendisine vahy gelmeyen konularda reyiyle hükmetmiştir. [539] O, bu vasfıyla kendisine sorulan yüzlerce meseleye fetva verdi­ği gibi, çeşitli alanlarda kendisine arzedilen pekçok dava hakkında da hüküm vermiş, çözümler getirmiştir. Hatta onun bu fetva ve hükümleri hakkında da müstakil eserler tedvin edilmiştir. [540]

Her yönüyle müslümanlara örnek olduğu için, kendisine arzedilen çeşitli da­valarda Hz. Peygamber de herhangi bir hâkim gibi zahire göre hükmetmiştir. [541] Hz. Peygamberin bazı davalarda, bâtınla hükmettiğini ortaya koyan rivayetlerin bir kısmının sıhhatleri tartışılır mahiyette olduğu gibi, bir kısmının da onun fetanet, feraset, sezgi ve basireti ile açıklanması mümkündür. "Allah'ın gösterme­si" kabilinden olan birkaç rivayet, şayet sahih ise, istisnaî durumlarla ilgili ol­maktan öteye geçmez. [542] Nitekim, kendisine arzedilen bir dava neticesinde Hz. Peygamberin söylediği şu sözleri, onun hem beşerî yönünü, hem de genellikle za­hire göre hüküm verdiğini göstermesi bakımından çok önemlidir:

"Ben, ancak bir beşerim. Siz bana bazı davalarla geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini diğerinden daha güzel ifade eder ve ben de ondan duyduğuma göre onun hüküm vermiş olabilirim. Bu şekilde kime kardeşinin hakkından birşey ver­mişsem, o, onu asla almasın! Zira o takdirde ben ona ancak bir ateş parçası vermiş olurum. [543]

Sahabenin, gerek yukarıda zikrettiğimiz ayetler ve gerekse Allah'a ve Rasu­lüne itaatı, muhalefetten sakınmalarını emreden ayetler doğrultusunda [544] Hz. peygamberin verdiği hükümlere genellikle boyun eğdiklerini rahatlıkla söyleyebi­liriz. Ancak sahabenin Hz. Peygamberin bu yönüne bakışını tam olarak yansıta­bilmemiz açısından burada bazı haberlere yer vermemiz yerinde olacaktır.

Mesela, Manzum Kabilesinden hırsızlık yapan bir kadına Hz. Peygamberin verdiği cezayı düşürmesi için, Ömer b. Ebî Seleme (ö. 83) [545] gelip onun halası ol­duğunu söylerken; kadının akrabaları da, Rasulullah'ın çok sevdiği Üsame'yi (ö. 54), tavassut etmesi için ona gönderebilmişlerdir. Fakat, Rasûlullah (s.a.v.) Allah'ın hududlarından birisi için aracı olduğundan dolayı Üsame'ye çıkıştıktan sonra, halka bir hutbe îrad ederek, önceki kavimlerin güçlü kimseler çaldıklarında bı­rakıp, zayıflar çaldıklarında had uygulamaları yüzünden helak olduklarını belirt­tikten sonra

"Kızım Fatıma da olsa, mutlaka elini keserdim" [546] buyurmuştur.

Yine Mâiz b. Mâlik bir cariye ile zina edince, Hezzal b. Ziâb el-Eslemî ona "Rasûlullah'a git ve yaptığını ona haber ver, belki senin için istiğfar diler" derken bununla bir çıkış yolu umuyordu. [547]

Bir arazi davasında Hadremevt'li davacının delili olmayınca, Hz. Peygambe­rin Kinde'li davalıya yemin vermesi üzerine davacı "Ya Rasulallah, bu adam facirdir, yeminine aldırılmaz, o hiçbir şeyden çekinmez!" [548] diye müdahele edebil­miş, ancak Hz. Peygamber bunu nazar-ı itibara almamıştır.

Yine, bazı kimseleri sırf töhmet nedeniyle hapsetmesi üzerine Hz. Peygambe­rin, hapsedilen şahsın kavminden birisi tarafından eleştirildiğini görmekteyiz. [549]

Kaynakların naklettiğine göre, Huzeyl Kabilesinden iki kadın birbiriyle dö­vüşmüş, birisinin attığı taşın, diğerinin karnına isabet etmesi neticesinde, hem kadın, hem de karnındaki cenin ölmüş, Rasûlullah (s.a.v.) kadının diyetini âkılesine (akrabalarına) yüklerken, cenin hakkında da bir köle veya cariye vermelerine hükmetmişti. Bunun üzerine, öldüren kadının kardeşi bedevi Alâ b. Mesrûh "Ya Rasulallah! Yemeyen, içmeyen, konuşmayan, hatta sesi dahi çıkmayan bu cenin­den dolayı ben nasıl diyete mahkum olurum?! Bu gibi şeylerin hükmü batıl olur, diyeti ödenmez!" diye itiraz edince, Hz. Peygamber;

"Bu adam kahinlerin kardeşlerindendir" [550]buyurmuştur.

Başka bir haberde de, birisi tarafından ayağından yaralanan şahıs hakkın­da Hz. Peygamber gerekli hükmü vermiş olmasına rağmen, yaralı şahıs kısas is­temiş, Hz. Peygamber ona, yarası iyileşinceye dek beklemesini söylemiş, ancak o, kısasta israr edince, kısas yapmıştı. Fakat bir süre sonra, kısas yapılan şahıs iyi­leştiği halde, asıl yaralı aksak kalmıştı. Bunun üzerine o, Hz. Peygambere gele­rek, kendisinin topal kaldığı halde, kısas yaptığı hasmının iyileştiğini söyleyince Hz. Peygamber

"Sana yaran iyileşinceye kadar kısas yapma! demedim mi? Ama sen bana isyan ettin. Allah seni (benden) uzak etsin, aksaklığın da bir işe yarama­sın!" [551] Diğer bir rivayette ise ona "Sana hiçbir şey yok, çünkü sen hakkını aldın!" buyurmu şiardır. [552]

Araştırmamız esnasında rastladığımız bu birkaç misalde Hz. Peygamberi verdiği hükümden dolayı eleştiren veya hükmüne itiraz eden onu dinlemeyen şa­hısların hepsi, onu yeterince tanımayan, onun terbiyesinde yetişmemiş, çöl ha­yatı yaşayan bedevilerdir. Aslında bizim benimsediğimiz sahabe tanımı içerisine girmeyen bu a'râbîlerin sözkonusu olumsuz tavırlarını, Hz. Peygamberle birlikte yaşayan, onu bütün yönleriyle tanıyan sahabeye teşmil etmemiz mümkün değil­dir. Mizaçları ve nebevi terbiyeden uzak kalmaları sebebiyle bedevilerden sadır olan bu tavrı, sahabede pek görmemekteyiz.

Ancak bağlayıcı bir hüküm ifade etmeyen, mahkeme ve dava öncesinde ta­rafları uzlaştırmaya, anlaştırmaya yönelik sulh veya arabuluculuk kabilinden, Hz. Peygamberin ortaya attığı teklifleri karşısında ise sahabenin tavrı farklı ola­bilmiştir. Ka'b b. Malik'in (ö. 40-51), Hz. Peygamberin bir el işaretiyle tartışma­ya sonvererek, alacağının yarısından vazgeçmesinde olduğu gibi [553] kimisi bu teklifleri anında kabul ederken; kimileri de, ancak bir hayli itirazlar ve pazarlıklar neticesinde razı olmuşlardır. [554] Öte taraftan kendilerinin haklı olduklarını gören bazı sahâbîler ise, Hz. Peygamberin aracılığını kabul etmeyebilmişlerdir.[555]Bu durumlarda Hz. Peygamber onlara müdahele etmemiş, haklar konusunda onla­rın kişisel kararlarına saygıduymuş, teklifini kabul etmediklerinden dolayı onla­rı kınamamıştır. Fakat Hz. Peygamberin aracılığı yanlış yorumlanmış veya hak­sız itiraz görmüşse, o da buna karşı tepkisiz kalmamıştır. Zubeyr (ö. 36) ile Ensari’nin tarla sulama meselesinde, Hz. Peygamberin Zubeyr'e öncelik vermesini, onun halasının oğlu olmasından kaynaklandığını zannederek itiraz eden Humeyd el-Ensârî'nin kısmen sudan mahrum etmekle cezalandırılması bunun gü­zel bir misalini oluşturur. [556] Halbuki, Hz. Peygamberin Zubeyr'e suladıktan son­ra suyu komşusuna salması talimatında, hem Zubeyr, hem de Ensarî için geniş bir hoşgörü vardı. Fakat Ensarî, Hz. Peygamberin onu kayırdığı zannıyla kızarak anlaşmaya yaklaşmayınca, bu defa Hz. Peygamber, aslında haklı olan Zubeyr'e hakkını verdi ve suyun daha da geciktirilmesiyle Ensarî'yi cezalandırmış oldu.

Hz. Peygamberin şahısların durumlarını, çevre şartlarını gözönünde bulun­durarak vermiş olduğu daha çok şahsa özel diyebileceğimiz fetvalar ile, yukanda bazılarına işaret ettiğimiz arabuluculuklar dışında kalan hükümlere sahabe, ge­rek Hz. Peygamberin hayatında, gerekse vefatından sonra muntazaman uymuş­lardır. Onun vefatından sonra karşılaştıkları çeşitli mesele ve davalarda şayet Kur'an'da açık bir hüküm bulamamışlarsa, bu hususta Hz. Peygamberin vermiş olduğu bir hüküm olup olmadığını araştırmışlar, buldukları nebevi hükümle amel etmişlerdir. Şayet ictihad ettikten sonra nebevi bir hükme vakıf olmuşlarsa, derhal kendi görüşlerini terkedip, onunla amel etmişlerdir. [557]

 

4- Lider Olarak Hz. Muhammed

 

Bilindiği gibi, risalet öncesinde Hz. Muhammed, Mekke'de gayet sade ve ta­bii bir hayat yaşamış, herhangi bir şekilde riyaset veya liderlik iddiasında bulun­mamıştır. Ancak Yüce Allah tarafından Rasul olarak seçilip risalet ve tebliğ göre­vine başladığında kendisine güvenen, getirdiği mesaja inanan bağlılan, önceleri gizli, sonralan ise alenî ve gittikçe büyüyen bir cemaat oluşturmuştu. Fakat "Söz konusu bağlılık, herhangi bir politik otoriteye binaen değildi, çünkü bu safhada Muhammed (s.a.v.)'in böyle bir otoritesi olmadığı gibi, bizzat kendisi de Mekke siya­sî düzeninin baskısı altındaydı. Bu safhada Muhammed (s.a.v.)'in yakın takipçileri­nin bağlılık ve sadakati öncelikle rûhânî, maddî olmayan bir zeminde olmak du­rumundaydı." [558]

Mekke döneminde, kendisine inanan sahâbîler için söz konusu olan Hz. Pey­gamberin, daha çok risalet vasfına dayalı cemaat liderliği ve otoritesi, bi'setin 11. yılında gerçekleşen I. Akabe Biatı'nda bir beyat şartı olarak açıkça telaffuz edil­mişti. Kaynaklarımızın verdiği bilgiye göre, Medine'den gelen 12 kişi, Hz. Peygam­bere yapmış oldukları bu ilk beyatta "İyilikte ona isyan etmeyeceklerine, [559] iyi günde kötü günde her türlü sıkıntıda kendisini dinleyip itaat edeceklerine" dair söz vermişlerdi. [560]

Ertesi yıl aynı yerde, bu defa 75 kişinin katılmış olduğu II. bey'atta, Hz. Pey­gamberin, Medine'ye hicretini gündeme getirmesi ve dokuzu Hazreç'ten, üçü de Evs'ten olmak üzere kabilelerden sorumlu 12 nakîb tayin etmesi ve kendisini de bütün müslümanların kefili addetmesi, [561] onun bu görüşmede, daha çok içtimâi ve siyasî bir açılımın, teşkilatlanmanın zeminini oluşturmuştur. Nitekim bir yıl sonra Medine'ye hicret etmesi, ardından Mekke'li Muhacirlerle, Medine'li Ensar'ı kardeşleştirmesi, onu bütün müslümanların fiilen dînî ve siyasî lideri haline ge­lirken;[562] hicretin ilk yıllarında Medine'li müslümanlarla Yahudiler arasında Hz. Peygamberin öncülüğünde gerçekleştiği belirtilen ittifaka dair Medine Vesikası [563]ise, onun siyasî liderliğini yasallaştırmıştir.

Adı geçen vesikayı İslam dünyasında ilk kez ciddi olarak inceleyen ve yayıl­masına vesile olan merhum M. Hamidullah, bu gelişmeler neticesinde Medine toplumunu, İslam Devleti; Hz. Peygamberi bu devletin başkanı ve Medine Vesi­kasını da ilk İslam Devletinin anayasası olarak nitelemektedir [564]Aslında siyasî liderlik, Peygamberlik geleneğinde mevcut olan bir durumdur. Nitekim, İsrail Oğullarını hep Peygamberleri yönetmiştir. [565] Dolayısıyla Hz. Peygamberin de, Medine'de kazandığı bu yeni vasfıyla mezkur geleneğe uyduğu söylenebilir.

Hicretin ikinci yılında cihada izin verilmesi üzerine[566] irili ufaklı birçok gazveye komuta eden Hz. Peygamber, liderliğini askeri alanlara da  kaydırmak du-munGa kalmıştır. Netice olarak risaletinden itibaren Hz. Peygamberin liderliği, Mekke'de müslüman cemaatın lideri; Medine'de ise İslam Devletinin başkanı ve İslam ordusunun komutanı olmak üzere dînî, siyasî ve askerî liderliği bünyesinde toplamaktadır. [567]

Yine tekrar hatırlatmalıyız ki, varlığı itibarıyla bir beşer, ama misyonu itibarıyla vahy ile mücehhez ve müeyyed bir Rasul olan Hz. Peygamberin hakimlik vasfında olduğu gibi, liderlik vasfından da onun nübüvvet vasfını tecrit etmemiz mümkün değildir. O, nasıl bir beşer-Rasûl ise, aynı şekilde lider Rasuldür. Nite­kim bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber, melik-nebî yani kral-Peygamber olmayı değil, kul-nebî olmayı tercih etmiştir. [568] "Allah'ın Rasulü kul-nebî tercihini yap­mış olmakla beraber bu tercih temelde melikliğin gösteriş ve debdebesinden uzaklaşma niteliğindeydi. Yoksa Allah'ın Rasulü ömrünün sonuna kadar sosyal ve siyasal olayların içinde kalarak idareci rolünü sürdürmüştür. Hz. Peygambe­rin bu yönü, peygamberliği manevî bir kılavuz olarak gören kimi kesimlerin onu anlamamasına yol açmıştır. Peygamberliği Hz. İsa'nın şahsında manevî hayata kılavuz olma şeklinde gören ve anlayan batılıların, çoğu zaman inkarlarına mesned olarak Hz. Peygamberi sosyal ve siyasal hayata fazla angaje olmuş görmele­rinin sebebi, yeni bir sosyal düzenin kurucusu olan ve manevî hayat kadar mad­dî ve sosyal hayatta da insanlara kılavuz olma görevi yüklenmiş bulunan Rasûlullah'ın manevî (dinî) tatbikatlarının beşeri faaliyetleriyle örtülü olmasıdır. Din ile hayatın maddî olanlarının birbirinden ayrıldığı modern dünyada, yalnızca ma­nevî hayatı değil, yeni bir sosyal ve siyasal düzen kurmayı da içeren bir "peygam­berlik" misyonu birçokları tarafından kavranılamamakta, bu durum onlara im­kansız gibi gözükmektedir. [569] Sürdürdüğü gayet tabiî ve mütevazi hayatından çok iyi bilmekteyiz ki o, dünyanın meşhur kralları kadar imkanlara sahip olma­sına rağmen, krallığa özenmek şöyle dursun, en küçük davranışıyla dahi kralla­ra benzemekten şiddetle kaçınmıştır. Onun devlet başkanı ve komutan olarak geçirmiş olduğu Medine dönemindeki hayatı ile, siyasî ve askeri liderliğinin olma­dığı Mekke dönemindeki hayatında önemli hiçbir fark yoktur. O, sahabenin ken­disine bir kral gibi davranmalarına meydan vermediği gibi, diğer krallar gibi yatak, kıyafet, lüks vb. edinmesi yolundaki onlardan gelen tekliflere de asla iltifat etmemiştir. [570] O, hayatının bu yönleriyle de bütün müminler için en güzel örnekleri sergilemiş, tarihe ahlâk-ı hamîdenin eşsiz misallerini altın harflerle yazdırmıştır.

Nitekim o, Bedir Savaşı'na giderken, ellerinde bulunan 70 deveyi müslüma askerleriyle birlikte nöbetleşe paylaşan ve Hz. Ali (ö. 40) ve Ebû Lubâbe (ö. 35) gibi sahâbîlerin kendi nöbetlerini ona ikram etmek istediklerinde onlara

“Ne siz benden daha güçlüsünüz, ne de ben sizin aldığınız ecirden müstağniyim" buyuracak kadar [571] mütevazi bir komutan; kendisine ve ashabına yıllarca düşman­lık yapmakla kalmayıp, onları anayurtları olan Mekke'den çıkartan Mekke'li düşmanlarını elleri-kolları bağlı denilebilecek şekilde fethettikten sonra, onlardan o yılların intikamını alması beklenirken, genel af ilan edebilecek kadar merhamet­li bir devlet başkanı idi. Onun, Uhud'da yaralandığını, Hendek Savaşı'nda da ashabıyla beraber hendek kazdığını biliyoruz. [572] İşte zaferlerle dolu siyasî ve aske­ri liderliğindeki başarısında elbette onun eşsiz ahlakının yanısıra, savaş ve dev­let idaresinin gerektirdiği her türiü taktik ve stratejilere başvurmasının, Allah yo­lunda gözünü kırpmadan canını verebilecek kadar iman ve moral gücü yüksek bir sahabe ordusu oluşturmasının ve bunların akabinden mazhar oldukları ila­hî yardımların rolü büyüktür.

Unutmamak gerekir ki o, bu liderlik vasfıyla birlikte, son tahlilde bir Peygamberdir. Her ne kadar o, bir insan olarak daima beşerî şartlar dahilinde bir li­derlik ortaya koymuşsa da, Peygamber olması hasebiyle de Yüce Allah ona ihti­yaç duyduğu yardımları esirgememiştir. [573]

Zikrettiğimiz bu ve benzer sebeplerden dolayıdır ki o, dünyanın hiçbir yerin­de, hiçbir liderin, tebeasmda göremeyeceği bağlılığı, sevgi ve saygıyı, ashabında görmüştür. [574]

Nitekim Mekke Fethi henüz gerçekleşmeden bir-iki gün önce, ashabın Hz. Peygambere olan bağlılığını, itaat ve ittibaını, orduların disiplinini bir parça sey­reden henüz müslüman olmamış Ebû Sufyan (ö. 31-34), yanında bulunan Hz. Abbas'a (ö. 32) "Vallahi kardeşinin oğlunun saltanatı çok büyümüş!" diyerek hayretini dile getirdiğinde Hz. Abbas ona "Yazık sana ey Ebû Sufyan! Bu, nübüvvettir!" demek suretiyle ikaz etmiş, o da bunu kabullenmiştir. [575] Ancak Hz. Peygamberin risalet vasfıyla beşer ve liderlik vasıfları o kadar içiçedir. Aynı şekilde O (s.a.v.); bazılarının görmek ve göstermek istediği gibi ne sadece tarihin büyük dahîlerinden, kahraman kumandanlarından[576] ne de bazı siyer, meğâzî, menâkıb ve delâil kitaplarını dolduran birçok rivayetin yansıttığı gibi her an mucizelerle, olağan üstülüklerle hareket eden ve âdeta beşeriyetinden soyutlamak suretiyle ümmete örnek olmaktan çıkartılmış beşerüstü bir varlıktır. [577] Gerçekten Hz. Peygamberin bütün bu vasıfları, onun şahsiyetinde mezcolmuş ve bir bütünü oluşturmuştur.

Aslında ne Kur'an, ne bizzat Hz. Peygamber ve ne de sahabe, onun bu vasıf­larını açık bir şekilde ve kesin çizgilerle birbirinden ayırmıştır. Ancak bu, Hz. Peygamberin sözkonusu vasıflarının hiç gözönünde bulundurulmadığı anlamına da gelmez. Mesela, Kur'an bir taraftan Hz. Peygambere yapacağı işler hakkında sahabeyle istişare etmesini emrederken, [578] diğer taraftan gerek bu emre uygun olarak ashabıyla istişare ettikten sonra Bedir esirlerinin fidye karşılığı salıveril­mesi sebebiyle, [579] ve gerekse Tebük Savaşma çıkarken bazı bahanelerle ayrılmak isteyen münafıklara izin vermesi sebebiyle [580] Hz. Peygamberi eleştirmiştir. Şüp­hesiz bu ayetler bir cephesiyle Hz. Peygamberin beşerî ve liderlik yönünü yansı­tırken, savaşla ilgili askerî konularda dahî ilahî iradenin ona müdahele etmesi, ancak Hz. Peygamberin risalet vasfıyla açıklanabilir. Aynı şekilde Hz. Peygambe­rin içtimaî bir iş görüşmesinde, sahabenin ondan izin almadan gitmemelerinin istenmesi, [581] Bedir Savaşı öncesi bazı sahâbîlerin orduyla karşılaşmamak için Hz. Peygamberle tartışmaları ile, [582] Uhud Savaşında da yine bazı sahâbîlerin bir­birleriyle çekişmeleri ve ona isyan etmelerinin eleştirilmesi, [583] ganimetlerden söz ederken "Rasûl size ne verirse onu alın!" buyurulması, [584] Yüce Allah'ın askerî ve siyasî alanlarda dahi Peygamberine itaat edilmesini istediği şeklinde yorumlana­bilir. Diğer taraftan Hz. Peygamberin de, özellikle savaş, barış, antlaşma vb. ko­nularda ashabıyla sık sık istişare etmesi, onlardan gelen makul ve uygun teklif­leri kabul ederek kendi görüşünden vazgeçmesi, bu sahalarda farklı uygulama­lar ortaya koyabilmesi ise, Hz. Peygamberin böylesi hususlarda daha çok beşer ve liderlik vasıflarıyla hareket ettiğini gösterir.

Fakat Karâfi’nin (ö. 684) de dediği gibi, "Hz. Peygamberin tasarruflarının ço­ğu tebliğ yoluyla olmuştur. Çünkü onun risalet vasfı, en ağırlıklı olanıdır. Sonra diğer tasarruflar gelir. Bu tasarrufların bir kısmının tebliğ ve fetva, bir kısmının da imamet nitelikli olduğunda icma edilmiştir. Bazı tasarruflar, iki veya daha fazla nitelikli olduğundan, alimler onlar hakkında ihtilaf etmişlerdir. Kimilerine göre bir nitelik ağır basarken, diğerlerine görede başka bir nitelik ağırlık kazan­maktadır. Buna bağlı olarak, Allah Rasulünün bu niteliklerle ilgili tasarrufları­nın dindeki neticeleri de farklıdır... [585] Özellikle Medine döneminde İslam Devle­tinin teşekkülü ile Hz. Peygamberin devlet başkanı olarak yaptığı bazı tasarruflar var ki, bunlar, ittifakla yönetici tasarrufu olarak kabul edilmiştir. Mesela, düşman üzerine ordu gönderilmesi, âsilere nasıl karşı konulacağı, Beytulmal ve zekat gelirlerinin nasıl toplanacağı, bunlann ilgili yerlere dağıtılması, memur ve kadı tayini, ganimetlerin taksimi, kafirlerle antlaşmalar yapılması ile ilgili tasar­ruflar böyledir. [586] Sahabeden özellikle icraat mevkiindeki müctehidler, Hz. Peygamberin tasarruflarındaki bu espiriyi çok iyi kavradıkları için, kendi dönemle­rinde farklı uygulamalar yapabilmişlerdir. [587] Çünkü onun tasarruflarının önem­li bir kısmı da imamet niteliklidir ve o, bu yönetim konusunda da ümmete örnek­tir. Devlet yönetimiyle ilgili kararlannın tebliğ değil de, imamet nitelikli tasarruflarına dayanması, kendisinden sonraki yöneticilere büyük bir hareket alanı ve serbestisi bırakmıştır.

Başta Hz. Ömer olmak üzere Raşid Halifeler, Hz. Peygamberin tasarrufları­nın hangi nitelikli olduğunu çok iyi takdir etmişler ve bir devlet başkanı olarak değişen şartlara ve müslümanların yararına en uygun olan düzenlemeleri yap­mışlardır. Şüphesiz ki onlar, bunları yaparken kendilerine Hz. Peygamberi ve bil­hassa onun imamet nitelikli tasarruflarındaki esneklik ve tedbir yetkisini örnek alıyorlardı. Hatta Hz. Peygamberin imamet nitelikli olmayan bazı tasarruflarında da, devlet başkanlığı takdir ve yetkilerini kullanarak yeni uygulamalar getirebiliyorlardı. Onların bu uygulamaları, daha sonraki alimler ve yöneticiler tarafından tam ve doğru olarak değerlendirilememiş, onların açtığı çığır devam ettirileme­miştir. Hz. Peygamberin Sünneti ve Raşit Halifelerin uygulamalarının bu açıdan da değerlendirilmesi, günümüz problemlerine sağlıklı İslami çözümlerin bulun­masına pek çok katkıda bulunacaktır kanaatindeyiz. [588]

Hz. Peygamberin bu vasfına dayanan tasarruflarına müctehid sahâbîlerin yaklaşımlarıyla ilgili birçok misal ikinci bölümde zikredilecektir. Burada özellik Hz. Peygamberin bu vasıflarına göre tasarruflarını ilk defa genişçe ele alan Karafî'nin (ö. 684) vermiş olduğu bir misal [589] üzerinde durmakla yetineceğiz.

Kaynakların naklettiğine göre Hz. Peygamber,

"Savaşta düşmanı öldüren, onun üzerinden çıkan eşyaya sahip olur" buyurmuşlardır [590]Ancak, Mûte Sava­sında kumandan olan Halid b. Velid (ö. 21), müslüman askerlerden birisinin öl­dürdüğü düşmandan kalan eşyaları "çok bulduğu için" vermeyebilmiş, [591] aynı şekilde Hz. Ömer (ö. 23) de böylesi eşyalar çok bulduğu zaman ganimete dahil edebilmiştir. [592] Bu konuda İmam Malik (ö. 179) yetkiyi tamamen yöneticiye ver­mekte, ondan izinsiz böyle bir eşyanın alınmasını caiz görmemektedir. [593] Ebu Hanife (ö. 150) de aynı kanaattedir. Ancak Şafiî (ö. 204) ve diğer bazı müctehid­ler bu yetkiyi yöneticinin iznine bırakmazlar ve onu öldürenin bir hakkı olarak görürler. Çünkü onlar bunu fetva ve tebliğ kabilinden bir tasarruf addetmişler­dir [594]

Burada cevap bekleyen önemli bir soru, acaba Hz. Peygamberin nübüvvet vasfıyla söyledikleri yaptıkları ile, yöneticilik vasfıyla söyleyip yaptıkları birbirin­den nasıl ayırdedilecektir? Çünkü bu husus önemli olduğu kadar da zordur. Bu­nun ancak belli karinelerin bilinmesiyle ayırdedilebileceğini söyleyen Karadavî bu konuda şu iki noktaya işaret etmekle yetinir:

1- Hadisin konusunun, devletin siyasî, iktisadî, askerî veya idarî işleriyle alakalı maslahata dayalı bir iş olması,

2- Sözkonusu nassın yanısıra (aynı konuda) başka bir nassın hatta ona mu­halif nasların bulunması ki bu ihtilafın yer, zaman ve halin farklılığından kay­naklandığı ve bununla genel ve ebedî bir teşri kasdedilmeyip, özel ve geçici, cüzi bir maslahata riayet edildiği anlaşılacaktır. [595]

Biz Karadavi'nin belirttiği bu iki hususa şunları da ilave edebiliriz:

3- Genel olarak Hz. Peygamberin ashabıyla istişare ettiği veya onların görüş­lerini aldığı konular olması,

4- Hz. Peygamber'in herhangi bir kanaat ve karar karşısında sahabenin çeşitli öneri ve alternatifler sunabildiği konular olması ki, çoğu zaman bu teklifler O’nun tarafından kabul edilmiştir.

5- Hz. Peygamberin talimat veya tatbikatı olmasına rağmen, başta ilk halifeler olmak üzere müctehid sahâbîlerin farklı uygulamalar yaptığı konular. Özellikle bu sonuncusu belki de en belirleyici olan kriter addedilebilir. Zira Rasûlullah (s.a.v.)'a son derece bağlılıkları ile temayüz etmiş bu büyük sahâbîler, icraatın ba­şına geçtiklerinde, nebevi bir nass ya da uygulamanın bulunduğu bir konuda yeni, değişik, farklı, ondan daha fazlalığı veya eksikliği içeren uygulamalara gidebiliyorsa, hatta bazen şartlar ve maslahatlar gereği ihmal edebiliyolarsa, bu onların ilgili nebevî talimat ve tatbikatın ondan risalet vasfıyla değil, imamet vas­fıyla sadır olduğu kanaatini taşıdıklarını gösterir.

Ancak, konunun tartışmalara ve içtihada açık olduğu unutulmamalıdır.

 

5- Hz. Peygamberin Sahabe Nezdîndekî Otoritesi

 

Daha önce de söylediğimiz üzere, Hz. Peygamberin, peygamber olmadan ön­ce, insanlar üzerinde herhangi bir otoritesi olmadığı gibi, İslam kit­lesel bir hareket haline gelinceye ve Mekke'de bir İslam cemaati oluşuncaya ka­dar risaletin ilk yıllarında da, onun hakkında kelimenin tam anlamıyla bir otori­te söz edilemez. Kaldı ki bu ilk yıllardaki durum da, sınırlı sa­yıdaki fertler üzerinde "manevi" bir otorite olmaktan öteye geçmiyordu. Risaletin 5. ve 7. yıllarında Hz. Peygamberin bazı müslümanları Habeşistan'a göndermesi ve özellikle Hz. Cafer'in (ö. 8) Necaşî'ye hitaben söyledikleri, onun kendisine ina­nan ashab nezdindeki otoritesinin gittikçe geliştiğini; Medine'ye yapılan hicret, Medine Sözleşmesi'nin imzalanması ve Medine Site Devleti'nin kurulmasıyla, oto­ritesinin iyice pekiştiğini, dînî ve siyasî yönleriyle karizmatik bir şahsiyete dönüş­tüğünü söyleyebiliriz.

