B- Araştırmanın Metodu Ve Planı
B- Sünnet'in Kavramlaşma Süreci
1- Arap Dilinde ve Kur'an'da Sünnet
2- Hz. Peygamber'in Dilinde Sünnet
a- "Sünnet" Kelimesinin Fiil Olarak Kullanımı
b- "Sünnet" Kelimesinin İsim Olarak Kullanımı
3- Sünnet'in Geç Döneme Alt Bir Kavram Olduğu iddiası
a- Büyük Sahabilerin Dilinde "Sünnet" Tabiri
2- Hz. Ömer'in Dilinde " Sünnet" Tabiri:
3- İbn Mes'ud'un Dilinde "Sünnet" Tabiri:
4- Hz. Osman'ın Dilinde "Sünnet" Tabiri:
5- Hz. Alinin Dilinde "Sünnet" Tabiri:
6- Ebü Hureyre'nin Dilinde "Sünnet" Tabiri:
b- Genç Sahdbilerin Dilinde "Sünnet" Tabiri
2- Hz. Aişe'nin Dilinde "Sünnet" Tabiri ;
4- İbn Abbas'ın Dilinde "Sünnet" Tabiri:
5- İbn Ömer'in Dilinde "Sünnet" Tabiri:
6- Enes b. Malik'in Dilinde "Sünnet" Tabiri:
C- Sahabede Peygamber Telakkisi
2- Peygamber Olarak Hz. Muhammed
3- Hâkîm / Müftü Olarak Hz. Muhammed
5- Hz. Peygamberin Sahabe Nezdîndekî Otoritesi
a- Sahabenin Hz. Peygamber'e İtaat ve İttibaları
c- Sahabenin Hz. Peygambere İtaatta Gecikmeleri
d- Sahabenin Hz, Peygamberin Sözünü Dinlememeleri
Peygamberler, hem dünyada hem de ahirette insanlığın mutluluğa erişmelerini sağlamak amacıyla Yüce Allah tarafından gönderilmiş elçilerdir. Onların temel görevleri, Allah'tan aldıkları ilâhi mesajları insanlara ulaştırmak, onlara hakikat yollarını göstermek, bu uğurda bilfiil önderlik ve örneklik yapmaktır.
Bu kutlu elçilerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v.) de aynı misyonu icra etmiştir. O, risaleti ile birlikte, kendisine inanan insanlara rehberlik etmiş, onlar için örnek bir hayat sergilemiştir. Rasulullah (s.a.v.) gerek sahabe, gerekse sonradan gelen inananlar için ideal bir şahsiyettir. O’nun sözlerinde olsun, davranışlarında olsun, inanan kimseler için güzel bir örnek vardır. Bu sebeple, hangi asırda yaşarsa yaşasın, ona inanan insanların ideal bir mümin olabilmeleri; büyük ölçüde onu tanımaları, çizgisini takip etmeleri, ortaya koyduğu ideal davranışlara uymaları ile mümkün olacaktır. Bu noktada, herşeyden önce, onun çizgisinin, ideal davranışlarının, yani sünnetinin ne olduğu, nasıl anlaşılması gerektiği, geçmişte ve günümüzde en çok konuşulan, tartışılan konuların başında gelmektedir.
Bugün Hadis-Sünnet sahasında çalışanların en çok üzerinde durdukları konu, Sünnetin doğru bir şekilde anlaşılması, yorumlanması ve bunun için yeni bir metodoloji oluşturulmasıdır. Hz. Peygamberin ilk muhatapları olan sahabenin sünnet anlayışının bu doğrultuda yapılan çalışmalara katkısı bulunabileceği düşüncesiyle, böyle bir konuyu tedkik etmenin yararlı olacağına inandık. Önemi kadar, zorluğu da ortada olan böyle bir alanda yaptığımız çalışmamızın bu yolda atılmış mütevazı bir adım olarak hüsn-i kabul görmesi, en büyük arzumuzdur.
"Sahabenin Sünnet Anlayışı" isimli doktora tezimizin danışmanlığını lütfetme nezaketinde bulunan, muhterem hocamız Prof. Dr. Talat Koçyiğit'e şükranlarımızı arzetmek bir vefa borcumuzdur. Yine, çalışmalarım esnasında; konuların müzakere ve mütâlâasında, bazı bölümlerin okunması, tashih ve değerlendirilmesinde ve tezin yazılması esnasında emeği geçen, bize yardımlarını esirgemeyen saygıdeğer hocalarımıza, değerli arkadaşlarımıza, kardeşlerimize teşekkürlerimizi arzediyoruz.
Elinizdeki bu eserin, çalışmalarımızda bize daima yol gösteren Prof. Dr. M. Said Hatiboğlu'nun da aralarında yer aldığı yedi kişilik bir jüri tarafından 1996 yılı T. D.V. İslam Araştırmaları ödülüne layık görülmesi, araştırmamızın basılması yönünde bizi teşvik etmiş, bize cesaret vermiştir. Öte yandan, gerek jürinin, gerekse çalışmamı dikkatle okuyarak bazı hususları tashih edip tavsiyelerde bulunan başta Doç. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu ve Doç. Dr. İ. Hakkı Ünal olmak üzere, bütün değerli hocalarımızın katkılarından son derece yararlandığımı ve kendilerine teşekkür borçlu olduğumu belirtmek isterim.
Ayrıca kitabın basımı esnasında her türlü gayreti gösteren Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Mat. ve Tic. İşl. yetkilileri ve çalışanlarına teşekkür ederim.
Basım öncesinde sözünü ettiğimiz katkılar doğrultusunda yeniden gözden geçirdiğimiz bu mütevazı çalışmamız, samimî bir gayretin ürünü olup, değerli okuyucuların eleştirileri ve katkıları ile daha da olgunlaşacaktır. Gayret bizden, tevfîk Rabbimizdendir.
Bünyamin Erul Ankara-1998
Gerek Hz. Peygamber'in, gerekse onun hikmetli yolu ve sözleri olan Sünnet ve Hadisin doğru anlaşılması üzerine ilmî tartışma ve çalışmalann yoğun bir şekilde yapıldığı günümüzde, meseleyi sahabe zaviyesinden ele alan bu çalışmanın üçüncü baskısını yapma fırsatı veren Yüce Rabbimize hamdeder, her yönüyle bize örneklik ve rehberlik eden sevgili peygamberimize salât ve selam ederiz.
İlk baskısı 1999'da yapılan elinizdeki bu çalışmanın, 2000 yılında ikinci baskısının yapılması, ikinci baskıda bazı düzeltme, ilave veya çıkartma gibi yeni bir katkıda bulunma imkanı vermedi. Zira geçen bir yıl içerisinde yeterince tartışılmadan, değerli meslektaşlarımızdan ve dikkatli okurlarımızdan gelecek tespit, tenkit ve her türlü tepkileri tam olarak alamadan bu çalışmaya yeni bir önsöz yazmanın pek anlamlı olmayacağını düşündük. Aradan geçen beş yıllık bir zaman diliminde ise, beklediğimiz bu değerlendirmeleri büyük ölçüde aldığımızı söyleyebiliriz. Bu süre içerisinde konu, Ankara, İstanbul, Kayseri ve Konya gibi bazı şehirlerde düzenlenen çeşitli platformlarda anlatıldı ve tartışıldı. Çeşitli dergilerde, kitaplarda ve internet ortamında çalışma hakkında olumlu ve olumsuz değerlendirmeler yapıldı. Çalışmayı hayli önemseyerek Türk okuyucusuna tanıtma lütfunda bulunan değerli hocam Prof. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu ile aziz dostum Yard. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım'a minnettarım. Kitabı hem Türkçe, hem de içerik bakımından titiz bir şekilde okuyup değerlendirme inceliğini gösteren vefakâr dostum Dr. Necmettin Yurtseven'e; kendi ifadesiyle "hızlı okuma yoluyla gözden geçiren" ve değerli tashihler ve tekliflerde bulunan saygıdeğer Prof. Dr. Mehmet Erdoğan Bey'e; Konya'daki DİB Eğitim Merkezi'ndeki kursiyerlerle birlikte yaptığı okumaların sonucunu "Hadis Metinlerini Anlamada Öznellik Sorunu" başlıklı yazıya dökerek eserin içeriğine ilişkin bir eleştiri yayınlayan [1] Yusuf Acar dostuma; "Sahabe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık" adlı çalışmasında birkaç yerde dipnot düşerek tenkitler yönelten değerli meslektaşım Yard. Doç. Dr. Aynur Uraler'e burada ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Burada çalışmaya yöneltilen yazılı ve sözlü bazı eleştirileri -kısa da olsa- değerlendirmede fayda mülahaza etmekteyim:
a- Yusuf Acar tarafından, yoğun bir emek ve mesai harcanarak hazırlandığı ve alanında ilk olduğu kabul edilen çalışmamız, sosyal bilimlerdeki öznellik sorununun rivayet ilimlerindeki yansımasına ilişkin somut örnekler içerdiği için önemli görülmüştür. Ayrıca, çalışmada, gerek senet gerekse metin kritiği yapılırken anlayan öznenin içinde bulunduğu (inanç, kültür, önyargılar ve tercihler vs.) ortamın bir izdüşümü durumundaki zorlama çıkarsamalar ve benimsenen yöntemin bütün rivayetlerde standart bir şekilde sürdürülememesi gibi sübjektifliklerin varlığı iddia edilmiştir.
Hemen ifade edelim ki, sosyal bilimlerde, özellikle de rivayetlere dayalı ilimlerde öznelliğin, her zaman ve mekan için geçerli olduğu bir hakikattir. Hatta bu durumun, rivayetlerin tedvin ve tasnif edildikleri dönemlerde -itikadı, fıkhı ve siyasî yansımaların neticesi olarak- çok daha fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sayın Acar'ın benzetmesini kullanacak olursak, aslında kendi dönemlerindeki belli şartlar altında, okyanustaki yüzbinlerce balık içerisinden sadece birkaç bin tanesini yakalayan ve talebi de dikkate alarak bunları tablalarında sergileyenler, muhaddislerimiz olsa gerektir. Bizlerin yapmaya çalıştığı ise, sadece tablalarda mevcut olan balıklan tanımaya, tanıtmaya, onlar içerisinden de en taze ve sağlıklı olanlarını seçmeye yönelik belli tercihler yapmaktır. Elimizden gelen bütün cehd ve gayretimizin sonucu yaptığımız bu tercihlerimizde yanılma payımızın olabileceği bir gerçektir. Burada bir başka gerçek daha var ki o da, hatalı bile olsa ulaşılan sonuçlardan dolayı ilim adamlarına bir ecir vadederek onları sürekli ilmî inceleme ve araştırmaya, cehd ve içtihada teşvik eden dinimizin engin hoşgörüsüdür. Sayın Acar'ın bu doğrultudaki eleştirilerini cevabi yazımızda değerlendirdiğimiz için onları burada tekrar etmeyeceğiz. Gerek Acar'ın, gerekse Uraler'in dile getirdikleri öznellik, taraflılık, önyargı vb. iddialarının bizim için geçerli olduğu kadar, başta iddia sahipleri olmak üzere geçmişteki ve günümüzdeki bütün ilim adamlan için de geçerli olduğunu hatırlatmalıyım. Elbette her ilim adamının yetiştiği ortam, kazandığı bakışaçısı, kullandığı üslup, benimsediği yöntem ve dayandığı kaynaklar doğrultusunda ulaştığı sonuçlar da farklı olabilecektir. Bu farklılığı, bir öznellik olarak değil de, yapılan tespitler tasvip edilmese de, onları Hadis kültürümüz için bir zenginlik olarak kabul etmek kanaatimizce daha isabetli olacaktır.
b- Eleştirilerde dile getirilen bir başka husus da, çalışmada yapılan "Zahirî, Fıkhı ve İçtihadı Yaklaşımlar" şeklindeki üçlü tasniftir. Nitekim sayın Acar, "Sahabenin zahirî, fıkhı ve ictihâdî yaklaşımlar şeklinde kategorize edilmesinin, sağlıklı olmadığını, asr-ı saadeti bize aktaran rivayetler açısından da pek isabetli görünmediğini" belirtmiştir. Oysa biz, çalışmamızda amacımızın, "Şu sahâbîler müctehittir, şunlar fakihtir, şunlar da hadisçidir" şeklinde onları ta'dad ederek kesin çizgilerle kategorik bir ayırıma tabi tutmak olmadığını, yalnızca sünnet anlayışları ve genel temayülleri doğrultusunda meşhur sahâbîleri ele aldığımızı açıkça belirttik. Bu çalışmamız esnasında verdiğimiz birçok misalde de görüldüğü üzere, şeklî ve lafzı yaklaşımı ile meşhur bir sahâbînin, genel din anlayışı ve karekterinin hilafına, başka bîr meselede diğer fakih sahâbîler gibi değerlendirmeler yapabildiğini, hatta kişisel kanaatini dile getirebildiğini; buna mukabil fıkhı ve içtihadı ile meşhur bir sahâbînin de bazen tamamen zahirî bir anlayış sergileyebildiğim de hatırlatmıştık. Bunun en tipik misallerini Hz. Ömer ile oğlu Abdullah'ın yaklaşımlarında açıkça görmekteyiz. İstisnaî bir iki misalden hareketle sayın Uraler'in çalışmasında "Baba-oğulun sünnete bakışı da aynıydı" (s. 212) şeklindeki yargısı, bize yönelttiği eleştirilerde kullandığı kendi ifadesiyle söyleyecek olursak, gerçeği ile izah edilebilir (s. 117, 449. dipnot). Yaptığımız bu üçlü tasnife yapılan diğer bir itiraz da, bunun zahirî, fıkhî ve ictihâdî yaklaşımlar şeklinde isimlendirilmesiyle ilgilidir. Aslında okuyucularımız bunda haksız da sayılmazlar. Şu kadar var ki, bunlann yerine ne diyebileceğimize ilişkin arkadaşlarımızla haftalarca istişare ettiğimizi, tartıştığımızı, sunulan alternatiflerin de meramımızı ifadeye yetmediğini burada ifade etmeliyiz. Mesela, sırasıyla "Alıcı-anlayıcı-sorgulayıcı yaklaşımlar" veya "yüzeysel kavrayıcı yorumlayıcı yaklaşımlar" dile getirilen öneriler arasındaydı. Aynca, fıkhî yaklaşım ile ictihâdî yaklaşım şeklinde yaptığımız ayınm da sayın Erdoğan gibi, başkaları tarafından da pek uygun bulunmadı. Fıkıh ile ictihad kavramlarının birbiriyle ne kadar içice iki kavram olduğunun farkındayız. Ancak ilgili yerde izah etmeye çalıştığımız gibi, iki kavram arasında bize göre "umum-husus min vechin" durumu sözkonusudur. Bu konuda hayli kafa yormamıza rağmen, maalesef ideal bir isimlendirmeye gidemediğimizi itiraf ediyor, hâlâ tekliflere açık olduğumuzu ve bu hususta okurlanmızdan yardım beklediğimizi belirtmek istiyoruz.
c- Yukarıda zikredilen çalışmalarda tespit edilen birkaç maddi hata, tarafımızdan değerlendirilmiş ve bu baskıda gerekli tashihler yapılmıştır. Bu değerli katkılarından dolayı adı geçen arkadaşlara tekrar şükranlarımızı arzediyoruz. Yeri gelmişken, daha sonra rastladığımız yeni malzemeler ve tespitler ışığında, bizim de bazı tashihler yaptığımızı hatırlatmalıyız. Yaptığımız yeni araştırmalar neticesinde özellikle Sünnetin Kavramlaşma Süreci kısmında iki üç hadisi değerlendirirken önemli değişiklikler yapma ihtiyacı hissettik. Ancak, bu tashihlerin hiçbiri, eserdeki ana fikri değiştirecek, onun esas ve içeriğini bozacak türden düzeltmeler değildir.
d- Aldığımız eleştirilerden bir kısmı da çalışmanın hacmiyle ilgilidir ve değerli okurlarımız bu hususta da haklıdırlar. Ancak, çalışma örnekleme yöntemiyle yapıldığı için, ister istemez hacim artmış oldu. İki baskıyı yapan bir çalışmanın üçüncü baskısında, sırf hacmi biraz hafifletmek gayesiyle birçok şeyi çıkarmanın da doğru olmadığını düşündük. Fakat hacmin yeni malzemelerle daha da fazlalaşmaması için pek ilavede de bulunmadık. Allah izin verirse ileride bu çalışmayı "Sünnet Kavramı: Oluşum ve Gelişim Süreci", "Sahabenin Peygamber Anlayışı" ve "Sahabenin Sünnet Anlayışı" şeklinde herbiri biraz daha genişletilmiş üç ayrı kitaba dönüştürmeyi planlıyoruz. Hacim probleminin ancak bu şekilde aşılabileceği kanaatindeyiz.
e- Çalışmada kullandığımız üslup da en fazla dile getirilen bir husustur. Konu ve rivayetlere yaklaşım üslubumuzu, çok olumlu, ılımlı, dengeli ve ihtiyatlı bulanlar çoğunlukta olmakla birlikte, bir süre okuduktan sonra okumayı bırakacak kadar sert bulanlar da oldu. Bu durum kısmen, bazı okurlara farklı gelen değerlendirmelerimizden kaynaklanabilirse de, daha çok okuyucunun genel birikimi, bu konulardaki bilgi seviyesi ve belki de ön kabulleri ile ilgili olsa gerektir. İnsaf ehli okuyucularımızın kolaylıkla görebileceği gibi biz, çalışmanın başından sonuna kadar, olumlu ve ihtiyatlı bir üslup kullanmaya gayret ettik. Tahrik edici, rencide edici yahut dayatmacı bir üsluptan sakınmaya çalıştık. Hatta bazı arkadaşlarımızın dikkatlerinden kaçmayan "Şayet hadis sahih ise..." şeklinde kullandığımız ifadeler de bu ihtiyatın bir sonucudur. Geleneğimizde birçok alimin kullandığı bu "in sahha" tabiri, sözü edilen hadisin metni hakkında bazı endişelerin bulunduğunu, aslında sahih olmayan bu metnin sahih sayılması halinde ne şekilde değerlendirilebileceğini belirtmek için kullanılmaktadır. Dolayısıyla, her bir hadis hakkında kabul veya red şeklinde mutlaka kesin bir değerlendirmenin yapılması beklenmemeli, kullanılan bu ihtiyatlı üslup da yadırganmamalıdır.
f- Araştırmalarımız esnasında cd'leri kullanmadığımız halde, dipnotlarda hayli erken dönem kaynaklarının bulunması ve dipnotların zenginliği hemen herkes tarafından takdir görmüştür. Elbette bunun ne kadar zaman alan ve durmak yorulmak bilmez bir mesai aldığını bu işin ehli fazlasıyla bilir.
İşte bütün bu tepki ve değerlendirmelerden makul olanlar dikkate alınarak çalışma baştan sona tekrar gözden geçirilmiş ve gerekli düzeltmeler yapılmıştır, Buna rağmen eserin hâlâ tashih edilmeyi beklediğini, bunun ancak siz değerli okuyucularımızın tespit ve tenkitleriyle gerçekleşebileceğini ve bu hususta gelecek her türlü katkıya canu gönülden müteşekkir olacağımızı ifade etmek isteriz.
Şu âna kadar aldığımız olumlu olumsuz tepkiler göstermektedir ki Sünnettin anlaşılması ve yorumlanmasında sahabe belirleyici bir çığır açmıştır. Sahabenin farklı bakış ve yaklaşımlarını ele alan bu mütevazı çalışma, günümüz Hadis-Sünnet çalışmalarına, özellikle de yöntem arayışlarına hayli malzeme vermişse, hatta belli ölçüde katkı sunmuşsa kendimizi bahtiyar hissedeceğiz.
Gayret bizden, tevfik Rabbimizdendir.
Bünyamin Erul
Ankara/Şubat-2004
Sünnet, İslam'ın Kur'an'dan sonra ikinci temel kaynağıdır. Geçmişte ve günümüzde müslümanların benimsemiş oldukları İslam anlayışını, Kur'an ve Peygamber-Sünnet anlayışı belirlemiştir. Ancak anlama ve anlayış bir tarafıyla da insan ile ilgili bir olgudur. Bu sebeple sahabeden günümüze kadar Kur'an ve Sünnet, ümmetin müşterek referansları olmasına rağmen, ilk nesillerden itibaren ortaya farklı anlayışlar çıkabilmiştir. İlerleyen asırlar içerisinde bu farklı anlayışlar daha da büyümüş, bazen ifrata, bazen tefrite dönüşmüş ve neticede, sağlıklı bir Peygamber telakkisi ve sünnet anlayışının yeniden ortaya konmasını adeta zorunlu hale getirmiştir.
Şüphesiz sağlıklı, tutarlı ve doğru bir İslam anlayışı, onun temel kaynaklarının doğru anlaşılmasına bağlıdır. İnsanların anlama kabiliyetleri ve anlama yöntemleri neticesinde elde ettikleri bu farklı anlayışların sağlamasını yapmak için de, elbette yine Kur'an ve Sünnetin yanısıra, ilk müslüman nesle, sahabeye başvurmamız en doğru yol olacaktır. Çünkü sahabe, daha sonraki nesillerden farklı olarak, Kur'an ve Hz. Peygamberin muhatapları, sebeb-i nüzul ve vürudların canlı şahitleri olup, kaynaklara en yakın insanlar olma imtiyazına sahiptirler. Dolayısıyla sahabenin Peygamber telakkisi ve Sünnet anlayışı, bize göre sağlıklı bir anlayış ortaya koymada önemli bir katkı sağlayacaktır.
Böyle bir konuyu seçip çalışmaktaki amacımız ise, ana hatlarıyla da olsa, sahabenin sünnet anlayışını tesbit etmektir. Şüphesiz bunu, binlerce sahabî arasından ancak az sayıda sahabînin kanaatlerinden faydalanarak gerçekleştirmeye çalışacağız. Daha çok, ileri gelen sahabilerin yakalaşımlanna müracaat ederek, onlardaki genel anlayışı, farklı yaklaşımları, değişik eğilimleri ortaya koymaya çalışmak, tezin ana hedefleri arasındadır. Ayrıca bu farklı anlayış ve yaklaşımların sebepleri ile, esas aldıkları kriterleri ve dikkat ettikleri hususları tesbit ederek, onların sünneti anlama yöntemini ortaya koymaya çalışmak temel amaçlarımızdandır.
Ayrıca bu çalışmadan ortaya çıkan sonucun, bugün bizlerin sünnet anlayışına ışık tutacağına ve yol gösterici olacağına inanıyoruz. Sünneti, sahabenin anladığı yöntemlerle anlamak, onların yaklaşımlarıyla benzer uygulamalar yapmak, şüphesiz birçok hadis ve sünnetin doğru anlaşılmasını, birçok problemin çözümünü kolaylaştıracaktır. Dolayısıyla tezin amacı, sadece ondört asır öncesindeki bir durumun tesbitinden ibaret değildir. Aksine biz, ortaya koyabildiğimiz kadarıyla, sahabenin sünnet anlayışının, sünnet anlayışımıza sağlam bir temel teşkil edeceği inancı içerisindeyiz. Bu nedenle diğer bir amacımız da, geçmişte var olan bu yaklaşımların, sünneti anlamaya yönelik olarak yapılan çalışmalar için bir temel olduğunu ortaya koymak, bu hususta sahabenin sünnet anlayışına başvurulması gerektiğini vurgulamaktır.
Öncelikle belirtmeliyiz ki, konumuz bir ilk dönem çalışmasıdır. Konu sahabenin sünnet anlayışı olunca, mevcut en erken dönem kaynaklarına başvurmamız kaçınılmazdır. Dolayısıyla biz, ulaşabildiğimiz kadarıyla en eski kaynakları taramaya gayret ettik.
Bu sahada elimizde bazı eserleri mevcut olan Ma'mer b. Râşid'in (ö. 153) Cami adlı eserine, Malik (ö. 179), Muhammed eş-Şeybânî (ö. 179), Ebû Yusuf (ö. 182), Şafiî (ö. 204) gibi imamların kitaplarına, özellikle Abdurrazzak (ö. 211) ile İbn Ebî Şeybe'nin (ö. 235) Musannelerine, Saîd b. Mansur'un (ö. 227) Sünen'ine ve Humeydî'nin (ö. 219) Musned'ine müracaat ettik. Ayrıca, Fezâri (ö. 186), Vakıdî (ö. 207), İbn Hişâm (ö. 213) ve İbn Sa'd (ö. 230) gibi tarihçilerin eserlerine de sık sık başvurduk. Elbette bunların yanaşıra Kütüb-i Sitte ve diğer temel hadis koleksiyonlarımız en fazla başvurduğumuz referanslarımız olmuştur.
Konu erken dönem çalışması olunca, tabiî ki sıhhatli gördüğümüz rivayetlere dayanarak örnekleme yöntemini kullandık. Elde edebildiğimiz mevcut misallerden hareketle bazı sonuçlara varmaya çalıştık.
Fakat bu sahada elimizdeki en erken kaynakların bile, Hz. Peygamber'den yüz elli, iki yüz yıl sonrasına ait olduğu dikkate alınırsa, asıl kaynağa, hakîki malumata ulaşmada karşılaşacağımız zorluklar bir nebze anlaşılabilecektir. Bu çalışmada karşılaştığımız zorluklardan ilki, mümkün mertebe erken kaynaklara başvurmakla beraber, yine de, kaynaklanmızdaki bazı rivayetlerin gerçekten o lafızla Hz. Peygambere veya herhangi bir sahabîye ait olup olmadığı, ravilerin tasarrufunun veya müdahalesinin bulunup bulunmadığı hususlidur. Bu rivayetleri değerlendirirken, Hadisçilerin isnad tenkidiyle ilgili koymuş oldukları kriterlerin yanısıra, Kur'an ve sünnetin bütünlüğü içerisinde, yer yer metin tenkidi yapmayı da ihmal etmedik. Yani hem sened, hem de metin kritiğini yapsuretiyle eleştirel bü anlayışla yaklaşmaya, sahih rivayetleri tesbit etmeye alıştık. Özellikle rivayetlerin karşılaştırılması yöntemiyle sağlıklı sonuçlara ,aşmaya özen gösterdik. Yaptığımız bu tahliller neticesinde, rivayetler arasında en sahih gördüğümüzü tercih ederken, diğerleri hakkındaki tereddütlerimizi ve ihtiyatımızı dile getirdik.
Karşılaştığımız ikinci zorluk ise, daha önce bu sahada derli toplu müstakil calışmaların yapılmış olmamasıdır. Araştırma konumuza en yakın çalışma, yine değerli hocam Talat Koçyiğit'in yönetiminde hazırlanan Nevzat Aşık'ın "Sahabe ve Hadis Rivayeti" isimli doktora tezidir. Ancak hemen belirtmeliyiz ki, bizim çalışmamız, hadis rivayetiyle ilgili değil, sünnet dirayeti ile ilgilidir ve gerek Hz. Peygamberin hayatında ve gerekse vefatından sonra, sahabenin yalnızca sünnet anlayışını konu edinmektedir.
Sünnetin Kavramlaşma Süreci konusu ile, Sahabede Sünnete Yönelik İçtihadı Yaklaşımlar kısımlarında, sahabîlere kronolojik olarak yer verilmiştir. Gerekli görülen yerlerde, bazı rivayetlerin şema halinde isnadı, bazılarının da Arapça metinleri verilmiştir.
Tartışılan konuların değerlendirilmesi esnasında, zaman zaman seleften, mezhep imamlarından ve ilim adamlarından bazılarının farklı değerlendirmelerine yer verildiği gibi, gerek bazı rivayetlerin akabinden, gerekse hemen her kısmın ardından tarafımızdan da değerlendirmeler yapılmıştır.
Araştırmanın Planına gelince:
Araştırma, iki ayn bölümden oluşmaktadır. Her bölümde de, üçer kısım bulunmaktadır.
Kavramsal Çerçeve diye isimlendirdiğimiz ilk bölümün, birinci kısmında, "sahabi tanımı üzerinde durulmuş, bu konudaki farklı görüşlere yer verilmiş, usulcülerin tanımı tercih edilmiştir.
İkinci kısımda, “Sünnet” kelimesinin kavramlaşma süreci incelenmiştir. Burada kısaca Arap dilinde ve Kur'an'daki kullanımına işaret ettikten sonra, sırasıyla Hz. Peygamber, büyük sahâbîler ve genç sahabîlerin kullanımlarına yer verilerek, bu süreç ortaya konulmuştur.
Üçüncü kısımda Sahabede Peygamber Telakkisi ele alınmıştır. Konunun ehemmiyetine değinildikten sonra, sahabenin Hz. Muhammed'e, sırasıyla bir beşer, Peygamber, hakim ve lider olarak bakışları; Kur'an'ın ve Hz. Peygamberin beyanları ile sahabenin kanaatleri doğrultusunda tesbit edilmeye çalışılmıştır. Ayrıca Hz. Peygamberin sahabe nezdindeki otoritesi de değerlendirilmiştir.
Araştırmanın ikinci bölümü, Sahabenin Sünnet Anlayışını konu edinmektedir. Araştırmamız esnasında tesbit ettiğimiz üç ayrı yaklaşım, bu bölümün kısımlarını oluşturmaktadır.
Birinci kısımda Sahabenin Sünnete Yönelik Zahirî Yaklaşımları incelenmiştir. Burada, Hz. Peygamberin sözlerine karşı lafzî, davranışlarına karşı da şeklî yaklaşımlar araştırılmış ve bu yaklaşımın genel bir kritiği yapılmıştır.
İkinci kısımda Sahabenin Sünnete Yönelik Fıkhı Yaklaşımları incelenmiştir. Fakih sahabilerin sünnet anlayışında gözetmiş oldukları hususlar ayrı başlıklar halinde ele alınmıştır. Sırasıyla sünnetin menşeine, Hz. Peygamberin içtihatlarına, onun gözetmiş olduğu illet ve maksatlarına, sünnetin bağlayıcılık, kapsayıcılık ve devamlılık yönlerine bakışları üzerinde durulmuştur. Herbiri hakkında değerlendirmeler yapılmıştır.
Üçüncü kısımda ise, Sahabenin Sünnete Yönelik İçtihadı Yaklaşımları araştırılmıştır. Bu kısımda müctehit sahabilerden yalnızca Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Muaviye'nin sünnet ile alakalı bazı icraat ve içtihatları değerlendirilmiştir. Yönetimin başında bulunan bu halifelerin sünnet anlayışları
tesbit edilmeye çalışılmıştır.
Araştırma, genel bir hulasa niteliğindeki sonuç ile tamamlanmıştır.
Arapçda sahabi kavramı bir kişiyle birlikte bulunma dost ve arkadaş olma anlamlarına gelen sahabe kullanımında ifade edilen ve dost olan kimse anlamına gelen tekil bir isimdir.Aynı kökten tekil bir ism-i fail olan sahıb kelimesi ile sahb, ashab ve sahabe şeklinde çoğul olarak kullanılır.
Kur’an’daki kullanımlarından bu fiilin daha çok beraber yaşamayı bir arada bulunmayı ifade ettiği anlaşılmaktadır.
Yine hem İslam öncesinde hem de sonrasında Hz. Peygamberle birlikte yaşayan hicret yolculuğunda da O’na refakat edn en yakın dostu Hz. Ebu Bekir’i kastederek Yüce Allah’ın;
“O ikisi mağarada iken, O, arkadaşına (li sahibihi) üzülme, Allah bizimle beraberdir diyordu.” Ayeti de bu birlikteliği ön plana çıkarmaktadır.
Aynı şekilde Yüce Allah, Hz. Musa’nın peygamberliğine inanan ve bir süre Mısırda onunla yaşadıktan sonra, firavundan kurtulmak için, ilahi emir gereğince Hz. Musa ile birlikte yola çıkan İsrailoğullarından söz ederken “Ashabu Musa, Musa’nın Ashabı” tamlamasını kullanmıştır.
Kanaatimizce bu iki ayette geçen sahib ve ashab ifadeleri daha sonra hadis litaretüründe ıstılahlaşan sahabi ve ashab tabirleriyle örtüşmektedir. Hatta biz bu ifadelerin Arablar arasındaki yaygın olarak kullanımından çıkartılıp, yalnızca Hz. Peygamberin inanan arkadaşlarına özel bir isim olarak tahsis edilerek kavramlaşmasında bu iki ayetteki kullanımların ışık tutmuş olabileceğini düşünüyoruz.
İlgili rivayetlere bakıldığında söz konusu kavramlaşma sürecinin çabuk gerçekleştiği görülmektedir. Hz. Peygamber de, etrafındaki müslümanlar hakkında birçok defalar ashâbi, derken, gerek sahabe ve gerekse tabiîler sâhıbu'n-Nebî, ashâbu'n-Nebî, ashâbu Rasülillah, ashâbu Muhammed gibi bazı tamlamaları kullanmışlardır. [2]
Burada üzerinde durmamız gereken bir husus, bir kimseye sahâbî denilebilmesi için Hz. Peygamber ile asgarî birarada bulunma müddetinin ne kadar olması gerektiğidir. Acaba, Hz. Peygamberi sadece bir-iki kez gören veya dinleme fırsatı bulan, fakat onunla birlikte yaşamayan kimselere de sahâbî denilebilir mi ?
Bu hususta gerek Hz. Peygamberden, gerekse sahabeden gelen rivayetlere baktığımızda, sohbet ile, daha çok dostluğu, arkadaşlığı, uzun süre beraberce yaşamayı kasdettikleri anlaşılmaktadır. Mesela Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir'i (ö. 13) sohbeti (arkadaşlığı, beraberliği) ve malı konusunda insanların en emini olarak görürken [3]hicret esnasındaki arkadaşlıklarını da aynı kelime ile ifade ediyordu. [4]
Halifeliği döneminde suikasta uğrayan ve acılar içerisinde bulunan Hz. Ömer'i (ö. 23) teselli eden İbn Abbas (ö. 68), "Ey müminlerin emîri, her ne kadar bu vuku bulduysa da, sen Rasûlullah ile sohbet ettin (birlikte yaşadın) ve sohbetini (arkadaşlığını) da güzel yaptın ve o, dünyadan senden hoşnud olarak ayrıldı. Sonra Ebu Bekir ile sohbet ettin ve onunla da sohbetini güzel yaptın." [5] derken sohbet ile beraber yaşamayı kasdetmekteydi.
Velid b. Ukbe'yi şikayet etmek üzere Halife Hz. Osman'a (ö. 35) gelen bir sahâbî, "Sen Rasûlullah ile sohbet ettin ve onun yolunu gördün." deyince o, "Evet, dediğin gibi ben iki defa hicret ettim, Rasûlullah ile sohbet ettim, ona bey'at ettim. Vallahi, Allah onu katına alıncaya kadar ona ne isyan ettim, ne de onu aldattım" karşılığını vermiştir. [6]
Ebû Hureyre (ö. 59) Rasûlullah ile ne kadar bir arada bulunduklarını ifade etmek için "Rasûlullah (s.a.v.) ile üç yıl sohbet ettim." derken, [7]tabiûndan Humeyd b. Abdurrahman da (ö. 95) "Ebû Hureyre'nin Hz. Peygamber ile dört yıl sohbet etdiği gibi, onunla yine o kadar sohbet etmiş bir kimse ile karşılaştım" dedikten sonra o sahâbîden duyduğu hadisi naklediyor. [8]
Yine uzun bir ömür yaşayan Enes b. Malik'e (ö. 93), "Rasülullah'ın ashabından senden başka kimse kaldı mı?" diye sorulduğunda O, "Onu gören bazı bedeviler var ama onunla sohbeti bulunan kimse kalmadı" diye cevap vermiştir. [9]
Burada sadece birkaçını zikrettiğimiz bu ve benzer haberlerden, onların sohbet ile, Hz. Peygamberle beraberliği kasdetükleri anlaşılmaktadır. Bu kanaati paylaşan tabiunun büyüklerinden Said b. Museyyib'in (ö. 93) bu hususta bazı şartlar ileri sürdüğü ve: "Biz, ancak, Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte bir veya iki sene ikamet eden ve onunla birlikte bir veya iki gazveye katılanları sahâbî sayıyoruz" [10] dediği rivayet edilmektedir. Basra'lı muhaddislerden Asım b. Süleyman el-Ahvel (ö. 141), seksenli yıllarda vefat eden Abdullah b. Sercis hakkında, "O, Rasûlullah (s.a.v.)’ı gördü ama, onunla sohbeti olmadı" demektedir. [11] Asım'ın bu ifadesinden onun, sahâbîliği ancak örfî anlamda bir sohbet (beraberlik) ile gerçekleşeceği kanaatinde olduğu anlaşılmaktadır.[12] Abdullah b. Sercis'in, (hadisçilerin koymuş oldukları Hz. Peygamber ile) karşılaşma ve hadis dinleme esasına göre sahabe arasında zikredilmesinde ihtilaf edilmediğini hatırlatan İbn Abdilberr (ö. 463), Asım'ın bu sözü ile, Said b. Museyyib ve başkalarının benimsediği uzun süre beraberlik şeklindeki sohbeti kasdettiğini söylemektedir. [13]
Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî (ö. 403) ise, sohbet kelimesinin lugavî ve örfi anlamları üzerinde durarak şu değerlendirmeyi yapar: "Sahâbî isminin, es-suhbe masdarından türediğinde ve bu hususta belli bir sürenin tahsis edilmediğinde dil alimleri arasında ihtilaf yoktur. Bilakis ister az olsun, ister çok olsun, Hz. Peygamber ile beraberliği olan herkes hakkında bu isim geçerlidir. Fiilden türeyen isimlerin hepsi de böyledir. Nitekim, "felan ile bir yıl veya bir ay veya bir gün ya da bir süre beraber bulundum" denilir ki, burada sohbet ifadesi, azı için de, çoğu için de kullanılmaktadır. Bununla birlikte, bu husus ümmetin örfünde şöyle yerleşmiştir: Onlar, bu ismi ancak Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte olan kimseler için kullanırlar. Ve bu ismi, Hz. Peygamber ile bir an için karşılaşan veya onunla birkaç adım yürüyen kimselere değil, ancak onunla uzun süre birarada yaşayan kimselere caiz görürler. Dolayısı ile bu isim, ancak böyle olan kimseler için geçerli olur. Ama bununla birlikte, Hz. Peygamberle beraberliği uzun olmasa ve ondan sadece bir hadis rivayet etse dahi, emin ve güvenilir bir kimsenin haberi kabul edilebileceği gibi, onunla amel de edilir." [14] Görüldüğü gibi Bâkıllâni (ö. 403) bu hususta sohbetin çokluğuna ve devamlı görüşmeye, beraberliğe itibar etmektedir. [15]
Ebu'l-Huseyn el-Basrî (ö. 436) ise bir kimsenin sahâbî olabilmesi için şu iki özelliği taşıması gerektiğini ileri sürer:
1- Hz. Peygamber ile uzun süre beraber arkadaşlık etmesi lazım, çünkü dışarıdan gelen heyetler vb. onunla fazla görüşemeyip, sadece görenler sahâbî diye isimlendirilmezler.
2- Onu uzun süre dinlemiş, ondan bilgi almış ve ona ittiba etmiş olması lazımdır. [16]
Sahabenin adaletini tartışırken benzer bir ayırımı gözeten Mâzerî [17] de (ö.536) "biz, 'sahabe âdildir' derken, onu birgün gören veya nadiren ziyaret eden, ya da onunla herhangi bir maksatla bir araya gelip, işi bitince çıkıp giden kimseleri kasdetmiyoruz. Bununla biz, Hz. Peygamberle birlikte yaşayan, ona saygı gösteren, yardım eden ve ona indirilen Nur'a uyan şu kurtuluşa eren kimseleri kastediyoruz" [18] demektedir.
Aynı şekilde İmam Gazzâlî (ö. 505) de, ancak Hz. Peygamber ile sohbeti bulunana sahâbî denilebileceğini, bu ismin verilebilmesi için kısa bir sürenin yeterli olduğunu ifade ettikten sonra, örfün onu sadece sohbet süresi uzun olanca tahsis ettiğini söyler. [19]
Su halde Usulcülere göre sahâbî, Hz. Peygambere uymak ve ondan (sünnetlerini) elde etmek amacıyla onunla uzun süre birlikte yaşayan kimsedir. Dolayısıyla dışarıdan gelen ve fazla kalmadan hemen ayrılan heyetler bu tarifin içerisine girmez. Bu durumda usulcüler sahâbî olmada Rasûlullah ile altı ay veya daha fazla beraberliği şart koşmaktadırlar. Fakat bu sürenin kesin olmadığı, yaklaşık bir ölçü olduğu da söylenmektedir. [20]
Hadisçiler ise böyle uzun bir beraberliği şart koşmazlar. Onlara göre, Hz. peygamberi bir kez dahi görmek, çok kısa bir görüşme yapmak, bir anlık beraber bulunmak sohbet etmiş olmak için yeterlidir.
İbnu'l-Medînî'ye (ö. 234) göre, "Günün herhangi bir ânında da olsa Hz. Peygamber ile birarada bulunan veya onu görmüş olan kimseler, onun ashabındandırlar." [21] Ahmed b. Hanbel (ö. 241)'e göre sahâbî, "Rasûlullah ile bir ay veya bir gün veya bir an beraberliği olan veya onu gören kimse" diye tanımlanırken, [22] Buhârî (ö. 256)'ye göre ise, "Müslümanlardan Hz. Peygamber ile birlikte bulunan veya onu gören kimseler onun ashabındandır." [23] Şu halde hadisçiler, Hz. Peygamberden bir hadis veya herhangi bir söz rivayet eden herkese sahabe ismi veriyorlar, hatta onu tek bir defa gören kimseyi de sahabeden sayarak (çemberi) geniş tutuyorlar, görme şerefinden dolayı, onu gören herkese sahabe hükmünü veriyorlar. [24] Bu tariflerden anlaşılacağı üzere hadisçiler, Hz. Peygamber ile çok kısa da olsa buluşmuş, görüşmüş olmayı esas almışlar ve sahabe hakkında yazmış oldukları biyografik eserleri de bu tarif doğrultusunda hazırlamışlardır. Hatta onların özellikle, çocukluğunda gördüğü halde, Hz. Peygamber ile beraber bulunamayan kimseler hakkında, "Hz. Peygamberi görmüşlüğü vardır ama, sohbeti yoktur" şeklinde değerlendirmeler yaptıklarını, fakat neticede onları da sahabeden saydıklarını görüyoruz. [25] Hadisçiler içerisinde sahâbî tanımını en geniş tutan İbn Hacer (ö. 852) şöyle der: "Sahabî, Hz. Peygambere mümin olarak mülâki olan ve İslam üzere ölen kimsedir." Ona mülaki olan ifadesi içerisine, onunla birlikte uzun süre veya kısa bir müddet oturup kalkan, ondan rivayet eden veya etmeyen, onunla birlikte savaşan veya savaşmayan, onunla birlikte oturmasa bile, onu bir defa gören veya âmâlık gibi bir arızadan dolayı göremeyen kimseler de girmektedir. [26]
Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, her ne kadar yukarıda verilen tariflerde, Hz. Peygamberi kısa bir süre için gören kimselere de sahâbî ismi verilmiş olsa bile, onu görenler arasında diğerlerinden önce müslüman olanlar ve bütün ömürlerini onun yanında geçirenler vardır; onunla birlikte gazvelere iştirak edenler vardır; onunla birlikte İslam'ın yayılması, Allah isminin yüceltilmesi için çalışanlar, mücadele edenler vardır; onunla birlikte müşrikler tarafından tehdit edilenler vardır; eş ve çocuklarını terkedip başka yerlere hicret etmek zorunda kalanlar vardır; nihayet şehid olanlar vardır. Elbette bütün bunlar arasında derece farkı olması tabiidir ve Hz. Peygamberi yalnız bir saat içinde görüp ondan işittiği tek bir hadisi rivayet eden sahâbî ile, bütün ömrünü onun hizmetine vermiş, yahut İslam için onunla birlikte mücadele etmiş, yahutta bu yolda şehit olmuş sahâbî arasında bu derece ayrımım yapmak gerekmektedir; kısacası her sahâbîyi fazilet bakımından bir ve aynı mertebede saymak mümkün değildir." [27]
Şüphesiz Hz. Peygamberi görmek, onunla çok kısa bir süre için de olsa görüşmek, konuşmak, buluşmak, Allah'ın o insanlara lütfettiği büyük bir şeref, sonsuz bir bahtiyarlıktır. Hatta kaynaklarımızda, onu görür görmez, onun yalancı biri olmadığını anlayan, onu ilk görüşüyle müslüman olan, ona en fazla kızan bir düşman iken en çok seven bir dost haline gelen, yahut duyduğu bir hadisi veya dinlediği bir hutbesi ile dünya görüşü değişiveren, insanların seviyelerini, dertlerini, ilgi alanlarını dikkate alarak onlara en samimi bir biçimde yaklaşan Hz. Peygamberin oldukça etkileyici cazibe alanına giren, dolayısıyla kısa sürede fevkalade büyük değişimleri yaşayan birçok insandan bahsedilmektedir.[28] Çölden gelen bir bedevinin yapmış olduğu her türlü kabalıklarını sabır ve anlayışla karşılayan, onları tevazu, hilim ve ilimle düzeltmeye çalışan, şefkat ve merhamet abidesi bir Peygamberin etkileme gücü elbette kaçınılmazdır. Aynı şekilde Mekke'li aristokratlarca yıllardır ezilen, hor hakir görülen fakirler, köleler ile Rahmet Elçisi arasında yaşanan en küçük ilişkilerdeki etkileşim bile en kısa sürede kendisini gösterecektir.
Fakat kabul etmeliyiz ki, yine de bir insanı tanımak, onun hakkında doğru bir kanaata varabilmek elbette zaman ister, onunla farklı alanlarda, değişik ortamlarda, çeşitli ilişkiler içerisinde olmayı gerektirir. Onun söz ve davranışlarını, hal ve hareketlerini bilmeyi, izlemeyi gerekli kılar. Durum böyle olunca, kendilerinden yararlanacağımız sahâbîlerin, bize sağlıklı bir peygamber telakkisi ile sünnet anlayışı aktarabilecek kadar bilgi, görgü ve birikim sahibi kimseler olmaları kaçınılmazdır. Bunun içinse, o telakki ve anlayışı elde edebilecek kadar, belli bir süre onunla birlikte yaşamaları adeta zorunlu hale gelmektedir. Gece gündüz, evde mescidde, çarşıda pazarda, seferde hazarda, zorda darda, savaşta barışta, sevinçte ve kederde onunla bir arada bulunan, bütün bu hallerde onu dinleyen, müşahede eden, soran, konuşan, görüşen insanlar elbette onu daha yakından tanıyacaktır.
Nitekim Abdulhay el-Leknevî (ö. 1304) de "Ashabdan murad; Râşid Halifeler gibi, Muhacirler, Ensar ve başkalarından seferde hazarda, Hz. Peygamberle birlikte bulunan, ondan vahyi alan, şeriati, hükümleri ve İslamm edeblerini öğrenen, nasih ile mensuhu bilen kimselerdir. Yoksa onu bir veya daha fazla gören herkes değil" [29] demektedir. Leknevî'nin zikrettiği bu hususlar ile, bizim bu çalışmamızda sahabeden kasdettiğimiz şeyler hemen hemen örtüşmektedir. Zira biz, Hz. Peygamber hakkındaki en tutarlı telakkilerin, en isabetli kanaatlerin, en yakın müşahedelerin, ancak bu vasıflan haiz sahâbîler tarafından ortaya konulabileceğine inanıyoruz. Bizim için Hz. Peygamberin konumunu, sünnetini tesbit edebilmek açısından, onunla yeterli beraberliği olan sahâbîlerin kanaatlari, anlayışları önemli ve belirleyicidir. Zira onlar, Hz. Peygamberi sadece dinlemek, görmek ve izlemekle kalmamışlar, onunla birlikte, onun gibi yaşamaya çalışmışlar, onu en iyi okuyanlar, en güzel anlayanlar olmuşlardır.
Zaten fiilî durum, ya da vakıa bizi buna zorlamaktadır. Zira, Ebû Zur'a er-Raziye (ö. 264) göre Hz. Peygamber vefat ettiğinde, onu görmüş ve dinlemiş 114.000 kişi vardı. er-Râfiî ise, bunun 60.000 olduğunu iddia etmektedir. Neticede hadisçilerin tarifine göre on binlerce sahâbî gelip geçmiştir. Ancak, sahabe isimlerini veya biyografilerini veren kitaplara baktığımız zaman, sahâbî olup olmadıkları tartışılanlar ve çocuklar da dahil olmak üzere az veya çok kendisinden bahsedilen sahabe sayısı 8.000'e dahi ulaşmamaktadır. Bu ise, geride kalan onbinlerce sahabeden hiç haberimizin olmadığı anlamına gelmektedir. Çünkü bu kitaplarda, Tebük'te olduğu gibi, savaşa iştirak eden on binlerce meçhul askerden, heyetler halinde gelip müslüman olduktan sonra dönüp giden Medine dışında yaşayan onbinlerce insandan, bedeviden, son olarak Hz. Peygamber ile birlikte veda haccına katılmış onbinlerce kadın, çocuk ve değişik bölge halklarından kahir ekseriyeti yer almamaktadır. Dolayısı ile Hz. Peygamberi ve sünnetlerini onlardan öğrenmek şöyle dursun, çoğunun kimliği hakkında dahi bilgimiz yoktur. Kendilerini bir parça tanıdığımız bu 8.000 kişiden de yalnızca 1008 veya 1060 ya da en fazla 1300 sahâbî hadis rivayetinde bulunmuştur. Bu 1000 sahâbîden 800 kişinin bir ile dokuz arası hadis rivayet ettiği göz önünde bulundurulursa, kalan 200 sahâbînin on ve daha fazla hadis rivayet ederek bu iş ile meşgul oldukları söylenebilir. Bunlardan yedi kişi; binin, dört kişi; beş yüzün, 27 kişi; yüzün ve 194 kişi de onun üzerinde hadis rivayet etmişlerdir. [30] Şu halde Hz. Peygamber ve sünnetleri hakkında rivayetleri ile bizleri bilgilendirecek, diğer bir deyişle telakki ve anlayışlarına baş vuracağımız sahabe sayısı ancak 200-300 kişi dolaylarında olacaktır.
Netice itibarıyla biz, sahabenin sünnet anlayışı derken, daha çok Hz. Peygamberin çevresinde kümeleşen. onun eğitim ve terbiyesinde yetişen, onun sadık dostlarının, İbn Kuteybe'nin (ö. 276) ehl-i hâssa[31] diye nitelendirdiği özel arkadaşlarının telakki ve anlayışlarını esas alacağız. Bunun dışında kalan ve hadisçilere göre sahâbî sayılan bedevileri, dışarıdan gelip dönen heyetleri, çocuk veya genç olan, ya da geç müslüman olanlan ikinci planda tutacağız. Bunu şu şekilde gösterebiliriz;
Burada birinci halkayı oluşturanlar, genellikle İslam'ın ilk yıllarından itibaren Hz. Peygamberin etrafında toplanan, sürekli onunla birlikte yaşayan, onun sohbet ve sünnetleriyle yetişen sahâbîlerdir. Bu halkaya öncelikle, Mekke'li Muhacirler ile Medine'li Ensar girmektedir. Bir de, Medine'ye yerleşip onlar arasına katılan, sonradan onlara dahil olanlar o halka içerisindedir. İkinci halkayı oluşturanlar ise, bunlardan başka, müslüman olduktan sonra memleketlerine dönen, Medine haricinde yaşayanlar, bedeviler, Mekke fethinde ve daha sonra müslüman olanlar ile Medine'li olmalarına rağmen, Hz. Peygamberi görüp te sohbetine yetişemeyen çocuklardır.
Biz sahabeyi çok kesin çizgilerle yeniden tarif ve tahdit edecek değiliz. Burada sahabenin sünnet anlayışını ortaya koyabilmek için, hem teorik, hem de pratik olarak usulcülerin sahâbî tanımı çerçevesinde hareket ettik. İstisnaları olmakla birlikte, görüşlerine ve anlayışlarına başvurduğumuz sahâbîler genellikle Hz. Peygamberin etrafındaki ilk halkayı oluşturan meşhur sahâbîlerdir. Böylelikle biz, hadisçilere göre sahâbî sayıldığı halde bir türlü o sert mizacından kurtulamayan, sünnet terbiyesinden de yeterince nasiplenememiş, olumsuz davranışlar sergileyen bir bedevi ile, daima Hz. Peygamberin manevi iklimindeki [32] medenî şahsiyetler arasında, mizaç, ahlak, fazilet vb. farkını gözetmemizin daha sağlıklı olacağı kanaatine vardık.
Aslında Kur'an'a baktığımızda sahabeden söz eden ayetlerde de, onların Hz. Peygambere yetişmiş olmaları ve onu görmüş olmaları değil, ona iman, itaat ve ittiba etmeleri, onunla beraber olmaları, ona yardımcı ve destek olmaları önplana çıkartılmıştır:
"Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Elçi'ye, o ümmî Peygambere uyarlar.Ona inanan, destekleyerek ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen nura uyanlar, işte kurtuluşa erenler bunlardır. " [33]
"Ey Peygamber! (yardımcı olarak) Allah sana ve sana tabi olan müminlere yeter." [34]
"Andolsun Allah, Peygamberin ve o güçlük anında ona uyan Muhacirlerin ve Ensar'ın tevbelerini kabul etti..," [35]
"Muhammed, Allah'ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar: kafirlere karşı sert, kendi aralarında ise merhametlidirler..." [36]
“Fakat, Rasul ve onunla beraber inananlar, mallarıyla canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve işte murada erenler onlardır." [37]
Bazı ayetlerde ise sahabe, Hz. Peygambere inanan ve bu yüzden doğup büyüdükleri Mekke'den hicret etmek durumunda kalan Muhacirler, onlara kucak açan ve her türlü yardımı yapan Ensar ve daha sonra aralarına katılan sahâbîler olmak üzere üç kategoride zikredilir:
"İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler ve (Muhacirleri) barındırıp yardım edenler, işte hakkıyla mümin olanlar bunlardır. Bağışlanma ve hudutsuz rızık onlar içindir. Sonradan iman edenler, hicret edenler ve sizinle birlikte cihad edenler, işte bunlar da sizdendir." [38]
"(Allah'ın verdiği bu ganimetler) bilhassa yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır. Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Nefsinin tamahkarlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Onlardan sonra gelenler: 'Rabbimiz. bizi ve bizden önce inanmış kardeşlerimizi bağışla, kalbimizde müminlere karşı kin bırakma. derler. " [39]
"Muhacirlerden ve Ensar'dan (İslam'a girmekte) ilk öne geçenler ile, bunlara güzelce tabi olanlar... Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. (Allah) onlara altlarından ırmaklar akan. içinde ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.” [40]
Muhtelif ayetlerde ise savaşanlar ile savaşmayanlar; cihad edenler ile inandıklarını iddia edenler, Fetih öncesi savaşanlarla, Fetih sonrası savaşanlar arasında mukayese yapılmış ve bunların birbirine eşit olmadıkları vurgulanmıştır:
'İnananlardan özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlara üstün kılmıştır. Gerçi Allah hepsine de güzellik vadetmiştir, ama mücahidleri, oturanlardan çok daha büyük ecirle üstün kılmıştır." [41]
"Elbette sizden (Mtekke'nin) fethinden önce (hak yolunda) harcayan ve savaşan (lar ile sonrakiler) bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah, hepsine de en güzel sonucu vadetmiştir." [42]
Çöllerde yaşamaları sebebiyle farklı mizaçlara sahip olan ve Hz. Peygamber ile daha az görüşme fırsatı bulan bedeviler hakkında ise Kur'an, onların müsbet yönleri kadar, menfi yönlerinden de bahseder:
"Ne Medine halkının, ne de onların çevresinde bulunan bedevi Arapların, Allah'ın Rasulünden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarının kaygısına düşmeleri onlara yakışmaz..." [43]
"Bedevî Araplardan kimileri, de var ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır, verdiğini Allah'a yakın dereceler kazanmaya ve Rasulün duasını almaya vesile sayar. Gerçekten o, kendileri için yakınlık vesilesidir. Allah onlan merhametinin içine sokacaktır. " [44]
Bedevilerden bahseden diğer ayetlerde ise Kur’an, onlardan bazılarının takındıkları olumsuz tavırları dile getirmiş ve onlan sert bir şekilde eleştirmiştir. Özellikle bu eleştiriler, Hz. Peygamber tarafından savaşa veya umre yolculuğuna çağırıldıkları halde, yenilme, bir musibetle karşılaşıp geri dönememe korkusuyla çeşitli bahaneler ileri sürerek izin isteyip bu davete katılmamaları, [45] inanmadıkları halde, zekat alabilmek için inandıklarını iddia etmeleri ve bunu Hz. Peygamberin başına kakmaları, biraz daha fazla ganimet alabilmek için kaba davranarak onu incitmeleri, [46] Allah yolunda infaktan kaçınma, Allah'ın hükümlerini tanımama, müslümanların aleyhine ve hatta küfür ve nifaktan yana olumsuz tavırlar sergilemeleri [47] üzerinde yoğunlaşmıştır.