Hemen belirtmeliyiz ki, Hz. Peygamber bu otoritesini, mutlak otorite olan Yüce Allah'tan almıştır. Risalet onun otoritesinin yegane kaynağıdır. Bu otorite, "Göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan" Yüce Allah tarafından "yet-kilendirilmesi" suretiyle meşru kılınmış ve şahsına mahsus risalet vasfı sayesin­de karizmatik kimlik kazanmıştır. [596]

Muhammed (s.a.v.), Allah ve müslümanlar arasında aracıdır, Allah tarafından insanlara rehberlik etmek üzere gönderilen bir elçidir. Dolayısıyla Peygamberin otoritesi, Allah tarafından seçilmiş olmakla meşrulaşmıştır. Otorite hiyararşisi, Allah'tan Muhammed (s.a.v.)'e ve ondan insanlara; itaatin yönü ise, insanlardan Muhammed (s.a.v) vasıtasıyla Allah'adır. Muhammed (s.a.v.)'e itaat, kendisi ile Allah arasında bağ oluşturan risaletinin, Allah'ın elçiliğinin bir sonucudur. Muhammed (s.a.v.) vasıtasıyla Allah'ın otoritesinin yeryüzünde ikamesi öngörülürken, Allah (c.c.) vasıtasıyla Muhammed (s.a.v.)'in otoritesi meşru kılınmıştır. er-Risalet el-Muhammed (Muhammedi elçilik), Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın elçisi olarak sahip olduğu karizmatik otoriteyi ifade eder. [597]

Dolayısıyla karizmatik bir şahsiyet olan Hz. Peygamber, söz konusu otorite karizmasını ne kişisel gayretlerinden ve dehasından, ne kabile, kavim ve geç­miş ecdadından, ve ne de kendisine inanmış, bağlanmış olan ashabından almış­tır. Elbette, risalet sonrası Allah'ın kendisine tanıdığı bu otoritenin insanlar ta­rafından kabullenilmesi, Mekke'den Medine'ye uzanan bir süreçte gerçekleşmiş­tir. Bu süreç içerisinde insanların ona inanmakla otoritesini kabullenmelerinde, onun beşerî yönünün, güvenilir bir şahsiyet oluşunun getirdiği sevgi ve saygının katkısını da inkar edemeyiz. Ancak risalet olmasaydı, belki de bu şahsiyetin, Mekke'deki diğer haniflerden pek te fazla farklı bir yönü olmayacakü. Bu sebeple onun karizmasının sahabe ve insanlar nezdinde yerleşmesinde, elbette kendi­sine sonsuz güven duyulan bir insan, âdil bir hakim ve devlet yöneticisi olması­nın, ölçülü, disiplinli ve başarılı bir komutan oluşunun da rolleri büyüktür.

Muhammed (s.a.v.)'in karizmatik hareketi Arabistan'ın siyasî kültüründe kelime­nin tam anlamı ile bir devrimdi. Kendisinin başansı, kokuşmuş, ya da müflis bir siyasî kültürün üzerinde yükselmiyordu. Onun karizmatik otoritesi yeni bir sos­yal dayanışma düzeni tesis etti. Geleneksel Arap pratiklerine ters düşecek biçim­de kan kardeşliği yerine din kardeşliğini ikame etti. [598] Kabilecllik ve kavmiyetçi­lik fikri yerine, ümmet fikrini yerleştirdi. Hz. Cafer'in deyişiyle "Güçlünün zayıfı yediği" bir toplumda, zayıfların ve mazlumların sığınağı ve hâmisi oldu, haksıza karşı haklının yanında yer aldı. Kısaca ideal bir ümmet oluşturabilmek için, ha­yatın çeşitli alanlarına ait sosyal kurumlardan kimisini tamamen reddederken, kimisini de ıslah etti. Gerektiğinde de kendine has alternatiflerini üretti. Böyle­ce, Muhammed (s.a.v.)'in nebevî otoritesi, geleneksel Arap otoritesinin yerini en kapsamlı tarzda aldı. Geleneksel otoritenin kimi unsurlarının yeni tanımla bir­leştirilmesine rağmen, Muhammedi otorite selefinin işlevselliğine hiç yer bırakmadı. [599]

Sonuç olarak Hz. Peygamber, otoritesini zorla sağlamış bir lider değildir. Zi­ra Kur'an'ın da sloganlaştırdığı üzere

"Dinde zorlama yoktur" [600] ve Hz. Peygamber "zorlayıcı" olmadığı gibi, [601] insanlar üzerine bir bekçi [602]ve vakil değildir. [603] Burada Hz. Peygamber'in sahabe üzerindeki otoritesi, farklı ilişki boyutlarıyla ele alınarak ve birçok örnekle ortaya konulacaktır.

 

a- Sahabenin Hz. Peygamber'e İtaat ve İttibaları

 

Sahabenin Hz. Peygamber'in otoritesini kabullerinde herşeyden önce iman hidayet, muhabbet, teslimiyet ve samimiyet vardır. Onlar Allah Rasulünü her yö­nüyle kendilerine örnek ve rehber edinmişler, ona kalp ve gönül bağıyla bağlan­mışlardır.

Kur'an birçok ayetinde, inananlara Allah ile birlikte Rasulüne de itaat etme­lerini emretmiş, [604] hatta Rasule itaat eden kimsenin, Allah'a itaat etmiş olacağını,[605] keza ona bey'at edenlerin de Allah'a bey'at etmiş olacaklarını [606]haber ver­miştir. Öyle ki, Allah'ı sevme iddiasında olanların, Allah sevgisine nail olabilme­leri için, Hz. Peygambere ittiba etmeleri şart koşulmuştur. [607]

Şüphesiz, cahiliyyeyi tasvip etmeyen ya da o çirkefliğin içerisinde horlanan insanlar, kendileri için hem dünya, hem de ahiret saadetini vadeden Hz. Peygam­bere güvenmişler, inanmışlar, içtenlikle ona bağlanmışlardır. Onların bu içten bağlılıkları, onun otoritesine de uygun olarak, ona itaat ve ittiba etmeyi berabe­rinde getirmiştir.

Fazlur Rahman'ın dediği gibi, "Hz. Peygamber hükümler verirken, ahlakî ve hukukî emirlerde bulunurken, Kur'an dışında rakipsiz bir otoriteye sahip olmuş, hatta normal olarak böyle bir otoriteyi uygulamıştır. Nitekim Kur'an Allah Rasûlünün örnek davranışlarından da söz etmiştir. Bu nedenle vahyin yanında bir de örnek davranış yani, Hz. Peygamberin sünneti yer almıştır.[608] Ayrıca Hz. Peygamberin hayatı ve karekterinin dinî bir ruhla yoğurulduğunu söyleyen Fazlur Rahman, bu sebeple sahâbîlerin onun hayatını normatif dînî bir örnek olarak al­gıladıklarından şüphe duymamak gerektiğini ifade etmektedir.[609] Ona göre, Hz. Peygamberin sahâbîleriyle istişare etmesine, verdiği kararlara arasıra bazı çevre­lerde itiraz edilmesine ve bizzat Kur'an'ın bazen onu eleştiriye tabi tutmasına  [610]onun dinî otoritesi bağlayıcı idi. [611] Bu sebepledir ki, Hz. Peygamber ünnetini anlamada sahabe arasında yaklaşım farklılıkları mevcut ise de, ona itaat ve ittiba etmişlerdir.

Nitekim Hz. Peygambere karşı sahabenin bağlılığını Hudeybiye'de müşahede imkanı bulan Kureyş'in ulularından Urve b. Mes'ud'un Kureyş'e aktardığı izlenimleri şöyledir: "Ey kavmim, vallahi ben birçok krallar gördüm, heyet olarak Kavsere Kisrâ'ya ve Necaşi'ye gittim. Vallahi, ashabının Muhammed'e tazim et­tiği kadar, hiçbir kralın adamlarının tazim ettiğini görmedim..." [612] Yine Hudeybiye sulhunu yenilemek için Medine'ye gelen, fakat ne Hz. Peygamberden, ne de sahabeden olumlu bir cevap alamayan Ebû Sufyan da Mekke'ye vardığında "Si­ze hepsinin kalpleri tek bir kalbe bağlı bir toplumdan geldim" demekteydi. [613]

Kur'an'ın da müteaddit defalar zikrettiği üzere sahabenin Hz. Peygambere iman, ittiba ve itaatları; mallarıyla, canlarıyla onunla birlikte Allah yolunda ol­maları, bey'at, hicret ve cihadlarıyla örnek bir İslam toplumu gerçekleştirmeleri tarihî bir vakıadır [614]Onların Hz. Peygambere olan sevgi, [615] itaat ve ittibaları herkesçe bilinen, kabul edilen müsellem bir husus olduğundan, biz burada sa­habe tarafından ona yöneltilen eleştiriler, itirazlar, itaatta gecikmeler ve hatta onun sözünü dinlememeleri üzerinde durmak istiyoruz. Sözünü ettiğimiz bu hu­suslarla ilgili olarak kaynaklarımızda karşılaşmış olduğumuz bazı rivayetlere da­yanarak, bu tavırların sebepleri, kimlerden ve hangi konular ve alanlarda tahak­kuk ettiğini ortaya koymaya çalışacağız. Şüphesiz Hz. Peygamberin sahabe nezdindeki otoritesinin mahiyetini ve sınırlarını tesbit bakımından bu tür tavırların tahlili yararlı olacaktır.

 

b- Sahabenin Hz. Peygambere Yönelttikleri Eleştirileri

 

Hz. Peygamberin yukarıda anlattığımız karizmasına, otoritesine ve sahabe­nin ona son derece bağlı olmalarına rağmen, zaman zaman bazı tasarruflarından görüyoruz. Bununla ilgili olarak araştırmamız esnasın­da tespit ettiğimiz birkaç eleştiriye yer vereceğiz.

1- Enes b. Malik'in anlattığına göre. Yüce Allah Huneyn Savaşı'nda (H. 8) Rasülüne Hevazin Kabilesi'nin mallarından birçok ganimet nasip etmiş, Hz. Peygamber Kureyş'ten bazı kimselerden herbirine yüzer deve vermeye başlamıştı. Bunu gören Ensar'dan bazı kimseler "Allah, Rasûlullah'ı bağışlasın, kılıçlarımızdan onların kanları akıp dururken, bizi bırakıp onlara veriyor [616]"Savaş olunca biz çağrılıyoruz, ganimetler ise başkalarına veriliyor!" demişlerdi. [617] Enes, onların bu sözlerini Hz. Peygambere ulaştırınca, hepsini deriden yapılma bir çadırda toplayıp, onlardan sadır olan bu sözün neyin nesi olduğunu sordu. Bunun üzerine Ensar "Bizim aklı başında olanlarımız hiçbir şey söylemedi. Ama yaşları kü­çük bazı yeni yetmeler şöyle şöyle dediler" cevabını verdiler. Hz. Peygamber ise onlara "Ben bunları, ancak küfür döneminden tam kurtulamamış bazı insanları (İslam'a) ısındırmak için verdim. Yoksa siz o insanlar evlerine mallarıyla giderken, evlerinize Allah'ın Rasulüyle dönmeye razı değil misiniz? Vallahi sizin götüreceği­niz, onların götürdüklerinden daha hayırlıdır" buyurunca, onlar "Evet ey Allah'ın Rasûlü, biz razı olduk" diye cevap verdiler.

İbn Teymiye (ö. 728) bu hususta şu değerlendirmeyi yapar: "Hz. Peygambe­rin maslahat cihetiyle ortaya koyduğu bir uygulamanın bilgisi, ya vahyden, ya da onun içtihadından kaynaklanır. Ensar gençleri burada itiraz ederken, onun ken­di içtihadıyla taksim ettiğini düşündüler. Nitekim onlar, din maslahatlarıyla ilgi­li dünyevi işler hakkındaki icühadlarında Hz. Peygambere itiraz edebiliyorlardı. Bazen de itiraz için değil de durumu öğrenmek, onun kararlılığını tespit, sünnet­lerini kavrayabilmek, illetlerini öğrenebilmek için soruyorlardı. İşte onlann bu meşhur itirazlarının sebebi, şu iki şekilden farklı değildir:

a- Eğer, içtihadın caiz olduğu siyasî işlerden ise, bu hususta Hz. Peygambe­rin görüşünü tam olarak elde etmek,

b- Ya da ona hatırlatarak bu durumun niçin böyle olduğunu ortaya çıkar­mak, ilim, iman ve anlayış olarak birşeyler öğrenmeye çalışmak.  [618]

Aslında söz konusu eleştirilerin Ensar'ın ileri gelen, yaşlı, tecrübeli kimsele­rinden değil de gençlerinden gelmesi gayet önemlidir. Çünkü yaşlılar yıllardır Hz. Peygamberle birlikte yaşamışlar, onun konumunu, ictihadlarını, farklı yönleriyle ortaya koyduğu tasarruflarını kavramışlar, onun tavır ve davranışları hakkında tecrübe sahibi olmuşlardı.Gençlerinse yaşları gereği henüz bunları elde edebilmiş olmaları mümkün değildi. Onlar yaş faktörünün verdiği bir toyluk ve acelecilikle, Hz. Peygamberin bu tutumunda göstermiş olduğu maksad ve maslahatı düşünmeksizin böyle bir eleştiriyi gündeme getirebilmişlerdir. Buradan bir kez daha anlaşılıyor ki, sahabenin Peygamber telakkisi ve sünnet anlayışında faktörü ve sohbet süresi oldukça önem arzetmektedir. Şüphe yok ki, bu ve benzer konularda Hz. Peygamberle uzun süre beraber yaşayan, yaşlı ve tecrübeli sahâbîlerin görüş ve kanaatleri, en sağlıklı ve tutarlı malumatı verecektir.

Bu gençlerin eleştirilerine cevaben söylediği gibi Hz. Peygamber, onlan İs­lam'a ısındırmak için, yani şer'î bir maslahat için böyle bir uygulama sergilemiş­tir. Nitekim onlardan birisi olan Safvan b. Umeyye (ö. 42) şu itirafta bulunmuş­tur: "Rasûlullah, insanlar içinde en sevmediğim kimse idi. Fakat Huneyn günü, bana o kadar mal verdiki, neticede bana insanların en sevimlisi haline geliver­di." [619]

2- İkinci eleştiri de yine Ensar'dan gelmiştir. Hz. Peygamberin Mekke'yi fet­hettiğinde, beklenenin aksine, Kureyş'ten intikam almaması, onlan affetmesi, Ebû Sufyan'ın evine sığınanlarla evlerine girip kapılarını kapatanların güvende olduğunu ilan etmesi, Ensar'da Hz. Peygamberin ana yurdu Mekke'ye yerleşece­ği endişesini uyandırmış ve birbirlerine "Adamı, şehrine karşı bir rağbet, aşireti­ne karşı bir merhamet aldı yürüdü" demişlerdi. Hadiseyi seneler sonra nakleden Ebû Hureyre "Bunun üzerine vahy geldi. Vahy geldiğinde ise biz bunu bilirdik ve vahy bitinceyedek kimse gözünü bile Rasululah(s.a.v.)'a çevirmezdi. Vahy bitince Ra­sûlullah

"Ey Ensar topluluğu! Siz böyle mi dediniz?" diye sormuş, onların "evet" demeleri üzerine

"Hayır, ben Allah'ın kulu ve Rasulüyüm, ben 'Allah'a ve size hic­ret ettim. Hayatım da sizinle, ölümüm de sizinle olacak" buyurdu. Onun bu söz­lerini duyunca ağlaşan sahabe "Vallahi biz bunu, sadece Allah'ı ve Rasulünü kıs­kançlıktan dolayı söyledik" demişler, Hz. Peygamber de

"Allah ve Rasûlü sizi tas­dik ediyor ve mazur görüyor [620]buyurmuştur.

İbn Hişam'da ise hadise şöyle anlatılmaktadır: "Bana Yahya b. Said'den ulaştığına göre Hz. Peygamber Mekke'yi fethedip şehre girince, Safa Tepesi'ne çı­kıp Allah'a dua etmeye başlamış, Ensar da etrafını çevirmiş, kendi aralarında Allah fethi müyesser kıldıktan sonra, ister misiniz, Rasûlullah kendi beldesinde ikamet etsin?" diye söylenmişlerdi. Hz. Peygamber, duasını bitirdikten sonra;

"Siz az önce ne dediniz?" diye sormuş, onlar önce "Birşey değil ey Allahın Rasûlü" de­dilerse de, O fazlaca ısrar edince konuşmalarını haber vermişlerdi. Bunun üzerine O;

"Bundan Allah'a sığınırım! hayatımız da beraber, mematımız da beraber!" buyurmuştu. [621]

Görüldüğü gibi, aynı hadise kaynaklarımızda oldukça farklı bir üslupla anlatılmaktadır. Ensar'ın eleştirisinin vahyle bildirildiğini anlatan birinci rivayet sened itibarıyla daha sahih, Hz. Peygamberin muhtemelen onların bazı sözlerini işitmesi üzerine, bizzat kendilerinden dinlediğini anlatan ikinci rivayet ise daha makul ve gerçekçidir. Zaten o ortam içerisinde Hz. Peygamberin Ensar'dan bu tür endişelerin sadır olabileceğini sezmesi, tahmin etmesi de gayet mümkündür. Ya da bir önceki rivayette Ensar'ın eleştirilerini Enes'in gelip haber vermesinde olduğu gibi, bu sözleri de herhangi bir şahsın haber vermiş olması imkan dahi­lindedir. Kaynaklarımızda beşerî ihbarın bulunmasına rağmen, aynı hadiselerin ilahî ihbar şeklinde rivayet edildiğine dair başka birçok misalin bulunduğunu [622] gözönünde bulunduracak olursak, Ebû Hureyre rivayetindeki Ensar'ın eleştirisi­nin Hz. Peygambere vahyle bildirilmesi kısmını ihtiyatla karşılamamız daha uy­gun olacaktır.

Ensar'dan bazılarının yaptığı bu eleştiri, aslında Hz. Peygambere olan sevgi ve bağlılıklarından kaynaklanmış, ayrılık endişesiyle gündeme gelmiş ve bu yüz­den de kendileri mazur görülmüştür. İbn Teymiye'nin (ö. 728) dediği gibi, mu­habbetten, tazimden, teşriften ve sevgi saygıdan dolayı ağızdan çıkan sözlerin sa­hibi bağışlanır, hatta övülür. [623] Burada Ensar'ın sözleri de aynı şekilde muhab­betten kaynaklandığı için onlar, olumsuz anlamda bir eleştiri addetmiyoruz.

3- Hz. Peygamber, vefatından kısa bir süre önce, Üsame'yi, aralarında Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in bulunduğu Mûte'ye gönderilen sahabe ordusunun komu­tanlığına atamıştı. Bunun üzerine bazıları, bu atamadan dolayı Hz. Peygamber'i eleştirmeye, endişe ve hoşnudsuzluklarını dile getirmeye başladılar. Onların eleş­tirilerini İşiten Hz. Peygamber bir hutbe irad ederek, bazı kimselerin, Üsame'nin (ö. 54) atanmasını eleştirdiklerini, onların daha önce de (H. 8 yılında yine Mûte seferinde tayin edilen komutanlardan biri olan ve şehid düşen [624]) babası Zeyd'i (ö. 8) dile doladıklarını, oysa kendisinin ikisini de çok sevdiğini ve bu iş için on­lan liyakatli bulduğunu, ona hayırlısını tavsiye etmelerini ve emrini uygulamala­rını istemişti. [625]

Şüphesiz Hz. Peygamber genç bir mevâli olan Üsame'yi ileri gelen yüzlerce sahabenin üzerine komutan tayin ederken İslamın öngördüğü yönetim anlayışında sınıf ve yaş farkının değil, ehliyet ve liyakatin asıl olduğunu fiilî olarak göstermek istemişti. Elbette Üsame'nin ordusu içinde, kendisinden daha tecrübeli büyük sahâbîler de vardı. Ancak Hz. Peygamberin özellikle bir mevaliyi komutanlığa ataması, hem yönetimde sınıf ve kabile faktörünün hiçbir öneminin olmadığının müslüman kafalara yerleştirilmesi bakımından, hem de hangi kesimden olursa olsun gençlere imkanlar tanınması, onların yetiştirilmesi bakımlarından oldukça mühimdir. Bu tayinden dolayı ortaya atılan eleştiri sahiplerinin kimler olduğunu bilmiyoruz. [626] Ancak iyimser bir tahmin yürütecek olursak, bunlardan bir kısmı tamamen Hz. Peygamberin vahy dışı içtihadı bir tasarrufu olan bu ata­maya, sırf genç ve tecrübesi az olan [627] bir komutanla girecekleri savaşta muhte­melen bazı olumsuz sonuçlara duçar olma endişesiyle ta'netmiş olabilirler. Eleş­tirilerin bir kısmı ise henüz -Hz. Peygamber de tayin etse- azadlı bir kölenin oğ­lunun, çocuk denecek yaşta genç bir mevalinin emri altına girmeyi içlerine sindirememiş İslama yeni girenlerden veya bedevilerden, ya da sahip oldukları mizaçlarıyla, cahiliyye kültür ve taassubunun etkisinden hâlâ kurtulamamış, İslamî Öğretileri tam özümseyememiş bazı kimselerden gelmiş olabilir. Zaten bu ke­simlere mesaj vermek isteyen Hz. Peygamber ise, onların ortaya attığı söylentile­re aldırış etmemiş, emrini uygulamıştır. Buna mukabil başta, Medine'de kalma­sına ihtiyaç duyduğu Ömer için komutanı Üsame'den izin isteme nezaketi göste­ren Halife Hz. Ebû Bekir olmak üzere, gerek Hz. Peygamberin atamasında ve ge­rekse vefatından sonra halifenin onaylayıp göndermesinde Üsame'ye itaat eden pekçok sahâbî, hem İslam'ın, hem de kendilerinin ne denli erdemli olduklarını burada bir kez daha ispatlamışlardır.

Bu üç misalde olduğu üzere sahabenin Hz. Peygambere yönelik eleştirileri, daha çok onun siyasî ve askeri yönleriyle ilgilidir. Eleştirilerden ilki, Ensar'ın gençlerinden, ikincisi muhabbet ve kıskançlıkla muhtemelen yine Ensar'ın bazı gençlerinden gelmiştir. Son eleştiri ise ordu komutanı tayini ile ilgilidir. Dolayı­sıyla söz konusu eleştirilerde Hz. Peygamberin nebevi yönünü veya onun dini otoritesini rencide edecek ciddî olumsuz bir tavır göze çarpmamaktadır. Ayrıca, sahabenin, siyasî ve askerî yönleriyle de ilgili olsa, Hz. Peygamberi eleştirebilmeleri, Kur'an'a uygun bir beşer-Rasul telakkisine sahip olduklarını göstermesi ba­kımından önemlidir.

 

c- Sahabenin Hz. Peygambere İtirazları

 

Kaynaklarımızda, zaman zaman bazı sahâbîlerin, Hz. Peygamberin birtakım tasarruflarına karşı çıktıklarını, ona itiraz ettiklerini görmekteyiz. Bu hususu da tespit ettiğimiz birkaç misal ile ortaya koymamız, Peygamber sahabe ilişkisinin bir başka yönünü göstermesi bakımından yararlı olacaktır. Önce Hz. Ömer'den gelen bazı itirazlar üzerinde duralım.

1- H. 6. yılda Hz. Peygamber ve sahabe, ilk defa Kabe'yi ziyaret etmek üzere yola çıkmışlar, ancak Mekke'li müşrikler tarafından Hudeybiye'de durdurulmuş­lar ve onlarla bir anlaşma imzalamak durumunda kalmışlardı. Yapılan bu anlaş­maya göre, müslümanlar bu ziyaretlerinden vazgeçip Medine'ye geri dönecekler, üç günden fazla olmamak ve silahsız gelmek şartıyla ertesi yıl ziyaret edebilecek­lerdi. Ayrıca müslümanlar Mekke'li bir müslümanı götüremeyecekleri gibi, Medi­ne'ye gelenleri de geri çevireceklerdi. Oysa bunun aksi olursa, yani, Medine'lilerden Mekke'de kalmak isteyenler olursa, onlar geri çevirilmeyecekti.

Zahiren şartlar çok ağır ve müslümanların aleyhine gibi gözüken bu antlaş­maya Hz. Ömer sert bir şekilde itiraz etti. Kaynakların naklettiğine göre Hz. Ömer "Vallahi müslüman olduğumdan beri, sadece o gün şüpheye düştüm" demiş [628]sonra Hz. Peygambere gelerek, "Sen Allah'ın hak Peygamberi değil misin ? Biz hak üzere, düşmanımız batıl üzere değil mi?" diye sormuştu. Hz. Peygamberin bu sorulara “evet” demesi üzerine Hz. Ömer, "Öyleyse niçin dinimizden taviz veriyo­ruz?" demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber,

"Ben Allah'ın Rasûlüyüm ve O'na isyan edecek değilim ve o bana yardım edecektir" buyurdu. Hz. Ömer bu defa "Pe­ki, sen bize Beyte varıp onu tavaf edeceğimizi haber vermemiş miydin?" diye sorunca, O;

"Evet ama sana bu sene varacaksın dedim mi? Sen oraya varacaksın ve onu tavaf edeceksin" buyurdu."[629] Rivayetin devamında onun aynı soruları Hz. Ebû Bekir'e de sorduğu ve benzer cevaplar aldığı anlatılmaktadır. Bu davranışı üzerine, hakkında Kur'an ayetleri inmesinden korkan Hz. Ömer, Hz. Peygambe­rin, fethi müjdeleyen Feth Suresini tebliğ etmesiyle teskin olmuşsa da, bu itira­zından sonra (keffaret olarak) birçok ameller yaptığını söylemektedir. [630]

Öncelikle belirtelim ki, Hz. Ömer'in bu sert tepkisine rağmen, bazı rivayetlerde ifade edildiği gibi, onun inancında şüpheye düştüğü veya düşebileceği kaatinde değiliz. Bilakis o, Hak Peygambere, onun Kabe'ye gireceğine dair vadine o kadar inanmış ki, altı yıldır hasretini çektikleri Kabe'ye gireceklerinden zerre miktarı şüphesi yoktu. Hakkın daima batıla üstün geleceğine o denli güvenmektedirki, batıl tarafından engellenmeyi, yenilgiyi ve kendi ifadesiyle "taviz vermeyi" kabullenemiyordu. Bu inanç ve psikolojik şartlanma neticesinde, Hz. Pey­gamberin gördüğü rüyasına dayanarak vadettiği Kabe ziyaretinin [631] gerçekleşmemesinin doğurduğu hayal kırıklığının ardından, tamamen aleyhlerine gibi gö­züken böyle bir antlaşma yapılmasını Hz. Ömer'in havsalası almıyordu. Ancak unutmamak lazımdır ki, Hz. Peygamberin böylesi konularda ashabıyla istişare etmesi, bazen kendi reyiyle, bazen de sahabenin görüşleriyle hareket etmesi; on­lara Hz. Peygamberin savaş, barış vb. askeri ve siyasî tasarruflarına müdahele cesaretini vermiştir. Elbette böylesi bir atmosfer içerisinde Hz. Ömer'in ne kadar cesur, gayur ve acul bir mizaca sahip olduğunu da unutmamak gerekir. Oysa aynı ortamda Hz. Ebû Bekir, daha sabırlı, temkinli, ağırbaşlı ve teenni ile haraket eden mütevekkil bir şahsiyet portresi çizmektedir. Hz. Ömer'in bu mizacını çok iyi bildiği içindir ki Hz. Peygamber, onun bu tavnnı anlayışla karşılamış, onu dinledikten sonra kınama cihetine gitmemiş, inen 48. Fetih Suresini ilk ona teb­liğ etmek suretiyle onu teskin etmeye çalışmıştır. Nitekim zaman, Hz. Ömer'in bu hususta yanıldığını ortaya çıkarmış, başlangıçta müslümanların aleyhine gözü­ken bu antlaşma, bir müddet sonra onların lehine dönüşmüştür.

2- Medine'de münafıkların reisi olan Abdullah b. Ubey b. Selûl [632] ölünce (ö. 9), namazını kıldırması için Hz. Peygamber davet edilip de buna icabet etmek is­tediğinde, yine Hz. Ömer'in sert itirazlarıyla karşılaşmıştı.

İbn Abbas'ın Hz. Ömer'den naklettiğine göre o, Rasûlullah (s.a.v.) cenaze nama­zı için kalktığında yanına vanp "Ey Allah'ın Rasulü! Falan falan gün, şöyle şöyle dediği halde, [633] İbn Ubey'in namazını kılacaksın öyle mi?!" diye itiraz ederek o günlerde söylediklerini sıralamıştı. Rasûlullah (s.a.v.) tebessüm ederek Ömer'den kendisini rahat bırakmasını istemiş, ancak Ömer daha da üsteleyince bu husus­ta kendisinin muhayyer bırakıldığını ve namazını kılmayı tercih ettiğini söyleye­rek namazı kıldırmış, az sonra

"(Ey Peygamber!) onlardan ölen hiçbirisinin asin namazını kılma! ve kabri başında da durma! Çünkü onlar Allah'ı ve Rasûlünü in­kar etmişler ve fasık olarak ölmüşlerdir" mealindeki ayetler [634] inmişti. [635]

İbn Ömer'in rivayet ettiği haberlerde ise Rasûlullah (s.a.v.) onun cenaze namazı­nı kılmak isteyince Hz. Ömer, Rasûlullah'ın elbisesinden tutarak "Ey Allah'ın Rasulü! Rabbin onun namazını kılmanı onlara istiğfar dilemeni yasakladığı hal­de o münafığın namazını mı kılacaksın?!" diye itiraz edince Hz. Peygamber;

"Al­lah, şöyle buyurarak beni şu iki hususta serbest bıraktı: 'Onlar için ister mağfiret dile, ister dileme! Onlar için yetmiş defa mağfiret dilesen dahi, Allah onları bağışlamayacaktı.r” ayetini [636] okudu ve az sonra 9. Tevbe 84 ayeti indi." [637]

Bu rivayetler, Buhâri ve Muslini gibi sahih kaynaklarımızda da mevcut ol­masına rağmen, özellikle Hz. Peygamberin 9. Tevbe 80 ayetinden bu şekilde mu­hayyerlik anlamı çıkarmış olamayacağı, dolayısıyla bu ayete dayanarak İbn Ubey'in cenaze namazını kılmış olamayacağı noktalarından hareketle birçok alim tarafından eleştirilmiştir. Bakıllânî (ö. 403), İmamu'l-Haremeyn (ö. 478), Gazzalî (ö. 505), Ebû Ca'fer Ahmed b. Saîd ed-Davûdî (ö. 402) ve Kuşeyrî gibi alimler bu rivayetleri sahih görmezken[638] Tahavî (ö. 321) de İbn Abbas (ö. 68) rivayetinin lafızları itibarıyla daha uygun olduğu, ancak Hz. Peygamberin cenaze namazını kılmadığı kanaatini dile getirmektedir. [639]

Kanaatimizce Hz. Peygamber, Hz. Ömer'in itirazlarına rağmen çeşitli mulahazalar ve maslahatlar gereği, siyaseten İbn Ubey'in cenaze namazını kılmak istemiş ancak Yüce Allah'ın münafıklarla ilgili olarak indirdiği ve yeni bir dönemi başlatan ve yeni bir politika belirleyen 9. Tevbe 73-84 ayetleri uyarınca onun cenaze namazını kılmamıştır. [640] Nitekim bazı rivayetlerde de namazını kıldırdığı tasrih edilmemiştir. [641]

Burada asıl bizi ilgilendiren husus ise, Hz. Ömer'in böylesi cenaze namazı gi­bi bir konuda Hz. Peygamberin davranışına itiraz veya müdahele edebilmesidir. Şüphesiz bu, bir sahâbînin, Peygamberinin tavır ve davranışlarını dahi, zihnin­de oluşan İslamî anlayış çerçevesinde nasıl test edebildiğini, ilgili ayetler henüz inmemiş olmasına rağmen, nasıl Kur'anî bir perspektiften bakabildiğini, bu ka­naatini, engin anlayışına güvenerek Hz. Peygambere, hem de bu denli açık yü­reklilik ve israrla haykırabildiğini göstermesi açısından son derece önemli bir ta­vırdır. Bu, bir taraftan Hz. Ömer gibi fakîh sahâbîlerde ne kadar güçlü bir mu­hakeme gücü ve tenkit zihniyeti olduğunu gösterirken; diğer taraftan, Rahmet peygamberinin, en azılı düşmanlarına karşı bile, kin ve intikam duygusu beslemediğini, onların dahi bağışlanmasını arzu ettiğini, bu konuda elbisesinden tu­tarak kendisine engel olmak isteyen Hz. Ömer'in celadetini, salabetini, hırs ve şiddetini anlayış ve hoşgörüyle karşıladığını ortaya koymaktadır. Burada Hz. Ömer'in tavrını, ondan önce alemlere rahmet olarak gönderilmiş olan [642] Hz. Pey­gamberin göstermiş olması beklenmemelidir. Zira o, nehyedilmedikçe daima rah­met yönü ile tavır koymaya çalışmıştır. Nitekim o, sırf bu rahmet ve merhame­tinden kaynaklanan bazı tasarrufları sebebiyle Kur'an'da eleştirilmiştir. [643] Bura­da Hz. Peygamber insanları kurtarmaya çalışan bir Rahmet Elçisi; Hz. Ömer ise, Allah ve Rasulüne karşı düşmanca ve sinsice tavırlar sergileyen birisinin cenaze namazının boykot edilmek suretiyle cezalandırılmasını, böylelikle diğer münafık­lara da bir ders verilmesini isteyen gayet net ve sert bir tavır koyan bir sahabîdir. Nitekim aynı tavır Bedir esirleri konusunda da gözükmektedir. Bir tarafta "Ey Allah'ın Rasulü! Onlar seni yalanlayıp yurdundan çıkardılar, getir boyunla­rını vuralım" diyen Ömer; diğer tarafta ise, belki kalpleri yumuşar da müslüman olurlar ümidi ile onları fidye karşılığı serbest bırakmak isteyen Peygamber! [644] Fa­kat her iki hadisede de inen vahyler Hz. Ömer'in tavrını teyid etmiştir. Ancak Hz. Ömer, daha sonra Hz. Peygambere karşı bu itirazını biraz sert bulmuş olacak ki.

"Allah ve Rasulü daha iyi bildikleri halde, o gün Rasûlullah'a karşı göstermiş ol­duğum cür'etime sonraları hep şaşırmışımdır" demiştir. [645]

3- Rasûlullah (s.a.v.) birgün Ebû Hureyre'yi

"Git, Allah'tan başka ilah olmadığına kalpten kesin olarak inanıp şehadet getirenleri cennetle müjdele!" diyerek gönder­miş, ancak ilk karşılaştığı Hz. Ömer buna şiddetle karşı çıkmış, fakat onu bizzat Hz. Peygamberin emrettiğini kendisinden de dinledikten sonra ona "Böyle yap­ma, zira insanların buna güvenerek gevşemelerinden korkuyorum, bırak onları, amel etsinler" demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber de;

"Öyleyse bırakın onları (amel etsinler)" buyurmuştu. [646]

4- Hevazin Seferinde sahabenin yiyecekleri tükenince, develerini kesmek için Hz. Peygamberden izin istemişler, o da onlara müsade etmişti. Hz. Ömer izin alan kimselerle görüşünce onlara "Develerinizi kestikten sonra geriye neyiniz kala­cak?" diyerek buna karşı çıktı. Sonra Hz. Peygamberin yanma gelerek ona da ay­nı şeyleri söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.)

"İnsanlara seslen, fazla yiyeceklerini getirsinler..." buyurarak [647] develerin kesilmesinden vazgeçti.

Bu son iki itirazda, Hz. Ömer sözkonusu nebevi emirlerin kısa vadede fay­dalı olsa da, uzun vadede müslümanların zararına bir netice verebileceğini göre­bilmiş, bu konuda Hz. Peygamberi uyarmıştır. Rasûlullah (s.a.v.) da onun bu itirazı­nı yerinde ve daha makul bulmuş, kendi kararlarından vazgeçmiştir.

5- İbn Hişam'ın İbn Abbas'tan naklettiğine göre, Hz. Peygamber Bedir Sava­şı öncesinde ashabına "Ben Haşim Oğulları'ndan ve başkalarından savaşa ker­hen çıkan bazı kimselerin olduğunu biliyorum, onları öldürmemize hacet yok. Do­layısıyla kim Haşim Oğulları'ndan birisiyle karşılaşırsa öldürmesin. Kim Ebu'l-Bahteri b. Hişam b. Haris b. Esed'le karşılaşırsa öldürmesin. Kim Rasâlullah'ın amcası Abbas b. Abdulmuttalib'le karşılaşırsa öldürmesin. Çünkü o da ancak zor­la savaşa çıkartıldı" buyurdu. Bunun üzerine Ebû Huzeyfe [648]"Biz babalarımızı, oğullarımızı, kardeşlerimizi ve aşiretimizi öldüreceğiz de Abbas'ı terkedeceğiz! Vallahi onunla karşılaşırsam,  kılıcımı onun yüzüne çalacağım!" dedi. Onun bu sözünü duyan Rasûlullah (s.a.v.) Hz. Ömer'e

"Rasûlullah'ın amcasının yüzüne kılıç vurulur mu?" diyerek tepkisini dile getirdi. Daha sonra pişman olan Ebû Huzey­fe "Ben o gün söylediğim bu sözden dolayı hâlâ kendimden emin değilim ve korkmaktayım. Ancak bunun keffareti şehadet olur" dermiş, ve nitekim Yemame'de de şehid düşmüştür. [649]

İbn İshak'ın verdiği bilgiye göre, Ebu'l-Bahteri, Hz. Peygamberi, Mekke'de koruyup kollayan, ondan yana koyduğu tavırlarıyla bilinen birisiydi. [650] Aynı du­rumun Hz. Abbas hakkında da fazlasıyla geçerli olduğu [651]düşünülürse, Hz. Pey­gamberin onların öldürülmemesi yolunda verdiği talimatın, Ebû Huzeyfe'nin an­ladığı gibi, sırf Rasûlullah (s.a.v.)'ın amcası olduğu için değil, gerek Mekke'de iken, gerekse hicretten sonra gizliden gizliye Hz. Peygamberin lehinde olması sebebiy­le verdiği anlaşılacaktır. Hatta Hz. Abbas'ın Mekke'de Bedir savaşından veya hic­retten önce müslüman olduğunu, ancak kavminden korktuğu için müslümanlığını gizlediğini belirten bazı rivayetler de mevcuttur. [652] Fakat, Bedir'de esir düş­tüğünde Rasûlullah'ın ondan fidyesini vermesini istemiş olması bu rivayetleri za­yıflatmaktadır. Ayrıca onun Hayber'in fethinden önce müslüman olduğunu belir­ten rivayetler de vardır. [653] Yine İbn Sa'd'ın naklettiği diğer bir rivayette Ebû Hu­zeyfe, Hz. Peygambere kendi babası, amcası ve kardeşi öldürülmüş olduğu için bunun kendisine zor geldiğini söylemiş, Rasulllah (s.a.v.) da,

"Baban, amcan ve kar­deşin bizimle savaşa zorlanmaksızın, kendi istekleriyle çıktılar, oysa bunlar, bizimle savaşa kendi istekleriyle değil, zorlanarak çıkarıldılar" [654] şeklinde bir izah getirmiştir. Bu rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ebû Huzeyfe, en yakınlarıyla karşı karşıya geldiği ve onların öldürüldüğü savaş ortamındaki bu halet-i ruhiye içerisinde, iyice düşünmeksizin, kendi yakınları ile Hz. Peygamberin zikrettiği şa­hıslar arasındaki farkı gözetmeksizin fevri bir çıkış yapmış, duygusal bir reaksi­yon göstermiştir. İşte bu psikolojik durum sebebiyle o, bir an, Hz. Peygamberin kendi yakınlarına ayrıcalık tanıdığı gibi hatalı bir zanna kapılmış ve bu talihsiz itirazını yapmış, ancak sonra bu tepkisinden dolayı da pişman olmuştur. Hz. Peygamber ise, bu duygusal tepkisinden dolayı onu mazur görmüş olmalı ki, ona sadece sözkonusu iki grup arasındaki farkı anlatmakla yetinmiştir.

6- Hz. Peygamber hastalanıp ta rahatsızlığı iyice artınca,

"Ebû Bekir'e emre­din, insanlara namazı kıldırsın!" buyurmuştu. Bunu duyan Aişe "O, yufka yürek­li bir adamdır, senin makamına durunca, ağlamaktan dolayı sesini duyuramaz ve namazı kıldıramaz" uyarısında bulundu. Hz. Peygamber aynı emrini, Hz. Aişe de aynı ikazını tekrarlayınca Rasûlullah (s.a.v.) ona dönerek

"Ona emret, namazı kıl­dırsın, siz kadınlar tıpkı Yusuf’ un arkadaşları gibisinizdir" [655]buyurdu [656]

Hz. Peygamberin kesin emir buyurmasına rağmen, eşi Aişe, babasının namaz kıldırmasına itiraz ederken, o anda Hz. Ebû Bekir'in ağlamadan dolayı na­mazı kıldıramayacağı şeklinde bir mazeret belirtmişse de, aslında onun itiraz ge­rekçesi bir hayli farklıdır. Daha sonra kendisinin açıkça ifade ettiğine göre o, Rasûlullah'tan sonra yerine geçecek kimsenin halk tarafından hayatının sonuna kadar sevilmeyeceğini, bir müddet sonra uğursuz addedileceğini düşünmüş ve bu yüzden Rasûlullah'ın Hz. Ebû Bekir'den vaz geçmesini arzu etmiştir. [657] Hz. Aişe'nin itirazı ister önce izhar ettiği gibi masumane bir mazerete, isterse sonra­dan açıkladığı gibi babası adına bir maslahata mebnî olsun, neticede Hz. Pey­gamber tarafından hoş karşılanmamış ve azarlanmasına yol açmıştır.

7- Ebû Saîd el-Hudrî'nin (ö. 64) naklettiğine göre, Rasûlullah (s.a.v.), Hz. Ali'nin Yemen'den gönderdiği bir miktar külçeyi, Uyeyne b. Bedr, Akra' b. Habis, Zeyd el-Hayl ve Alkame veya Amir b. Tufeyl'den oluşan dört kişi arasında taksim et­mişti. Bunu gören ashabından biri, "Biz buna onlardan daha müstehak idik" de­di. Rasûlullah'a bu söz ulaşınca

"Sabah akşam bana semadan vahy geldiği ve göktekiler bana güvendiği halde siz bana güvenmiyor musunuz?!" diye onlara si­tem etti. Bunun üzerine göz çukurları içeri gecik, yanakları dışa çıkık, alnı açık, sakalı gür, başı tıraşlı, elbisesi sıvanmış bir adam kalkıp "Allah'tan kork ey Al­lah'ın Rasulü!" dedi. Hz. Peygamber

"Yazıklar olsun sana, yeryüzünde Allah'tan korkmaya en layık kişi ben değil miyim?" buyurdu. Sonra adam dönünce Halid b. Velid (ö. 21) "Ya Rasulallah! (izin ver) şunun boynunu vurayım! dedi. O,

"Ha­yır, belki o namaz kılıyordur" buyurunca, Halid, "Nice namaz kılan var ki, kalbin­de olmayanı diliyle söyler" uyarısında bulununca Hz. Peygamber

"Ben insanların kalplerini delmekle, içlerini yarmakla emrolunmadım" buyurdu. Sonra adam gi­derken arkasından bakan Hz. Peygamber,

"Bunun neslinden öyle bir kavim türeyecek ki, çok rahat Kur'an okuyacaklar ama bu onların boğazlarından aşağıya geçmeyecek. Onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar. [658]buyurdu.

Ebû Said'den gelen başka bir rivayette bu şahsın Temim Oğullarından Zu'I-Huvaysıra olduğu, "Ey Allah'ın Rasulü, adil ol!" deyince, Hz. Peygamber'in

"Ya­zıklar olsun sana! ben adil olmazsam kim adil olacak?!" buyurduğu, bunun üze­rine Hz. Ömer'in, "İzin ver şunun boynunu vurayım" dediği, ancak Hz. Peygam­berin benzer gerekçelerle izin vermediği anlatılmaktadır. [659]

Abdullah b. Mes'ud'un rivayetine göre ise, hadise Huneyn günü (H. 6) yaşan­mıştır. Hz. Peygamber o taksimde Arapların ileri gelenlerini başkalarına tercih edince, orada bulunan bir adam "Vallahi, bu, adalet gözetilmeyen, Allah'ın rızası kasdedilmeyen bir isimdir" demiş, bunu haber alan Hz. Peygamber'in yüzü kıpkırmızı kesilmiş,

"Allah ve Rasulü adil olmazsa, başka kim adil olur?!" dedik­ten sonra,

"Allah Musa'ya rahmet eylesin. O bundan daha çok eziyet görmesine rağmen sabretti" buyurmuştur [660]

İlk rivayette her ne kadar "ashabından biri" deniliyorsa da, bu şahsın kim ol­duğu kesin olarak bilinmemektedir. İbn Hacer, onun ismine vakıf olamadığını söylerken, [661] son rivayetteki şahıs Vakıdî'nin rivayetine göre münafıklardan Muattib b. Kuşeyr el-Amri'dir. [662] İkinci rivayette zikredilen Zu'l-Huvaysıra'nın ise, Hurkûs b. Zuheyr es-Sâidî [663] olduğu söylenmektedir. [664] "Rivayetin tarihî bibliyografyasını veren Wellhausen, Hurkûs b. Zuheyr isimli bu Temîmî'nin, haki­katte tamamen meçhul bir şahsiyet olduğunu, rivayetin de esâtîri bir kıssa hü­viyetinde bulunduğunu, asıl hedefin, İslam'ın prensiplerinde gösterdikleri teşeddüt (aşırılık) yüzünden, tenkidleriyle, bizzat Peygambere tecavüze kadar varan Haricîleri haklı olarak tenkid etmek olduğunu belirtmektedir." [665] Hz. Peygambe­re karşı münafıklardan veya bedevilerden böylesi sert tepkilerin gelebilmesi im­kan dahilinde olmakla birlikte, özellikle bu itirazın akabinde anlatılan ve her yö­nüyle Haricîleri tavsif edip adeta resmeden son kısmını oldukça ihtiyatla karşılı­yoruz. Haberin bizi ilgilendiren ve aynı zamanda kabul edilebilir yanı, bir şahsın Hz. Peygamberin taksimine gayet ölçüsüz bir üslupla itiraz etmesi ve bu şahsın sahabî olup olmadığıdır.

Hemen belirtelim ki, Hz. Peygambere bu kadar ağır ve kaba bir şekilde itiraz eden mezkur şahıs, ister İbn Mes'ud ve Hz. Ömer'in niteledikleri gibi bir müna­fık olsun, isterse Wellhausen'in dediği gibi, tamamen meçhul birisi olsun, neti­cede bizim benimsediğimiz sahabe tanımının dışında kalmaktadır. Veya çok iyimser bir tahminle bu zat bir çöl bedevisi bile olsa, biz onu sahabeden ayrı mütala etmeyi tercih ediyoruz. Nitekim Yüce Allah da, zekatların dağıtımı hususun­da bedevilerin Hz. Peygambere dil uzattıklarından söz etmektedir. [666] Hatta Hz. Peygamberi fazla tanımayan, sünnetten yeterince nasiplenmemiş bazı bedevile­rin, bu tür ortamlarda onu fiilen taciz ettikleri dahi rivayet edilmiştir. [667] Dolayı­sıyla bedevilerin en karekteristik özelliği olan bu sert tutum ve kaba davranışlar sebebiyle, sahabeye bu konuda herhangi bir tarizde bulunulması kabul edile­mez. Elbette sahabeden de belli eleştiriler ve itirazlar gelmiştir. Ancak sahabenin ya haklı, ya da mazur olduğu bu tavırlarında bile bir ölçü mevcuttur. Bu sebep­le Hz. Peygambere karşı bedevilerin bu tür olumsuz davranışlarının, sahabenin davranışlarıyla karıştırılmaması gerektiği kanaatindeyiz.

Buraya kadar verdiğimiz misallerden sahabenin, Hz. Peygamberin davranış­larının içyüzünü kavrayamadıkları veya meseleyi tam olarak anlayamadıkları ya da maslahata muvafık görmedikleri zaman gayet samimi ve tabiî bir şekilde ona itiraz ettikleri anlaşılmaktadır. Onlann itirazlarındaki gaye veya temel espri, İs­lam'ın ve müslümanların menfaat ve maslahatını temin etmek, maddî ve mane­vî gelebilecek zararlara mani olmak, ümmeti daha iyi ve ideal olan davranışlara sevk etmekti. Hz. Peygamberi çok iyi tanıdıkları için sahabe böylesi durumlarda hiç çekinmeden, gayet açık ve cesur bir şekilde ona itiraz edebilmekte; Rasûlullah (s.a.v.) da onların iman, ihlas ve niyetlerinin yanısıra, mizaçlarını ve psikolojile­rini fazlasıyla göz önünde bulundurduğu için onlardan bazılarının itirazlarını makul bulup kabul etmekte, diğer bazılarını ise mazur görüp, anlayışla karşıla­yabilmektedir. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber bu tavırları sebebiyle sahâbîlerin itirazlarından pek rahatsız olmamış, onlara gücenmemiştir.

Oysa münafıkların itirazlarında içlerine gömdükleri İslam'a karşı kin ve düş­manlık, bedevilerin itirazlarında ise daha çok çıkarcılık duyguları yatmaktadır. Diğer bir ifade ile, Hz. Peygambere karşı itirazlarda sahabe, İslam'ın lehinde; mü­nafıklar aleyhinde, bedeviler ise, kendi egoları istikametinde tavırlar sergilemiş­lerdir.

 

d- Sahabenin Hz. Peygambere İtaatta Gecikmeleri

 

Araştırmamız esnasında Hz. Peygambere karşı sahabede gördüğümüz bir ta­vır da onun bazı talimat ve emirlerini yerine getirmede zaman zaman gecikmele­ridir. Bir bakıma, bu, itirazın eyleme dönüşmüş şeklidir. Ancak onlar her ne ka­dar ilk anda emre imtisal etmede veya kısa bir süre içinde ona itaat etmede gecikseler de, onun israrını ve kararlılığını, emrin kesinliğini görünce itaattan geri kalmamışlardır. Bununla ilgili rastladığımız birkaç misal verelim:

1- Hz. Peygamber, Bedir Savaşı öncesinde ashabından kendisine katılan üç-yüz kişi ile Şam'dan gelen Ebû Sufyan başkanlığındaki ticaret kervanını vurmak istemişti. Ancak bunu haber alan Ebû Sufyan, güzergâhını değiştirdiği gibi, Kureyş'ten de bin kişilik bir ordunun çıkmasını sağlamıştı. Bu durumda sahabe ya kervanla ya da orduyla karşılaşacaktı. Özellikle hiç yoktan bir savaş ihtimali, sahabenin bir kısmında rahatsızlık ve isteksizlik doğurmuştu. Hatta Yüce Allah onlara bu iki taifeden birinin, yani kervan veya Kureyş'in onların olacağını vadediyor olmasına rağmen, onlar güçsüz olan kervanı istiyorlardı. O kadar ki, hak or­taya çıktıktan sonra bile, sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi Hz. Peygamberle tartışmışlardı, [668] Medine'den çıkarken kervana diye çıkan ve savaş niyetleri olmayan sahabe, ilk defa ve bin kişilik bir ordu karşısında savaşmakla karşı karşıya kalacaklarını anlayınca bir hayli tereddüt etmişler, isteksizliklerini dışa vurmuşlardı. Çünkü onlar böyle bir savaşa hem psikolojik olarak, hem de sayı, silah ve süvari olarak yeterince hazır değillerdi. Bu sebeplerden dolayı, sa­vaşı istemediklerini dile getirmişler, bu hususta Hz. Peygamberle mücadele etmişlerdi. Fakat biraz gecikerek de olsa sonradan ikna olmuşlar ve korktukları sa­vaşa razı olmuşlardı. Bunu sağlamada Hz. Ebû Bekir (ö. 13), Ömer (ö. 23), Mikdad b. Amr (ö. 33) ve Sa'd b. Muaz (ö. 5) gibi sahâbîlerin cesaret verici konuşmalarının da payı olsa gerektir. Nitekim Mikdad, "Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın sana gösterdiği şeyi yerine getir, biz seninle beraberiz. Biz, İsrail Oğullarının Hz. Mu­sa'ya dedikleri gibi 'Sen ve Rabbin gidin savaşın! Biz burada oturacağız' demeye­ceğiz" derken, Sa'd da "Biz sana inandık, tasdik ettik, getirdiğinin hak olduğuna şahitlik ettik, bu uğurda sana itaat edeceğimize, seni dinleyeceğimize dair ahd u misak verdik, şu halde sen istediğini yap, biz seninle beraberiz. Seni hak olarak gönderene yemin ederiz ki, eğer bizi denize sürsen, seninle birlikte biz de dalarız ve bizden bir kişi bile ayrılmaz. Artık yarın düşmanla karşılaşmaktanda çekin­memekteyiz" demişti. [669]

Hazırlıksız bir şekilde savaşa girmek durumunda kalan bazı sahâbîlerin baş­langıçtaki bu bocalama, tereddüt ve tartışmalannı tabii karşılamak lazım gelir. Özellikle de bunun ilk tecrübe olacağı düşünülecek olursa, elbette birer insan olarak sahabe, Hz. Peygamberle birlikte olmalarına ve ilahî va'de rağmen, ilk etapta acı bir tecrübe yaşamaktan çekinmişlerdi. Ama sonradan bu tereddüt ye­rini itaata, teslimiyete bırakmış ve vadedildiği üzere Allah'ın yardımı ve zafer on­ların olmuştur. [670]

2- Rasûlullah (s.a.v.) Hudeybiye'de müşriklerin ileri sürdüğü şartlar kabul ede­rek antlaşmayı imzalamıştı. Yapılan antlaşma gereği müslümanlar, bu sefer Ka­be'yi ziyaret edemeyecekler ve geri dönecekler, ancak ertesi sene üç günlüğüne kısa bir ziyaret gerçekleştirebileceklerdi. Antlaşmanın yazılması tamamlandıktan sonra Rasûlullah (s.a.v.) ashabına;

''Kalkın, kurbanlarınızı kesin, sonra da tıraş olun!" buyurdu. Haberin ravileri olan Misver b. Mahreme (ö. 64) ile Mervan b. Hakem [671] (ö. 65) diyor ki: "Vallahi o bunu üç defa tekrarladıysa da onlardan hiçbir kimse kalkmadı. Kimse kalkmayınca, kendisi kalkıp Ummu Seleme'nin (ö. 59) yanına girdi ve ona insanlardan karşılaştığı bu durumu haber verdi. Ummu Seleme "Ey Allah'ın Peygamberi, bunu yapmak istiyor musun? Çık ve kendi kurbanını kesinceye ve berberini çağırıp tıraşını oluncaya kadar onlardan kimseyle konuşma!" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber kalktı, dışarı çıktı ve kimseyle konuşmadan kurbanını kesti, tıraşını oldu. Onun bunları yaptığını görünce sahabede kalkıp kurbanlarını kestiler ve birbirlerini traş etmeye başladılar ama, neredeyse keder­den birbirlerini öldüreceklerdi!" [672]

Daha önce Hz. Ömer'in bu antlaşmaya itirazından söz ederken belirttiğimiz gibi, bu olayda sahabe, Hz. Peygamberin, rüyasına dayanarak onlara müjdeledi­ği Kabe'yi ziyaret va'dine tam olarak inanmaları, ona güvenmeleri, Mekke'ye ve Kabe'ye yıllardır özlem duymaları ve bu beklentilerin akabinden, yapılan antlaş­ma ile hayal kırıklığına uğramaları ve özellikle şartların tamamen aleyhlerinde gözükmesi sonucu ciddî bir moral bozukluğu içerisinde Hz. Peygamberin ilgili emrine imtisalde biraz gecikmişlerdir. Hiç şüphesiz onlan böyle bir tavır göster­meye iten en önemli etken; onların bu hasretleri, suküt-u hayale uğramaları, hiç beklemedikleri bu engellemelerle karşılaşmanın sonucu o anda yaşadıkları halet-i rûhiyeleri, bir anlamda şok hali, kısaca tepki psikolojisidir. İkinci önemli bir sebep veya etken de onların antlaşmayı feshedecek, ziyaretin tamamlamasını sağlayacak bir vahyin inmesi ihtimali ve ümidi ile, [673] nebevi emre imtisalde ağır­dan almış olmalarıdır. Zira onlar, Hz. Peygamberin, aldığı bazı kararlardan son­ra gelen vahiylerle itab edildiğini, bu kararların bazısının Allah tarafından düzel­tildiğini, bazı davranışlarına ise müsade edilmediğini bilen, hadiselere bizzat şahit olan kimselerdi. Müslümanların onur ve izzetinin muhafazası, Kabe gibi şe­refli bir mekanın ziyareti gibi manevi değerler uğruna bu gecikme, acaba yeni bir ilahî mesajın inmesine sebep olabilir miydi? Hz. Ömer gibi bazı sahâbîlerin bü­tün itirazlarına rağmen önlenemeyen bu anlaşma, acaba gelmesi muhtemel bir vahy ile önlenebilirmiydi? İşte sahabe bu duygu ve düşüncelerle, bu ümitlerle şimdiye dek pek yapmadıkları bir şeyi yaptılar ve Hz. Peygamberin mezkûr emri­ne, üç kez tekrarlamasına rağmen imtisal etmediler. Çünkü onlar hâlâ ümitleri­ni yitirmiş değilerdi.

Hz. Peygamber de, onların, emrini duydukları halde buna uymayıp sadece yüzüne bakmalarına bir hayli kızmış, eşinin [674]yanına gelmiştir. Ancak sahabî hanımların fakihlerinden sayılan eşi Ummu Seleme'nin [675]tavsiyesiyle, Hz. Peygamberin, emrettiği bu hususları önce fiilî olarak kendisinin yapması, bu emrin artık tamamen kesinleştiğini, değişme ihtimalinin kalmadığını göstermiş oldu ve bunu gören sahabe bu halet-i ruhiye içerisinde de olsa, sonunda ona uydular.

Burada dikkatimizi çeken bir husus, Hz. Peygamberin fiilinin, onun kavlin­den daha etkili ve de bağlayıcı olduğudur. Bu noktayı çok iyi tespit ederek Hz. Peygambere çözüm yolu gösteren Ummu Seleme'nin tavsiyesinde yatan temel espri budur. Sahabenin Hz. Peygamberin fiiline derhal ittiba etmeleri, gerçekten onların, nebevi emrin gelebilecek bir vahy ile değişeceğini ümit ettiklerini, gecikmenin onun şahsına karşı bir itaatsizlik olmadığını, sadece bu emrin kesinleş­mesini beklediklerini göstermektedir.