Buraya kadar zikrettiğimiz bu ayetlerde açıkça görüldüğü gibi Yüce Allah, sahabenin ne şahıslarından, ne Hz. Peygamberi görmüş olmalarından ve ne de aynı zaman ve mekanda yaşamış olmalarından söz etmektedir. Bilakis onlan başkalarından üstün ve faziletli kılan vasıflarından, yüksek erdemlerinden bahsetmektedir. Gayet açıktır ki, onlara vadedilen güzellikler, yapılan müjdeler, Allah'ın hoşnudluğuna erişmiş olmaları, sırf Hz. Peygamberi görmelerinden, O’nun çağdaşların olmalarından değil; ilahi övgüye mazhar olduklan iman, ittiba, itaat, bey'at, hicret, cihad, infak, kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma mallarını ve canlarını Allah yolunda seve seve feda edebilme gibi tarihte eşine hiç rastlanmayan yüce meziyetlerden kaynaklanmaktadır. Ashabın bu meziyetler yönünden eşit olmadıklarını ifade eden bu ayetlerden hareketle biz sahabeyi beş kategoride ele alabiliriz:
1- Mekke döneminde müslüman olanlar: Bunlar İslamın öncüleri, ilk inananları olma şerefini taşıyan, Mekke'deki en sıkıntılı işkence ve abluka yıllarını yaşayan, ardından önce Habeşistan'a, sonra da Medine'ye hicret eden Mekke'li olsun veya olmasın bütün muhacirlerdir.
2- Medine'li Müslümanlar: Bunlar; Hz. Peygamberin Medine'yi teşriflerinden önce, I. ve II. Akabe bey'atlarında bulunanlar başta olmak üzere, hicret öncesinde veya sonrasında müslüman olan, Muhacirlerle kardeş olup, onlara evlerini, yurtlarını açan, onları himaye eden, ellerinden gelen hiç bir yardımı esirgemeyen Medine'li yardımcılar, yani Ensar'dır.
3- Hicret ile Fetih arasında müslüman olanlar: Medine ve çevresinden veya dışarıdan gelip müslüman olan, sonra da Medine'ye yerleşen ve Muhacirlere ve Ensar'a güzelce uyum sağlayanlardır.
4- Mekke Fethi sonrası müslüman olanlar: Risaletin ilk yıllarından beri, Mekke'de Hz. Peygambere ve ashabına karşı her türlü düşmanca tavrı sergiledikleri halde, Mekke'nin fethi ile boyun eğmek durumunda kalan; özellikle misilleme ve intikam imkanı olduğu halde, kendilerini affeden Hz. Peygamberin hoşgörüsünden sonra müslüman olan Mekke'liler ile, İslamın gücü karşısında müslüman olmak üzere her taraftan gelen heyetler de bu tabakayı oluşturmaktadır. Bunlar, hem Medine dışında yaşamaları, hem de geç müslüman olmaları sebebiyle, Hz. Peygamber ile, bir veya birkaç kez görüşebilen, ancak fazla beraberliği olmayan kimselerdir. Aynca küçük çocuklar da bu katagoriye dahildir.
5- Genel olarak bedeviler: İster Mekke döneminde, isterse Medine döneminde olsun gelip müslüman olan, istisnalar bir yana, bedevilikten ve onun tabiî sonucu olarak bir takım olumsuz tavırlardan kurtulamayan sert ve kaba mizaçlıdır ki, onlardan ancak bir kısmı medenileştirilebilmiştir.
Zikrettiğimiz ilk üç maddedeki müslümanların, usulcülerin tarif ettiği sahâbîlerden oluştuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte bizim de bu araştırma esnasında sahabeden kasdettiğimiz, Hz. Peygamberin çevresinde, onunla birlikte yaşayan sahâbîlerdir. Bunlar, zikrettiğimiz ayetlerde "Onun beraberinde bulunan Muhacirler, Ensar ve onlardan sonra gelip de onlara en güzel bîr şekilde uyan" diye nitelendirilip övülen, derece olarak sonrakilerden üstün görülen sahabe-i kiramdır.
Şu halde Kur'an, açık bir şekilde sahâbînin tanımını yapmamışsa da, bu ayetlerin tavsifinden anlaşılan sahâbî ile, usulcülerin benimsedikleri örfî anlamdaki sahâbî büyük oranda örtüşmektedir. Ancak tekrar belirtelim ki, bütün bu söylediklerimiz geneli itibariyledir. Ayetlerden hareketle yaptığımız bu beşli tasnif, [48] onların iman, ittiba ve teslimiyetleri esas alınarak yapılmıştır. Bedevilerden veya Fetih sonrası müslüman olanlardan da pekala benzer gayret içerisin ie bulunanlar olabileceği için biz, hadisçilerin görüşmeyi esas alan tarifini de reddediyor değiliz. Ne var ki, onlar Hz. Peygamberle görüşme şerefi itibarıyla sahâbi sayılsalar bile, bizim konumuz açısından onlardan istifade etmemiz pek mümkün değildir. Zira bizim için önemli ve belirleyici olan, Hz. Peygamberi yeterince tanımış, onun sünnetlerini büyük oranda kavramış olmalarıdır ki, bunu bize nakledebilenler hiç şüphesiz daha çok, onunla beraberliği olan sahâbîlerdir. Aynca, ilk müslümanlardan olup, vefatına kadar Hz. Peygamberle yaşadığı, bütün savaşlara katıldığı halde, bazı büyük sahâbîler, değişik sebeplerden dolayı bizlere fazla birşey nakledebilmiş değillerdir. [49] Bu yüzden biz, kanaat ve anlayışlarını rivayetleriyle nakletmiş olan belli sayıdaki ileri gelen sahâbîlerin telakki ve görüşleriyle yetinmek durumundayız. Şüphesiz Hz. Peygamberi, kendilerinden sonraki nesillere tanıtma, onun sünnetlerini sözlü ve fiili olarak nakletme gibi oldukça büyük bir hizmeti yerine getiren bu sahâbîlerin kanaatleri, onların genelinin anlayışları hakkında yeterli bir fikir verecektir.
"Sünnet" kelimesinin kökeni olan S-N-N maddesi, İslam öncesi Arap toplumu ve edebiyatında da, gerek isim ve gerekse fiil olarak, soyuttan somuta birçok anlamlan içeren zengin bir kelime grubuna kaynaklık etmiştir. Biz burada kelimenin semantik tahliline girmeksizin, sadece sünnet kavramı ile yakından ilgili olan bazı kullanımlara işaret etmekle yetineceğiz. [50]
İsim olarak sünnet kelimesi; yol, yol güzergâhı, yaşam tarzı (siret), davranış tarzı (tabiat) vb. anlamlara gelmektedir. Fiil olarak senne ve türevleri ise, bıçak, kılıç vb. bilemek, parlatmak, zırha bürünmek, göz yaşlarının akması, üzerine su dökünmek, develeri güzelce gütmek, güzel ve süslü konuşmak, dişleri temizlemek, yeni bir şekil vermek, ihdas etmek, çığır açmak, bir yola girip yürümek, sülük etmek, yolun işlek olması, bir durumu belirlemek-beyan etmek, toplum için kural koymak vb. anlamlarda kullanılmaktadır. [51]
Bu kullanımlardan anlaşılacağı üzere, Cahiliyye döneminde de S-N-N maddesi daha çok davranışlarla ilgilidir. [52] Cahiliyye Arapları bununla bilhassa babalarından intikal eden ve kendileri için örnek davranış olan çeşitli örf ve adetleri kastederler. [53] Nitekim İslam öncesi Arapların yabancısı olmadıkları sünnet kelimesi, Kur'an'da tekil formuyla, çeşitli terkiplerde yer almak suretiyle ondört kere kullanılmış; iki yerde de çoğul şekliyle geçmiştir. [54] Bunlardan sadece sekizi sünnetullah şeklinde iken, [55] diğerleri sünnetuna, sünnetu men..., [56] ve sünnetu'l-Evvelîn [57] gibi isim tamlamalarında yer almaktadır. [58] [59]
Burada bizi ilgilendiren ve asıl üzerinde duracağımız husus, sünnet kavramının Hz. Peygamber tarafından ne şekilde ve hangi anlamlarda kullanıldığıdır. Özellikle kavramlaşma sürecinde Hz. Peygamberin bu mefhuma katkısı ne kadardır, onu rivayetlerden tesbit etmeye çalışacağız.
Hz. Peygamberden gelen rivayetlerin bir kısmında onun, sünnet kelimesini tamamen sözlük anlamıyla kullandığını görmekteyiz.
1- İyi olsun, kötü olsun bir işte öncülük etme, çığır açma, başkaları tarafından izlenecek davranışlar sergileme anlamında:
İbn Ebi Şeybe (ö. 235) ve Müslim'in (ö. 261) tafsilatlı olarak naklettiklerine göre, Medine'ye Mudar kabilesinden başı açık, yalın ayak, üstü başı yırtık, ama kılıçlarını kuşanmış bir grup gelir. Onların ihtiyaç içerisinde olduğunu görünce rengi değişen Hz. Peygamber, ashabını mescidde toplayıp, bazı ayetlerle ahireti hatırlatarak onları, bu muhtaç misafirlere yardım etmeye teşvik eder. Bir müddet sonra Ensar'dan bir zat, neredeyse bir avuçtan fazla bir kese (para) getirerek yardımı başlatır. Diğer insanlar da onu izler ve kısa sürede iki öbek yiyecek giyecek toplanır. Bunun üzerine sevincinden yüzü gülen Hz. Peygamber şöyle buyurur:
"Kim İslam'da güzel bir sünnet başlatırsa, ona hem kendi ecri, hem de ecirlerinden hiç birşey eksilmeksizin kendisinden sonra o işi yapanların ecri vardır. Kim de İslam'da kötü bir sünnet başlatırsa, ona hem kendi günahı, hem de günahlarından hiç birşey eksilmeksizin kendisinden sonra o işi yapanların günahı vardır. " [60]
Bu rivayette Hz. Peygamber, öncülük yapma, çığır açma anlamında senne fiilini, hem iyi, hem de kötü işler için bir arada kullanmaktadır. Onun bu ifadesinde senne fiili, sözlük anlamında olup, iyiye de kötüye de delalet edebilen nötr bir anlam taşımaktadır. Şu kadar var ki, Hz. Peygamber bu ifadeleriyle, birincisine teşvik ederken, ikincisinden sakındırmaktadır. Bu hadisin, başka kaynaklarda farklı lafızlarla rivayet edildiğini görmekteyiz. Serme fiilinin anlaşılması bakımından, mana ile rivayet edilen bu haberin diğer varyantlarından sadece ilk kısımlarını vermemiz yeterli olacaktır:
a- [61]
b- [62]
c- [63]
d- [64]
e- [65]
f- [66]
g- [67]
h- [68]
Bu rivayetlerin ilk dördünde sünnet-i hasene x sünnet-i seyyie yerine, saliha x seyyie, hayr, x şerr, hayr x seyyie ve dalâl x hudâ karşıtlıkları kullanılmıştır. Aynı şekilde, 5 ve 6. rivayetlerde de, senne fiili yerine deâ ilâ fiili kullanılmıştır ki, davet etme, teşvik etme ve sevk etme anlamlarını taşımaktadır. Son iki rivayette ise konu farklı bir mecraya kaymakta, ölmüş sünnetlerin ihyasından bahsedilmektedir. Bu sebeple biz, onların sıhhatleri konusunda ihtiyatla davranmaktan yanayız. Şu kadar var ki, bu rivayetlerde sünnet-i seyyie yerine, bid'at ihdas etme ifadesinin kullanılması ilginçtir. Zira, ihdas etme anlamı da olan sünnet kelimesi ile, ilk defa kötü bir davranış sergileyerek başkalarına kötü örnek olma anlamındaki bid'at ihdas etme, burada birbiriyle örtüşmektedir.
Hz. Peygamberin sünnete nötr olarak ihdas etme anlamı vermesi, biri olumsuz, diğeri olumlu olmak üzere şu iki kullanımda da mevcuttur.
a- Kardeşini öldürmekle ilk cinayeti işleyen Hz. Adem'in oğlu Kabil hakkında [69] Hz. Peygamber şöyle buyurur:
"Haksızlıkla öldürülen her kimsenin kanından dolayı Hz. Adem'in ilk oğluna bir günah yazılır. Çünkü o, öldürmeyi ilk defa ihdas edendir. " [70]
Görüldüğü gibi burada senne, tam manasıyla fiilleriyle eş anlamlıdır. Çünkü yeni ve orjinal bir davranış tarzı olmaları itibarıyla fiilleri birbirleriyle örtüşmektedir. Bu, sünnet kelimesinin orjinallik karakterinin yanısıra, bünyesinde barındırdığı nötrlük karakterini yansıtması bakımından da önemli bir noktadır. [71]
b- Hz. Peygamberin, sünnet fiilini olumlu anlamda kullandığına dair de şu misali verebiliriz:
"Muaz b. Cebel'in anlattığına göre bir defasında o, namaza gecikmiş ve bazı rekatları kaçırmıştı. Hz. Peygamber selam verince Muaz kalkıp, kaçırmış olduğu rekatları tamamlamıştı. Onu gören Hz. Peygamber:
"Muaz (ilk defa böyle birşey yapmakla) size bir sünnet ihdas etti. [72] Artık siz de böyle yapınız!" buyurdu [73]Başka bir rivayette ise benzer bir davranışı İbn Mes'ud sergilemiş, Hz. Peygamber de aynı şekilde "İbn Mes'ud size bir sünnet ihdas etti, artık bu sünnetle amel edin!" buyurmuştur [74]
Bazı rekatların kaçırılması halinde ne şekilde hareket edileceğine dair Hz. Peygamberin herhangi bir beyanatı olmamasına rağmen, Hz. Muaz burada kendi rey ve içtihadıyla eksik rekatları tamamlama cihetine gitmiştir. Bu kadarıyla Muaz'ın bu davranışı, ilk defa ihdas anlamında nötr bir davranış tarzıdır. Fakat İbnu'l-Kayyim'in (ö. 751) de dediği gibi [75]Hz. Muaz'ın bu yeni davranışı, Hz. Peygamberin takrir ve tasvibini aldıktan ve "siz de böyle yapın!" buyurduktan sonra meşruiyyet kazanmış ve ıstılahı anlamda uyulması istenen bir sünnet haline gelmiştir. Bunu şu şekilde formüle edebiliriz:
Muaz'ın davranışı = ihdas + Hz. Peygamberin onayı = sünnet.
Hz. Muaz'ın reyine dayalı bu davranışı, şayet Hz. Peygamberin onayını almamış olsaydı, onun ne meşruiyyetinden, ne de sünnet oluşundan söz edilebilirdi. Aynı durum İbn Mes'ud'un davranışı için de geçerlidir. Ayrıca ıstılahı anlamda sünnet koyma, yalnızca Hz. Peygambere ait bir olgu olduğundan, herhangi bir sahâbînin reyine dayalı bir davranışının, direkt olarak Hz. Peygamberin sünneti gibi bir sünnet sayılması mümkün değildir.
2- Beyan etme, belirleme anlamında:
İmam Malik'in, isnadsız olarak rivayet ettiği bir habere göre Hz. Peygamber:
"Ben beyan etmek sünnet belirlemek için (li esunne) unuturum veya unutturulurum" buyurmuştur. [76] İsnadsız olması sebebiyle bir hayli eleştirilen [77] bu rivayeti İbnu'l-Esîr (ö. 606), "Yani ben insanları doğru yola iletebilmek için unutkanlığa sevkedilirim ve kendilerine unutkanlık ârız olduğunda ne yapmaları gerektiğini onlara beyan ederim" şeklinde anlamaktadır. [78] İbn Abdilberr (ö.463) ise, "eu unessâ" ifadesinin râviden kaynaklanan bir şek olduğunu söyledikten sonra, Hz. Peygamberin bununla, "unutkanlık ârız olduğunda bana uymaları, benim fiilimi örnek almaları için ben ümmetime sünnet belirliyorum koyuyorum" demek istiyor" açıklamasını yapmaktadır. [79]
Görüldüğü gibi, bu ifadede serine fiili, beyan etme, belirleme anlamında lûgavî manasıyla kullanılmıştır. Ancak bunun, Hz. Peygamberden sadır olduğu kabul edilirse, onun özellikle ibadetler sahasındaki beyanı veya kasıtlı olarak herhangi bir davranış tarzını belirlemesi, bu ifadeyi sözlük anlamından çıkartıp, ıstılahtaki sünnet anlamına taşıyacaktır. Zira neticesi itibarıyla Hz. Peygamberin söz konusu beyanı veya belirlediği davranış, ümmetin uyması beklenen bir sünnettir. [80]
Dolayısıyla ibareye sözlük anlamı veren İbnu'l-Esir de (ö. 544), terim anlamı veren İbn Abdilberr de (ö. 463), metni farklı yönlerden doğru anlamaktadırlar.
3- Belli bir kural uygulama, muamele etme anlamında:
Malik (ö. 179) ve Abdurrazzak'ın (ö. 211) isnadlarıyla naklettiklerine göre Hz. Ömer (ö. 23), ne Araplardan, ne de Ehl-i Kitap'tan sayılabilen Mecûsilerden cizye alıp almama konusunda nasıl davranacağını bilemediğini söyleyince, Abdurrahman b. Avf (ö. 32), "Ben tanıklık ederim ki, Rasûlullah'ı şöyle buyururken işittim:
"Onlara Ehl-i Kitab'a uygulanan muameleyi uygulayın!" demişti. [81]
Yani, "Mecûsiİeri Ehl-i Kitap ile bir yol ve minval üzere tutun ve cizye kabulünde onlara uyguladığınız muameleyi, Mecûsilere de icra edin!" demektedir. [82] Buna göre Hz. Peygamberin Ehl-i Kitab'a uygulamış olduğu cizye uygulaması, [83] Mecûsilere de uygulanacaktır. Onun vermiş olduğu bu talimat gereği, Mecûsilerden de tıpkı Ehl-i Kitap'tan alındığı gibi cizye tahsil edilecektir. Görülüyor ki bu hadiste sünnet kelimesi, emir kipi olarak sözlük manasıyla, isim olarak ta terim anlamına yakın bir anlamda kullanılmıştır.
4- Örnek davranış sergileme, sünnet koyma anlamında:
Ebû Seleme'nin, babası Abdurrahman b. Avf’dan naklettiğine göre Hz. Peygamber, Ramazan ayı, oruç ve teravih ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"O (Ramazan ayı) öyle bir aydır ki, Allah size orucunu farz kıldı, ben de size /müslümanlara kıyamını (geceleri namaz kılmayı) sünnet kıldım. Kim orucunu tutar, geceyi ihya ederse, annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından arınır. [84]
Oysa çeşitli kaynaklarda yer alan ve yine Ebû Seleme'nin, Ebû Hureyre'den naklettiği rivayetlerde "Geceleri kıyamını sünnet kıldım" ifadesi bulunmamaktadır. [85] İki grup rivayeti nakleden İmam Nesâî, Ebû Seleme'nin, babası Abdurrahman b. Avf dan rivayetinin bir hata olduğunu, doğrusunun Ebû Seleme'nin, Ebû Hureyre'den naklettiği rivayet olduğunu tespit etmiştir. [86] İmam Buhârî de aynı kanaattedir. [87] Ayrıca, bir grup hadis imamının kesin olarak belirttiğine göre, Ebû Seleme'nin, babası Abdurrahman b. Avf’dan hadis işittiğini ifade eden rivayetler sahih değildir. "Senentu" ifadesinin geçtiği en-Nadr b. Şeybân tarafından nakledilen yukarıdaki hadisin zayıf olduğu aşikardır. [88]
5- İzinden gitmek, yol izlemek anlamında:
Kaynakların Huzeyfe b. Yeman'dan (ö. 36) naklettiğine göre, birgün o, Rasûlullah (s.a.v.)'a içinde bulundukları hayırdan sonra şerrin olup olmayacağını sormuş, Hz. Peygamber de "evet" dedikten sonra bu şerri şöyle anlatmıştır:
"(O gelecek olan şerr) öyle bir toplumdur ki, benim yolumdan başka yollar izlerler, gösterdiğim yolun dışında yürürler. Sen onların kimisini tanırsın, kimisini ise tanımazsın." [89] Müslim'in (ö. 261) naklettiği ikinci rivayet ise, bundan bazı farklılıklar arzetmektedir:
"Benden sonra öyle yöneticiler gelecek ki, benim rehberliğimde yürümeyecekler, benim yolumu izlemeyecekler.[90]
Görüldüğü gibi her iki rivayette de sünnet kelimesi, izinden gitme, yolunu izleme anlamına gelen hedy kelimesiyle açıklanmaktadır. Sünnet kelimesinin sözlük anlamı burada kendisini açıkça göstermektedir.
Dârekutnî (ö. 385), ikinci rivayetin ravisi olan Ebû Sellam'ın Huzeyfe'den hadis işitmediğini, dolayısıyla bu haberin mürsel olduğunu söyler. Nevevî (ö. 676) bunu tasdik etmekle birlikte, metnin birinci tarik cihetiyle muttasıl ve sahih olduğunu, Müslim'in onu mutabi' olarak zikrettiğini, neticede bununla ihticacın sahih olduğunu belirtir. Ona göre hadiste Ömer b. Abdulaziz (ö. 101) sonrası yöneticileri kastedilmiştir ve burada Rasûlullah (s.a.v.)'ın bazı mucizeleri vardır. Nitekim O’nun haber verdiği bu durumların hepsi vuku bulmuştur. [91]
Mesela ilk haberde şer ile tavsif edilen toplumdur. Daha sonra insanları cehennem kapılarına çağıran davetçiler gelecektir ve icabet edenleri cehenneme atacaklardır. Onlar Araptır ve Arapça konuşurlar. Onlara karşı çözüm olarak Hz. Peygamber, müslüman cemaate ve onların yöneticisine bağlanmasını, şayet bir yönetici ve cemaat yoksa, bütün fırkalardan ayrılıp ölüm gelinceye kadar bir ağaç kovuğuna sığınmasını tavsiye etmektedir.
Mursel olduğu söylenen ikinci haberde ise, şer addedilen güruh toplum değil, yöneticilerdir. Onlar içerisinde İnsan görünümünde, fakat kalpleri şeytanların kalpleri gibi olan bazıları söz sahibi olacaktır. Hz. Peygamberin Huzeyfe'ye buradaki tavsiyesi ise, dövülse de malı alınsa da yöneticiyi dinleyip itaat etmesi şeklindedir. Hatta sonunda Hz. Peygamber ona tekrar "Onu dinle ve itaat eti" diye emretmektedir.
Doğrusu bu kadar olumsuz anlatılan şerir bir yöneticiye ve şirret bir topluma her ne pahasına olursa olsun mutlak bağlılığı, kesinlikle dinleyip itaat etmeyi, fırkalardan ayrı kalmayı ve nihayet bir cemaat ve yönetici yoksa ölünceye kadar ağaç kavuğuna sığınmayı öngören bu haberleri karşılıyoruz. Zira, yönetici kim olursa olsun, ona mutlak itaat ve teslimiyeti ve kabuğuna çekilme anlayışını Kur'an ve Sünnetle bağdaştıramadığımız gibi, böyle bir anlayışı genel olarak sahabede de görebilmemiz mümkün değildir.
Sözkonusu haberlerin durumu ne olursa olsun, sünnet ile hedy kelimelerinin eş anlamlı olarak kullanılması bizim için önemlidir. Nitekim bu kullanımı, Cabir b, Abdullah (ö. 80), Irbâd b. Sâriye (ö. 75) ve İbn Mes'ud'un (ö. 32) rivayet ettikleri Hz. Peygamber'in şu hutbesinde de görmekteyiz:
"Şüphesiz sözün en hayırlısı, Allah'ın Kitabıdır. Rehberliğin en hayırlısı da, Muhammed'in rehberliğidir," [92]
Bu ve benzer rivayetlerde sünnet yerine hedy kelimesinin kullanılması, sünnet kelimesinin henüz kavramlaşma sürecini tamamlamadığını gösterir.
Yukarıdan beri verdiğimiz rivayetlere bakılacak olursa, Hz. Peygamberin, sünnet kelimesini genellikle senne fiiliyle kullandığı anlaşılmaktadır. İstinân kalıbıyla kullanımına ise, daha çok sahabe ve sonraki dönemlerde rastlanmaktadır.
Hz. Peygamberin sünnet kelimesini isim olarak daha fazla kullandığı görülmektedir:
1- Yol, adet, hayat biçimi davranış tarzı anlamında:
"Sizden öncekilerin yolunu, karış-karış, adım-adım izleyeceksiniz, hatta onlar bir keler deliğine girseler, siz de onları izleyeceksiniz!". Dedik ki, "ey Allah'ın Rasulü, onlar Yahudiler ve Hristiyanlar mı?" O; " ya kim olacak?" buyurdular." [93]
Bu ve benzer rivayetlerdeki "Sizden öncekilerin sünneti, geçmiştekilerin sünnetleri, İsrail Oğullarının sünnetleri" [94] şeklindeki kullanımlarda sünnet, geçmişteki bu milletlerin gidişatlarını, adetlerini, hayat tarzlarını ifade etmek üzere ve olumsuz anlamda kullanılmıştır. Yani "Onların düştüğü kötü yollara siz de düşeceksiniz, onların kötü adetlerine uyacaksınız" demek istemektedir.
Buna benzer diğer bir kullanımda Hz. Peygamber, Allah'a en sevimsiz gelen üç sınıf insandan birisinin de "İslam'da cahiliyye sünnetini isteyen kişi" olduğunu haber vermektedir. [95] Buradaki cahiliyye sünneti, cahiliyyeye özgü cahilî âdet ve davranış tarzlannı ifade eder. Kan davası, tefecilik, kavmiyetçilik vb. anlayış ve davranışlar cahiliyye döneminin en belirgin tavırlarıdır ki, İslam cahiliyyeye ait böylesi kötü gelenekleri toptan reddetmiştir. İslam'ın şiddetle reddettiği bu tür cahilî gidişatı, İslam'a girdikten sonra, İslam toplumunda da yaşamak ve yaşatmak isteyen kişi, elbette Allah'ın en çok buğzettiğ Harem'deki mülhid ve kan davası güden ile bir tutulacaktır.
İbn Mace (ö. 273), Ahmed (ö. 241) ve Taberani'nin (ö. 360) rivayet ettiği zayıf bir haberde de Hz. Peygamberin, kurban hakkında soranlara;
“Babanız İbrahim'in sünnetidir" [96] cevabını verdiği rivayet edilmektedir. Burada Hz. İbrahim'den itibaren nesilden nesile intikal eden güzel ve örnek bir davranış biçimi anlamındaki "sünnet" kelimesi, ıstılahtaki anlamını da taşımaktadır. Bir peygamber olarak Hz. İbrahim'in kurban ameliyyesinin sünnet olarak zikredilmesi gayet tabiidir.
Nitekim bu meyanda diğer bir hadiste ise Hz. Peygamber:
"Şu dört şey, peygamberlerin sünnetlerindendir; haya [97], güzel koku kullanma, diş temizliği ve nikah" [98] buyurmuşlardır. Yani bu dört haslet veya amel, peygamberlerin yapageldikleri örnek davranışlardan, sünnetlerdendir. Oldukça farklı bir kullanım da Hz. Peygamberin kendi sünneti ile birlikte halifelerin sünnetini tavsiye ettiğine dair şu rivayette görülmektedir:
"Benden sonra yaşayanlarınız birçok ihtilaf görecektir. Siz sünnetime ve doğru yola ileten halifelerin sünnetine sarılın!" [99]
Kaynaklarımızda ondört tarikten rivayet edilen bu haber, yalnızca Irbâd b. Sâriye'den (ö.75) gelmesi hasebiyle hadis usûlüne göre ferd-i mutlak bir hadis olması, Hz. Peygamberin mescidde yapmış olduğu bir vaaz olmasına rağmen ikinci bir sahâbî tarafından rivayet edilmemiş olması itibarıyla senedi; kendi sünnetinin yanısıra, kimler olduğu belli olmayan raşit-mehdi halifelerin sünnetini tavsiye etmesi ve arkasından, sonradan çıkan herşeyin bid'at ve her bid'atin sapıklık olarak nitelendirmesi itibarıyla da metni eleştiri konusu olmuştur. [100] Zira bundan başka rivayetlerde rastlanmayan "raşid halifeler" nitelemesi, büyük bir ihtimalle ilk halifelerden sonra çıkmıştır. Ayrıca sünnetlerine uyulması emredilen bu halifelerin ileride genişçe üzerinde duracağımız gibi içtihadı tasarruflarıyla ihdas ettikleri pekçok yenilik ve değişiklikler vardır. Dolayısı ile bir taraftan halifelerin sünneti, öbür taraftan onların şartlar ve maslahatlar gereği birçok yeniliklerinin mevcudiyeti ve her ihdas edilen yeniliğin bid'at ve dalalet sayılması gibi çelişkili bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu sebeplerden dolayı, ilgili rivayete ihtiyatla yaklaşılması daha uygun olacaktır.
2- Hz. Peygamberin yaptığı veya belirlediği davranış tarzları anlamında:
Daha çok sünneti sünnetenâ veya es-sünne şeklinde kullanıldığına şahit olduğumuz bazı rivayetleri burada kısaca zikredelim:
a- Hz. Peygamberin eşlerine, onun gece ibadetini sorup öğrendiklerinde adetâ bunu azımsayan ve onun gelmiş-geçmiş bütün günahları bağışlanmış bir peygamber oluşuna bağlayan, bu sebeple birisi, ömür boyu geceleri namaz kılmaya, öbürü hergün oruç tutmaya, diğeri ise hanımlardan uzaklaşmaya karar veren üç sahâbînin bu sözleri üzerine Hz. Peygamber;
"Allah'a yemin ederim ki, ben sizin Allah'tan en çok korkanınız, en fazla sakınanızım. Fakat ben, bazen oruç tutarım, bazen tutmam. Bazen namaz kılarım, bazen de uyurum. Hanımlarlada evlenirim" dedikten sonra:
"Şu halde her kim benim sünnetimden yüzçevirirse, o benden değildir" buyurdular. [101]
Hz. Aişe'nin (ö. 57) rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber, o sahâbîlerden Osman b. Maz'un'a (ö. 2):
"Ey Osman, sünnetimden yüz mü çeviriyorsun?" deyince O: "Vallahi hayır, ey Allah'ın Rasulü! ben senin sünnetini istiyorum" demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Şüphesiz ben, hem uyurum, hem namaz kılarım, hem oruç tutarım, hem tutmam, hanımlarla da evlenirim. Ey Osman Allah'tan sakın! Ailenin sende hakkı var, nefsinin sende hakkı var. Sen de bazen oruç tut, bazen tutma, biraz namaz kıl, biraz uyu!" [102] buyurdu.
b- Buhârî'nin Berâ'dan (ö. 71) naklettiğine göre, bir Kurban Bayramı hutbesinde Hz. Peygamber, "Bugün ilk önce yapacağımız iş, (bayram) namazlarımızı kılmamız, sonra dönüp kurbanlarımızı kesmemiz olacaktır" dedikten sonra:
"Her kim böyle yaparsa, sünnetimize uygun hareket etmiş olur. Kim de namazdan önce keserse, kurban değil sadece ailesine et kesmiş olur" buyurmuştur [103]
Ebû Dâvud ve Nesâî'nin Berâ'dan naklettikleri diğer bir varyantta "Sünneti” yerine "Kurban ibadetine uygun hareket etmiş olur" şeklinde geçmektedir. [104]
Buharı ve Müslim tarafından yine Berâ'dan nakledilen üçüncü bir rivayette ise:
"Kim kurbanını namazdan sonra keserse, kurbanı tamamlanmış ve müslümanların sünnetine uymuş olur" buyurmuştur. [105]
Mana ile rivayet edilen üç rivayet de Berâ-Şa'bî ortak isnadıyla gelmekte ve Şa'bî sonrasında dağılmaktadır. Bu rivayetlerin üçü de devamında kurbanım kesmekte acele eden Ebû Burde b. Niyâr'ın (ö. 45) sorusuna yer vermektedir. "Müslümanların sünnetine uymuş olur" ifadesinin yer aldığı son rivayet ise, Buhârî'de aynca Enes b. Mâlik'den gelen başka bir isnadla da nakledilmiştir. Dolayısıyla son rivayetin lafzı, hem Buhârî ve Müslim tarafından nakledilmiş olması, hem de ikinci bir sahâbî tarafından rivayet edilmiş olması itibarıyla tercih edilmelidir.
c- Yolculukta su bulamadıkları için teyemmümle namazlarım kıldıktan sonra suya rastlayan iki şahıstan birisi abdest alıp namazı iade ederken, diğeri iade etmemişti. Gelip bunu anlattıklarında Rasûlullah (s.a.v.) iade etmeyene:
"Sen sünnete uymuş oldun ve namazın yerine gelmiş oldu" derken, iade edene de, "Sana ise, iki ecir vardır" buyurdular. [106] Şayet Hz. Peygamberin cevabı bu şekilde sadır olmuşsa, onun, bu ifadesinde sünneti, şer'î ruhsat anlamında kullandığı anlaşılıyor. Zira o, onu takrir ile kabul ederken, iade edeni takdir ederek iki ecir kazandığını bildiriyor.
d- Bir defasında Hz. Peygamber abdest bozarken Hz. Ömer, abdest alması için ona su götürünce o:
"Ben her tuvalet ihtiyacımı giderdiğimde abdest almakla emrolunmadım. Şayet böyle yapsaydım, o mutlaka sünnet olurdu" buyurmuştur. [107]
Görüldüğü gibi bu haberlerde sünnet, Hz. Peygamberin, ümmeti için ortaya koyduğu, ya da tavsiye ettiği örnek davranışlarını ifade etmekte ve bu kullanımlarda ıstılahı bir anlam taşımaktadır. [108]
3- Sünnet-Kur'an birlikteliği şeklinde:
Kaynaklarımızda mevcut bazı haberlerde, Hz. Peygamberin, Kur'an ile sünnetten bir arada söz ettiği rivayet edilmektedir. Buna dair birkaç rivayeti zikretmemiz yerinde olacaktır:
a- Hz. Peygamberin, vefatından sonra sarılmaları için ümmetine bıraktığı rehberler hakkında farklı rivayetler gelmiştir:
1- İmam Malik'in "belağanî" diyerek isnadsız bir şekilde naklettiğine göre Hz, Peygamber:
"Size iki şey bıraktım ki, onlara sarıldığınız sürece sapıtmazsınız: Allah'ın Kitabı, Peygamberinin sünneti" [109] buyurmuştur.
Vâkıdî'nin (ö. 207) Hudeybiye Musalahasi'ni anlatırken Ka'b b. Ucre (ö. 51) [110] tarikiyla naklettiği bir rivayette, Hz. Peygamber umre maksadıyla çıktığı bu yolculuğunda Cuhfe'ye varınca insanlara seslenmiş ve kendilerine iki şey bıraktığını ifade etmiştir. Vakıdi'nin bu rivayetinde sözkonusu iki husus:
"Allah'ın Kitabı ve elinizdeki O'nun sünneti" şeklinde ifade edilmiştir. Peşinden ise:
"Size Allah'ın Kitabını ve Peygamberinin sünnetini bıraktım" şeklinde de söylenildiği hatırlatılmıştır. [111]
Öncelikle ifade edelim ki, yukarıdaki hadis nakledilirken, metnin ortasında yer alan "Naciye b. Cundeb dedi ki:İfadesinden sonra gelmesi, hadisin gerçek râvîsi hakkında bizi tereddüde düşürmektedir. Şayet hadisi nakleden sahâbî, Ka’b ise, hadisçilerin Vâkîdî hakkındaki olumsuz beyanları dışında [112]hadisin isnadı sahih gözükmektedir. [113] Fakat eğer râvî Naciye b. Cundeb ise, [114] bu hadisin isnadı yoktur, muaallaktır.
Rivayetin metnine bakılacak olursa, görüldüğü gibi burada "sunnetehû" ifadesindekî zamir, Allah'a râcidir ve ilk cümlede Hz. Peygamber'den ve onun sünnetinden söz edilmemektedir. İkinci cümlede yer alan "ve yukâlu" "denilir" ifadesi ise, herşeyden önce "temrîz" sîgasıdır ve cezm sîgası olmadığı için, nakledilen metnin zayıflığını, nakledenin de bu hususta tereddüdünü gösterir.
Diğer bir husus, "Kitâbellâhi ve sunnetehû bi eydîkum" ifadesi, bazı rivayetlerde "Kitâbellâhi ve sebebehû bi eydîkum" şeklinde zikredilmektedir. [115] Öyle anlaşılıyor ki, noktasız olarak aynı şekilde yazılan "sunnetehû" ve "sebebehû" kelimeleri üzerinde sehven veya kasten tashif yapılmıştır.
Aynca, Hz. Peygamber, etrafındaki insanlara seslendiği halde, böyle önemli bir tavsiyesinin, söz konusu umre ziyaretini anlatan başka sahâbîler tarafından nakledilmemiş olması da ilginçtir. Daha çok Veda Haccı esnasında söylenilen bu hadisin, umre ziyareti esnasında ifade edilmesi de aynı şekilde gariptir, dolayısıyla bu rivayetlerin ihtiyatla karşılanması yerinde olacaktır.
Benzer bir rivayeti Veda Haccını naklederken İbn Hişam (ö. 213) da aktarmaktadır:
"Size öyle birşey bıraktım ki, ona sarılırsanız asla ve kesinlikle sapıtmazsınız: Allah'ın Kitabı, Peygamberinin sünneti" [116]
Taberî'nin (ö. 310) Abdullah b. Ebî Necîh'ten naklettiği benzer rivayetin isnadı ise maktu yani kopuktur. [117] Söz konusu rivayeti, aynı lafızlarla İbn Abbas'dan İkrime yoluyla nakleden Hâkim (ö. 405), yalnızca Allah'ın Kitabına sarılmayı tavsiye eden rivayeti hatırlattıktan sonra, "Bu hutbede, sünnete sarılmanın zikredilmesi garip olup, ona (başka tariklerle desteğe) ihtiyaç duyulmaktadır" demekte ve ona şahid olarak bulduğu Ebû Hureyre'nin şu rivayetini kaydetmektedir:
"Size iki şey bıraktım, o ikisinden sonra sapıtmayacaksınız: Allah'ın Kitab'ı ve benim sünnetim. Bu ikisi, havuza varıncaya kadar birbirinden ayrılmayacak” [118]
2- Bu hususta gelen rivayetlerin bir kısmında da, Allah'ın Kitabı ile Ehl-i Beyt'in bırakıldığı ifade edilmektedir.
Ebû Said el-Hudri'nin (ö. 74) rivayetlerine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ...
"Ben size öyle birşey bıraktım ki, onu aldığınız müddetçe benden sonra sapıtmazsınız. O, şu iki ağırlıktır: Birisi diğerinden daha büyüktür ki o, Allah'ın semadan yere uzatılmış ipi olan Kitabı; diğeri ise benim yakınlarım, ev halkımdır. Haberiniz olsun ki o ikisi, havuza varıncaya kadar birbirinden ayrılmayacaktır." [119]
Zeyd b. Erkam'dan (ö. 68) gelen rivayet ise daha uzun ve tafsilatlıdır. Tabiînden bazı kimseler kendisinden, Rasûlullah'ı görmüş, dinlemiş, beraber savaşmış, arkasında namaz kılmış birisi olarak Hz. Peygamberden işittiklerinden bazılarını rivayet etmesini istemişler; o da yaşının ilerlediğini, ihtiyarladığını ve Rasûlullah'tan bellediği bazı şeyleri unuttuğunu hatırlattıktan sonra, "Size söylediklerimi kabul edin, söylemediklerim hakkında da beni sorumlu tutmayın" demiş ve Rasûlullah'ın Mekke ile Medine arasındaki Hunun denilen bir göletin yanında kendilerine va'zu nasihat ederek :
"Ey insanlar ben de ancak bir beşerim. Rabbimizin elçisi (Ölüm meleği) nin gelmesi ve onun davetine icabet etmem yakındır. Ben size şu iki ağırlığı bırakıyorum: Birisi, Allah'ın Kitabı'dır ki, onda hidayet ve nur vardır. Allah'ın Kitabını alın ve ona sarılın!" Hz. Peygamber, Allah'ın Kitabına uymayı bir hayli teşvik ettikten sonra
"Diğeri ise, Ehl-i Beytim'dir. Ehl-i Beyt'im hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum" buyurdu ve bunu üç defa tekrarladı. Sorulan soru üzerine Zeyd, Hz. Peygamberin hanımlarının yanısıra, kendilerine zekat haram olan Hz. Ali, Akîl, Cafer, ve Abbas ailelerinin de Ehl-i Beyt'ten olduklarını söylemektedir. [120]
Cabir b. Abdullah'tan (ö. 80) gelen başka bir rivayete göre Hz. Peygamber bunu Arafat'ta devesinin üzerinden hitap ederken söylemiştir:
"Ey insanlar! size öyle birşey bıraktım ki, onu aldığınız sürece sapıtmazsınız: Allah'ın Kitabı ve yakınlarım Ehl-i Beyt'im. " [121]
3. Rivayetlerin önemli bir kısmında ise, Hz. Peygamberin ümmetine sadece Allah'ın Kitabı'nı bıraktığı ifade edilmektedir.
Vaki di (ö. 207), zikrettiğimiz önceki rivayetinin aksine Veda Hutbesini naklederken İbn Abbas-İkrime yoluyla gelen şu habere yer vermektedir:
"Size birşey bıraktım ki, onunla sapıtmazsınız. O, Allah'ın Kitabıdır. Dikkat buyurun, tebliğ ettim mi?"[122]
İbn Ebî Şeybe (ö. 235), Müslim (ö. 261), Ebû Davud (ö. 275) ve İbn Mace'nin (ö. 273) yine Cabir b. Abdullah'tan rivayet ettikleri oldukça uzun olan veda hutbesinde Hz. Peygamber'in,
"Size öyle birşey bıraktım ki, ona sarıldıktan sonra asla sapıtmazsınız. O, Allah'ın Kitabıdır" [123]buyurduğu bildirilmektedir.*
Zikrettiğimiz bu rivayetlerden, Hz. Peygamberin ümmetine neyi veya neleri bıraktığı konusunda üç farklı sonuç çıkmaktadır:
1- Allah'ın Kitabı ve Peygamberinin sünneti: Mâlik, Vâkıdî, İbn Hişam, Taberi. Hâkim ve İbn Abdilberr tarafından rivayet edilmiştir.
2- Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamber'in Ehl-i Beyti: Müslim, Ahmed, Tirmizî ve Dârimî tarafından rivayet edilmiştir.
3- Allah'ın Kitabı: Vâkıdî, İbn Ebî Şeybe, Müslim, Ebû Dâvud ve İbn Mâce tarafından rivayet edilmiştir.
Burada kaydettiğimiz rivayetlerin sened ve metinleri itibarıyla bir kritiğini yapmamız yerinde olacaktır. Öncelikle belirtmeliyiz ki, kaynaklarımızın çoğuna göre, Hz. Peygamber bu vasiyeti Veda Haccı esnasında en az onbinlerce müslümanlara hitap ederken yapmıştır. Ne var ki, onun Veda Haccında birkaç ayrı yerde irad ettiği bu hutbeleri ancak birkaç sahâbîden gelmiştir. Hz. Peygamberin bu ifadesi, Buhâri'nin Veda Haccı babında mevcut değildir. [124]
Yine kaydettiğimiz rivayetlerin çoğundaki,
"Size birşey bıraktım, ona sarıldığınız sürece sapıtmazsınız" ifadesinden, bırakılan şeyin tek olduğu anlaşılırken, aynı rivayetlerin sonunda ise iki ayrı şey zikredilmektedir. Oysa, Hz. Peygamberin ya iki şey bıraktığını söylemesi, ya da bırakılan şeyin çift değil tek olması gerekirdi. Şu halde Hz. Peygamber birşey bıraktığını söylemiş ve ona sarılmayı tavsiye etmiş de, ibarenin sonunda iki farklı şey ifade edilmişse bu durumda, ikinci hususun ravilerce metne idrac edilme ihtimali ortaya çıkmaktadır.
Öte taraftan iki şey bıraktığını söyleyen rivayetler ise birbirileriyle çelişmektedir. Zira bırakılan ikinci rehber, bazı rivayetlere göre sünnet, bazılarına göre ise Ehl-i Beyt'tir. Ayrıca iki şey bıraktığını söyleyen rivayetlerin bazısı, sahih bir senedden yoksundur. Hatta, İmam Malik ve İbn Hişam'ın naklettikleri rivayetlerin hiç senedi yoktur. Vakıdi'nin naklettiği Ka'b b. Ucre rivayetinde, mezkur şüphe ve tereddüt sözkonusudur. Taberi rivayeti maktudur. Hakim'in naklettiği İbn Abbas-İkrime tarikinde Kitab-Sünnet bırakılırken, Vakıdi'nin aynı tarikten gelen rivayetinde yalnızca Allah'ın Kitabı bırakılmaktadır. Burada Vakıdi'nin (ö. 207), Hakim'den (ö. 405) iki asırlık önceliğini göz önünde bulundurmalıyız. Onun şahid olarak Ebû Hureyre'den naklettiği, senedinde metruk bir ravi bulunan haber ise, Ehl-i Beyti tavsiye eden Ebû Said hadisleriyle aynı cümle kurgusuna sahiptir: [125] [126]
Dolayısıyla bu rivayetleri ihtiyatla ele almamız daha isabetli olacaktır.
Zeyd b. Erkam rivayetinde ise muhteva bir hayli farklıdır. Zira bu rivayette Hz. Peygamber, bıraktığı iki ağır emanetten Allah'ın Kitabını almayı, ona sarılmayı emredip teşvik ederken, Ehl-İ Beyt hakkında böyle bir emir vermeyip, üç defa hatırlatmakla yetinmiştir. "Hadis metninde Humm'dan bahsedildiğine göre, bu hutbenin Veda Haccı dönüşü söylendiği ihtimali kuvvet kazanmaktadır. O tarihte Rasûlullah (s.a.v.)'ın dokuz hanımı bulunuyordu. Ev halkı tabirinden özellikle bunlar kastedilmekteydi. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.)'ın hanımları, Kur'an'ın bildirdiği üzere "müminlerin anneleri" idiler [127] ve onun ölümünden sonra yine Kur'an'ın emri gereği evlenemeyeceklerdi. [128] Bu durumda Rasûlullah (s.a.v.)'ın onlar hakkında ümmetini uyarması çok makuldü ve gerekliydi. Ümmeti, öncelikle hanımları hakkında Allah'ın koymuş olduğu ölçülerden ayrılmamalıydı. Maddî ihtiyaçları da yine aynı ölçüler içerisinde karşılanmalıydı.
Hadiste Kur'an ve Ehl-i Beytin farklı özelliklerde oldukları; birincisinin hidayetine uyulması, ikincisinin beşerî haklarının gözetilmesi gereği açıktır. Tirmizi'nin (ö. 279) hasen-garib diye değerlendirdiği Cabir b. Abdullah rivayeti; İbn Ebî Şeybe, Müslim, Ebû Davud ve İbn Mace'deki Cabir rivayetiyle ortak isnada sahip olmalarına rağmen, ikincisinde olmayan Ehl-i Beyt ziyadesini taşımaktadır. Bu iki rivayetin isnadını şema ile gösterelim:
Şemada da açıkça görüldüğü gibi, Cabir b. Abdullah, Muhammed Bakır (ö. 14) ve Cafer-i Sadık (ö. 148), isnadın ilk ve ortak ravileridir. İsnadında Ehl-i Beytin [129]en büyük iki imamı bulunmasına rağmen, İbn Ebî Şeybe, Müslim, Ebû Davud ve İbn Mace'nin yalnızca Kur'an'ı tavsiye eden rivayetleri karşısında, ikinci rivayetteki Ehl-i Beyt ziyadesinin diğer raviler tarafından yapılmıştır. Nitekim Ebû Hatim, Nasr b. Abdurrahman'ın rivayet Atiğini ezberleyebilen bir şeyh olduğunu ve onu iyi ve güzel ahlaklı biri olarak gördüğünü söylerken Tirmizi rivayetindeki Zeyd b. Hasen'in ise munkeru'l-hadis olduğunu [130] haber vermektedir. Bu ise bizim endişelerimizi artırmaktadır.
Netice olarak, bu üç grup rivayet içerisinde, gerek sened ve gerekse metin itibarıyla, görünür bir problemi olmadığı için, sadece Kur'an'ı tavsiye eden haberler daha sıhhatlidir ve şüphesiz diğerleri üzerine rüçhaniyetleri vardır. Özellikle ziyade edilmeye oldukça müsait olan böyle bir haberin Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Beyt olmak üzere iki itikadı mezhebe mensup bazı mutaassıpların mezhepleri lehine metne idrac yapmış olmaları hiç te uzak bir ihtimal değildir.
Burada hemen hatırlatmalıyız ki, biz bütün bunları söylerken yalnızca rivayeti ve onun sübutunu tartışmaktayız. Yani Hz. Peygamberin bıraktığı şeyler hakkında ne buyurduğunu tesbit etmeye çalışmaktayız. Yoksa tarihi bir vakıa ve hakikat olarak elbette Kur'an ile birlikte geriye onun rehberliği yani sünneti kalmıştır. Tebliğ ettiği Kur'an'ın beyanı ve tatbikatı olarak Hz. Peygamberin ümmetine sünnetini de bıraktığından zerre miktarı şüphemiz yoktur. Nitekim sünnet anlayıştan ve uygulamaları ile tezimizin konusunu oluşturan sahabe, bunun en canlı şahitleridir. Aynı şekilde Hz. Peygamberden geriye, her türlü hürmet ve muhabbete layık güzide şahsiyetler olarak Ehl-i Beyt'in kaldığı da bir gerçektir. Ayrıca kritiğini yaptığımız bütün bu rivayetlerdeki muhtemel ziyade ve idraclardan hareketle, onların ortak noktasını veya kesişimini aldığımızda da, Hz. Peygamberin ümmetine Kur'an'ı bıraktığı yolunda bir açıklama yaptığı sonucuna varabiliriz. Nitekim Abdullah b. Ebî Evfâ'ya (ö. 86) Rasûlullah (s.a.v)'in herhangi bir vasiyeti olup olmadığı sorulduğunda o, O’nun Allah'ın Kitabını bıraktığını söylemiştir. [131]
b- Hz. Peygamberin Kur'an ile birlikte sünneti kullandığına dair ikinci misalimiz birçok kaynaklarda yer alan, Hz. Huzeyfe'nin rivayet ettiği şu merfu hadistir. Buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Emanet (önce) kişilerin kalplerinin derinliklerine indi, sonra Kur'an indi ve onlar (onu önce) Kur'an'dan öğrendiler, (sonra) sünnetten öğrendiler."
Tespit edebildiğimiz kadarıyla bu rivayet, hemen hemen aynı lafızlarla Mamer (ö. 153), Humeydî (ö. 219), Buhâri (ö. 256), Müslim (ö. 261), Tirmizi (ö. 279),
İbn Mace (ö. 273), Ahmed b. Hanbel (ö. 241) ve İbn Hıbban (ö. 354) gibi hadis kaynaklarımızda yer almaktadır.[132]
Haberi Ebû İshak el-Fezârî'nin (ö. 186) Siyerinden nakleden Ebû Nuaym'ın (ö. 43) Hılye'sindeki rivayette ise metnin son kısmı şeklindedir ve sünnet kelimesi yoktur. [133] Sözkonusu haber, Fezâri'nin eksik haliyle basılan eserinde bulunmamakta olup, muhakkik tarafından Hılye'den iktibas edilmektedir.[134]
Burada râvilerden kaynaklanan bir hazf (düşürme) ya da "sünnet" kısmının metne ilave edilmesi ihtimalinden söz edilebilirse de, Fezâri'den gelen bu rivayetin diğerleri karşısında şaz kaldığı anlaşılmaktadır. Fezârî rivayetinde nasihlerden kaynaklanabilecek gaflet, unutma vb. kasıtsız hatalar ile, bazı art niyetli kimselerin kasıtlı olarak son kelimeyi silme, imha etme gibi desiseleri de sözkonusu olabilir. [135]
Kur'an-Sünnet ikilisinin zikredildiği bu rivayete göre, Sünnetin, Kur'an yanında bir bilgi kaynağı olduğu gerçeği bizzat Hz. Peygamber tarafından ifade edilmektedir. Gerçekten de insanlar, emaneti yani sorumluluk duygusunu öncelikle fıtrattan almışlar, vahyin inmesiyle bunun teorisini Kur'an'dan, pratiğini ise Hz. Peygamber ve onun sünnetinden öğrenmişlerdir.
c- Hz. Peygamberin Kur'an-Sünnet kullanımına dair üçüncü bir misal de, onun imam olmada öncelikleri zikrettiği Ebû Mes'ud (ö. 40) hadisidir:
"Bir topluluğun imamlık yapmaya en layık olanı, Allah'ın Kitabını en iyi okuyanıdır. Eğer kıraatta eşit olurlarsa, o zaman sünneti en iyi bilenleridir. Şayet sünneti bilme konusunda da eşit olurlarsa, daha erken hicret edenidir. Eğer hicrette de eşit olurlarsa, o zaman yaşça büyük olanıdır..." [136]
İlk üç ravisi itibarıyla ortak bir senede sahip olan rivayetlerin bazısında sünnet ile hicret yer değiştirirken, [137] bazılarında ise sünnet kısmı hiç zikredilmemiştir. [138] Abdurrazzak'ın Enes b. Malik (ö. 93), Ebû Seleme (ö. 94) ve Amr b. Seleme el-Cermi'den [139] (ö. 85) naklettiği rivayetlerde ise Hz. Peygamberin yalnızca Kur'an'ı en çok ve en iyi bilenin imamlık yapmasını istediği belirtilmekte, sünnet, hicret ve yaş gibi hususlardan söz edilmemektedir. [140]
Aslında hem sünnetten söz eden, hem de sünnete yer vermeyen Ebû Mes'ud rivayetlerinin ilk üç ravileri aynıdır:
a- Ebû Mes'ud - Evs b. Dam'ac - İsmail b. Raca - A'meş...
b- Ebû Mes'ud - Evs b. Dam'ac - İsmail b. Raca - Şu'be... A'meş (ö. 148) kolundan gelen varyantlarda, imamet önceliği için sünneti iyi bilme bir kriter olarak zikredildiği halde, Şu'be (ö. 160) kolundan gelen varyantlarda ise sünnetten hiç söz edilmemektedir.
Burada da bilerek ya da bilmeyerek metinden bir hazf veya metne bir ziyade sözkonusudur. Yine A'meş ile Şu'be rivayetleri, o kadar dengelidir ki, sened itibanyla aralarında tercih yapabilmemiz zorlaşmaktadır.
Hattabî; aynı ortak kanaldan Sufyan es-Sevri'nin naklettiği, Kur'an, sünnet, hicret ve yaş tertibini ihtiva eden rivayetin [141] sahih ve müstakim olduğunu söylemekte ve buradaki sünneti, namaz hükümlerini ve bu konuda Rasülullah (s.a.v)'ın koymuş olduğu, belirlediği sünnetleri bilme, kavrama olarak açıklamakta, hatta her ne kadar sünnet tertipte ikinci sırada zikredilmişse de, namaz için caiz olacak miktarda Kur'an okuduktan sonra, sünneti iyi bilen kimsenin imamette önceliği olması gerektiğini savunmaktadır. [142]
Nitekim bu sünnetlere riayet etmeyerek kıldırdığı namazı çok fazla uzattiğ için şikayet edilen Muaz'ı sert bir şekilde uyaran Hz. Peygamber, [143] ta'dil-i erkanı tam yapmayan bir kimseye namazının olmadığını söyleyerek iade etmesini istemiş, iki-üç defa geri çevirdiği bu şahsın daha iyisini bilmediğini söylemesi üzerine ona namazı nasıl kılacağını tarif etmiştir. [144]
Son olarak, Hz. Peygamberin Kur'an-sünnet kullanımına dair, sahabenin anlatımları ile, onun huzurunda bu tür kullanımlara birkaç misal vereceğiz:
a- Rasülullah (s.a.v) hicretin onuncu yılında Halid b. Velid'i (ö. 21) Necran'i göndermiş, savaşmazdan önce onları üç kez İslam'a davet etmesini, icabet ederlerse aralarında kalıp, onlara Allah'ın Kitabını, Peygamberinin sünnetini ve İslam'ın öğretilerini öğretmesini emretmişti. Halid, bu talimatı aynen uygulamış halkın İslam'a girmeleri üzerine onlara İslam'ı, Allah'ın Kitabını ve Peygamberinin sünnetini öğretmek üzere aralarında kalmıştı. Sonra Halid, Hz. Peygambere yazdığı mektubunda, onun yukarıdaki emirlerini hatırlatmış ve kendisinin de bu doğrultuda hareket ettiğini bildirmiş, peygamberin sünneti ifadesini iki defa tekrarlamıştır. [145]
Ahmed b. Hanbel'in naklettiği başka bir haberde de benzer bir kullanımı görmekteyiz. Hz. Peygamber Ensar'a Hecer Bölgesinden gelen heyete ikram etmelerini istemiş, ertesi gün de heyete "Kardeşlerinizin ikramını nasıl buldunuz?" diye sormuş, onlar da şu cevabı vermişlerdi: "Hayırlı kardeşler, yataklarımızı yumuşak, yemeklerimizi de güzel yaptılar, (bizimle birlikte) geceleyip sabahladılar ve bize Rabbimizin Kitabını ve Peygamberimizin sünnetini öğrettiler." Bu durum karşısında çok memnun kalan Hz. Peygamber, sonra bize dönüp, teker teker neler öğrendiğimizi sordu. O zaman kimimiz et-Tahıyyât ve Fatiha'yı, bir-iki sure ve bir-iki sünneti öğrenmişti..." [146]
Görüldüğü gibi burada önce Rabbimizin Kitabı, Peygamberimizin sünneti ifadeleri, sonra da bir-iki sure, bir-iki sünnet şeklinde heyetin, Rasûlullah huzurundaki kullanımlarına şahid olmaktayız. Metindeki bir-iki sünnet ifadesiyle, Hz. Peygamberin namaz içerisinde, Kur'an dışında okumuş olduğu tahıyyât vb. bazı duaları kasdettikleri anlaşılmaktadır. Hz. Peygamberin, namazlarda devamlı okuduğu bu duaların sünnet olarak anılmaları ilginç, ilginç olduğu kadar da önemlidir.
b- Rasûlullah'ın huzurunda sahabenin Kitab-sünnet kullanımına dair başka bir misalimiz de, Enes b. Malik'in şu rivayetidir:
"Yemen halkı Hz. Peygambere geldiklerinde ona “Bizimle birlikte, bize Rabbimizin Kitabını ve sünneti öğretecek bir şahıs gönder" dediler. [147] Müslim ve Ahmed b. Hanbel'in yine aynı kanaldan naklettikleri rivayette bu ifade, "Bizimle birlikte, bize Kur'an ve sünnet öğretecek kimseler gönder" şeklinde, [148] başka bir rivayette ise, "Bizimle birlikte bir şahıs gönder ki, o bize sünneti (hayat tarzını) ve İslam'ı öğretsin" şeklinde kullanılmıştır. [149]
Mânâ ile rivayet edilen bu haberlerden ilk ikisinde Kur'an - sünnet kullanımı geçmekte, sünnet marife olarak zikredilmektedir. Bununla Hz. Peygamberin sünneti kastedilmiş olabileceği gibi, üçüncü rivayette olduğu üzere siret, gidişat ve hayat tarzı anlamında da kullanılmış olabilir. Nitekim o rivayette, sünnetin İslam kelimesinden önce zikredilmiş olması, öncelikle nasıl bir hayat tarzı öngörüldüğünün öğretilmesini, ardından da İslam ve Kur'an'ın öğretilmesini ifade etmektedir.