3- Hac yolculuğu esnasında Hz. Peygamber, bazı sahâbîlere, kurbanlık deve­lerine binmelerini emretmesine rağmen, bazıları o hayvanların kurbanlık olduğu­nu söyleyerek binmemişler, Hz. Peygamber iki üç defa tekrarladıktan ve nihayet

"Yazıklar olsun sana! Kurbanlık da olsa bin!" buyurarak azarladıktan sonra binmişlerdir. [676]

Hz. Peygamberin

"Binek buluncaya kadar kurbanlığa güzellikle binin!" [677] bu­yurarak, ihtiyacı olan kimselere kurbanlarına binme hususunda açıkça ruhsat vermiş olmasına rağmen, o şahsın buna yaklaşmaması, kafasında cahiliyyeden kalma "kurbanlığa binilmez" anlayışının [678] henüz silinememesinden kaynaklan­maktadır. Zaten Hz. Peygamberin bu hususta ısrarla tekrar tekrar emretmesi de, bu cahilî inancı yıkmaya, ihtiyaç halinde buna ruhsat vermeye yönelikti. Bura­da da yine Hz. Peygamberin şahsına itaatsizlik sözkonusu olmayıp, cahiliyye kaynaklı da olsa kurbanlığa binmeyerek ona şefkat ve hürmet gösterme gibi bir mazeret mevcuttur. Ancak Hz. Peygamberin bu konudaki ısrarı ve kararlılığı ne­ticesinde, geç de olsa, ilgili emir yerine getirilmiştir.

4- Buna benzer bir durum da haccın umreye çevrilmesi hususunda yaşan­mıştır. Sahabe hacca diye niyet ettikleri halde, Hz. Peygamber Mekke'ye varınca onlara ihramlarından çıkmalarını, umre yapmak suretiyle, temettü haccı yapma­larını emretmişti. Ancak onlar "Biz sadece hacca diye niyetlendiğimiz halde, bu­nu nasıl temettuya çevirebiliriz?" diyerek mukabelede bulundular. Hz. Peygam­ber;

"Ben size neyi emrediyorsam onu yapın! Şayet kurban getirmiş olmasaydım, mutlaka ben de size emrettiğim gibi yapardım. Fakat artık bana kurbanımı yerine ulaştırmadıkça ihramın getirdiği haramları yapmak helal olmaz" buyurdu ve bu­nun üzerine sahabe emrin gereğini yaptılar. [679]

Başka bir rivayette ise Hz. Peygamberin kızgın bir şekilde Hz. Aişe'nin yanı­na girdiği, bunu gören Aişe'nin "Ey Allah'ın Rasûlü, Allah seni kızdıranları ateşe atsın!" dediği, Hz. Peygamberin de ona insanların, bu emri karşısında (âdeta) te­reddüt ettiklerini haber vermiştir. [680]

Sahabenin bu gecikmesinde de benzer sebepler mevcuttur. Herşeyden önce onlar hacca diye niyet etmişlerdi ve son anda niyetin değiştirilmesine şaşırmış­lardı. Sonra zihinlerinde, hac mevsiminde umre yapmanın dünyanın en çirkin iş­lerinden olduğu şeklinde cahili bir şartlanmışlık ve inanç vardı [681]ve onlar bunu bir anda kabullenmede zorlanmışlardı. Ayrıca Hz. Peygamberin yaptığı hacca uy­mak gibi bir gerekçe de zikredilebilir.

Bu misallerde sahabenin Hz. Peygambere itaatta gecikmelerinde doğrudan onun şahsına yönelik bir hoşnutsuzluk veya itaatsizlik görülmemektedir. Hz. Peygamberin ansızın buyurdukları bu emirler karşısında sahabe, gerek zihnî ve gerekse fiilî olarak hazırlıklı olmadıkları için veya iç yüzünü kavrayamadıkları bazı nebevi emirlerin vahyle tashih edileceği beklentisinde oldukları için, yahut da cahiliyye döneminden kalma bazı inanç ve anlayışlarına ters düşen bu emir­leri ve gereklerini kabullenmede ister istemez zorlandıkları için bir miktar tered­düt etmişler, emre imtisalde gecikmişlerse de. Hz. Peygamberin kararlılığını ve emrin değişmeyeceğini anladıktan sonra derhal ona itaat ve ittiba etmişlerdir.

 

e- Sahabenin Hz. Peygamberin Sözünü Dinlememeleri

 

Kur'an'da Allah'a ve Rasûlüne itaat etmekle emrolunan müminler, [682] aynı şekilde Allah ve Rasûlüne karşı isyan etmekten de nehyedilmişlerdir [683]Yüce Al­lah şu ayetleriyle müminleri Hz. Peygambere karşı gelmekten, ona muhalefet et­mekten sakındırmaktadır:

"Kim kendisine doğru yol belli olduktan sonra Rasûl'e karşı gelir ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bı­rakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!" [684]

"Peygamberin çağırmasını, aranızda herhangi birinizin çağırması gibi tutma­yın... Artık o (Allah Rasulü)'nün emrine aykın davrananlar, kendilerine bir belanın çarpmasından, yahut onlara acı bir azabın uğramasından sakınsınlar." [685]

Bu ilahî ikazların ilk muhatapları olan sahabe, Allah'a ve Rasûlüne itaatları teslimiyyetleri ile rıza-i Bârî'ye, Kur'anî övgüye mazhar olmuş bahtiyar insan­lardır.  [686]Ancak insan olmalan hasebiyle, zaman zaman onlar da Hz. Peygambe­rin bazı emir ve yasaklarını çeşitli sebeplerden dolayı yerine getirmeyip, bir an­lamda onun sözünü tutmayabilmişlerdir. Daha çok Hz. Peygamberin verdiği bir talimatı dinlememe şeklinde gerçekleşen bu tavırlann bir kısmı zahiren muhale­fet gibi gözükse de neticede kabul görmüş olumlu davranışlardır. Bir kısmındada her ne kadar itaat yoksa da, "emir" veya "nehy" formu olmasına rağmen, bağ­layıcı olmayan, dolayısıyla yerine getirilmediği takdirde itaatsizlik ya da isyan sa­yılamayacak bazı davranışlar mevcuttur. Diğer bir kısmında ise belli mazeretleri olsa da, neticede Hz. Peygamberin direktiflerine uymama, onun emrini yerine ge­tirmeme, yasağını delme, talimatını ihlal etme gibi bazı olumsuz tavırlar söz ko­nusudur. Sırasıyla bunları misallendirmemiz yerinde olacaktır.

1- İslamî davetin henüz açığa vurulmadığı günlerde Hz. Peygamberi işiten Ebû Zerr (ö. 32), O’nu görmek üzere Mekke'ye gelmiş, yaptıkları gizli görüşmede müslüman olmuştur. Hz. Peygamber ona İslam'ı talim ve telkin ettikten sonra;

"Ey Ebü Zerr, bu işi gizli tut ve memleketine dön! Sonra bizim ortaya çıkışımızın ha­berini alınca gel!" diye tenbihlemişti. Daha orada Ebû Zerr, Hz. Peygambere "Se­ni hak olarak gönderene yemin ederim ki, ben o kelimeyi onların tam ortasında haykıracağım" demiş ve sonra da Kabe'ye varıp Kureyş'lilerin ortasında dediğini yapmış, onlardan adeta ölünceye kadar dayak yemiş, kendisini Abbas kurtar­mıştır. Hatta aynı sahneler ertesi gün tekrar yaşanmıştır. [687]

2- Uhud Savaşında iki taraftan sıkıştırılınca bir hayli zayiat verip, bozguna uğrayan İslam ordusu dağa tırmanmıştı. Ebû Sufyan yüksekçe bir yere çıkıp "İçi­nizde Muhammed var mı? Ebû Bekir var mı? Ömer varmı?" diye tek tek sormuş, Hz. Peygamber de her seferinde;

"Ona cevap vermeyin" diye emir buyurmuştu. Bu emir gereği sahabe cevap vermeyince Ebû Sufyan "Onlar mutlaka öldürüldü­ler, şayet sağ olsalardı mutlaka cevap verirlerdi!" deyince Hz. Ömer kendine ha­kim olamamış ve "Yalan söylüyorsun ey Allah düşmanı! Allah seni hüzünlendirecek kadarını senin için sağ bıraktı" diye cevap vermişti. [688]

3- Hudeybiye Musalahası'na "Allah'ın Rasûlü Muhammed..." şeklinde yazıl­masına Mekke'liler "Biz senin Allah Rasûlü olduğunu bilseydik, hiç bir şekilde engel olmazdık, sen Muhammed b. Abdullah'sın" diyerek itiraz ettiler. Buna ce­vaben Hz. Peygamber;

"Ben hem Allah'ın Rasûlüyüm, hem de Muhammed b. Abdullah’ım” dedikten sonra Hz. Ali'ye "Rasûlullah kısmını sil!" buyurdu. Ancak Hz. Ali "Hayır vallahi, ben onu asla silmem!" demişti. [689]

4- Birgün Rasûlullah (s.a.v.) aralarını sulh etmek için Amr b. Avf Oğullarına gi­dince, namaz vakti girmiş, Hz. Ebû Bekir halka namazı kıldırmaya başlamıştı. Biraz sonra gelen Hz. Peygamber, kendisini gören Ebû Bekir'e yerinde kalması­nı işaret etmişse de, o derhal geri çekilmiş ve Rasûlullah (s.a.v.) öne geçmişti. Namaz­dan sonra Hz. Peygamber;

"Ey Ebû Bekir, sana emrettiğim halde orada kalmana mani olan ne idi?" diye sorunca o "Ebû Kuhâfe'nin oğluna Allah Rasulünün önünde namaz kılması yakışmaz" diye cevap vermişti. [690]

5- Rasûlullah (s.a.v.) hasta bir hanımın durumunu sormuş,

"Ölürse bana haber verin" demiş, ancak onlar geceleyin vefat eden bu hanımı kendileri defnetmişler ve ona haber vermemişlerdi. [691] Başka bir rivayete göre, onlar haber vermek üzere Hz. Peygambere gelmişler, fakat gerek onu uyandırmak istemediklerinden, gerekse ge­ce karanlığı sebebiyle bir zarar gelir korkusuyla onu uyandırmamışlardı. [692]

6- Rasûlullah (s.a.v.) bir  gece Hz. Ali ile Fatıma'nın evine gelip onlara;

"Namaz kılmayacak mısınız?" diye seslenince Hz. Ali, "Ey Allah'ın Rasûlü, canlarımız Al­lah'ın elinde, O bizi diriltmek istediği zaman diriltir" cevabını vermişti. Bunu du­yan ve ona cevaben birşey söylemeyen Hz. Peygamber, dönüp giderken hem eli­ni dizine vuruyor, hem de;

"İnsan ne kadar da çok cedelcidir!" [693] diyordu. [694]

7- Hz. Peygamber ashabının birbirini şikayet etmelerini yasaklamış olması­na ve İbn Mes'ud da bunu çok iyi bilmesine rağmen, onun mal taksiminde Al­lah'ın rızasını ve ahireti gözetmediğini söyleyen şahısları gidip ona haber vermiş­tir. [695]

8- Hz. Peygamberin Mekke'ye yaptığı bir yolculukta insanlar oruç tutmakta zorlanmışlar ve gözlerini ona dikmişlerdi. Bunu üzerine Hz. Peygamber ikindiden sonra bir bardak su istemiş ve herkesin gözleri önünde içmişti. Onu gören bazı­ları derhal orucu bozarken, bazıları da oruca devam etmişlerdi. Hz. Peygamber bazılarının oruç tuttuğunu duyunca;

"Onlar asilerdir" demişti. [696]

Verdiğimiz bu misallerde, adları geçen sahâbîler Hz. Peygamberin kendile­rine vermiş olduğu ruhsat ve izinleri kullanmak yerine, inandıkları yüce değerler doğrultusunda kendilerine göre en uygun davranışı tercih etmişlerdir. Burada Hz. Peygambere karşı sahabenin bir itaatsizliğinden değil, tam tersine ona say­gı, iman, bağlılık gibi olumlu duygulanndan söz edebiliriz. Burada Hz. Peygam­ber ashabını, onlar da onu düşünmektedir. Ulvî değerlere sahip çıkma adına ya­pıları bu tür davranışlar, kınanacak bir davranış değil, aksine övülecek bir dav­ranıştır. Dolayısıyla burada zahiren onu dinlememe var ise de, gerçek anlamda Kur'an'da yasaklanan tarzda bir itaatsizlik veya isyan sözkonusu değildir.

Özellikle son misallerde sahabe, Hz. Peygamberin söz ve fiillerini bağlayıcı görmemişler, o konularda onun talimat ve tatbikatına rağmen daha rahat hare­ket edebilmişlerdir. Dolayısıyla buradaki tavırları, Hz. Peygamberin sözünü tut­mama, onu dinlememe şeklinde değerlendirebiliriz. Ancak Hz. Peygamber, bu ve benzer hususlarda onlara kızmamış, bu davranışları sebebiyle onları kınamamıştır.

Burada söz dinlememenin de ötesinde nebevi emri ihlal sayılabilecek iki mi­sal daha verelim:

1- Uhud Savaşında Rasûlullah (s.a.v.) Abdullah b. Cubeyr (ö. 3) komutasında bir okçu birliğini, stratejik önemi haiz bir boğazın yamacına yerleştirmiş ve onlara,

"Bizim onları yendiğimizi görseniz bile yerinizden ayrılmayın! Yenildiğimizi görse­niz dahi bize yardıma koşmayın!" diye sıkı sıkı tenbihlemişti. Buna rağmen, müş­riklerin bozguna uğradığını gören bu okçuların birçoğu "ganimet! ganimet!" diye bağırmaya başlamışlar, Abdullah b. Cubeyr, onlara Hz. Peygamberin emrini hatırlatmışsa da, dinlemeyip savaş meydanına inmişler ve neticede hezimete uğra­mışlardır. [697]

Onların bu hareketini Kur'an şu şekilde anlatır:

"Sizler Allah'ın izniyle düş­manlarınızı öldürürken, Allah size olan vadini yerine getirmişti. Nihayet öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığınız galibiyeti size gösterdikten sonra za'fa düştünüz, (Peygamberin verdiği) emir konusunda birbirinizle çekiştiniz ve isyan ettiniz. Ki­miniz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra Allah sizi denemek için onlar(ı yenme)den alıkoydu. Ama yine de sizi affetti." [698]

Hz. Peygamberin, bu okçu birliğine kesinlikle yerlerini terketmemeleri direk­tifini vermesine rağmen, onların çoğu, ganimet sevdasıyla, herşeyin bittiğini, maksadın hâsıl olduğunu zannederek bu emri ihlal etmişler, kazanılmış bir za­ferin hezimetle sonuçlanmasına, yetmiş kişinin şehit olmasına sebep olmuşlardır. Oysa komutanları Abdullah ile birlikte yerlerinde sebat eden okçular ise, "Biz Allah'ın Rasulüne itaat edip, yerlerimizde durur, onun emrini terketmeyiz" diye­rek [699] emre itaati, ahireti ve şehadeti tercih etmişlerdir.

Sibâî'nin dediği gibi, Rasûlullah (s.a.v.)'ın ordunun arkasına yerleştirdiği bu ok­çular, onun emrettiği şekilde yerlerinde kalsalardı, müşrikler onları kuşatamaz ve çarpışmanın başındaki hezimetlerini sonunda zafere çeviremezlerdi. İşte is­yan, bu şekilde fırsatların kaçmasına, düşmanların da zafer kazanmasına sebep olur. Nitekim Allah müminleri Rasul'lerinin emrine muhalefet etmeleri halinde onlan şöylece azab ile uyarmıştır: [700]

"Onun emrine aykırı hareket edenler, başla­rına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsın­lar. [701]

Görüldüğü üzere -bir komutan olarak da olsa- Hz. Peygamberin emrinin ih­lali, Kur'an tarafından dahi isyan olarak nitelendirilmiş ve söz konusu muhale­fet, hiç yoktan bir musibet ve hezimete sebebiyet vermiştir. Fakat Allah, bu vesi­le ile müminleri denemiş, neticede onlara iyi bir ders vermiş ve nihayet herşeye rağmen onlan affettiğini açıklamıştır.

2- Rasûlullah (s.a.v.) Mekke'nin fethi için hazırlıklara başlamış, ancak bunu ga­yet gizli tutmuş, hatta Kureyş'e herhangi bir casus veya haberin ulaşmaması için dua etmişti. [702] Ancak, Hâtıb b. Ebî Beltaa (ö. 30), Kureyş'e bir mektup yazarak Hz. Peygamberin Mekke'ye savaş için hazırlandığını haber vermek istemiş ve mektubu bir kadınla göndermişti. Bu durumdan haberdar olan Hz. Peygamber, Hz. Ali ve Zubeyr'i göndererek kadını yakalatmış, mektubun ulaşmasına mani ol­muştu. Bu faaliyetinin ortaya çıkması üzerine Hâtıb, kendisinin Kureyş'te bir sı­ğıntı olduğunu, diğer muhacirlerin ailelerini ve mallarını koruyacak akrabaları olduğu halde, kendi ailesini himaye edecek yakınları bulunmadığını, bununla onlar nezdinde yakınlarını koruyacak bir eli olmasını arzuladığını, bunu dinin­den dönmek, İslamdan sonra küfre rıza göstermek kasdıyla yapmadığını söyle­miştir. Hz. Peygamber onun doğru söylediğini belirtmiş, münafık olduğu gerek­çesiyle boynunu vurmak için izin isteyen Hz. Ömer'e de, onun Bedir Savaşına ka­tıldığını söyleyerek müsade etmemiştir. Bu olay üzerine şu ayetlerin indiği belir­tilmektedir: [703]

"Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri velî­ler edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkar ettikleri ve Rabb'iniz Allah'a inandığınızdan dolayı, Rasülû ve sizi (yurdunuzdan) çıkardıkları halde, siz onlara sevgi ulaştırıyorsunuz. Şayet benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için çıkmışsanız, (nasıl olup da) içinizde onlara sevgi besliyorsunuz? Oysa ben sizin gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz herşeyi bilirim. Sizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.”

[704]

Burada da Rasûlullah (s.a.v.)'ın fetih için yapacağı seferi Mekke'lilere bildirmek isteyen Hâtıb'ın Hz. Peygamberin genel emrine muhalefet ettiğini, bu hareketi sebebiyle yukarıdaki ayetlere konu olduğunu, dolayısıyla hem onun, hem de bü­tün müminlerin bu konuda uyarıldığını görmekteyiz. Hâtıb'ın bu davranışı, her ne kadar Mekke'deki ailesinin himaye edilmesini temin gibi bir mazerete mebni ise de, neticede bunun söz konusu emre aykırı bir davranış olduğunda şüphe yoktur. Ancak hedefine ulaşmadan engellenen onun bu girişiminin akîdevî bir boyutu olmayıp da, sadece böyle ailevî bir sebebe dayanmış olması, onun doğru söylemesi ve özellikle de İslam'ın ilk savaşı olan Bedr Savaşı'na katılmış olması, Hz. Peygamberin onu affetmesine yetmiştir.

Hz. Peygamberin emrine muhalefet sadedinde dikkatimizi çeken bu iki misal dışında bazı zayıf haberler de mevcut ise de, [705] biz sadece bunları zikretmekle yetiniyoruz. Görüldüğü gibi bu misaller de savaşla, yani Hz. Peygamberin komu­tanlık yönüyle ilgilidir. Ancak böylesi konulardaki muhalefetler hakkında dahi ayetlerin inmesi, oldukça önem taşımaktadır.

Yukarıdan beri zikrettiğimiz -ister medhi, isterse zemmi gerektirsin- Hz. Pey­gamberin söz ve emrine aykırı bu davranışlarda hiçbir şekilde onun şahsını ren­cide edecek, gerek bir Peygamber olarak ve gerekse bir lider veya komutan ola­rak onun otoritesini zedeleyebilecek -mutlak anlamda- bir itaatsizlik veya isyan sözkonusu değildir. Yirmi üç yıllık risalet dönemi içerisinde sahabeden Hz. Pey­gambere karşı sadır olan eleştiri, itiraz, itaatta gecikme ve nihayet birkaç söz din­lememe ve emri ihlal şeklindeki bu davranışlar, aslında sahabenin Hz. Peygambe­rin otoritesini ne kadar tanıdıklarını, ona karşı ne denli bağlı ve saygılı oldukları­nı gösterir. Şu halde araştırmamız boyunca rastladığımız bu misaller, Hz. Pey­gamberin sahabe nezdinde sarsılmaz bir otoritesinin ve fevkalade güçlü bir kariz­masının bulunduğunu göstermek için yeterlidir. Bütün bunlar risalet boyunca, yüzlerce sahabe içerisinde sadece bazılarından südûr etmiş istisnaî davranışlar­dır. İstisnalar ise kaideyi bozmadıkları gibi, tam tersine kaideyi güçlendirir.

Verdiğimiz bu misaller, Rasûl ile ashabı arasında oldukça tabiî ve samîmi bir diyolog olduğunu gösterir. Ayrıca ashabın bu tavırlarından, onların Allah Rasûlü karşısında bile ne derece geniş bir fikir hürriyeti ve tenkit zihniyeti içerisinde oldukları anlaşılmaktadır. Onlar, zaman zaman Hz. Peygamberin künhünü kav­rayamadıkları veya kabullenemedikleri bazı beklenmedik davranışlarını sorgulayabilmişlerdir. Hz. Peygamberin onlara gösterdiği engin hoşgörü ve anlayış doğ­rultusunda sahabe, Kur'an ve sünnete dayalı bilgileri, sahip oldukları muhake­me güçleri sayesinde Hz. Peygamberin bir takım emirleri ve kararlarına eleştiri ve itiraz yöneltecek medenî cesareti gösterebilmişlerdir. Karşılıklı güven ve anla­yışa dayalı bu tavırlar, sahabenin ona olan iman, itaat ve ittiba anlayışlarından hiçbir şey eksiltmemiştir.

Biz, sahabede, cahili peygamber telakkisinden arınmış, Allah ve Rasûlünün yaşayarak takdim ettiği ve bizim için de ideal bir Peygamber telakkisi görmekte­yiz. Sağlıklı bir Peygamber telakkisine sahip olmak istiyorsak, Kur'an ve Rasûl'ün muhatapları olan ashabın bu Peygamber anlayışı bizler için belirleyici bir ölçü niteliğini taşımalıdır.

Hz. Peygamberin vefatından itibaren başlayan ve her asırda birçok inanç, kültür ve medeniyetlerle karşılaşan müslümanların sahabe asrından uzaklaştık­ça, Kur'ânî bir Peygamber anlayışından da uzaklaştıkları malumdur. İster rah­met elçisine olan aşk, muhabbet ve hasret sebebiyle olsun, isterse farklı din ve kültürlerden etkilenerek olsun, ilerleyen asırlarda ümmet, maalesef daha çok duygusal, muhayyile gücüne dayalı efsanevi, esrarengiz, neredeyse beşeri hüvi­yetinden tecrit edilmiş, âdeta melekleştirilmiş bir Peygamber anlayışı sergilemiş­lerdir. Zaman içerisinde bu anlayışların rivayetlere dönüşmesi de fazla gecikme­miştir. Neredeyse her asırda, her bölgede Hz. Peygamber hakkında farklı bir sîret, farklı bir edebiyat, farklı bir kültür oluşmuştur. O kadar ki, sahabedeki Kur'an ve sünnete dayalı saf Peygamber anlayışı ile tabiûn dönemi Peygamber anlayışı bile birbirinden farklılık arzetmektedir. Aynı şekilde ikinci asrın Peygam­ber anlayışı başka, üçüncü asrınki daha başkadır. Daha sonraki asırlardan gü­nümüze kadar anlayışlardaki menfî değişim ve gelişimin, tepeden yuvarlanan bir kartopu gibi gittikçe büyüdüğü söylenecek olursa işin vehameti daha kolay anlaşılacaktır.

Günümüzde yazılı veya görsel birçok yayınlarda, fevkalade zengin olan kül­tür, edebiyat ve tasavvuf tarihimizdeki büyük-küçük pekçok şahsiyetin dahi menkıbelerini, kerametlerini ve faziletlerini anlatma adına, onların beşeri özellik­lerinin gözardı edilip, adeta beşerüstü kutsal birer varlık gibi takdim edildikleri­ni esefle görmekteyiz. Dolayısıyla bugün temel eğitimden itibaren yetişen nesille­rimiz, Kur'an'ın, bizzat Hz. Peygamberin ve sahabenin anlattığı Peygamber'i de­ğil; kültür ve edebiyatımızın takdim ettiği, neredeyse herşeyi bilen, herşeyi gören, herşeyi işiten, her an mucizeler göstererek her derde deva olan, her müşkilatı çö­zen bir Peygamberi öğrenmektedirler.

Asıl üzücü olan taraf ise bu anlayışların kısmen temel kaynaklarımıza bile girebilmiş olmasıdır. Bu sebepledir ki, bu kanaatlerin bir kısmı öteden beri nasıl Hz. Peygambere izafe edilerek rivayet şeklinde nesilden nesile aktanlmışsa, aynı şey fazlasıyla sahabeye izafe edilerek de yapılmıştır. Dolayısıyla temel kaynakla­rımızdan yararlanırken dahi, rivayetlerin sıhhatini tesbit etmede, sağlamasını yapmada Kur'an'ın ortaya koyduğu Peygamber tipolojisi, bizim için en vazgeçil­mez bir mihenktaşıdır. Bunun arkasından Hz. Peygamberin sahih hadislerle ge­len kendi tavsif ve takdimleri, üçüncü olarak ta, yine sahih olarak gelmek şartıy­la sahabenin şehadetleri gelecektir. Bu münasebetle Hz. Peygamberin herhangi bir cephesini araştırırken, mutlak surette Kur'an'dan hareket etme ve mümkün mertebe en erken kayanaklara başvurma ve iyi bir tenkit süzgecinden geçirme zarureti vardır. Erken ve geç dönem kaynaklardaki aynı konular ve hatta aynı hususu işleyen aynı ravilerden gelen rivayetlerin ne kadar farklılık arzettiği gö­rülecektir. Bu münasebetle biz de kaynaklara ve rivayetlere seçmeci ve eleştirel bir yaklaşımla başvurduk. Rivayetlerden gerek senedi ve gerekse metni itibarıy­la mümkün mertebe güvenilir olanlarını tercih ederek sahabedeki Peygamber te­lakkisini ortaya koymaya çalıştık. Bunu yaparken bazı noktalarda yanılmış ol­mamız muhtemel ise de, biz sahabenin sahip olduğu Peygamber anlayışının doğ­ruya en yakın ve en makul anlayış olduğuna inanıyoruz.



[1] Marife, yıl: 1. sayı: 3, s. 153-160. Aynı derginin bir sonraki sayısında ise bu eleştirilere cevabî yazımız yayınlanmıştır.

[2] Bu hususta birçok misali bulabilmek için bkz: Wensinck A. J, Concordance Et Indices De ta Tradition Musulmane, (el Mu'cemu'l-Mufehres li Elfâzi'l-Hadîsi'n-Nebevi) İstanbul- 1986. III. 250-9, S-H-B- maddesi.

[3] Buhâri, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Camiu’s-Sahih, İstanbul-1981, Menâkıbu'l-Ensar 45, IV-225; Fedâilu’l-Ashâb I , IV. 188.

[4] İbn Hişâm, Ebü Muhammed Abdulmelik, es-Sîretu'n-Nebeviyye, tah. Mustafa es-Seka, İbrahim el-Ebyârî, Abdulhafiz Şelebî, Kahire-1955, II. baskı, I. 485.

[5] Buhâri, Fedailu's-Sahabe 6, IV. 201.

[6] Buhârî. a.y. 7, IV. 202-3.; Menakıb 37, IV. 244-5.

[7] Humeydî. Ebu Bekir Abdullah b. ez-Zubeyr, el-Müsned, II. 455. no: 1056. tah. Habiburrahman el-A'zamî. Haydarâbâd-1963.; Buhâri, Menâkıb 25, IV. 175.

[8] Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb, es-Sünen, İstanbul -1981, Tahare 147, I. 130 Ebû Hurey­re'nin sohbet süresi ile ilgili ihtilaf için bkz: İbn Hacer, Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, Fethu'l-Barîu'I-Bâri bi Şerhi Sahihi'l-Buhâri, tah. Muhibbuddin el Hatib, el-Mektebetu's-Selefiyye, Kahire-1407, III. baskı, VI. 704.

[9] İbnu's-Salah. Ebû Amr Osman b. Abdurrahman, Ulumu'l-Hadis. (Mukaddime), Muessesetu'l-Kütübi's-Sakafîyye, y.y.- 1350, s.258. İbnu's-Salah, burada Enes hadisini Müslim'in, Ebü Zur'a'nın huzurunda 15 rivayet ettiğini ve isnadının ceyyid olduğunu hatırlatmaktadır.

[10] İbnu'l-Esir, İzzuddin Ebul-Hasen Ali b. Muhammed el-Cezerî, Usdu'l-Gâbe fi Ma'rifeti’s-Sahabe, Kahire-1970. I. 18.

[11] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, İstanbul 1982, V. 82-3. Abdullah b. Sercis'den gelen bazı hadisleri Asım kendisi rivayet etmiş ve onları Müslim (ö. 261) ve Sünen sahipleri nakletmiştlr. Bkz; Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. Haccac. es-Sahih, tah. M. Fuad Abdulbaki, İstanbul-1981, Hac 250, 426, I. 925, 979; Ebû Dâvûd Süleyman b. Eş'as es-Sicistânî, es-Sünen, İstanbul-1981, Salat 294, no: 1265, II. 49; Tirmizî, Ebü İsa Muhammed b. İsa, es-Sünen, İstanbul-1981, Birr 66, no: 2010, IV. 366.; İbn Mâce, Muhammed b. Yezid el-Kazvini, es-Sünen. tah. M. Fuad Abdulbâkî, İstanbul-1981, Tahare 34, no; 374, I. 17  133

[12] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VII. 6.

[13] Zehebî, Şemsuddin Muhammed b. Osman, Siyeru A'lami'n-Nubelâ, tah. Şuayb el-Arnavut. Huseyn el-Esed, Beyrut-1990, VII. baskı, III. 426.

[14] İbnu'l-Esir, Usdu'l-Ğâbe, I. 19.