Ancak, bu hususu nakleden diğer kaynaklarımızda bu ifadelere rastlayarmıyoruz. [150] Bu ise sözkonusu haberlerin, mânâ ile rivayet edildiğini ve ravilerin tasarruflarına açık olduğunu gösterir. Dolayısıyla bu haberlerede ihtiyatla yaklaşk gerekir.
c- Sahabenin Hz. Peygamberin huzurunda Kur'an-sünnet ikilisini kullandıklarına dair diğer önemli bir misal de meşhur Muaz hadisidir. Bu rivayete göre Hz. Peygamber Muaz'ı Yemen'e gönderirken ona nasıl hükmedeceğini sorunca o: "Allah'ın Kitabı ile hükmederim" demiş; Hz. Peygamber,
"Ya Allah'ın Kitabında yoksa?" deyince Muaz "Rasûlullah'ın sünnetiyle" demiş, O (s.a.v),
"Şayet Rasûlullah'ın sünneti de yoksa?" buyurunca Muaz, "Reyimle ictihad ederim" demişti. Bunun üzerine Hz.Peygamber "Rasûlullah'ın elçisini muvaffak kılan Allah'a hamdolsun" buyurmuştu. [151]
Görüldüğü üzere bu rivayette hem Muaz, hem de Hz. Peygamber tarafından Rasûlullah'ın sünneti tamlaması kullanılmıştır. Buna mukabil, İmam Şafiî (ö. 204), [152] Ebû Huseyn el-Basrî (ö. 436), Kadi Abdulcabbar (ö. 415) [153] el-Hatib el-Bağdâdî (ö. 463), [154] İbnu'l-Kayyim (ö. 751), [155] Tehânevî, [156] ve Kevseri [157] gibi alimler ise bu hadise itibar etmekte, onu delil getirmekte ve hatta savunmaktadırlar. Verdiğimiz bu örnekler açıkça gösteriyor ki, Hz. Peygamber de sünnet kelimesini, gerek fiil ve gerekse isim halinde müteaddit defalar kullanmıştır. Bu rivayetlerden şu neticeleri çıkartabiliriz:
Bu rivayetlerin önemli bir kısmında Hz. Peygamber onu sözlük anlamıyla kullanmıştır. Bu tür kullanımlar, cahiliyye ve Arap edebiyatındaki kullanımlardan farksızdır.
Kanaatimizce başlangıçta iyi kötü diye nitelendirilerek nötr olarak kullanılan sünnet kelimesi, kavramlaşma süreci içerisinde ilerleyen yıllarda, daha çok olumlu, mutedil, ahlâki ve şuurlu davranışlar için kullanılmaya başlanmıştır.
Zikrettiğimiz bu rivayetlerin bir kısmında Hz. Peygamberin kullanımı, hem lügavî, hem de ıstılahı anlamlan muhtemildir. Kavramlaşma sürecini yaşayan her mefhum için bu tabii bir durumdur.
Bu rivayetlerin hemen hepsi mana ile rivayet edildiği için, gerçekten Hz. Peygamberin bu lafızları kullanıp kullanmadığından pek emin değiliz. Elbette bu kullanımların bir kısmı Hz. Peygambere ait olduğu gibi, bir kısmıda sünnet kavramının yerleşmesinden, kavramlaşma süreci tamamlandıktan sonra, raviler tarafından mana ile rivayet neticesinde o şekilde ifade edilmiş olabilir. Nitekim bu husus muhtelif versiyonların bir araya getirilmesiyle anlaşılmaktadır.
Yine kaydettiğimiz bu rivayetlerin bazıları zayıftır. Hatta Hz. Peygambere nisbet edilen çok zayıf veya uydurma olması muhtemel veya kesin uydurma haberler mevcutsa da, biz daha çok muahhar kaynaklarda rastladığımız bu haberlere burada yer vermedik. Zikrettiğimiz zayıf rivayetler hakkındaki endişelerimizi ve onlara ihtiyatla yaklaşmamız gerektiğini belirttik.
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, sünnet kelimesini, öncekilerin sünneti, cahiliyye sünneti şeklinde olumsuz; Peygamberlerin sünneti, İbrahim'in sünneti şeklinde de olumlu olmak üzere isim tamlaması olarak kullanmıştır.
Ayrıca Hz. Peygamber sünnet kelimesini, benim sünnetim veya sünnetimiz şeklinde kendilerine izafe ederek kullanmıştır. Gerek bu kullanımlarda ve gerekse yalın olarak es-sünne kullanımlarında ıstılahı anlam kendini hissettirmektedir.
Hz. Peygambere nisbet edilen rivayetlerin bir kısmında sûnnet-bid'at karşıtlığı şeklinde bir kullanım mevcut isede, bunu isbat için yeterli sayıda ve sıhhatte merfu habere sahip değiliz. Bu sebeple ilgili rivayetlere ihtiyatla bakmaktayız. [158]
Yine bu rivayetlerin bazısında gördüğümüz Kitabullah-sünnet beraberliğine dair kaydettiğimiz haberler de farklı varyantları karşılaştırıldığında, gerek senedleri ve gerekse muhtevaları itibarıyla bu hususta kesin konuşmamızı engellemektedir.
Hz. Peygamberin, sünnetim, sünnetimiz şeklinde kendine izafetle bazı kullanımları var ise de, Sünnetu'n-Nebî veya Sünnetti Rasulillah şeklinde bir tamlama kullandığına dair sahih rivayetlere sahip değiliz.
Cahiliyye döneminden beri kullanılagelen sünnet kelimesinin, Arap edebiyatında, Kur'an'da ve Hz. Peygamberin dilindeki kullanımlarından sonra, kelimenin kavramlaşma sürecindeki seyrini takip edebilmek bakımından, onun sahabe tarafından nasıl kullanıldığını ortaya koymamız yararlı olacaktır. Kronolojik bir şekilde bazı sahâbîlerin kullanımlarına başvurarak, onların bu kelimeye ne anlamlar yüklediklerini, onu daha çok hangi bağlamlarda kullandıklarını tesbit etmeye çalışacağız.
Ancak bu hususa geçmeden önce, burada bazı oryantalistlerin "Peygamber'in Sünneti" tabiri, onun doğuşu, yayılışı, taşıdığı anlam ve muhtevası hakkındaki bazı değerlendirmelerine yer vereceğiz.
Aslında müslümanlar ne bu mefhumu ve ne de onun amelî değerini îcad etmek durumunda kalmışlardır: bunlar eski müşriklerde bile kullanılır haldedirler. Onların nazarında Arap dünyasının geleneklerine, atalarının ahlak ve adetlerine tekabül eden şeyler sünnet olarak görülüyordu. İslam dininin kendilerine hemen hemen pek tesir etmediği Arap muhitlerinde sünnet kelimesi, İslâmi devirde dahi, aynı manada kullanılmıştır. İslam'da değişikliğe uğrayan, işte sadece bu mefhumun muhtevası ile ona tekabül eden kelimenin manasıdır. Hz. Muhammed'in müttakî halefleri nezdinde ve en kadim müslüman cemaatinde, Peygamber ve onun ilk müridleri tarafından yapılmış oldukları gösterilebilen herşey sünnet olarak kabul olunuyordu. Müşrik Arap nasıl atalarının sünnetine bağlı idiyse, müslüman cemaati de öylece, yeni sünnete en yüksek itibarı gösterecek, ona uyacaktı. İslamî sünnet anlayışı, eski bir Arap telakkisinin yeniden gözden geçirilmiş şeklidir. Öyle görünüyor ki, sünnetin tatbike konuşu ilk önce müttakî Medine çevrelerinde olmuştur." [159]
"Bu zeki araştırmacıya göre, Hz. Peygamberin gelmesiyle birlikte, onun uygulaması ve davranışları, genç İslam toplumu için sünnet teşkil etmiş ve İslam öncesi Arap sünnetinin idealliği birden sona ermiştir." [160]
Schacht'a göre "Iraklılar İslam'ın ikinci yüzyılının başlarında "Peygamberin sünneti" teriminin siyasî ve kelamı anlamını, hukukî bir kavram şekline sokmuşlar ve onu mahallî bir cemaatin idealleştirilmiş tatbikatı ve bu cemaate mensup bilginlerin doktrini demek olan "sünnet" ile bir tutmuşlardır. Esas itibarıyla Irak'lıların bu "Peygamberin sünneti" anlayışı, Suriye'liler tarafından benimsenmiş; onların "yaşayan gelenek" fikri Peygamberle başlayıp ilk halifeler ve daha sonraki hükümdarlar tarafından ve bilginlerce benimsenerek, bütün müslümanların sürekli tatbikatı olmuştur. Öte yandan Medine'liler bu kavramı nadiren kullanmışlardır." [161]
Schacht'a göre sünneti "Peygamberin örnek davranışı" olarak tarif eden ilk fakih İmam Şafii'dir ve ondan önceki fakihlerin nazarında sünnetin mutlaka Peygamberle alakalı olması şart değildir. Çünkü sünnet, ananevî ve genel kabul görmüş tatbikatla aynı derecede tutularak "yaşayan sünneti (veya geleneği)" oluşturuyor, ideal olmakla beraber cemiyetin geleneksel adetlerini temsil ediyordu." [162]
Keza, Schacht'a göre, ilk sünnet anlayışı eski fıkıh ekollerinin anladığı yaşayan gelenek (living tradition) demekti. Bu yaşayan sünnet te, "gelenek" veya "üzerinde ittifak edilen amel (el-amel, el emru'l-muctema' aleyh) demekti. Bu kavramın Peygamberin hayat tarzı ile hiç alakası yoktu." [163]
Schacht, "Peygamber'in sünneti" terimini İbn Hişam'ın (ö. 218) Sire'sinde ancak bir yerde bulabilmiş ve buradan hareketle, terimin farklı bir kontekstte kullanıldığını iddia etmiştir. [164]
Montgomery Watt da Schacht ve Goldziher'in bu görüşlerine atıfta bulunarak, aynı kanaati paylaşmaktadır. [165]
Fazlur Rahman'a göre, Ignaz Goldziher, Snouck Hurgronje, Morgoliouth, Lammens ve Joseph Schacht gibi müsteşriklerin münhasıran Nebevi sünnet kavramını reddetmelerinin sebepleri şunlardır:
1- Onlar sünnet muhtevasının bir kısmını İslam öncesi Arap adet ve değerlerinin doğrudan bir devamı olarak görüyorlardı.
2- Sünnet muhtevasının büyük bir kısmı ilk İslam hukukçularının hür düşünce hareketinin bir neticesiydi ve hepsinden önemlisi bu muhteva içinde Yahudi kaynaklarından, Bizans ve İran idarî tatbikatından yeni unsurlar da yer alıyordu.
3- Hadis hareketi Hicri II. yüzyılın sonlarından itibaren büyük çaplı bir hareket halini aldığı zaman ilk devrin bütün sünneti, "Peygamberin sünneti" kavramı adı altında Hz. Peygambere sözlü olarak atfedildi.
Fazlur Rahman, bu açıklamaları "Peygamberin sünneti" kavramı açısından yanlış bulmakta "Hz. Peygamberin sünneti İslam'ın başlangıcından beri geçerli ve işlerliği olan anlayıştı ve sonuna kadar da öylece devam etti" [166] demektedir.
Biz adı geçen müsteşriklerin, aşağıda vereceğimiz çok daha erken döneme ait sahih haberleri görmezlikten gelip, oldukça geç dönemlerde ve tamamen farklı kontekstlerde bir-iki mektuptaki kullanımlardan hareketle "Peygamberin sünneti" kavramının ancak bu dönemlerde ortaya çıktığını ve muhtevasının değişik olduğunu iddia etmelerine doğrusu fazla şaşırmadık. Bu hususta asıl bizi şaşırtan, Muhammed Arkun gibi müslüman bir bilim adamının da aynı iddiayı, hatta biraz daha geciktirerek ortaya atmış olmasıdır. el-Fikru'l-İslami-Kıraa İlmiyye (İslam Düşüncesi- Bilimsel Okuma) adlı eserinde bu konuda şöyle demektedir: "Hal-i hazır bilgilerimizde ve sahip olduğumuz belgelerimizde biz, "Peygamberin sünneti" tabirinin ilk defa ancak H. 80/ M.700 yılında meşhur halife Ömer b. Abdulaziz (ö. 99/717) tarafından istimal edildiğini bulmaktayız. Ve bu tabir, ikinci meri kaynak veya Kur'an'dan sonra şeriatın ikinci aslı sıfatıyla, nebevi sahih hadisler mecmuası olarak sünneti farz mesabesine koyan İmam Şafii (ö. 204) ile birlikte ilerlemesini bir adım daha tamamlayacaktır." [167] Biz burada, söz konusu iddiaların hepsine tek tek cevap verecek değiliz. [168] Zikredeceğimiz rivayetler, bir taraftan bu tabirin sahabenin dilinde ne zaman ve hangi muhtevalarda kullanıldığını ortaya koyacak, diğer taraftan da sünnet ve Peygamberin sünneti terimlerinin kavramlaşma sürecindeki seyrini gösterecektir. İnanıyoruz ki kaydedeceğimiz bu haberler, sözkonusu kavramın doğuşu ve muhtevası ile ilgili bu iddialara yeterli bir cevap teşkil edecektir.
1- Hz. Ebü Bekir'in (ö. 13) Dilinde "Sünnet" Tabiri:
Kays b. Ebî Hâzim'in (ö. 77) [169] rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber'in vefatından sonra halife olan Hz. Ebû Bekir, müslümanlan mescidde toplamış ve onlara şöyle hitap etmiştir:
"Ey insanlar! gerçekten bu işe benim yerime bir başkasının gelmiş olmasını isterdim. Eğer siz, beni Peygamberinizin sünneti ile mes'ul tutacaksanız, ben ona güç yetiremem. Çünkü o, şeytandan korunmuş olduğu gibi, kendisine semadan da vahy gelmekteydi." [170]
Abdurrazzak'ın (ö. 211) rivayetinden ise, onun şöyle konuştuğunu öğrenmekteyiz: "Vallahi sizin en hayırlınız ben değilim. Bu makamımda istemeyerek bulunuyorum ve benim yerime içinizden birisinin geçmesini gerçekten isterdim. Şimdi siz benim aranızda Rasûlullah (s.a.v)'ın sünneti ile amel edeceğimi zannediyorsunuz. Halbuki ben bunu gerçekleştiremem. Çünkü Rasûlullah, vahy ile korunmakta ve yanında bir melek bulunmaktaydı. Oysa benim başımda ise bir şeytan var. [171]
Ancak, İbn Sa'd'ın (ö. 230) yine el-Hasan el-Basri'den (ö. 110), başka bir sened ile naklettiği aynı haberde Hz. Ebû Bekir'in "Eğer siz beni aranızda Rasûlullah (s.a.v)'ın muamelesi gibi muamele etmekle sorumlu tutarsanız, ben onu gerçekleştiremem." dediği nakledilmekte,[172] Rasûlullah'ın sünneti yerine Rasûlullah'ın ameli ifadesi kullanılmaktadır.
Burada şayet ilk iki haberin lafızlarına itibar edecek olursak, Hz. Ebû Bekir'in daha ilk hutbesinde, yani H. 11. yılda sünnetu nebiyyikum veya sünnetu Rasûlillah tabirlerini kullandığı sonucuna varırız. Dikkat edilecek olursa Halife, bu tabiri halifelik sıfatıyla ve siyaset-yönetim bağlamında kullanmaktadır. Yani, Hz. Peygamberin halifesi olmakla kendisinden, masum olduğu kadar, vahyin de muhatabı olan Rasûlullah'ın ortaya koyduğu idare, icraat ve siyasetin aynısı beklenmemelidir. Çünkü bu, Hz. Peygamber gibi masumiyeti bulunmayan, vahyin denetiminde olmayan birisi için takatin üzerinde bir durumdur.
Şüphesiz sahabe, hem risalet, hem de imamet sıfatıyla Hz. Peygamberin yönetimi altında en mesut günlerini yaşamışlardır. O, Medine site devletinde ideal bir İslam toplumu oluşturmuş, örnek bir yönetime önderlik etmiştir. Şurası gerçektir ki, onun on yıllık Medine idaresinde, ümmetin kendisinden alacağı pekçok ölçüler, dersler, örnek uygulamalar vardı ve gelen bütün halifeler bu nebevi tatbikattan azami derecede yararlanmaktaydı. Ancak Allah Rasulünün idaresiyle, bir halifenin idaresi ve siyaseti arasında elbette önemli farklılıklar olacaktı. Kabul etmeliyiz ki, Hz. Ebû Bekir bu tabiri, siyasî bir kontekstte ve çok genel bir anlam yükleyerek kullanmıştır. Ümmet için örnek davranış tarzı veya uyulması istenen nebevi yol anlamında sünnet mefhumu, aslında bu ifade içerisinde mündemiçtir. Zira, Hz. Peygamber, idare ve siyaset de dahil, hayatın her alanında rehber ve örnektir. Dolayısıyla bir halifenin idare ve icraatında, uyması uygulaması gereken pekçok sünnetler mevcuttur ve o, bunlara gücü nisbetinde tâbi olacaktır. Bununla birlikte tâbi ile metbu, peygamber ile halifesi arasında elbette Önemli ölçüde farkların ortaya çıkması da kaçınılmazdır.
Fakat son rivayeti kabul edecek olursak, Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Peygamberin icraat ve uygulamasından söz ederken Rasûlullah'ın ameli ifadesini kullandığı; dolayısı ile önceki rivayetlerde geçen sünnet tabirlerinin, bunun adeta bir tercemesi olduğu anlaşılacaktır. Bu ise, sünnet tabirinin kavramlaşmasından sonra, bilerek ya da bilmeyerek ravilerin tasarruflarının bir neticesidir.
Hz. Ebû Bekir'in Sünnet tabirini kullandığına ikinci bir misal de meşhur nine hadisidir: Malik, Ebû Davud, Tirmizi ve İbn Mace'nin Kabîsa b. Zueyb'den rivayet ettikleri bu habere göre Hz. Ebû Bekir'e bir nine gelip mirasını isteyince o, nineye şu cevabı verir:
"Senin hakkında Allah'ın Kitabı'nda bişey yoktur. Ben, Rasûlullah'ın (s.a.v) sünnetinde de senin için birşey (verildiğini) bilmiyorum. Sen şimdi dön, ben insanlara bunu bir sorayım." Sonra Hz. Ebû Bekir meseleyi sahabeye sorar ve Muğire b. Şu'be Rasûlullah (s.a.v)'ın nineye mirastan 1/6 hisse verdiğini söyler. Hz. Ebû Bekir, bunu ondan başkasının işitip-işitmediğini sorunca, Muhammed b. Mesleme el Ensarî kalkar ve Muğire'nin söylediğini tekrarlar ve Hz. Ebû Bekir de bunu uygular. Sonra Hz. Ömer'e de başka bir nine, (babaanne) gelir ve o da mirasını ister. Hz. Ömer ona, "Sana Allah'ın Kitabı'nda birşey yoktur. Daha önce verilmiş hüküm ise senden başkası içindir. Ben, feraiz konusuna birşey ilave edecek değilim ama bu yine 1/6 dır..." der. [173] Görüldüğü gibi Hz. Ebû Bekir, ninenin mirası ile ilgili olarak, önce Kur'an'a başvurmuş, onda birşey bulamayınca, Rasûlullah'ın (s.a.v) sünnetine müracat etmiş ve Muğire'nin haberi karşısında önce ihtiyatlı davranmış, tesebbüt etmiş, [174] ancak Muhammed b. Mesleme de o doğrultuda şehadet edince haberi kabul edip uygulamaya koymuştur.
Burada Hz. Ebû Bekir'in sünnetu Rasûlillah veya sünnetu nebiyyillah tabirleri, Kur'an'dan sonra başvurulacak bir kaynak olarak, Hz. Peygamberin hukukî hükümlerini ve uygulamalarını ifade eder. Buna göre onun nezdinde Hz. Peygamberin hükümleri, Kur'an'dan sonra ikinci bir asıl niteliğindedir ve o bunu Rasûlullah'ın sünneti şeklinde tabir etmiştir. Birinci misalde daha çok siyasî bir kontekstte kullanılan bu tabir, burada tamamen hukukî bir muhtevada kullanılmıştır.
Aslında Meymun b. Mihran'a (ö. 118) göre, meselelerin çözümünde bu yaklaşım tarzı, Hz. Ebû Bekir'in genel bir metodu idi. O, önce Kur'an'a bakar, onda bir çözüm bulursa onu uygular, bulamazsa sünnetten bildiği ile amel eder, bilmiyorsa sahabeye sorar ve onların verdiği haberlerle amel eder, eğer sahabe de Rasûlullah'tan herhangi bir sünnet bilmiyorsa, bu defa sahabenin ileri gelenleriyle istişare eder, onların ortak kanaatlarıyla hüküm verirdi.[175]
Ancak bu haberde dikkatimizi çeken başka bir husus da, Hz. Ömer'in, Allah'ın Kitabı'ndan açıkça bahsettiği halde, Rasûlullah'ın sünneti ifadesini kullanmayıp, onun yerine, daha önce verilmiş hüküm şeklinde üstü kapalı bir ifade kullanmasıdır. Onun bu sözünde, söz konusu hükmü, Hz. Peygambere mi, yoksa Hz. Ebû Bekir'e mi izafe ettiği açık değildir. Netice itibanyla, Hz. Ömer'in aynı hükmü verdiği halde, Peygamberin sünneti ifadesini kullanmamasını, bu tabirin henüz yaygınlaşmamış olmasına bağlayabiliriz.
Öte taraftan aynı haberi, aynı isnad ile nakleden diğer kaynakların lafızları da farklıdır. Hz. Ebû Bekir'in bu ifadesi, Abdurrazzak ve Said b. Mansur'da:
"Ben Rasülullah / Peygamber (s.a.v)'in senin için herhangi bir hüküm verdiğini işitmedim" [176]; İbn Ebi Şeybe'de ise:
"Ben senin hakkında Rasûlullah'tan birşey işitmedim" şeklindedir. [177]
Görüldüğü gibi bu üç kaynağın naklettikleri varyantlarda, İmam Malik ve ondan nakleden Tinnizi, Ebû Davud ve İbn Mace'nin rivayetlerinde olduğu gibi Hz. Ebû Bekir açıkça Rasûlullah'ın sünneti ifadesini kullanmamıştır. Aksine bu rivayetlerde o, Rasûlullah'tan bu hususta birşey işitmediğini, onun herhangi bir hüküm verdiğini duymadığını ifade etmektedir. Bu ise, hadisin mana ile rivayet edildiğini, metin ve lafızlarda ravilerin bazı tasarruflarının bulunduğunu göstermektedir.
Hadisin ilk ravisi olan Kabîsa (ö. 86), hicretin ilk yılında veya Mekke'nin fethedildiği yılda doğmuş, ancak bazı sahâbîlerden rivayette bulunabilmiştir. [178] Malik'in (ö. 179) rivayetindeki Osman b. İshak b. Harşe, Zuhri'nin (ö. 124) hocası olup, Kabîsa'dan hadis işitmiştir ama fazla tanınmaz, ancak sika görülmüştür. [179] Rivayetin senedini şu şekilde gösterebiliriz:
Çizelgeden de anlaşıldığı gibi, Malik'in rivayetinde Zuhrî, haberi hocası Osman vasıtasıyla alırken, diğerlerinde ise direkt olarak Kabîsa'dan almıştır. Bu durumda her bir kaynağın, Kabîsa ile aralarında ikişer ravisi bulunmaktadır. Daha erken bir kaynak olmasına rağmen Malik, bu lafzıyla tek kalmaktadır. Kanaatimiz o ki, şayet Hz. Ebû Bekir böylesine temel bir kavramı kullanmış olsaydı, diğer kaynaklar da bunu aynen kullanırlar ve bu şekilde farklı ve herhangi bir özelliği olmayan lafızlarla rivayet etmezlerdi. Dolayısıyla Malik'in rivayetindede Hz. Peygamberden işitilen şeyin, onun verdiği hükmün, sünnet şeklinde terceme veya tabir edilme ihtimali sözkonusudur.
Kaynaklarımızdaki çeşitli rivayetlere göre Hz. Ömer'in, müteaddit defalar bu tabiri kullandığı görülmektedir. Şimdi onun kullanımlarına bazı misaller verelim:
Fatıma bint Kays'ı kocası Ebû Amr b. Hafs üç talakla boşamış, ancak Hz. Peygamber ona (kocasının vereceği) ne kalacak ev, ne de nafaka tayin etmişti. [180] Müslim ve Ebû Davud'un naklettiklerine göre, Şa'bî (ö. 103) bu haberi rivayet edince, el-Esved (ö. 75) [181] buna tepki göstererek Hz. Ömer'in şöyle dediğini aktarmıştır:
"Biz, ezberlediğini veya unuttuğunu bilmediğimiz bir kadının sözünden dolayı Allah'ın Kitabını ve Peygamberimizin sünnetini terketmeyiz. Onun (iddeti bitinceyedek) barınak ve nafaka hakkı vardır. Zira Yüce Allah:
"Onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Ancak apaçık bir edepsizlik yaparlarsa başka" buyurmuştur. [182]
Tirmizi ve Darimi'de ise, Hz. Ömer'in bu sözü, İbrahim en-Nehai (ö. 96) tarafından rivayet edilmektedir.[183]
Aslında boşanmış kadına barınak ve nafaka verilip verilmemesi hakkında sahabe ve selef bir hayli ihtilaf etmişlerdir. [184]
Fatıma bint Kays, Hz. Peygamberin kendisi hakkında verdiği bu hükmü, üç talakla boşanmış hanımlar için genel bir hüküm olarak alırken, [185] Talak Suresi 1. ayetinin dönüşü olan ric'î talak ile boşananlar hakkında olduğunu söylemektedir. [186]
Oysa Hz. Aişe'ye göre bu hüküm, Fatıma'nın evinin ıssız bir yerde olması, baskına uğramasından korkulması, Fatıma'nın diliyle ailesini rahatsız edeceğinden endişe duyulması vb. sebeplerden dolayı sadece ona verilmiş bir ruhsattır. [187] Bu nedenle Hz. Aişe, onun bu hükmü rivayet etmesine karşı çıkmış, Fatma'yı rivayetinden dolayı ayıplamış, bu hükmü zikretmesinde onun için bir hayr olmadığı gibi, zikretmemesinin de ona bir zarar vermeyeceğini söylemiştir. [188]
Ancak, Hz. Ömer'e nisbet edilen yukarıdaki rivayetlerin sübutu ve sıhhati konusunda ciddi itirazlar mevcuttur. Fatıma bint Kays'ın bu durumu ile ilgili rivayetleri ve yöneltilen eleştirileri zikrettikten sonra bu eleştirilere tek tek cevap veren İbnu'l-Kayyim'e göre Hz. Ömer'den böylesine batıl bir sözün sadır olması, asla sahih değildir. Darekutni ise aksine sünnetin kesinlikle Fatıma'nın lehinde olduğunu, Hz. Ömer nezdinde üç talakla boşanmış kadına barınak ve nafaka verileceğine dair Rasûlullah (s.a.v)'tan sadır olmuş bir sünnetin bulunmadığını [189] "sunnetu nebiyyina" ifadesinin, mahfuz olmayan bir ziyade olduğunu ve güvenilir ravilerin bunu zikretmediğini söylemiştir. [190]
Nitekim Müslim ve Ebû Davud'un rivayetleriyle aynı ortak isnada sahip olmasına rağmen (Hz. Ömer-Esved-Ebû İshâk-Ammâr b. Zurayk) Nesâî'nin naklettiği rivayette "sunnetu nebiyyina" ifadesi bulunmamaktadır. [191]
Yine İbrahim en-Nehai, (ö. 96) [192] Hz. Ömer'in vefatından (ö. 23) yıllar sonra doğduğu için, bu haberi munkatı yani isnadı kopuktur. Dolayısı ile Hz. Ömer'in bu tabiri kullandığına dair zikrettiğimiz rivayet, hadis tekniği açısından ihtiyatla ele alınmalıdır.
Şayet bu rivayetler makbul addedilecek olursa, öyle anlaşılıyor ki, Hz. Ömer daha çok İslam'ın insana verdiği değerden, muamelat ve ahval-i şahsiyye ile ilgili ortaya koyduğu genel prensiplerden hareketle, boşanmış bir hanıma geçim ve hayatini sürdürebilmesi için barınak ve nafaka gibi hakların verilmesi gerektiği kanaatindedir. Hatta Şevkani'ye (ö. 1255) göre Hz. Ömer, "Biz Rabbimizin Kitabını terketmeyiz" derken, aynı suredeki, hem bir, hem de üç talakla boşanmış kadınlar hakkında inen "(Boşadığınız) o kadınları, gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerde oturtun, evden çıkmalarını sağlamak için onları sıkıştırıp zarar vermeye kalkışmayın!..." ayetini kasdetmişti. [193]
O, Fatıma'nın rivayetini reddederken, bu ayete ve İslam'ın genel prensiplerine muhalif gibi görmüş olmalıdır. O kadar ki, kalbi, aklı, tecrübesi ve meselelere bakışaçısı, kendisini o rivayetin sıhhati konusunda ikna edememiştir[194]
Hz. Ömer'in “Peygamber'in sünneti" tabirini kullandığını gösteren ikinci misal, es-Subeyy b. Ma'bed'in anlattığı şu rivayetidir:
"Ben Hristiyan bir adam idim, sonra müslüman oldum ve hac ile birlikte umre yapmak üzere telbiye getirdim. Benim bu ikisine birden niyet ettiğimi duyan Zeyd b. Sûhan ve Selman b. Rabia'nın (ö. 28-31) benim hakkımda "Bu, develerinden daha şaşkın!" dediklerini duyunca sanki üzerime bir dağ çöktü. Bunun üzerine ben de Hz. Ömer'e varıp durumu haber verdim. Hz. Ömer o ikisine döndü ve onları kınadı, sonra bana dönerek şöyle dedi: "Sen Peygamberinin sünnetine yöneltilmişsin, sen Peygamberinin sünnetine yöneltilmişsin." [195]
Öyle anlaşılıyor ki, hadise Hz. Ömer'in temettü haccından nehyetmesinden sonra yaşanmıştır. Her ikisinin de sahâbîlikleri ihtilaflı olan Selman b. Rabia [196] ve Zeyd b. Sunan, [197] Hz. Ömer tarafından yasaklanan bir hacca niyet ettiği için es-Subeyy b. Ma'bed'i ayıplamalarından, onların kıran ve temettü haclarını bilmedikleri ve Hz. Ömer'in ilgili yasağını asıl kabul ettikleri anlaşılmaktadır.
Hz. Ömer ise nehyine rağmen, hem es-Subeyy'm Hristiyan iken İslam'a yeni girmiş olmasına ve hem de muhtemelen onun Kadisiyye [198] gibi nisbeten uzak bir yerden gelmesine bakarak, yaptığının Hz.Peygamberin sünnetine muvafık olduğunu söylemiştir.
Nesai ve Ebû Davud rivayetlerinde es-Subeyy ayrıca Hz. Ömer'e kendisinin cihada çok istekli olduğunu, ancak hac ve umreyi kendisine farz gördüğünü, bunu bazılarına sorduğunu ve "ikisini cem et" dediklerini de haber vermektedir. Sindî'nin de işaret ettiği gibi, Hz. Ömer demek ki, kıran haccının onun maslahatına daha uygun olduğunu düşündü ve verilen fetvanın Hz. Peygamberin sünnetine uygun olduğunu ikrar etti. [199]
Aslında Hz. Ömer'in hacc-ı ifradı tercih ettiğini bilmekteyiz. Nitekim o, Ebû Musa'nın kendisine böyle bir kanaata nasıl vardığını sorması üzerine şöyle cevap vermişti: " Eğer biz, Allah'ın Kitabını alırsak, Yüce Allah:
"Allah için hac ve umreyi tam yapın!" buyurarak tamamlamayı emrediyor. Şayet Peygamber (s.a.v)'in sünnetini alırsak, o da kurbanını yerine ulaştırmadan ihramdan çıkmadı. [200]
İleride detaylı bir şekilde üzerinde duracağımız bu konuda Hz. Ömer, Rasûlullah (s.a.v)'ın fiilî uygulamasını tafdil etmekle birlikte, hac ile ilgili bu uygulamaları Peygamberin sünneti olarak nitelendirmektedir.
Mesela namaz içerisinde yapılması gereken hareketlerden biri hakkındaki Hz. Ömer'in şu sözü, kanaatimizi desteklemektedir:
"(Rükuda) diz kapaklarınızdan tutmanız size sünnet kılındı, artık diz kapaklarınızdan tutun! Bu konuda sünnet olan, diz kapaklarını tutmaktır. [201]
Kaynaklarımızda Hz. Ömer'in gerek bazı mektuplarında ve gerekse bazı talimatlarında sünnet veya sünnetlerden söz ettiğine dair bir takım haberler mevcuttur.
Mesela Katade'nin (ö. 118) [202] anlattığına göre Hz. Ömer (ö. 23), Ebû Musa el-Eş'ari'ye (ö. 44) yazdığı bir mektubunda "Ben, size Kur'an'ın emrettiklerini emrediyor, Hz. Muhammed'in yasakladıklarını yasaklıyorum. Size fıkha ve sünnete uymanızı emrediyorum!" talimatını vermektedir. [203] Yine Hz. Ömer'in başka bir rivayete göre aynı mektupta şöyle dediği nakledilir: "Hüküm verme; sağlam bir fariza, uyulan bir sünnettir (sunnetun muttebaatun). Hakkında Kur'an ve Sünnet bulunmayan ve tereddüt ettiğin hususlarda anlayışla (içtihadınla) hareket et!" [204]
Ancak bu mektubun sıhhati hakkında ciddi endişe ve eleştiriler bulunduğu için [205] biz, gerek bu rivayetlere ve gerekse lafızlara ihtiyatla yaklaşmaktayız.
Mamer b. Raşid'in (ö. 153) Urve'den naklettiği bir habere göre Hz. Ömer sünnetleri yazmak istemiş. Rasûlullah'ın ashabıyla bu konuda istişare etmiş, onlar da yazması doğrultusunda görüş bildirmişlerdi. Hz. Ömer bu hususta ayrıca bir ay istihare etmiş, sonra da önceki kavimlerin bu şekilde kitaplar yazıp onlara yöneldiklerini ve Allah'ın Kitabını terkettiklerini hatırlamış ve Allah'ın Kitabına asla birşey karıştırmayacağını söylemiştir. [206]
Öte taraftan Hz. Ömer'in sünnet kelimesini tamamen sözlük anlamıyla kullandığını da görmekteyiz: "(Benden sonraki halifeler için) sünnet olacağından korkmasaydım, (halife olduğum halde) müezzinlik yapmayı terketmezdim." [207] Burada Hz. Ömer sünnet ifadesini; çığır açma, örnek olma, adet kılma vb. anlamlarında kullanmış ve halifelerin ezan okumaları gibi bir çığır açmaktan çekindiğini bu şekilde dile getirmiştir.
Buna benzer bir kullanımı da şudur: Umre yolculuğu esnasında, ihtilam olduğu elbisesinin kirlenen yerini yıkayan Hz. Ömer'e, Amr b. As (ö. 43), sararan bu elbiseyi çıkartıp yıkatmasını, yeni temiz bir elbise giymesini söyleyince Hz. Ömer: "Hayret sana ey Amr! hadi sen bir elbise bulabiliyorsun, peki herkes elbise bulabilecek mi? dedikten sonra, "Vallahi, şayet ben bunu yapsaydım, o mutlaka sünnet olurdu. Bilakis ben gördüğümü yıkarım, görmediğimi ise su ile silerim" [208]demişti.
Görüldüğü gibi Hz. Ömer burada, insanların kendisini izlediklerinin farkında ve yaptığı her hareketin özellikle bilmeyenlerce örnek alınabileceği endişesini taşımaktadır. Ayrıca, onların yedek bir elbise bulamayacaklarını göz önünde bulundurmakta ve böyle bir durumda, namaz için kafi olan temizliği yapmayı tercih etmektedir. Zira Amr'ın dediğini yapsaydı, oradaki insanlar, kirlenen kısmın yıkanmasının yeterli olmayacağı ve elbisenin tamamen değiştirilmesi gerekeceği zannma kapılabilirlerdi. Böylece Hz. Ömer, imkanı dahilindeki bir davranışıyla, imkansızlık içerisinde bulunan kimselere zorluk ve meşakkat vermek istemedi. Bu nedenle o, namaz için caiz ve kafi olacak miktardaki ruhsatla amel etmeyi tercih etti. Hz. Ömer bu tür konularda oldukça titizdir. Ona göre asıl ideal davranış tarzı olan sünnet, Rasûlullah'm sünnetidir. Ne kendisinin, ne de bir başkasının herhangi bir görüşü veya ameli ümmet için sünnet olmamalıdır. O, şöyle der: "Sünnet, Allah ve Rasulünün belirledikleridir. (İnsanlardan sadır olan) hatalı görüşleri ümmet için sünnet yapmayın!" [209] [210]
Yine, bir birlik komutanı, cepheden Hz. Ömer'e yazdığı bir mektubunda, arkalarından gelecek ve nöbet değişimi yapacak olan birliğin gittiğinden ve mevzilerini terkettiklerinden şikayet ederken, "(Onlar bu şekilde hareket etmeleriyle) insanlar için kötü bir örnek oldular /çığır açtılar [211]diye yazmaktadır. Bu haber göstermektedir ki, cemaatle teravih namazını başlattığında "Bu, ne güzel bir bid'at!" [212] diyen Hz. Ömer'in döneminde (13-22) hâlâ olumsuz nitelemelerle sünnet kelimesi lügavi olarak kullanılmaya devam etmektedir. O kadar ki, bir tarafta "güzel bid'at", diğer tarafta ise "kötü sünnet" aynı dönemde kullanılabilmektedir. Burada hem sünnet, hem de bid'at kelimelerinin, "yeni bir davranış ihdas etme" anlamını taşımaları gayet ilginçtir. [213]
Burada üçüncü olarak Abdullah b. Mes'ud'dan (ö. 32) gelen bazı rivayetlerde sünnet kelimesinin kullanılışına bakalım:
İbrahim en-Nehai'nin (ö. 96) naklettiğine göre İbn Mes'ud'un Arafat'tan dönerken telbiye getirdiğini gören insanlar ona hayretle bakmaya başlayınca o : "Onlara ne oluyor ki?! Peygamberlerinin sünnetini mi yitirdiler, (yoksa unuttular mı)?" dedikten sonra telbiye getirmeye devam eder. [214] Bu haberi, Şeybani (ö. 179); Muhammed b. Eban b. Salih el-Kuraşi- Hammad-İbrahim kanalından rivayet etmektedir. Halbuki Ebû Yusuf’un, (ö. 182) Ebû Hanife-Hammad-İbrahim kanalından naklettiği rivayette ise İbn Mes'ud'un şöyle dediği zikredilir: "Bu insanlara ne oluyor ki!? insanlar (bunu) unuttular mı, bilmiyorlar mı, yoksa uzun bir zaman mı geçirdiler? [215] Beyhakî'nin (ö. 458) naklettiği bir başka varyantta ise, insanların telbiyesine müdahele etmeleri üzerine İbn Mes'ud, "İnsanlar bilmiyor mu, yoksa unuttular mı? Muhammed (s.a.v)'i hak olarak gönderene yemin ederim ki, Rasûlullah ile birlikte Mina'dan Arafat'a çıktım ve o, cemreyi atıncaya kadar telbiyeyi terketmedi..." demiştir. [216] Tahavi'nin (ö. 321) naklettiği rivayette de İbn Mes'ud'un sadece "İnsanlar unuttu mu, yoksa şaşırdı mı?" [217] dediği zikredilmektedir.
Zikrettiğimiz bu rivayetler, İbn Mes'ud'un sözünün raviler tarafından mana ile ve kısmen tasarruflarla nakledildiğini göstermektedir. Unutulan veya bilinmeyen şeyin Hz. Peygamberin bir fiili olduğu düşünülürse, rivayetlerde bunun hazfedilmesi ya da mahzufun açıkça ifade edilmesi gibi bir durum sözkonusudur. Yani son rivayetlerde İbn Mes'ud, sözünü ettiği Hz. Peygamberin ilgili tatbikatını açıkça ifade etmediği halde, ilk rivayette bu hususun Peygamberlerinin sünneti olduğu ifade edilmiştir. Kanaatimizce bu, maksudun, ravilerce ifade edilmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim, yine İbn Mes'ud'dan hac menasiki ile ilgili olarak nakledilen şu rivayetlerde de bunu görmekteyiz:
İbn Ebî Şeybe ve Buhâri'nin naklettiklerine göre İbn Mes'ud, tan yeri ağarıncaya kadar Müzdelife'de kaldıktan sonra "Müminlerin emiri (Hz. Osman) şimdi haraket edecek olursa, sünnete uygun davranmış olur" demiştir. [218] Oysa ortak kanaldan gelen onun bu sözü, Ahmed b. Hanbel'de şöyledir:
"Müminlerin emiri, şimdi hareket etse, isabetli davranmış olur." [219] İki haberin ortak senedini şu şekilde çizebiliriz:
Görüldüğü gibi haber, İbn Mes'ud -Abdurrahman b. Yezid- Ebû İshak'tan oluşan ortak bir kanaldan gelmesine rağmen, İbn Ebî Zaide ve İsrail'in rivayetinde "sünnet" ifadesine yer verilirken, Cerir rivayetinde ondan söz edilmemektedir. Dolayısıyla burada da ya mahzufun takdiri veya maksudun beyanı, ya da sünnet gibi anahtar bir kavramın ihmali veya iskatı ihtimali mevcuttur.
İbn Mes'ud'un, özellikle ibadetlerde Hz. Peygamberin her hal ve hareketini ümmet için mutlaka uyulması gereken bir ölçü olarak aldığı, insanlann yaptıklarını bu ölçüye göre değerlendirdiğini de bilmekteyiz. Ona göre insanlar, Hz. Peygamberin davranışına uygun hareket ederlerse isabet; aykırı hareket ederlerse hata etmiş sayılacaklardır. Nitekim o, namazda ayaklarını bitiştiren bir adam için diğer bir rivayete göre ise, sünnete aykırı davrandı /sünnete göre hatalı davrandı" [220] demiştir.
Buna benzer bir ifadeyi de, namaz vaktinin girmesi üzerine söylüyor: "Eğer emîriniz Peygamberinizin sünnetine uygun hareket ediyorsa şimdi çıkar." Ravi, "Vallahi, İbn Mes'ud daha sözünü tamamlamamıştı ki, (Küfe Emîri) Ammar b. Yasir (ö. 34) "namaza!" diyerek çıktı" [221] demektedir.
Abdurrazzak, Müslim, Nesai, İbn Mace ve Ahmed b. Hanbel'in naklettikleri diğer bir haberde İbn Mes'ud "Kim yarın Allah'a müslüman olarak kavuşmak isterse, ezanlar okundukça şu namazları muhafaza etsin" dedikten sonra şöyle bir açıklama getirmiştir:
"Şüphesiz Allah, Peygamberinize hidayet yollarını (göstermeyi) meşru kılmıştır, ve o namazlar (için mescitlere devam) da hidayet yollarındandır. Eğer siz, şu evinde kalan (ve orada kılan) kimse gibi evlerinizde kılarsanız, Peygamberinizin sünnetini yolunu terkedersiniz. Eğer Peygamberinizin sünnetini terkederseniz şaşırırsınız..." [222]
İbn Mes'ud'un bu sözünde sünnet kelimesinin hem lügavî, hem de ıstılahı kullanımını bir arada görmekteyiz. Buna göre Hz. Peygamber hidayet yollarını yani sünnetlerini ortaya koymuştur. Bu sünnetlerden birisi de toplumsal kaynaşma, dayanışma ve kardeşliğin tesis edilmesinde en etkili bir yol olan cemaata devam sünnetidir. [223] Nitekim, Hz. Peygamber ve sahabe, hastalık, yolculuk vb. meşru mazeretleri olmadıkça cemaatle namazı terketmemişlerdir.
Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği şu haberler ise, Hz. Peygamberin bir davranışının, İbn Mes'ud tarafından nasıl sünnet olarak anlaşıldığını ortaya koyan önemli delillerdir:
Yalancı peygamber Museyleme'nin, İbnu'n-Nevvaha ve İbn Esal adlı iki elçisi Hz. Peygambere gelirler. Hz. Peygamber, onlara kendisinin Allah Rasulü olduğuna tanıklık edip etmediklerini sorduğunda onlar, "Biz Museyleme'nin Allah Rasulü olduğuna tanıklık ediyoruz" deyince Hz. Peygamber "Ben de Allah'a ve Rasulüne iman ettim. Eğer bir elçiyi öldürecek olsaydım, ikinizi de öldürürdüm" buyurmuştu. Bunu naklettikten sonra İbn Mes'ud şöyle diyor:
"İşte, 'elçiler öldürülmez' şeklindeki sünnet böyle teşekkül etmiştir." [224]
Bu haberden açıkça anlaşıldığı gibi Hz. Peygamber, Museyleme'yi Allah'ın Rasulü olarak kabul eden bu insanları, sırf orada elçi sıfatıyla bulundukları için öldürmemiştir. Bu olayın şahidi olan İbn Mes'ud, Hz. Peygamberin bu tutum, tavır ve davranışından "elçiler öldürülmez" şeklinde genel bir prensip, bir sünnet çıkarmıştır. Şüphesiz burada, Hz. Peygamberdeki bir fikrin fiile dönüşmesi, sonra da sahabenin bu fikir ile fiili bir prensip olarak ifade etmesi gibi bir durum söz konusudur. Bunu şu şekilde formüle edebiliriz:
İbn Mes'ud'dan nakledilen bir başka kullanım da, sünnet x bidat karşıtlığını ifade eden şu meşhur sözüdür:
"Sünnet çerçevesinde itidalli davranmak, bid'at içerisinde çaba sarfetmekten daha hayırlıdır." [225] İbn Mes'ud, özellikle nafile namaz, oruç, zikr vb. amellerden Hz. Peygamberin yaptığı kadar yapılmasını, o miktardan daha fazlasına tercih ve tafdil etmektedir. Zira Hz. Peygamberin her davranışında bir ölçü vardır ve o, bu ölçüyle de örnek alınmalıdır. Bu anlayışından dolayıdır ki İbn Mes'ud, Hz. Peygamber ve sahabenin yapmadıklan halde, birtakım insanların mescidde toplanarak "Şu kadar şunu söyleyin, şu kadar bunu söyleyin!" diye zikir yaptıklarını görünce şiddetle karşı çıkmış ve onlara "Siz kötülüklerinizi sayın! Çünkü ben, Allah'ın iyiliklerinizi sayacağına kefilim!" [226] demiştir [227]
İbn Mes'ud'un yukandaki meşhur sözüne parelel bir ifade de Ubeyy b. Ka'b'dan (ö. 19) gelmektedir:
"Siz (Hak) yola ve sünnete sarılın!...Çünkü böyle bir yol ve sünnet dahilinde itidal; bu yol ve sünnetin hilafına çok amel etmekten daha hayırlıdır. Öyleyse amellerinize bakın, ister fazla, ister mutedil olsun, (yeter ki) peygamberlerin yöntemine ve sünnetine uygun olsun! [228]
Bu rivayette, sünnet, yol ve yöntem kelimelerinin birbirinin müteradifi ve atf-ı tefsiri olarak kullanılması oldukça dikkat çekicidir.
Bu hadiseden elli sene sonrasının münakaşasız bir kaynağı, bize açık bir şekilde gösteriyor ki, Peygamberin sünneti tabiri, muhakkak ki bu ilk asırda mevcuddu, fakat, resmî ve müstakil bir düstur olarak, Kur'an ile ilk iki halifenin sünneti arasına henüz dahil edilmiş değildi, ve onlardan sonraki halifelerin takib ettikleri siyasete müteveccih tenkidler, daima, onların Kur'an'dan ve Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in sünnetinden uzaklaşmış olduklarını söylemekle yetiniyordu..." [229]
Öncelikle belirtmeliyiz ki, Hz. Ali yukarıda ifade edildiği gibi, seleflerini örnek edinmeyi reddetmiş değildi. Bilakis o; Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre "Gücüm yettiği oranda", [230] Taberi'nin rivayetlerine göre "Bilgim ve gücüm oranında öyle yapacacağımı, amel edeceğimi umuyorum" veya "Hayır! ancak gayretim ve takatim nisbetinde (üstlenebilirim)" şeklinde [231] gayet ihtiyatlı ve gerçekçi ve biraz da tevazu içerisinde bir cevap vermiştir. Bu Hz. Ebû Bekir'in ilk naklettiğimiz sözüne parelel nitelikte bir sözdür. Yani, onlann örnekliğini kabul ediyor ama, bunu ancak gücü nisbetinde gerçekleştirebileceğini açıkça ifade ediyordu. Bizce burada asıl altı çizilmesi gereken husus, aynı bağlamda kullanılmış olmasına rağmen, Hz. Peygamberin icraatları için sünnet, ilk iki halifenin icraatları içinse siret ve fiil kelimelerinin kullanılmasıdır.
Ayrıca, kullanılan tabirin, siyasî bir bağlamda geçiyor olması, onun hukukî muhtevasının bulunmadığını gösterir mi? Kaldı ki, İslam'da siyaset hukukunun, genel hukuktan ayrı mütala edilemeyeceği de ilmi ve tarihi bir gerçektir. Diğer taraftan siyasî otoritelerin, bilhassa ilk halifelerin İslam'ın genel hukukunun işletilmesine dair fonksiyonları da ortadadır. Özellikle, II. halife Hz. Ömer'in hukuktaki yeri, etki ve katkısı herkesçe bilinmektedir. Dolayısıyla, siyasî mesailde "Peygamberin sünnetine riayet edeceğim" demek, "Hukuk da dahil olmak üzere, hayatın her alanında ona uyacağım" şeklinde anlaşılmalıdır...O bakımdan burada önemli olan nokta, "Peygamberin sünneti" tabirinin kullanılmış olmasıdır. Aynca, kullanımın bu kadar erken bir zamanda var olduğunu müsteşriklerin onaylamış olmaları da anlamlıdır." [232]
Nitekim, Abdurrahman b. Avf, Kur'an'a, Hz. Peygamberin sünnetine ve ilk iki halifenin sîretine riayeti tekeffül ettiği halde "Ben Ömer'in sünnetini terketmedim" demiştir. Bu konuda Hz. Osman, Hz. Ömer'in sünneti hakkında "Ben Ömer'in sünnetini de terketmedim. Ancak ona ne ben güç yetirebilirim, ne de o!" [233] şeklinde cevap vermiştir.
Şüphesiz Hz. Osman'ın cevabî savunması gerçeğin bir ifadesi ve itirafıdır. Ne Hz. Osman'ın, ne Abdurrahman veya bir başkasının Hz. Ömer'in tarihe altın harflerle yazılmış adaletini, yüzyılları kucaklayan ileri görüşlü ve geniş ufuklu siyasetini gerçekleştirmeleri o kadar kolay değildi. Zira Hz. Ömer, adaleti, cesareti, feraseti ile siyasî bir deha idi ve insanlar üzerinde bir mehabeti ve karizması vardı.
Yeniden ifade edelim ki, burada özellikle Ömer'in sünnetinin dile getirilmesi, sadece Hz. Osman'ın selefi olması hasebiyledir. Yoksa adı geçen oryantalistlerin düşündüğü gibi bu, onun sünnetinin, Hz. Peygamberin sünnetinden daha önemli ve öncelikli olduğunu göstermez. Zira, Hz. Ömer'in, imkanı ölçüsünde Hz.Peygamberin sünnetini, Hz. Ebû Bekir'in siyasetini izlediği, ihtiyaç halinde de kendi ictihad ve icraatlarını ortaya koymaktan çekinmediği herkesçe bilinen tarihi bir hakikattir.
Hz. Osman'a karşı eleştiriler çoğalınca, H. 34 yılında ileri gelen bazı sahâbîlerin Halife'ye gönderdikleri Hz. Ali, Hz. Osman'ın huzuruna çıkarak ona şu uyarılarda bulunmuştur: "Ey Osman! şunu iyi bil ki, Allah katında kullarının en üstünü, doğru yola yönlendirilen, yönlendiren, bilinen sünneti uygulayan, terkedilmesi gereken bid'atı öldüren adil bir yöneticidir. Vallahi herşey apaçıktır. Sünnetler ortadadır ve alametleri bellidir. Bid'atlarda ortadadır ve onların da alametleri bellidir. Allah katında insanların en kötüsü de; kendisi saptığı gibi, başkalarını da saptıran, bilinen sünneti öldürüp, terkedilmiş bid'ati yaşatan zalim yöneticidir." [234]
Hz. Ali'nin bu sözlerinde, hem sünnet, hem de bid'at kelimeleri, daha çok, doğru veya yanlış icraatlar ifade etmektedir. Elbette bu icraatlardan Hz. Peygamberin sünnetine, tatbikatına uygun olanlar sünnet; ona aykın olanlar ise, bidat ifadesiyle dile getirilmiştir. Yine burada doğru yolu ve sapmayı belirleyen temel kriterler, şüphesiz Kur'an ve Hz. Peygamberin sünnetidir.
Hz. Osman'ın H. 35 yılında abluka altındayken Mekke'lilere yazdığı mektubunda şu satırlar da yer almaktaydı: "Kim Allah'ın rızasını, hoşnudluğunu, Ahiret yurdunu, ümmetin düzelmesini, Rasulullah'ın ve ondan sonraki iki halifenin ortaya koydukları güzel sünneti isterse, bunun karşılığını size ancak Allah verir." [235]
Burada da sünnet-i hasene, genel olarak Hz. Peygamberin ve onun ardından gelen iki halifenin güzel görülen, örnek gösterilen bütün uygulamalan ve icraatlandır. Her iki rivayet, aynı zamanda siyasî bir muhtevaya sahiptir.
Yine o günlerde, işgalcilerin, Hz. Osman'dan hilafeti bırakması yolundaki baskılar üzerine Abdullah b. Ömer'in Halife'ye :
"İslam'da böyle bir çığır açılmasından (en tusenne hâzini's-sunne) yana değilim. Zira (sen bu yolu açarsan) yöneticisine kızan her toplum onu azletmeye kalkar..." dediği nakledilir ki, [236] burada sünnet ifadesi, çığır açma, ihdas etme ve kötüye örnek olma gibi lugavî anlamlarda kullanılmıştır.
Kaynaklarımızda Hz. Ali'nin (ö.40) de bu tabiri birçok kez kullandığına dair değişik rivayetlere rastlamaktayız. Yukarıdakilere ilave olarak burada da bazılarını nakledelim:
H. 36 yılında Kays b. Sa'd b. Ubade (ö. 59-60) [237] Mısır'a gitmiş ve minberden, halka Hz. Ali'nin yazdığı şu mektubu okumuştu: "Allah'ın bu ümmete ikramlarından ve özel olarak onlara verdiği faziletlerden birisi de onlara Muhammed (s.a.v)'i göndermesidir ki, O, doğru yolda olmaları için onlara Kitabı, hikmeti, feraizi ve sünneti öğretmiştir... Sonra müslümanlar iki salih emiri halife seçmişler, onlar da Kitap ve sünnetle amel etmişler, güzel bir gidişat ortaya koymuşlar, sünnetten vaz geçmemişlerdir... Biliniz ki, sizin bizim üzerimizdeki hakkınız, Allah'ın Kitabı ve Rasulünün sünnetiyle amel etmemiz, Kur'an'ı hakkıyla uygulamamız ve sünneti uygulamamız olacaktır."