[15] İrâkî, Zeynuddin Abdurrahim b. el-Hüseyn, et-Takyid ve'l-İzâh, Muessesetul-Kütübi's-Sekafiyye, y.y.-1350. s. 256.

[16] Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Ali el-Basri, Kilabu'l-Mu'temed fi Usuli'l-Fıkh, tah. Muhammed HamidulIah. Dımaşk-1965, II. 666 7,

[17] Mâzerî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ali  b. Ömer, hakkında geniş bilgi için bkz: el-Mu’lim bi Fevâid-i Müslim, tah. Muhammed eş-Şazelî en-Neyfer, Beyrut-1992, II. baskı, Daru'l-Garbi'l-İslami .Takdim 1-23-104.

[18] İbn Hacer el-İsabe fi Temyizi's-Sahabe, Mısır-1328,1. 10-1. Gönderme yapılan ayet için bkz : A'raf: 7/157.

[19] Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed. el-Mustasfa min İlmi'l-Usûl Bulak-1322, III, I. 165.

[20] Tehânevî. Muhammed Ali el-Faruki, Keşşafu Istilahati'l-Fünun, tah. Lutfi Abdulbedî". Mısır-1977, IV. 200. es-Sahabi maddesi.; Ayrıca bkz: Ensârî, Abdulalî Muhammed b. Nizamuddin, Fevâtihu'r-Rahmût Bulak-1322, II. 158; Curcâni, es-Seyyid eş-Şerif Ali b. Muhammed. et-Ta'rifat, tah. Abdurrahman Umey- Beyrut-1987, s. 172.

[21] İbn Hacer, Fethu-l-Bari, VII. 7.

[22] Hatib, Ebü Bekir Ahmed b. Ali el-Bagdadi. et-Kifaye fi Ilmi'r-Rivaye, tah. Ahmed Ömer Haşim. Beyrut-1986. s. 69.; İbnu'I-Esir, Usdu'l-Ğabe, I. 19.

[23] Buhârî, Fedailu's-Sahabe 1, IV. 188.

[24] İbnu's-Salah, Mukaddime, s. 225.

[25] Misaller için bkz: lraki, Takyid, s.252-3. Aslında Hz. Peygamberi görenlerin faziletine dair bazı merfu ha­berler vardır. Hadisçilerin sahâbiyi tanımlarken bu rivayetleri delil olarak kullandıklarını görmemekle birlikte, onların muhtemelen bu ve benzer rivayetlerden ilham almış olabileceklerini düşünüyoruz. Bu haberler için bkz: Müslim, Fedâilu'l-Ashab 208. II. 1962.; Ahmed. V. 48. 50. 248, 257.: Tirmizi, Menâkıb 57, no: 3858. V. 694. Sadece İbn Kesir'in böyle bir haberi zikrettiğine rastladık. Bkz: İhtişam Ulumi'l-Hadis, tah. A. Muhammed Şakir. Kahire-1979, s. 153.

[26] İbn Hacer, İsabe, I. 7.

[27] Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, Ankara-1988, II. baskı, s. 71.

[28] Mesela bkz: Buhâri. Meğazi 70, V. 118.; Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyame 42, no: 2485, IV. 652.; Ebû Dâvûd. Cihad 163. no: 2758. III. 190.; Ahmed, VI. 8.

[29] Leknevî, Ebu'l-Hasenat Mubammed Abdulhay, Tuhfetu'l-Ahyar bi İhydi Sünneti Seyyidi’l-Ebrar. tah. A.

[30] Verilen bu rakamlar ile ilgili farklı görüşler ve detaylar için bkz: Suyûti, Celaluddin Abdurrahman, Tedribu'r-Ravi fi Şerhi Takribin-Nevevi, tah. Abdulvahhab Abdullatif, el-Medinetu'l-Münevvara-1972, II. 220-1.; İbnus-Salah, Mukaddime, s. 263 vd.: Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, s. 74-6.; Aşık Nevzat. Saha­be ve Badis Rivayeti, İzmir-1981. s. 28-31. ve 116-123.

[31] İbn Kuteybe. Abdullah b. Müslim, ed-Dineverî, Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis. Kahire- t.y. s. 30.

[32]  Bkz: Tirmizî, Kıyame 59, no: 2514. IV. 666-7; Cenne 2, no: 2526.

[33] Araf: 7/157. Ayrıca bkz: Bakara: 2/143. 285; Al-i İmran: 3/68,110: Tevbe: 9/26.

[34] Enlal: 8/64. Yine bkz: Bakara: 2/143.

[35] Tevbe: 9/117.

[36] Fetih: 48/29.

[37] Tevbe: 9/88.

[38] Enfal: 8/74-5 ve ayrıca bkz: 72. ayet.

[39] Haşr: 59/8-10.

[40] Tevbe: 9/100.

[41] Nisa: 4/95-6.

[42] Hadid: 57/10.

[43] Tevbe: 9/120.

[44] Tevbe: 9/99 ve bkz: 102.

[45] Feth: 48/11-2;Tevbe: 9/90.

[46] Hucurat: 49/14, 17;Tevbe: 9/58.

[47] Tevbe: 9/97-8.

[48] İbn Sa'd, Muhammed, et-Tabakât, (Beyrut-1985) adlı eserinde sahabeyi;

1- Bedir'e katılan Muhacirler,

2- Bedir'e katılan Ensar,

3- Bedir'e katılmayan ilk müslümanlar,

4- Fetihten öncekiler,

5- Fetihten sonrakiler olmak üzere 5 kategoriye ayırırken (III. 5. 252. IV. 6, 419.); Hâkim Ebü Abdullah Muham­med b. Abdullah en-Neysaburi ise, onları müslüman oluşları, hicretleri, bey'atleri vb. itibarıyla 12 kategoride ele almaktadır. Bkz: Ma'rifetu Ulûmi’l-Hadis, Beyrut-1980, s. 22-4.

[49] Bkz: İbn Kuteybe. Te'vil s. 30.

[50] Sünnet kelimesinin anlam alanı ve semantik tahlili için bkz: Özsoy, Ömer, Sünnetullah, Bir Kur'an İfa­desinin Kavramlaşması. Ankara-1994, s. 45-54; Görmez, Mehmet, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, Ankara-1997, s. 218-240; Abdulganî Abdulhâlık, Hucciyyetu's-Sunne, Beyrut-19S6, s. 45-51.

[51] Bkz; İbn Manzür, Lisân. III. 2121-6; el-Cevheri, İsmail b. Hammad, es-Sıhâh, tah. Ahmed Abdulgafur Attar, Mısır-t.y., III. 2138-2141; ez-Zebîdî. Muhammed Murtaza, Tâcu'l-Arüs, min Cevâhiri'l-Kâmûs, Mı­sır-1306, V. 242-6; el-Ezheri, Ebû Mansur Muhammed b. Ahmed. Tehzîbu'l-Luga, tah. Ahmed Abdulhalim el Berdûnî, t.y.,y.y.. ed-Darul-Mısrıyye. XII. 298-306: İbnu'l-Esir, Mecduddin Ebu's-Saâdât el-Mübarek b. Muhammed, en-Nihâyefı Garibi'l-Hadis ve'l-Eser, tah. Tahir Ahmed ez-Zâvi, Mahmud Mu­hammed et-Tanahi, Kahire-t.y., II. 409-413.

[52] Bkz: Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu., ter. Salih Akdemir, Ankara-1995, s. 13-4.

[53] Mesela Lebid b. Rabia (ö. 42/662) müslüman olmazdan önce inşad ettiği bir şiirinde şöyle der:

"(O), atalarının sünnetler bıraktığı bir toplumdandır,

Her toplumun bir sünneti, sünnetin de bir önderi vardır." Bkz: İbn Manzür, Lisân, I. 134. (E-M-M mad­desi); Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ensari, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut, t.y.. IV. 216; Ahmed Hasan, The Sünnet- Its Early Concept and Development, Islamic Studies, Pakistan, vol: VII. no: 1, 1968.  Lebid Hakkında bilgi için bkz: İbnu'l-Esir, Usdu'l Ğâbe, IV. 514, no: 4521.

[54] Al-iİmran: 3/137: Nisa: 4/26.

[55] Ahzab: 33/8, 62; Fâtır: 35/43;Gâfir: 40/85; Feth: 48/23.

[56] İsra:717/7.

[57] Erdal: 8/38; Hicr: 15/13; Kehf: 18/55; Fâtır: 35/43.

[58] Özsoy, Ömer, a.g.e., s. 55. Özsoy bu çalışmasında, 4 Nisa 26'daki kullanım dışında bu ayetlerde geçen sünnet tamlamalarının sünnetullah ile anlamdaş kabul edilebileceği görüşündedir. Bkz; a.g.e., s. 61. Kanaatimizce 4 Nisa 26'da peygamberlerin sünnetleri kastedilmektedir.

[59] Bkz: Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu., ter. Salih Akdemir, Ankara 1995.

[60] Humeydî, II. 352-3, no: 805; İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekir Abdullah b. Muhammed. el-Kitabu'l- Musannef. tak. Kemal Yusuf el-Hut, Beyrut-1989, II. 350, no: 9802-3; Müslim, Zekat 69,1. 704-5, İlim 15, III. 2059; Nesâî, Zekat 64, V. 75-7; Ahmed IV. 357. 359, 361; İbn Mâce, Mukaddime 14, no: 203. 207,1. 74-5; Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman, es-Sunen. İstanbul-1981, Mukaddime 44, s. 130-1.

[61]  Mamer b. Râşid. Kitabu'l-Câmi', (Abdurrazzâk, Ehû Bekir Abdurrazzâk b. Hemmam es-San'ânî'nin, el-Musannef adlı eserinin X. 379. sayfadan itibaren XI. ciltleri içerisinde, tah. Habiburrahman el-A'zamî, Beyrut- t.y.,) XI. 466, no: 21024-5; Ahmed, IV. 360.

[62] Tirmizî, İlim 15, no: 2675, V. 43.

[63] Ahmed, V. 387; İbn Mâce, Mukaddime 14, no: 206, I, 74: Ahmed. V. 387: Şâtıbî, Ebû îshak İbrahim b. Musa, Mısır-t.y., el- İ'tisam,  I. 184. (hayr x şerr karşıtlığı var)

[64] Ahmed, II. 505.

[65] Muslim. İlim 16, III. 2060; Tirmizî, İlim 15, no: 2674, V. 43; İbn Mâce , Mukaddime 14, no:206,1. 75; Darimî. Mukaddime 44. s.130-1.

[66] İbn Mâce, Mukaddime 14, no: 205, I. 75.

[67] İbn Mâce, Mukaddime 15, no: 209, I. 76.

[68] İbn Mâce, a.y.; Tirmizî, İlim 16. no: 2677, V. 45. Tirmizî, hadisin hasen olduğunu söylerken. İbn Receb el-Hanbeli.Zeynuddin Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. Şıhabuddin, râvi Kesir b. Abdullah'ın zayıf olduğu­nu bildirmektedir. Bkz: Camiu'l-Ulûmi ve'l-Hıkem, tah. Şuayp el-Arnavut, İbrahim Bacis, Beyrut-1991, II. baskı, II. 128; Zehebî. Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, Mizanu'l-İ’tidâl fî Nakdi'r-Ricâl tah. Ali Muhammed el-Becavi, Fethiye Ali el-Becavi, Daru'l-Fikri’l-Arabi, y.y.,t.y.. IV. 326-7, no: 6943.

[69] Bkz: Maide: 5/27-31.

[70] Abdurrazzak, X. 464, no: 19718; Humeydî, I. 65, no: 118 ; Buhârî, Cenaiz 33, II, 79-80; Enbiya 1, IV.104;İ’tîsam 15, Vlll. 151; Müslim, Kasame 27, II. 1303-4; Ahmed, I. 383, 433.

[71] Bkz: Özsoy Ömer, Sünnetullah, s, 49-50, 53; Kirbaşoglu. M. Hayri. İslam Düşüncesinde Sünnet, s. 60-1; Görmez Mehmet, Metodoloji Sorunu, s. 261, 266; Tehânevî, sünnetin sözlükte, iyi olsun kötü olsun yol anlamına geldiğini söylerken [Keşşaf, IV. 53); Curcâni de onu razı olunan, ya da olunmayan yol olarak tarif eder.(Ta'rifat, s. 161) Benzer değerlendirme için bkz: Amidî, Seyfuddin Ebu'I-Hasen Ali b. Ebî Ali,

el-İhkâm fı Usûli’l-Ahkam, Kahire-t.y., I. 241.

[72] Abdurrazzâk, II. 229, no: 3175; Ahmed, V. 246

[73] Ahmed, v. 246.

[74] Abdurrazzak, II, 229, no: 3176.

[75] İbnu'l-Kayyim, İ’lamu'l-Muvakkûn, an Rabbi'l-Alemîn, Kahire- t.y. Dâru'l-Hadis, (I-IV), II. 171-2.

[76] Mâlik b. Enes, el-Muvatta', tah. M. Fuad Abdulbakî, İstanbul. 1981, Sehv 2. I. 100; Şeybânî, Muhammed b. el-Hasen, Muvattaa'l-İmam Mâlik, tah. Abdulvehhab Abdullatif, Beyrut, t.y., s. 339. no: 970. Buradaki haberin lafzı "innî unessâ it esunne" şeklindedir.

[77] İbn Abdilberr şöyle der: "Hadisin bu şeklinden başka, Hz. Peygamberden ne musned, ne de maktu' ola­rak rivayet edildiğini biliyorum. O, başka kaynaklarda, musned veya mursel olarak da olsa bulunama­yan. Muvatta'daki dört hadisten biridir. Usûl açısından manası sahihtir." İbn Hacer, onun aslının ol­madığını söylerken; Zurkânî, bunun o rivayetin uydurma olduğu anlamına gelmediğini, çünkü ilim er­babı nezdinde özellikle Mâlik’ten belâğ tarikıyla gelen haberlerin uydurma olmadığını söyler. Nitekim İbn Uyeyne'nin, Mâlik'in belağ'ının sahih olduğunu söylediği nakledilmiştir. Bkz: Şeybânî, Muvatta, s. 339"da esere talik yazan Abdulvehhab Abdullatif’in 970. dipnotu. Ancak biz, yine de ihtiyatla yaklaşıl­masından yanayız.

[78] İbnu'l-Esir. Nihaye, II. 41; İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, III. 2124.

[79] İbn Abdilberr. Ebû Ömer Yusuf en-Nemeri, el-İstizkâr, tah. Ali  en-Necdi Nâsıf, Kahire-1973. II. 264.

[80] Hz. Peygamberin namazda unuttuğunda ne yaptığı ve unutulduğunda ne yapılacağına dair fiilî ve sözlü sünnetler için bkz: Buhari, Sehv 1-9, II. 65-9.

[81] Mâlik, Zekat 42. I. 278: Ebû Yusuf, Yakup b. İbrahim, Kitabu'l-Harac, tah. İhsan Abbas, Beyrut-1985, s.284; Abdurrazzâk, VI. 69, no: 10025; X. 325. no: 19253; Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. el-Huseyn, es-Sunenu'l-Kubra, Beyrut, t.y., IX. 189-190.

[82] İbnu'l-Esir, Nihaye, II. 410; İbn Manzûr, Lisan, III. 2125.

[83] Cizye hakkında bkz:Tevbe: 9/29; Ebü Yusuf, a.g.e., s. 268-288: Mâlik, Zekat 41-5, I. 278-280; Buhâri, Cizye 1-4. IV. 62-5; Erkal, Mehmet, Cizye Maddesi İsl. Ans. TDVY, VIII. 42-5.

[84] İbn Ebî Şeybe, II. 165, no: 7705: İbn Mâce, Ikame 173, no: 1328, I. 421; Nesâî, Siyam 40, IV. 158; Ahmed, I. 191-5: İbn Huzeyme, Sahih. IH. 335.

[85] Buhâri, Teravih 1, II. 251-2; Müslim. Musâfirin 173-175,1. 523-4; Nesâî. Siyam 39-40, IV. 155-8; İbn Mâ­ce, Siyam 2, no: 1641. 1. 526; İkame 173, no: 1326. I. 420; Tirmizi, Savm 1, no: 682. III. 67.

[86] Nesâî, Siyam 40, IV, 158.

[87] Bkz: İbn Hacer, Tehzib, X. 438.

[88] Bkz: İbn Hacer. a.g.e., X. 439. XII. 117.

[89] Buhârî, Fiten 11. VIII. 93; Menâkıb 25. IV. 178; Müslim. İmare 51, II. 1475; İbn Mâce. Fiten 13. no: 3979,II. 1317' deki rivayette bu kısım yoktur.

[90] Müslim, İmare 52, II. 1476.

[91] Nevevî, Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref, el-Minhac fi Şerhi Sahih-i Müslim İbni'l-Haccac. Kahire-ty., Daru’r-Rayyan li't-Turas. XII. 237-8. Buhârî'nin bu haberi verdiği babın başlığı "Alamâtu’n-Nubuvveti fi'l-İslam”dır ki buradan onun da aynı kanaata sahip olduğu anlaşılmaktadır.

[92] Ahmed, III. 310. 371: Müslim, Cum'a 43, L 592; Darimî, Mukaddime 23, s. 69; İbn Mâce, Mukaddime 7, no: 45, I. 17; Nesâî. İdeyn 22, III. 188-9; Ahmed, IV. 126-7 ve Darimî. Mukaddime 16. I. 44-5'de Irbâd b. Sâriye'den; İbn Mâce, Mukaddime 7, no: 46, I. 18'de ise İbn Mes'ud'dan nakledilmektedir.

[93] Müslim, İlim 6. III. 2054; Buhârî. Enbiya 50, IV. 144; İbn Mâce. Fiten 17, no: 3994, II. 1322: Mamer, (Abdurrazzâk, XI. 369. no: 20764-5.)

[94] Mamer, Cami; (Abdurrazzâk, XI, 369. no: 20763-5); Tirmizî, Fiten 18. no: 2180, IV. 475; Ahmed. IV. 125.

[95]  Buhârî, Diyât 9, VIII. 39; Beyhakî, Sünen, VIII. 27.

[96] Ahmed. IV. 368; İbn Mâce, Edahi 3, no: 3127, II. 1045. (Ravi Nefi’ b. el-Haris'in metruk ve hadis uydur­makla itham edilmiş olduğu bildirilmiştir. Bkz: a.y.; Taberâni, Ebu'l-Kasım Süleyman b. Ahmed, eV-Mu'cemu'l-Kebir, tah. Hamdi Abdulmecid es-Selefı, Musul-1984, II. baskı. V. 197, no: 5075. (hadis zayıf görülmüstür. Bkz: a.y.)

[97] Metindeki el-hayâ kelimesinin aslında el-hıtan= sünnet olmak veya el-hınnâ=kına olması gerektiğini, burada bir tashifin olduğunu ileri süren tartışmalar için bkz: İbnu'l-Kayyim, el-Menâru'l-Munîf, 131-2.

[98] Said b. Mansur, el-Horasânî, Kitabu's-Sunen, tah. Habiburrahman el-A'zamî, Bombay-1982. ed-Dâru's-SeIefiyye, 1, 167- no: 167; Ahmed. V. 421; Tirmizi, Nikah 1, no: 1080. III. 391. Hadis, hasen- garibdir.

[99] Ebü Dâvûd, Sünne 6, no: 4607, V. 13-5; Tirmizî, İlim 16. no: 2676, V. 44-5; İbn Mâce, Mukaddime 6. no: 42-4,1. 15-7; Darimî, Mukaddime 16, s.44-5: Ahmed, IV. 126-7; Hakim, Ebû Abdullah en-Nişâbûrî, el- Mustedrek alâ's-Sahîhayn, Beyrut- t.y. Dâru'l Ma'rife.I. 95.

[100] Bu hadisin sened ve metin tahlili ve eleştirisi için bkz: Ünal İ. Hakkı, Seçmeci ve Eleştirel Yaklaşım veya Hz. Peygamber'i Anlamak, İsl. Arş. Hadis-Sünnet Özel Sayısı-1997, s. 47-52; Askerî Seyyid Murtaza, Maâlimu'l-Medreseteyn, el-Mecmau'I-İlmî el-İslâmî, Kuleynî Matbaası. III. baskı. II. 242-3.

[101] Buhârî, Nikah 1. VI. 116; Müslim. Nikah 5, II. 1020; Nesaî. Nikah 4. VI. 60; Ahmed. II 158, III. 341. 258-9, V. 409. VI. 268; Said b.Mansur, Sünen , I. 163. no: 487.

[102] Ebû Dâvüd, Salat 317. no: 1369, II. 101.

[103] Buhari. İdeyn 8, II. 6; Edahi 1, 11, VI. 234, 238.

[104] Ebû Dâvüd. Dahâyâ 5. no: 2800, III. 233-4; Nesâî. Dahâyâ 17. VII. 222-3.

[105] Buhârî, Edahi 1, 8. VI. 234, 237; Müslim. Edâhi. II, 1552.

[106] Ebû Dâvüd. Tahare 128. no: 338,1. 241. Ebû Davud'a göre hadis murseldir.

[107] Efaû Dâvüd. Tahare 22, no: 42. I. 38; İbn Mâce. Tahare 20, no: 327. I. 118; Ahmed, VI. 95.

[108] Benzer kullanımların görüldüğü diğer bazı zayıf haberler için bkz: İbn Hişâm, II. 594-5; Taberi, Tarih, III. 128-9; Tlrmizî. İlim 6, no: 2678, V. 46; 2520, IV, 669; Ebû Dâvüd, Feraiz 1, no: 2885, III. 306-7: İbn Mâce, Mukaddime 8. no: 54, I. 21: Ahmed, V. 75,

[109] Mâlik. Kader 3, II. 899. İbn Uyeyne'nin, Mâlik'in belâğ sığalarını sahih gördüğünü hatırlatan Zurkanî, İbn Abdilberr'in bu rivayeti senediyle tahric ettiğini söyler. Bkz: Zurkânî, Muhammed, Şerhu'z-Zurkani ala Muvattai'l- İmam Mâlik, Beyrut-1978. IV. Ne var ki, sened içerisinde hadisçilerin metruk saydıkla­rı hatta Ebû Davud'un "Ruknun min erkâni’l-kizb" diye nitelediği Kesir b, Abdullah'ın bulunması dikkat çekicidir. Bkz: Zehebi, Mizan, IV. 326-7, no: 6943.

[110] Hakkında bilgi için bkz: İbnu'l Esir, Usdu'l-Ğâbe. IV. 481-2, no: 4465; Zehebî. Nubelâ, III. 52-4.

[111] Vâkıdî, Muharamed b. Amr b. Vâkıd, Kitabu'l-Meğâzî, tah. Marsden Jones, Beyrut-1966, Âlemu'l-Kütüb, l-ll, ll. 577-9.

[112] İbn Ebî Hâtim- el-Cerh ve't-Ta'dil, VIII. 20-1; Zehebî. Mızânu'l-İtidâl, V. 108-112.

[113] İsnad şöyledir; Ka'b b. Ucre-Abdurrahman b. Ebî Leylâ-Mucâhid-Seyf b. Süleyman-Vâkıdî.

[114] Naciye b. Cundeb el-Eslemî, Hz. Peygamber'in kurbanlık develerine bakan Medineli bir sahâbî olup, Muâviye zamanında vefat etmiştir. Bkz: İbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-Ta'dil, VIII. 486; İbn Hacer. el-İsâbe, III. 541

[115] Tahâvi, Şerhu Muşkili'l-Asâr, V. 13, no: 1760. Bkz: İbn Ebî Asım, Kitâbu's-Sunne, II. 245, no: 1558, Mektebetu'l-İslâmî  Beyrut-1980.

[116] İbn Hişâm II 604.

[117] Taberî, Tarih, III. 151.

[118] Hâkim, Mustedrek, I. 93.

[119] Ahmed, III. 59, 14, 17, 26.

[120] Müslim, Fedailu’s-Sahabe 36-7, H. 1873-4; Ahmed. IV. 366-7; Darimî, Fedailu'l-Kur 'ân 1. s. 327-8 (muhtasar olarak)

[121] Tirmizî, Menâkıb 32, no: 3786. V, 662. Tirmizî onun bu vecihten hasen-garib bir hadis olduğunu söy­ler.

[122] Vâkıdi, Meğazi. III. 1103. 1113.

[123] İbn Ebî Şeybe, III. 336, no: 14705; Müslim, Hac 147, I. 890; Ebû Dâvûd, Menasik 57, no: 1905,  II. 462 İbn Mâce Menasik 84, no: 3074. II. 1025.

[124] Bkz: Buhârî. Meğazi 77, IV. 123-8.

[125] Hâkim. Mustedrek, I. 93,

[126] Ahmed. III. 26.

[127] Ahzab: 33/6.

[128]  Ahzab: 33/53.

[129] Razi. Ebû Muhammed Abdurrahman b. Ebî Hatim, Kitabu'l-Cerh ve't-Ta'dil, Haydarabad t.y., VIII. 472. no: 2163.

[130] Razi. Cerh, III. 560, no; 2533;  Zehebî, Mizan, 11. 292. no: 3001.

[131] Humeydî. II. 315, no: 722; Buhâri, Meğâzi, 83. V, 144; Vasâyâ 1. III. 186; Müslim. Vasiyye 16, II. 1256.

[132] Mamer, (Abdurrazzak, XI. 157, no: 20194); Humeydî, 1. 211. no: 446; Buhâri, Rikak 35, VII. 188: Fiten 13. VIII. 93; İ'tisam 2, VIII. 139: Müslim, İman 230,1. 126; Tirmizi. Fiten 17, no: 2179, IV. 474; İibn Mâce. Fiten 27, no: 4053, II. 1346; İbn Belban. İhsan XV. 164, no; 6762; Ahmed. V. 383

[133] Ebû Nuaym, Ahmed b. Abdullah el-lsbahani, Hilyetu'l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Asfiyâ, Kahire-1987, V.baskı, VIII. 258-9.

[134] Bkz: Fezan, Ebû ishak, Kitabu’s-Siyer, tah. Faruk Hamade, Beyrut-1987, s. 307, no:575 (Hılye'den ikti­bas edilmiştir.) Fezan, rical otoriteleri tarafından tadil edilmiş, adalet ve sikalığında ittifak edilmiş bir ravi olup, Kutub-i Sitte sahipleri ve Ahmed b. Hanbel onun hadislerini rivayet etmişlerdir. Ancak, İbn Sa’d onu sika, fazıl ve sünnet sahibi şeklinde tavsif etmekle birlikte, onun hadisinde hatasının çok olduğunu söylemiştir. İbn Sa"d'ın bu değerlendirmesine itirazlar ve geniş bilgi için bkz: a.g.e., s. 23-61 (muhakkik  F. Hamade'nin yazdığı geniş mukaddime).

[135] Bu hususta geniş bilgi ve misaller için bkz: İdlebi, Salahuddin b. Ahmed, Menhecu Nakdi’l-Metninde-Ulema’l-Hadisi’n Nebevi, Beyrut-1983, s. 56-9.

[136] Abdurrazzâk, ll. 389, no: 3809; Humeydî, I. 217, no: 457; Müslim, Mesacid 290, I. 465: Ahmed, IV. 121. V. 272; Tîrmizî, Salat 174, no: 235, I, 458-9; Nesâî, İmame 3, II. 76; Ebu. Dâvûd, Salat 61, no: 584, I 393.

[137] Abdurrazzâk, II. 389, no: 3808.

[138] Müslim, Mesacid 291, I, 465; Ebû Dâvûd, Salat 61,   no: 582, I. 390-1; İbn Mâce, İkame 46, no: 980, I-313-314: Ahmed, IV. 118.

[139] Hakkında bilgi için bkz: İbnu’l-Esir. Usdu'l-Ğâbe. IV. 234-5, no: 3945: Zehebi, Nubelâ. III. 523-4.

[140] Abdurrazzâk, II. 390-1, no: 3810-2, 3815.

[141] Abdurrazzâk. II. 389, no: 3809.

[142] Hattâbî, Meâlimu's-Sunen, (Ebû Dâvûd. I. 391-2'de 2 nolu dipnot)

[143] Buhârî, Ezan 60, 63. I. 172-3; Edeb 74. VII. 97; Müslim. Salat 178-9, I. 339-340; Ahmed. lll. 124,299, 300, 308. 369.; Nesâî, İftîtah 71. II. 173: İbn Mâce, İkame 48, no: 986. I. 315

[144] Buhâri, Eyman 15, VII. 226; Nesâî. İftitah 7, II. 124; Tatbik 15, II. 193; Sehv 67. 111. 59, İbn Mace, İkame 72, no: 1060. I. 336-7.

[145] İbn Hişâm, II. 592-3; Taberi, Tarih III.126-7; Hamidullah, Vesaik, s. 165-6.

[146] Ahmed, IV. 206. (Şihab b. Abbad, Abdulkays Heyetinden bazılarından rivayet etmektedir.)

[147] Ahmed, III. 212.

[148] Müslim, İmare 147, II. 1511; Ahmed, III. 270.

[149] Müslim. Fedailu's-Sahâbe 54, II. 1881; Ahmed, Ill. 286.

[150] Bkz: Vakıdi, Meğazi. I. 346; İbn Sa'd, II. 52; İbn Hişâm, II. 184; Müslim. Fedail 55,11.1882 (Huzeyfe'den); Buhâri, Cihad 9. III. 204; Meğazi 28, V. 42.

[151] Tirmizî. Ahkam 3, no: 1327, III. 616; Ebû Dâvûd, Akziye 11, no: 3592, IV. 18; Ahmed, V. 236, 242; İbn Sa'd, II. 347.

[152] Şafiî. Muhammed b. İdris, Kltabu'l-Umm, Kahire- 1987, VII. 273.

[153] Basrî, Ebu'l-Huseyn, Mu'temed, II, 722, 736.

[154] Hatib, Ebü Bekir Ahmed b. Ali el-Bağdâdî. Kitâbul-Fakih vel-Mutefakkıh, Beyrut-980, Dâru'I-Kütübi’l-Ilmiyye, (MI) I. 188-190.

[155] İbnu’l-Kayyim. İ’lam, I. 175.

[156] Keyranevî, Habib Ahmed, Kavaid fi Ulumi’l-Fıkh (Mukaddimetu İ'lâu's-Sunen, II. 151-3), Pakistan-t.y.