Mektuptan sonra halka hitap etmeye devam eden Kays ise halkı Hz. Ali'ye bey'at etmeye çağırıken "Şu halde ey insanlar! Kalkın ve Allah'ın Kitabı ve Rasulünün sünneti üzere ona bey'at ediniz" demiştir. [238]
Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir haberde de Hz. Ali, "Biliniz ki ben, ne peygamberim, ne de bana vahy geliyor. Fakat ben, gücüm yettiği kadar Allah'ın Kitabı ve Peygamberinin sünneti ile amel ediyorum" [239] dediği rivayet edilmektedir.
Keza, Hz. Ali'nin Hacer-i Esved'i "Allahım, Kitabını ve Peygamberinin sünnetini tasdikleyerek" deyip selamladığını bilmekteyiz. [240]
Hz. Ali'ye göre Bayram namazına çıkmazdan önce, birşeyler yemek ve yürüyerek gitmek sünnet olduğu gibi, [241] Bayram namazının musallada kılınması da sünnet idi. Nitekim, Kufe'de musallaya çıkmakta zorlanan bazı zayıf kimseler için mescidde bayram namazı kılmaları talimatını verdiği zaman,
"(Musallada kılmak) sünnet olmasaydı, ben de mescidde kılardım" [242] demişti
Ona göre vitr namazı, farz namazları gibi, kesinlikle emrolunan bir namaz değil, lakin Rasûlullah'ın koyduğu bir sünnet idi. [243]Yine ileride üzerinde genişçe duracağımız üzere, ona göre Rasûlullah (s.a.v) içki cezası konusunda belli bir sünnet koymamıştı [244] fakat Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in daha sonraki uygulamalarının hepsi de sünnetti [245]
Hz. Ali'ye, kişinin kurbanlık devesine binip binemeyeceği sorulunca o, bunda bir beis olmadığını, zira Hz. Peygamberin, yürümekte olan kimselere kurbanlarına binmelerini emrettiğini söyledikten sonra,
"Peygamberinizin sünnetinden daha üstün birşey aramayın!"[246] demişti.
Buhâri'nin rivayetine göre Hz. Ali, Halife Osman'ın hac ile birlikte umre yapılması yasağına dair talimatına aldırış etmemiş ve :
"Ben bir kimsenin görüşünden dolayı Hz. Peygamberin sünnetini terkedecek değilim" [247]demiştir. Oysa aynı ortak kanaldan gelen İbn Ebi Şeybe'nin rivayeti:
"Ben, senin görüşünden dolayı Rasûlullah'ın yaptığını terkedemem" [248] şeklinde, Ahmed b. Hanbel'inki ise,
"Ben senin görüşünden dolayı, Rasûlullah'ın görüşünü terkedecek değilim" [249] şeklindedir. Bu üç haberin ortak senedini şöyle gösterebiliriz:
Görüldüğü üzere haberin ilk iki ravisi aynıdır. En erken kaynak olan İbn Ebi Şeybe (ö. 235) rivayetinde Hz. Ali'nin sözü, "Resulullah'ın fiili"; Ahmed'in (ö. 241) rivayetinde "Rasûlullah'ın kavli (görüşü)" diye ifade edilirken, Buhâri'nin (ö. 256) rivayetinde ise bu "Peygamberin sünneti" şeklinde tabir edilmiştir. Aynı ortak kaynaktan gelmesine rağmen bu üç varyanttaki lafız farkları, ravilerin onu mana ile rivayet ettiklerini ve biraz tasarruf ile, belki de manayı kavramlarla ifade ettiklerini göstermektedir. [250]
Buna benzer başka bir misali, yine Buhâri'nin nakletmiş olduğu şu kullanımda görmekteyiz. Ebû Vail'In naklettiğine göre Huzeyfe (ö. 36), rükû ve secdesini tam yapmadan namaz kılan birisini görmüş, namazını bitirince ona "Sen namaz kılmadın" demişti. Devamla Ebû Vail "Ve sanıyorum o şöyle demişti: "Eğer sen (bu şekildeki namazınla) ölsen, Muhammed'in (s.a.v) sünnetinden başka birşey üzere ölürsün!" [251]
Oysa Abdurrazzak'ın Zeyd b. Vehb kanalından naklettiği başka bir varyantta, kırk yıldır bu şekilde namaz kıldığını söyleyen bu adama Huzeyfe'nin söylediği söz şöyledir:
"Eğer (bu hâl üzere) ölürsen, Muhammed'in (s.a.v) ortaya koyduğu şeklin dışında birşey üzere ölmüş olursun." [252]
Görüldüğü gibi zaten "sanıyorum" ifadesi ile tereddüdünü dile getiren Ebû Vail, haberi mana ile rivayet etmiş, Hz. Peygamberin namaz kılış biçimini ifade için kullanılan fıtrat kelimesi yerine, yine aynı anlama gelen sünnet tabirini kullanmıştır. Burada gerek Ebû Vail'in tereddüdü ve gerekse Abdurrazzak'ın (ö. 211), Buhârî'den daha erken bir kaynak olması sebebiyle, ikinci rivayeti tercih etmekteyiz.
Ancak burada laûz farklı olsa da, mana aynıdır ve Huzeyfe o şahsın kıldığı namazın, Hz. Peygamberin namaz kılış tarzına uygun olmadığını, diğer bir ifade ile sünnete muhalif olduğunu söylemektedir. Şu halde "sünnet" tabiri, isim olarak kullanılmasa dahi, bir mana ve mefhum olarak, uyulması gereken bir ölçü ve model olarak mevcuttur.
Bu ve benzer bazı rivayetler karşılaştırıldığında, bazı raviler, işte bu mana ve mefhumu, kendi dönemlerinde iyice yerleşen, kavramlaşan sünnet tabiri ile ifade edebilmişler, hatta bir anlamda "hedy, fıtrat, [253] fiil vb. bazı kelimeleri, aralarında yaygın hale gelen sünnet kelimesi ile terceme etmişlerdir. Bu sebepledir ki, bu tür rivayetleri, muhtemel ravi tasarruflarından dolayı, mutlaka - varsa daha erken kaynaklara müracat edip- diğer varyantlarıyla karşılaştırmamız ve böylece orjinal lafzı tesbit etmeye çalışmamız gerekmektedir.
Ebû Hureyre'ye (ö. 58) ait bir-iki kullanımı burada kaydetmek istiyoruz. Onun anlattığına göre, Uhud Savaşından birkaç ay sonra yaşanan Raci’ vak'asında (H. 4) Hz. Peygamberin gönderdiği on gözcü, Lihyan Oğulları'ndan iki yüz okçu tarafından sarılmış, onlardan yedisi şehit edilmiş , üçü de esir edilmiştir. Bu esirlerden birisi olan Hubayb b. Adiyy, [254] (ö. 4) satılmak üzere Mekke'ye getirilmiş ve onu Haris Oğulları, Bedir Savaşında öldürdüğü babalarına karşılık olarak öldürmek üzere satın almışlardı. Sonra onu öldürmek için Harem Bölgesi dışına çıkarmışlar, öldürülmezden önce Hubayb onlardan izin alarak iki rekat namaz kılmış ve namazının ardından onu öldürmüşlerdi. Ebû Hureyre bunu anlattıktan sonra:
"İşte böylece Hubayb, savunmasız öldürülen her müslümana (ölmezden önce) iki rekat namaz kılmayı sünnet kılmış oldu. [255] demiştir. Hadiseyi nakleden Taberi'de ise bu ifade:
"Böylece savunmasız öldürülen kimselerin iki rekat namaz kılması bir sünnet oldu" [256] olarak zikredilmiştir.
Burada her ne kadar Ebû Hureyre, Hubayb'ın müslümanlar için bu namazı sünnet kılmasından söz ediyorsa da bu, Hz. Peygamberin herhangi bir davranışı sünnet kılması gibi değerlendirilmemelidir. Zira Hz. Peygamberin emri, tavsiyesi veya onayı olmadıkça kim olursa olsun bir sahâbînin davranışı sünnet addedilemez. Biz bu hususta Hz. Peygamberin tasvibine dair bir bilgiye sahip değiliz. Şu halde Hubayb, bu namazı kendi içtihadı ile kılmış, ilk defa böyle bir amel ortaya koymuş, iyi bir adet ihdas etmiş, güzel bir çığır açmıştır. Onun ilk defa gerçekleştirdiği bu sünnet-i hasene, elbette daha sonra gelen müslümanlarca da güzel görülmüş ve Zeyd b. Harise (ö. 8) ve Hıcr b. Adiyy (ö. 51) gibi müslümanlar onun açtığı bu çığırdan yürümüşlerdir. [257] Dolayısıyla Hz. Ebû Hureyre'nin bu sözünde sünnet, Hz. Peygamber'e özgü örnek davranış tarzı olarak değil, ihdas etme, çığır açma anlamında lugavî olarak kullanılmış bir ifadedir. Ayrıca her ne kadar Ebû Hureyre H. 58'de vefat etmişse de, biz onun H. 4. yılda gerçekleşen bu hadiseyi oldukça erken yıllarda anlattığını ve sünnet kelimesini sözlük anlamında kullandığını tahmin ediyoruz.
Yine Ebû Hureyre'ye göre, namazda selamın uzatılmaması da sünnettir. [258]
Burada büyük sahâbîlerden Ebû Musa ve Sa'd b. Ebi Vakkas'dan gelen birer kullanıma da işaret etmeden geçemeyeceğiz.
Ebû Musa el-Eşarî (ö. 44) Hz. Peygamberin, namazın ne şekilde kılınacağına dair bir rivayeti öncesinde, "Rasûlullah (s.a.v) bize hitabetti ve bize sünnetlerimizi beyan etti, namazımızı öğretti", [259] diğer bir varyantta ise, "Bize namazımızı öğretti ve sünnetimizi belirledi" [260] demektedir.
Sa'd b. Ebi Vakkas (ö. 54) da hastalandığında, Rasûlullah kendisini ziyaret etmiş, vasiyet edip etmediğini sormuş, o da, bütün malını fakir ve miskinlere ayırdığını söylemişti. Hz. Peygamber ona öyle yapmamasını söylemiş, bunun üzerine o 2/3'ünü ayırmış, ama Hz. Peygamber yine razı olmamış, bu defa o malının yarısını ayırmış, ancak Hz. Peygamber yine kabul etmemiş, nihayet 1/3'ünü ayırdığını söyleyince Hz. Peygamber, onu bile çok görmekle birlikte kabul etmiştir. İşte bizzat yaşadığı bu hadise üzerine Sa'd:
"Rasûlullah (s.a.v) 1/3'ü benim hakkımda belirledi (senne)" [261] demiştir.
Buraya kadar verdiğimiz misaller ışığında genel bir değerlendirme yapacak olursak, şunları söyleyebiliriz:
Birçoğu sahih olmakla beraber, bu rivayetlerin hemen hepsi mana ile rivayet edilmiş olup, lafız ve üslup itibarıyla onlardaki ravl tasarrufları açıkça görülmektedir.
Rivayetlerin bazısında sünnet tabirinin siyasî kontekstte kullanıldıkları doğrudur. Ancak az sayıdaki bu kullanımlardan hareketle, adı geçen oryantalistlerin vardıkları sonuçlar taraflı olduğu kadar, zorlamadır da.
Bu rivayetlerin bir kısmında sünnet kelimesinin lugavî anlamlardaki kullanımının hâlâ devam ettiği görülmektedir.
Sünnet tabirinin, Hz. Ömer ve özellikle İbn Mes'ud ile Hz. Ali tarafından daha çok ıstılahı anlamda kullanılmaya ve bu kullanımın çoğalmaya başladığı anlaşılmaktadır.
Gittikçe yaygınlaşan tabir, rivayetlerde de görüldüğü gibi, bazen Kur'an ile birlikte, bazen bid'at karşılığı olarak, birçok defa da "Peygamberin sünneti" şeklinde tamlama veya "es-sünne" şeklinde marife olarak kullanılmaktadır.
Nihayet ancak bir kısmını vermekle yetindiğimiz bu rivayetler göstermektedir ki, "Peygamberin sünneti" veya kısaca "sünnet" tabiri, Hz. Peygamberin vefatından sonraki ilk 30 yıl içerisinde Raşit Halifeler, Abdurrahman b. Avf, İbn Mes'ud, Huzeyfe ve Ubey b. Ka'b gibi büyük sahâbîler tarafından dahi -çeşitli bağlam ve kontekstlerde de olsa- birçok defa kullanılmış, yıllar ilerledikçe kullanım artmış ve en azından kavramlaşma sürecinde gerekli olan altyapı oluşmuştur. Kanaatimiz o ki,sırf bu kavramın sahabedeki kullanımı üzerine daha titiz bir inceleme yapıldığında, gerek adı geçen sahâbîler ve gerekse bu dönemde yaşayan diğer sahâbîlerde, birçok kullanım ortaya çıkartılabilecektir.
İmran b. Husayn (ö. 52) birgün çevresindekilere şöyle der: "Kur'an indi ve Rasûlullah (s.a.v) sünnetleri belirledi / koydu. Siz bize uyun. Vallahi, eğer bunu yapmazsanız, sapıtırsınız!" [262]
Burada İmran, kendilerinin, Kur'an'ın muhatapları, sünnetin şahitleri olmaları, aynı şekilde esbab-ı nüzul ve esbab-ı vürudu bilfiil yaşamış olmaları sebebiyle, muhtemelen Kur'an ve sünnetin anlaşılması ve yaşanması cihetiyle "Bize tabi olun" demektedir. Kanaatimizce İmran, sahabeyi, Kur'an ve sünnet yanında üçüncü bir otorite olarak değil, Kur'an ve sünnet ile amel edebilmek için izlenmesi gereken bir vasıta olarak öne çıkarmaktadır.
Yine İmran'a bir şahsın şahit bulundurmaksızın hanımım boşadığı ve yine şahit bulundurmaksızın hanımına tekrar döndüğü sorulunca, şu cevabı vermiştir: "Onun bu yaptığı şey ne kötü! Bid'at içerisinde boşamış, sünnet dışında geri dönmüştür. Yaptığına şahit bulundursun!" [263] Bu rivayette de "bid'at" ile "sünnet dışı" ifadelerinin kullanılması, sünnet - bid'at karşıtlığını göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Hz. Peygamber'in eşi olması hasebiyle, kendisine en yakın olma imtiyazını onun sünnetlerini gelen nesillere aktarmada güzel bir şekilde kullanan Hz. Aişe (ö. 58)'nin de sünnet tabirini sık sık kullanması gayet tabiîdir. Onun Safa ile Merve arasındaki sa'y ile ilgili söylediği şu sözler, hem sünnet tabirini kullanışı, hem de onun sünnet anlayışını göstermesi bakımından önemlidir.
"Müslüman olmazdan önce Ensar ve Gassan, Menât denilen bir put adına telbiye getiriyorlardı. Müslüman olduktan sonra Merve ile Safa arasında sa'y etmekte zorlandılar. Çünkü şu, onların babalarının bir sünneti idi: 'Menât için ihrama giren, Safa ile Merve arasında sa'y etmezdi'. Onlar müslüman olup da bunu Rasûlullah'a sorunca Yüce Allah bu hususta "Safa ile Merve, Allah'ın sembollerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa, o ikisi arasında sa'y etmesinde bir günah yoktur..." [264] ayetini indirdi.
Bu ayete dayanarak, "Safa ile Merve arasında sa'y etmeyen kişiye birşey gerekmez kanaatindeyim, o ikisi arasında sa'y etmesem aldırış etmem!"deyen yeğeni Urve b. Zubeyr'e Hz. Aişe şöyle demekteydi:
"Ey kızkardeşimin oğlu! ne kötü söyledin! (Safa-Merve arasında) Rasûlullah (s.a.v) tavaf etti, (O’na uyarak) müslümanlar da tavaf etti ve böylece sünnet oldu," [265] Ancak, Zuhrî-Urve-Aişe şeklinde bu haberi ortak isnad ile nakletmelerine rağmen, "Böylece sünnet oldu" ifadesi Buhârî'de bulunmadığı gibi, Humeydî'nin rivayetinde ise, [266] "Sufyan dedi ki: Mücahid: "böylece sünnet oldu" dedi" şeklinde geçmektedir ve dolayısıyla bu ifade, Mucahid'e aittir. Oysa, hem Humeydî (ö. 219), hem de Müslim (ö. 261), hadisi Sufyan-Zuhrî-Urve-Aişe kanalıyla nakletmektedirler. Buradan, söz konusu rivayette de râvî tasarruflarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Diğer bir rivayette ise:
"Rasûlullah (s.a.v) o ikisi arasını sa'y etmeyi sünnet kıldı ve artık kimse için onları sa'y etmeyi terkedemez" demektedir. [267]
Görüldüğü gibi, bu üç rivayette Hz. Aişe, önce İslam öncesine ait bir gelenekten "babaların sünneti" diyerek bahsediyor. Zira bu, Ensar ve Gassan'ın hac menasikinde riayet ettikleri bir davranış tarzı idi ve onlar bu kurallara göre hac yapıyorlardı. Ancak İslam sonrasında bu sünnetin hiçbir geçerliliği kalmadığı, aksine inen ayetle onların sa'y etmelerinde bir sakınca olmadığı belirtilirken, Hz. Peygamberin tatbikatıyla sa'y, müslümanlann terkedemeyeceği bağlayıcı bir sünnet haline gelmiş oldu. Bunu şu şekilde fomüle edebiliriz:
Hz. Aişe'ye göre sa'y; cahüiyye döneminde müşriklerin bir adeti iken, Kur'an bunda bir mahzur olmadığını belirtmekle yetinmiş, ancak Rasûlullah (s.a.v)'ın bizzat sa'y etmesi ve sahabenin de ona tâbi olarak devam etmesi neticesinde, terkedilemeyecek nitelikte, bağlayıcı bir sünnet haline gelmiştir.
Yine Hz. Aişe'ye göre, Rasûlullah (s.a.v) Ebtah'ta, sırf oradan hareket etmesi daha müsait olduğu için konaklamıştır ve dolayısıyla burada konaklamak sünnet değildir. [268]
Hz. Aişe'nin anlattığına göre Rasûlullah (s.a.v.) kuşluk namazı kılmıyordu. Çünkü "O, insanların sünnet edinmelerini (sünnet olmasını) istemediği bazı şeyleri terk ediyordu." [269]
Görüldüğü gibi sünnet tabiri Hz. Aişe'nin hem zihninde, hem de dilinde kavramlaşma sürecini tamamlamıştır. O, Hz. Peygamberin hal ve hareketlerini, onun gözettiği illetler ve maksatlar açısından değerlendirmekte ve buna göre neyin sünnet olduğunu, neyin sünnet olmadığını söylemektedir. Keza Hz. Peygamberin ibadet kastıyla yaptığı bir davranışın, ümmet için terkedilemez bir sünnet haline dönüştüğü kanaatini dile getirmektedir. Şu halde onun düşüncesinde, sünneti normatiftik ve bağlayıcılık özellikleri belirlemekte ve Hz. Peygamberin her davranışı sünnet sayılmamaktadır. Özellikle onun şu değerlendirmesi, sünnet tabirinin Hz. Aişe'nin zihninde artık iyice yerleşmiş bir kavram haline geldiğini gösterecektir:
"Berîre' (nin meselesin) de üç sünnet vardır. Bu üç sünnetten birisi: o, azad edilince, kocası (ile evliliği devam ettirip-ettirmeme) hususunda muhayyer bırakıldı. Ayrıca Rasûlullah (s.a.v.)
Velâ hakkı, azad edenindir” [270] " buyurdu. Hz. Peygamber, sadaka yemediği halde, Berire'ye verilen sadaka etten yemiş ve "Bu onun için sadaka, bizim içinse hediyyedir" demiştir.." [271]
Sünnet tabirini en çok kullanan sahâbilerin başında İbn Abbas (ö. 68) gelir. Dinde fakih olması için Hz. Peygamberin duasına mazhar olan İbn Abbas, [272] genç olmasına rağmen bu duanın bereketiyle Hz. Peygamberin birçok hal ve hareketini anlamaya çalışmış, bunlardan nelerin sünnet, nelerin sünnet olmadıklarını tahlil etmiştir. Onun özellikle, Hz. Peygamberin namaz, oruç, ve hac ile ilgili davranışlarını bu yönden değerlendirdiğini görmekteyiz. Bunlara geçmeden önce, onun sünnet ile ilgili bazı genel kullanımlarına işaret edelim.
İbn Abbas, Kur'an-ı Kerim'deki
"Sizin her biriniz için bir şeriat ve yol vaz'ettik.” [273]ayetindeki şir'a ve minhâc kelimelerini, sebil ve sünnet şeklinde anlamaktadır [274] ki buradan onun sünneti, yol ve yöntem ile eşanlamlı gördüğü sonucunu çıkartabiliriz.
Arafat'ta kardeşi Fadl'ı yemeğe davet ettiğinde, onun oruçlu olduğunu söylemesi üzerine Fadl'a: "Orucunu boz! Çünkü Hz. Peygambere bir kap süt ikram edildi ve bu günde ondan içti. Oysa insanlar şimdi sizi örnek alacaklar (yesten-nûne bikum)" [275] demişti.
Görüldüğü gibi İbn Abbas, burada Hz. Peygamber'in Arefe günü oruç tutmadığını, kendilerinin tutmaları halinde insanların bunu sünnet zannedeceklerini, dolayısıyla böyle bir yanlış anlamaya mahal verilmemesini istemektedir.
İbn Abbas'a göre, hac için, (mevsim öncesi değil de) hac ayları içerisinde ihrama girilmesi sünnettendir.[276] Ona göre temettü haca da, Hz. Peygamberin sünnetidir. [277] Çünkü Yüce Allah, onu Kitabında indirmiş, Peygamberi de onu sünnet olarak belirlemiş ve Mekke'li olmayanlara bunu mubah kılmıştır. [278]
Hz. Ali gibi o da Hacer-i Esved'i "Allahım sana inanarak, Kitabını ve Peygamberinin sünnetini tasdik ederek/ Peygamberinin sünnetine uyarak" [279] diye selamlamaktaydı. Diğer taraftan İbn Abbas'a göre Safa ile Merve arasındaki vadinin içinde koşmak sünnet değildi, bilakis o bir cahiliyye adetiydi. [280] Yine onun kanaatına göre Hz. Peygamber, deve ile tavaf ettiği halde bu sünnet değildir. Keza, tavaf esnasında Kureyş'lilere gösteriş için yapılan remel (heybetli yürüyüş) de sünnet değildi [281] Ancak bunu Hz. Peygamber veda haccında, ilk üç tavafta yapmıştır ve böylece sünnet olmuştur. [282]
İbn Abbas'ın anlattığına göre Sa'd b. Ubâde, Hz. Peygamber'e annesinin bir nezri olduğunu, fakat onu yerine getiremeden vefat ettiğini söyleyerek, onun adına bunu yapıp yapamayacağmı sormuş, Hz. Peygamber de ona, yerine getirmesi doğrultusunda fetva vermiş, bundan sonra da bu sünnet olmuştur. [283]
İleride bu rivayetler üzerinde duracağımız için yalnızca sözlerini naklettiğimiz İbn Abbas, görüldüğü üzere, tıpkı Hz. Aişe gibi, Hz. Peygamberin fiillerinden bazılarının sünnet olduğunu, bazısının ise sünnet olmadığını belirtmektedir. Şüphesiz, bu değerlendirmelerinde daha çok gaî yorum yapmakta, Hz. Peygamberin gözettiği illet ve maksatlara bakmakta, yaşanan ortam ve şartlara itibar etmektedir.
Bazı rivayetlere göre İbn Abbas, üç husus hariç, Rasülullah'ın koyduğu sünnetleri bildiği iddiasındadır. [284] Nitekim birgün, ikindi sonrası hutbeyi uzatınca, cemaatten namaz vaktinin geçtiği uyarısında bulunan birisine "Anasız kalası! bana sünneti mi öğretiyorsun?! Ben Rasûlullah'ın öğle ile ikindiyi, akşam ile de yatsıyı cemettiğini gördüm" [285] diye cevap verirken, Mekke'de ahmak bir ihtiyarın arkasında namaz kıldığını ve onun 22 tekbir getirdiğini söyleyen İkrime'ye de aynı şekilde "Anan seni doğurmayıp düşürseydi ya! onlar Ebu'l-Kasım'ın sünnetidir" [286] diye çıkıştığını görmekteyiz
İbn Abbas'a göre, namazda ayakları dikerek üzerine oturmak da sünnettir. Bunun kişiye ayağa cefa verdiği kanaati dile getirilince İbn Abbas, "Bilakis o, Peygamberinizin sünnetidir" [287] demiştir.
Akşam namazının ikinci rekatında yanlışlıkla selam verdikten sonra kalkıp namazı tamamlayan ve sehv secdesi yapan kimsenin bu yaptığına "Peygamberinin sünneti [288] diyen İbn Abbas'a göre, cenaze namazında Fatiha Suresinin okunması da sünnettendir. [289] Hatta o, insanların bunun sünnet olduğunu öğrenmeleri için Fatiha'yı (sesli) okumuştur. [290]
Yine hem İbn Abbas'a, hem de İbn Ömer'e göre yolculukta da vitr namazı kılmak sünnettir. [291] Hatta İbn Abbas'a göre, bir kimsenin oturduğunda, terliklerini çıkartıp sağ tarafına koyması bile sünnettir. [292]
Abdullah b. Ömer (ö. 73) de, İbn Abbas gibi, sünnet tabirini sık sık kullanmış, özellikle ibadetlerle ilgili fer'î meselelerden nelerin sünnet olduğuna dair görüş beyan etmiştir.
İbn Ömer kendisine yolcunun namazının nasıl olduğunu soranlara "Siz zaten Peygamberinizin sünnetine uymuyor musunuz, size (bunu) haber vermedim mi?" deyince onlar: "Elbette sünnetlerin en hayırlısı Peygamberimizin sünnetidir" mukabelesinde bulunmuşlar, bunun üzerine İbn Ömer, Rasûlullah'ın Medine'den çıkınca, dönünceye kadar iki rekattan fazla kılmadığını haber vermiştir. [293] Ona göre güven içinde de olsa, yolculukta ikişer rekat kılmak Hz. Peygamberin sünnetidir. [294]
İbn Ömer, namazda bağdaş kurarak oturmuş, kendisini gören genç oğlu da öyle oturunca onu bundan nehyetmiş ve "Namazın sünneti, sağ ayağını dikmen ve solu yatırmandır" demiş ve ayakları gövdesini çekmediği için bağdaş kurmak durumunda kaldığını belirtmiştir. [295] Hz. Peygamberin Kabe'yi yedi kez tavaf ettiğini, Makam-ı İbrahim'de iki rekat namaz kıldığını, Safa ile Merve arasında sa'y yaptığını ve bunun sünnet olduğunu [296] söyleyen İbn Ömer, ihramlı iken, insanlar vakfeden dönmeden önce Beyti tavaf etmeyi yasaklayan birinden şikayetle soru soran kimseye de "Rasûlullah hac yaptı. Beyti tavaf etti, Safa ile Merve arasında sa'y etti. Eğer sadık isen Yüce Allah'ın ve Rasulünün sünneti, tâbi olunmaya, falan oğlunun sünnetinden daha layıktır" [297] cevabını vermiştir. Babası Ömer'in temettü haccını yasaklaması ile ilgili olarak da "Sünnetine uymamıza Rasûlullah (s.a.v.) mı daha layık, yoksa Ömer'in sünneti mi?!" demiştir. [298]
Rivayetlere göre Halife Abdulmelik (ö. 86), Haccac'a hac konusunda İbn Ömer'e muhalefet etmemesini yazmış, İbn Ömer de onlara bir nevi rehberlik yapmıştı. Arefe günü, güneşin zevalinden sonra İbn Ömer, Haccac'a vararak "Eğer sünneti (yaşamak) istiyorsan, (hutbe için) gitme (vakti geldi)" derken, oğlu Salim de, "eğer sünnete uymak istiyorsan, hutbeyi kısa tut, vakfede acele et!" demiş, babası Abdullah da onu tasdiklemişti. Aynı şekilde Salim ona, "Eğer sünneti (yaşamak) istiyorsan, Arefe günü namazı ilk vaktinde kıl!" demiş, İbn Ömer yine oğlunu tasdikledikten sonra, "Onlar (sahabe) sünnete uyarak, öğle ile ikindiyi cem ediyorlardı" demişti. İbn Şihab, Salim'e "Rasûlullah bunu yaptı mı?" diye sorunca ondan şu cevabı almıştır: "Siz bu hususta ancak, onun sünnetine uyuyorsunuz" [299]
Yine oğlu Salim'in naklettiğine göre İbn Ömer, hacda şart koşmayı [300] kerih görüyor ve şöyle diyordu: "Size Peygamberinizin sünneti yetmez mi? zira o, şart koşmadı." [301] İbn Ömer'in hacda şart koşmaya karşı çıktığını bildiren diğer rivayetler onun bu görüşünü açıklar mahiyettedir: "Size Rasûlullah'ın sünneti yetmez mi? Sizden biri hacdan geri kalırsa, Beyti tavaf eder, Safa ile Merve'yi sa'y eder, sonra herşeyiyle ihramdan çıkar ve gelecek yıl tekrar hac yapar, kurban keser veya bulamazsa oruç tutar. [302]
Yukarıdaki rivayetlerde İbn Ömer, Hz. Peygamberin hacda şart koşmadığını söylüyorsa da, biz onun haccetmek istedikleri halde rahatsızlıklarını dile getirerek ne yapacaklarını soran bazı hanımlara "Allah'ın durdurduğu yere kadar" diye şart koşarak haccetmelerini istediğini görmekteyiz. [303] Muhtemelen İbn Ömer Hz. Peygamberin vermiş olduğu bu izinden habersizdir. Zira Beyhakî'nin (ö. 458) de dediği gibi, şayet bu haberler ona ulaşsaydı, o bu görüşü benimser ve şart koşmaya karşı çıkmazdı. [304]
Ancak burada bizi ilgilendiren, onun bu kavramı kullanması ve o meselede Hz. Peygamberin sünnetinin yeterli bir kıstas olduğunu söylemesidir. Ona göre, hem Hz. Peygamberin hac için şart koşmaması, hem de hacdan geri kalındığında ne yapılacağının onun tarafından belirlenmesi, bu konuda yeterli bir sünnettir ve bu yüzden şart koşmaya da gerek yoktur. [305]
İbn Ömer, kurbanın vacip olup olmadığı doğrultusundaki bir soruya "Rasûlullah (s.a.v.) kurban kesti, ondan sonra müslümanlar da kestiler ve bu şekilde sünnet cari oldu" [306] cevabını verirken, devesini çöktürerek kesmek üzere olan bir adama, "Onu Muhammed (s..a.v.)'in sünneti üzere ayakta boğazla!" [307], diğer bir rivayette ise, "Onu ayakta, bağlı olarak Muhammed (s.a.v.)'in sünneti üzere gönder!" [308] demiştir.
Hz. Peygambere hemen her davranışında ittiba ettiği için, insanların gözleri daima İbn Ömer'in üzerindeydi. Kendisi de bunun farkında olduğu içindir ki, çok kıllı olan kollarını, boynunu ve boğazını da berbere traş ettirirken, kendisini izleyenlere "Ey insanlar, bu sünnet değildir, ama kıllarım beni rahatsız ediyordu" diyerek bunun sünnet olmadığını, kişisel bir ameliye olduğunu haber verme ihtiyacı hissetmiştir. [309]
İbn Ömer de sünneti, Kur'an'ın yanısıra, hükümler için ikinci bir kaynak olarak kabul etmektedir. Nitekim Cabir b. Zeyd'e "Sen Basra'nın fakihlerindensin. Sen, sadece Kur'an'ın açık hükmü ile veya sabit bir sünnet ile fetva ver! Bundan başka birşey yaparsan, kendin de helak olursun, başkalarını da helak edersin" [310] demiştir. Aynı zamanda onun bu ifadelerinden Kur'an ve Sünnette bulunmayan meselelerde rey ve içtihada başvurmaktan çekindiği, başkalannı da sakındırdığı anlaşılmaktadır.
Beyhakî (ö. 458), onun Safa tepesinden şöyle dua ettiğini nakleder: "Allahım, beni, Peygamberinin sünneti üzere yaşat, onun milleti üzere canımı al, ve beni fitnelerin sapıklıklarından koru!" [311]
İbn Ömer'in Abdulmelik b. Mervan'a (ö. 86) bey'ati münasebetiyle yazdığı mektubunda ise onun daha farklı bir kullanımım görmekteyiz:
".. .Allah'ın sünneti ve Raşidünün sünneti üzere (olduğun sürece) gücüm nisbetinde seni dinleyip itaat edeceğimi ikrar ederim." [312] Bey'atle ilgili olması hasebiyle, buradaki sünnet ifadeleri, siyasî bir kontekstte kullanılmış gibi gözüküyorsa da, kanaatımızca burada Allah ve Rasulünün yolu, diğer bir ifade ile Allah'ın Kitabı ve Rasulünün sünneti de kasdedilmiş olabilir.
Burada son olarak Enes b. Malik'in (ö. 93) bu tabiri kullanımına dair bir-iki misal verelim:
Muhammed b. Ka'b anlatıyor: "Ramazanda Enes b. Malik'in yanına varmıştım. O, yolculuğa çıkmak üzereydi, bineği getirildi, yol elbisesini giydi ve yiyecek isteyip yemeğini yedi. Ben ona "Bu (şekilde yolculukta oruç tatmamak) sünnet mi?" diye sorunca, o, "Sünnettir dedi ve sonra bineğine bindi." [313]
Enes b. Malik'in şu sözünü nakletmeden önce "Eğer isteseydim, 'Hz. Peygamber şöyle buyurdu' diyebilirdim" hatırlatmasını yapan Ebû Kılâbe, Enes'in şöyle dediğini rivayet eder: "Sünnet olan; bir kimsenin bakire ile evlenmesi halinde onun yanında yedi gün, dul ile evlenmesi halinde ise üç gün kalmasıdır." [314] Diğer bir rivayette ise Enes'in sözü, kalıbıyla verilmekte, Ebû Kılabe'nin sözü ise "İsteseydim Enes bunu Hz. Peygamberden merfu olarak naklediyor derdim" şeklinde nakledilmektedir, [315]
Ebû Kılabe'nin bu sözünden, Enes'in "Bu sünnettir/sünnettendir" ifadesinin aslında merfu bir haber hükmünde olduğunu, ancak kendisinin, aynen Enes'in söylediği gibi nakletme titizliği gösterdiğini anlıyoruz.
Yeri gelmişken burada özellikle usulcülerimizin tartıştığı bu meseleye kısaca değinelim. Sahabenin "Şunu yapmak sünnettendir" değerlendirmesinin aslı; (Hz. Peygambere ait) bir fiil olabileceği gibi, bir söz de olabilir. [316] Cumhurun kanaatine göre, sahabenin bu sözünden, Rasûlullah (s.a.v.)'ın sünneti kasdedilmektedir.[317] Yine sahabe mutlak olarak "es-Sunne" dediklerinde de bununla Hz. Peygamberin sünnetini kasdediyorlardı. [318] Zira sahabe arasında "sünnet" denildiğinde, hem asıl olan, hem de ilk akla gelen, Hz. Peygamberin sünnetidir. [319] Dolayısıyla sahabenin bu ifadeleri, cumhura göre hıerfû hükmündedir. [320]
Ancak bazı usulcülerimize göre, onunla bir beldenin veya yöneticilerin, özellikle de Raşit Halifelerin sünnetinin de kasdedilmiş olması ihtimal dahilindedir ve bu sebeple merfu addedilemez. [321] Hanefî'lerden Ebû Hasan el-Kerhî (ö. 340), Serahsî (ö. 490), Pezdevi (ö. 482); Şafiî'lerden Kâdî Ebû Bekir es-Sayrafî (ö. 330), Cuveynî (ö. 478) ile Zâhirî'lerden İbn Hazm (ö. 456) cumhurun bu kanaatına katılmayan usulenlerdendir. [322]
Nitekim bu usulcülerden İbn Hazm, sahabeden bazısının "Sünnet şudur/şöyledir" sözünün, ancak onun ulaştığı bir içtihadını ifade edebileceğini söyledikten sonra, buna İbn Ömer'in "Size Peygamberinizin sünneti yetmez mi?" şeklindeki değerlendirmesini misal verir ve şöyle der: "Hiçbir imam arasında ihtilaf yoktur ki, Hz. Peygamber'in Mekke'ye girmesine engel olununca, Kabe'yi tavaf etmediği gibi, Safa ile Merve arasında sa'y da etmemiş, aksine (geri çevirildiği) Hudeybiye'de iken ihramdan çıkmaktan başka birşey yapmamıştır. Bu sebepledir ki İbn Ömer'in zikrettiği husus, asla Rasûlullah (s.a.v.)'tan vaki olmuş değildir. " [323]
Şüphesiz gerek adı geçen usulcülerin ve gerekse İbn Hazm'm işaret ettiği bu husus fevkalade önem arzetmektedir. Çünkü sahabenin sünnet anlayışındaki farklı yaklaşımlar, onlan farklı değerlendirmelere ve ietihadlara götürmüştür. Aynı fiil, birisine göre sünnet iken, diğerine göre sünnet değildir. Buna sahabe arasındaki bilgi, kültür, muhakeme gücü, yaş ve Hz. Peygamber ile beraberlik süresi, müşahede farkı, rivayet ve dirayet farkı vb. faktörler de eklenecek olursa, bu ifadelerin yerine göre sübjektif kanaatler, kişisel ictihadlar olabileceği rahatlıkla anlaşılacaktır. Dolayısıyla sahabenin bu ifadelerden kasıtları daima Hz. Peygamberin sünneti olsa dahi, bu, hadd-i zatında onun gerçekten sünnet olduğunu göstermeyebilir. Fakat her halükârda bu, o sahâbînin bir içtihadıdır ve ona göre o davranış sünnettir.
Burada asıl üzerinde durduğumuz konu, değerlendirme ve ietihad farklılıkları bulunmakla birlikte, farklı eğilimlere sahip sahâbîlerin sünnet tabirini kullanmaları ve onunla Hz. Peygamberin sünnetini kasdetmeleridir.
Dört büyük halife ve akranlarından sonra, "sünnet" tabirini kullanımlarına yer verdiğimiz Hz. Aişe, İbn Abbas ve İbn Ömer gibi genç sahâbîlerin, bu tabiri daha çok kullandıkları görülmektedir. Bu ise sünnet tabirinin, artık iyice yaygınlaşıp-yerleştiğinin bir göstergesidir.
Genç sahâbîlerde dikkatimizi çeken bir husus, onlann Hz. Peygamber ve büyük sahâbîlerde olduğu kadar, sünnet kelimesini lugavî olarak kullanmamalarıdır. Bilakis onların bu tabiri genellikle Hz. Peygamberin örnek davranışları anlamında ıstılahı olarak kullandıkları görülmektedir. Özellikle onlann, Hz. Peygamberin davranışlanndan neyin sünnet olup, neyin olmadığını tartışmalan, herhangi bir davranışın, sünnete uygun veya muhalif olduğunu tartışmalan; "sünnet" veya "Peygamberin sünneti" tabirinin kavramlaşma sürecini tamamladığını ortaya koymaktadır. Artık bu dönemde "es-Sünne" denildiğinde büyük ölçüde Hz. Peygamberin örnek davranışı, yapmış olduğu bir uygulaması kasdedilmektedir. Ancak farklı anlayışlar sebebiyle, onlardan bazılarının "Bu sünnettir" veya "Şu sünnet değildir" şeklindeki bazı kanaat ve beyanatlan, her ne kadar yine Hz. Peygamberin belli bir davranışı ile ilgili ise de, bu bazen sadece o sahâbîlerin görüşüne göre sünneti iiade eder. Zira her hangi bir nebevi davranış, bir sahabîye göre sünnet iken, diğerine göre sünnet olmayabilir.
Genç sahâbîlerin kullanımlarından ortaya çıkan diğer ilginç bir husus da, onların bu tabiri daha çok namaz, hac, oruç, kurban gibi amelî ibadetlerle ilgili olarak kullanmış olmalarıdır. Kısmen fukahanın kullanımını çağrıştıran bu durum; söz konusu ibadetlerin, onlann günlük hayatlarında yoğun olarak yer işgal etmeleri ve bu ibadetlerde nasıl hareket edileceği hususunda sünnetin daha fazla belirleyici olmasından kaynaklanmış olabileceği gibi, onlann yönetim içerisinde yer almamalan nedeniyle, daha fazla bu konularda fetva vermeleri veya görüş beyan etmelerinden ve bir de bizim araştırmamız esnasında muamelat, ukûbât ve feraiz gibi konulardan ziyade ibadetleri tercih etmemizden kaynaklanmış olabilir. Sözkonusu alanlarda da titiz bir tarama yapıldığında, bu sahâbîlerin sünnet tabiri ile ilgili birçok kullanımının tesbit edileceğini sanıyoruz.
Onların birçok fer'î meselede sünnete başvurmalan, sünneti, Kur'an'dan sonra müracaat edilecek ve uyulacak bir referans olarak kabul ettiklerini gösterir.
Burada, "sünnet" ya da "Peygamber'in sünneti" tabirinin kavramlaşma süreci ile ilgili genel bir değerlendirme yapacak olursak, kelimenin şöyle bir seyir takip ettiği ortaya çıkmaktadır:
"Sünnet" kelimesi, birçok türevleriyle birlikte Araplann bildiği ve edebiyatında kullandığı bir kelimedir. Onlar tarafından, daha çok bir kavmin âdeti, atalarının geleneği anlamında kullanılmıştır.
Arabm âşinâ olduğu bu kelimeyi Yüce Allah, Kur'an'da kendine izafe ile "sunnetullah" veya "Allah'ın öncekiler hakkındaki uygulaması" anlamında "sunnetu'l-evvelîn" [324] şeklinde kullanmıştır. "Allah" kelimesinin içerik farkına rağmen, İslam ve Cahiliyye kültürünün ortak bir kelimesi olduğu ve Kur'an'ın bu kelimeyi kullanmaya başladığında çağdaş Arapların kullanımlarına yeni ve yabancı bir isim getirmediği, [325] aynı durumun "sünnet" kelimesi için de aynen geçerli olduğu düşünülürse, Kur'an'ın getirdiği bu yeni kullanım, sünnet kelimesinin çağnştırdığı anlamı, Allah'a izafe etmekten başka birşey değildi ve bundan "Allah'ın öteden beri süregelen ve sürecek olan, kendine özgü, değişmeyen bir davranış tarzı" olduğu anlaşıldı. [326]
Kur'an'ın bu hususta ilk yaptığı iş; ata, ecdat, kabile ve putlann yerine yerleştirdiği Allah ve sünnet kavramlannı birleştirmek olmuştur. Kur'an'ın işe başlarken, Hz. Muhammed'in sünnetinden değil de, Sünnetullah'tan söz etmesi, hem İslamın temel düşüncesiyle örtüşmüş, hem de sanki ileride tabiî olarak doğacak olan Peygamberin sünnetine zemin hazırlamıştır. [327]
Hz. Peygamber ise, bir taraftan içerisinde yetiştiği Arap kültürü ve lisanı doğrultusunda sünnet kelimesini sözlük anlamıyla nötr olarak, iyi veya kötü nitelemeleriyle kullanırken; diğer taraftan, kendisine inen bu Kur'an ayetlerinden ilham alarak farklı içeriklerde kullanımlar ortaya koymuştur. Muhtemelen Kur'an'daki
"Allah size (hükümlerini) açıklamak, sizleri, sizden öncekilerin sünnetlerine ulaştırmak ister..." [328] ayetinden esinlenerek "peygamberlerin sünnetleri" ile "İbrahim (s.a.v.)'in sünnetinden söz etmiştir.
Özellikle Kur'an'ın, Hz. Peygamberi büyük bir ahlak sahibi ve [329] müminler için en güzel bir örnek olarak takdim etmesi [330] ve onları ona uymaya, itaat etmeye çağırması, [331] Hz. Peygamberi zaman zaman kendi sünnetinden de bahsetmeye sevketmiş olmalıdır.
Şüphesiz, Kur'an'ın Rasülullah'a biçtiği konum ile, Hz. Peygamberin sahabe arasındaki konumu dikkate alınırsa, hem bir fikir olarak, hem de yaşanmış bir olgu olarak Hz. Peygamberin sünnetinin varlığı, hayatiyeti inkar edilemez. Ancak kabul etmeliyiz ki, Hz. Peygamberin risaletinden itibaren var olduğuna inandığımız bu sünnet fikri ile, Hz. Peygambere uyma şeklindeki tarihî vakıaya rağmen, bu düşünce ve eylemin isimlendirilmesi, özellikle de kavramlaşması bilahare gerçekleşmiştir. Bunu şu şekilde formüle edebiliriz:
Fikir-Eylem-İsim-Kavram
Gerek Kur'an'ın telkin ve teklif ettiği, gerekse Hz. Peygamberin ortaya koyduğu üsve-i hasene ve buna ittiba edilmesi fikri, kısa sürede gerçekleşerek eyleme dönüşmüş ve bu eylem ilk yıllarda amel, fiil, kavi, hedy, fıtrat, sünnet gibi çeşitli kelimelerle ifade edilmiştir. Kavramın henüz oluşmadığı bu yıllarda, sözkonusu eylem ve mefhumdan bu ve benzer ifadelerle bahsedilmiştir. Az da olsa Hz. Peygamber ve büyük sahâbîler bu eylemden bahsederken sünnet tabirini kullanmaya başlamışlardır. Hatta özellikle Hz. Ömer, İbn Mes'ud ve Hz. Ali gibi sahâbîlerin bazı kullanımlarında, sünnet kelimesinin artık sözlük anlamından çıkıp, bir terime dönüşmeye başladığı gözlemlenmektedir. Bununla birlikte, sünnetin kavramlaşma sürecindeki asıl temelleri de bu dönemde atılmış, kavram için gerekli altyapı böylece hazırlanmıştır.
Kaydettiğimiz rivayetlerden çıkardığımız netice şudur ki, sünnet ifadesinin kavramlaşması, yaygınlaşması, Hz. Aişe, İbn Abbas ve İbn Ömer gibi genç sahâbîler vasıtasıyla tekamül ve tahakkuk etmiştir. Bu ise zaman olarak, büyük sahâbîlerin vefatıyla, onların rivayet otoriteleri haline geldikleri döneme yani yaklaşık olarak H. 40-70 yıllan arasına tekabül etmektedir. Sonuç olarak "sünnet" tabiri, az da olsa, Hz. Peygamber tarafından ve sağlığında bazı sahâbîlerce kullanılmış, büyük sahâbîler kavramlaşma sürecinde temeli oluşturmuş, genç sahâbîler de bu süreci tamamlamıştır. Anlattıklarımızı şöyle bir tablo ile gösterebiliriz:
Arap Toplumu: Cahiliyye Dönemi
Kur'an-ı Kerim: M. 610-632
Hz. Peygamber: M. 610-632
Büyük Sahabiler: M. 632-661 (I. 30 yıl)
Genç Sahabiler: M. 661-691 (II. 30 yıl)
Mümkün mertebe güvenilir ve erken dönem kaynaklardan naklettiğimiz bu rivayetler; yukarıda adı geçen oryantalistlerin, sünnet tabirinin oldukça geç bir döneme ait, geç bir kavram olduğu yolundaki iddialarının gerçeği yansıtmadığını, aksine bu tabirin başlangıçtan beri az da olsa kullanıldığını ve bir kavram için geç sayılmayacak bir süre içerisinde kavramlaştığını göstermek için yeterlidir kanaatindeyiz.
"Peygamber telakkisi" ifadesiyle biz, çeşitli yönleriyle Rasûlullah (s.a.v.)'ın hayatı, şahsiyeti, misyonu, bilgisi, tavır ve davranışları hakkında, sahabenin zihinlerinde oluşan, söz ve davranışlarına yansıyan kanaatlerini, tasavvurlarını, kısaca Peygamber anlayışını kastediyoruz.
Herhangi bir şahsiyet hakkında en doğru ve sağlıklı bilgiler, daha çok onu yakından tanıyan aile, akraba ve arkadaşlarından elde edilebilir. Aynı durum, bir beşer olan, herkes gibi çevresi ve dostları bulunan Hz. Peygamber için de geçerlidir. Amacımız sağlıklı bir Peygamber telakkisi elde etmek olunca, Kur'an'dan ve Hz. Peygamber'in kendi beyanlanndan sonra, onun hakkında en isabetli telakkilerin, sahabeden geleceğini düşündüğümüz için, onların anlayış ve kanaatlarına başvurmamız en doğru yol olacaktır. Bu hususta sahabenin birkaç yönden, diğer nesillere tercihi sözkonusudur:
1- Sahabeden özellikle Mekke'liler, kendilerinden birisi olan Muhammed b. Abdullah'ın (s.a.v.) nesebini, onun doğumundan peygamberliğine kadar olan hayatını gayet iyi bilmektedirler. Risalet öncesi kırk yıllık hayatında onun Mekke'liler üzerinde bıraktığı imaj fevkalade mühimdir ve bu, çevresinden birçok insanın hiç tereddüt etmeden İslam'a girmesinde çok etkili olmuştur.
2- Kur'an’ın ilk muhatapları olan sahabe, Kur'an'dan pasajlar indikçe, onun nasıl Peygamber olduğunu, nereden hangi konuma geldiğini bizzat görerek ve yaşayarak idrak eden kimselerdi. Onlarda oluşan Peygamber inancı ve telakkisinin en etkin ve belirleyici kaynağı Kur'an idi. Onlar böylece câhili Peygamber anlayışından arındırılmış, Kur'ânî Peygamber anlayışıyla beslenmişlerdir.
3- Sahabe Hz. Peygamberin de ilk muhataplarıydı. Onu göremeyen, başkaları aracılığıyla tanımaya çalışan nesillerin aksine onlar, onunla birlikte yaşadıkları için, onun hayatına bizzat kendileri şahit olmuşlardı. Sonraki nesillerin çeşitli vasıtalarla öğrenmeye çalıştıkları hususlan, sahabe bütün gerçeklikleriyle yaşamışlardı. Onlardaki Peygamber telakkisinin Kur'an'dan sonra gelen müessir kaynağı bizzat Hz. Peygamberdi. O, hem sözlü, hem de fiilî olarak kendisini onlara tavsif ve takdim ettiği gibi, onlarda gördüğü yanlış davranışları da tashih etmiştir.
4- Sahabeden birçoğu, Hz. Peygamberin vefatından sonra da uzun yıllar hayat sürmüşlerdi. Böylelikle onlar, Hz. Peygamberin risalet öncesini, risaletini ve onun aralarından ayrılışını, diğer bir ifade ile yokluğunu da yaşamışlardı. Onlar gerek kendi nesillerine ve gerekse değişik çevrelerden, farklı din ve kültürlerden gelip müslüman olan kimselere, bir ömür beraberce yaşadıktan Hz. Peygamberi bütün gerçekliğiyle anlattılar. Rasûlullah'a yetişemeyenler, onu daha çok duygusal bir şekilde tahayyül ve tasavvur etmeye çalışırken, sahabe onlara müşahedelerine dayanarak Peygamber gerçeğini anlatmaya, onlardaki yanlış kanaat ve düşünceleri düzeltmeye çalışmışlardır.
Biz burada, sahabenin sünnet anlayışına geçmezden önce, buna bir zemin oluşturacağı düşüncesiyle onların Peygamber telakkisini bir nebze yansıtmaya çalışmamızın yararlı olduğunu düşündük. Şüphesiz Kur'an'a, Rasûlullah'a ve sahabeye göre Peygamber telakkilerinden herbiri ayrı bir tez ve araştırma konusu olabilecek evsaftadır. Dolayısıyla burada biz, sadece ana hatlarıyla sahabenin Hz. Peygambere, bir beşer, Rasul, hâkim ve lider olarak bakışları ve Hz. Peygamberin sahabe nezdindeki otoritesi üzerinde durmakla iktifa edeceğiz.
Kur'an, Hz. Musa, Hz. Yahya ve Hz. İsa'nın doğum ve çocukluk dönemlerinden söz ettiği halde;[332] yetimliğinden başka, [333] Hz. Peygamberin çocukluğundan bahsetmemiştir. Bazı rivayetlerin aksine [334] bu, onun olağanüstü, mucizevî herhangi bir durum yaşamamış olmasına bağlanabilir. Muhtemelen aynı sebepten dolayıdır ki, Kur'an'da onun risalet öncesi hayatından da fazla söz edilmemiştir. Kur'an'da risalet öncesi ile ilgili olarak sadece, onun bir arayış içerisinde iken hidayete eriştirildiği, yoksul iken zenginleştirildiği, [335] Kitap nedir, iman nedir bilmediği, daha önce herhangi bir kitap okuyup-yazmadığı, [336] aralarında kaldığı bir ömür boyunca sessiz kaldığı [337] gibi birkaç hususta gayet az bilgi verilmektedir.
Hz. Peygamberin risalet öncesi hayatı ana başlıklar halinde; gençlik yıllarında sürü otlattığı, [338] yirmi yaşındayken aktif bir görev icra etmeksizin amcalarıyla beraber Kureyş saflarında Ficar Harbine katıldığı, [339] Hılfu'l-Fudûl denilen bir antlaşmaya iştirak ettiği, [340] Mekke'nin ileri gelen tacirlerinden Hz. Hatice'nin kervanında alıştığı [341]bilahare onunla evlendiği, Mekke'de ortaya çıkan bazı anlaşmazlıklarda hakemliğine başvurulduğu [342] şeklinde özetlenebilir. Risalet öncesi yıllarda gördüğü salih rüyalar ve Ramazan aylannda Hira Mağarası'nda geçirdiği inziva günleri, [343] onun gibi bir beşerin, beşerüstü tecrübelere psikolojik olarak hazırlanmasında yardımcı olsa da, Cibril ile ilk karşılaşmasının ardından yasadığı korku ve endişeler, [344] onun beşer oluşunun tabiî bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Başından geçen bu ilk tecrübenin verdiği telaş ve heyecanla yorganına bürünen Hz Peygamber vefakâr eşine kendisine birşeyler olmasından korktuğunu söyleyince, Hatice onu "Hayır, Allah seni asla utandırmaz! Çünkü sen akrabalık ilişkilerini gözetir, güçsüzlerin sıkıntılarını yüklenir, yoksulun ihtiyacını karşılar, misafiri ağırlar ve zulme uğrayan hak sahibine yardım edersin!" diyerek teselli ederken, yanına götürdüğü Ehl-i Kitap kültürüne sahip olan Varaka b. Nevfel de, bu gördüğü şeyin bir melek olduğu konusunda onu yatıştırmaya çalışıyordu. [345]
Hz. Muhammed'in risalet öncesi hayatı her yönüyle tabiî, sade ve mutedil bir hayat olarak nitelendirilebilir. O, bu dönemde ticari, askeri, siyasî ve hatta dinî yönden bile, Mekke'nin ileri gelenlerinden addedilemez. Onun Mekke'de en dikkat çeken yanı; Muhammedu'l-Emîn yani güvenilir, dürüst, ahlaklı bir kişiliği olmasıdır [346] ve bu sebepledir ki onu yakından tanıyanlar peygamber olmasına fazla şaşırmarmışlardır. Fakat aynı şeyi Mekke'nin ileri gelenleri başta olmak üzere, müşrik Araplar için söylemek mümkün değildir. Çünkü onların, "Özellikle Ehl-i Kitap'tan öğrendiklerine dayanarak bir Peygamberin geleceğini bekleyip durdukları halde, Hz. Peygambere karşı tepkilerinin sebeplerinden birisi de, Arap toplumundaki peygamberlik ve Peygamber tasavvuru ile, Hz. Peygamberin şahsında gördükleri tezahür ve kudret arasındaki çelişkidir. Çünkü önceki peygamberlerin kıssalarından edindikleri malumata göre, peygamber beşerüstü ve harikulade bir varlıktı. Onlar, Hz. Musa, İshak, İsa, Davud, Süleyman, İbrahim, Lût, Salih ve Şuayb peygamberlerin mucizelerinden habersiz değillerdi. Oysa Peygamber olduğunu iddia eden, vahy geldiğini söyleyen Hz. Peygamberi, kendilerinden farksız yer-içer, gezer birisi olarak görüp de özel bir nitelik, açık bir alâmet ve olağanüstü bir kuvvetle göremeyince şaşırdılar..." [347] İşte Kur'an, müşriklerdeki bu cahili peygamber telakkisini tashih ve onların beklentilerine cevap niteliğinde birçok ayet indirerek Hz. Peygamberin bir beşer olduğunu tekrar tekrar vurgulamıştır. [348]
Kur'an'ın ısrarla altını çizdiği bu konuda Hz. Peygamberin de oldukça hassasiyet göstermesi kaçınılmazdı. O daima beşer ve kul olduğunun bilinci içerisinde hareket etmiş ve peygamberliğinden sonra da önceki sadeliği, tabiîliği terketmemiş, tevazuyu asla elden bırakmamıştır.