[157] Kevseri, Muhamed Zahid, Makâlât, y.y.-ty., s. 60-4.

[158] Sünnet x bid'at karşıtlığını ihtiva eden bazı haberler için bkz: Abdurrazzâk, II. 383, no: 3788; Tirmizî, Kıyame 21, no: 2453, IV. 635; İbn Mâce. Cihad 40, no: 2865, II. 956; Ahmed, V. 409, II. 158, 165. 188. 210, IV. 105, I. 400; İbn Belban, İhsan, 1. 187-8, no: 11.

[159] Goldziher, Ignaz, Muhammedaniche Studien. Halle-1989-90. ter. M. Said Hatiboğlu. Hadis Tetkikleri (basılmamış), I. bölüm, IV. pasaj.

[160] Fazlur Rahman. Metodoloji, s. 16.

[161] J- Schacht, İslam Hukukuma Giriş, s. 43-4.

[162] J. Schacht, The Origtns of Muhammadan Jurisprudence, Oxford-1950, s. 2; Bkz: Ünal İ. Hakkı, Fazlur Rahman'ın Sünnet Anlayışı ve "Yaşayan Sünnet" Kavramı Üzerine, İslami Araştırmalar, Ekim-1990, Faz­lur Rahman Özel Sayısı, s. 287, 11. dipnot.

[163] Schacht, a.g.e.,s. 58; A'zami, a.g.e., s. 45.

[164] Ahmed Hasan, The Early Development of lslamic Jurisprudence, İslamabad-1988, s. 89.

[165] Watt, W. Montgomery, The Formative Period of lslamic Thought, ter. Ethem Ruhi Fığlalı, İslam Düşünce­sinin Teşekkül Devri, Ankara-1981. s. 321-3.

[166] Fazlur Rahman, Metodoloji, s. 17-8. ayrıca geniş değerlendirmeleri için bkz: s. 18-52; Ünal, İ. Hakkı, a.g. makale, s. 285-6.

[167] Arkun Muhammed, el-Fikru'l-lslami- Kıraa Ilmiyye, ter. Haşim Salih. Beyrut-1987. s. 22.

[168] Schachf’ın bütün iddialarına en kapsamlı cevabı M. M. A'zamî adı geçen reddiyesinde vermiştir. Ayrıca Fazlur Rahman da Metodolojide bu iddiaları değerlendirmektedir. s .16-27: Ayrıca bkz: Özafşar M. Emin. 18a Hadisi Yeniden Düşünmek, s. 51-54, Ankara-2003, Ankara Okulu Yay., II. baskı.

[169] Sahabiliği tartışmalıdır, muhadram olduğu söylenmektedir. Bkz: İbnu'l-Esir, Usdu’l-Ğâbe, IV. 417, no:

[170] Ahmed, I. 14.

[171] Abdurrazzâk, XI. 336. no: 20701. el-Hasan el-Basri, meçhul bir adamdan rivayet ettiği için rivayet za­yıftır.

[172] İbn Sa'd, III. 212.

[173] Mâlik, Feraiz 4, II. 513; Tirmizi. Feraiz 10, no: 2101, IV. 420; İbn Mâce, Feraiz 4, no: 2724, 11-910; Ebû Dâvûd. Feraiz 5. no: 2894. III. 317.

[174] Zehebi onun hakkında “haberleri kabulde ilk defa ihtiyatlı davranan o idi” der. Bkz: Tezkiratu'l-Huffâz, Haydarabad-1955 baskısından ofset, Beyrut, Daru'I-Kütüb el-Ilmiyye,  I. 2.

[175] Darimî, Mukaddime 20. s. 58.

[176] Abdurrazzak. X. 274, no: 19083 ; Said b. Mansur. 1. 73. no; 80.

[177] İbn Ebi Şeybe. VI. 268. no: 31272.

[178] İbnu'l-Esir, Usdu'l-Gâbe, IV. 382-3. no: 4257.

[179] Zehebî,  Mizanu'l-İ’tidâl fi Nakdi'r-Ricâl, tah. Ali Muhammed el-Becâvi, Fethiye Ali el-Becâvî, y.y.. t.y, Dâru'l-Fikri'l-Arabî, III. 428. no: 5487.

[180] Müslim. Talak 44, 46, II. 1118-9; Ebû Dâvûd. Talak 39. no: 2286-7, II. 714-5; Tirmizî, Talak 5, no: 1180, III. 484.

[181] el-Esved b. Yezid, Hz. Peygamber hayatta iken müslüman olmuştur. Sahabi olduğu tartışmalıdır. Muhadram olduğu da söylenmektedir. Bkz: Zehebî, Nubela, IV. 53. no: 13.

[182] Müslim. Talak 46, II. 1118-9; Ebû Dâvûd, Talak 40, no: 2291. II. 717-8. Ayet: 65 Talak 1.

[183] Tirmizî, Talak 5, no: 1180, III. 484; Darimî, Talak 10, s. 561.

[184] Bkz: Tirmizî, a.y.. s. 485.

[185] Müslim, Talak 44, II. 1118.

[186] Müslim, Talak 41, II. 1117 ; Ebû Dâvûd. Talak 39, no: 2290, II. 716-7.

[187] Buhâri. Talak 41-2, VI. 183-4; Ebû Dâvûd, Talak 40, no: 2292, 2294, 2296, II. 718-720.

[188] Buhârî. Talak 41-2, VI. 183-4 ; Müslim, Talak 40. 52-4, II. 1116. 1120-1 ; Ebû Dâvûd. Talak 40, no: 2293, 2295, II. 718-9.

[189] İbnu'l-Kayyim, Şemsuddin Ebû Abdullah Muhammed b. Ebû Bekir, Zâdu'l-Maâd Hedy-i Hayri'l-Ibâd, tah. Şuayb el-Arnavut, Abdulkadir el-Arnavut, Beyrut-1987, XV. baskı. Muessesetu'r-Risâle, V. 539.

[190] Nevevi, Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref, el-Minhac fi Şerhi Sahîh-i Müslim b. el-Haccac, Kahire-t.y., Dâru'r-Rayyân li't-Turâs, X. 95. Bu hususta geniş değerlendirmeler için bkz: Dârekutnî, Sünen. IV. 26-7. Cessâs. Ebû Bekir Ahmed er-Râzî, Ahkamu’l-Kur'ân, y.y., t.y. Dâru'l-Fikir, I-III. III.459-464; İbn Ruşd. Ebu'I-Velid Muhammed b. Ahmed. Bidayetu'l-Muctehid ve Nihâyetu'l-Muktasid. İstanbul-1985, Kahra­man Yayınları. II. 78-9; İbnu'l-Kayyim, Zad, V. 522-542; Şevkâni, Muhammed b. Ali b. Muhammed. Neylu’l-Evtâr Şerhu Muntakâl-Ahbâr, Kahire-t.y. Mektebetu Dâri’t-Turâs. VI. 303-4: Azimabadi, Avn, VI. 388-395 ; Bıltaci, Muhammed. Dirâsât fî's-Sünne, Kahire-1983, s. 25-33.

[191] Nesâî, Talâk 70, VI. 209.

[192] Bkz: Zehebi, Nubela, IV. 527, no; 213.

[193] Şevkâni, Neylu'l-Evtâr, VI. 303; Ayet: 65 Talak 6.

[194] Bıltaci, a.g.e., s. 28-32.

[195] Humeydî, 1. 11. no: 18; Ahmed, 1.25, 14,34.37. 53; İbn Mâce, Menasik 38. no: 2970,11. 989; Ebû Dâ­vûd. Menasik 24, no: 1798-9, II.. 393-4 ; Nesâî, Menasik 49, V. 146-8.

[196] O, Hz. Peygambere yetişmiş ama, sohbeti olmamıştır. Sahabi olup olmadığında ihtilaf vardır. H. 28-31 yıllarında öldürülmüştür. Bkz: İbnu'l-Esir, Usdu’l-Ğâbe, II. 415-6, no: 2146. 15

[197] Sahabiliği ihtilaflıdır. Hz. Peygamberden hiç rivayeti yoktur. Bkz: İbnu'l-Esir, a.g.e. II. 291, no: 1848.

[198] İbn Mâce rivayetinde geçmektedir.

[199] Bkz: Sindî, Muhammed b. Abdulhadi, Haşiye alâ en-Nesâî,  Nesâî. V. 147-8.

[200] Buhârî, Hac 32. 125, ll. 150. 188; Müslim. Hac 154-5. I. 894-5. Ayet: Bakara: 2/196.

[201] Tirmizî, Salat 192. no: 258. II. 43; Nesâî. Tatbik 2. II. 185.

[202] Bkz: Zehebî, Nubela, V. 269-282, no. 132.

[203] Mamer, (Abdurrazzâk, XI. 213, no: 20356.)

[204] Dârekutnî, Ali b. Ömer. Sünen, Beyrut-1986, IV. 206-7: Beyhaki, Kitâbu's-Sunen el-Kebîr, Beyrut, t.y.. Daru'l-Ma'rife, X. 150 : Hamidullah, Muhammed, Mecmuatu'l-Vesâik es-Siyasiyye li'l-Ahdi'n-Nebevî ve'l-Hılâfeti'r-Râşide, Beyrut-1985. Daru'n-Nefâis, V. baskı, s. 425-8.

[205] Bkz: s. 385-8'deki 1233-6 no'lu dipnotlar.

[206] Mamer, (Abdurrazzak, XI. 258, no: 20484.)

[207] Abdurrazzâk, I. 486, no: 1870.

[208] Mâlik, Taharet 83, I. 50: Abdurrazzâk. I. 369-371. no: 1445-8. Bkz: İbn Hazm. İhkâm, VI. 88-9.

[209] İbnu'l-Kayyim, İ’lam, I. 45. (Bu haberi daha erken kaynaklarda bulamadık.)

[210] İbnu'l-Kayyim, İ'lam, I. 45. (Bu haberi daha erken kaynaklarda bulamadık.)

[211] Abdurrazzâk, V. 291-2. no: 9651.

[212] Mâlik, Ramadan 3, 1. 114-5 ; Abdurrazzâk. IV. 258-9, no: 7723 ; Buhâri, Teravih 1. 11. 252.

[213] Hz. Ömer'den gelen başka kullanımlar için bkz: Mâlik. Hudud 10. II. 824 ; İbn Sa'd. III. 334; Darimî, Mu­kaddime 17, 46, S. 49. 138.

[214] Şeybânî. Ebû Abdullah Muhammed b. el-Hasen. Kitabu'l-Hucce alâ Ehl-i’l-Medine, Beyrut-1983, II. 88-91.

[215] Ebû Yusuf. Yakub b. İbrahim el-Ensari. Kitabu'l-Asâr, Haydarabad-1355, s.98, no: 474.

[216] Beyhakî. Sünen. V. 138.

[217] Tahâvî. Ebû Cafer b. Ahmed b. Muhammed. Şerhu Maâni'l-Asâr, tah. Muhammed Zuhri en-Neccâr. Beyrut-1987, Daru'l-Kütübi’l-Ilmiyye, II. 225.

[218] İbn Ebi Şeybe. III. 387. no: 15186; Buhâri, Hac 99, II. 179. 

[219] Ahmed, I. 410.

[220] Nesâî. İftitah 13, II. 128.

[221] Ahmed, I. 459.

[222] Abdurrazzâk, I. 516. no: 1979; Müslim. Mesacid 257, I. 453; Nesâî, İmamet 50, II. 108-9; İbn Mâce, Mesacid 14, no: 777. I. 225; Ahmed, I. 382. 414-5. 419. 455.

[223] Özellikle Hanefilerde görülen sünen-i hüdâ ve sünen-i zevâid olmak üzere sünnetin iki kategoride ele alın­ması bu rivayete dayansa gerektir. Sünen-i hüdâ: Bayram namazı, ezan, kamet, cemaatla namaz; Sünen-i Zevâid; misvak kullanma, belli nafileler, Rasûlullah'ın oturup-kalkma, binme ve giyinme tarzı vb. hu­suslardır. Bkz: Serahsî, Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed, Usûlu's-Serahsî, İstanbul-1984, Kahraman Yay., 1. 114; Tehânevî. Keşşaf, IV. 56; Curcânî, Ta'rifat, s. 161.

[224] Ahmed, I. 390-1, 396 ; Beyhakî, Sünen. IX. 211-2.

[225] Darimî, Mukaddime 23. s. 72.

[226] Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebir. IX. 125-8, no: 8628-8638 ; Darimî, Mukaddime 23, s. 68.

[227] İbn Mes'ud'dan gelen başka misaller için bkz: Darimî, Mukaddime 17, 20. s. 46, 60-1; Nesâi. Adâbu'l-Kudât 11, VIII. 230-1.

[228] Ahmed b. Hanbel, Kitabu'z-Zühd. İstanbul-1993, İz Yayıncılık, II. 290. no: 109i; Kadi Iyaz, Ebu'l-Fadl lyâd b. Musa el-Yahsubi, eş-Şifâ bi Ta'rifi Hukûku'l-Mustafâ, tah. Ali Muhammed el-Becâvî. Kahire-1977, Mektebetu'z-Zehrân, (MI) II. 557.

[229] J. Schacht. 'Peygamberin Sünneti’ Tabiri Hakkında, ter. M. S. Hatiboğlu, AÜİFD, XVIII. 81.

[230] Ahmed. I. 75.

[231] Taberî, a.y.

[232] Özafşar, M. Emin, Hadisi Yeniden Düşünmek, s. 52-3.

[233] Ahmed, l. 68.

[234] Taberî, Tarih, IV. 337.

[235] Taberî, Tarih,  IV. 410.

[236] İbn Sa'd, III. 66.

[237] Bkz. İbnu'l-Esir, Usdu'l-Ğâbe, IV. 424-6.

[238] Taberî, a.g.e.IV. 548-9; Aynı şekilde Hz. Ali. Hz. Ebu Bekir'in halife seçilince, Rasulullah'ın ameli ile amel ettiğini, ölünceye kadar onun sîretine uygun yaşadığını, Hz. Ömer'in de aynı şeyi yaptığını söylemekte­dir. Bkz: Ahmed. I. 128.

[239] Ahmed. I. 160.

[240] İbn Ebî Şeybe, III. 441. no: 15797.

[241] Tirmizî. Salat 382. no: 530, II. 410;

[242] Zeyd b. Ali. b. Huseyn b. Ali, Musnedu'l-İmâm Zeyd, derl. Abdulaziz b. İshak el-Bağdâdi, Beyrut-1983. II. baskı, Daru'l-Kütüb el-İlmiyye, s. 128.

[243] Fezari, Siyer, s. 314. no. 600; Tirmizî, Salat 333, no: 453, II. 316; Nesâi, Kıyamu'l-Leyl 27, III. 229; Ah­med. I. 86. 120.                                                                                                          

[244] Abdurrazzâk, VII. 378. no: 13543: Buhâri. Hudud 4, VIll. 14; Müslim. Hudud 39. II. 1332; Ebû Dâvûd, Hudûd 37, no; 4486. IV. 626.

[245] Abduırazzâk, VII. 379, no: 13554; İbn Ebi Şeybe. V. 503. no: 28407; Müslim, Hudud 38, II. 1331-2.

[246] Ahmed. I. 121.

[247] Buhari, Hac34, II. 151.

[248] İbn Ebi Şeybe, III. 289. no: 14288.

[249] Ahmed. I. 95.

[250] Hz. Ali'den gelen diğer kullanımlar için bkz: Ahmed, I. 93. 107, 116, 121. 140-1, 143, 153.

[251] Buhâri, Salat 26, I. 102; Ahmed. V. 396.

[252] Abdurrazzâk. II. 368. no: 3732-3; Ahmed. V. 384.

[253] Misal için bkz: Nesâî, Zine 1, VIII. 126-8"de merfu ve muttasıl olarak gelen Hz. Aişe rivayetinde “On şey fıtrattandır” denirken, bu senedin ravilerinden Talk b. Habib'den mursel olarak gelen rivayette ise "On şey sünnettendir" şeklinde rivayet edilmektedir.

[254] Bkz: İbnu'l-Esir, Usdul-Ğâbe, II. 120-2, no: 1417.

[255] Buhâri, Cihad 170, IV. 30; Meğazi 10, 28. V. 12, 41; Ahmed. II. 295; Vâkıdî, I. 358; İbn Hişâm. II. 173,

[256] Taberî  Tarih II 541

[257] Bkz: İbnu'l-Kayyım, Zad, III. 246.

[258] Tirmizî, Salat 223. no: 297, II. 93-4.

[259] Abdurrazzâk, II. 201. no: 3065.

[260] Darimî, Salat 71, s. 300-1.

[261] Ahmed. I. 174. Bu rivayetin metni ve muhtevası ile ilgili analitik bir çalışma için bkz: Iftikhar Zaman, The Evolution of a Hadis Transmission, Growth and The Science of Rical in a Hadis of Sa'd b. Abt Waqqas, Chicago Universty-1989, basılmamış doktora tezi. Bu kapsamlı çalışmanın metodu hakkında özet bilgi için bkz: Özafşar, M. Emin, Hadisi Yeniden Düşünmek, s. 209-211.

[262] Ahmed, IV. 445.

[263] Abdurrazzâk, VI. 136. no: 10255-8: Beyhakî. Sünen, VII. 373.

[264] Müslim, Hac 263, I. 930: Bakara: 2/158.

[265] Müslim, Hac 261. I. 929.

[266] Humeydî, I. 107. no: 219.

[267] Buhâri, Hac 79. II. 169; Müslim, Hac 262, I. 930.

[268] İbn Ebî Şeybe. III. 191. no: 13346; Müslim, Hac 339-340. I. 951; Ebû Dâvûd, Menasik 87, no: 2008, II. 513; Ahmed. VI. 190; Bkz: Buhârî, Hac 147, II. 196.

[269] İbn Ebî Şeybe. II. 172, no: 7779;  Abdurrazzâk, III. 78, no: 4867; Ahmed. VI. 33-4, 86.

[270] Vela hakkı; azad edilenin ölmesi halinde ona, azad edenin ya da varislerinin mirasçı olması demektir. Araplar bu hakkı satıyor veya hibe ediyorlardı ki bu İslam'da yasaklandı. Bkz: İbnu'l-Esir, Nihaye, V. 227 ; Ömer Nasuhi Bilmen ise şöyle açıklar: Mevla ile memlükü arasında ıtk (azad) neticesi olarak vücu­da gelmiş bir velâdan, bir tenasürden ibaretdir ki, rau'tak (azadlı) bir cinayet İşledigi takdirde diyetini mevlası verir, vefat edip derecesi mukaddem varis bırakmayınca da mirasına mevlası nail olur." Bkz: Hu­kuki İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul-t.y. III. 353.

[271] Mâlik. Talak 25, II. 562; Buhârî, Talak 14. VI. 171; Nikah 18, VI. 124; Et’ıme 31, VI. 208; Müslim, Itk 14. II. 1144-5; Nesâi, Talak 29, VI. 162. Geniş bilgi için bkz: Buhârî. Talak 16. VI. 171-2; Ebû Dâvûd, Talak 19, no: 2231, II. 670-1; Darimî, Talak 15, s. 565-6; Ahmed, I. 215; İbn Hacer, Fethu'l-Bâri. IX. 319-326.

[272] Buhârî, Vudû 10. I. 45.

[273] Maide: 5/48.

[274] Buhârî, İman 1, I. 8.

[275] Ahmed, I. 321, 367.

[276] İbn Ebî Şeybe, III.  323, no: 14617, ayrıca bkz: Buhârî, Hac 33, II. 150.

[277] Buhârî, Hac 34, II, 152.

[278] Buhârî, Hac 37. II. 153-4,                    

[279] Abdurrazzâk, V. 34, no; 8898-9.

[280] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 27, IV. 238.

[281] Müslim, Hac 237. I. 921-2: Ebû Dâvûd, Menasik 51, no: 1885. II. 444-5; Ahmed. I, 229, 233, 247, 297 305, 373.

[282] Ebû Dâvûd. Menasik 51. no: 1889. II. 448: Ahmed. I. 247, 305.

[283] Buhârî, Eymân 30, VII. 233.

[284] Ahmed. I. 257-8.

[285] Müslim, Müsafirin 57. I. 491; Ahmed, I. 251.

[286] Abdurrazzâk, II. 65. no: 2506: Buhârî, Ezan 117,1. 191; Ahmed. I. 216, 241-2, 250. 290, 292. 339.

[287] Tirmizi, Salat 210. no: 283, II. 73-4.

[288] Ahmed, I. 351

[289] Tirmizi, Cenaiz 39. no; 1026-7, III. 345-6; Ebû Dâvûd, Cenaiz 59. no: 3198, III. 538.

[290] Buhârî, Cenaiz 66, II. 91: Nesâi, Cenaiz 77, IV. 75: Ahmed, II. 83.

[291] Ahmed, I. 241, II. 57 ; İbn Mâce, İkame 124. no: 1194. 1. 377.

[292] Ebû Dâvûd, Libas 44,  no: 4138, IV. 377. Başka bir kullanımı için bkz: Darimî, Mukaddime 20. s. 57.

[293] Ahmed, II. 124.

[294] Ahmed, II. 20, 31, 57.

[295] Abdurrazzâk, II. 194, no: 3043-4 ; Buhâri, Ezan 145, I. 201; Mâİlk, Salât 50.1.89.

[296] Ahmed, II. 85.

[297] Ahmed. II. 56-7.

[298] Ahmed, 11.95.

[299] Buhâri, Hac 87, 89. 90, II. 174-5.

[300] Hacda şart koşmadan murad, kişinin niyet ederken "Sağ olduğum sürece veya ulaşabildiğim yere kadar ya da çevirilmediğim müddetçe vb." bazı şartlar veya kayıtlar getirmesidir.

[301] Ahmed, 11.33: Krş: Nesâî, Menasik 61, V. 169.

[302] Buhâri, Muhsar 2, II. 207; Nesâî, Menasik 61, V. 169.

[303] Bkz: Müslim, Hac 104-8, I. 867-9; Nesâî, Menasik 59-60, V. 167-8; Ebû Dâvûd, Menasik 22, no: 1776, II. 376;Tirmizî. Hac 97, no: 941, III. 278; Ahmed. VI. 164, 202, 349, 360,420; Beyhaki, Sünen, V. 221-3.

[304] Beyhaki, Sünen, V. 223.

[305] Geniş bilgi için bkz: Benna Ahmed Abdurrahman. Fethu'r-Rabbani, Kahire-ty., XI. 137

[306] İbn Mâce. Edahî 2. no: 3124, II. 1044; Krş : Tirmizî, Edahi 11, no: 1506, IV. 92.

[307] İbn Ebî Şeybe, III. 428, no: 15665, 15662.

[308] Buhârî, Hac 118, II. 185; Müslim. Hac 358,1.956; Ebû Dâvûd, Menasik 20. no: 1768. II. 371: Ahmed, II.

[309] İbn Sa'd, IV. 154-5.

[310] Darimî, Mukaddime 20, s. 59.

[311] Beyhakî, Sünen, V. 95.

[312] Mâlik, Bey’at 3, II. 983; Şeybâni, Muhammed b. Hasan, Muvattau’l-İmam Mâlik, tah. Abdulvehhab Abdullatif, Beyrut-t.y., Daru'l-Kalem. s. 319, no: 900.

[313] Tirmizi, Savm 76. no: 799, III. 163-4. Aynı şekilde İskenderiyye'den çıkar çıkmaz yemek yiyen Ebu Bas­ra el-Gıfari'ye, henüz evlerin bile gözükmekte olduğu söylenince o, "sen Rasûlullah (s)'ın sünnetinden yüz mü çeviriyorsun?!" demişti. Bkz: Ahmed, Vl. 7. Ebû Basra hakkında bkz: İbnu'l-Esir, Usdu'l-Ğâbe, VI. 34-5.

[314]  Buhârî. Nikah 100, VI. 154;Tirmizî. Nikah 41, no: 1139.111.445: Muslim, Rada’ 44, II. 1084.

[315] Buhârî, Nikah 101, VI. 154-5; Müslim, Rada' 45, II. 1084: Ebu Dâvûd. Nikah 35. no: 2124, III. 595. Ge­niş bilgi için bkz: İbn Hacer. Fethu'l-Bâri, IX. 224-6.

[316] Bkz: Aşkar. Muhammed Süleyman, Efâlu'r-Rasûl ve Delâletuhâ alâ'l-Ahkâmi’ş-Şeria, Beyrut-1988, II. baskı. Müesscsetu'r-Risâle, (l-ll) l. 485.

[317] Basri, Mu'temed, II. 668; Gazzali, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed. el-Mustasfâ min İlmi'l-Usûl, Bulak-1322, (l-ll) I. 131; Amidî, Seyfuddin Ebu’l-Hasen Ali b. Ebi Ali, el-İhkâm, fi Usûli’l-Ahkâm, Kahire-t.y., Daru'l-Hadis, II. 140: Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, İrşadu'l-Fuhûl ilâ Tahkîki'l-Hakki min Ilmi’l-Usûl, y.y., t.y. Darul-Fikir. s. 60; Suyûtî, Tedrihu'r-Râvi, I. 189.

[318] Suyûtî, a.y.

[319] Amidî, a.y.

[320] Suyûtî, a.y.

[321] Oldukça ihtilaflı olan bu konudaki tartışmalar için bkz: Amidî, İhkâm, II. 135-140; Serahsi, Usûl, I. 379-381; Aşkar, a.y.; Görmez, Mehmet, Metodoloji Sorunu, s. 178-9 .

[322] Bkz: San'ânî, Muhammed b. İsmail el-Emîr, Tavdîhu'l-Efkâr li Maânî Tankihıl-Enzâr, Beyrut-1946. Daru İhyai't-Turas, (l-ll), I. 265-7.

[323] İbn Hazm, İhkâm, II. 72.

[324] Özsoy. Ömer, Sunnetullah, s, 58.

[325] Bkz: Izutsu, Toshihiko, Kur'an'da Allah ve İnsan,  ter. Süleyman Ateş, Ankara- t.y., s. 88-9.

[326]  Bkz: Özsoy, Ömer, a.g.e., s. 53.

[327] Görmez. Mehmet, Metodoloji Sorunu, s. 225.

[328] Nisa: 4/26.

[329] Kalem: 68/4.

[330] Ahzab: 33/21.

[331] A’raf: 7/158; Al-i İmran: 3/31-2; Nisa: 4/80; Maide: 5/92.

[332] Bkz: Kasas: 28/7-35; Meryem: 19/5-33.

[333] Duhâ: 93/6.

[334] Bkz: Abdurrazzâk, V. 318, no: 9718; İbn Hişâm, I, 158. 166; İbn Sa'd, I. 98-103; Ebû Nuaym, el-Isbahânî, Delâilu'n-Nubuvve, tah. Muhammed Ravvâs Kal'acî, Halep-1970, Mektebetu't-Turas el-İslamî. (l-lI). I-86-9. no: 35-6; Beyhakî, Ebu Bekir Ahmed b. Hüseyin, Delâilu'n-Nubuvve ve Ma'rifetu Ahvâli Sahıbi'ş-Şeria, tah. Abdulmuti’ Kal'acî. Kahire-1988, Daru'r-Rayyan, (I-VII). 1.110; Kâdi Iyâz, Şifâ, I. 518-9. Bu tür bazı haberlerin eleştirisi için bkz: Önkal Ahmed, İslam Tarihçiliğinde Tarafsızlık Problemi. İsl. Arş.,VI.192. sayı: 3.

[335] Duhâ: 93/7-8.

[336] Şûra: 42/52; Ankebut: 29/48.

[337] Yunus: 10/16.

[338] İbn Sa'd, l. 125-6; Buhârî, İcare 2, III. 48; Müslim. Eşribe 163, II. 1621; Ahmed, III. 17, 326.

[339] İbn Sa'd, I. 128; İbn Hişâm, I. 184-6. (Ona göre Hz. Peygamber o zaman 14-15 yaşlarındadır.)

[340] İbn Sa'd, I, 128-9; İbn Hişâm, I. 133-4.

[341] İbn Sa'd, I. 129-131; İbn Hişâm, 1. 187-9.

[342] İbn Sa'd, l. 145-6, 157; İbn Hişâm, I. 197: Ahmed, III. 425

[343] Buhârî, Bed'u'l-Vahy 3, 1. 3; İbn Hişâm, I-235.

[344] Bkz: Müzzemmil: 73/1-2; Müddessir: 74/1-2; Kalem: 68/1-2; İbn Sa'd, I 194-5; Taberî, Tarih. II. 302.

[345] Buhari, Bed’u’l-Vahy 3. I. 3; Müslim, İman 252. I. 139-142.

[346] Bkz: İbn Sa'd. I. 200; Buhâri, Tefsir 26 / 2, VI. 16-7; 111 / I, VL 94-5; Müslim, İman 355, I. 194.

[347] Derveze. İzzet, Asru'n-Nebî, ve Bîetuhû Kable'l-Bi'se, Dımaşk-1946. s. 411-4.

[348] İsra: 17/90-95; Fussilet: 41/6; Kehf: 18/110; Kaf: 50/2; Sad: 38/4-8; Yunus: 10/2; Enbiya: 21/3; Furkan: 25/7.

[349] Abdurrazzâk, II. 205, no: 3076.

[350] Ebû Dâvüd, Et'ıme 18, no: 3773, IV. 143; İbn Mâce, Et’ime 6, no: 3263, II. 1086.

[351] Mamer, (Abdurrazzâk. X. 415-7, no: 19543-4); İbn Sa'd, I, 371, 382, 388; Heysemî, Nuruddin Ali b. Ebî Bekir, Mecmau'z-Zevâid ve Menbau'l-Fevâid, Beyrut-1982, Daru'l-Kitabi'l -Arabi, (I-X), IX. 21.

[352] Ebû Dâvud, Edeb 165, no; 5230. V. 398; Ahmed. V. 256.

[353] İbn Mâce, Dua 2, no: 3836, II. 1261.

[354] Tirmizî, Edeb 13. no: 2754, V. 90.