Birgün şehadet kelimesini öğrettiği bir şahıs "Şehadet ederim ki, Muhammed O'nun Rasûlü ve kuludur" deyince Hz. Peygamber, derhal müdahele ederek
"Ben Rasûl olmazdan önce kul idim, 'Şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür' de!" buyurmuştur. [349]
Hz. Peygamberin diz çökmüş bir vaziyette yemek yediğini gören bir bedevi, şaşırarak "Bu oturuş da neyin nesi?"diye sorunca o,
"Allah beni kerim bir kul eyledi, zorba ve muannit biri yapmadı!" [350] diye cevap verirken, başka bir vesile ile de
"Ben köle/ kulun yediği gibi yer, kulun oturduğu gibi otururum. Çünkü ben de ancak bir kulum" buyurmuştur. [351]
Hz. Peygamber, ashabının, kendisine hürmet ve tazim adına da olsa, ölçülü olmalarından yana tavır koymuş, yanlarına vardığında ayağa kalkmalarını dahi yasaklayarak
"Acemin birbirine tazim için ayağa kalktıkları gibi siz de kalkmayın!" [352] diğer bir rivayette ise,
"Siz de İran'lıların ulularına yaptıkları gibi yapmayın!" [353] buyurmuştu. Bu sebepledir ki Hz. Enes'in (ö. 93) söylediğine göre, "Kendilerine Rasûlullah (s.a.v.)'dan daha sevimli kimse olmamasına rağmen sahabe, hoşlanmadığını bildikleri için onu görünce ayağa kalkmazlardı." [354]
Mekke'nin Fethi günlerinde, Hz. Peygamberin huzuruna gelen ve kendisiyle konuşurken titreyen bir şahsa O,
"Kendine gel! Ben bir kral değilim. Ben sadece kurutulmuş et yiyen bir kadınm oğluyum!" [355] deme ihtiyacı hissetmişti. Gerek böylesi rahatsız edici bazı tavırlara, gerekse, Hristiyanların davranışlarına bakarak, ashabına şu uyarıda bulunmuştu:
"Hristiyanların Meryem oğlu İsa'ya yaptıkları gibi beni aşırı şekilde methetmeyin! Ben ancak Allah'ın kuluyum. Öyleyse bana 'Allah'ın kulu ve Rasûlü' deyin” [356]
Ebû Musa'nın anlatışıyla "Rasûlullah (s.a.v.) merkebe biner, (kaba) yün elbise giyer, koyun sağar ve misafir ile bizzat kendisi ilgilenirdi." [357] İbn Abbas'ın rivayetine göre de, "O, yere oturur, yerde yer, koyun sağar, bir arpa ekmeği için bile olsa, çağıran kölenin davetine icabet ederdi." [358]
Gerek Kur'an'da Hz. Peygamberin beşeriyetini vurgulayan ayetler ve gerekse Rasûlullah'ın bu beyanları doğrultusunda sahabe, onun risalet vasfının, beşer vasfını değiştirmediğinin idraki içinde, onunla öteden beri var olan ilişkilerini normal bir şekilde devam ettiriyorlardı. [359]
Rivayetlerden anlaşıldığına göre, Hz. Peygamberin dış görünümünde, normal bir bakışla farkedilebilecek bir ayrıcalık, fizikî yapısında, yüz hatlarında onun Peygamber olduğunu gösteren herhangi bir işaret veya alamet yoktu. Bu nedenledir ki, daha önce görmeyenler, ashabı arasında onu tanımayabiliyorlardı. Hicret yolculuğu esnasında Hz. Ebû Bekir'i tanıyanlar, ona yanındaki şahsın kim olduğunu sormuşlar, o da "Bana yol gösteren bir kılavuz" diye cevap vermişti. Ebû Bekir, bununla hayır ve hidayet yolunu kasdederken, onlar normal yol rehberi arılıyorlardı. [360] Aynı şekilde yorucu bir yolculuktan sonra Küba'ya vardıklarında, müslümanlar onlan coşkulu bir şekilde karşılamışlardı. Hz. Peygamber istirahat için bir hurmanın gölgesine oturmuş, kendilerini karşılayanlarla Hz. Ebû Bekir ilgilenmiş, onları ayakta kabul etmişti. Ensar'dan Rasülullah'ı daha önce görmeyenler, onun ayaktaki zat olduğunu sanarak Hz. Ebû Bekir'i selamlamışlardı. Ancak Hz. Peygamberin üzerine güneş vurup da, Hz. Ebû Bekir onu elbisesiyle gölgelendirmeye yönelince Hz. Peygamberin oturan şahıs olduğunu anlamışlardı. [361]
Yine Dımâm b. Sa'lebe, [362] Medine'ye ilk geldiğinde Hz. Peygamberi tanıyamamış olmalı ki, "Hanginiz Muhammed?" diye sormak durumunda kalmıştı. [363] Aynı şekilde ölen oğlunun kabri başında ağlayan kadın da, kendisine sabretmesini tavsiye eden Allah Rasûlünü tanımamış, hatta başkası zannederek "Benim başıma gelen senin başına gelmedi ki!?" diye cevap vermiş, sonradan kendisine onun Hz. Peygamber olduğu söylenince pişman olmuş, doğru onun yanma giderek kendisini tanıyamadığını söylemişti. [364]
Babasıyla birlikte Hz. Peygamberi görmeye gelen ve henüz çocuk veya genç olduğunu zannettiğimiz Ebû Rimse et-Teymî'nin [365] Rasülullah'ı gördükten sonra söylediği şu sözü, hem onu görmezden önceki peygamber tasavvurunu, hem de Hz. Peygamberin normal görüntüde bir beşer olduğunu göstermesi bakımından oldukça ilginçtir: "Ben Rasûlullah (s.a.v.)'ı insanlara benzemeyen (farklı) birşey zannediyordum. Bir de gördüm ki, o da (bizim gibi) uzun saçlı bir beşermiş!" [366] Ebû Rimse'nin doktor olan babası ise, Hz. Peygamberin omuzları arasında bulunan ve daha sonra "nübüvvet mührü' diye nitelendirilen güvercin yumurtası büyüklüğünde ben şeklindeki et kütlesini görünce, onu tedavi etmek için izin istemiş Hz. Peygamber ise buna müsade etmemiştir. [367]
Fakat insanların karakterleri hakkında daha derin bilgi sahibi olanlar, O’nun yüz hatlarına, sözlerine bakarak, onun faziletini, yüceliğini kolaylıkla anlayabiliyorlardı. Nitekim Hz. Peygamber Medine'ye vardığında, onu görmeye gelen Yahûdî bilginlerinden Abdullah b. Selam, (ö. 43) onunla görüştükten sonra "Rasûlullah'ın yüzünü gördüğümde hemen anladım ki, onun yüzü, bir yalancı yüzü değildir" [368]demiş ve kısa süre sonra da müslüman olmuştur. [369]
Bir beşer olarak Hz. Peygamberin de korunmaya ihtiyaç duyduğunu, sahabe tarafından korunduğunu [370] görmekteyiz. Medine'ye geldiğinde bir gece uyuyamamış ve "Keşke ashabımdan müsait birisi bu gece beni korusa?" demiş, az sonra silahıyla gelen Sa'd b. Ebî Vakkas (ö. 55) gelip onu beklemiş, ve böylece Hz. Peygamber uyuyabilmiştir. [371] Bedir'de Sa'd b. Muaz (ö. 5), Uhud'da Muhammed b. Mesleme (ö. 42) ve Hendek'te Zubeyr b. Avvam (ö. 36) onu korumuşlardır. [372]
Bazı rivayetlere göre Hz. Peygamberi Mekke'de iken Amcası Abbas (ö. 32), ya da Ebû Talib'in gönderdiği kimseler korumaktayken, "Allah seni insanlardan koruyacaktır" ayeti [373] inince Hz. Peygamber amcasına artık korunmaya ihtiyacının kalmadığım bildirmiştir. [374] Hz. Peygamberin Mekke'de amcaları tarafından korunmuş olmaları mümkün ise de, bu ayetin o dönemde inmesi ve bundan dolayı onun korunmayı terketmiş olması tarihî gerçeklere aykırıdır. Zira Kurtubî'nin (ö. 671) de dediği gibi, Maide Suresi, icma ile Medine'de, Hudeybiye'den dönüşte H. 6. yılda inmiştir. [375]
Hz. Aişe'den gelen başka bir rivayette ise, Hz. Peygamberin bu ayet ininceye kadar korunmakta olduğu, ayet inince çadırdan başını çıkartıp, Allah'ın kendisini koruyacağını haber vererek korumalarını gönderdiği anlatılmaktadır [376]Şüphesiz. birçok ayette Allah'ın ona yardımı, desteği, onu himayesi, gözetip koruması açıkça ifade edilmiştir. [377] Ancak bu ayetlere dayanarak Hz. Peygamberin savaşta barışta, hiçbir zaman ve mekanda gerekli tedbir, hazırlık, strateji ve esbaba tevessülü terkettiğini görmemekteyiz.[378] Hatta Allah'ın onu insanlardan koruyacağını ifade buyuran ayet indikten sonra dahi o, korunmaya devam etmiştir.
Mesela, Hz. Peygamber, H. 7. yılda Hayber Savaşı sonrasında, Hayber Yahudilerinden Safıyye ile zifafa girdiklerinde; babası, kocası ve kavmi öldürülen bu hanımın ona herhangi bir zarar verebileceği korkusuyla Ebû Eyyûb el-Ensarî (ö. 50) kılıcını kuşanmış ve sabaha kadar çadırın etrafında beklemiştir.[379] Yine Mekke'nin Fethi için gelen İslam ordularının durumunu öğrenmeye çalışan Ebû Sufyan ve iki arkadaşını Rasûlullah'ın nöbetçileri görmüş ve yakalamışlardır. [380] H. 9. yılda çıkılan Tebuk Seferinde dahi Hz. Peygamber gece namaz için kalktığında sahabeden bazı kimseler tarafından korunmaktaydı. [381] Bu rivayetler açıkça göstermektedir ki, ilgili ayetin inişinden sonra da Hz. Peygamber ihtiyaç duyuldukça korunmuştur. Hatta özellikle savaşlarda, onu koruyabilmek için sahâbîler canlı birer kalkan olmuştur [382]
Ama neticede Allah, dinini ve nurunu tamamlamak için, çoğu zaman ashabı vasıtasıyla, bazen de görünmez ordularıyla, ya da melekleriyle desteklemiş ve böylece onu, işkence, suikast, zehirlenme, savaşta öldürülme vb. çeşitli musibetlerden korumuştur. Onun korunmasını, onun şahsında risaletinin korunması olarak algılarsak[383] sarfedilen bütün beşeri gayretlerin ardından gelen ilahî yardımlarla Allah'ın korumasını da anlamamız kolaylaşacaktır.
Hz. Peygamberin beşerî yönünün en bariz tezahürlerinden bir tarafını da onun aile hayatı oluşturur. Eşi Hz. Aişe onu bir eş ve aile reisi olarak anlatırken bu yönüne işaretle "Rasûlullah (s.a.v.) herhangi bir beşer(den farksız) idi. Kendi elbisesini yamar, koyununu kendi sağar ve kendi işini kendisi yapar, ev işlerinde ailesine de hizmet ederdi" diye tavsif etmektedir. [384]
Bir eş olarak, günlerini eşleriyle eşit şekilde paylaşmasına rağmen,
"Allah'ım bu benim gücümün yettiği taksimdir. Senin sahip olduğun, ama benim gücümün yetmediği konularda beni sorgulama! "[385] diyerek beşerî zafiyetini îma eden Hz. Peygamber, Hz. Aişe'yi daha çok sevdiği ve aralarında adaletli davranmadığı gerekçesiyle diğer hanımlarının şikayetlerine maruz kalmaktan kurtulamıyordu. [386]
Hz. Peygamberi birbirinden kıskanan eşleri, bazen bu yüzden onu zor duruma sokabilmişlerdir. [387] Hatta Hz. Peygamber sırf onlardan bazısının gönlünü alabilmek için, normalde helal olan bazı hususları kendisine yasak ettiği için Yüce Allah'ın itabına maruz kalmıştır. [388]
Yine eşlerinin zaman zaman Hz. Peygambere karşı seslerini yükseltebilmeleri, [389] ona karşılık vermeleri, darılmaları, [390] ondan ısrarla çeşitli dünyalıklar istemeleri, onların adetâ onun aynı zamanda bir Peygamber olduğunu gözardı edercesine böylesi tavırlar sergileyebilmeleri, onların nazarında Hz. Peygamberin ne denli sade ve tabiî bir eş olduğunu gösterir. Özellikle bu son isteklerinden dolayı onlara gücenen Hz. Peygamber, 29 gün onlardan ayn yaşamış, neticede eşlerinin dünyalıklar ile Allah'ın nzası ve ahiret arasında tercih yapmalarını isteyen ayetlerin inmesi üzerine [391] hanımlar nedamet içerisinde Allah ve Rasulünü tercih etmişlerdir. [392]
Rasûlullah (s.a.v.) da bir insan olarak üzülür, hüzünlenir ve hatta gözyaşı dökerdi. Nitekim biricik oğlu İbrahim can çekişmeye başlayınca gözleri yaşlarla dolmuştu. Onun bu halini gören Abdurrahman b. Avf (ö. 32) "Sen de mi ağlıyorsun ey Allah'ın Rasûlü!" diye taaccüp edince O,
"Bu, merhamettendir, zira göz ağlar, kalp mahzun olur. Ama biz ancak Rabbimizin razı olacağı şeyleri söyleriz." [393] diye cevap vermiştir. Bazı rivayetlerde onun ağlamasına şaşırıp soran sahabî, Sa'd b. Ubade[394] (ö. 14) veya Ubade b. Samit'tir. [395] (ö. 34) Kanaatimizce bu sahâbîlerin taaccüpleri, ölülere bağırıp-çağırarak, yırtınıp-dövünerek yapılan yas tutma veya ağıt yakma şeklindeki yas tutmaya yönelik nebevi yasağın,[396] ağlamayı da içine aldığını düşünmelerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim hem Sa'd b. Uba-de'nin "Ölülere ağlamayı yasakladığın halde kendin ağlıyor musun?!" şeklindeki sorusu, hem de, Hz. Peygamberin Abdurrahman'a verdiği cevapta
"Ben, insanları bağırıp-çağırarak yapılan yastan (niyâha) nehyetmiştim" [397] buyurması bu kanaatimizi desteklemektedir.
Bir beşer olarak Hz. Peygamber'in de bazı hadiseler karşısında kızdığı, öfkelenip morali bozulduğu olurdu. Sahabe çoğu zaman onun hiddetlendiğini yüzünden anlardı. [398] Hatta bu öfkeli halinde bazı ağır sözler söylemesi, beddua etmesi bile mümkündü. Nitekim Hz. Selman (ö. 36), insanlar arasında ihtilaf ve ayrılıklara yol açabileceği gerekçesi ile onun bu tür sözlerinin rivayet edilmesini hoş görmediği için Huzeyfe'yi (ö. 36) uyarma gereği duymuş, bundan vaz geçmemesi halinde kendisini Hz. Ömer'e (ö. 23) bildireceği tehdidini savurmuştu. [399]
Ezberlemek kastıyla Hz. Peygamberden, işittiği her sözü yazan Abdullah b. Amr'a (ö. 65) Kureyş'liler "Sen Rasûlullah'tan işittiğin her şeyi yazıyorsun, halbuki Rasûlullah da bir beşerdir, hoşnud iken konuştuğu gibi, öfkeliyken de konuşur!" [400] diyerek uyarma lüzumu hissetmişlerdir.
Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) da kendisinin bir beşer olduğunu, herkes gibi kendisinin de kızdığını ifade etmiş, bu öfke halinde müminlere karşı kendisinden sadır olan her türlü sözlü ve fiilî olumsuz tasarrufların, Kıyamet günü onları Allah'a yaklaştırma vesilesi, tezkiye, rahmet, ecir ve keffaret vesilesi yapması için Rabbine dua etmişti.[401] Ancak onun bu tür davranışları az sayıda ve istisnaî durumlar olsa gerektir. Zira Kur'an'da
"Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, onlar çevrenden dağılıp giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurlarını) affet, onlar için mağfiret dile."[402] buyurulmaktadır.
Hz. Peygamberin Allah ve kulların hukuku konularında daha hassas davrandığı, bunun korunması adına sert çıkışlar yaptığı görülürken, kendi nefsine yönelik durumlarda ise sabrettiği bilinmektedir. Mesela. Hz. Muaz'ın (ö. 18) namaz kıldırırken Bakara Suresini okuyarak namazı uzatmasından dolayı, cemaattan ayrılıp namazını tek başına kılan şahsın daha sonra onu Hz. Peygambere şikayet etmesi üzerine Rasûlullah (s.a.v.) Muaz'ı "Sen fitnecimisin? Fitne mi çıkarmak istiyorsun?!" [403] diyerek sert bir şekilde azarlamıştır.
Hz. Aişe'nin anlattığına göre, Rasûlullah (s.a.v.) müminlere emrettiğinde, güçlerinin yeteceği amelleri emrederdi. Fakat onlar "Ey Allah'ın Rasulü, biz senin gibi değiliz, çünkü Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamıştır" diyerek (bunu azımsarlar ve daha fazlasına gereksinim duyarlardı). Bunun üzerine o kızar ve kızdığı yüzünden bilinir, sonra şöyle derdi:
"Şüphesiz, Allah'ı en iyi bileniniz, O'ndan en fazla sakınanınız benim!" [404]
Yine Hz. Aişe'nin anlattığına göre, "Rasûlullah, her ne zaman iki şey arasında muhayyer bırakılsa, günah olmadığı müddetçe en kolayını tercih ederdi. Şayet günah varsa o, bundan insanların en uzağıydı. Rasûlullah nefsi için hiç intikam almamıştır. Ancak Allah'ın haramları çiğnenmişse, o zaman bundan dolayı Allah için cezalandırmaktaydı." [405]
Her beşer gibi onun da bazen unuttuğu oluyor ve sahabe bunu müşahede ediyordu. Bir defasında namaz için kamet getirilince Hz. Peygamber mescide girmiş, namaz kıldıracağı yerde durduktan sonra, birden yıkanması gerektiği halde yıkanmadığını hatırlamış ve sahabeye
"Yerlerinizde bekleyin!" buyurmuş, sonra odasına girip yıkandıktan sonra başından sular damlar vaziyette çıkıp gelmiştir. [406] Aynı şekilde kıldırdığı bir namazın rekat sayısında yanılmasından dolayı bazı sahabîler tarafından uyarılmış, namazda bir değişiklik olup olmadığı sorulmuş, bunun üzerine Hz. Peygamber
"Ben ancak bir beşerim, sizin gibi hatırlar, s zin gibi de unuturum" [407] buyurmuştur.
Diğer taraftan sair insanlar gibi Hz. Peygamber de sevinir ve neşelenirdi. Sahabe onun neşesini de yüzünden anlardı. Ka'b b. Malik (ö. 40-51) "O neşelenince yüzü ay parçası gibi aydınlanırdı ve biz sevindiğini bundan anlardık" demektedir. [408]
Hatta zaman zaman insanlar arasında mizah unsurunu dahi ihmal etmeye Rasûlullah, oldukça güzel şakalar ve seviyeli espiriler yapar, ama bunları yaparken de haktan ayrılmamaya özen gösterirdi. Daha çok kelime oyunu, mecaz veya tevriye şeklinde olan ve mantığa dayanan espirilerini bazılan anlayamazken, onun bu yönünü iyi bilen bazı sahâbîler de mukabil şakalar yapmakta gecikmemişler ve kaynakların naklettiği güzel latifeler ortaya koymuşlardır. [409]
Fakat Hz. Peygamberin bu yönünü bilmeyenler onun şaka yaptığını görünce şaşırmışlar ve "Ey Allah'ın Rasulü, gerçekten sen de bizimle şakalaşıyorsun (öyle mi)?!" deyince O,
"Ama ben ancak hakkı söylerim" [410] diye cevap vermişlerdir. Bu şaşıran sahâbîlerin kim olduklarırını bilmiyoruz. Muhtemelen onlar, ya şaka ve şakalaşmadan, ve bunu O’ndan beklemeyen sahâbîlerdir; ya da, Hz. Peygamberi yakından tanımayan ve bir Peygamberden böylesi beşerî tezahürlerin sudur edebileceğine ihtimal vermeyen dışarıdan gelen heyetlerdendir.
Yine Hz. Peygamberin güreştiği ve yarıştığı da rivayet edilmektedir. Meşhur pehlivan Rukâne ile yaptığı güreşte onu yıkmış, [411] eşi Hz. Aişe ile yaptığı koşulardan ancak ikincisinde onu geçebilmiştir. [412] Neredeyse hiç geçilemeyen devesini, devesiyle bir bedevinin geçivermesi, sahabenin zoruna gitmiş, bunun üzerine Hz. Peygamber
"Dünyada yükselen herşeyin, birgün geri indirilmesi ilâhi bir hakikattir" [413] buyurarak onlara her kemalin bir zevali olduğu gerçeğini hatırlatmıştır.
Hz. Aişe'nin anlattığına göre Mina (Kurban Bayramı) günlerinde, iki cariye onun odasında def çalmış, Hz. Peygamber de (sadece) elbisesine bürünmüş (ve onlara bunu yasaklamamıştı.) Az sonra gelen Hz. Ebû Bekir onları azarladığında Peygamber:
"Bırak onları ey Ebû Bekir! Çünkü bu günler bayram günleridir.” buyurmuştu. Aynı şekilde Habeş'lilerin mesciddeki oyunlarına bakması için Hz.Aişe’yi de götürmüş, Habeş'lileri de Hz. Ömer azarlayıp kovmaya kalkışınca yine Hz.Peygamber müdahale ederek
"Bırak onları (gösterilerini) rahatça yapsınlar!" buyurmuştu. [414]
Bazı varyantlarda Hz. Ebû Bekir'in cariyeleri azarlarken "Hz. Peygamberin de şeytan çalgısı mı?!" diyerek çıkışması, [415] def ile yapılan bu mûsikiyi de şeytana izafe etmesi, onun, müziği caiz görmediğini, kendisine vahy inen bir Peygamberin evinde ise buna asla müsaade edilmemesi gerektiği düşüncesinde olduğunu gösterir. Ancak rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla o, Allah'a isyan ve batıl inanaçlar içermeyen bu tür mûsikilerin, neşe ve sürür günleri olan Bayram günlerinde caiz olduğunu bilmediği gibi, uyuduğunu zannettiği Hz. Peygamberin bu mûsikilerden haberdar olduğunu da bilmemekteydi. Zira Hz. Peygamberin müsade ettiği birşeye Hz. Ebû Bekir'in yine onun huzurunda ve bu şekilde karşı çıkması düşünülemezdi. [416] Diğer taraftan ister Hz. Peygamberin iznini alarak olsun, isterse onun engin hoşgörüsüne sığınarak olsun, Hz. Aişe'nin, Rasûlullah'ın yanında cariyelere def çaldırması, babasının aksine, o anda Hz. Peygamberi müsamahakâr bir eş olarak gördüğünü açıkça gözler önüne sermektedir.
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber cariyelerin şarkılarına, Habeşlilerin oyunlarına değil, onlara karşı çıkan Hz. Ebû Bekir ve Ömer'e müdahale etmiştir. Bizce bu iki büyük sahâbî, bu tür oyun ve eğlencenin, Allah'ın evi olan mescidde ve Rasul'ünün evinde icra edilmesine karşı çıkmışlardır. Hz. Peygamber ise, her yönüyle örnek bir insan olarak, oyun ve eğlenceden caiz olanlarını da bu vesilelerle göstermiş olmaktaydı.
Bazı rivayetlerde ise, o cariyelerin söyledikleri şarkılar içerisinde:
"Aramızda yarın ne olacağını bilen bir Peygamber var" demeleri üzerine Hz. Peygamber
"Ama bunu demeyin, zira yarın ne olacağım ancak Allah bilir " [417] ikazında bulunmuştu.
Hz. Peygamberin bu hoşgörüsü, tevazuu, sabrı, halim selim ve sakin oluşu karşısında sahabe, O’nun yanında daha rahat ve serbest haraket etmekteydi. Sa'd b. Ebi Vakkas'ın (ö. 55) anlattığına göre birgün Kureyş'ten bazı kadınlar, Hz. Peygamberin yanında biraz fazlaca ve yüksek sesle konuşuyorlar iken, Hz. Ömer'in geldiğini duyar duymaz derhal kendilerini toparlamışlardı. İçeri girdiğinde Hz. Peygamberin güldüğünü gören Hz. Ömer, "Allah yüzünden gülmeyi hiç eksik etmesin (niçin gülüyorsun ey Allah'ın Rasulü?)" diye sorunca, O:
"Benim yanımdayken rahatça duran şu kadınların, senin sesini duyunca derlenip toparlanmalarına hayret ettim de" diye cevap vermişti. Bunun üzerine Hz. Ömer "Ey Allah'ın Rasulü, sen onların çekinmelerine daha layıksın" dedikten sonra o kadınlara da "Ey kendilerinin düşmanları! Demek Allah'ın Rasulünden çekinmiyorsunuz da, benden mi çekiniyorsunuz?!" diye çıkışınca onlar da "Evet, sen Rasûlullah'tan daha sert ve katı kalplisin!" demişlerdi. [418]
Hz. Peygamber ile sahabe arasında zannedildiği gibi bir resmiyet ve sun'îlik olmadığını, aksine tamamen samimî ve tabiî bir ilişki olduğunu göstermesi açısından şu rivayetler de dikkat çekicidir: Cabir b. Semure'ye (ö. 73) Rasûlullah ile birlikte oturup, diğer insanlarla yaptıkları gibi sohbet ve muhabbet edip etmedikleri sorulunca o, "Evet, çok defa (yapardık), Rasûlullah (s.a.v.) sabah namazını kıldıktan sonra namazgahından güneş yükselinceye dek kalkmazdı. O arada sahabe onunla birlikte konuşurlar, mescidde şiirler okurlar, insanlar cahiliyye işlerini anarlar ve gülerler, o da tebessüm ederdi" [419] diye anlatmıştır. Zeyd b. Sabit (ö. 45) ise böyle bir soruya "Dünyadan bahsedersek, bizimle beraber o da bahseder; yemekten söz edersek, bizimle beraber o da söz ederdi. Bütün bunları da mı size haber vereyim?" şeklinde cevap vermişti. [420]
Sahabe, bir insan olarak Hz. Peygamberin vücudunun tıpkı kendileri gibi çeşitli ârizî durumlardan, dış etkilerden, hastalık vb. değişik sebeplerden dolayı nasıl etkilendiğine de tanık oluyorlar ve bunu gayet normal görüyorlardı.
Nitekim onlar, Hz. Peygamberin bazen uzun süre namaz kılması sebebiyle mübarek ayaklarının nasıl şişip çatladığını, [421] üzerine yatmış olduğu hasırın vücudunda nasıl iz yaptığını, [422] hastalandığında nasıl şiddetli ağrı çektiğini, ateşinin ne kadar yükseldiğini. [423] başağrısı ve çeşitli rahatsızlıklardan dolayı birçok defalar hacamat yaptırıp kan aldırdığını, [424] Uhud Savaşında ne şekilde yaralandığını, [425] attan düşerek derisinin yüzüldüğünü ve bu sebeple oturarak namaz kıldırdığını[426] tek tek haber vermişler ve kaynaklarımız da bunlan bizlere nakletmişlerdir. Sahabe Hz. Peygamberin ayaklarının şişmesine veya hasırın vücudunda iz yapmasına değil, bunları sırf kendi arzusu ile yapmasına şaşırmışlardır. Onlar, yukarıdaki rivayetlerde ona, geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış olduğu halde niçin bu kadar namaz kıldığını sormuşlar ve karşılığında
"Çok şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını almışlardır. Yine hasırın izlerini onun vücudunda görünce duygulanıp ağlayan Hz. Ömer, "Şu Kayser ve Kisra mal mülk içinde saltanat sürerlerken, sen Allah'ın Rasulü ve seçtiği kulu olarak bu çardaktasın?" deyince, Hz. Peygamber
"Ey Hattab oğlu, dünyanın onların, ahiretinse bizlerin olmasını istemez misin?" diye cevap vermişti.
Ve nihayet beşer oluşun en büyük tezahürü olan ölümü Allah'ın sevgili Rasulü de tatmış, sahabeden bazılarının gözleri önünde ruhunu teslim ederek Allah'a kavuşmuştur. Sahabe, Ahirete irtihal eden her müslümana yaptıkları gibi, O’nu da yıkamışlar, kefenlemişler, namazını kılmışlar ve toprağa vermişlerdir. [427]
Kaynaklarımızdaki bazı rivayetlerde yer alan Hz. Ömer'in çeşitli gerekçeler ileri sürerek Rasûlullah'ın ölmediğini veya mutlaka geri gönderileceğini söylediğine dair gelen rivayetler [428] şayet sahih ise, kanaatimizce bu Hz. Ömer'in, çok sevdiği Peygamberinin beklenmedik ayrılışı karşısında şok haliyle söylediği, şuursuzca sarfettiği ifadelerinden başka birşey değildir. Ömer başta olmak üzere şok halini yaşayan sahabeyi sakinleştirmeye çalışan Hz. Ebû Bekir ise gayet metin olarak onlara şu şekilde hitap etmiştir: "Kim Hz. Muhammed'e tapıyorsa, bilsin ki, Hz. Muhammed vefat etmiştir. Kim de Allah'a tapıyorsa, bilsin ki, Allah diridir ve ölmez. Nitekim O Allah şöyle buyurmuştur:
"(Habibim,) sen de Öleceksin onlar da ölecekler. [429] Muhammed, sadece bir Rasuldür. Ondan öncede Rasuller gelip geçmiştir. Şimdi o ötür, yada öldürülürse, siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez.Allah şükredenleri mükafatlandıracaktır" [430] Onun bu hutbesiyle herkes yatışmış acı hakikati kabul etmişlerdir.
Kimileri canlarından çok sevdikleri Allah Rasulünden ayrıldıkları için ağlarken, Hz. Peygamberin dadılığını yapmış olan Ummu Eymen (ö. 11) gibi bir hanım, Hz. Peygamberin vefatına değil, vefatıyla göğün haberinin, yani vahyin kesilmesine ağlamıştır. [431] Yine bazıları, onun vefatından sonra fitneye düşme korkusuyla ondan önce ölmüş olmayı arzularken, Ma'n b. Adiyy (ö. 11) gibi bir sahabî ise, Peygamberini hayatta iken nasıl tasdiklediyse, vefatından sonra da onu aynı şekilde tasdik edebilme arzusuyla bunu hiç istememiş ve Yemame'de şehit olmuştur. [432]
Şu halde biz, Hz. Ömer ve bazı kimselerin Hz. Peygamberin ölmediği veya ölmeyeceği gibi bir inanç ya da saplantı içerisine düşdüklerine asla ihtimal vermemekteyiz. Bunlar o halet-i ruhiye içerisinde acı haberin verdiği psikolojik bir reaksiyondan, depresyondan öteye geçmez.
Verdiğimiz bu misaller, kısmen de olsa Hz. Peygamberin beşeri yönünü ve sahabenin bu açıdan ona bakışlarını yansıtmak için yeterlidir. Buradan anlaşılmaktadır ki, sahabe hem Kur'an'ın, hem de bizzat Hz. Peygamberin hassasiyetle üzerinde durduğu onun beşer vasfını daima dikkate almışlar, bunu bilfiil yaşayarak idrak etmişler, onu bir melek veya beşerüstü bir varlık olarak görmemişlerdir. O, kendisinin de ifade ettiği gibi bir kral değildir, ama sahabeden gördüğü ilgi, saygı, bağlılık hiçbir krala nasip olmamıştır.
Diğer taraftan Allah Rasulü, onların nazarında sıradan bir insan da değildir. O, bir Peygamberin taşıdığı bütün özellikleri de taşımaktadır. Onun, kendisine vahy gelen bir Rasul oluşunu sahabe hiçbir zaman gözardı etmemiştir. Bu nedenle Hz. Muhammed ile sahabe arasındaki ilişkiler, sahabe ile beşer Rasul arası ilişkiler olarak gerçekleşmiştir. Bu ilişkilerde genel olarak Kur'ânî ve nebevi ölçüler hakimdir. Bundan dolayıdır ki, Hz. Muhammed ile sahabe arasındaki beşerî münasebetlerde, Rasûl ümmet ilişkilerinde, yönetici-tebaa ilişkilerinde genellikle bu ölçü, denge ve itidal korunmuştur. Sahabenin bu Peygamber anlayışı, aym şekilde sünnet anlayışı için de fazlasıyla geçerlidir. Dolayısıyla, onlann sünnet anlayışını işlerken de, bu husus belirgin bir şekilde kendisini gösterecektir. Burada bu kadarıyla iktifa ederken, Kur'an'ın Hz. Peygambere söylemesini emrettiği şu ayetlerle noktalıyoruz:
"De ki Ben Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece bir beşer-Rasül değil miyim?'' [433]
"De ki Ben de sizin gibi bir insanım; (tek farkla ki) Tanrınızın bir tek Tanrı olduğu bana vahyolunuyor. " [434]
"De ki: Ben size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem. Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum." [435]
Hz. Peygamberin, bir insan olduğunu vurgulayan ayetlerde altı çizildiği gibi, O'nun diğer insanlardan en önemli farkı kendisine vahyedilmesidir. O, inen vahy’lerle Allah tarafından nübüvvet ve risalet ile görevlendirilerek peygamber olmuştur. Hz. Peygamber, kırk yaşında iken kendisine inen vahye ilk önce kendisi inanmış, [436] [437] ardından bu ilahî mesajı, adetâ bir sır gibi, ancak kendisini çok yakından tanıyanlara açmış, onlar da onu tasdik etmiş ve getirdiği mesaja inanmışlardır. Her ne kadar vahy tecrübesini Hz. Peygamber bizzat yaşıyorsa da, şüphesiz bir başkası için bu, sadece bir iddiadan öteye geçmiyordu. Zira bu aşamada o, yalnız başına yaşadığı bu tecrübeyi sadece yakın çevresindekilere anlatmış, risaletle görevlendirildiğini söylemiş ve onlara Kur'an'dan inen sûre ve âyetlerden bazılarını okumuştur. Özellikle gaybî konularda cin ve şeytan olgusunun Arap zihninde önemli bir yeri olduğu hatırlanacak olursa, Hz. Muhammed'in oldukça zor olan bu davasında, çevresi tarafından tasdik edilmesinde şu iki hususun büyük rolü olduğu anlaşılır:
1- Hz. Muhammed'in güvenilir şahsiyeti,
2- İnen vahylerin, Arap edipleri acze düşüren güçlü üslubu ve muhtevası.
Ancak bize öyle geliyor ki, işin başlangıcında, birinci faktörün, yani, onun Muhammedu'l-Emîn, güvenilir, hiç yalan söylememiş bir şahsiyet olmasının rolü, ikincisinden daha fazla idi. Yani O’na ilk inanan insanlar, onun şahsına itimad ettikleri ve onun herhangi yalancı bir sevda, ya da uçuk bir hayâl peşinde olmadığını ve olamayacağını bildikleri için onu ve getirdiklerini kabul etmekteydiler.
Hz. Peygamberin nübüvvet ile görevlendirilişi, Rasûl olarak gönderilişi, ilk dönemde inen sûrelerin en önemli konusunu oluşturmaktadır. Hz. Peygamber kendisine yüklenen bu ilahi vazifeyi, çevresine söz konusu vahyleri okumak suretiyle duyurmaya çalışmaktaydı. Dolayısıyla aralannda kırk yıl gayet normal bir hayat yaşamış olan Hz. Muhammed'in bürünmüş olduğu bu yeni kimliğini, risalet misyonlu kişiliğini, inansın veya inkar etsin çevresindekiler, onun bu yönümü konu edinen ayetlerden dinliyorlardı. Elbette ona ve getirdiği vahye inanan sahabe için, Hz. Peygamberi ve misyonunu en güzel ve net bir şekilde anlatan, O’nu tanıtan, onun Allah, Kur'an ve insanlar nezdindeki konumunu belirleyen en önemli kaynak yine Kur'an idi. Bu sebepledir ki sahabe, Yüce Allah'ın kendilerine takdim ettiği bir peygamber tasavvuru ile yetişmekteydiler. Kur'an, bir taraftan O’nu bütün gerçekliğiyle takdim ve tavsif ederken, bir taraftan da câhili Arap zihniyetindeki olağanüstü güçlerle donanmış, melekleşmiş hatta âdeta ilahlaştırılmış[438] beşerüstü bir peygamber telakkisini tashih etmeye çalışmış, müşriklerin Hz. Peygamberden bu doğrultudaki beklentilerine en güzel cevapları vermiştir.
Bu câhili peygamber anlayışına sahip olan müşrikler, bir uyarıcı beklemekte olmalarına rağmen, onun "Kendileri gibi beşer neviinden oluşunu",[439] hele hele "(Mekke ve Taif gibi) iki büyük şehirin ileri gelenlerinden birisi olmayışını"[440] kabul edemiyorlardı. Oysa Kur'an'a göre, içlerinden, kendilerinden bir Rasûl gönderilmesi Allah'ın onlara büyük bir lütfuydu.[441] Ayrıca Allah risaletini nereye ve kime vereceğini daha iyi bilmekteydi ve Allah'ın rahmetini onlar taksim edecek değillerdi. [442] Fakat bu cahili peygamber telakkisinden dolayı müşrikler, böyle bir Rasulün, kendileri gibi yemek yemesini, çarşılarda yürüyüp gezmesini de kabullenemiyorlardı.[443] Onlara göre bir Peygamberin yanında, kendisine inmiş uyarıcı bir meleği, kendisine bahşedilmiş hazineleri, bağlar bahçeleri ve Rabbinden kendisine verilmiş mucizeleri olmalıydı. [444] Dolayısıyla onlar, Hz. Peygambere yerden pınarlar fişkırtmadıkça, aralarından ırmaklar akan hurma bahçeleri ve üzüm bağları olmadıkça, gökten parçalar inmedikçe, Allah'ı ve melekleri getirmedikçe, altından yapılma bir evi olmadıkça, göğe çıkıp hazır bir kitap getirmedikçe kendisine inanmayacaklannı haykmyorlar, Kur'an ise ona kısaca
"Ben Rabbimi tenzih ederim, ben sadece bir beşer-Rasûl değil miyim?" cevabını verdiriyordu. [445] İşte bu ve benzer ayetlerden, özellikle risalet vasfının, beşer vasfıyla bir arada bulunması-bütünleşmesi bakımından, cahili peygamber anlayışı ile Kur'ânî peygamber anlayışının birbirinden tamamen ayrıldığını görmekteyiz. Şu halde sahabedeki peygamber anlayışı, doğrudan Yüce Allah'ın ve zaman zaman da bizzat Rasûlullah'ın ortaya koyduğu Kur'anî bir peygamber anlayışına dayanmaktaydı. Bu sebeple, burada sahabedeki peygamber telakkisini tesbit bakımından bazı ayet ve hadislere atıfta bulunmamız yerinde olacaktır.
Kur'an, Hz. Muhammed'in, Allah'ın Rasûlü olduğunu, O'ndan önce de rasuller gelip-geçtiğini, O'nun ilk defa ortaya çıkan bir türedi olmadığını, ama peygamberlerin sonuncusu olduğunu açıkça ifade eder.[446] “O, müşriklerin iddia ettikleri gibi, kahin, mecnun, şair, büyülenmiş, büyücü, yalancı birisi [447] değildir, aksine büyük bir ahlâk üzere olduğu gibi, dosdoğru bir hidayet üzeredir. [448] Çünkü Yüce Allah O'nu hidayetle ve Hak din ile, bütün insanlara müjdeci ve uyancı, yol gösterici ve âlemlere rahmet olarak göndermiştir. [449]
Şimdi Kur'an'ın Hz. Peygambere yüklediği görevlerin, neler olduğunu kısaca hatırlatalım:
a- Şahidlik: Yüce Allah, ilk indirdiği sûrelerden 73. Muzzemmil Sûresinde
“Firavun'a bir Rasûl gönderdiğimiz gibi, şahid olarak size de bir Rasûl gönderdik" buyurmaktadır. [450] Bilakis Rasûlullah'ın "şahid oluşu", dünya ile ilgilidir ve kendisine risaletin verilmesiyle birlikte, hâl ile tebliğ niteliğinde icra ettiği önemli bir misyondur. Nitekim, Yüce Allah onu şahid, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdiğini hatırlattığı diğer bir ayette, bunun gerekçesini,
"Allah'a ve Rasûlüne inanmanız, onu desteklemeniz ve ona saygı göstermeniz için" [451] diye tasrih etmektedir. Buna göre, "şahid olma", hemen risaletin akabinde , müjdeleme ve uyarma görevlerinden de önce gelen ve insanlann Allah'a ve Rasûlüne inanmalarında rolü ve katkısı büyük olan bir durumdur.
Şu halde o, bir Rasul olarak, hakkın, vahyin şahididir, tanığıdır. O, risalet öncesi ve sonrası örnek şahsiyetiyle, bizatihi ilahî mesajın, risaletin en büyük delilidir. Yani Peygamber, Allah'ın dininin temel dayanakları olan ilkelerin gerçekliğine şehadet etmeli, bunlann hak, buna aykırı olan herşeyin ise batıl olduğunu açıkça söylemelidir. Uygulamada şehadetine gelince, yani Peygamber, bütün insanlara sunmak üzere görevlendirildiği şeyleri önce kendi nefsinde uygulayarak göstermelidir. O'nun karakter ve davranışları, davetinde ne kadar samimi olduğuna şehadet etmelidir. O'nun şahsı, getirdiği talimatın öyle bir modeli olmalıdır ki, onu gören bir kimse, tüm dünya, davet ettiği iman ile nasıl bir insan oluşturmak istediğini, o insana nasıl bir karakter yerleştireceğini ve bu insan sayesinde dünyada nasıl bir hayat tarzı, nasıl bir sistem kuracağını hemen anlayabilmelidlr. Buradan, Allah'ın Peygamberi şahit kılarak ona nasıl büyük bir sorumluluk yüklediği ve bu yüce makama layık olan şahsın ne kadar büyük bir şahsiyet olduğu fikri ortaya çıkmaktadır, [452]
b- Uyarma: Hz. Peygamberin risalet misyonunda, önemli ve öncelikli görevlerinin başında "inzâr" yani uyarma vazifesi gelmektedir. Vahyin verdiği endişe ve dehşetin etkisiyle yatağa giren Hz. Peygamberden ilk istenen, "Kalk ve uyar!" emri olmuştur. [453] Başlangıçta sadece yakın akrabalarına yönelik olan bu uyarma görevi, bilahare bütün Mekke'ye ve çevresine, nihayet Kur'an'ın ulaştığı herkese yöneltilmiş, böylece Hz. Peygamber, insanları Kur'an ve azab günü ile uyarmıştır. [454] Kendilerinden birisinin "uyarıcı" olmasına hayret eden müşriklere cevaben Kur'an, O'nun da önceki peygamberler gibi bir uyarıcı, hatta "Apaçık bir uyarıcı" olduğunu tekrar tekrar ifade etmiştir. [455]
Hz. Peygamber, Rasul olarak gönderilişinden,
"Artık emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırma!, yakın akrabanı uyar!" [456] şeklinde, dini açıkça ortaya koymasının emredilişine kadar üç yıl bu işi gizli yürütmüştü. [457] İbn Abbas'ın anlattığına göre bu ayetler inince Hz. Peygamber birgün Safa tepesine çıkıp bütün Kureyş'e seslenmiş, toplandıklarında ise onlara
"Ne dersiniz, size şu dağın arkasında (sizinle savaşmak üzere düşman) atlılar bekliyor diye haber versem, bana inanır mısınız?" diye sorunca onlar "Evet, zira biz senden hiç yalan işitmedik" dediler. Bunun üzerine,
"Öyleyse haberiniz olsun ki, ben, şiddetli azab öncesinde size gönderilmiş bir uyarıcıyım [458] ve:
“Allah bana en yakın akrabalarımı uyarmamı emretti. Bilin ki, 'Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur" demeniz dışında benim size ne dünyada bir menfaatim, ne de ahirette bir nasibim dokunur!" [459] buyurdu.
Yine Hz. Peygamber bu misyonunu, şu nefis teşbih ve temsiliyle şöyle anlatır:
"Benim ve Allah'ın bana verdiği misyonun misali, bir kavme gelip 'Ben çıplak, uyarıcıyım, düşman ordusunu gözlerimle gördüm. Derhal kaçın! Kaçın!" diyen kimsenin misaline benzer. O toplumdan bir kısmı, onun bu uyarısına itaat etmiş ve geceleyin sessizce kaçıp kurtulmuş; bir kısmı ise onu yalanlamış ve sabahleyin gelen ordu tarafından helak edilmiştir. [460] İşte bana itaat edip, getirdiğime tâbi olan kimsenin misali ile, bana isyan edip getirdiğim hakkı yalanlayanın misali buna benzer." [461]
Gerçekten de Allah tarafından gönderilen bu uyananın uyarısını, ancak zikr'e tâbi olan, kendisini görmediği halde Rahman'(a inanıp O'nun azabın)dan korkan, O'nun huzuruna haşrolunacağı korkusunu taşıyanlar dikkate alacak; kalpleri, kulakları ve basiretleri körelmiş kimseler bu ilahî uyarıya aldırış etmeyecektir. [462]
c- Müjdeleme: Hz. Peygamberin, uyancılıkla birlikte zikredilen diğer bir vasfı da, müjdeci oluşudur. [463] Yüce Allah
“Biz o (Kur'an'ı) senin dilinde (indirerek) kolaylaştırdık ki, onunla korunanları müjdeleyesin" buyurmaktadır. [464] Birçok ayette Hz. Peygamber, inanıp dürüst iş yapanlara, müminlere, sabredenlere, mütevazilere, muhsinlere, Allah'ın kullarına çeşitli mükafatları; [465] münafıklara, kafirlere ve ilahi mesajı duymak istemeyen müstekbirlere de acıklı bir azabı müjdelemekle emrolunmuştur. [466]
Şüphesiz müjdeleme, insanlara ümit aşılama, onlara aşk, şevk ve heyecan bahşederek motive etme, Hz. Peygamberin hem bizzat yaptığı, hem de ashabına emir buyurduklan önemli bir yöntemdir [467]
d- Öğüt verme: Bu aşamada bir Peygamber olarak Rasûlullah'tan istenen bir diğer görev de, insanlara va'z u nasihat etmesi, onlara öğüt vermesidir. O, Allah'tan kendisine gelen mev'ıza ve öğüt türü âyetleri, onlara hatırlatmakla da emrolunmuş ve her fırsatta bu görevini hakkıyla yerine getirmiştir. [468]
e- Davet: Risaletin veriliş sebeplerinden en önemlisi ve her Rasulün en büyük görevi insanlan Allah'a davet etmektir. Hz. Peygamberin misyonunu en kapsamlı bir şekilde anlatan şu ayette şöyle buyurulur: "Ey Peygamber! Biz seni şahid, müjdeci, uyarıcı ve izniyle Allah'a davetçi ve aydınlatıcı bir lamba olarak gönderdik. [469]
Hz. Peygambere, Rabb'inin yoluna hikmet ve güzel tavsiyeler ile davet etmesi, insanlarla en güzel bir tarzda mücadele etmesi emredilmiş, o da bu emre uygun olarak, insanları Allah'a basiretle davet etmiştir. [470] Hz. Peygamber, insanları Allah'a davet görevinde o kadar israrlı ve hırslı bir çalışma yürütmüştür ki, neticede Allah tarafından kendisine müteaddit defalar itab edilmiştir. [471] Ayrıca ondan davet çalışmaları esnasında müşriklerin her türlü olumsuz tepkilerine karşı daima sabırlı olması da istenmiştir. [472] Şüphesiz vahyin güdüm ve gözetiminde [473]devam eden davet çalışmalarında, Rabbani ve nebevi bir stratejinin takip edildiği görülür. Onun hedefine ulaşmak için takip ettiği merhaleler, kullandığı vasıtalar, gözettiği ilkeler ve şartlara göre ortaya koyduğu farklı metodlar, gerek sahabe için, gerekse bütün ümmet için davet yönteminin ideal bir pratiğini oluşturur. Onun çok yönlü olarak ortaya koyduğu bu nebevi davet metodu, günümüz davetçilerinin de önünü aydınlatacak en büyük ışıktır. Bu sebepledir ki, günümüzde O’nun davet metodu hakkında birçok çalışma neşredilmiştir. [474]
f- Teblîğ: Rasûlün aslî görevlerinden birisi de Allah'tan aldığı mesajları aynen insanlara ulaştırmasıdır. Hatta bu, risaletin en vazgeçilmez şartıdır denilebilir. Nitekim Yüce Allah
"Ey elçi! Rabbinden sana indirileni duyur! Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun!" buyurmuştur. [475] Hz. Aişe bu ayete dayanarak, Rasûlullah (s.a.v.)'ın Allah'ın Kitabından herhangi birşeyi gizlediğini iddia veya rivayet edenlerin yalan söyleyip, Allah'a iftira etmiş olacaklarını söylemektedir.[476] Çünkü yine onun ifadesine göre, "Eğer Allah Rasulü, Allah'ın kendisine indirdiklerinden birşeyler gizlemiş olsaydı, aleyhindeki şu ayeti gizlerdi:
"...(Zeyd'e) 'Eşini yanında tut, Allah'tan kork!" diyordun. Fakat Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekiniyordun. Oysa asıl çekinilmeye layık olan Allah idi.." [477] Dolayısıyla Hz. Peygamberin, hiçbir şekilde inen vahyleri gizlemesi, onları değiştirmesi veya ilavede bulunması sözkonusu değildir. [478] Nitekim Veda Haccında onu dinleyen sahabe de, O'nun tebliğ görevini yaptığına, risalet ve nasihat vazifelerini yerine getirdiğine dair şahitlik etmişlerdir.[479]
Hz. Peygamber, sadece kendisine indirilen vahye tabi olmakla emrolunmuştur. [480] O her ne pahasına olursa olsun insanların hidayetini veya itaatini sağlamakla memur değildir, O'na düşen yalnızca tebliğ etmektir.[481] Hz. Peygamber de bunun bilincindedir ve
"Ben sadece tebliğciyim, hidayet eden ise Allah'tır", [482]
"Allah beni tebliğci olarak gönderdi, zorlayıcı olarak göndermedi" demektedir. [483]
“Gerçekten de O, insanlar üzerine ne bir bekçi, ne insanların bir vekili, ne de bir zorlayıcıdır.” [484] Bu ve benzer ayetler, yine Hz. Peygamberin tebliğ ve davet görevinde fazlasıyla çaba sarfettiğini göstermektedir.
g- Tilâvet: Tebliğ vazifesinin en önemli kısmını, Hz. Peygamberin Rabb'ından gelen vahyleri, âyet ve sûreleri insanlara okuyarak duyurması oluşturur. [485] Hz. peygamber, daha önce Kitab nedir, iman nedir bilmezken, yine hiçbir Kitab okumuş yazmış birisi değilken, kendisine bir Kitap verileceğini de ümit etmezken, aralarında bu şekilde bir ömür boyu kaldıktan sonra ilahi irade O'nu Allah'ın Kitabını insanlara okumakla görevlendirmişti.[486] İnsanlara Allah'ın ayetlerini okuması, Hz. Peygamberin Kur'an'da anlatılan en büyük görevleri arasında zikredilmektedir. [487]
Buraya kadar zikrettiğimiz şahidlik, uyarma, müjdeleme, nasihat, davet, tebliğ ve tilavet şeklindeki Hz. Peygamberin görevleri, inanan inanmayan ayırımı gözetmeksizin genel olarak tüm muhataplara yönelik görevlerdir. Bundan sonra zikredeceğimiz görevler ise daha çok inananlarla ilgilidir.
h- Talîm: Hz. Peygamberin inen vahyleri tebliğ ve tilavetinin yanısıra, inananlara Kitabı, hikmeti ve hatta onlara bilmedikleri şeyleri öğretme gibi önemli bir vazifesi daha vardır. [488] Allah'ın Kitabını öğretmesi, daha çok amelî konularla ilgili olup, pratiğe yöneliktir. Ayetlerde ifade edildiği gibi onun talim vazifesi sadece Kur'an ile sınırlı değildir. O, Kur'an'ın yanısıra, hikmeti de öğretmektedir. Bazı alimlerimiz tarafından "sünnet" olarak anlaşılan hikmet, [489] sünnet olsun yada olmasın, O’nun öğrettiği bütün öğretileri ve hikmetli bilgileri ifade eder. Şüphesiz onun bilgilerinin asıl kaynağını Kur'an ve hikmet oluşturmaktaysa da, o, aklı, fetaneti, feraseti ve basireti kadar, tecrübe, çevre kültürü vb. başka kaynaklara da sık sık başvurmuştur.
O, vahiyle donanmış, hikmetle bezenmiş bilge bir muallimdir. Bazı rivayetlerde kendisinin de buyurdukları üzere o, muallim olarak gönderilmiştir. [490] İbn Mes'ud'un ifade ettiği gibi, Rasûlullah (s.a.v.) hayrın başlangıçlarınıda, sonuçlarını da öğretmiştir. [491] O, hayatın her alanında, insanlara faydalı olduğunu düşündüğü pekçok şeyi ashabına öğretmiştir. Hatta Hz. Peygamberin en ince ayrıntılara varıncaya kadar birçok şeyi öğretme cihetine gitmesi, müşrikler tarafından hayli yadırganmıştır. Nitekim Selman-ı Farisî'ye (ö. 36) "Sizin Peygamberiniz, tuvalet yapış tarzınıza kadar size herşeyi öğretmiş, öyle mi?!" şeklinde alayvâri bir soru yönelttiklerinde o, "evet" dedikten sonra, tuvalette kıbleye yönelmeme, sağ el ile, üçten az taş ile temizlenmeme, tezek veya kemik ile taharetlenmeme şeklindeki nebevi talimatları sıralamıştı. [492] Hz. Peygamber, bu tür detayları öğretirken
"Ben size, bir babanın evladına öğrettiği gibi öğretiyorum" demekteydi. [493]
Aksıran birisine, namazda olduğu halde "Allah sana merhamet etsin" dediği için, sahabenin sert bakışlarına ve omuz darbelerine hedef olan bedevi Muâviye b. Hakem es-Sulemî, namaz bittikten sonra Hz. Peygamberin kendisini çağırdığını ve kendisine namaz içerisinde insanların sözlerinden hiçbir şeyi söylemenin doğru olmayacağını; zira namazın, tesbîh, tekbîr, tehlîl ve Kur'an okumaktan ibaret olduğunu hatırlattığını söyledikten sonra, "Anam-babam ona feda olsun, vallahi ondan daha hayırlı bir öğreticiyi asla görmedim. Vallahi beni ne eleştirdi, ne de bana kızdı" demektedir. [494]
Yine Ramazan içerisinde yaptığı zıhan bozduğu için, kavmi tarafından bir hayli eleştirilen Seleme b. Sahr el-Beyazî adlı fakir sahâbî, Hz. Peygamber ile görüşüp durumunu ona arzettikten ve meselesini hallettikten sonra kavmine dönerek şöyle diyor: "Ben, sizde dar görüşlülük ve anlayışsızlık; Rasûlullah (s.a.v.)'da ise hoşgörü ve anlayış buldum." [495]
I- Beyan: Hz. Peygamberin, Allah'ın Kitabını inananlara öğretmesinin diğer bir tarafının da, indirilen ayetlerin onlara açıklaması oluşturur. Yüce Allah:
"Sana da, insanlara kendilerine indirileni açıklayasın diye bu Zikr'i (Kur'an'ı) indirdik" buyurmaktadır. [496]
Hz. Peygamberin Kur'an'ı beyanı da çeşitli şekillerde olmaktaydı. O, bazen Kur'an'da bulunan bir hükmü, kendi lisanıyla ona uygun bir şekilde ifade etmiştir. Onun bu kabil beyanları, Kur'an'daki bazı konulara vurgu yapmayı, önemine işaret etmeyi amaçlamıştır. Hz. Peygamberin asıl beyanı; bazen Kur'an hükümlerinden mücmel olanı beyan, müşkil olanı tavzih ve mübhem olana açıklık getirme; bazen de umum olanı tahsis, mutlak olanı takyid etme şeklinde tahakk ediyordu.[497] Nüzul ve vürûd ortamlarının şahitleri, Kur'an ve Rasûlullah'ın muhatapları olan sahâbîler, Hz. Peygamberin, Kur'an'ı sadece tebliğ etmekle kalmayıp, aynı zamanda onu tatbik ve beyan ettiğini de müdriktiler. Rivayete göre tabiûndan bir şahsın, İmran b. Husayn'a (ö. 52) Kur'an'da aslını bulamadıkları bazı konuların rivayet edilmesinden yakınması üzerine İmran ona Kur'an'ı okuyup okumadığını sorar. Olumlu cevap aldıktan sonra ona "Peki, Kur'an'ın hiçbir yerinde yatsı namazının (farzının) dört, akşamın üç, sabahın iki, ikindi ve öğlenin dört rekat olduğuna rastladın mı?" diye sorar. Adam "hayır" deyince o, "Peki, bunları kimden aldınız? Bizden almadınız mı? Biz de Rasûlullah'tan almadık mı?" der. İmran, zekat ve hac ile ilgili bazı tatbikatı da aynı şekilde ondan aldıklarını söyledikten ve Hz. Peygamberin bazı yasaklarını hatırlattıktan sonra "Peki, Allah Teâlânın Kur'an'da şöyle buyurduğunu duymadınız mı? “Rasûl size neyi verirse onu alın, neyi de yasaklarsa ondan sakının." demiştir. [498]
Yine İbn Mes'ud'un (ö. 32), dövme yapana-yaptırana, yüzündeki kılları aldırana, güzellik adına Allah'ın yarattığı (beden, âzâ vb.) değiştirene ve dişlerinin arasını seyrekleştirene Allah'ın lanet ettiğini haber vermesinden ve bunları yapmayı Rasûlullah'ın yasakladığını hatırlattıktan sonra Yüce Allah'ın
"Rasul size neyi verirse onu alın, sizi neyi de yasaklarsa ondan sakının" ayetine dayanmasında da aynı anlayışı görmekteyiz. [499]
Hz. Aişe'nln (ö. 57), hayızlı hanımın orucunu kaza ettiği halde, niçin namazını kaza etmediğini soran hanıma kızarak, kendilerinin Rasûlullah döneminde orucun kazasıyla emrolundukları halde, namazın kazasıyla emrolunmadıklarını hatırlatması da bu cümledendir. [500]
Aynı şekilde İbn Ömer'e (ö. 73) "Biz Kur'an'da korku ve hazar namazını bulduğumuz halde, sefer namazını bulamıyoruz?" diye sorduklarında O, "Ey yeğenim, biz birşey bilmezken Allah bize Muhammed (s.a.v.)'i gönderdi ve biz de onun ne yaptığını görmüşsek öyle yapıyoruz" cevabını vermişti. [501]
Çeşitli konular hakkındaki sahabenin bu yaklaşımları, onların Hz. Peygamberin Kur'an dışında da belli hükümler getirdiğini, Kur'an üzerine bazı ziyade hükümler koyduğunu ve Kur'an'da bulunmayan birçok beyanlan bulunduğunu kabul ettiklerini gösterir. [502]
Hz. Peygamberin beyan misyonu içerisinde mütalaa edilmesi gereken diğer bir husus da; onun, Kur'an'da zikredilmeyen bazı şeylerin hükmünü beyan edip, onları ilgili Kur'an hükümlerinin kapsamına dahil etmesidir. Bununla, Kur'an'ın arzetmiş olduğu, maruf-münker, helal-haram, tayyibât-habâis gibi genel hükümlerin altına girebilecek yeni hükümler beyan etmesini kastediyoruz. Kur'an, indiği dönemde yaygın olan bazı kötülükleri, pis olan şeyleri ve haramları zikrederken, [503] bazı ayetlerde ise, sadece genel olarak güzel şeyleri helal kıldığını, gizli-açık her türlü ahlaksızlığı haram kıldığını ifade buyurmuştur.[504] Kur'an'ın belirlediği az sayıdaki haramlar ile münkerâtın dışında, Hz. Peygamberin nelerin bu kategoriye gireceğini, nelerin de helal ve temiz addedilebileceğini beyan etme görevini şu ayete dayandırmaktayız:
"Onlar ki, ellerindeki Tevrat ve İncil'de yazılı bulunan o elçiye, o ümmî Peygambere uyarlar. O (Peygamber) ki, kendilerine iyiliği emreder, onlara kötülüğü yasaklar; onlara temiz ve hoş olan şeyleri helal, pis ve çirkin olan şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları kaldırır. O Peygambere iman edip, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura tabi olanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır." [505]
Şâtıbî (ö. 790), Hz. Peygamberin bu husustaki beyanının, Yüce Allah'ın helal kıldığı tayyibât ile haram kıldığı habâis şeklindeki iki aslın arasında kalan ve ikisinden birine dahil edilmesi mümkün olan hususların durumlarını vuzuha kavuşturmak olduğunu belirttikten sonra, bu cümleden olarak, Hz. Peygamberin vahşi hayvanların, yırtıcı pençeli kuşların ve ehli eşeklerin, pislik yiyen ellâle" denilen hayvanların yenilmelerini "habâis" kategorisinde gördüğü için nehyettğini, [506] öte taraftan, keler, toy, tavşan vb. hayvanları da "tayyibât”a dahil ettiğini anlatır [507]ve şu habere yer verir: İbn Ömer'e kirpinin yenilip yenileyeceği sorulunca, o, sorana "ye!" demiş, ve
"De ki bana vahyolunanda (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki pistir- ve Allah’tan başkası adına kesilmiş fısk(hayvan)dan başka birşey bulamıyorum" ayetini okumuştu. Onlardan birisi, "Fakat Ebû Hureyre Hz. Peygamberin kirpi için “o habâisten bir habistir" buyurduğunu rivayet ediyor" deyince İbn Ömer "Eğer Hz Peygamber öyle buyurmuşsa, mesele onun buyurduğu gibidir" demiştir. [508]
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir husus da, Hz. Peygamberin beyanlarının ne kadar olduğu, diğer bir ifade ile beyan etmediği konuların bulunup bulunmadığı meselesidir.
Ma'mer b. Raşid'in (ö. 153), arkadaşı İmran'dan naklettiği mürsel bir habere göre Rasûlullah (s.a.v.), "Sizi cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak hiçbir şey bırakmadım, hepsini size beyan ettim" buyurmuştur. [509]
İmam Şafiî de (ö. 204), senediyle benzer bir haber aktarır. Muttalib b. Hantab'ın naklettiğine göre bu rivayette Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın size emrettiği hiç birşeyi terketmeyip size emrettim. Yine Allah'ın size yasakladığı hiçbir şeyi terketmeyip size yasakladım," [510]
Ancak, bu konuda Hz. Ömer'den gelen farklı bir değerlendirmeye rastlamaktayız. Bazı kaynaklarımız onun şöyle dediğini nakletmektedir: "Şu üç şeyi Rasûlullah (s.a.v.) bize beyan etmiş olsaydı, bu benim için dünyadan ve dünyadakilerden sevimli idi. Bunlar; hilafet, kelâle ve ribadır." [511] İkinci bir rivayette ise, faiz yerine, zekat vermeyenlere savaşın helal olup olmaması zikredilmektedir. [512]
Kaynaklarımızda yer alan başka bir habere göre Hz. Ömer, bir hutbesinde, şarap ve çeşitli içkilerin insanın aklını karıştırdığından söz ederken, aklını karıştıran bu konuları hatırlayarak şöyle demiştir: "Ey insanlar! Şu üç şey var ki, Rasûlullah (s.a.v.)'ın bu konularda nihâi bir beyanat vaz'etmiş olmasını çok isterdim. Bunlar; dedenin mirası, kelâle ve ribâ çeşitlerinden bazılarıdır." [513]
Şa'bî'nin (ö. 103) naklettiği diğer bir haberde ise onun şöyle dediği nakledilmektedir: "Ey insanlar! acaba size helal olmayan birşeyi mi emrediyor, ya da helal olan birşeyi mi size haram kılıyoruz, bilmiyoruz? Çünkü en son inen ribâ ayeti idi ve Rasülullah (s.a.v.) onu beyan etmeden vefat etti. Şu halde siz şüpheli olanı bırakın, şüpheli olmayana bakın!" [514]
Görüldüğü gibi zikrettiğimiz bu rivayetlerin her birinde Hz. Ömer üç husustan söz etmiş olmasına rağmen, muhtemelen râvî tasarruflarından kaynaklanan bir muhteva farklılığı neticesinde, onun Rasülullah (s.a.v.) tarafından beyan edilmiş olmasını çok arzuladığı bu meseleler; kimin halife olacağı, kelâlenin kim olduğu, riba, dedenin mirası ve zekat vermeyenlere savaş ilan edilip edilemeyeceği olmak üzere beş hususa çıkmaktadır. Fakat asıl problem; kelâle, dedenin mirası ve faiz meselelerinde odaklanmaktadır.
Ukbe b. Amir'e (ö. 58) göre, sahabeyi en fazla uğraştıran, en çetrefil konu kelâle meselesiydi [515]Kelâleden söz eden iki ayet inmiş olmasına rağmen, [516] Hz. Ömer için konu tam olarak vuzuha kavuşmamış olacak ki, Rasûlullah'a kelaleden sormuş, o da,
"Bu hususta yazın inen 4. Nisa Suresinin son ayeti sana yeter" buyurmuş [517]ve başka bir açıklama yapmamıştır. Ancak, ilgili ayetteki açıklamalara ve orada Yüce Allah'ın
"Şaşırmamanız için Allah size (hükmünü) açıklıyor" buyurmasına rağmen, Hz. Ömer'in "Allahım, kelâleyi beyan ettiğin kimselere ettin, ama ben hâlâ anlayamadım" dediği nakledilmektedir. [518]
Bütün bu rivayetlerin toplamından, Yüce Allah'ın kelâle konusunda indirdiği iki ayeti Hz. Peygamberin yeterli bulduğu, ancak Hz. Ömer'in meseleyi yine de tam olarak kavrayamadığı ortaya çıkmaktadır. Anlaşılan o ki, Hz. Ömer, içki ile ilgili ayetler tedricî olarak indikçe, "Allahım, bize şarap hakkında (sadra) şifa olacak / yeterli bir beyan indir" diye dua ettiği gibi, [519] bu konuda da hiçbir tereddüde mahal kalmayacak şekilde net bir beyan istemekteydi. Ancak Şâtıbî'nin (ö. 790) de dediği gibi, bu ve benzeri bazı meseleler, sahabe ve diğer müctehidlerin içtihadına bırakılmıştı. [520]
Nitekim, Hz. Ebû Bekir'e kelâle sorulunca o, "Size bu hususta reyimle cevap vereceğim, eğer doğru ise, Allah'tandır, hatalı ise benden ve şeytandandır" dedikten sonra, onun, "(Kendisine varis olacak) babası ve oğlu olmayan kimse" olduğunu söylemiştir. [521]
Hz. Ömer ise. Önce 4. Nisa 176. ayetten hareketle kelâleyi "(kendisine varis olacak) çocuğu olmayan" şeklinde anlamış, sonra halife olunca "Hz. Ebû Bekir'in söylemiş olduğu birşeyi reddetmekten Allah'a sığınırım" diyerek onun görüşünü benimsemiş, ölüm döşeğinde ise kelâle konusunda kat'î bir görüşü olmadığını bildirerek, meseleyi ümmete bırakmıştır. [522]
Hz. Ömer'in sözünü ettiği ve kendisine kapalı gelen dedenin mirası meselesinde de, hem onun, hem de diğer sahâbîlerin birçok ihtilafı vardır. O kadar ki, Ubeyde b. Amr (ö. 72), sadece bu mesele hakkında Hz. Ömer'den birbirinden farklı yüz hüküm bellediğini söylemektedir. [523]
Riba konusunda ise Hz. Ömer'in muhtemelen riba'l-fadla [524] işaret ettiğini, zira riba'n-nesîe (veresiye satıştan doğan riba) [525] nin sahabe arasında ittifakla kabul gördüğünü söyleyen İbn Hacer'e (ö. 852) göre, sözün akışından Hz. Ömer'in faiz ile ilgili bazı konularda nasslara sahip olduğu, ancak kalan bazı hususlarda bilmediği hükümleri de Hz. Peygamber'den öğrenmek istediği anlaşılmaktadır. [526]
Biz faiz konusunda Hz. Ömer'in oldukça hassas ve ihtiyatlı olduğunu, muamelelerde faizin tahakkuk etmesi korkusuyla daima dikkatli davrandığını bilmekle birlikte,[527] kelâle ve dedenin mirası meselelerinde olduğu gibi, onun çözemediği veya ihtilaf ettiği bir faiz meselesine rastlayabilmiş değiliz. Her rivayette Hz. Ömer'in saydığı bu üç husustan üçüncüsünün, faiz değil de, zekatı vermeyenlere savaş açılıp açılmayacağı meselesi olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Abdurrazzak'tan (ö. 211) kaydettiğimiz rivayetlerden birisinde durum böyle olduğu gibi, [528] onun bu konuda Hz. Ebû Bekir ile yapmış olduğu tartışma da çok meşhurdur. [529]
Yoksa onun bu sözlerinden Hz. Peygamberin bu konularda hiçbir beyanı olmadığı sanılmamahdır. Çünkü bu meseleler hakkında hem Kur'an'ın, hem de Hz. Peygamberin beyanları mevcuttur. Şu kadar var ki, ilgili ayetlere ve rivayetlere rağmen, farklı anlayışlar ortaya çıkabilmiştir. Diğer bir ifade ile, birçok konuda olduğu gibi, bu husustaki nasslar da, farklı ictihadların serdedilmesine müsaittir.
Hulasa, gerek Kur'an'da Yüce Allah, gerekse O'nun Rasulü, özellikle o günkü muhatapların ihtiyaç duydukları konulan yeterli gördükleri oranda beyan etmişlerdir. [530] Kur'an ve Sünnetin ortaya koyduğu beyanatın ilahî iradenin arzuladığı miktarda gerçekleştiğini, insanların hidayetini, dünya ve ahiret saadetini temin edebilecek kadar genel ilkelerin, külli kaidelerin vaz’ edildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yalnızca Hz. Ömer'in dile getirdiği birkaç husus ise, cüz'î fer'î meselelerden ibaret olup, ümmetin içtihadına bırakılmış ve sahabeden itibaren müctehidler bu meseleleri kendi reyleriyle çözmeye çalışmışlardır. Anlaşılan o ki, sahabe, Hz. Peygamberin gerek Kur'an hakkındaki ve gerekse onun dışındaki beyanlarına daima değer vermişler, özellikle Peygamber vasfıyla ortaya koyduğu her türlü beyanat ve talimatına itibar etmişlerdir.
1- Tezkiye: Hz. Peygamberin Kur'an'da bahsedilen görevlerinden biri de tezkiyedir. [531] Kısaca tezkiye, Hz. Peygamberin tebliğ ettiği ilahi ve nebevi öğretiler vasıtasıyla, inananları ve onlardan oluşturduğu toplumu, maddî ve manevî her türlü pislikten arındırma, temiz bir toplum oluşturma vazifesidir. Kanaatimizce Cafer b. Ebû Talib'in (ö. 8) Habeşistan'a hicret ettiklerinde Necaşî'ye hitaben söylediği şu sözler, Hz. Peygamberin tezkiye görevini bütün yönleriyle ortaya koymaktadır:
"Ey Kral! Biz putlara tapan, ölü eti yiyen, her türlü fuhşiyatı yapan, akraba ilişkilerini koparan, komşuya kötü davranan cahili bir toplum idik. Bizden güçlü olan, zayıf olanı yerdi. İşte Allah bize içimizden nesebini, doğruluğunu, güvenilirliğini ve iffetini bildiğimiz bir Rasûl gönderinceye kadar bu haldeydik. Oysa gönderilen bu Rasûl, bizi, Allah'ı birlemeye, O'na kulluk etmeye, O'ndan gayrı babalarımızın taptığı taş ve putları terketmeye çağırdı. Bize doğru sözlülüğü, emaneti yerine getirmeyi, akrabalarla ilişkileri devam ettirmeyi, iyi komşuluğu, haramlardan ve kan dökmekten el çekmeyi emretti ve bize fuhşiyatı, yalan sözle şahitliği yetim malı yemeyi, iffetli hanımlara iftira etmeyi yasakladı. Bize yalnızca bir Allah'a kulluk etmemizi ve O'na hiçbir şeyi şirk koşmamayı emretti, namazı, zekatı ve orucu emretti." Daha başka İslam emirlerinden saydıktan sonra devamla "Biz de onu derhal tasdik ettik, ona inandık ve Allah'tan getirdiğine uyduk, yalnızca Allah'a kulluk ettik ve O'na hiçbir şeyi şirk koşmadık. Onun bize haram kıldığını haram, helal kıldığını da helal kıldık..." [532]
Gerçekten de Hz. Cafer'in çok veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, Hz. Peygamber, asırlardır süregelen bir cahiliyye toplumunu, 23 yıllık risaleti süresince asr-ı saadet toplumuna çevirmeyi başarmıştır. Allah'ın hidayeti ve Hz. Peygamberin tezkiyesi neticesinde cahiliyye döneminin zorba ve müşrik insanlarının, çok kısa sürede gerçekleşen bu toplumsal değişimle, nasıl örnek bir nesil olduklarına tarih şahittir. İşte bu sebeple olmalıdır ki, bazı usulcülerimiz, "Rasûlullah (s.a.v.)'ın nübüvvetini isbat için hiçbir mucize olmasa dahi, sadece onun ashabı bile (bunun isbatına) yeter" demişlerdir. [533] Yani, O'nun tezkiyesiyle oluşan bu yeni ve medenî toplumun, bir "ashab-ı kiram" toplumunun vücuda gelmesi âdeta mucizevî bir değişimdir ve yalnızca böyle bir neslin oluşumu bile onun Peygamberliğini isbat için yeterlidir.
Hz. Peygamberin beşer ve risalet vasıflarından sonra diğer bir vasfı da, hâkimlik vasfıdır. Biz, bu vasfıyla onun hem Kur'an ahkamım tatbik etmesini, hem de müslümanlar arasında ortaya çıkan davalara bakmasını, insanların sordukları çeşitli meselelere fetvalar vermesini kastediyoruz. O, Kur'an ahkamını tatbik ettiği gibi, Kur'an dışında da hükümler ve fetvalar verdiğinden, onun bu vasfında risalet yönü ile, beşeri yönü birleşmektedir.
Hz. Peygamber, hem devlet başkanı sıfatıyla, hem de hakim sıfatıyla Allah'ın indirdikleriyle ve adalet üzere hükmetmekle emrolunmuştur. [534] Bu hususta Yüce Allah
"Biz sana Kitab’ı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin." buyurmuştur. [535] Hz. Ömer, bu ayetin zahirine dayanarak. Yüce Allah'ın Rasulüne göstermesi sebebiyle onun reyinin isabetli, kendi reylerinin ise, yalnızca zan veya tekellüften yani zorluğu üstlenmekten ibaret olduğu kanaatini dile getirmektedir. [536]
Kaynağı ister Kur'an olsun, isterse kendi içtihadı olsun, Hz. Peygamberin verdiği nihâî bir hüküm, bütün müslümanlar için bağlayıcıdır. Nitekim ilgili ayetlerde, Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı olmadığı bildirilmiş, [537] Hatta Yüce Allah kendisi üzerine yemin ederek, müslümanların, aralarında çıkan çekişmeli işlerde, Hz. Peygamberi hakem yapıp, sonra da onun verdiği hükme karşı içlerinde bir sıkıntı duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olamayacakları hükmünü vermiştir. [538]
Bilindiği üzere Hz. Peygamber, kendisine vahy gelmeyen konularda reyiyle hükmetmiştir. [539] O, bu vasfıyla kendisine sorulan yüzlerce meseleye fetva verdiği gibi, çeşitli alanlarda kendisine arzedilen pekçok dava hakkında da hüküm vermiş, çözümler getirmiştir. Hatta onun bu fetva ve hükümleri hakkında da müstakil eserler tedvin edilmiştir. [540]
Her yönüyle müslümanlara örnek olduğu için, kendisine arzedilen çeşitli davalarda Hz. Peygamber de herhangi bir hâkim gibi zahire göre hükmetmiştir. [541] Hz. Peygamberin bazı davalarda, bâtınla hükmettiğini ortaya koyan rivayetlerin bir kısmının sıhhatleri tartışılır mahiyette olduğu gibi, bir kısmının da onun fetanet, feraset, sezgi ve basireti ile açıklanması mümkündür. "Allah'ın göstermesi" kabilinden olan birkaç rivayet, şayet sahih ise, istisnaî durumlarla ilgili olmaktan öteye geçmez. [542] Nitekim, kendisine arzedilen bir dava neticesinde Hz. Peygamberin söylediği şu sözleri, onun hem beşerî yönünü, hem de genellikle zahire göre hüküm verdiğini göstermesi bakımından çok önemlidir:
"Ben, ancak bir beşerim. Siz bana bazı davalarla geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini diğerinden daha güzel ifade eder ve ben de ondan duyduğuma göre onun hüküm vermiş olabilirim. Bu şekilde kime kardeşinin hakkından birşey vermişsem, o, onu asla almasın! Zira o takdirde ben ona ancak bir ateş parçası vermiş olurum. [543]
Sahabenin, gerek yukarıda zikrettiğimiz ayetler ve gerekse Allah'a ve Rasulüne itaatı, muhalefetten sakınmalarını emreden ayetler doğrultusunda [544] Hz. peygamberin verdiği hükümlere genellikle boyun eğdiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak sahabenin Hz. Peygamberin bu yönüne bakışını tam olarak yansıtabilmemiz açısından burada bazı haberlere yer vermemiz yerinde olacaktır.
Mesela, Manzum Kabilesinden hırsızlık yapan bir kadına Hz. Peygamberin verdiği cezayı düşürmesi için, Ömer b. Ebî Seleme (ö. 83) [545] gelip onun halası olduğunu söylerken; kadının akrabaları da, Rasulullah'ın çok sevdiği Üsame'yi (ö. 54), tavassut etmesi için ona gönderebilmişlerdir. Fakat, Rasûlullah (s.a.v.) Allah'ın hududlarından birisi için aracı olduğundan dolayı Üsame'ye çıkıştıktan sonra, halka bir hutbe îrad ederek, önceki kavimlerin güçlü kimseler çaldıklarında bırakıp, zayıflar çaldıklarında had uygulamaları yüzünden helak olduklarını belirttikten sonra
"Kızım Fatıma da olsa, mutlaka elini keserdim" [546] buyurmuştur.
Yine Mâiz b. Mâlik bir cariye ile zina edince, Hezzal b. Ziâb el-Eslemî ona "Rasûlullah'a git ve yaptığını ona haber ver, belki senin için istiğfar diler" derken bununla bir çıkış yolu umuyordu. [547]
Bir arazi davasında Hadremevt'li davacının delili olmayınca, Hz. Peygamberin Kinde'li davalıya yemin vermesi üzerine davacı "Ya Rasulallah, bu adam facirdir, yeminine aldırılmaz, o hiçbir şeyden çekinmez!" [548] diye müdahele edebilmiş, ancak Hz. Peygamber bunu nazar-ı itibara almamıştır.
Yine, bazı kimseleri sırf töhmet nedeniyle hapsetmesi üzerine Hz. Peygamberin, hapsedilen şahsın kavminden birisi tarafından eleştirildiğini görmekteyiz. [549]
Kaynakların naklettiğine göre, Huzeyl Kabilesinden iki kadın birbiriyle dövüşmüş, birisinin attığı taşın, diğerinin karnına isabet etmesi neticesinde, hem kadın, hem de karnındaki cenin ölmüş, Rasûlullah (s.a.v.) kadının diyetini âkılesine (akrabalarına) yüklerken, cenin hakkında da bir köle veya cariye vermelerine hükmetmişti. Bunun üzerine, öldüren kadının kardeşi bedevi Alâ b. Mesrûh "Ya Rasulallah! Yemeyen, içmeyen, konuşmayan, hatta sesi dahi çıkmayan bu ceninden dolayı ben nasıl diyete mahkum olurum?! Bu gibi şeylerin hükmü batıl olur, diyeti ödenmez!" diye itiraz edince, Hz. Peygamber;
"Bu adam kahinlerin kardeşlerindendir" [550]buyurmuştur.
Başka bir haberde de, birisi tarafından ayağından yaralanan şahıs hakkında Hz. Peygamber gerekli hükmü vermiş olmasına rağmen, yaralı şahıs kısas istemiş, Hz. Peygamber ona, yarası iyileşinceye dek beklemesini söylemiş, ancak o, kısasta israr edince, kısas yapmıştı. Fakat bir süre sonra, kısas yapılan şahıs iyileştiği halde, asıl yaralı aksak kalmıştı. Bunun üzerine o, Hz. Peygambere gelerek, kendisinin topal kaldığı halde, kısas yaptığı hasmının iyileştiğini söyleyince Hz. Peygamber
"Sana yaran iyileşinceye kadar kısas yapma! demedim mi? Ama sen bana isyan ettin. Allah seni (benden) uzak etsin, aksaklığın da bir işe yaramasın!" [551] Diğer bir rivayette ise ona "Sana hiçbir şey yok, çünkü sen hakkını aldın!" buyurmu şiardır. [552]
Araştırmamız esnasında rastladığımız bu birkaç misalde Hz. Peygamberi verdiği hükümden dolayı eleştiren veya hükmüne itiraz eden onu dinlemeyen şahısların hepsi, onu yeterince tanımayan, onun terbiyesinde yetişmemiş, çöl hayatı yaşayan bedevilerdir. Aslında bizim benimsediğimiz sahabe tanımı içerisine girmeyen bu a'râbîlerin sözkonusu olumsuz tavırlarını, Hz. Peygamberle birlikte yaşayan, onu bütün yönleriyle tanıyan sahabeye teşmil etmemiz mümkün değildir. Mizaçları ve nebevi terbiyeden uzak kalmaları sebebiyle bedevilerden sadır olan bu tavrı, sahabede pek görmemekteyiz.
Ancak bağlayıcı bir hüküm ifade etmeyen, mahkeme ve dava öncesinde tarafları uzlaştırmaya, anlaştırmaya yönelik sulh veya arabuluculuk kabilinden, Hz. Peygamberin ortaya attığı teklifleri karşısında ise sahabenin tavrı farklı olabilmiştir. Ka'b b. Malik'in (ö. 40-51), Hz. Peygamberin bir el işaretiyle tartışmaya sonvererek, alacağının yarısından vazgeçmesinde olduğu gibi [553] kimisi bu teklifleri anında kabul ederken; kimileri de, ancak bir hayli itirazlar ve pazarlıklar neticesinde razı olmuşlardır. [554] Öte taraftan kendilerinin haklı olduklarını gören bazı sahâbîler ise, Hz. Peygamberin aracılığını kabul etmeyebilmişlerdir.[555]Bu durumlarda Hz. Peygamber onlara müdahele etmemiş, haklar konusunda onların kişisel kararlarına saygıduymuş, teklifini kabul etmediklerinden dolayı onları kınamamıştır. Fakat Hz. Peygamberin aracılığı yanlış yorumlanmış veya haksız itiraz görmüşse, o da buna karşı tepkisiz kalmamıştır. Zubeyr (ö. 36) ile Ensari’nin tarla sulama meselesinde, Hz. Peygamberin Zubeyr'e öncelik vermesini, onun halasının oğlu olmasından kaynaklandığını zannederek itiraz eden Humeyd el-Ensârî'nin kısmen sudan mahrum etmekle cezalandırılması bunun güzel bir misalini oluşturur. [556] Halbuki, Hz. Peygamberin Zubeyr'e suladıktan sonra suyu komşusuna salması talimatında, hem Zubeyr, hem de Ensarî için geniş bir hoşgörü vardı. Fakat Ensarî, Hz. Peygamberin onu kayırdığı zannıyla kızarak anlaşmaya yaklaşmayınca, bu defa Hz. Peygamber, aslında haklı olan Zubeyr'e hakkını verdi ve suyun daha da geciktirilmesiyle Ensarî'yi cezalandırmış oldu.
Hz. Peygamberin şahısların durumlarını, çevre şartlarını gözönünde bulundurarak vermiş olduğu daha çok şahsa özel diyebileceğimiz fetvalar ile, yukanda bazılarına işaret ettiğimiz arabuluculuklar dışında kalan hükümlere sahabe, gerek Hz. Peygamberin hayatında, gerekse vefatından sonra muntazaman uymuşlardır. Onun vefatından sonra karşılaştıkları çeşitli mesele ve davalarda şayet Kur'an'da açık bir hüküm bulamamışlarsa, bu hususta Hz. Peygamberin vermiş olduğu bir hüküm olup olmadığını araştırmışlar, buldukları nebevi hükümle amel etmişlerdir. Şayet ictihad ettikten sonra nebevi bir hükme vakıf olmuşlarsa, derhal kendi görüşlerini terkedip, onunla amel etmişlerdir. [557]
Bilindiği gibi, risalet öncesinde Hz. Muhammed, Mekke'de gayet sade ve tabii bir hayat yaşamış, herhangi bir şekilde riyaset veya liderlik iddiasında bulunmamıştır. Ancak Yüce Allah tarafından Rasul olarak seçilip risalet ve tebliğ görevine başladığında kendisine güvenen, getirdiği mesaja inanan bağlılan, önceleri gizli, sonralan ise alenî ve gittikçe büyüyen bir cemaat oluşturmuştu. Fakat "Söz konusu bağlılık, herhangi bir politik otoriteye binaen değildi, çünkü bu safhada Muhammed (s.a.v.)'in böyle bir otoritesi olmadığı gibi, bizzat kendisi de Mekke siyasî düzeninin baskısı altındaydı. Bu safhada Muhammed (s.a.v.)'in yakın takipçilerinin bağlılık ve sadakati öncelikle rûhânî, maddî olmayan bir zeminde olmak durumundaydı." [558]
Mekke döneminde, kendisine inanan sahâbîler için söz konusu olan Hz. Peygamberin, daha çok risalet vasfına dayalı cemaat liderliği ve otoritesi, bi'setin 11. yılında gerçekleşen I. Akabe Biatı'nda bir beyat şartı olarak açıkça telaffuz edilmişti. Kaynaklarımızın verdiği bilgiye göre, Medine'den gelen 12 kişi, Hz. Peygambere yapmış oldukları bu ilk beyatta "İyilikte ona isyan etmeyeceklerine, [559] iyi günde kötü günde her türlü sıkıntıda kendisini dinleyip itaat edeceklerine" dair söz vermişlerdi. [560]
Ertesi yıl aynı yerde, bu defa 75 kişinin katılmış olduğu II. bey'atta, Hz. Peygamberin, Medine'ye hicretini gündeme getirmesi ve dokuzu Hazreç'ten, üçü de Evs'ten olmak üzere kabilelerden sorumlu 12 nakîb tayin etmesi ve kendisini de bütün müslümanların kefili addetmesi, [561] onun bu görüşmede, daha çok içtimâi ve siyasî bir açılımın, teşkilatlanmanın zeminini oluşturmuştur. Nitekim bir yıl sonra Medine'ye hicret etmesi, ardından Mekke'li Muhacirlerle, Medine'li Ensar'ı kardeşleştirmesi, onu bütün müslümanların fiilen dînî ve siyasî lideri haline gelirken;[562] hicretin ilk yıllarında Medine'li müslümanlarla Yahudiler arasında Hz. Peygamberin öncülüğünde gerçekleştiği belirtilen ittifaka dair Medine Vesikası [563]ise, onun siyasî liderliğini yasallaştırmıştir.
Adı geçen vesikayı İslam dünyasında ilk kez ciddi olarak inceleyen ve yayılmasına vesile olan merhum M. Hamidullah, bu gelişmeler neticesinde Medine toplumunu, İslam Devleti; Hz. Peygamberi bu devletin başkanı ve Medine Vesikasını da ilk İslam Devletinin anayasası olarak nitelemektedir [564]Aslında siyasî liderlik, Peygamberlik geleneğinde mevcut olan bir durumdur. Nitekim, İsrail Oğullarını hep Peygamberleri yönetmiştir. [565] Dolayısıyla Hz. Peygamberin de, Medine'de kazandığı bu yeni vasfıyla mezkur geleneğe uyduğu söylenebilir.
Hicretin ikinci yılında cihada izin verilmesi üzerine[566] irili ufaklı birçok gazveye komuta eden Hz. Peygamber, liderliğini askeri alanlara da kaydırmak du-munGa kalmıştır. Netice olarak risaletinden itibaren Hz. Peygamberin liderliği, Mekke'de müslüman cemaatın lideri; Medine'de ise İslam Devletinin başkanı ve İslam ordusunun komutanı olmak üzere dînî, siyasî ve askerî liderliği bünyesinde toplamaktadır. [567]
Yine tekrar hatırlatmalıyız ki, varlığı itibarıyla bir beşer, ama misyonu itibarıyla vahy ile mücehhez ve müeyyed bir Rasul olan Hz. Peygamberin hakimlik vasfında olduğu gibi, liderlik vasfından da onun nübüvvet vasfını tecrit etmemiz mümkün değildir. O, nasıl bir beşer-Rasûl ise, aynı şekilde lider Rasuldür. Nitekim bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber, melik-nebî yani kral-Peygamber olmayı değil, kul-nebî olmayı tercih etmiştir. [568] "Allah'ın Rasulü kul-nebî tercihini yapmış olmakla beraber bu tercih temelde melikliğin gösteriş ve debdebesinden uzaklaşma niteliğindeydi. Yoksa Allah'ın Rasulü ömrünün sonuna kadar sosyal ve siyasal olayların içinde kalarak idareci rolünü sürdürmüştür. Hz. Peygamberin bu yönü, peygamberliği manevî bir kılavuz olarak gören kimi kesimlerin onu anlamamasına yol açmıştır. Peygamberliği Hz. İsa'nın şahsında manevî hayata kılavuz olma şeklinde gören ve anlayan batılıların, çoğu zaman inkarlarına mesned olarak Hz. Peygamberi sosyal ve siyasal hayata fazla angaje olmuş görmelerinin sebebi, yeni bir sosyal düzenin kurucusu olan ve manevî hayat kadar maddî ve sosyal hayatta da insanlara kılavuz olma görevi yüklenmiş bulunan Rasûlullah'ın manevî (dinî) tatbikatlarının beşeri faaliyetleriyle örtülü olmasıdır. Din ile hayatın maddî olanlarının birbirinden ayrıldığı modern dünyada, yalnızca manevî hayatı değil, yeni bir sosyal ve siyasal düzen kurmayı da içeren bir "peygamberlik" misyonu birçokları tarafından kavranılamamakta, bu durum onlara imkansız gibi gözükmektedir. [569] Sürdürdüğü gayet tabiî ve mütevazi hayatından çok iyi bilmekteyiz ki o, dünyanın meşhur kralları kadar imkanlara sahip olmasına rağmen, krallığa özenmek şöyle dursun, en küçük davranışıyla dahi krallara benzemekten şiddetle kaçınmıştır. Onun devlet başkanı ve komutan olarak geçirmiş olduğu Medine dönemindeki hayatı ile, siyasî ve askeri liderliğinin olmadığı Mekke dönemindeki hayatında önemli hiçbir fark yoktur. O, sahabenin kendisine bir kral gibi davranmalarına meydan vermediği gibi, diğer krallar gibi yatak, kıyafet, lüks vb. edinmesi yolundaki onlardan gelen tekliflere de asla iltifat etmemiştir. [570] O, hayatının bu yönleriyle de bütün müminler için en güzel örnekleri sergilemiş, tarihe ahlâk-ı hamîdenin eşsiz misallerini altın harflerle yazdırmıştır.
Nitekim o, Bedir Savaşı'na giderken, ellerinde bulunan 70 deveyi müslüma askerleriyle birlikte nöbetleşe paylaşan ve Hz. Ali (ö. 40) ve Ebû Lubâbe (ö. 35) gibi sahâbîlerin kendi nöbetlerini ona ikram etmek istediklerinde onlara
“Ne siz benden daha güçlüsünüz, ne de ben sizin aldığınız ecirden müstağniyim" buyuracak kadar [571] mütevazi bir komutan; kendisine ve ashabına yıllarca düşmanlık yapmakla kalmayıp, onları anayurtları olan Mekke'den çıkartan Mekke'li düşmanlarını elleri-kolları bağlı denilebilecek şekilde fethettikten sonra, onlardan o yılların intikamını alması beklenirken, genel af ilan edebilecek kadar merhametli bir devlet başkanı idi. Onun, Uhud'da yaralandığını, Hendek Savaşı'nda da ashabıyla beraber hendek kazdığını biliyoruz. [572] İşte zaferlerle dolu siyasî ve askeri liderliğindeki başarısında elbette onun eşsiz ahlakının yanısıra, savaş ve devlet idaresinin gerektirdiği her türiü taktik ve stratejilere başvurmasının, Allah yolunda gözünü kırpmadan canını verebilecek kadar iman ve moral gücü yüksek bir sahabe ordusu oluşturmasının ve bunların akabinden mazhar oldukları ilahî yardımların rolü büyüktür.
Unutmamak gerekir ki o, bu liderlik vasfıyla birlikte, son tahlilde bir Peygamberdir. Her ne kadar o, bir insan olarak daima beşerî şartlar dahilinde bir liderlik ortaya koymuşsa da, Peygamber olması hasebiyle de Yüce Allah ona ihtiyaç duyduğu yardımları esirgememiştir. [573]
Zikrettiğimiz bu ve benzer sebeplerden dolayıdır ki o, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir liderin, tebeasmda göremeyeceği bağlılığı, sevgi ve saygıyı, ashabında görmüştür. [574]
Nitekim Mekke Fethi henüz gerçekleşmeden bir-iki gün önce, ashabın Hz. Peygambere olan bağlılığını, itaat ve ittibaını, orduların disiplinini bir parça seyreden henüz müslüman olmamış Ebû Sufyan (ö. 31-34), yanında bulunan Hz. Abbas'a (ö. 32) "Vallahi kardeşinin oğlunun saltanatı çok büyümüş!" diyerek hayretini dile getirdiğinde Hz. Abbas ona "Yazık sana ey Ebû Sufyan! Bu, nübüvvettir!" demek suretiyle ikaz etmiş, o da bunu kabullenmiştir. [575] Ancak Hz. Peygamberin risalet vasfıyla beşer ve liderlik vasıfları o kadar içiçedir. Aynı şekilde O (s.a.v.); bazılarının görmek ve göstermek istediği gibi ne sadece tarihin büyük dahîlerinden, kahraman kumandanlarından[576] ne de bazı siyer, meğâzî, menâkıb ve delâil kitaplarını dolduran birçok rivayetin yansıttığı gibi her an mucizelerle, olağan üstülüklerle hareket eden ve âdeta beşeriyetinden soyutlamak suretiyle ümmete örnek olmaktan çıkartılmış beşerüstü bir varlıktır. [577] Gerçekten Hz. Peygamberin bütün bu vasıfları, onun şahsiyetinde mezcolmuş ve bir bütünü oluşturmuştur.
Aslında ne Kur'an, ne bizzat Hz. Peygamber ve ne de sahabe, onun bu vasıflarını açık bir şekilde ve kesin çizgilerle birbirinden ayırmıştır. Ancak bu, Hz. Peygamberin sözkonusu vasıflarının hiç gözönünde bulundurulmadığı anlamına da gelmez. Mesela, Kur'an bir taraftan Hz. Peygambere yapacağı işler hakkında sahabeyle istişare etmesini emrederken, [578] diğer taraftan gerek bu emre uygun olarak ashabıyla istişare ettikten sonra Bedir esirlerinin fidye karşılığı salıverilmesi sebebiyle, [579] ve gerekse Tebük Savaşma çıkarken bazı bahanelerle ayrılmak isteyen münafıklara izin vermesi sebebiyle [580] Hz. Peygamberi eleştirmiştir. Şüphesiz bu ayetler bir cephesiyle Hz. Peygamberin beşerî ve liderlik yönünü yansıtırken, savaşla ilgili askerî konularda dahî ilahî iradenin ona müdahele etmesi, ancak Hz. Peygamberin risalet vasfıyla açıklanabilir. Aynı şekilde Hz. Peygamberin içtimaî bir iş görüşmesinde, sahabenin ondan izin almadan gitmemelerinin istenmesi, [581] Bedir Savaşı öncesi bazı sahâbîlerin orduyla karşılaşmamak için Hz. Peygamberle tartışmaları ile, [582] Uhud Savaşında da yine bazı sahâbîlerin birbirleriyle çekişmeleri ve ona isyan etmelerinin eleştirilmesi, [583] ganimetlerden söz ederken "Rasûl size ne verirse onu alın!" buyurulması, [584] Yüce Allah'ın askerî ve siyasî alanlarda dahi Peygamberine itaat edilmesini istediği şeklinde yorumlanabilir. Diğer taraftan Hz. Peygamberin de, özellikle savaş, barış, antlaşma vb. konularda ashabıyla sık sık istişare etmesi, onlardan gelen makul ve uygun teklifleri kabul ederek kendi görüşünden vazgeçmesi, bu sahalarda farklı uygulamalar ortaya koyabilmesi ise, Hz. Peygamberin böylesi hususlarda daha çok beşer ve liderlik vasıflarıyla hareket ettiğini gösterir.
Fakat Karâfi’nin (ö. 684) de dediği gibi, "Hz. Peygamberin tasarruflarının çoğu tebliğ yoluyla olmuştur. Çünkü onun risalet vasfı, en ağırlıklı olanıdır. Sonra diğer tasarruflar gelir. Bu tasarrufların bir kısmının tebliğ ve fetva, bir kısmının da imamet nitelikli olduğunda icma edilmiştir. Bazı tasarruflar, iki veya daha fazla nitelikli olduğundan, alimler onlar hakkında ihtilaf etmişlerdir. Kimilerine göre bir nitelik ağır basarken, diğerlerine görede başka bir nitelik ağırlık kazanmaktadır. Buna bağlı olarak, Allah Rasulünün bu niteliklerle ilgili tasarruflarının dindeki neticeleri de farklıdır... [585] Özellikle Medine döneminde İslam Devletinin teşekkülü ile Hz. Peygamberin devlet başkanı olarak yaptığı bazı tasarruflar var ki, bunlar, ittifakla yönetici tasarrufu olarak kabul edilmiştir. Mesela, düşman üzerine ordu gönderilmesi, âsilere nasıl karşı konulacağı, Beytulmal ve zekat gelirlerinin nasıl toplanacağı, bunlann ilgili yerlere dağıtılması, memur ve kadı tayini, ganimetlerin taksimi, kafirlerle antlaşmalar yapılması ile ilgili tasarruflar böyledir. [586] Sahabeden özellikle icraat mevkiindeki müctehidler, Hz. Peygamberin tasarruflarındaki bu espiriyi çok iyi kavradıkları için, kendi dönemlerinde farklı uygulamalar yapabilmişlerdir. [587] Çünkü onun tasarruflarının önemli bir kısmı da imamet niteliklidir ve o, bu yönetim konusunda da ümmete örnektir. Devlet yönetimiyle ilgili kararlannın tebliğ değil de, imamet nitelikli tasarruflarına dayanması, kendisinden sonraki yöneticilere büyük bir hareket alanı ve serbestisi bırakmıştır.
Başta Hz. Ömer olmak üzere Raşid Halifeler, Hz. Peygamberin tasarruflarının hangi nitelikli olduğunu çok iyi takdir etmişler ve bir devlet başkanı olarak değişen şartlara ve müslümanların yararına en uygun olan düzenlemeleri yapmışlardır. Şüphesiz ki onlar, bunları yaparken kendilerine Hz. Peygamberi ve bilhassa onun imamet nitelikli tasarruflarındaki esneklik ve tedbir yetkisini örnek alıyorlardı. Hatta Hz. Peygamberin imamet nitelikli olmayan bazı tasarruflarında da, devlet başkanlığı takdir ve yetkilerini kullanarak yeni uygulamalar getirebiliyorlardı. Onların bu uygulamaları, daha sonraki alimler ve yöneticiler tarafından tam ve doğru olarak değerlendirilememiş, onların açtığı çığır devam ettirilememiştir. Hz. Peygamberin Sünneti ve Raşit Halifelerin uygulamalarının bu açıdan da değerlendirilmesi, günümüz problemlerine sağlıklı İslami çözümlerin bulunmasına pek çok katkıda bulunacaktır kanaatindeyiz. [588]
Hz. Peygamberin bu vasfına dayanan tasarruflarına müctehid sahâbîlerin yaklaşımlarıyla ilgili birçok misal ikinci bölümde zikredilecektir. Burada özellik Hz. Peygamberin bu vasıflarına göre tasarruflarını ilk defa genişçe ele alan Karafî'nin (ö. 684) vermiş olduğu bir misal [589] üzerinde durmakla yetineceğiz.
Kaynakların naklettiğine göre Hz. Peygamber,
"Savaşta düşmanı öldüren, onun üzerinden çıkan eşyaya sahip olur" buyurmuşlardır [590]Ancak, Mûte Savasında kumandan olan Halid b. Velid (ö. 21), müslüman askerlerden birisinin öldürdüğü düşmandan kalan eşyaları "çok bulduğu için" vermeyebilmiş, [591] aynı şekilde Hz. Ömer (ö. 23) de böylesi eşyalar çok bulduğu zaman ganimete dahil edebilmiştir. [592] Bu konuda İmam Malik (ö. 179) yetkiyi tamamen yöneticiye vermekte, ondan izinsiz böyle bir eşyanın alınmasını caiz görmemektedir. [593] Ebu Hanife (ö. 150) de aynı kanaattedir. Ancak Şafiî (ö. 204) ve diğer bazı müctehidler bu yetkiyi yöneticinin iznine bırakmazlar ve onu öldürenin bir hakkı olarak görürler. Çünkü onlar bunu fetva ve tebliğ kabilinden bir tasarruf addetmişlerdir [594]
Burada cevap bekleyen önemli bir soru, acaba Hz. Peygamberin nübüvvet vasfıyla söyledikleri yaptıkları ile, yöneticilik vasfıyla söyleyip yaptıkları birbirinden nasıl ayırdedilecektir? Çünkü bu husus önemli olduğu kadar da zordur. Bunun ancak belli karinelerin bilinmesiyle ayırdedilebileceğini söyleyen Karadavî bu konuda şu iki noktaya işaret etmekle yetinir:
1- Hadisin konusunun, devletin siyasî, iktisadî, askerî veya idarî işleriyle alakalı maslahata dayalı bir iş olması,
2- Sözkonusu nassın yanısıra (aynı konuda) başka bir nassın hatta ona muhalif nasların bulunması ki bu ihtilafın yer, zaman ve halin farklılığından kaynaklandığı ve bununla genel ve ebedî bir teşri kasdedilmeyip, özel ve geçici, cüzi bir maslahata riayet edildiği anlaşılacaktır. [595]
Biz Karadavi'nin belirttiği bu iki hususa şunları da ilave edebiliriz:
3- Genel olarak Hz. Peygamberin ashabıyla istişare ettiği veya onların görüşlerini aldığı konular olması,
4- Hz. Peygamber'in herhangi bir kanaat ve karar karşısında sahabenin çeşitli öneri ve alternatifler sunabildiği konular olması ki, çoğu zaman bu teklifler O’nun tarafından kabul edilmiştir.
5- Hz. Peygamberin talimat veya tatbikatı olmasına rağmen, başta ilk halifeler olmak üzere müctehid sahâbîlerin farklı uygulamalar yaptığı konular. Özellikle bu sonuncusu belki de en belirleyici olan kriter addedilebilir. Zira Rasûlullah (s.a.v.)'a son derece bağlılıkları ile temayüz etmiş bu büyük sahâbîler, icraatın başına geçtiklerinde, nebevi bir nass ya da uygulamanın bulunduğu bir konuda yeni, değişik, farklı, ondan daha fazlalığı veya eksikliği içeren uygulamalara gidebiliyorsa, hatta bazen şartlar ve maslahatlar gereği ihmal edebiliyolarsa, bu onların ilgili nebevî talimat ve tatbikatın ondan risalet vasfıyla değil, imamet vasfıyla sadır olduğu kanaatini taşıdıklarını gösterir.
Ancak, konunun tartışmalara ve içtihada açık olduğu unutulmamalıdır.
Daha önce de söylediğimiz üzere, Hz. Peygamberin, peygamber olmadan önce, insanlar üzerinde herhangi bir otoritesi olmadığı gibi, İslam kitlesel bir hareket haline gelinceye ve Mekke'de bir İslam cemaati oluşuncaya kadar risaletin ilk yıllarında da, onun hakkında kelimenin tam anlamıyla bir otorite söz edilemez. Kaldı ki bu ilk yıllardaki durum da, sınırlı sayıdaki fertler üzerinde "manevi" bir otorite olmaktan öteye geçmiyordu. Risaletin 5. ve 7. yıllarında Hz. Peygamberin bazı müslümanları Habeşistan'a göndermesi ve özellikle Hz. Cafer'in (ö. 8) Necaşî'ye hitaben söyledikleri, onun kendisine inanan ashab nezdindeki otoritesinin gittikçe geliştiğini; Medine'ye yapılan hicret, Medine Sözleşmesi'nin imzalanması ve Medine Site Devleti'nin kurulmasıyla, otoritesinin iyice pekiştiğini, dînî ve siyasî yönleriyle karizmatik bir şahsiyete dönüştüğünü söyleyebiliriz.
Hemen belirtmeliyiz ki, Hz. Peygamber bu otoritesini, mutlak otorite olan Yüce Allah'tan almıştır. Risalet onun otoritesinin yegane kaynağıdır. Bu otorite, "Göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan" Yüce Allah tarafından "yet-kilendirilmesi" suretiyle meşru kılınmış ve şahsına mahsus risalet vasfı sayesinde karizmatik kimlik kazanmıştır. [596]
Muhammed (s.a.v.), Allah ve müslümanlar arasında aracıdır, Allah tarafından insanlara rehberlik etmek üzere gönderilen bir elçidir. Dolayısıyla Peygamberin otoritesi, Allah tarafından seçilmiş olmakla meşrulaşmıştır. Otorite hiyararşisi, Allah'tan Muhammed (s.a.v.)'e ve ondan insanlara; itaatin yönü ise, insanlardan Muhammed (s.a.v) vasıtasıyla Allah'adır. Muhammed (s.a.v.)'e itaat, kendisi ile Allah arasında bağ oluşturan risaletinin, Allah'ın elçiliğinin bir sonucudur. Muhammed (s.a.v.) vasıtasıyla Allah'ın otoritesinin yeryüzünde ikamesi öngörülürken, Allah (c.c.) vasıtasıyla Muhammed (s.a.v.)'in otoritesi meşru kılınmıştır. er-Risalet el-Muhammed (Muhammedi elçilik), Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın elçisi olarak sahip olduğu karizmatik otoriteyi ifade eder. [597]
Dolayısıyla karizmatik bir şahsiyet olan Hz. Peygamber, söz konusu otorite karizmasını ne kişisel gayretlerinden ve dehasından, ne kabile, kavim ve geçmiş ecdadından, ve ne de kendisine inanmış, bağlanmış olan ashabından almıştır. Elbette, risalet sonrası Allah'ın kendisine tanıdığı bu otoritenin insanlar tarafından kabullenilmesi, Mekke'den Medine'ye uzanan bir süreçte gerçekleşmiştir. Bu süreç içerisinde insanların ona inanmakla otoritesini kabullenmelerinde, onun beşerî yönünün, güvenilir bir şahsiyet oluşunun getirdiği sevgi ve saygının katkısını da inkar edemeyiz. Ancak risalet olmasaydı, belki de bu şahsiyetin, Mekke'deki diğer haniflerden pek te fazla farklı bir yönü olmayacakü. Bu sebeple onun karizmasının sahabe ve insanlar nezdinde yerleşmesinde, elbette kendisine sonsuz güven duyulan bir insan, âdil bir hakim ve devlet yöneticisi olmasının, ölçülü, disiplinli ve başarılı bir komutan oluşunun da rolleri büyüktür.
Muhammed (s.a.v.)'in karizmatik hareketi Arabistan'ın siyasî kültüründe kelimenin tam anlamı ile bir devrimdi. Kendisinin başansı, kokuşmuş, ya da müflis bir siyasî kültürün üzerinde yükselmiyordu. Onun karizmatik otoritesi yeni bir sosyal dayanışma düzeni tesis etti. Geleneksel Arap pratiklerine ters düşecek biçimde kan kardeşliği yerine din kardeşliğini ikame etti. [598] Kabilecllik ve kavmiyetçilik fikri yerine, ümmet fikrini yerleştirdi. Hz. Cafer'in deyişiyle "Güçlünün zayıfı yediği" bir toplumda, zayıfların ve mazlumların sığınağı ve hâmisi oldu, haksıza karşı haklının yanında yer aldı. Kısaca ideal bir ümmet oluşturabilmek için, hayatın çeşitli alanlarına ait sosyal kurumlardan kimisini tamamen reddederken, kimisini de ıslah etti. Gerektiğinde de kendine has alternatiflerini üretti. Böylece, Muhammed (s.a.v.)'in nebevî otoritesi, geleneksel Arap otoritesinin yerini en kapsamlı tarzda aldı. Geleneksel otoritenin kimi unsurlarının yeni tanımla birleştirilmesine rağmen, Muhammedi otorite selefinin işlevselliğine hiç yer bırakmadı. [599]
Sonuç olarak Hz. Peygamber, otoritesini zorla sağlamış bir lider değildir. Zira Kur'an'ın da sloganlaştırdığı üzere
"Dinde zorlama yoktur" [600] ve Hz. Peygamber "zorlayıcı" olmadığı gibi, [601] insanlar üzerine bir bekçi [602]ve vakil değildir. [603] Burada Hz. Peygamber'in sahabe üzerindeki otoritesi, farklı ilişki boyutlarıyla ele alınarak ve birçok örnekle ortaya konulacaktır.
Sahabenin Hz. Peygamber'in otoritesini kabullerinde herşeyden önce iman hidayet, muhabbet, teslimiyet ve samimiyet vardır. Onlar Allah Rasulünü her yönüyle kendilerine örnek ve rehber edinmişler, ona kalp ve gönül bağıyla bağlanmışlardır.
Kur'an birçok ayetinde, inananlara Allah ile birlikte Rasulüne de itaat etmelerini emretmiş, [604] hatta Rasule itaat eden kimsenin, Allah'a itaat etmiş olacağını,[605] keza ona bey'at edenlerin de Allah'a bey'at etmiş olacaklarını [606]haber vermiştir. Öyle ki, Allah'ı sevme iddiasında olanların, Allah sevgisine nail olabilmeleri için, Hz. Peygambere ittiba etmeleri şart koşulmuştur. [607]
Şüphesiz, cahiliyyeyi tasvip etmeyen ya da o çirkefliğin içerisinde horlanan insanlar, kendileri için hem dünya, hem de ahiret saadetini vadeden Hz. Peygambere güvenmişler, inanmışlar, içtenlikle ona bağlanmışlardır. Onların bu içten bağlılıkları, onun otoritesine de uygun olarak, ona itaat ve ittiba etmeyi beraberinde getirmiştir.
Fazlur Rahman'ın dediği gibi, "Hz. Peygamber hükümler verirken, ahlakî ve hukukî emirlerde bulunurken, Kur'an dışında rakipsiz bir otoriteye sahip olmuş, hatta normal olarak böyle bir otoriteyi uygulamıştır. Nitekim Kur'an Allah Rasûlünün örnek davranışlarından da söz etmiştir. Bu nedenle vahyin yanında bir de örnek davranış yani, Hz. Peygamberin sünneti yer almıştır.[608] Ayrıca Hz. Peygamberin hayatı ve karekterinin dinî bir ruhla yoğurulduğunu söyleyen Fazlur Rahman, bu sebeple sahâbîlerin onun hayatını normatif dînî bir örnek olarak algıladıklarından şüphe duymamak gerektiğini ifade etmektedir.[609] Ona göre, Hz. Peygamberin sahâbîleriyle istişare etmesine, verdiği kararlara arasıra bazı çevrelerde itiraz edilmesine ve bizzat Kur'an'ın bazen onu eleştiriye tabi tutmasına [610]onun dinî otoritesi bağlayıcı idi. [611] Bu sebepledir ki, Hz. Peygamber ünnetini anlamada sahabe arasında yaklaşım farklılıkları mevcut ise de, ona itaat ve ittiba etmişlerdir.
Nitekim Hz. Peygambere karşı sahabenin bağlılığını Hudeybiye'de müşahede imkanı bulan Kureyş'in ulularından Urve b. Mes'ud'un Kureyş'e aktardığı izlenimleri şöyledir: "Ey kavmim, vallahi ben birçok krallar gördüm, heyet olarak Kavsere Kisrâ'ya ve Necaşi'ye gittim. Vallahi, ashabının Muhammed'e tazim ettiği kadar, hiçbir kralın adamlarının tazim ettiğini görmedim..." [612] Yine Hudeybiye sulhunu yenilemek için Medine'ye gelen, fakat ne Hz. Peygamberden, ne de sahabeden olumlu bir cevap alamayan Ebû Sufyan da Mekke'ye vardığında "Size hepsinin kalpleri tek bir kalbe bağlı bir toplumdan geldim" demekteydi. [613]
Kur'an'ın da müteaddit defalar zikrettiği üzere sahabenin Hz. Peygambere iman, ittiba ve itaatları; mallarıyla, canlarıyla onunla birlikte Allah yolunda olmaları, bey'at, hicret ve cihadlarıyla örnek bir İslam toplumu gerçekleştirmeleri tarihî bir vakıadır [614]Onların Hz. Peygambere olan sevgi, [615] itaat ve ittibaları herkesçe bilinen, kabul edilen müsellem bir husus olduğundan, biz burada sahabe tarafından ona yöneltilen eleştiriler, itirazlar, itaatta gecikmeler ve hatta onun sözünü dinlememeleri üzerinde durmak istiyoruz. Sözünü ettiğimiz bu hususlarla ilgili olarak kaynaklarımızda karşılaşmış olduğumuz bazı rivayetlere dayanarak, bu tavırların sebepleri, kimlerden ve hangi konular ve alanlarda tahakkuk ettiğini ortaya koymaya çalışacağız. Şüphesiz Hz. Peygamberin sahabe nezdindeki otoritesinin mahiyetini ve sınırlarını tesbit bakımından bu tür tavırların tahlili yararlı olacaktır.