[355] İbn Mâce, Et’ıme 30, no: 3312, II. 1101; Hâkim, Mustedrek, III. 48.

[356] Abdurrazzâk, V. 441, no: 9758; Humeydi, I. 16, no: 27; İbn Hişâm, II. 658; Buhâri, Enbiya 48, IV. 142; Ahmed, I. 23-4, 47, 55; Darimî, Rekâik 68, s. 716; Heysemî, IX. 21.

[357] Heysemî, a.g.e. IX. 20.

[358] Mamer, (Abdurrazzâk, X. 418, no: 19555); Heysemî, a.y.

[359] Bunu teyit eden bazı haberler için bkz: Darimî, Mukaddime 13-4, s. 35-6.

[360] İbn Sa'd, I. 234-5: İbn Ebî Şeybe, VII. 346, no: 36625: Buhâri, Menâkıbu’l-Ensar A5, IV. 259.

[361] İbn Hişâm. I. 492; Buhârî, a. y.

[362] Hakkında bkz: İbnu'l-Esir. Usdu'I-Ğâbe, III. 57-8, no: 2568.                        

[363] Buhârî, İlim 6. I. 23; İbn Hişâm, II. 573-5; Taberî, Tarih, III. 124-5,

[364] Abdurrazzâk, III. 551; Buhâri, Cenaiz 32, II. 79: Müslim, Cenaiz 15, I. 637; Ebû Dâvûd, Cenaiz 27. no: 3124. III. 491.

[365] Bkz: İbnu'l-Esir, Usdul-Ğâbe. VI. 111-2, no: 5882.

[366] İbn Sa'd, I. 429: Ahmed, II. 226-7.

[367] İbn Sa'd, I. 425-7: Humeydî, II. 383, no: 866.

[368] İbn Sa'd, I. 235; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyame 42, no: 2485, IV. 652.

[369] İbn Hişâm, I. 516-7.

[370] Ahmed, IV. 397, 404, V. 232.

[371] Buhârî, Cihad 70. III. 222-3; Müslim, Fedallu's-Sahabe, 39-40, II. 1875.

[372] İbnu'l-Kayyim, Zad, I. 127.

[373] Maide: 5/67.

[374] Bkz: Kurtubî, Ahkamu’l-Kur’ân’, VI. 244: Meragî, Tefsir, VI. 160.

[375] Kurtubî, a.g.e. VI. 30, 244.

[376] Tirmizî. Tefsir 6, no: 3046, V. 251; Hâkim, Mustedrek, II. 313. Tirmizî, hadisin garib olduğunu ve aynı isnadla gelen diğer rivayetlerde sadece Hz. Peygamberin korunduğunun belirtildiğini, Hz. Âişe'den birşey zikredilmedlğini hatırlatırken, İbn Hacer, (Fethu'l-Bâri. VI. 96'da) ise hadisin senedinde ittisal ve irsal yö­nünden ihtilaf bulunduğunu söylemektedir. Hâkim onu sahih görmüş, Zehebî onaylamış ise de, biz ne Hz. Peygamberin, ne de sahabenin sözkonusu ayetteki Allah'ın korumasını bu şekilde anladıkları kana­atindeyiz.

[377] Bkz: AI-i İmran: 3/123; Enfal: 8/26,62; Tevbe: 9/14,25,40; Muhammed: 47/7; Feth: 48/3: Tur: 52/48; Haşr: 59/11.

[378] Hicret yolculuğunda Hz. Peygamberin, yerine Hz. Ali'yi yatırması, Ebû Bekir'le arkadaşlığı, kılavuz, muh­bir ve iz kapatıcı kullanması, şaşırtmak için ters istikamete gitmesi, Sevr Dağında bir mağarada üç gün gizlenmesi bunun en tipik misallerinden sadece birkaçıdır.

[379] İbn Hişâm, II. 340.

[380] Buhâri, Meğazi 48. V. 91.

[381] Ahmed. II. 222.

[382] İbn Hişâm, 11.81.

[383] Bkz: Gazzalî, Muhammed, Fıkhu's-Sire, Dımaşk-1989, Daru'l-Kalem. s. 198-9; İbn Kesir, Imaduddin Ebî'l-Fidâ İsmail, Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesir, ihtisar: Muhammed Ali es-Sâbûni, (l-lll) I. 534.

[384] Mamer, (Abdurrazzâk. XI. 260, no: 20492); Ahmed, VI. 256, 106; Buhârî, Ezan 44. I. 164. Hz. Peygam­berin beşeri yönünü ortaya koyması bakımından onun aile hayatı hakkında geniş bilgi için bkz: Hz. Pey­gamber ve Aile Hayatı, İstanbul-1989, (İSAV neşr. muhtelif ilim adamlarının tebliğlerinden oluşan derle­me)

[385] İbn Sa'd, VIII. 168; Ebü Dâvüd, Nîkah 39, no: 2134, II. 601.

[386] Mamer, (Abdurrazzâk, XI. 431-2, no: 20925); İbn Sa'd, VIII. 171-2: Buhâri, Hibe 8, 111. 132.

[387] Bkz: Abdurrazzak, III. 571, no: 6712.

[388] Tahrim: 66/1-3; İbn Sa'd, VIII. 85, 170. 185-7.

[389] Ebû Dâvud, Edeb 92, no: 4999, V. 271.

[390] İbn Sa'd, VIII. 182-4.

[391] Ahzab: 33/28-34.

[392] İbn Sa'd, VIII. 179-181.

[393] Buhâri, Cenaiz 44, II, 85; Müslim, Fedail 62. ll. 1807-8; Ahmed. I. 268, III. 194, V. 204-6.

[394] Ahmed, V. 207.

[395] İbn Mâce, Cenaiz 53, no: 1588, I. 506.

[396] Buhâri, Ahkam 49, VIII. 125; İbn Mâce, Cenaiz 51. no: 1579-1586, I. 503-5.

[397] Abdurrazzâk, III. 552-3. no; 6672.

[398] Buhâri, Deavat 19, VII. 153: Enbiya 28, IV. 130; İlim 28, I. 31.                                

[399] Ebû Dâvud, Sunne 10, no: 4659. V. 46; Ahmed, V. 437-9.

[400] Ebû Dâvûd. İlim 3. no: 3646, IV. 60-1; Ahmed, II. 162, 192; Darimî, Mukaddime 43. I. 125.

[401] Bkz: Müslim, Birr 88-95, III. 2007-9; Buhâri, Deavat 34, VII. 157; Ahmed, II. 243. V. 437-9, VI. 225; Ebü Dâvûd, Sünnet 10, no: 4659, V, 46. Ayrıca bkz: İbn Sa'd, I. 367.

[402] Al-i İmran: 3/159.

[403] Müslim, Salat 178-9, I. 339-340.

[404] Buhâri, İman 13, I. 10; bkz: İbn Hacer, Fethul-Bâri l. 90-1.

[405] Buhâri, Menâkıb 23. IV. 166-7; Müslim, Fedail 77, 79. II. 1813-4; İbn Sa'd, I. 366.

[406] Abdurrazzak, II. 347, no: 3642; Ahmed. 1. 99.

[407] Müslim, Mesacid 92-4.1. 402; Ahmed, I. 379, 420, 424.

[408] Buhâri, Menâkıb 23, IV. 166; Meğazî, 79, V. 134.

[409] Bu latifelerin birçoğunu Bedruddin Ebu'l-Berekât Muharamed el-Şazzî (ö. 984), el-Murah fi'l-Muzâh ad­lı değerli çalışmasında toplamıştır. Neşr. es-Seyyidel-Cemîlî, Kahire-1986, l-5S..Ayrıca bkz: Köten Akif. Hz. Peygamberin Sünnetinde Şaka ve Şakacı Sahabiler, Bursa-t.y., Vefa Yay.

[410] Tirmizi, Birr 57. no: 1990, IV. 357; Ahmed, II. 340, 360.

[411] Ebû Dâvûd, Libas 24. no: 4078, IV. 340-1; Tirmizî, Libas 42. no: 1784, IV- 247.

[412] Ahmed, VI. 39, 129, 264.

[413] Buhâri, Cihad 59, III. 220: Ebû Dâvûd, Edeb 9, no: 4802-3, V. 151-2.

[414] Buhari menakıb 15, .161-2..

[415] Buhari ideyn 2, ll, 3, müslim, İdeyn 16, l, 607 İbn Mace, Nikah 21, no; 1898, l, 612.

[416] Bkz. İbn hacer Fethu’l-Bari, ll, 513-4.

[417] Bkz. Buhari, Megazi 12, Tirmizi, Nikah 6, no 1090 399, İbn Mace, Nikah 21, 1898, 612.

[418] Buhârî, Fedâilu'I-Ashâb 6. IV. 199; Muslim, Fedailu's-Sahabe 22, II. 1863-4. Benzer bir misal için bkz: Tirmizî, Menâkıb 18. no: 3690, V. 621; Ahmed, V, 353, 356; Fedailu's-Sahabe, I. 333-4, no: 480.

[419] Müslim, Mesacid 286, I. 463; İbn Sa'd, II. 372.

[420] İbn sad, l, 365.

[421] Abdurrazzâk. llI. 50, no: 4746-7; Ahmed. IV, 369.                                                

[422] Müslim, Talak 30, II, 1106-7.

[423] Buhârî, Merdâ 3, 16, VII. 3, 9; Müslim, Birr 44-5, III. 1990-1.

[424] Buhârî, Tıbb 11-2, 14-5, VII. 14-5; Müslim, Hacc 87-8, I. 863-4.

[425] İbn Hişâm, II. 79.

[426] Humeydî, II. 502. no: 1189; Tirmizî, Salat 267, no: 361, II. 194-5.

[427] İlgili rivayetler için bkz: İbn Hişâm, II. 654-6; İbn Sa'd, II. 205-6, 257-260, 277-306; Abdurrazzâk, V. 428-439, no: 9754-7; İbn Ebî Şeyhe, VII. 427-430, no: 37021-37041; Buhârî, Meğazi 83, V. 137-144.

[428] Bkz: İbn Hişâm. II. 655-661; İbn Sa'd, II. 266-271; Abdurrazzâk. V. 434, no: 9754; İbn Ebi Şeybe, VII. 427, 429. no: 37021.37036; Ahmed, VI. 220; Buhârî. Fedâllu'l-Ashâb. IV. 194; Meğazi 83, V. 143.

[429] Zümer: 39/30.

[430] Al-i İmran: 3/144. Hz. Ebû Bekir’in hutbede okuduğu bu ayetler sahabeyi ikna ve teselli etmeye yetmişse de, asırlar sonra gelecek bazı alimleri ikna edememiş olmalı ki onlar bu hususta Hz. Peygamberin hem cesedi, hem de ruhuyla yaşadığı gibi garip kanaatlara kapılabilmişlerdir. Geniş bilgi için bkz: Hatiboğlu, M.Said, Hz. Peygamberi Yanlış Yorumlama Tezahürleri, İsl. Arş. sayı: 2, s. 5-11, Ekim-1986.

[431] İbn Ebi Şeybe. VII. 428, no: 37026-7; Ahmed. III. 212.

[432] İbn Hişâm, II. 660.

[433] İsra: 17/93.

[434] Kehf: 18/110; Fussılet: 41/6.

[435] Enam: 6/50.

[436] Bakara: 2/285.

[437] Bakara: 2/285.

[438] Yahudilerin Hz. Uzeyr. Hristiyanların Hz. İsa hakkındaki telakkiler için bkz: Tevbe: 9/30; Mâide: 5/73,116.

[439] Sad: 38/4,8.

[440] Zuhruf: 43/30-2.                                                                                               

[441] Al-i İmran: 3/164; Bakara: 2/129, 151: Cuma: 62/2

[442] En'am: 6/124; Zuhruf: 43/32.

[443] Hûd: 11/12.

[444] Furkan: 25/7-8 ; Yunus: 10/20; Ankebût: 29/50-1.

[445] İsra: 17/90-5. Ayrıca bkz. Muddessir: 74/52; Furkan: 25/21; Taha: 20/133-5; Enbiya: 21/5; Ra'd: 13/7, 27, 31; Hıcr: 15/7, 14-5; En'am: 6/7,37,109, 124, 158; Nisa: 4/153; Bakara: 2/118.

[446] Feth: 48/29; Al-i İmran: 3/144; Ahkaf: 46/9; Ahzab: 33/40.

[447] Tur: 52/29-30; Sad: 38/4; İsra: 17/47; Furkan: 25/8.

[448] Kalem: 68/4; Hac: 22/67.

[449] Tevbe: 9/33; Feth: 48/28; Saf: 61/9; Sebe: 3428; A’raf: 7/158; Ra'd: 13/7, 48; Enbiya: 11/21,107.

[450] Muzzemmil: 73/15.

[451] Feth: 48/8-9.

[452] Mevdüdî, a.g.e. IV. 430.

[453] Muddessir: 74/1-2.

[454] Bkz: Şuara: 26/214; En'am: 6/92, 19; Şura: 42/7; Meryem: 19/97; Kasas: 28/46; Secde: 32/3; Yasin: 36/6; Enbiya: 21/45;  İbrahim: 14/44.

[455] Sad: 38/4,70;Neml: 53/56; Zariyat: 51/50,1; Mülk: 67/26; Ankebut: 29/50; Hac: 22/49; A'raf: 7/184; Hicr: 15/89; Şuara: 26/115; Ahkaf: 46/9; Necm: 67/26.

[456] Hicr: 15/96; Şuara: 26/214,5.

[457] İbn Hişâm, I. 262-3.

[458] Buhâri, Tefsirl 26/2, VI. 16-7: 111 / 1, VI. 94-5; Müslim, İman 355. I. 194.

[459] İbn Sa'd, I. 200.

[460] Buhâri, Rikak 26, VII. 186.

[461] Buhâri, İ’tisam 2, VIII. 140; Müslim. Fedail 16, II. 1788-9; Ayrıca bkz: Ramehurmuzi, Ebû Muhammed el-Hasen b. Abdurrahman b. Hallâd. Kitâbu Emsali’l-Hadis. tah. Abdulalî Abdulhamid el-A’zamî, Bombay-1983. Daru's-Selefiyye. s. 29-33, 22-3; İbn Hacer, Fethul-Bâri, XI. 323,

[462] Bkz.Yasin: 36/8,11; Bakara: 2/6,7.

[463] Bakara: 2/119; Sebe: 34/28: İsra: 17/105; Furkan: 25/56; Ahzab: 33/45-6; Feth: 48/8,9; A’af: 7/184,8; Fatır: 35/24; Fussilet: 41/4.

[464] Meryem: 19/97.

[465] Bakara: 2/25,155, 223; Tevbe: 9/112; Yunus: 10/2,87; Hac: 22/34,37; Zumer: 39/17.

[466] Nisa: 4/138; Tevbe: 9/3,34; Lokman: 31/7; Casiye: 45/8; Al-i İmran: 3/21; İnşikak: 84/24.

[467] Bkz: Buhârî, İman 29, I. 15; İlim 11. I. 25; Cizye 1. IV. 63; Ahmed, IV. 402, 411.

[468] Nisa: 4/63: Sebe: 34/46; Nahl: 16/125; Kaf: 50/45; Zariyat: 51/55; Tur: 52/29; A'la: 87/9; Gaşiye: 88/21,2.

[469] Ahzab: 33/45,6.

[470] Nahl: 16/125; Kasas: 28/87; Şûra: 42/7; Hac: 22/67,8: Yusuf: 12/108.

[471] Şuara: 26/3,4; Yunus: 10/99; Hud: 11/12; Yusuf: 12/102,4; En'am: 6/35; Kehf: 18/6; Nahl: 16/37: Neml: 27/70; Fatır: 35/8.

[472] Enam: 6/34; Ahkaf: 46/35.

[473] Tur: 52/48.

[474] Bkz: et-Tayyib Berğus, Menhecu'n-Nebî fi Hımayeti'd-Da've, USA -1996; Sald Havva, er-Rasûl, Kahire-t.y.; el-Esas fi's-Sunne ve Fıkhihâ, Kahire-1989.l-IV; Bûtî, Fıkhu's-Sire, Dımaşk-1977: el-Adevî, Muhammed Ahmed, Da'vetu'r-Rasûl ilallahi Teâlâ, Mısır-1935; Önkal, Ahmed, RasûluIIah'ın İslam'a Davet Me­todu. Konya-1984, II. baskı.; Gazzali, Muhammed, Fıkhu's-Sîre, Dımaşk-1989,,Daru'l-Kalem.

[475] Maide: 5/67.

[476] Buhârî, Tefsir 5 /7, V. 188;  53/1, VI. 50; Tevhîd 46, VIII. 210 ; Muslim, İman 287, I. 159; Tirmizî, Tef­sir 33, no: 3278, V. 395; Ahmed, VI. 50.

[477]  Buhârî, Tevhid 22; VIII. 175-6 ; Müslim, İman 288. I. 160; Ahmed. VI. 241, 266; Tirmizî, Tefsir 33. no: 3207-8; V. 352-3: Ayet: Ahzab: 33/37.

[478] Yunus: 10/15,6; Ankebût: 29/48; Hakka: 69/46,8; Kıyame: 75/16,9.

[479] Müslim, Hac 147, I. 890.                                                                                                  ,

[480] En'am: 6/50,56,106; Yunus: 10/15,109; Ahzab: 33/2: Kıyame: 75/18; Araf: 7/203; Ahkaf: 46/9.

[481] Al-i İmran: 3/20; Maide: 5/92,99; İbrahim: 13/52: Nahl: 16/35, 82; Nûr: 24/54; Ankebut: 29/18: Şura: 42/48; Tegabün: 64/12.

[482] Ahmed, IV. 101.

[483] Tirmizî, Tefsir 66, no: 3318, V. 423.

[484] En'am: 6/104,7,66; Şasiye: 88/21,2.

[485] İsra: 17/106; Kehf: 18/27; Ankebût: 29/45.

[486] Şûra: 42/52; Ankebût: 29/47,8; Kasas: 28/86; Yunus: 10/16.

[487] Bakara: 2/129,151; Al-i İmran: 3/164; Kasas: 28/59; Cuma: 62/2; Talak: 65/11; Beyyine: 98/2.

[488] Bakara: 2/129,151; Al-i İmran: 3/164; Cuma: 62/2.

[489] Şafiî, Muhammed b. İdris el-Muttalibî, er-Risâle, tah. Ahmed Muhammed Şâkir. Beyrut-ty. d-Mektebetu'l-Ilmiyye, s. 78. Hikmet ile ilgili diğer ayetler için bkz: Bakara: 2/231: Nisa: 4/113; Ahzab: 33/34.

[490] Ahmed, III. 328 ; İbn Mâce, Mukaddime 17, no: 229. L 83.

[491] Ahmed, I. 408; Nesaî, Tatbik 100. II. 238.

[492] Müslim, Tahare 57, I. 223-4; İbn Mâce, Tahare 16, no: 316, I. 115; Ahmed, V. 437-9."

[493] İbn Mâce, Tahare 16, no: 313, 1. 114.

[494] Abdurrazzâk, ll, 331, no; 3577; Müslim. Mesacid 33, I, 381-2; Ahmed, V. 447-8.

[495] Ebû Dâvûd, Talak 17, no: 2213, II. 661-2; Tirmizî, Tefsir 59. no: 3299, V. 406; Ahmed. V. 436.

[496] Nahl: 16/44.

[497] Bu konuda geniş bilgi ve misaller için bkz:Yıldırım Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, İstanbul-1983. Kayıhan Yay., s. 200-303; Erul Bünyamin, Sünnetin Kur'ân Dışında Hükümler Getirmesi Meselesi, ba­sılmamış yüsek lisans tezi. s. 8-17.

[498] Mamer, (Abdurrazzak, XI. 255, no: 20274) ve Ebû Dâvûd, Zekat 1, no: 1561, II. 211 dışında daha çok muahhar kaynaklarda bulunan, muhtevası ve lafızları oldukça farklı olan, dolayısıyla ihtiyatla yaklaştı­ğımız bu ilginç rivayet için bkz: Beyhakî. Delall, I. 25; Hatîb, Fakîh, 1. 76-7; İbn Abdilberr, Ebû Ömer Yu­suf en-Nemerî, Camiu Beyâni’l-Ilmi ve Fadlih, Beyrut- t.y., Daru'l-Kütübi’l-Ilmiyye, II. 191; Şatıbi, İbra­him b. Musa, el-Muvafakat fi Usûli’ş-Şeria, neşr. Abdullah Dıraz, Beyrut-t.y.. Daru'l-Ma'rife. (I-IV) , IV. 26; Suyûtî, Celaluddîn b. Abdurrahman, Miftahu'l-Cenne fi’l-İ'tisami bi's-Sunne, tah. Mustafa Aşûr, Kahire-t.y.. Mektebetu'l-Kur'ân, s. 29, 58.

[499] Buhari, Tefsir 59 / 4, VI. 58; Libas 82-7, VII. 62-4; Müslim. Libas 119-120. II. 1677-8; Ahmed, I. 83, 87.107, 121, 133, 150. 159.

[500] Müslim, Hayz 20, I. 83; bkz: Buhârî. Hayz 67-9, I. 265.

[501] Mâlik, Sefer 7, I. 145-6; Nesâî, Taksir 1. !I. 116-7; İbn Mâce, İkame 73, no: 1066, I. 339.

[502] Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri adlı çalışmanın sahibi Suat Yıldırım, Hz. Peygamberin Kur'ân'dan ne kadarını beyan ettiğine dair tartışmalara genişçe yer verdikten sonra, onun mükellef olduğu kadarıyla Kur'ân'ı beyan etme işini yerine getirdiğini, itikad. ibadet ve amelî hükümlere ait mücmel ayetleri, tefer­ruatına varıncaya kadar açıkladığını, bunlardan maksûd-ı ilahiyi kavliyle ve fiiliyle beyan ettiğini, alim­lerin içtihadıyla ulaşabilecekleri bir kısım mücmel ayetleri ise açıklamadığını, netice itibarıyla onun beyanının Kur'an'ın tümünü kapsamasa da, hiç denecek kadar da az olmadığı sonucuna varmıştır. Bkz: a.g.e., s. 45-70, 336. Rivayet tefsirlerinin en kapsamlısı olarak kabul edilen büyük muhaddis İbn Ebî Hatim'in (ö. 327) Tefsiri üzerine analitik bir çalışma yapan değerli arkadaşımız M. Akif Koç'un bu tefsirde yaptığı sayıma göre. Hz Peygamber'in sözlü beyanlarının oranı % 4, sahabeye ait rivayetlerin oranı ise % 22'dir. Taberî Tefsirindeki merfü hadislerin oranı ise % 7.8'dir. Bkz. M. A. Koç. İsnad Verileri Çerçevesin­de Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri, s. 102-3, 107.

[503] Bkz, Bakara: 2/173,275;Nahl: 16/115; Maide: 5/3,90; En’am: 6/145.

[504] Bkz: Maide: 5/4,5,87; A'raf: 7/32,3.

[505] A'raf: 7/157. Bkz: Tevbe: 9/29; Tahrim: 66/1,2.

[506] Ebû Dâvûd, Et’ıme 33, no:3802-3811. IV. 159-164; Et’ıme 25, no: 3785, IV. 148-9.

[507] Ebû Dâvûd, Et’ıme 27-9, no: 3791-7, IV. 152-5

[508] Ebû Dâvud, Et’ıme 30, no: 3799, IV. 157; Ahmed. 11.381; Şatıbî, Muvafakat. IV. 33-47; Enam: 6/145.

[509] Mamer, (Abdurrazzâk, XI. 125, no: 20100.) Benzer bir haberi, Hâkim. Mustedrek, II. 4'te İbn Mes'ud'dan merfu olarak rivayet etmiştir.

[510] Şafiî, Risale,  s. 87, no: 289. Ayrıca muhakkik A. M. Şakir'in değerlendirmeleri için bkz: s. 93-5.

[511] Abdurrazzâk. X, 302- no: 19184; İbn Mâce,

[512] Abdurrazzâk. X. 302, no: 19185.

[513] Buhârî, Eşribe 5, VI. 243; Müslim, Tefsir 32-3, III, 2322; Ebu Dâvûd. Eşribe 1. no; 3669, IV. 78-9.

[514] Darimî, Mukaddime 18, s. 51-2; İbn Mâce, Ticaret 58, no: 2276. II. 764.

[515] İbn Ebi Şeybe, VI. 298. no: 31602; Darimî, Feraiz 26, s. 762.

[516] Nisa: 4/12,176.

[517] Mâlik, Feraiz 7. II. 515; Müslim. Feraiz 9, II. 1236; İbn Mâce, Feraiz 5. no: 2726,11. 910-1; Ahmed, I. 26. 38, IV. 301, 293. 295.

[518] Abdurrazzâk, X. 305. no: 19193-4.

[519] Ebu Dâvûd, Eşribe 1. no: 3670. IV. 79-80; Tirmizi, Tefsir 6, no: 3049, V. 253.

[520] Şâtıbi, Muvafakat, III. 341.

[521] İbn Ebî Şeybe. VI. 298, no: 31600; Darimî, Feraiz 26, s. 762. Ayrıca bu hususta icma olduğu kanaati için bkz: İbnu'I-Munzir, Kitabu'l-İcma, s. 70. ter. Abdulkadir Şener, s. 47, Ankara-1983.

[522] Abdurrazzâk. X. 304. no: 19190-1; Müslim, Feraiz 9, II. 1236; İbn Mâce. Feraiz 5, no. 2726, II. 910-1; Darimî. a.y. Ayrıca geniş bilgi için bkz: Cessâs, Ahkam, II. 86-7; Tehânevî, İ'Iâ, XVIII. 356-7: Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili. II. 1310.

[523] Bkz: İbn Hacer, Fethul-Bâri, XII. 20-4; Ayni, Umde, XVII. 297. Ubeyde. Hz. Peygamberin vefatından iki sene önce müslüman olmuş, ancak onunla görüşememiş, Hz. Ömer. İbn Mes'ud ve Ali'nin çevresinde bu­lunmuş, tabiûnun büyüklerinden fakih bir şahsiyettir. Bkz: İbnu'I-Esîr, Usdu'l-Ğâbe, III. 552. no: 3526.

[524] "Ölçü ve tartı ile alınıp satılan şeyleri kendi cinsleriyle, peşin ve biri diğerinden fazla olarak mübadele et­me" şeklinde tarif edilen fazlalık ribasıdır. Bkz: Döndüren, Hamdi, Ticaret ve İktisat İlmihali, İstanbul-1993. s. 388.

[525] Bkz: Döndüren Hamdi, a.y.

[526] İbn Hacer. a.g.e. X. 52.

[527] Bkz: Mâlik, Buyu' 33-6, 38. II. 634-7; Müslim, Musakat, 72, 79-80. II. 1207. 1209-1210

[528] Abdurrazzâk. X. 302, no: 19185.

[529] Bu hususa ikinci bölümde geniş yer verilecektir. Bkz: s. 377-380.

[530] Hz. Peygamberin beyanı konusunda müstakil bir risale yazan İbn Teymiye'ye (ö. 728) göre ise "Rasûlullah (s) dinin usûlünü ve fürûunu, bâtınını ve zahirini, ilmini ve amelini beyan etmiştir ve bu, ilim ve iman asıllarından bir asıldır." Yine ona göre Rasûl, insanların fürû', şeriat ve fıkıh dedikleri amellerle ilgili hu­susları da en güzel bir şekilde beyan etmiştir. O, Allah'ın emrettiği veya nehyettiği, helal veya haram kıl­dığı herşeyi  beyan etmiştir. Zaten Yüce Allah’ta "Bugün size dininizi tamamladım" (Maide: 5/3) İbn Teymiye, Meâricu'l-Vusûl ilâ enne Usüle'd-Dîni ve Furûahû kad Beyyenehâ'r-Rasûl, (Mecmûatu'r-Resâil içe­risinde), Mısır-1323, s. 2, 10. Ne gariptir ki, İbnTeymiye (6. 728) sırf bu konuya tahsis ettiği mezkur ri­salesinde, Hz. Ömer'den gelen sözkonusu rivayetlere hiç yer vermemiştir. Hatta, beyanın ihtiyaç halinde gecikip-gecikmeyeceğine dair uzun tartışmalara giren Usulcülerimiz de Hz. Ömer'in bu sözlerine pek atıf­ta bulunmamışlardır. (Bkz: Serahsî, Usul, II. 26-35; Gazzali, Mustasfa, I 368-382; Amidî, İhkâm, III. 66-70; İbn Hazm, İhkâm, I, 84-95. Görebildiğimiz kadarıyla sadece Ebu'l-Huseyin el-Basrî, Mü'temed, I-357'de kısaca Hz. Ömer'in anlayamamasına değinir ve burada beyanın gecikmediğini, yalnızca anlaşıla­madığını söyler.) Oysa bize göre Hz. Ömer'in bu sözleri, hem Kur'an'ın, hem de Hz. Peygamberin beyanı açısından üzerinde titizlikle durulması,    ayrıca tahkik edilmesi gereken ehemmiyeti ha" izdir.

[531] Bkz ; Bakara: 2/151,129; 3 Al-i İmran: 2/164; Tevbe: 9/103; Cuma: 62/2.

[532] İbn Hişâm, I. 336 ; Ahmed. I. 203.

[533] Karafi, Şihabuddin Ebu'l-Abbas Ahmed b. İdris, el-Furûk, Beyrut-ty., Alemu'l-Kütüb. (MV),  IV. 170.

[534] Maide: 5/42,48,9.

[535] Nisa: 4/105.

[536] Ebû Dâvud, Akziye 7, no: 3586, IV. 15. (İbn Şihab'tan gelen munkatı' bir haberdir.)

[537] Ahzab: 33/36.

[538] Nisa: 4/65.

[539] Ebû Dâvud, Akziye 7, no: 3585, IV. 15.