Hz. Peygamberin yukarıda anlattığımız karizmasına, otoritesine ve sahabenin ona son derece bağlı olmalarına rağmen, zaman zaman bazı tasarruflarından görüyoruz. Bununla ilgili olarak araştırmamız esnasında tespit ettiğimiz birkaç eleştiriye yer vereceğiz.
1- Enes b. Malik'in anlattığına göre. Yüce Allah Huneyn Savaşı'nda (H. 8) Rasülüne Hevazin Kabilesi'nin mallarından birçok ganimet nasip etmiş, Hz. Peygamber Kureyş'ten bazı kimselerden herbirine yüzer deve vermeye başlamıştı. Bunu gören Ensar'dan bazı kimseler "Allah, Rasûlullah'ı bağışlasın, kılıçlarımızdan onların kanları akıp dururken, bizi bırakıp onlara veriyor [616]"Savaş olunca biz çağrılıyoruz, ganimetler ise başkalarına veriliyor!" demişlerdi. [617] Enes, onların bu sözlerini Hz. Peygambere ulaştırınca, hepsini deriden yapılma bir çadırda toplayıp, onlardan sadır olan bu sözün neyin nesi olduğunu sordu. Bunun üzerine Ensar "Bizim aklı başında olanlarımız hiçbir şey söylemedi. Ama yaşları küçük bazı yeni yetmeler şöyle şöyle dediler" cevabını verdiler. Hz. Peygamber ise onlara "Ben bunları, ancak küfür döneminden tam kurtulamamış bazı insanları (İslam'a) ısındırmak için verdim. Yoksa siz o insanlar evlerine mallarıyla giderken, evlerinize Allah'ın Rasulüyle dönmeye razı değil misiniz? Vallahi sizin götüreceğiniz, onların götürdüklerinden daha hayırlıdır" buyurunca, onlar "Evet ey Allah'ın Rasûlü, biz razı olduk" diye cevap verdiler.
İbn Teymiye (ö. 728) bu hususta şu değerlendirmeyi yapar: "Hz. Peygamberin maslahat cihetiyle ortaya koyduğu bir uygulamanın bilgisi, ya vahyden, ya da onun içtihadından kaynaklanır. Ensar gençleri burada itiraz ederken, onun kendi içtihadıyla taksim ettiğini düşündüler. Nitekim onlar, din maslahatlarıyla ilgili dünyevi işler hakkındaki icühadlarında Hz. Peygambere itiraz edebiliyorlardı. Bazen de itiraz için değil de durumu öğrenmek, onun kararlılığını tespit, sünnetlerini kavrayabilmek, illetlerini öğrenebilmek için soruyorlardı. İşte onlann bu meşhur itirazlarının sebebi, şu iki şekilden farklı değildir:
a- Eğer, içtihadın caiz olduğu siyasî işlerden ise, bu hususta Hz. Peygamberin görüşünü tam olarak elde etmek,
b- Ya da ona hatırlatarak bu durumun niçin böyle olduğunu ortaya çıkarmak, ilim, iman ve anlayış olarak birşeyler öğrenmeye çalışmak. [618]
Aslında söz konusu eleştirilerin Ensar'ın ileri gelen, yaşlı, tecrübeli kimselerinden değil de gençlerinden gelmesi gayet önemlidir. Çünkü yaşlılar yıllardır Hz. Peygamberle birlikte yaşamışlar, onun konumunu, ictihadlarını, farklı yönleriyle ortaya koyduğu tasarruflarını kavramışlar, onun tavır ve davranışları hakkında tecrübe sahibi olmuşlardı.Gençlerinse yaşları gereği henüz bunları elde edebilmiş olmaları mümkün değildi. Onlar yaş faktörünün verdiği bir toyluk ve acelecilikle, Hz. Peygamberin bu tutumunda göstermiş olduğu maksad ve maslahatı düşünmeksizin böyle bir eleştiriyi gündeme getirebilmişlerdir. Buradan bir kez daha anlaşılıyor ki, sahabenin Peygamber telakkisi ve sünnet anlayışında faktörü ve sohbet süresi oldukça önem arzetmektedir. Şüphe yok ki, bu ve benzer konularda Hz. Peygamberle uzun süre beraber yaşayan, yaşlı ve tecrübeli sahâbîlerin görüş ve kanaatleri, en sağlıklı ve tutarlı malumatı verecektir.
Bu gençlerin eleştirilerine cevaben söylediği gibi Hz. Peygamber, onlan İslam'a ısındırmak için, yani şer'î bir maslahat için böyle bir uygulama sergilemiştir. Nitekim onlardan birisi olan Safvan b. Umeyye (ö. 42) şu itirafta bulunmuştur: "Rasûlullah, insanlar içinde en sevmediğim kimse idi. Fakat Huneyn günü, bana o kadar mal verdiki, neticede bana insanların en sevimlisi haline geliverdi." [619]
2- İkinci eleştiri de yine Ensar'dan gelmiştir. Hz. Peygamberin Mekke'yi fethettiğinde, beklenenin aksine, Kureyş'ten intikam almaması, onlan affetmesi, Ebû Sufyan'ın evine sığınanlarla evlerine girip kapılarını kapatanların güvende olduğunu ilan etmesi, Ensar'da Hz. Peygamberin ana yurdu Mekke'ye yerleşeceği endişesini uyandırmış ve birbirlerine "Adamı, şehrine karşı bir rağbet, aşiretine karşı bir merhamet aldı yürüdü" demişlerdi. Hadiseyi seneler sonra nakleden Ebû Hureyre "Bunun üzerine vahy geldi. Vahy geldiğinde ise biz bunu bilirdik ve vahy bitinceyedek kimse gözünü bile Rasululah(s.a.v.)'a çevirmezdi. Vahy bitince Rasûlullah
"Ey Ensar topluluğu! Siz böyle mi dediniz?" diye sormuş, onların "evet" demeleri üzerine
"Hayır, ben Allah'ın kulu ve Rasulüyüm, ben 'Allah'a ve size hicret ettim. Hayatım da sizinle, ölümüm de sizinle olacak" buyurdu. Onun bu sözlerini duyunca ağlaşan sahabe "Vallahi biz bunu, sadece Allah'ı ve Rasulünü kıskançlıktan dolayı söyledik" demişler, Hz. Peygamber de
"Allah ve Rasûlü sizi tasdik ediyor ve mazur görüyor [620]buyurmuştur.
İbn Hişam'da ise hadise şöyle anlatılmaktadır: "Bana Yahya b. Said'den ulaştığına göre Hz. Peygamber Mekke'yi fethedip şehre girince, Safa Tepesi'ne çıkıp Allah'a dua etmeye başlamış, Ensar da etrafını çevirmiş, kendi aralarında Allah fethi müyesser kıldıktan sonra, ister misiniz, Rasûlullah kendi beldesinde ikamet etsin?" diye söylenmişlerdi. Hz. Peygamber, duasını bitirdikten sonra;
"Siz az önce ne dediniz?" diye sormuş, onlar önce "Birşey değil ey Allahın Rasûlü" dedilerse de, O fazlaca ısrar edince konuşmalarını haber vermişlerdi. Bunun üzerine O;
"Bundan Allah'a sığınırım! hayatımız da beraber, mematımız da beraber!" buyurmuştu. [621]
Görüldüğü gibi, aynı hadise kaynaklarımızda oldukça farklı bir üslupla anlatılmaktadır. Ensar'ın eleştirisinin vahyle bildirildiğini anlatan birinci rivayet sened itibarıyla daha sahih, Hz. Peygamberin muhtemelen onların bazı sözlerini işitmesi üzerine, bizzat kendilerinden dinlediğini anlatan ikinci rivayet ise daha makul ve gerçekçidir. Zaten o ortam içerisinde Hz. Peygamberin Ensar'dan bu tür endişelerin sadır olabileceğini sezmesi, tahmin etmesi de gayet mümkündür. Ya da bir önceki rivayette Ensar'ın eleştirilerini Enes'in gelip haber vermesinde olduğu gibi, bu sözleri de herhangi bir şahsın haber vermiş olması imkan dahilindedir. Kaynaklarımızda beşerî ihbarın bulunmasına rağmen, aynı hadiselerin ilahî ihbar şeklinde rivayet edildiğine dair başka birçok misalin bulunduğunu [622] gözönünde bulunduracak olursak, Ebû Hureyre rivayetindeki Ensar'ın eleştirisinin Hz. Peygambere vahyle bildirilmesi kısmını ihtiyatla karşılamamız daha uygun olacaktır.
Ensar'dan bazılarının yaptığı bu eleştiri, aslında Hz. Peygambere olan sevgi ve bağlılıklarından kaynaklanmış, ayrılık endişesiyle gündeme gelmiş ve bu yüzden de kendileri mazur görülmüştür. İbn Teymiye'nin (ö. 728) dediği gibi, muhabbetten, tazimden, teşriften ve sevgi saygıdan dolayı ağızdan çıkan sözlerin sahibi bağışlanır, hatta övülür. [623] Burada Ensar'ın sözleri de aynı şekilde muhabbetten kaynaklandığı için onlar, olumsuz anlamda bir eleştiri addetmiyoruz.
3- Hz. Peygamber, vefatından kısa bir süre önce, Üsame'yi, aralarında Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in bulunduğu Mûte'ye gönderilen sahabe ordusunun komutanlığına atamıştı. Bunun üzerine bazıları, bu atamadan dolayı Hz. Peygamber'i eleştirmeye, endişe ve hoşnudsuzluklarını dile getirmeye başladılar. Onların eleştirilerini İşiten Hz. Peygamber bir hutbe irad ederek, bazı kimselerin, Üsame'nin (ö. 54) atanmasını eleştirdiklerini, onların daha önce de (H. 8 yılında yine Mûte seferinde tayin edilen komutanlardan biri olan ve şehid düşen [624]) babası Zeyd'i (ö. 8) dile doladıklarını, oysa kendisinin ikisini de çok sevdiğini ve bu iş için onlan liyakatli bulduğunu, ona hayırlısını tavsiye etmelerini ve emrini uygulamalarını istemişti. [625]
Şüphesiz Hz. Peygamber genç bir mevâli olan Üsame'yi ileri gelen yüzlerce sahabenin üzerine komutan tayin ederken İslamın öngördüğü yönetim anlayışında sınıf ve yaş farkının değil, ehliyet ve liyakatin asıl olduğunu fiilî olarak göstermek istemişti. Elbette Üsame'nin ordusu içinde, kendisinden daha tecrübeli büyük sahâbîler de vardı. Ancak Hz. Peygamberin özellikle bir mevaliyi komutanlığa ataması, hem yönetimde sınıf ve kabile faktörünün hiçbir öneminin olmadığının müslüman kafalara yerleştirilmesi bakımından, hem de hangi kesimden olursa olsun gençlere imkanlar tanınması, onların yetiştirilmesi bakımlarından oldukça mühimdir. Bu tayinden dolayı ortaya atılan eleştiri sahiplerinin kimler olduğunu bilmiyoruz. [626] Ancak iyimser bir tahmin yürütecek olursak, bunlardan bir kısmı tamamen Hz. Peygamberin vahy dışı içtihadı bir tasarrufu olan bu atamaya, sırf genç ve tecrübesi az olan [627] bir komutanla girecekleri savaşta muhtemelen bazı olumsuz sonuçlara duçar olma endişesiyle ta'netmiş olabilirler. Eleştirilerin bir kısmı ise henüz -Hz. Peygamber de tayin etse- azadlı bir kölenin oğlunun, çocuk denecek yaşta genç bir mevalinin emri altına girmeyi içlerine sindirememiş İslama yeni girenlerden veya bedevilerden, ya da sahip oldukları mizaçlarıyla, cahiliyye kültür ve taassubunun etkisinden hâlâ kurtulamamış, İslamî Öğretileri tam özümseyememiş bazı kimselerden gelmiş olabilir. Zaten bu kesimlere mesaj vermek isteyen Hz. Peygamber ise, onların ortaya attığı söylentilere aldırış etmemiş, emrini uygulamıştır. Buna mukabil başta, Medine'de kalmasına ihtiyaç duyduğu Ömer için komutanı Üsame'den izin isteme nezaketi gösteren Halife Hz. Ebû Bekir olmak üzere, gerek Hz. Peygamberin atamasında ve gerekse vefatından sonra halifenin onaylayıp göndermesinde Üsame'ye itaat eden pekçok sahâbî, hem İslam'ın, hem de kendilerinin ne denli erdemli olduklarını burada bir kez daha ispatlamışlardır.
Bu üç misalde olduğu üzere sahabenin Hz. Peygambere yönelik eleştirileri, daha çok onun siyasî ve askeri yönleriyle ilgilidir. Eleştirilerden ilki, Ensar'ın gençlerinden, ikincisi muhabbet ve kıskançlıkla muhtemelen yine Ensar'ın bazı gençlerinden gelmiştir. Son eleştiri ise ordu komutanı tayini ile ilgilidir. Dolayısıyla söz konusu eleştirilerde Hz. Peygamberin nebevi yönünü veya onun dini otoritesini rencide edecek ciddî olumsuz bir tavır göze çarpmamaktadır. Ayrıca, sahabenin, siyasî ve askerî yönleriyle de ilgili olsa, Hz. Peygamberi eleştirebilmeleri, Kur'an'a uygun bir beşer-Rasul telakkisine sahip olduklarını göstermesi bakımından önemlidir.
Kaynaklarımızda, zaman zaman bazı sahâbîlerin, Hz. Peygamberin birtakım tasarruflarına karşı çıktıklarını, ona itiraz ettiklerini görmekteyiz. Bu hususu da tespit ettiğimiz birkaç misal ile ortaya koymamız, Peygamber sahabe ilişkisinin bir başka yönünü göstermesi bakımından yararlı olacaktır. Önce Hz. Ömer'den gelen bazı itirazlar üzerinde duralım.
1- H. 6. yılda Hz. Peygamber ve sahabe, ilk defa Kabe'yi ziyaret etmek üzere yola çıkmışlar, ancak Mekke'li müşrikler tarafından Hudeybiye'de durdurulmuşlar ve onlarla bir anlaşma imzalamak durumunda kalmışlardı. Yapılan bu anlaşmaya göre, müslümanlar bu ziyaretlerinden vazgeçip Medine'ye geri dönecekler, üç günden fazla olmamak ve silahsız gelmek şartıyla ertesi yıl ziyaret edebileceklerdi. Ayrıca müslümanlar Mekke'li bir müslümanı götüremeyecekleri gibi, Medine'ye gelenleri de geri çevireceklerdi. Oysa bunun aksi olursa, yani, Medine'lilerden Mekke'de kalmak isteyenler olursa, onlar geri çevirilmeyecekti.
Zahiren şartlar çok ağır ve müslümanların aleyhine gibi gözüken bu antlaşmaya Hz. Ömer sert bir şekilde itiraz etti. Kaynakların naklettiğine göre Hz. Ömer "Vallahi müslüman olduğumdan beri, sadece o gün şüpheye düştüm" demiş [628]sonra Hz. Peygambere gelerek, "Sen Allah'ın hak Peygamberi değil misin ? Biz hak üzere, düşmanımız batıl üzere değil mi?" diye sormuştu. Hz. Peygamberin bu sorulara “evet” demesi üzerine Hz. Ömer, "Öyleyse niçin dinimizden taviz veriyoruz?" demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
"Ben Allah'ın Rasûlüyüm ve O'na isyan edecek değilim ve o bana yardım edecektir" buyurdu. Hz. Ömer bu defa "Peki, sen bize Beyte varıp onu tavaf edeceğimizi haber vermemiş miydin?" diye sorunca, O;
"Evet ama sana bu sene varacaksın dedim mi? Sen oraya varacaksın ve onu tavaf edeceksin" buyurdu."[629] Rivayetin devamında onun aynı soruları Hz. Ebû Bekir'e de sorduğu ve benzer cevaplar aldığı anlatılmaktadır. Bu davranışı üzerine, hakkında Kur'an ayetleri inmesinden korkan Hz. Ömer, Hz. Peygamberin, fethi müjdeleyen Feth Suresini tebliğ etmesiyle teskin olmuşsa da, bu itirazından sonra (keffaret olarak) birçok ameller yaptığını söylemektedir. [630]
Öncelikle belirtelim ki, Hz. Ömer'in bu sert tepkisine rağmen, bazı rivayetlerde ifade edildiği gibi, onun inancında şüpheye düştüğü veya düşebileceği kaatinde değiliz. Bilakis o, Hak Peygambere, onun Kabe'ye gireceğine dair vadine o kadar inanmış ki, altı yıldır hasretini çektikleri Kabe'ye gireceklerinden zerre miktarı şüphesi yoktu. Hakkın daima batıla üstün geleceğine o denli güvenmektedirki, batıl tarafından engellenmeyi, yenilgiyi ve kendi ifadesiyle "taviz vermeyi" kabullenemiyordu. Bu inanç ve psikolojik şartlanma neticesinde, Hz. Peygamberin gördüğü rüyasına dayanarak vadettiği Kabe ziyaretinin [631] gerçekleşmemesinin doğurduğu hayal kırıklığının ardından, tamamen aleyhlerine gibi gözüken böyle bir antlaşma yapılmasını Hz. Ömer'in havsalası almıyordu. Ancak unutmamak lazımdır ki, Hz. Peygamberin böylesi konularda ashabıyla istişare etmesi, bazen kendi reyiyle, bazen de sahabenin görüşleriyle hareket etmesi; onlara Hz. Peygamberin savaş, barış vb. askeri ve siyasî tasarruflarına müdahele cesaretini vermiştir. Elbette böylesi bir atmosfer içerisinde Hz. Ömer'in ne kadar cesur, gayur ve acul bir mizaca sahip olduğunu da unutmamak gerekir. Oysa aynı ortamda Hz. Ebû Bekir, daha sabırlı, temkinli, ağırbaşlı ve teenni ile haraket eden mütevekkil bir şahsiyet portresi çizmektedir. Hz. Ömer'in bu mizacını çok iyi bildiği içindir ki Hz. Peygamber, onun bu tavnnı anlayışla karşılamış, onu dinledikten sonra kınama cihetine gitmemiş, inen 48. Fetih Suresini ilk ona tebliğ etmek suretiyle onu teskin etmeye çalışmıştır. Nitekim zaman, Hz. Ömer'in bu hususta yanıldığını ortaya çıkarmış, başlangıçta müslümanların aleyhine gözüken bu antlaşma, bir müddet sonra onların lehine dönüşmüştür.
2- Medine'de münafıkların reisi olan Abdullah b. Ubey b. Selûl [632] ölünce (ö. 9), namazını kıldırması için Hz. Peygamber davet edilip de buna icabet etmek istediğinde, yine Hz. Ömer'in sert itirazlarıyla karşılaşmıştı.
İbn Abbas'ın Hz. Ömer'den naklettiğine göre o, Rasûlullah (s.a.v.) cenaze namazı için kalktığında yanına vanp "Ey Allah'ın Rasulü! Falan falan gün, şöyle şöyle dediği halde, [633] İbn Ubey'in namazını kılacaksın öyle mi?!" diye itiraz ederek o günlerde söylediklerini sıralamıştı. Rasûlullah (s.a.v.) tebessüm ederek Ömer'den kendisini rahat bırakmasını istemiş, ancak Ömer daha da üsteleyince bu hususta kendisinin muhayyer bırakıldığını ve namazını kılmayı tercih ettiğini söyleyerek namazı kıldırmış, az sonra
"(Ey Peygamber!) onlardan ölen hiçbirisinin asin namazını kılma! ve kabri başında da durma! Çünkü onlar Allah'ı ve Rasûlünü inkar etmişler ve fasık olarak ölmüşlerdir" mealindeki ayetler [634] inmişti. [635]
İbn Ömer'in rivayet ettiği haberlerde ise Rasûlullah (s.a.v.) onun cenaze namazını kılmak isteyince Hz. Ömer, Rasûlullah'ın elbisesinden tutarak "Ey Allah'ın Rasulü! Rabbin onun namazını kılmanı onlara istiğfar dilemeni yasakladığı halde o münafığın namazını mı kılacaksın?!" diye itiraz edince Hz. Peygamber;
"Allah, şöyle buyurarak beni şu iki hususta serbest bıraktı: 'Onlar için ister mağfiret dile, ister dileme! Onlar için yetmiş defa mağfiret dilesen dahi, Allah onları bağışlamayacaktı.r” ayetini [636] okudu ve az sonra 9. Tevbe 84 ayeti indi." [637]
Bu rivayetler, Buhâri ve Muslini gibi sahih kaynaklarımızda da mevcut olmasına rağmen, özellikle Hz. Peygamberin 9. Tevbe 80 ayetinden bu şekilde muhayyerlik anlamı çıkarmış olamayacağı, dolayısıyla bu ayete dayanarak İbn Ubey'in cenaze namazını kılmış olamayacağı noktalarından hareketle birçok alim tarafından eleştirilmiştir. Bakıllânî (ö. 403), İmamu'l-Haremeyn (ö. 478), Gazzalî (ö. 505), Ebû Ca'fer Ahmed b. Saîd ed-Davûdî (ö. 402) ve Kuşeyrî gibi alimler bu rivayetleri sahih görmezken[638] Tahavî (ö. 321) de İbn Abbas (ö. 68) rivayetinin lafızları itibarıyla daha uygun olduğu, ancak Hz. Peygamberin cenaze namazını kılmadığı kanaatini dile getirmektedir. [639]
Kanaatimizce Hz. Peygamber, Hz. Ömer'in itirazlarına rağmen çeşitli mulahazalar ve maslahatlar gereği, siyaseten İbn Ubey'in cenaze namazını kılmak istemiş ancak Yüce Allah'ın münafıklarla ilgili olarak indirdiği ve yeni bir dönemi başlatan ve yeni bir politika belirleyen 9. Tevbe 73-84 ayetleri uyarınca onun cenaze namazını kılmamıştır. [640] Nitekim bazı rivayetlerde de namazını kıldırdığı tasrih edilmemiştir. [641]
Burada asıl bizi ilgilendiren husus ise, Hz. Ömer'in böylesi cenaze namazı gibi bir konuda Hz. Peygamberin davranışına itiraz veya müdahele edebilmesidir. Şüphesiz bu, bir sahâbînin, Peygamberinin tavır ve davranışlarını dahi, zihninde oluşan İslamî anlayış çerçevesinde nasıl test edebildiğini, ilgili ayetler henüz inmemiş olmasına rağmen, nasıl Kur'anî bir perspektiften bakabildiğini, bu kanaatini, engin anlayışına güvenerek Hz. Peygambere, hem de bu denli açık yüreklilik ve israrla haykırabildiğini göstermesi açısından son derece önemli bir tavırdır. Bu, bir taraftan Hz. Ömer gibi fakîh sahâbîlerde ne kadar güçlü bir muhakeme gücü ve tenkit zihniyeti olduğunu gösterirken; diğer taraftan, Rahmet peygamberinin, en azılı düşmanlarına karşı bile, kin ve intikam duygusu beslemediğini, onların dahi bağışlanmasını arzu ettiğini, bu konuda elbisesinden tutarak kendisine engel olmak isteyen Hz. Ömer'in celadetini, salabetini, hırs ve şiddetini anlayış ve hoşgörüyle karşıladığını ortaya koymaktadır. Burada Hz. Ömer'in tavrını, ondan önce alemlere rahmet olarak gönderilmiş olan [642] Hz. Peygamberin göstermiş olması beklenmemelidir. Zira o, nehyedilmedikçe daima rahmet yönü ile tavır koymaya çalışmıştır. Nitekim o, sırf bu rahmet ve merhametinden kaynaklanan bazı tasarrufları sebebiyle Kur'an'da eleştirilmiştir. [643] Burada Hz. Peygamber insanları kurtarmaya çalışan bir Rahmet Elçisi; Hz. Ömer ise, Allah ve Rasulüne karşı düşmanca ve sinsice tavırlar sergileyen birisinin cenaze namazının boykot edilmek suretiyle cezalandırılmasını, böylelikle diğer münafıklara da bir ders verilmesini isteyen gayet net ve sert bir tavır koyan bir sahabîdir. Nitekim aynı tavır Bedir esirleri konusunda da gözükmektedir. Bir tarafta "Ey Allah'ın Rasulü! Onlar seni yalanlayıp yurdundan çıkardılar, getir boyunlarını vuralım" diyen Ömer; diğer tarafta ise, belki kalpleri yumuşar da müslüman olurlar ümidi ile onları fidye karşılığı serbest bırakmak isteyen Peygamber! [644] Fakat her iki hadisede de inen vahyler Hz. Ömer'in tavrını teyid etmiştir. Ancak Hz. Ömer, daha sonra Hz. Peygambere karşı bu itirazını biraz sert bulmuş olacak ki.
"Allah ve Rasulü daha iyi bildikleri halde, o gün Rasûlullah'a karşı göstermiş olduğum cür'etime sonraları hep şaşırmışımdır" demiştir. [645]
3- Rasûlullah (s.a.v.) birgün Ebû Hureyre'yi
"Git, Allah'tan başka ilah olmadığına kalpten kesin olarak inanıp şehadet getirenleri cennetle müjdele!" diyerek göndermiş, ancak ilk karşılaştığı Hz. Ömer buna şiddetle karşı çıkmış, fakat onu bizzat Hz. Peygamberin emrettiğini kendisinden de dinledikten sonra ona "Böyle yapma, zira insanların buna güvenerek gevşemelerinden korkuyorum, bırak onları, amel etsinler" demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber de;
"Öyleyse bırakın onları (amel etsinler)" buyurmuştu. [646]
4- Hevazin Seferinde sahabenin yiyecekleri tükenince, develerini kesmek için Hz. Peygamberden izin istemişler, o da onlara müsade etmişti. Hz. Ömer izin alan kimselerle görüşünce onlara "Develerinizi kestikten sonra geriye neyiniz kalacak?" diyerek buna karşı çıktı. Sonra Hz. Peygamberin yanma gelerek ona da aynı şeyleri söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.)
"İnsanlara seslen, fazla yiyeceklerini getirsinler..." buyurarak [647] develerin kesilmesinden vazgeçti.
Bu son iki itirazda, Hz. Ömer sözkonusu nebevi emirlerin kısa vadede faydalı olsa da, uzun vadede müslümanların zararına bir netice verebileceğini görebilmiş, bu konuda Hz. Peygamberi uyarmıştır. Rasûlullah (s.a.v.) da onun bu itirazını yerinde ve daha makul bulmuş, kendi kararlarından vazgeçmiştir.
5- İbn Hişam'ın İbn Abbas'tan naklettiğine göre, Hz. Peygamber Bedir Savaşı öncesinde ashabına "Ben Haşim Oğulları'ndan ve başkalarından savaşa kerhen çıkan bazı kimselerin olduğunu biliyorum, onları öldürmemize hacet yok. Dolayısıyla kim Haşim Oğulları'ndan birisiyle karşılaşırsa öldürmesin. Kim Ebu'l-Bahteri b. Hişam b. Haris b. Esed'le karşılaşırsa öldürmesin. Kim Rasâlullah'ın amcası Abbas b. Abdulmuttalib'le karşılaşırsa öldürmesin. Çünkü o da ancak zorla savaşa çıkartıldı" buyurdu. Bunun üzerine Ebû Huzeyfe [648]"Biz babalarımızı, oğullarımızı, kardeşlerimizi ve aşiretimizi öldüreceğiz de Abbas'ı terkedeceğiz! Vallahi onunla karşılaşırsam, kılıcımı onun yüzüne çalacağım!" dedi. Onun bu sözünü duyan Rasûlullah (s.a.v.) Hz. Ömer'e
"Rasûlullah'ın amcasının yüzüne kılıç vurulur mu?" diyerek tepkisini dile getirdi. Daha sonra pişman olan Ebû Huzeyfe "Ben o gün söylediğim bu sözden dolayı hâlâ kendimden emin değilim ve korkmaktayım. Ancak bunun keffareti şehadet olur" dermiş, ve nitekim Yemame'de de şehid düşmüştür. [649]
İbn İshak'ın verdiği bilgiye göre, Ebu'l-Bahteri, Hz. Peygamberi, Mekke'de koruyup kollayan, ondan yana koyduğu tavırlarıyla bilinen birisiydi. [650] Aynı durumun Hz. Abbas hakkında da fazlasıyla geçerli olduğu [651]düşünülürse, Hz. Peygamberin onların öldürülmemesi yolunda verdiği talimatın, Ebû Huzeyfe'nin anladığı gibi, sırf Rasûlullah (s.a.v.)'ın amcası olduğu için değil, gerek Mekke'de iken, gerekse hicretten sonra gizliden gizliye Hz. Peygamberin lehinde olması sebebiyle verdiği anlaşılacaktır. Hatta Hz. Abbas'ın Mekke'de Bedir savaşından veya hicretten önce müslüman olduğunu, ancak kavminden korktuğu için müslümanlığını gizlediğini belirten bazı rivayetler de mevcuttur. [652] Fakat, Bedir'de esir düştüğünde Rasûlullah'ın ondan fidyesini vermesini istemiş olması bu rivayetleri zayıflatmaktadır. Ayrıca onun Hayber'in fethinden önce müslüman olduğunu belirten rivayetler de vardır. [653] Yine İbn Sa'd'ın naklettiği diğer bir rivayette Ebû Huzeyfe, Hz. Peygambere kendi babası, amcası ve kardeşi öldürülmüş olduğu için bunun kendisine zor geldiğini söylemiş, Rasulllah (s.a.v.) da,
"Baban, amcan ve kardeşin bizimle savaşa zorlanmaksızın, kendi istekleriyle çıktılar, oysa bunlar, bizimle savaşa kendi istekleriyle değil, zorlanarak çıkarıldılar" [654] şeklinde bir izah getirmiştir. Bu rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ebû Huzeyfe, en yakınlarıyla karşı karşıya geldiği ve onların öldürüldüğü savaş ortamındaki bu halet-i ruhiye içerisinde, iyice düşünmeksizin, kendi yakınları ile Hz. Peygamberin zikrettiği şahıslar arasındaki farkı gözetmeksizin fevri bir çıkış yapmış, duygusal bir reaksiyon göstermiştir. İşte bu psikolojik durum sebebiyle o, bir an, Hz. Peygamberin kendi yakınlarına ayrıcalık tanıdığı gibi hatalı bir zanna kapılmış ve bu talihsiz itirazını yapmış, ancak sonra bu tepkisinden dolayı da pişman olmuştur. Hz. Peygamber ise, bu duygusal tepkisinden dolayı onu mazur görmüş olmalı ki, ona sadece sözkonusu iki grup arasındaki farkı anlatmakla yetinmiştir.
6- Hz. Peygamber hastalanıp ta rahatsızlığı iyice artınca,
"Ebû Bekir'e emredin, insanlara namazı kıldırsın!" buyurmuştu. Bunu duyan Aişe "O, yufka yürekli bir adamdır, senin makamına durunca, ağlamaktan dolayı sesini duyuramaz ve namazı kıldıramaz" uyarısında bulundu. Hz. Peygamber aynı emrini, Hz. Aişe de aynı ikazını tekrarlayınca Rasûlullah (s.a.v.) ona dönerek
"Ona emret, namazı kıldırsın, siz kadınlar tıpkı Yusuf’ un arkadaşları gibisinizdir" [655]buyurdu [656]
Hz. Peygamberin kesin emir buyurmasına rağmen, eşi Aişe, babasının namaz kıldırmasına itiraz ederken, o anda Hz. Ebû Bekir'in ağlamadan dolayı namazı kıldıramayacağı şeklinde bir mazeret belirtmişse de, aslında onun itiraz gerekçesi bir hayli farklıdır. Daha sonra kendisinin açıkça ifade ettiğine göre o, Rasûlullah'tan sonra yerine geçecek kimsenin halk tarafından hayatının sonuna kadar sevilmeyeceğini, bir müddet sonra uğursuz addedileceğini düşünmüş ve bu yüzden Rasûlullah'ın Hz. Ebû Bekir'den vaz geçmesini arzu etmiştir. [657] Hz. Aişe'nin itirazı ister önce izhar ettiği gibi masumane bir mazerete, isterse sonradan açıkladığı gibi babası adına bir maslahata mebnî olsun, neticede Hz. Peygamber tarafından hoş karşılanmamış ve azarlanmasına yol açmıştır.
7- Ebû Saîd el-Hudrî'nin (ö. 64) naklettiğine göre, Rasûlullah (s.a.v.), Hz. Ali'nin Yemen'den gönderdiği bir miktar külçeyi, Uyeyne b. Bedr, Akra' b. Habis, Zeyd el-Hayl ve Alkame veya Amir b. Tufeyl'den oluşan dört kişi arasında taksim etmişti. Bunu gören ashabından biri, "Biz buna onlardan daha müstehak idik" dedi. Rasûlullah'a bu söz ulaşınca
"Sabah akşam bana semadan vahy geldiği ve göktekiler bana güvendiği halde siz bana güvenmiyor musunuz?!" diye onlara sitem etti. Bunun üzerine göz çukurları içeri gecik, yanakları dışa çıkık, alnı açık, sakalı gür, başı tıraşlı, elbisesi sıvanmış bir adam kalkıp "Allah'tan kork ey Allah'ın Rasulü!" dedi. Hz. Peygamber
"Yazıklar olsun sana, yeryüzünde Allah'tan korkmaya en layık kişi ben değil miyim?" buyurdu. Sonra adam dönünce Halid b. Velid (ö. 21) "Ya Rasulallah! (izin ver) şunun boynunu vurayım! dedi. O,
"Hayır, belki o namaz kılıyordur" buyurunca, Halid, "Nice namaz kılan var ki, kalbinde olmayanı diliyle söyler" uyarısında bulununca Hz. Peygamber
"Ben insanların kalplerini delmekle, içlerini yarmakla emrolunmadım" buyurdu. Sonra adam giderken arkasından bakan Hz. Peygamber,
"Bunun neslinden öyle bir kavim türeyecek ki, çok rahat Kur'an okuyacaklar ama bu onların boğazlarından aşağıya geçmeyecek. Onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar. [658]buyurdu.
Ebû Said'den gelen başka bir rivayette bu şahsın Temim Oğullarından Zu'I-Huvaysıra olduğu, "Ey Allah'ın Rasulü, adil ol!" deyince, Hz. Peygamber'in
"Yazıklar olsun sana! ben adil olmazsam kim adil olacak?!" buyurduğu, bunun üzerine Hz. Ömer'in, "İzin ver şunun boynunu vurayım" dediği, ancak Hz. Peygamberin benzer gerekçelerle izin vermediği anlatılmaktadır. [659]
Abdullah b. Mes'ud'un rivayetine göre ise, hadise Huneyn günü (H. 6) yaşanmıştır. Hz. Peygamber o taksimde Arapların ileri gelenlerini başkalarına tercih edince, orada bulunan bir adam "Vallahi, bu, adalet gözetilmeyen, Allah'ın rızası kasdedilmeyen bir isimdir" demiş, bunu haber alan Hz. Peygamber'in yüzü kıpkırmızı kesilmiş,
"Allah ve Rasulü adil olmazsa, başka kim adil olur?!" dedikten sonra,
"Allah Musa'ya rahmet eylesin. O bundan daha çok eziyet görmesine rağmen sabretti" buyurmuştur [660]
İlk rivayette her ne kadar "ashabından biri" deniliyorsa da, bu şahsın kim olduğu kesin olarak bilinmemektedir. İbn Hacer, onun ismine vakıf olamadığını söylerken, [661] son rivayetteki şahıs Vakıdî'nin rivayetine göre münafıklardan Muattib b. Kuşeyr el-Amri'dir. [662] İkinci rivayette zikredilen Zu'l-Huvaysıra'nın ise, Hurkûs b. Zuheyr es-Sâidî [663] olduğu söylenmektedir. [664] "Rivayetin tarihî bibliyografyasını veren Wellhausen, Hurkûs b. Zuheyr isimli bu Temîmî'nin, hakikatte tamamen meçhul bir şahsiyet olduğunu, rivayetin de esâtîri bir kıssa hüviyetinde bulunduğunu, asıl hedefin, İslam'ın prensiplerinde gösterdikleri teşeddüt (aşırılık) yüzünden, tenkidleriyle, bizzat Peygambere tecavüze kadar varan Haricîleri haklı olarak tenkid etmek olduğunu belirtmektedir." [665] Hz. Peygambere karşı münafıklardan veya bedevilerden böylesi sert tepkilerin gelebilmesi imkan dahilinde olmakla birlikte, özellikle bu itirazın akabinde anlatılan ve her yönüyle Haricîleri tavsif edip adeta resmeden son kısmını oldukça ihtiyatla karşılıyoruz. Haberin bizi ilgilendiren ve aynı zamanda kabul edilebilir yanı, bir şahsın Hz. Peygamberin taksimine gayet ölçüsüz bir üslupla itiraz etmesi ve bu şahsın sahabî olup olmadığıdır.
Hemen belirtelim ki, Hz. Peygambere bu kadar ağır ve kaba bir şekilde itiraz eden mezkur şahıs, ister İbn Mes'ud ve Hz. Ömer'in niteledikleri gibi bir münafık olsun, isterse Wellhausen'in dediği gibi, tamamen meçhul birisi olsun, neticede bizim benimsediğimiz sahabe tanımının dışında kalmaktadır. Veya çok iyimser bir tahminle bu zat bir çöl bedevisi bile olsa, biz onu sahabeden ayrı mütala etmeyi tercih ediyoruz. Nitekim Yüce Allah da, zekatların dağıtımı hususunda bedevilerin Hz. Peygambere dil uzattıklarından söz etmektedir. [666] Hatta Hz. Peygamberi fazla tanımayan, sünnetten yeterince nasiplenmemiş bazı bedevilerin, bu tür ortamlarda onu fiilen taciz ettikleri dahi rivayet edilmiştir. [667] Dolayısıyla bedevilerin en karekteristik özelliği olan bu sert tutum ve kaba davranışlar sebebiyle, sahabeye bu konuda herhangi bir tarizde bulunulması kabul edilemez. Elbette sahabeden de belli eleştiriler ve itirazlar gelmiştir. Ancak sahabenin ya haklı, ya da mazur olduğu bu tavırlarında bile bir ölçü mevcuttur. Bu sebeple Hz. Peygambere karşı bedevilerin bu tür olumsuz davranışlarının, sahabenin davranışlarıyla karıştırılmaması gerektiği kanaatindeyiz.
Buraya kadar verdiğimiz misallerden sahabenin, Hz. Peygamberin davranışlarının içyüzünü kavrayamadıkları veya meseleyi tam olarak anlayamadıkları ya da maslahata muvafık görmedikleri zaman gayet samimi ve tabiî bir şekilde ona itiraz ettikleri anlaşılmaktadır. Onlann itirazlarındaki gaye veya temel espri, İslam'ın ve müslümanların menfaat ve maslahatını temin etmek, maddî ve manevî gelebilecek zararlara mani olmak, ümmeti daha iyi ve ideal olan davranışlara sevk etmekti. Hz. Peygamberi çok iyi tanıdıkları için sahabe böylesi durumlarda hiç çekinmeden, gayet açık ve cesur bir şekilde ona itiraz edebilmekte; Rasûlullah (s.a.v.) da onların iman, ihlas ve niyetlerinin yanısıra, mizaçlarını ve psikolojilerini fazlasıyla göz önünde bulundurduğu için onlardan bazılarının itirazlarını makul bulup kabul etmekte, diğer bazılarını ise mazur görüp, anlayışla karşılayabilmektedir. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber bu tavırları sebebiyle sahâbîlerin itirazlarından pek rahatsız olmamış, onlara gücenmemiştir.
Oysa münafıkların itirazlarında içlerine gömdükleri İslam'a karşı kin ve düşmanlık, bedevilerin itirazlarında ise daha çok çıkarcılık duyguları yatmaktadır. Diğer bir ifade ile, Hz. Peygambere karşı itirazlarda sahabe, İslam'ın lehinde; münafıklar aleyhinde, bedeviler ise, kendi egoları istikametinde tavırlar sergilemişlerdir.
Araştırmamız esnasında Hz. Peygambere karşı sahabede gördüğümüz bir tavır da onun bazı talimat ve emirlerini yerine getirmede zaman zaman gecikmeleridir. Bir bakıma, bu, itirazın eyleme dönüşmüş şeklidir. Ancak onlar her ne kadar ilk anda emre imtisal etmede veya kısa bir süre içinde ona itaat etmede gecikseler de, onun israrını ve kararlılığını, emrin kesinliğini görünce itaattan geri kalmamışlardır. Bununla ilgili rastladığımız birkaç misal verelim:
1- Hz. Peygamber, Bedir Savaşı öncesinde ashabından kendisine katılan üç-yüz kişi ile Şam'dan gelen Ebû Sufyan başkanlığındaki ticaret kervanını vurmak istemişti. Ancak bunu haber alan Ebû Sufyan, güzergâhını değiştirdiği gibi, Kureyş'ten de bin kişilik bir ordunun çıkmasını sağlamıştı. Bu durumda sahabe ya kervanla ya da orduyla karşılaşacaktı. Özellikle hiç yoktan bir savaş ihtimali, sahabenin bir kısmında rahatsızlık ve isteksizlik doğurmuştu. Hatta Yüce Allah onlara bu iki taifeden birinin, yani kervan veya Kureyş'in onların olacağını vadediyor olmasına rağmen, onlar güçsüz olan kervanı istiyorlardı. O kadar ki, hak ortaya çıktıktan sonra bile, sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi Hz. Peygamberle tartışmışlardı, [668] Medine'den çıkarken kervana diye çıkan ve savaş niyetleri olmayan sahabe, ilk defa ve bin kişilik bir ordu karşısında savaşmakla karşı karşıya kalacaklarını anlayınca bir hayli tereddüt etmişler, isteksizliklerini dışa vurmuşlardı. Çünkü onlar böyle bir savaşa hem psikolojik olarak, hem de sayı, silah ve süvari olarak yeterince hazır değillerdi. Bu sebeplerden dolayı, savaşı istemediklerini dile getirmişler, bu hususta Hz. Peygamberle mücadele etmişlerdi. Fakat biraz gecikerek de olsa sonradan ikna olmuşlar ve korktukları savaşa razı olmuşlardı. Bunu sağlamada Hz. Ebû Bekir (ö. 13), Ömer (ö. 23), Mikdad b. Amr (ö. 33) ve Sa'd b. Muaz (ö. 5) gibi sahâbîlerin cesaret verici konuşmalarının da payı olsa gerektir. Nitekim Mikdad, "Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın sana gösterdiği şeyi yerine getir, biz seninle beraberiz. Biz, İsrail Oğullarının Hz. Musa'ya dedikleri gibi 'Sen ve Rabbin gidin savaşın! Biz burada oturacağız' demeyeceğiz" derken, Sa'd da "Biz sana inandık, tasdik ettik, getirdiğinin hak olduğuna şahitlik ettik, bu uğurda sana itaat edeceğimize, seni dinleyeceğimize dair ahd u misak verdik, şu halde sen istediğini yap, biz seninle beraberiz. Seni hak olarak gönderene yemin ederiz ki, eğer bizi denize sürsen, seninle birlikte biz de dalarız ve bizden bir kişi bile ayrılmaz. Artık yarın düşmanla karşılaşmaktanda çekinmemekteyiz" demişti. [669]
Hazırlıksız bir şekilde savaşa girmek durumunda kalan bazı sahâbîlerin başlangıçtaki bu bocalama, tereddüt ve tartışmalannı tabii karşılamak lazım gelir. Özellikle de bunun ilk tecrübe olacağı düşünülecek olursa, elbette birer insan olarak sahabe, Hz. Peygamberle birlikte olmalarına ve ilahî va'de rağmen, ilk etapta acı bir tecrübe yaşamaktan çekinmişlerdi. Ama sonradan bu tereddüt yerini itaata, teslimiyete bırakmış ve vadedildiği üzere Allah'ın yardımı ve zafer onların olmuştur. [670]
2- Rasûlullah (s.a.v.) Hudeybiye'de müşriklerin ileri sürdüğü şartlar kabul ederek antlaşmayı imzalamıştı. Yapılan antlaşma gereği müslümanlar, bu sefer Kabe'yi ziyaret edemeyecekler ve geri dönecekler, ancak ertesi sene üç günlüğüne kısa bir ziyaret gerçekleştirebileceklerdi. Antlaşmanın yazılması tamamlandıktan sonra Rasûlullah (s.a.v.) ashabına;
''Kalkın, kurbanlarınızı kesin, sonra da tıraş olun!" buyurdu. Haberin ravileri olan Misver b. Mahreme (ö. 64) ile Mervan b. Hakem [671] (ö. 65) diyor ki: "Vallahi o bunu üç defa tekrarladıysa da onlardan hiçbir kimse kalkmadı. Kimse kalkmayınca, kendisi kalkıp Ummu Seleme'nin (ö. 59) yanına girdi ve ona insanlardan karşılaştığı bu durumu haber verdi. Ummu Seleme "Ey Allah'ın Peygamberi, bunu yapmak istiyor musun? Çık ve kendi kurbanını kesinceye ve berberini çağırıp tıraşını oluncaya kadar onlardan kimseyle konuşma!" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber kalktı, dışarı çıktı ve kimseyle konuşmadan kurbanını kesti, tıraşını oldu. Onun bunları yaptığını görünce sahabede kalkıp kurbanlarını kestiler ve birbirlerini traş etmeye başladılar ama, neredeyse kederden birbirlerini öldüreceklerdi!" [672]
Daha önce Hz. Ömer'in bu antlaşmaya itirazından söz ederken belirttiğimiz gibi, bu olayda sahabe, Hz. Peygamberin, rüyasına dayanarak onlara müjdelediği Kabe'yi ziyaret va'dine tam olarak inanmaları, ona güvenmeleri, Mekke'ye ve Kabe'ye yıllardır özlem duymaları ve bu beklentilerin akabinden, yapılan antlaşma ile hayal kırıklığına uğramaları ve özellikle şartların tamamen aleyhlerinde gözükmesi sonucu ciddî bir moral bozukluğu içerisinde Hz. Peygamberin ilgili emrine imtisalde biraz gecikmişlerdir. Hiç şüphesiz onlan böyle bir tavır göstermeye iten en önemli etken; onların bu hasretleri, suküt-u hayale uğramaları, hiç beklemedikleri bu engellemelerle karşılaşmanın sonucu o anda yaşadıkları halet-i rûhiyeleri, bir anlamda şok hali, kısaca tepki psikolojisidir. İkinci önemli bir sebep veya etken de onların antlaşmayı feshedecek, ziyaretin tamamlamasını sağlayacak bir vahyin inmesi ihtimali ve ümidi ile, [673] nebevi emre imtisalde ağırdan almış olmalarıdır. Zira onlar, Hz. Peygamberin, aldığı bazı kararlardan sonra gelen vahiylerle itab edildiğini, bu kararların bazısının Allah tarafından düzeltildiğini, bazı davranışlarına ise müsade edilmediğini bilen, hadiselere bizzat şahit olan kimselerdi. Müslümanların onur ve izzetinin muhafazası, Kabe gibi şerefli bir mekanın ziyareti gibi manevi değerler uğruna bu gecikme, acaba yeni bir ilahî mesajın inmesine sebep olabilir miydi? Hz. Ömer gibi bazı sahâbîlerin bütün itirazlarına rağmen önlenemeyen bu anlaşma, acaba gelmesi muhtemel bir vahy ile önlenebilirmiydi? İşte sahabe bu duygu ve düşüncelerle, bu ümitlerle şimdiye dek pek yapmadıkları bir şeyi yaptılar ve Hz. Peygamberin mezkûr emrine, üç kez tekrarlamasına rağmen imtisal etmediler. Çünkü onlar hâlâ ümitlerini yitirmiş değilerdi.
Hz. Peygamber de, onların, emrini duydukları halde buna uymayıp sadece yüzüne bakmalarına bir hayli kızmış, eşinin [674]yanına gelmiştir. Ancak sahabî hanımların fakihlerinden sayılan eşi Ummu Seleme'nin [675]tavsiyesiyle, Hz. Peygamberin, emrettiği bu hususları önce fiilî olarak kendisinin yapması, bu emrin artık tamamen kesinleştiğini, değişme ihtimalinin kalmadığını göstermiş oldu ve bunu gören sahabe bu halet-i ruhiye içerisinde de olsa, sonunda ona uydular.
Burada dikkatimizi çeken bir husus, Hz. Peygamberin fiilinin, onun kavlinden daha etkili ve de bağlayıcı olduğudur. Bu noktayı çok iyi tespit ederek Hz. Peygambere çözüm yolu gösteren Ummu Seleme'nin tavsiyesinde yatan temel espri budur. Sahabenin Hz. Peygamberin fiiline derhal ittiba etmeleri, gerçekten onların, nebevi emrin gelebilecek bir vahy ile değişeceğini ümit ettiklerini, gecikmenin onun şahsına karşı bir itaatsizlik olmadığını, sadece bu emrin kesinleşmesini beklediklerini göstermektedir.
3- Hac yolculuğu esnasında Hz. Peygamber, bazı sahâbîlere, kurbanlık develerine binmelerini emretmesine rağmen, bazıları o hayvanların kurbanlık olduğunu söyleyerek binmemişler, Hz. Peygamber iki üç defa tekrarladıktan ve nihayet
"Yazıklar olsun sana! Kurbanlık da olsa bin!" buyurarak azarladıktan sonra binmişlerdir. [676]
Hz. Peygamberin
"Binek buluncaya kadar kurbanlığa güzellikle binin!" [677] buyurarak, ihtiyacı olan kimselere kurbanlarına binme hususunda açıkça ruhsat vermiş olmasına rağmen, o şahsın buna yaklaşmaması, kafasında cahiliyyeden kalma "kurbanlığa binilmez" anlayışının [678] henüz silinememesinden kaynaklanmaktadır. Zaten Hz. Peygamberin bu hususta ısrarla tekrar tekrar emretmesi de, bu cahilî inancı yıkmaya, ihtiyaç halinde buna ruhsat vermeye yönelikti. Burada da yine Hz. Peygamberin şahsına itaatsizlik sözkonusu olmayıp, cahiliyye kaynaklı da olsa kurbanlığa binmeyerek ona şefkat ve hürmet gösterme gibi bir mazeret mevcuttur. Ancak Hz. Peygamberin bu konudaki ısrarı ve kararlılığı neticesinde, geç de olsa, ilgili emir yerine getirilmiştir.
4- Buna benzer bir durum da haccın umreye çevrilmesi hususunda yaşanmıştır. Sahabe hacca diye niyet ettikleri halde, Hz. Peygamber Mekke'ye varınca onlara ihramlarından çıkmalarını, umre yapmak suretiyle, temettü haccı yapmalarını emretmişti. Ancak onlar "Biz sadece hacca diye niyetlendiğimiz halde, bunu nasıl temettuya çevirebiliriz?" diyerek mukabelede bulundular. Hz. Peygamber;
"Ben size neyi emrediyorsam onu yapın! Şayet kurban getirmiş olmasaydım, mutlaka ben de size emrettiğim gibi yapardım. Fakat artık bana kurbanımı yerine ulaştırmadıkça ihramın getirdiği haramları yapmak helal olmaz" buyurdu ve bunun üzerine sahabe emrin gereğini yaptılar. [679]
Başka bir rivayette ise Hz. Peygamberin kızgın bir şekilde Hz. Aişe'nin yanına girdiği, bunu gören Aişe'nin "Ey Allah'ın Rasûlü, Allah seni kızdıranları ateşe atsın!" dediği, Hz. Peygamberin de ona insanların, bu emri karşısında (âdeta) tereddüt ettiklerini haber vermiştir. [680]
Sahabenin bu gecikmesinde de benzer sebepler mevcuttur. Herşeyden önce onlar hacca diye niyet etmişlerdi ve son anda niyetin değiştirilmesine şaşırmışlardı. Sonra zihinlerinde, hac mevsiminde umre yapmanın dünyanın en çirkin işlerinden olduğu şeklinde cahili bir şartlanmışlık ve inanç vardı [681]ve onlar bunu bir anda kabullenmede zorlanmışlardı. Ayrıca Hz. Peygamberin yaptığı hacca uymak gibi bir gerekçe de zikredilebilir.
Bu misallerde sahabenin Hz. Peygambere itaatta gecikmelerinde doğrudan onun şahsına yönelik bir hoşnutsuzluk veya itaatsizlik görülmemektedir. Hz. Peygamberin ansızın buyurdukları bu emirler karşısında sahabe, gerek zihnî ve gerekse fiilî olarak hazırlıklı olmadıkları için veya iç yüzünü kavrayamadıkları bazı nebevi emirlerin vahyle tashih edileceği beklentisinde oldukları için, yahut da cahiliyye döneminden kalma bazı inanç ve anlayışlarına ters düşen bu emirleri ve gereklerini kabullenmede ister istemez zorlandıkları için bir miktar tereddüt etmişler, emre imtisalde gecikmişlerse de. Hz. Peygamberin kararlılığını ve emrin değişmeyeceğini anladıktan sonra derhal ona itaat ve ittiba etmişlerdir.
Kur'an'da Allah'a ve Rasûlüne itaat etmekle emrolunan müminler, [682] aynı şekilde Allah ve Rasûlüne karşı isyan etmekten de nehyedilmişlerdir [683]Yüce Allah şu ayetleriyle müminleri Hz. Peygambere karşı gelmekten, ona muhalefet etmekten sakındırmaktadır:
"Kim kendisine doğru yol belli olduktan sonra Rasûl'e karşı gelir ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!" [684]
"Peygamberin çağırmasını, aranızda herhangi birinizin çağırması gibi tutmayın... Artık o (Allah Rasulü)'nün emrine aykın davrananlar, kendilerine bir belanın çarpmasından, yahut onlara acı bir azabın uğramasından sakınsınlar." [685]
Bu ilahî ikazların ilk muhatapları olan sahabe, Allah'a ve Rasûlüne itaatları teslimiyyetleri ile rıza-i Bârî'ye, Kur'anî övgüye mazhar olmuş bahtiyar insanlardır. [686]Ancak insan olmalan hasebiyle, zaman zaman onlar da Hz. Peygamberin bazı emir ve yasaklarını çeşitli sebeplerden dolayı yerine getirmeyip, bir anlamda onun sözünü tutmayabilmişlerdir. Daha çok Hz. Peygamberin verdiği bir talimatı dinlememe şeklinde gerçekleşen bu tavırlann bir kısmı zahiren muhalefet gibi gözükse de neticede kabul görmüş olumlu davranışlardır. Bir kısmındada her ne kadar itaat yoksa da, "emir" veya "nehy" formu olmasına rağmen, bağlayıcı olmayan, dolayısıyla yerine getirilmediği takdirde itaatsizlik ya da isyan sayılamayacak bazı davranışlar mevcuttur. Diğer bir kısmında ise belli mazeretleri olsa da, neticede Hz. Peygamberin direktiflerine uymama, onun emrini yerine getirmeme, yasağını delme, talimatını ihlal etme gibi bazı olumsuz tavırlar söz konusudur. Sırasıyla bunları misallendirmemiz yerinde olacaktır.