[540]  Bkz:, İbnul-Ferec Abdullah b. Muhammed el-Mâlikî, el-Kurtubî (ö. 550), Akzıyetû Rasûlillah, Beyrut-1987, tah. Kasım eş-Şem'ânî er-Râfii, 1-237; İbnu'I-Hanbelî Nâsihuddin Abdurrahman el-Ensârî, (ö. 634) Akyisetu'n-Nebîyyi'l-Mustafa Muhammed, Mısır-1973. tah. Ahmed Hasan Cabir, Ali Ahmed el-Hatîb, 1-204;  İbn Kayyim el-Cevziyye, Fetâvâ Rasûlillah, Kahire-1980, tah. Mustafa Aşûr, 1-190.

[541] Bkz: Şafiî, Risale, s. 155, Buhâri, İ’tisam 5. VIII. 146.

[542] Bu tür rivayetler için bkz: Abdurrazzâk, X. 202-4. no: 18832-4; VIII. 522. no: 16137; Beyhakî, Sünen, X. 37; İbn Kesir, Muhtasar Tefsir, I. 433-4. Ayrıca bu hususta Suyûti'nin şu müstakil eseri mevcuttur: el-Bâhir fi Hukmi'n-Nebiyyi (s) bi’l-Bâtin ve'z-Zâhir, Kahire-1987, tah. M. Hayri Kırbaşoğlu. Kahire-1987. Daru's-Selâm, 1-70.

[543] Mâlik, Akziye 1, II. 719; Humeydî, I. 142. no: 296; Buhâri, Şehâdât 27, III. 162; Hıyel 10. VIII. 62; Ah­kam 20, VIII. 112; Müslim, Akziye 4-5, II. 1337-8; Ebû Dâvûd, Akziye 7, no: 3583; IV. 12-4; Tirmizî, Ah­kam 11, no: 1339, III. 624 ; Ahmed, VI. 307, 320.

[544] Nisa: 4/14, 59,80,115: Enfal: 8/20; Nur: 24/63.

[545] Ömer b. Ebî Seleme. Hz. Peygamberin eşi Ummu Seleme'nin önceki kocasından oğludur. Hz. Peygambe­rin vefatında henüz dokuz yaşunda bir çocuk olduğu belirtilmektedir. Bkz: İbnu'l-Esîr, Usdu'l-Câbe, IV. 183, no: 3830.

[546] Abdurrazzâk, X. 201-2, no: 18830-1; Buhârî, Enbiya 18. IV. 213-4; Müslim, Hudud 8-11, II. 1315-6: Ebû Dâvûd, Hudud 4. no: 4373, IV. 537.

[547] Ebû Dâvûd, Hudud 24. no: 4419, IV. 573.

[548] Müslim, İman 223-4, I. 123-4; Ebu Dâvûd, Akziye 26, no: 3623, IV. 42-3; Tirmizî, Ahkam 12, no: 1340. III. 625. Benzer bir dava Eş'as ile bir yahudi arasında geçmektedir. Bkz: Buhârî, Husumat 4, 111- 90-

[549] Abdurrazzâk, X. 216, no: 18891. Benzer bir olayı nakleden 18892 no'lu haberde, Gatafan'lıların devele­rini kaybettiği ve Gıfar Kabilesinden birisini töhmet altında bıraktıkları anlatılmaktadır ki, ikisi aynı ha­dise olabilir.

[550] Abdurrazzâk, X. 56-62, no: 18338-9. 18346, 18349, 18351. 18356; Buhari Tıb 46, VII. 27-8; Müslim, Kasame 36-8. II. 1310-1; Ebû Dâvüd, Diyât 21, no: 4574. 4576, IV. 700-3; Ahmed, IV, 245-6, 249.

[551] Abdurrazzâk, IX. 454, no: 17991; Ahmed, II. 217.

[552] Abdurrazzâk, IX. 453, no: 17989.

[553] Buhâri, Salat 83, I. 121; Sulh 10, 14. III. 170, 172; Müslim. Musakat 20-1, II.1192-3.

[554] Çeşitli misaller için bkz: Abdurrazzâk, V. 406-7. no; 9746; IX. 462-3, no: 18032; Buhâri, Sulh 8, III. 169; Ebû Dâvud, Diyat 3. 13. no: 4499, 4501, 4503. 4534, IV. 638-643, 672-3; Akziye 31. no: 3636, IV. 50; 580 Ebû Yusuf- er-Radd alâ Siyeri’l-Evzai, s. 32-3; İbn Sa’d, I. 115.

[555] Misaller için bkz: Tez metni s.

[556] Bkz: Buhâri, Sulh 12. III. 171; Müslim. Fedail 129, II. 1829. Zubeyr, " Nisa: 4/65 ayetinin ancak bu ayet üzerine indiğini sanıyorum" demektedir.

[557] Misaller için bkz: Abdurrazzâk, IX. 397-8, no: 17764; Şafiî, Risale, s. 426-430; Darimi, Mukaddime 54.s. 153; Hatib, Fakih, I. 138-141; Suyûtî, Miftahu'l-Cenne, s. 74; Slbaî, Mustafa, es-Sünne ve Mekânetuha fi't-Teşrîı’l-İsIâmî, Beyrut-1985, IV. baskı. El-Mektebu'l-İslâmi, s. 68-9.

[558] Dabaşî, Hamid, İslam'da Otorite, ter. Süleyman E. Gündüz, İstanbul-1995, s. 99.

[559] Buhâri, Menâkıbu’l-Ensar 43, IV. 251; İman 11. I. 10; Ahmed, V. 313, 323; İbn Hişâm, I. 433-4.

[560] Ahmed, V. 318-321.

[561] İbn Hişâm. I. 443-6.

[562] Bkz: Dabaşî. a.g.e., s. 99-100.

[563] Medine Vesikası hakkında bilgi ve farklı değerlendirmeler için bkz: İbn Hişâm, I. 501-4; Beyhakî, Sünen, VIII. 106; Hamidullah Muhammed, İslam Peygamberi, ter. Salih Tuğ, İstanbul-1980, İrfan Yay. l-ll, I-204-229; İslam Hukuku Etüdleri, s. 33-49. İstanbul-1984; Avvâ, M. Selim. Fi'n-Nizami's-Siyasî li'd-Devleti'l-İslamiyye, Kahire-1989, s- 50-64; Umeri Ekrem Ziya, Medine Toplumu, ter. Nurettin Yıldız. İstanbul-1988, s. 78-98; Özafşar M. Emin, Fıkhı Hadisler, basılmamış doktora tezi, Ankara-1995, s. 25-30; Birsin Mehmet, Hz. Peygamberin Devleti, İstanbul-1996. s. 35-69; Ayrıca Bilgi ve Hikmet Dergisi, bu Ve­sikayı esas alan özel bir sayı çıkarmıştır. 1994/ 5.

[564] Hamidullah, İslam Peygamberi, I. 204-218.

[565] Buhârî, Enbiya 50, IV. 144; Ahmed. ll. 297.

[566] Hac: 22/39.

[567] Hz. Peygamberin bu yönleri ile ilgili olarak bkz: el-Arabî, Muhammed Mahmud, Devletur-Rasûl fi’l-Medine, Kahire-1988,1-366; Birsin Mehmet. a.g.e.; Hattab Mahmud Şît, Komutan Petgamber, ter. Ahmed Ağırakça, İstanbul-1988. 1-355. el-Kettani, Muhammed Abdulhay (ö.1915), Nizamu’l-Hukûmeti’n-Nebevi (et-Teratîbu'l-İdariyye), Beyrut-ty.; Armuş, Ahmed Ratıb, Kıyadetu'r-Rasul es-Siyasîyye ve'l-Askeriyye,  Beyrut-1989, Daru'n-Nefais

[568] Ahmed. ll, 231.

[569] Özel, Ahmed. et-Teratîbu'l-İdâriyye ter. İstanbul-1990, Önsöz, VIII.

[570] Mâlik, Libas 18. II, 917-8; İbn Sa'd; I. 466-7; Buhârî, Cuma 7,1. 213-4; Tefsir 66 / 2, VI. 70; Müslim. Libas 6, 7. II. 1638-9; Ahmed, 11.103, 146, 337; Tirmizî, Zühd 44, no: 2377, IV. 588.

[571] Ahmed, I. 411; Hâkim, Mustedrek, III. 20.

[572] İbn Hişâm, II. 79-80, 216.              

[573] Bkz: Al-i İmran: 3/154; Enfal: 8/ 11; Tevbe: 9/26, 40; Ahzab: 33/9.

[574] Bkz: Abdurrazzzak. V.336, no; 9720; Ahmed, IV. 329-330.

[575] İbn Ebî Şeybe, VII. 399, 402, no: 36900, 36902; Taberî, Tarih. III. 54; Heysemi. Mecma’ VI. 167; İbn Hacer, Ahmed b. Ali el-Askalânî, el-Metalibu'l-Aliye bi Zevâid-i'l-Mesânidi's-Semâniye, tah. Habiburrahman el-A'zamî, Beyrut-t.y.. Daru'I-Ma'rife, (l-lV) ,IV. 247, no; 4362.

[576] Bu yönde eleştirileri için bkz: Bütî, Flkhu's-Sîre, s. 25-6.

[577] Benzer değerlendirmeler için bkz: Hattab Mahmut Şit, Komutan Peygamber, s. 9-12.

[578] Al-i İmran: 3/159.

[579] Enfal: 8/67,8. Bkz: İbn Kesîr, Muhtasar Tefsir, II. 117-9.

[580] Tevbe: 9/43.

[581] Nur: 24/62.

[582] Enfal: 8/5,8.

[583] Al-i İmran: 3/152,4.

[584] Haşr: 59/7.

[585] Karâfi, Furûk, I. 205-6.

[586] A.g.e. I. 207. Ayrıca Karâfî, hakim ile yöneticinin tasarrufları ve fetva ile hüküm arasındaki farkları ele aldığı, bu hususta muştakil olarak telif ettiği "el-İhkâm fi Temyizi’l-Fetâvâ ani'l-Ahkâm ve Tasarrufâti'l-Kâdî ve'l-İmâm", Tah. Ebû Bekir Abdurrazzâk, Kahire-1989. isimli eserinde bu tür tasarrufları 20 nevi olarak daha geniş bir şekilde işlemiştir. Bkz ; s. 90-6, 55.

[587] Bkz: Karadâvi, Şeria. s. 146-150.

[588] Köten Akif, Hz. Peygamberin İmamet Tasarrufu (Devlet Başkanı Olarak Hz. Peygamberin Tasarrufları), Din-Devlet İşleri Sempozyumu, Bildiriler, 3-4 Nisan 1993-Bursa. İstanbul-1996, s. 110,

[589] Karafi, Furûk, I. 208-9; İhkâm, s. 59-60.

[590] Mâlik, Cihad 18-9, II. 454-5; Tirmizî, Siyer 13. no: 1562, IV. 131-2; Bkz: Buharî, Humus 18. IV. 57; Meğazi 54. V. 101; Müslim. Cihad 42, II. 1373.

[591] Müslim, Cihad 43-4, II. 1373-4; Ebû Dâvüd, Cihad 148. no: 2719, III. 164-5.

[592] Tirmizî, Siyer 13, no: 1562, IV. 132.

[593] Mâlik, Cihad 19, II. 455.

[594] Tahir b. Aşur, Mekasıd. s. 32; Karafi, a.y. ; Tirmizî, a.y.

[595] Karadavî. el-Canibu't-Teşrlî fi's-Sünne, es-Sunne ve Menhecuhâ, II. 1013

[596] Dabaşî, Hamid, İslam'da Otorite, ter. Süleyman E. Gündüz, İstanbul-1995, s. 77.

[597] A.g.e.. s.102. 78.

[598] A.g.e., s.83. 86.

[599] A.g.e..s. 87.

[600] Bakara: 2/256.

[601] Gaşiye: 88/22.

[602] Nisa: 4/80; En'am: 6/104,107; Şurâ: 42/48.

[603] En'am: 6/107,8, 66; Zümer: 39/41; Şûra: 42/6; İsra: 17/54.

[604] Al-i İmran: 3/32,132; Nisa: 4/59; Maide: 5/92; Enfal: 8/1,20,46.

[605] Nisa: 4/80

[606] Feth: 48/10.

[607] Al-i İmran: 3/31.

[608] Fazlur Rahman, İslam, s. 70.

[609] A.g.e., s. 72.

[610] Bkz: Tevbe: 9/44; Abese: 80/1.

[611] Fazlur Rahman, a.g.e., s. 97.

[612] Abdurrazzâk, V. 336, no: 9720; İbn Ebî Şeybe, VII. 388, no: 36855; Ahmed, IV. 329-330. Benzer itiraflar Ebû Sufyan'dan da gelmiştir. Bkz: Vakıdî, Mecazî, II. 816.

[613] Abdurrazzâk, V. 375-6. no: 9739. Benzer bir müşahede için bkz: Ebû Dâvûd, Libas 28, no: 4084. IV. 344. 2

[614] Bakara: 2/143; Al-i İmran: 3/110; A'raf: 7/157; Enfal: 8/64,72,74-5; Tevbe: 9/117,88,100; Feth: 48/29.

[615] Bkz: Avcı Seyyit, Sahabede Peygamber Sevgisi, İstanbul-1992, M.Ü.S.B.E. basılmamış yüksek lisans tezi, (1-122). Avcı bu çalışmasında, sadece Hz. Peygamberi sevmenin gereği, bunun sahabe hayatındaki tezahürleri, onların Hz. Peygambere olan sevgileri, ona uymaları ve ona muhalefet edenlere karşı çıkma­ları üzerinde durmakla yetinmiştir.

[616] Mamer, (Abdurrazzâk, XI. 59-60. no: 19908); Buharî, Menâkıbu'l-Ensar 1. IV. 221; Müslim, Zekat 132-4, I. 733-5; Benzer bir haber için bkz: Abdurrazzâk, X. 156, no: 18676.

[617] Buhârî, Meğazi 56. V. 104-6. Buhârî rivayetlerinden bazısında Hevazin denildiği halde, bazısında yer alan Mekke'nin Fethi günü ifadesinin tarihî olarak yanlış olduğunu ortaya koyan eleştiriler için bkz: Ertürk Mustafa. Metin Tenkidi Prensipleri Açısından Sahih-i Buhârî'deki Bazı Fiten Hadislerinin Değerlendiril­mesi, İstanbul-1995. basılmamış doktora tezi, s. 91-2.

[618] İbn Teymiye. es-Sârimu’l-Meslûl, s. 191.

[619] Muslim, Fedail 59, II. 1806; Tirmizî, Zekat 30, no: 666. lll. 53.

[620] İbn Ebî Şeybe, VII. 397, no: 36899: Müslim, Cihad 84-6; II. 1405-8; Ahmed, II. 538.

[621] İbn Hişâm, II. 416.

[622] Misaller için bkz: Hatiboğlu M. Said, Hadis Tarihi Notları (basılmamış ders notları), s. 28-32.

[623] İbn Teymiye, es-Sârimu’l-MeslüI, s.198-9.

[624] Bkz: İbnu'l-Esir, Usdu'l-Ğabe, II. 283.

[625] Mamer, (Abdurrazzâk, XI. 234-5, no: 20413); İbn Ebî Şeybe, VII. 415. no: 36980; Şeybânî. Muvatta, s. 333: İbn Sa’d IV. 66-7; II. 249-250; Said b. Mansur, II. 368, no: 2890; Buhâri, Fedâilu'l-Ashâb 17, IV. 213; Müslim, Fedail 63-4. II. 1884;Taberî, Tarih, III. 226.

[626] İbn Hacer, Fethu'I-Bâri, VII. 759'da eleştirenlerden sadece Ayyaş b. Ebi Rabia el-Mahzûmî'nin ismini vermektedir. Hakkında bilgi için bkz: İbnu'l-Esir, Usdu’l-Gâbe, IV. 320-1, no: 4139.

[627] Hz. Peygamber, Üsame'yi daha önce de, Cuhayne'nin bir kolu olan Huraka kabilesine göndermişti. Bkz: Buhârî. Meğazi 45. V. 88; İbn Sa'd, II. 119.

[628] Bu ifadeyi yalnızca Abdurrazzâk, V. 339-340, no: 9720'de görmekteyiz. Oysa baştan sona aynı isnadla ve kelimesi kelimesine Abdurrazzâktan nakleden Buhâri, Şurût 15. III. 182 ve Ahmed. IV. 330-1'deki ri­vayetlerde bu ifade mevcut değildir. Onlar, bunu ya Hz. Ömer'in inancında şüpheye düştüğü anlaşılabi­lecek bu cümleyi söyleyemeyeceği kanaatiyle nakletmemek için çıkartmış olabilirler. Ya da bu ifade Abdurrazzâk'ın nüshalarına Buhârî ve Ahmed b.. Hanbellerden sonra Hz. Ömer karşıtı bazı şiîlerce idrac edilmiş olabilir. Bunu tespit edebilmek için mevcut elyazması nüshalarına bakılması gerekecektir. Ayrı­ca hadisi, senedsiz olarak Ebu Said el-Hudri'nin Ömer'den anlatması şeklinde veren Vakıdi'de ise, Hz. Ömer iki defa "O gün benim içime şüphe düştü" demektedir. Güya bundan dolayı nice köleler azad et­miş ve dehr orucu tutmuştur...Bkz: Vâkıdî. II. 607.                                           

[629] Abdurrazzâk, V. 339-340, no: 9720; Buhâri, Şurût 15. III. 182: Ahmed. IV. 330-1- Farklı anlatımlar için bkz: Vâkıdî. II. 607-9; İbn Ebî Şeybe, VII. 384-5, 388-9. no: 36847, 36855: İbn Hişâm, II. 316-7: Buhâ­ri, Cizye 18, IV. 70; Tefsir 48 / 5, VI. 45-6; Müslim, Cihad 94, II. 1411-2; Ahmed, III. 486.

[630] Hadiseyi nakleden yukarıdaki kaynakların hepsinde lafız farklılığıyla birlikte bu hususa yer verilmekte­dir.

[631] Bkz: Feth: 48/27; İbn Hişâm, II. 318.

[632] Hazrec Kabilesinin reisi olup, Medine'nin idaresi kendisine verilmek üzereyken Hz. Peygamberin oraya hicretiyle bundan vazgeçmiştir. Bu sebeple, Bedir savaşından hemen sonra müslüman olmuş görünme­sine rağmen Peygambere ve onun tebliğ ettiği dine karşı beslediği kin ve düşmanlık duygularından hiç­bir zaman kurtulamamıştır. Mekke müşriklerinin tahrikleri ve Yahudi muhabbetiyle yaşamış olup, onun bu tavrını haber veren birçok ayet inmiştir.! Munafikûn: 63/1,8) Bkz: Koçyiğit Talat, Abdullah b. Übey b. Selül mad.. İsl. Ans. TDVY. I. 139-140.

[633] Münafıkların başı olarak bilinen İbn Ubey, Mekke'den gelen Peygamberi ve arkadaşlarını kasdederek "Bi­ze geldiler, barındılar. Vallahi bizim asıl düşmanımız şu Kureyş artıklarıdır. Onlara yemek vermeyin ki dağılıp gitsinler. Bunlarla olan durumumuz, tıpkı 'Besle köpeğini, yesin seni!" diyen adamın durumu gi­bidir. Ama Medine'ye dönersek, üstün olan, zelil olanı çıkartacaktır" demişti. Bkz: Buhârî, Tefsir 63 / 1-7, V. 63-7; Müslim, Munafıkîn 1, III. 2140

[634] Tevbe: 9/84.

[635] Buhârî, Cenaiz 85, II. 100; Tefsir 9 / 12. V. 206: Tirmizî, Tefsir 10, no: 3097, V. 279; Nesaî. Cenaiz 69. IV. 67-8

[636] Tevbe: 9/80.

[637] Buhârî, Tefsir 9 / 12-3, V. 206-7; Müslim, Fedallu’s-Sahabe 25, II. 1865;Tirmizi, Tefsir 10. no: 3098, V. 279-280; İbn Mâce, Cenaiz 31, no: 1523, I. 488; Ahmed, II. 18.                

[638] Bkz: İbn Hacer, Fethu'I-Bâri, VIII. 189; Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur'ân; VIII. 219; Zemahşeri, Keşşaf, II. 164; Meraği, Ahmed Mustafa, Tefsiru'l-Merâğî, Beyrut-t.y., Daru İhyai't-Turas el-Arabî, (I-XXX). X. 176

[639] Tahâvi, Ebû Cafer Ahmed b. Muhammed, Şerhu Muşkili'l-Asâr, tah. Şuayb el-Arnavut. Beyrut-1987' Muessesetu'r-Risâle, (I-XV), I. 70-81.

[640] Benzer bir mütalaa için bkz: Mevdûdî, Tefhim. II. 258.

[641] Buhârî, Cenaiz 78, II. 95: Müslim, Munafikin 2, 111. 2140; Nesaî, Cenaiz 92. IV. 84; Ahmed. III. 371. Bu hususta Hz. Peygamberin, ganimetten aşıran, intihar eden ve borçlu ölen müslümanların da namazını kılmadığını belirterek, münafıkların reisinin namazını kılmış olamayacağını söyleyen Tahâvi'nin zikretti­ği rivayetler ve değerlendirmeleri için bkz: Muşkil, I. 74-81.

[642] Enbiya: 21/107.

[643] Enfal: 8/67,8; Tevbe: 9/43,80,5,113; Munafikun: 63/6; Abese: 80/1,10; Kasas: 28/56; Kehf: 18/6; Şuara: 26/3.

[644] Bkz: İbn Ebî Şeybe, VII. 359, no: 36690; İbn Kesir, Muhtasaru Tefsir, II. 117-9.

[645] Buhâri, Cenaîz 2Z, 85, II. 76,100; Tefsir 9/12, V. 206: Tirmizî, Tefsir 10, no: 3097: V. 279; Nesâî, Cenaiz 69, IV. 67-8; Tahâvî, Muşkil, I. 70-81.                                                    

[646] Müslim, İman 52. I. 59-60; Ahmed. IV. 402-411.

[647] Buhârî, Şerike 1, III. 109.

[648] Ebû Huzeyfe b. Utbe b. Rabîa, Kureyş'li ilk müslümanlardan olup, hem Habeşistan'a, hem de Medine'ye hicret etmiş. Hz. Peygamberle bütün savaşlara katılmış ve 53-4 yaşlarında Yemame'de (H. 11) şehid ol­muş ashabın faziletlilerindendir. Bkz: İbnu'l-Esir, Usdu’l-Gâbe, VI. 70-1.

[649] İbn Hişâm, 1. 629; İbn Sa'd, IV. 10-1.

[650] A.g.e., a.y.

[651] Bkz: İbnu'I-Esir, Usdul-Gâbe, III. 165, no: 2797.

[652] İbn Hişâm, I. 646; İbn Sa’d IV. 10, 31; İbnu'l-Esir, a.y.

[653] Abdurrazzâk, V. 466, no: 9771; İbnu"l-Esir, a.g.e. I. 457-8.

[654] İbn Sa'd. IV. 11.

[655] Burada Hz. Aişe bu itiraz gerekçesi sebebiyle, gönlündekinin hilafını izhar etme bakımından, ziyafeti bahane edip hakkında dedikodu yapan hanımlara Hz. Yusuf’u gösteren Züleyha'ya benzetilmektedir. Bkz: M. Fuad Abdulbakî, Mâlik, Sefer 83. I. 170 (ta'lîk): bkz: Nevevi, Minhâc, IV. 140.

[656] Buhârî, Ezan 46, I. 165-6; Mâlik, Sefer 83. I. 170; Müslim, Salat 94-5,101, I. 313-4. 316.

[657] Buhârî, Megazi 83. V. 140; Müslim, Salat 93, I. 313.

[658] Buhari, Megazi 61, V. 110-1; Müslim, Zekat 144, 1. 742.

[659] Buhari, Edeb 95, VII. 111; Menâkıb 25, IV. 179; Müslim, Zekat 148, I. 744; İbn Hişâm, II. 496-7; Ebû Dâvud, Sünne 31, no: 4764. V. 121-3.

[660] Humeydî, 1. 61, no: 110; Buhâri, Enbiya 28. IV. 130; Meğazi 56. V. 106; Müslim, Zekat 140-1, I. 739.

[661] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, VII. 667.

[662] Hakkında bilgi için bkz: İbnu'l-Esîr, Usdu’l-Ğâbe, V.225, no: 5010.

[663] Hurmuzan'a karşı komutan olarak savaştığı ve onun hezimete uğratılmasında rolünün büyük olduğu. Hz. Ali ile Sıffin'de beraber iken, sonra Haricîlerden tarafa geçtiği, Hz. Ali'nin en aşırı karşıtlarından ol­duğu ve H. 37'de öldürüldüğü bildirilmektedir. Bkz: İbnu'l-Esîr, Usdul-Ğâbe, I. 474-5. no: 1127.

[664] Bu ve farklı isimler için bkz: İbn Beşkuvâl, Gavâmıd, II. 544-5; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VII. 652.

[665] Bkz: Hatiboglu. M. Said, Siyasî-İctimâî Hadiselerle Hadis Münasebetleri, basılmamış doçentlik tezi, s. 40.

[666] Tevbe: 9/58, Bkz:İbn Kesir, Muhtasar Tefsir, II. 149.

[667] Buharî, Enbiyâ 28. IV. 129-130.

[668] Bkz: Enfal: 8/5,8; Bkz: İbn Hişâm, I. 606-7.

[669] İbn Hişâm, I. 615.

[670] Enfal: 8/9,26.

[671] Misver, bu olayda orada hazır bulunmadığı için, Mervan da sahabi olmadığı için bu haber mürseldir. Bkz: İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, V. 392,

[672] Abdurrazzak, V. 340, no: 9720: Buhâri, Şurut 15, III. 182; Ahmed, IV. 331. Farklı ahlatımlar için bkz: Vâkıdî, II. 613; İbn Ebî Şeybe, VII. 383. 389. no: 36840, 36855; İbn Hişâm. II. 319. İbn Hişâm nebevi em­re ve sahabenin imtisalde gecikmesine hiç yer vermemiş, yalnızca onun fiilini ve sahabenin ittibaını zikretmiştir. "Ğammen=kederden" ifadesinin aynı anlamı için bkz: Âl-i İmrân: 3/153.

[673] Bu ve başka yorumlar için bkz: İbn Hacer. Fethu'l-Bâri, V. 409.

[674] Vakıdî. II. 613.

[675] Zehebi, Nubelâ, II. 203.

[676]  İbn Ebî Şeybe. III. 359. no; 14922-3, 14925; Buhâri, Hac 103. 112. II. 181,184.

[677] İbn Ebî Şeybe, Ill. 358, no: 14916.

[678] Bkz; Aynî, Umde, VIII. 193; Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne, s. 68.

[679] Buhârî, Hac 34, II. 152-3; Müslim, Hac 143, I. 884-5; Ahmed, VI. 175.

[680] Müslim, Hac 130. I. 879; İbn Mâce. Menâsik 41, no: 2982, II. 993; Ahmed. IV. 286.

[681] Buhârî, Hac 34. II. 152; Müslim, Hac 198, I. 909

[682] Bkz: Nisa: 4/59, 64,5,80; Enfal: 8/20,24.

[683] Bkz: Ahzab: 33/36; Nisa: 4/14,65.

[684] Nisa: 4/115.

[685] Nur: 24/63.

[686] Bkz: Feth: 48/18,9,10,29; Hadid: 57/10; Haşr: 59/3,10; Bakara: 2/143,285; Al-i İmran: 3/68; Nisa: 4/95,6; A'raf: 7/157: Enfal: 8/64,72,74-5; Tevbe: 9/88,100,117.

[687] Buhârî, Menâkıb 6. IV. 158-9; Müslim, Fedalîu’s-Sahabe 132-3, II. 1923-4.

[688] Buhârî, Meğazi 17. V. 30.

[689] İbn Ebî Şeybe, V. 383, no: 36841; Buhârî, Megazi 43, V. 85.

[690] Buhârî, Ezan 48, I. 167; Cenaiz 8, II. 69.

[691] Abdurrazzâk, III. 518, no: 6542.

[692] Bkz: Taberâni, Kebîr, VI. 84, no: 5586.

[693] Kehf: 18/54.

[694] Buhârî, Teheccüd 5, II. 43. Oysa Abdullah b. Ömer. Hz. Peygamberin kendisi hakkında "Abdullah ne iyi bir adam, bir de gece namazı kılsa" dediğini duyduktan sonra geceleri ancak az birşey uyuyordu. Bkz: Buhârî, Fedâilu'l-Ashâb 19, IV. 215.                                                                       

[695] Ahmed, I. 396.

[696] Humeydî, II. 540, no: 1289; Müslim, Siyam 90.1. 785; Tirmizî, Savm 18, no: 710, III. 89-90. Her ne kadar burada isyandan söz edilmişse de. Hz. Peygamberin başka yolculuklarda oruç tutmayı kişilerin iradesine bıraktığı, tutanları da kınamadığı bilinmektedir. Bkz: Müslim, Siyam 88-9. I. 785. Dolayısıyla bu ifadeyi "söz dinlemezler" gibi daha yumuşak bir eleştiri olarak anlamak daha isabetli olacaktır.

[697] Buhârî, Meğazi 17, V. 29-30; Ebû Dâvûd, Cihad 116. no: 2662. III. 117-8; Ahmed, 1.287.

[698] Al-i İmran: 3/152. Bkz: Kurtubî, Ahkâmu'l-Kur'ân', IV. 233-8; İbn Hişâm, II. 113-4.

[699] Taberî, Tarih, II. 509-510.

[700] Havva, Said. el-Esas fî's-Sunne, II. 595’ten naklen.

[701] Nûr: 24/63.

[702] İbn Hişâm, II. 397; Taberi, Tarih. III. 47.

[703] Buhari, Megazi 9, 46, V. 10, 89; Tefsir 60/1, VI. 60; Müslim, Fedailus-Sahabe 161-2, II. 1941-2: Ebû Dâvûd, Cihad 108, no: 2650, III. 108; Ahmed, I. 80, 105, II. 296; Vakıdî, II. 796-7; İbn Hişâm, II. 398-9.

[704] Mumtahıne: 60/1,9.

[705] Bkz: Mâlik, Sefer 2, I. 143-4; Abdurrazzâk, II. 545-6, no; 4399; V. 177-9, no: 9291, 9294, 9296.