1- İslamî davetin henüz açığa vurulmadığı günlerde Hz. Peygamberi işiten Ebû Zerr (ö. 32), O’nu görmek üzere Mekke'ye gelmiş, yaptıkları gizli görüşmede müslüman olmuştur. Hz. Peygamber ona İslam'ı talim ve telkin ettikten sonra;
"Ey Ebü Zerr, bu işi gizli tut ve memleketine dön! Sonra bizim ortaya çıkışımızın haberini alınca gel!" diye tenbihlemişti. Daha orada Ebû Zerr, Hz. Peygambere "Seni hak olarak gönderene yemin ederim ki, ben o kelimeyi onların tam ortasında haykıracağım" demiş ve sonra da Kabe'ye varıp Kureyş'lilerin ortasında dediğini yapmış, onlardan adeta ölünceye kadar dayak yemiş, kendisini Abbas kurtarmıştır. Hatta aynı sahneler ertesi gün tekrar yaşanmıştır. [687]
2- Uhud Savaşında iki taraftan sıkıştırılınca bir hayli zayiat verip, bozguna uğrayan İslam ordusu dağa tırmanmıştı. Ebû Sufyan yüksekçe bir yere çıkıp "İçinizde Muhammed var mı? Ebû Bekir var mı? Ömer varmı?" diye tek tek sormuş, Hz. Peygamber de her seferinde;
"Ona cevap vermeyin" diye emir buyurmuştu. Bu emir gereği sahabe cevap vermeyince Ebû Sufyan "Onlar mutlaka öldürüldüler, şayet sağ olsalardı mutlaka cevap verirlerdi!" deyince Hz. Ömer kendine hakim olamamış ve "Yalan söylüyorsun ey Allah düşmanı! Allah seni hüzünlendirecek kadarını senin için sağ bıraktı" diye cevap vermişti. [688]
3- Hudeybiye Musalahası'na "Allah'ın Rasûlü Muhammed..." şeklinde yazılmasına Mekke'liler "Biz senin Allah Rasûlü olduğunu bilseydik, hiç bir şekilde engel olmazdık, sen Muhammed b. Abdullah'sın" diyerek itiraz ettiler. Buna cevaben Hz. Peygamber;
"Ben hem Allah'ın Rasûlüyüm, hem de Muhammed b. Abdullah’ım” dedikten sonra Hz. Ali'ye "Rasûlullah kısmını sil!" buyurdu. Ancak Hz. Ali "Hayır vallahi, ben onu asla silmem!" demişti. [689]
4- Birgün Rasûlullah (s.a.v.) aralarını sulh etmek için Amr b. Avf Oğullarına gidince, namaz vakti girmiş, Hz. Ebû Bekir halka namazı kıldırmaya başlamıştı. Biraz sonra gelen Hz. Peygamber, kendisini gören Ebû Bekir'e yerinde kalmasını işaret etmişse de, o derhal geri çekilmiş ve Rasûlullah (s.a.v.) öne geçmişti. Namazdan sonra Hz. Peygamber;
"Ey Ebû Bekir, sana emrettiğim halde orada kalmana mani olan ne idi?" diye sorunca o "Ebû Kuhâfe'nin oğluna Allah Rasulünün önünde namaz kılması yakışmaz" diye cevap vermişti. [690]
5- Rasûlullah (s.a.v.) hasta bir hanımın durumunu sormuş,
"Ölürse bana haber verin" demiş, ancak onlar geceleyin vefat eden bu hanımı kendileri defnetmişler ve ona haber vermemişlerdi. [691] Başka bir rivayete göre, onlar haber vermek üzere Hz. Peygambere gelmişler, fakat gerek onu uyandırmak istemediklerinden, gerekse gece karanlığı sebebiyle bir zarar gelir korkusuyla onu uyandırmamışlardı. [692]
6- Rasûlullah (s.a.v.) bir gece Hz. Ali ile Fatıma'nın evine gelip onlara;
"Namaz kılmayacak mısınız?" diye seslenince Hz. Ali, "Ey Allah'ın Rasûlü, canlarımız Allah'ın elinde, O bizi diriltmek istediği zaman diriltir" cevabını vermişti. Bunu duyan ve ona cevaben birşey söylemeyen Hz. Peygamber, dönüp giderken hem elini dizine vuruyor, hem de;
"İnsan ne kadar da çok cedelcidir!" [693] diyordu. [694]
7- Hz. Peygamber ashabının birbirini şikayet etmelerini yasaklamış olmasına ve İbn Mes'ud da bunu çok iyi bilmesine rağmen, onun mal taksiminde Allah'ın rızasını ve ahireti gözetmediğini söyleyen şahısları gidip ona haber vermiştir. [695]
8- Hz. Peygamberin Mekke'ye yaptığı bir yolculukta insanlar oruç tutmakta zorlanmışlar ve gözlerini ona dikmişlerdi. Bunu üzerine Hz. Peygamber ikindiden sonra bir bardak su istemiş ve herkesin gözleri önünde içmişti. Onu gören bazıları derhal orucu bozarken, bazıları da oruca devam etmişlerdi. Hz. Peygamber bazılarının oruç tuttuğunu duyunca;
"Onlar asilerdir" demişti. [696]
Verdiğimiz bu misallerde, adları geçen sahâbîler Hz. Peygamberin kendilerine vermiş olduğu ruhsat ve izinleri kullanmak yerine, inandıkları yüce değerler doğrultusunda kendilerine göre en uygun davranışı tercih etmişlerdir. Burada Hz. Peygambere karşı sahabenin bir itaatsizliğinden değil, tam tersine ona saygı, iman, bağlılık gibi olumlu duygulanndan söz edebiliriz. Burada Hz. Peygamber ashabını, onlar da onu düşünmektedir. Ulvî değerlere sahip çıkma adına yapıları bu tür davranışlar, kınanacak bir davranış değil, aksine övülecek bir davranıştır. Dolayısıyla burada zahiren onu dinlememe var ise de, gerçek anlamda Kur'an'da yasaklanan tarzda bir itaatsizlik veya isyan sözkonusu değildir.
Özellikle son misallerde sahabe, Hz. Peygamberin söz ve fiillerini bağlayıcı görmemişler, o konularda onun talimat ve tatbikatına rağmen daha rahat hareket edebilmişlerdir. Dolayısıyla buradaki tavırları, Hz. Peygamberin sözünü tutmama, onu dinlememe şeklinde değerlendirebiliriz. Ancak Hz. Peygamber, bu ve benzer hususlarda onlara kızmamış, bu davranışları sebebiyle onları kınamamıştır.
Burada söz dinlememenin de ötesinde nebevi emri ihlal sayılabilecek iki misal daha verelim:
1- Uhud Savaşında Rasûlullah (s.a.v.) Abdullah b. Cubeyr (ö. 3) komutasında bir okçu birliğini, stratejik önemi haiz bir boğazın yamacına yerleştirmiş ve onlara,
"Bizim onları yendiğimizi görseniz bile yerinizden ayrılmayın! Yenildiğimizi görseniz dahi bize yardıma koşmayın!" diye sıkı sıkı tenbihlemişti. Buna rağmen, müşriklerin bozguna uğradığını gören bu okçuların birçoğu "ganimet! ganimet!" diye bağırmaya başlamışlar, Abdullah b. Cubeyr, onlara Hz. Peygamberin emrini hatırlatmışsa da, dinlemeyip savaş meydanına inmişler ve neticede hezimete uğramışlardır. [697]
Onların bu hareketini Kur'an şu şekilde anlatır:
"Sizler Allah'ın izniyle düşmanlarınızı öldürürken, Allah size olan vadini yerine getirmişti. Nihayet öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığınız galibiyeti size gösterdikten sonra za'fa düştünüz, (Peygamberin verdiği) emir konusunda birbirinizle çekiştiniz ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra Allah sizi denemek için onlar(ı yenme)den alıkoydu. Ama yine de sizi affetti." [698]
Hz. Peygamberin, bu okçu birliğine kesinlikle yerlerini terketmemeleri direktifini vermesine rağmen, onların çoğu, ganimet sevdasıyla, herşeyin bittiğini, maksadın hâsıl olduğunu zannederek bu emri ihlal etmişler, kazanılmış bir zaferin hezimetle sonuçlanmasına, yetmiş kişinin şehit olmasına sebep olmuşlardır. Oysa komutanları Abdullah ile birlikte yerlerinde sebat eden okçular ise, "Biz Allah'ın Rasulüne itaat edip, yerlerimizde durur, onun emrini terketmeyiz" diyerek [699] emre itaati, ahireti ve şehadeti tercih etmişlerdir.
Sibâî'nin dediği gibi, Rasûlullah (s.a.v.)'ın ordunun arkasına yerleştirdiği bu okçular, onun emrettiği şekilde yerlerinde kalsalardı, müşrikler onları kuşatamaz ve çarpışmanın başındaki hezimetlerini sonunda zafere çeviremezlerdi. İşte isyan, bu şekilde fırsatların kaçmasına, düşmanların da zafer kazanmasına sebep olur. Nitekim Allah müminleri Rasul'lerinin emrine muhalefet etmeleri halinde onlan şöylece azab ile uyarmıştır: [700]
"Onun emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar. [701]
Görüldüğü üzere -bir komutan olarak da olsa- Hz. Peygamberin emrinin ihlali, Kur'an tarafından dahi isyan olarak nitelendirilmiş ve söz konusu muhalefet, hiç yoktan bir musibet ve hezimete sebebiyet vermiştir. Fakat Allah, bu vesile ile müminleri denemiş, neticede onlara iyi bir ders vermiş ve nihayet herşeye rağmen onlan affettiğini açıklamıştır.
2- Rasûlullah (s.a.v.) Mekke'nin fethi için hazırlıklara başlamış, ancak bunu gayet gizli tutmuş, hatta Kureyş'e herhangi bir casus veya haberin ulaşmaması için dua etmişti. [702] Ancak, Hâtıb b. Ebî Beltaa (ö. 30), Kureyş'e bir mektup yazarak Hz. Peygamberin Mekke'ye savaş için hazırlandığını haber vermek istemiş ve mektubu bir kadınla göndermişti. Bu durumdan haberdar olan Hz. Peygamber, Hz. Ali ve Zubeyr'i göndererek kadını yakalatmış, mektubun ulaşmasına mani olmuştu. Bu faaliyetinin ortaya çıkması üzerine Hâtıb, kendisinin Kureyş'te bir sığıntı olduğunu, diğer muhacirlerin ailelerini ve mallarını koruyacak akrabaları olduğu halde, kendi ailesini himaye edecek yakınları bulunmadığını, bununla onlar nezdinde yakınlarını koruyacak bir eli olmasını arzuladığını, bunu dininden dönmek, İslamdan sonra küfre rıza göstermek kasdıyla yapmadığını söylemiştir. Hz. Peygamber onun doğru söylediğini belirtmiş, münafık olduğu gerekçesiyle boynunu vurmak için izin isteyen Hz. Ömer'e de, onun Bedir Savaşına katıldığını söyleyerek müsade etmemiştir. Bu olay üzerine şu ayetlerin indiği belirtilmektedir: [703]
"Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri velîler edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkar ettikleri ve Rabb'iniz Allah'a inandığınızdan dolayı, Rasülû ve sizi (yurdunuzdan) çıkardıkları halde, siz onlara sevgi ulaştırıyorsunuz. Şayet benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için çıkmışsanız, (nasıl olup da) içinizde onlara sevgi besliyorsunuz? Oysa ben sizin gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz herşeyi bilirim. Sizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.”
Burada da Rasûlullah (s.a.v.)'ın fetih için yapacağı seferi Mekke'lilere bildirmek isteyen Hâtıb'ın Hz. Peygamberin genel emrine muhalefet ettiğini, bu hareketi sebebiyle yukarıdaki ayetlere konu olduğunu, dolayısıyla hem onun, hem de bütün müminlerin bu konuda uyarıldığını görmekteyiz. Hâtıb'ın bu davranışı, her ne kadar Mekke'deki ailesinin himaye edilmesini temin gibi bir mazerete mebni ise de, neticede bunun söz konusu emre aykırı bir davranış olduğunda şüphe yoktur. Ancak hedefine ulaşmadan engellenen onun bu girişiminin akîdevî bir boyutu olmayıp da, sadece böyle ailevî bir sebebe dayanmış olması, onun doğru söylemesi ve özellikle de İslam'ın ilk savaşı olan Bedr Savaşı'na katılmış olması, Hz. Peygamberin onu affetmesine yetmiştir.
Hz. Peygamberin emrine muhalefet sadedinde dikkatimizi çeken bu iki misal dışında bazı zayıf haberler de mevcut ise de, [705] biz sadece bunları zikretmekle yetiniyoruz. Görüldüğü gibi bu misaller de savaşla, yani Hz. Peygamberin komutanlık yönüyle ilgilidir. Ancak böylesi konulardaki muhalefetler hakkında dahi ayetlerin inmesi, oldukça önem taşımaktadır.
Yukarıdan beri zikrettiğimiz -ister medhi, isterse zemmi gerektirsin- Hz. Peygamberin söz ve emrine aykırı bu davranışlarda hiçbir şekilde onun şahsını rencide edecek, gerek bir Peygamber olarak ve gerekse bir lider veya komutan olarak onun otoritesini zedeleyebilecek -mutlak anlamda- bir itaatsizlik veya isyan sözkonusu değildir. Yirmi üç yıllık risalet dönemi içerisinde sahabeden Hz. Peygambere karşı sadır olan eleştiri, itiraz, itaatta gecikme ve nihayet birkaç söz dinlememe ve emri ihlal şeklindeki bu davranışlar, aslında sahabenin Hz. Peygamberin otoritesini ne kadar tanıdıklarını, ona karşı ne denli bağlı ve saygılı olduklarını gösterir. Şu halde araştırmamız boyunca rastladığımız bu misaller, Hz. Peygamberin sahabe nezdinde sarsılmaz bir otoritesinin ve fevkalade güçlü bir karizmasının bulunduğunu göstermek için yeterlidir. Bütün bunlar risalet boyunca, yüzlerce sahabe içerisinde sadece bazılarından südûr etmiş istisnaî davranışlardır. İstisnalar ise kaideyi bozmadıkları gibi, tam tersine kaideyi güçlendirir.
Verdiğimiz bu misaller, Rasûl ile ashabı arasında oldukça tabiî ve samîmi bir diyolog olduğunu gösterir. Ayrıca ashabın bu tavırlarından, onların Allah Rasûlü karşısında bile ne derece geniş bir fikir hürriyeti ve tenkit zihniyeti içerisinde oldukları anlaşılmaktadır. Onlar, zaman zaman Hz. Peygamberin künhünü kavrayamadıkları veya kabullenemedikleri bazı beklenmedik davranışlarını sorgulayabilmişlerdir. Hz. Peygamberin onlara gösterdiği engin hoşgörü ve anlayış doğrultusunda sahabe, Kur'an ve sünnete dayalı bilgileri, sahip oldukları muhakeme güçleri sayesinde Hz. Peygamberin bir takım emirleri ve kararlarına eleştiri ve itiraz yöneltecek medenî cesareti gösterebilmişlerdir. Karşılıklı güven ve anlayışa dayalı bu tavırlar, sahabenin ona olan iman, itaat ve ittiba anlayışlarından hiçbir şey eksiltmemiştir.
Biz, sahabede, cahili peygamber telakkisinden arınmış, Allah ve Rasûlünün yaşayarak takdim ettiği ve bizim için de ideal bir Peygamber telakkisi görmekteyiz. Sağlıklı bir Peygamber telakkisine sahip olmak istiyorsak, Kur'an ve Rasûl'ün muhatapları olan ashabın bu Peygamber anlayışı bizler için belirleyici bir ölçü niteliğini taşımalıdır.
Hz. Peygamberin vefatından itibaren başlayan ve her asırda birçok inanç, kültür ve medeniyetlerle karşılaşan müslümanların sahabe asrından uzaklaştıkça, Kur'ânî bir Peygamber anlayışından da uzaklaştıkları malumdur. İster rahmet elçisine olan aşk, muhabbet ve hasret sebebiyle olsun, isterse farklı din ve kültürlerden etkilenerek olsun, ilerleyen asırlarda ümmet, maalesef daha çok duygusal, muhayyile gücüne dayalı efsanevi, esrarengiz, neredeyse beşeri hüviyetinden tecrit edilmiş, âdeta melekleştirilmiş bir Peygamber anlayışı sergilemişlerdir. Zaman içerisinde bu anlayışların rivayetlere dönüşmesi de fazla gecikmemiştir. Neredeyse her asırda, her bölgede Hz. Peygamber hakkında farklı bir sîret, farklı bir edebiyat, farklı bir kültür oluşmuştur. O kadar ki, sahabedeki Kur'an ve sünnete dayalı saf Peygamber anlayışı ile tabiûn dönemi Peygamber anlayışı bile birbirinden farklılık arzetmektedir. Aynı şekilde ikinci asrın Peygamber anlayışı başka, üçüncü asrınki daha başkadır. Daha sonraki asırlardan günümüze kadar anlayışlardaki menfî değişim ve gelişimin, tepeden yuvarlanan bir kartopu gibi gittikçe büyüdüğü söylenecek olursa işin vehameti daha kolay anlaşılacaktır.
Günümüzde yazılı veya görsel birçok yayınlarda, fevkalade zengin olan kültür, edebiyat ve tasavvuf tarihimizdeki büyük-küçük pekçok şahsiyetin dahi menkıbelerini, kerametlerini ve faziletlerini anlatma adına, onların beşeri özelliklerinin gözardı edilip, adeta beşerüstü kutsal birer varlık gibi takdim edildiklerini esefle görmekteyiz. Dolayısıyla bugün temel eğitimden itibaren yetişen nesillerimiz, Kur'an'ın, bizzat Hz. Peygamberin ve sahabenin anlattığı Peygamber'i değil; kültür ve edebiyatımızın takdim ettiği, neredeyse herşeyi bilen, herşeyi gören, herşeyi işiten, her an mucizeler göstererek her derde deva olan, her müşkilatı çözen bir Peygamberi öğrenmektedirler.
Asıl üzücü olan taraf ise bu anlayışların kısmen temel kaynaklarımıza bile girebilmiş olmasıdır. Bu sebepledir ki, bu kanaatlerin bir kısmı öteden beri nasıl Hz. Peygambere izafe edilerek rivayet şeklinde nesilden nesile aktanlmışsa, aynı şey fazlasıyla sahabeye izafe edilerek de yapılmıştır. Dolayısıyla temel kaynaklarımızdan yararlanırken dahi, rivayetlerin sıhhatini tesbit etmede, sağlamasını yapmada Kur'an'ın ortaya koyduğu Peygamber tipolojisi, bizim için en vazgeçilmez bir mihenktaşıdır. Bunun arkasından Hz. Peygamberin sahih hadislerle gelen kendi tavsif ve takdimleri, üçüncü olarak ta, yine sahih olarak gelmek şartıyla sahabenin şehadetleri gelecektir. Bu münasebetle Hz. Peygamberin herhangi bir cephesini araştırırken, mutlak surette Kur'an'dan hareket etme ve mümkün mertebe en erken kayanaklara başvurma ve iyi bir tenkit süzgecinden geçirme zarureti vardır. Erken ve geç dönem kaynaklardaki aynı konular ve hatta aynı hususu işleyen aynı ravilerden gelen rivayetlerin ne kadar farklılık arzettiği görülecektir. Bu münasebetle biz de kaynaklara ve rivayetlere seçmeci ve eleştirel bir yaklaşımla başvurduk. Rivayetlerden gerek senedi ve gerekse metni itibarıyla mümkün mertebe güvenilir olanlarını tercih ederek sahabedeki Peygamber telakkisini ortaya koymaya çalıştık. Bunu yaparken bazı noktalarda yanılmış olmamız muhtemel ise de, biz sahabenin sahip olduğu Peygamber anlayışının doğruya en yakın ve en makul anlayış olduğuna inanıyoruz.
[1] Marife, yıl: 1. sayı: 3, s. 153-160. Aynı derginin bir sonraki sayısında ise bu eleştirilere cevabî yazımız yayınlanmıştır.
[2] Bu hususta birçok misali bulabilmek için bkz: Wensinck A. J, Concordance Et Indices De ta Tradition Musulmane, (el Mu'cemu'l-Mufehres li Elfâzi'l-Hadîsi'n-Nebevi) İstanbul- 1986. III. 250-9, S-H-B- maddesi.
[3] Buhâri, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Camiu’s-Sahih, İstanbul-1981, Menâkıbu'l-Ensar 45, IV-225; Fedâilu’l-Ashâb I , IV. 188.
[4] İbn Hişâm, Ebü Muhammed Abdulmelik, es-Sîretu'n-Nebeviyye, tah. Mustafa es-Seka, İbrahim el-Ebyârî, Abdulhafiz Şelebî, Kahire-1955, II. baskı, I. 485.
[5] Buhâri, Fedailu's-Sahabe 6, IV. 201.
[6] Buhârî. a.y. 7, IV. 202-3.; Menakıb 37, IV. 244-5.
[7] Humeydî. Ebu Bekir Abdullah b. ez-Zubeyr, el-Müsned, II. 455. no: 1056. tah. Habiburrahman el-A'zamî. Haydarâbâd-1963.; Buhâri, Menâkıb 25, IV. 175.
[8] Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb, es-Sünen, İstanbul -1981, Tahare 147, I. 130 Ebû Hureyre'nin sohbet süresi ile ilgili ihtilaf için bkz: İbn Hacer, Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, Fethu'l-Barîu'I-Bâri bi Şerhi Sahihi'l-Buhâri, tah. Muhibbuddin el Hatib, el-Mektebetu's-Selefiyye, Kahire-1407, III. baskı, VI. 704.
[9] İbnu's-Salah. Ebû Amr Osman b. Abdurrahman, Ulumu'l-Hadis. (Mukaddime), Muessesetu'l-Kütübi's-Sakafîyye, y.y.- 1350, s.258. İbnu's-Salah, burada Enes hadisini Müslim'in, Ebü Zur'a'nın huzurunda 15 rivayet ettiğini ve isnadının ceyyid olduğunu hatırlatmaktadır.
[10] İbnu'l-Esir, İzzuddin Ebul-Hasen Ali b. Muhammed el-Cezerî, Usdu'l-Gâbe fi Ma'rifeti’s-Sahabe, Kahire-1970. I. 18.
[11] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, İstanbul 1982, V. 82-3. Abdullah b. Sercis'den gelen bazı hadisleri Asım kendisi rivayet etmiş ve onları Müslim (ö. 261) ve Sünen sahipleri nakletmiştlr. Bkz; Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. Haccac. es-Sahih, tah. M. Fuad Abdulbaki, İstanbul-1981, Hac 250, 426, I. 925, 979; Ebû Dâvûd Süleyman b. Eş'as es-Sicistânî, es-Sünen, İstanbul-1981, Salat 294, no: 1265, II. 49; Tirmizî, Ebü İsa Muhammed b. İsa, es-Sünen, İstanbul-1981, Birr 66, no: 2010, IV. 366.; İbn Mâce, Muhammed b. Yezid el-Kazvini, es-Sünen. tah. M. Fuad Abdulbâkî, İstanbul-1981, Tahare 34, no; 374, I. 17 133
[12] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VII. 6.
[13] Zehebî, Şemsuddin Muhammed b. Osman, Siyeru A'lami'n-Nubelâ, tah. Şuayb el-Arnavut. Huseyn el-Esed, Beyrut-1990, VII. baskı, III. 426.
[14] İbnu'l-Esir, Usdu'l-Ğâbe, I. 19.
[15] İrâkî, Zeynuddin Abdurrahim b. el-Hüseyn, et-Takyid ve'l-İzâh, Muessesetul-Kütübi's-Sekafiyye, y.y.-1350. s. 256.
[16] Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Ali el-Basri, Kilabu'l-Mu'temed fi Usuli'l-Fıkh, tah. Muhammed HamidulIah. Dımaşk-1965, II. 666 7,
[17] Mâzerî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. Ömer, hakkında geniş bilgi için bkz: el-Mu’lim bi Fevâid-i Müslim, tah. Muhammed eş-Şazelî en-Neyfer, Beyrut-1992, II. baskı, Daru'l-Garbi'l-İslami .Takdim 1-23-104.
[18] İbn Hacer el-İsabe fi Temyizi's-Sahabe, Mısır-1328,1. 10-1. Gönderme yapılan ayet için bkz : A'raf: 7/157.
[19] Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed. el-Mustasfa min İlmi'l-Usûl Bulak-1322, III, I. 165.
[20] Tehânevî. Muhammed Ali el-Faruki, Keşşafu Istilahati'l-Fünun, tah. Lutfi Abdulbedî". Mısır-1977, IV. 200. es-Sahabi maddesi.; Ayrıca bkz: Ensârî, Abdulalî Muhammed b. Nizamuddin, Fevâtihu'r-Rahmût Bulak-1322, II. 158; Curcâni, es-Seyyid eş-Şerif Ali b. Muhammed. et-Ta'rifat, tah. Abdurrahman Umey- Beyrut-1987, s. 172.
[21] İbn Hacer, Fethu-l-Bari, VII. 7.
[22] Hatib, Ebü Bekir Ahmed b. Ali el-Bagdadi. et-Kifaye fi Ilmi'r-Rivaye, tah. Ahmed Ömer Haşim. Beyrut-1986. s. 69.; İbnu'I-Esir, Usdu'l-Ğabe, I. 19.
[23] Buhârî, Fedailu's-Sahabe 1, IV. 188.
[24] İbnu's-Salah, Mukaddime, s. 225.
[25] Misaller için bkz: lraki, Takyid, s.252-3. Aslında Hz. Peygamberi görenlerin faziletine dair bazı merfu haberler vardır. Hadisçilerin sahâbiyi tanımlarken bu rivayetleri delil olarak kullandıklarını görmemekle birlikte, onların muhtemelen bu ve benzer rivayetlerden ilham almış olabileceklerini düşünüyoruz. Bu haberler için bkz: Müslim, Fedâilu'l-Ashab 208. II. 1962.; Ahmed. V. 48. 50. 248, 257.: Tirmizi, Menâkıb 57, no: 3858. V. 694. Sadece İbn Kesir'in böyle bir haberi zikrettiğine rastladık. Bkz: İhtişam Ulumi'l-Hadis, tah. A. Muhammed Şakir. Kahire-1979, s. 153.
[26] İbn Hacer, İsabe, I. 7.
[27] Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, Ankara-1988, II. baskı, s. 71.
[28] Mesela bkz: Buhâri. Meğazi 70, V. 118.; Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyame 42, no: 2485, IV. 652.; Ebû Dâvûd. Cihad 163. no: 2758. III. 190.; Ahmed, VI. 8.
[29] Leknevî, Ebu'l-Hasenat Mubammed Abdulhay, Tuhfetu'l-Ahyar bi İhydi Sünneti Seyyidi’l-Ebrar. tah. A.
[30] Verilen bu rakamlar ile ilgili farklı görüşler ve detaylar için bkz: Suyûti, Celaluddin Abdurrahman, Tedribu'r-Ravi fi Şerhi Takribin-Nevevi, tah. Abdulvahhab Abdullatif, el-Medinetu'l-Münevvara-1972, II. 220-1.; İbnus-Salah, Mukaddime, s. 263 vd.: Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, s. 74-6.; Aşık Nevzat. Sahabe ve Badis Rivayeti, İzmir-1981. s. 28-31. ve 116-123.
[31] İbn Kuteybe. Abdullah b. Müslim, ed-Dineverî, Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis. Kahire- t.y. s. 30.
[32] Bkz: Tirmizî, Kıyame 59, no: 2514. IV. 666-7; Cenne 2, no: 2526.
[33] Araf: 7/157. Ayrıca bkz: Bakara: 2/143. 285; Al-i İmran: 3/68,110: Tevbe: 9/26.
[34] Enlal: 8/64. Yine bkz: Bakara: 2/143.
[35] Tevbe: 9/117.
[36] Fetih: 48/29.
[37] Tevbe: 9/88.
[38] Enfal: 8/74-5 ve ayrıca bkz: 72. ayet.
[39] Haşr: 59/8-10.
[40] Tevbe: 9/100.
[41] Nisa: 4/95-6.
[42] Hadid: 57/10.
[43] Tevbe: 9/120.
[44] Tevbe: 9/99 ve bkz: 102.
[45] Feth: 48/11-2;Tevbe: 9/90.
[46] Hucurat: 49/14, 17;Tevbe: 9/58.
[47] Tevbe: 9/97-8.
[48] İbn Sa'd, Muhammed, et-Tabakât, (Beyrut-1985) adlı eserinde sahabeyi;
1- Bedir'e katılan Muhacirler,
2- Bedir'e katılan Ensar,
3- Bedir'e katılmayan ilk müslümanlar,
4- Fetihten öncekiler,
5- Fetihten sonrakiler olmak üzere 5 kategoriye ayırırken (III. 5. 252. IV. 6, 419.); Hâkim Ebü Abdullah Muhammed b. Abdullah en-Neysaburi ise, onları müslüman oluşları, hicretleri, bey'atleri vb. itibarıyla 12 kategoride ele almaktadır. Bkz: Ma'rifetu Ulûmi’l-Hadis, Beyrut-1980, s. 22-4.
[49] Bkz: İbn Kuteybe. Te'vil s. 30.
[50] Sünnet kelimesinin anlam alanı ve semantik tahlili için bkz: Özsoy, Ömer, Sünnetullah, Bir Kur'an İfadesinin Kavramlaşması. Ankara-1994, s. 45-54; Görmez, Mehmet, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, Ankara-1997, s. 218-240; Abdulganî Abdulhâlık, Hucciyyetu's-Sunne, Beyrut-19S6, s. 45-51.
[51] Bkz; İbn Manzür, Lisân. III. 2121-6; el-Cevheri, İsmail b. Hammad, es-Sıhâh, tah. Ahmed Abdulgafur Attar, Mısır-t.y., III. 2138-2141; ez-Zebîdî. Muhammed Murtaza, Tâcu'l-Arüs, min Cevâhiri'l-Kâmûs, Mısır-1306, V. 242-6; el-Ezheri, Ebû Mansur Muhammed b. Ahmed. Tehzîbu'l-Luga, tah. Ahmed Abdulhalim el Berdûnî, t.y.,y.y.. ed-Darul-Mısrıyye. XII. 298-306: İbnu'l-Esir, Mecduddin Ebu's-Saâdât el-Mübarek b. Muhammed, en-Nihâyefı Garibi'l-Hadis ve'l-Eser, tah. Tahir Ahmed ez-Zâvi, Mahmud Muhammed et-Tanahi, Kahire-t.y., II. 409-413.
[52] Bkz: Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu., ter. Salih Akdemir, Ankara-1995, s. 13-4.
[53] Mesela Lebid b. Rabia (ö. 42/662) müslüman olmazdan önce inşad ettiği bir şiirinde şöyle der:
"(O), atalarının sünnetler bıraktığı bir toplumdandır,
Her toplumun bir sünneti, sünnetin de bir önderi vardır." Bkz: İbn Manzür, Lisân, I. 134. (E-M-M maddesi); Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ensari, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut, t.y.. IV. 216; Ahmed Hasan, The Sünnet- Its Early Concept and Development, Islamic Studies, Pakistan, vol: VII. no: 1, 1968. Lebid Hakkında bilgi için bkz: İbnu'l-Esir, Usdu'l Ğâbe, IV. 514, no: 4521.
[54] Al-iİmran: 3/137: Nisa: 4/26.
[55] Ahzab: 33/8, 62; Fâtır: 35/43;Gâfir: 40/85; Feth: 48/23.
[56] İsra:717/7.
[57] Erdal: 8/38; Hicr: 15/13; Kehf: 18/55; Fâtır: 35/43.
[58] Özsoy, Ömer, a.g.e., s. 55. Özsoy bu çalışmasında, 4 Nisa 26'daki kullanım dışında bu ayetlerde geçen sünnet tamlamalarının sünnetullah ile anlamdaş kabul edilebileceği görüşündedir. Bkz; a.g.e., s. 61. Kanaatimizce 4 Nisa 26'da peygamberlerin sünnetleri kastedilmektedir.
[59] Bkz: Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu., ter. Salih Akdemir, Ankara 1995.
[60] Humeydî, II. 352-3, no: 805; İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekir Abdullah b. Muhammed. el-Kitabu'l- Musannef. tak. Kemal Yusuf el-Hut, Beyrut-1989, II. 350, no: 9802-3; Müslim, Zekat 69,1. 704-5, İlim 15, III. 2059; Nesâî, Zekat 64, V. 75-7; Ahmed IV. 357. 359, 361; İbn Mâce, Mukaddime 14, no: 203. 207,1. 74-5; Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman, es-Sunen. İstanbul-1981, Mukaddime 44, s. 130-1.
[61] Mamer b. Râşid. Kitabu'l-Câmi', (Abdurrazzâk, Ehû Bekir Abdurrazzâk b. Hemmam es-San'ânî'nin, el-Musannef adlı eserinin X. 379. sayfadan itibaren XI. ciltleri içerisinde, tah. Habiburrahman el-A'zamî, Beyrut- t.y.,) XI. 466, no: 21024-5; Ahmed, IV. 360.
[62] Tirmizî, İlim 15, no: 2675, V. 43.
[63] Ahmed, V. 387; İbn Mâce, Mukaddime 14, no: 206, I, 74: Ahmed. V. 387: Şâtıbî, Ebû îshak İbrahim b. Musa, Mısır-t.y., el- İ'tisam, I. 184. (hayr x şerr karşıtlığı var)
[64] Ahmed, II. 505.
[65] Muslim. İlim 16, III. 2060; Tirmizî, İlim 15, no: 2674, V. 43; İbn Mâce , Mukaddime 14, no:206,1. 75; Darimî. Mukaddime 44. s.130-1.
[66] İbn Mâce, Mukaddime 14, no: 205, I. 75.
[67] İbn Mâce, Mukaddime 15, no: 209, I. 76.
[68] İbn Mâce, a.y.; Tirmizî, İlim 16. no: 2677, V. 45. Tirmizî, hadisin hasen olduğunu söylerken. İbn Receb el-Hanbeli.Zeynuddin Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. Şıhabuddin, râvi Kesir b. Abdullah'ın zayıf olduğunu bildirmektedir. Bkz: Camiu'l-Ulûmi ve'l-Hıkem, tah. Şuayp el-Arnavut, İbrahim Bacis, Beyrut-1991, II. baskı, II. 128; Zehebî. Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, Mizanu'l-İ’tidâl fî Nakdi'r-Ricâl tah. Ali Muhammed el-Becavi, Fethiye Ali el-Becavi, Daru'l-Fikri’l-Arabi, y.y.,t.y.. IV. 326-7, no: 6943.
[69] Bkz: Maide: 5/27-31.
[70] Abdurrazzak, X. 464, no: 19718; Humeydî, I. 65, no: 118 ; Buhârî, Cenaiz 33, II, 79-80; Enbiya 1, IV.104;İ’tîsam 15, Vlll. 151; Müslim, Kasame 27, II. 1303-4; Ahmed, I. 383, 433.
[71] Bkz: Özsoy Ömer, Sünnetullah, s, 49-50, 53; Kirbaşoglu. M. Hayri. İslam Düşüncesinde Sünnet, s. 60-1; Görmez Mehmet, Metodoloji Sorunu, s. 261, 266; Tehânevî, sünnetin sözlükte, iyi olsun kötü olsun yol anlamına geldiğini söylerken [Keşşaf, IV. 53); Curcâni de onu razı olunan, ya da olunmayan yol olarak tarif eder.(Ta'rifat, s. 161) Benzer değerlendirme için bkz: Amidî, Seyfuddin Ebu'I-Hasen Ali b. Ebî Ali,
el-İhkâm fı Usûli’l-Ahkam, Kahire-t.y., I. 241.
[72] Abdurrazzâk, II. 229, no: 3175; Ahmed, V. 246
[73] Ahmed, v. 246.
[74] Abdurrazzak, II, 229, no: 3176.
[75] İbnu'l-Kayyim, İ’lamu'l-Muvakkûn, an Rabbi'l-Alemîn, Kahire- t.y. Dâru'l-Hadis, (I-IV), II. 171-2.
[76] Mâlik b. Enes, el-Muvatta', tah. M. Fuad Abdulbakî, İstanbul. 1981, Sehv 2. I. 100; Şeybânî, Muhammed b. el-Hasen, Muvattaa'l-İmam Mâlik, tah. Abdulvehhab Abdullatif, Beyrut, t.y., s. 339. no: 970. Buradaki haberin lafzı "innî unessâ it esunne" şeklindedir.
[77] İbn Abdilberr şöyle der: "Hadisin bu şeklinden başka, Hz. Peygamberden ne musned, ne de maktu' olarak rivayet edildiğini biliyorum. O, başka kaynaklarda, musned veya mursel olarak da olsa bulunamayan. Muvatta'daki dört hadisten biridir. Usûl açısından manası sahihtir." İbn Hacer, onun aslının olmadığını söylerken; Zurkânî, bunun o rivayetin uydurma olduğu anlamına gelmediğini, çünkü ilim erbabı nezdinde özellikle Mâlik’ten belâğ tarikıyla gelen haberlerin uydurma olmadığını söyler. Nitekim İbn Uyeyne'nin, Mâlik'in belağ'ının sahih olduğunu söylediği nakledilmiştir. Bkz: Şeybânî, Muvatta, s. 339"da esere talik yazan Abdulvehhab Abdullatif’in 970. dipnotu. Ancak biz, yine de ihtiyatla yaklaşılmasından yanayız.
[78] İbnu'l-Esir. Nihaye, II. 41; İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, III. 2124.
[79] İbn Abdilberr. Ebû Ömer Yusuf en-Nemeri, el-İstizkâr, tah. Ali en-Necdi Nâsıf, Kahire-1973. II. 264.
[80] Hz. Peygamberin namazda unuttuğunda ne yaptığı ve unutulduğunda ne yapılacağına dair fiilî ve sözlü sünnetler için bkz: Buhari, Sehv 1-9, II. 65-9.
[81] Mâlik, Zekat 42. I. 278: Ebû Yusuf, Yakup b. İbrahim, Kitabu'l-Harac, tah. İhsan Abbas, Beyrut-1985, s.284; Abdurrazzâk, VI. 69, no: 10025; X. 325. no: 19253; Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. el-Huseyn, es-Sunenu'l-Kubra, Beyrut, t.y., IX. 189-190.
[82] İbnu'l-Esir, Nihaye, II. 410; İbn Manzûr, Lisan, III. 2125.
[83] Cizye hakkında bkz:Tevbe: 9/29; Ebü Yusuf, a.g.e., s. 268-288: Mâlik, Zekat 41-5, I. 278-280; Buhâri, Cizye 1-4. IV. 62-5; Erkal, Mehmet, Cizye Maddesi İsl. Ans. TDVY, VIII. 42-5.
[84] İbn Ebî Şeybe, II. 165, no: 7705: İbn Mâce, Ikame 173, no: 1328, I. 421; Nesâî, Siyam 40, IV. 158; Ahmed, I. 191-5: İbn Huzeyme, Sahih. IH. 335.
[85] Buhâri, Teravih 1, II. 251-2; Müslim. Musâfirin 173-175,1. 523-4; Nesâî. Siyam 39-40, IV. 155-8; İbn Mâce, Siyam 2, no: 1641. 1. 526; İkame 173, no: 1326. I. 420; Tirmizi, Savm 1, no: 682. III. 67.
[86] Nesâî, Siyam 40, IV, 158.
[87] Bkz: İbn Hacer, Tehzib, X. 438.
[88] Bkz: İbn Hacer. a.g.e., X. 439. XII. 117.
[89] Buhârî, Fiten 11. VIII. 93; Menâkıb 25. IV. 178; Müslim. İmare 51, II. 1475; İbn Mâce. Fiten 13. no: 3979,II. 1317' deki rivayette bu kısım yoktur.
[90] Müslim, İmare 52, II. 1476.
[91] Nevevî, Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref, el-Minhac fi Şerhi Sahih-i Müslim İbni'l-Haccac. Kahire-ty., Daru’r-Rayyan li't-Turas. XII. 237-8. Buhârî'nin bu haberi verdiği babın başlığı "Alamâtu’n-Nubuvveti fi'l-İslam”dır ki buradan onun da aynı kanaata sahip olduğu anlaşılmaktadır.
[92] Ahmed, III. 310. 371: Müslim, Cum'a 43, L 592; Darimî, Mukaddime 23, s. 69; İbn Mâce, Mukaddime 7, no: 45, I. 17; Nesâî. İdeyn 22, III. 188-9; Ahmed, IV. 126-7 ve Darimî. Mukaddime 16. I. 44-5'de Irbâd b. Sâriye'den; İbn Mâce, Mukaddime 7, no: 46, I. 18'de ise İbn Mes'ud'dan nakledilmektedir.
[93] Müslim, İlim 6. III. 2054; Buhârî. Enbiya 50, IV. 144; İbn Mâce. Fiten 17, no: 3994, II. 1322: Mamer, (Abdurrazzâk, XI. 369. no: 20764-5.)
[94] Mamer, Cami; (Abdurrazzâk, XI, 369. no: 20763-5); Tirmizî, Fiten 18. no: 2180, IV. 475; Ahmed. IV. 125.
[95] Buhârî, Diyât 9, VIII. 39; Beyhakî, Sünen, VIII. 27.
[96] Ahmed. IV. 368; İbn Mâce, Edahi 3, no: 3127, II. 1045. (Ravi Nefi’ b. el-Haris'in metruk ve hadis uydurmakla itham edilmiş olduğu bildirilmiştir. Bkz: a.y.; Taberâni, Ebu'l-Kasım Süleyman b. Ahmed, eV-Mu'cemu'l-Kebir, tah. Hamdi Abdulmecid es-Selefı, Musul-1984, II. baskı. V. 197, no: 5075. (hadis zayıf görülmüstür. Bkz: a.y.)
[97] Metindeki el-hayâ kelimesinin aslında el-hıtan= sünnet olmak veya el-hınnâ=kına olması gerektiğini, burada bir tashifin olduğunu ileri süren tartışmalar için bkz: İbnu'l-Kayyim, el-Menâru'l-Munîf, 131-2.
[98] Said b. Mansur, el-Horasânî, Kitabu's-Sunen, tah. Habiburrahman el-A'zamî, Bombay-1982. ed-Dâru's-SeIefiyye, 1, 167- no: 167; Ahmed. V. 421; Tirmizi, Nikah 1, no: 1080. III. 391. Hadis, hasen- garibdir.
[99] Ebü Dâvûd, Sünne 6, no: 4607, V. 13-5; Tirmizî, İlim 16. no: 2676, V. 44-5; İbn Mâce, Mukaddime 6. no: 42-4,1. 15-7; Darimî, Mukaddime 16, s.44-5: Ahmed, IV. 126-7; Hakim, Ebû Abdullah en-Nişâbûrî, el- Mustedrek alâ's-Sahîhayn, Beyrut- t.y. Dâru'l Ma'rife.I. 95.
[100] Bu hadisin sened ve metin tahlili ve eleştirisi için bkz: Ünal İ. Hakkı, Seçmeci ve Eleştirel Yaklaşım veya Hz. Peygamber'i Anlamak, İsl. Arş. Hadis-Sünnet Özel Sayısı-1997, s. 47-52; Askerî Seyyid Murtaza, Maâlimu'l-Medreseteyn, el-Mecmau'I-İlmî el-İslâmî, Kuleynî Matbaası. III. baskı. II. 242-3.
[101] Buhârî, Nikah 1. VI. 116; Müslim. Nikah 5, II. 1020; Nesaî. Nikah 4. VI. 60; Ahmed. II 158, III. 341. 258-9, V. 409. VI. 268; Said b.Mansur, Sünen , I. 163. no: 487.
[102] Ebû Dâvüd, Salat 317. no: 1369, II. 101.
[103] Buhari. İdeyn 8, II. 6; Edahi 1, 11, VI. 234, 238.
[104] Ebû Dâvüd. Dahâyâ 5. no: 2800, III. 233-4; Nesâî. Dahâyâ 17. VII. 222-3.
[105] Buhârî, Edahi 1, 8. VI. 234, 237; Müslim. Edâhi. II, 1552.
[106] Ebû Dâvüd. Tahare 128. no: 338,1. 241. Ebû Davud'a göre hadis murseldir.
[107] Efaû Dâvüd. Tahare 22, no: 42. I. 38; İbn Mâce. Tahare 20, no: 327. I. 118; Ahmed, VI. 95.
[108] Benzer kullanımların görüldüğü diğer bazı zayıf haberler için bkz: İbn Hişâm, II. 594-5; Taberi, Tarih, III. 128-9; Tlrmizî. İlim 6, no: 2678, V. 46; 2520, IV, 669; Ebû Dâvüd, Feraiz 1, no: 2885, III. 306-7: İbn Mâce, Mukaddime 8. no: 54, I. 21: Ahmed, V. 75,
[109] Mâlik. Kader 3, II. 899. İbn Uyeyne'nin, Mâlik'in belâğ sığalarını sahih gördüğünü hatırlatan Zurkanî, İbn Abdilberr'in bu rivayeti senediyle tahric ettiğini söyler. Bkz: Zurkânî, Muhammed, Şerhu'z-Zurkani ala Muvattai'l- İmam Mâlik, Beyrut-1978. IV. Ne var ki, sened içerisinde hadisçilerin metruk saydıkları hatta Ebû Davud'un "Ruknun min erkâni’l-kizb" diye nitelediği Kesir b, Abdullah'ın bulunması dikkat çekicidir. Bkz: Zehebi, Mizan, IV. 326-7, no: 6943.
[110] Hakkında bilgi için bkz: İbnu'l Esir, Usdu'l-Ğâbe. IV. 481-2, no: 4465; Zehebî. Nubelâ, III. 52-4.
[111] Vâkıdî, Muharamed b. Amr b. Vâkıd, Kitabu'l-Meğâzî, tah. Marsden Jones, Beyrut-1966, Âlemu'l-Kütüb, l-ll, ll. 577-9.
[112] İbn Ebî Hâtim- el-Cerh ve't-Ta'dil, VIII. 20-1; Zehebî. Mızânu'l-İtidâl, V. 108-112.
[113] İsnad şöyledir; Ka'b b. Ucre-Abdurrahman b. Ebî Leylâ-Mucâhid-Seyf b. Süleyman-Vâkıdî.
[114] Naciye b. Cundeb el-Eslemî, Hz. Peygamber'in kurbanlık develerine bakan Medineli bir sahâbî olup, Muâviye zamanında vefat etmiştir. Bkz: İbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-Ta'dil, VIII. 486; İbn Hacer. el-İsâbe, III. 541
[115] Tahâvi, Şerhu Muşkili'l-Asâr, V. 13, no: 1760. Bkz: İbn Ebî Asım, Kitâbu's-Sunne, II. 245, no: 1558, Mektebetu'l-İslâmî Beyrut-1980.
[116] İbn Hişâm II 604.
[117] Taberî, Tarih, III. 151.
[118] Hâkim, Mustedrek, I. 93.
[119] Ahmed, III. 59, 14, 17, 26.
[120] Müslim, Fedailu’s-Sahabe 36-7, H. 1873-4; Ahmed. IV. 366-7; Darimî, Fedailu'l-Kur 'ân 1. s. 327-8 (muhtasar olarak)
[121] Tirmizî, Menâkıb 32, no: 3786. V, 662. Tirmizî onun bu vecihten hasen-garib bir hadis olduğunu söyler.
[122] Vâkıdi, Meğazi. III. 1103. 1113.
[123] İbn Ebî Şeybe, III. 336, no: 14705; Müslim, Hac 147, I. 890; Ebû Dâvûd, Menasik 57, no: 1905, II. 462 İbn Mâce Menasik 84, no: 3074. II. 1025.
[124] Bkz: Buhârî. Meğazi 77, IV. 123-8.
[125] Hâkim. Mustedrek, I. 93,
[126] Ahmed. III. 26.
[127] Ahzab: 33/6.
[128] Ahzab: 33/53.
[129] Razi. Ebû Muhammed Abdurrahman b. Ebî Hatim, Kitabu'l-Cerh ve't-Ta'dil, Haydarabad t.y., VIII. 472. no: 2163.
[130] Razi. Cerh, III. 560, no; 2533; Zehebî, Mizan, 11. 292. no: 3001.
[131] Humeydî. II. 315, no: 722; Buhâri, Meğâzi, 83. V, 144; Vasâyâ 1. III. 186; Müslim. Vasiyye 16, II. 1256.
[132] Mamer, (Abdurrazzak, XI. 157, no: 20194); Humeydî, 1. 211. no: 446; Buhâri, Rikak 35, VII. 188: Fiten 13. VIII. 93; İ'tisam 2, VIII. 139: Müslim, İman 230,1. 126; Tirmizi. Fiten 17, no: 2179, IV. 474; İibn Mâce. Fiten 27, no: 4053, II. 1346; İbn Belban. İhsan XV. 164, no; 6762; Ahmed. V. 383
[133] Ebû Nuaym, Ahmed b. Abdullah el-lsbahani, Hilyetu'l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Asfiyâ, Kahire-1987, V.baskı, VIII. 258-9.
[134] Bkz: Fezan, Ebû ishak, Kitabu’s-Siyer, tah. Faruk Hamade, Beyrut-1987, s. 307, no:575 (Hılye'den iktibas edilmiştir.) Fezan, rical otoriteleri tarafından tadil edilmiş, adalet ve sikalığında ittifak edilmiş bir ravi olup, Kutub-i Sitte sahipleri ve Ahmed b. Hanbel onun hadislerini rivayet etmişlerdir. Ancak, İbn Sa’d onu sika, fazıl ve sünnet sahibi şeklinde tavsif etmekle birlikte, onun hadisinde hatasının çok olduğunu söylemiştir. İbn Sa"d'ın bu değerlendirmesine itirazlar ve geniş bilgi için bkz: a.g.e., s. 23-61 (muhakkik F. Hamade'nin yazdığı geniş mukaddime).
[135] Bu hususta geniş bilgi ve misaller için bkz: İdlebi, Salahuddin b. Ahmed, Menhecu Nakdi’l-Metninde-Ulema’l-Hadisi’n Nebevi, Beyrut-1983, s. 56-9.
[136] Abdurrazzâk, ll. 389, no: 3809; Humeydî, I. 217, no: 457; Müslim, Mesacid 290, I. 465: Ahmed, IV. 121. V. 272; Tîrmizî, Salat 174, no: 235, I, 458-9; Nesâî, İmame 3, II. 76; Ebu. Dâvûd, Salat 61, no: 584, I 393.
[137] Abdurrazzâk, II. 389, no: 3808.
[138] Müslim, Mesacid 291, I, 465; Ebû Dâvûd, Salat 61, no: 582, I. 390-1; İbn Mâce, İkame 46, no: 980, I-313-314: Ahmed, IV. 118.
[139] Hakkında bilgi için bkz: İbnu’l-Esir. Usdu'l-Ğâbe. IV. 234-5, no: 3945: Zehebi, Nubelâ. III. 523-4.
[140] Abdurrazzâk, II. 390-1, no: 3810-2, 3815.
[141] Abdurrazzâk. II. 389, no: 3809.
[142] Hattâbî, Meâlimu's-Sunen, (Ebû Dâvûd. I. 391-2'de 2 nolu dipnot)
[143] Buhârî, Ezan 60, 63. I. 172-3; Edeb 74. VII. 97; Müslim. Salat 178-9, I. 339-340; Ahmed. lll. 124,299, 300, 308. 369.; Nesâî, İftîtah 71. II. 173: İbn Mâce, İkame 48, no: 986. I. 315
[144] Buhâri, Eyman 15, VII. 226; Nesâî. İftitah 7, II. 124; Tatbik 15, II. 193; Sehv 67. 111. 59, İbn Mace, İkame 72, no: 1060. I. 336-7.
[145] İbn Hişâm, II. 592-3; Taberi, Tarih III.126-7; Hamidullah, Vesaik, s. 165-6.
[146] Ahmed, IV. 206. (Şihab b. Abbad, Abdulkays Heyetinden bazılarından rivayet etmektedir.)
[147] Ahmed, III. 212.
[148] Müslim, İmare 147, II. 1511; Ahmed, III. 270.
[149] Müslim. Fedailu's-Sahâbe 54, II. 1881; Ahmed, Ill. 286.
[150] Bkz: Vakıdi, Meğazi. I. 346; İbn Sa'd, II. 52; İbn Hişâm, II. 184; Müslim. Fedail 55,11.1882 (Huzeyfe'den); Buhâri, Cihad 9. III. 204; Meğazi 28, V. 42.
[151] Tirmizî. Ahkam 3, no: 1327, III. 616; Ebû Dâvûd, Akziye 11, no: 3592, IV. 18; Ahmed, V. 236, 242; İbn Sa'd, II. 347.
[152] Şafiî. Muhammed b. İdris, Kltabu'l-Umm, Kahire- 1987, VII. 273.
[153] Basrî, Ebu'l-Huseyn, Mu'temed, II, 722, 736.
[154] Hatib, Ebü Bekir Ahmed b. Ali el-Bağdâdî. Kitâbul-Fakih vel-Mutefakkıh, Beyrut-980, Dâru'I-Kütübi’l-Ilmiyye, (MI) I. 188-190.
[155] İbnu’l-Kayyim. İ’lam, I. 175.
[156] Keyranevî, Habib Ahmed, Kavaid fi Ulumi’l-Fıkh (Mukaddimetu İ'lâu's-Sunen, II. 151-3), Pakistan-t.y.
[157] Kevseri, Muhamed Zahid, Makâlât, y.y.-ty., s. 60-4.
[158] Sünnet x bid'at karşıtlığını ihtiva eden bazı haberler için bkz: Abdurrazzâk, II. 383, no: 3788; Tirmizî, Kıyame 21, no: 2453, IV. 635; İbn Mâce. Cihad 40, no: 2865, II. 956; Ahmed, V. 409, II. 158, 165. 188. 210, IV. 105, I. 400; İbn Belban, İhsan, 1. 187-8, no: 11.
[159] Goldziher, Ignaz, Muhammedaniche Studien. Halle-1989-90. ter. M. Said Hatiboğlu. Hadis Tetkikleri (basılmamış), I. bölüm, IV. pasaj.
[160] Fazlur Rahman. Metodoloji, s. 16.
[161] J- Schacht, İslam Hukukuma Giriş, s. 43-4.
[162] J. Schacht, The Origtns of Muhammadan Jurisprudence, Oxford-1950, s. 2; Bkz: Ünal İ. Hakkı, Fazlur Rahman'ın Sünnet Anlayışı ve "Yaşayan Sünnet" Kavramı Üzerine, İslami Araştırmalar, Ekim-1990, Fazlur Rahman Özel Sayısı, s. 287, 11. dipnot.
[163] Schacht, a.g.e.,s. 58; A'zami, a.g.e., s. 45.
[164] Ahmed Hasan, The Early Development of lslamic Jurisprudence, İslamabad-1988, s. 89.
[165] Watt, W. Montgomery, The Formative Period of lslamic Thought, ter. Ethem Ruhi Fığlalı, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Ankara-1981. s. 321-3.
[166] Fazlur Rahman, Metodoloji, s. 17-8. ayrıca geniş değerlendirmeleri için bkz: s. 18-52; Ünal, İ. Hakkı, a.g. makale, s. 285-6.
[167] Arkun Muhammed, el-Fikru'l-lslami- Kıraa Ilmiyye, ter. Haşim Salih. Beyrut-1987. s. 22.
[168] Schachf’ın bütün iddialarına en kapsamlı cevabı M. M. A'zamî adı geçen reddiyesinde vermiştir. Ayrıca Fazlur Rahman da Metodolojide bu iddiaları değerlendirmektedir. s .16-27: Ayrıca bkz: Özafşar M. Emin. 18a Hadisi Yeniden Düşünmek, s. 51-54, Ankara-2003, Ankara Okulu Yay., II. baskı.
[169] Sahabiliği tartışmalıdır, muhadram olduğu söylenmektedir. Bkz: İbnu'l-Esir, Usdu’l-Ğâbe, IV. 417, no:
[170] Ahmed, I. 14.
[171] Abdurrazzâk, XI. 336. no: 20701. el-Hasan el-Basri, meçhul bir adamdan rivayet ettiği için rivayet zayıftır.
[172] İbn Sa'd, III. 212.
[173] Mâlik, Feraiz 4, II. 513; Tirmizi. Feraiz 10, no: 2101, IV. 420; İbn Mâce, Feraiz 4, no: 2724, 11-910; Ebû Dâvûd. Feraiz 5. no: 2894. III. 317.
[174] Zehebi onun hakkında “haberleri kabulde ilk defa ihtiyatlı davranan o idi” der. Bkz: Tezkiratu'l-Huffâz, Haydarabad-1955 baskısından ofset, Beyrut, Daru'I-Kütüb el-Ilmiyye, I. 2.
[175] Darimî, Mukaddime 20. s. 58.
[176] Abdurrazzak. X. 274, no: 19083 ; Said b. Mansur. 1. 73. no; 80.
[177] İbn Ebi Şeybe. VI. 268. no: 31272.
[178] İbnu'l-Esir, Usdu'l-Gâbe, IV. 382-3. no: 4257.
[179] Zehebî, Mizanu'l-İ’tidâl fi Nakdi'r-Ricâl, tah. Ali Muhammed el-Becâvi, Fethiye Ali el-Becâvî, y.y.. t.y, Dâru'l-Fikri'l-Arabî, III. 428. no: 5487.
[180] Müslim. Talak 44, 46, II. 1118-9; Ebû Dâvûd. Talak 39. no: 2286-7, II. 714-5; Tirmizî, Talak 5, no: 1180, III. 484.
[181] el-Esved b. Yezid, Hz. Peygamber hayatta iken müslüman olmuştur. Sahabi olduğu tartışmalıdır. Muhadram olduğu da söylenmektedir. Bkz: Zehebî, Nubela, IV. 53. no: 13.
[182] Müslim. Talak 46, II. 1118-9; Ebû Dâvûd, Talak 40, no: 2291. II. 717-8. Ayet: 65 Talak 1.
[183] Tirmizî, Talak 5, no: 1180, III. 484; Darimî, Talak 10, s. 561.
[184] Bkz: Tirmizî, a.y.. s. 485.
[185] Müslim, Talak 44, II. 1118.
[186] Müslim, Talak 41, II. 1117 ; Ebû Dâvûd. Talak 39, no: 2290, II. 716-7.
[187] Buhâri. Talak 41-2, VI. 183-4; Ebû Dâvûd, Talak 40, no: 2292, 2294, 2296, II. 718-720.
[188] Buhârî. Talak 41-2, VI. 183-4 ; Müslim, Talak 40. 52-4, II. 1116. 1120-1 ; Ebû Dâvûd. Talak 40, no: 2293, 2295, II. 718-9.
[189] İbnu'l-Kayyim, Şemsuddin Ebû Abdullah Muhammed b. Ebû Bekir, Zâdu'l-Maâd Hedy-i Hayri'l-Ibâd, tah. Şuayb el-Arnavut, Abdulkadir el-Arnavut, Beyrut-1987, XV. baskı. Muessesetu'r-Risâle, V. 539.
[190] Nevevi, Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref, el-Minhac fi Şerhi Sahîh-i Müslim b. el-Haccac, Kahire-t.y., Dâru'r-Rayyân li't-Turâs, X. 95. Bu hususta geniş değerlendirmeler için bkz: Dârekutnî, Sünen. IV. 26-7. Cessâs. Ebû Bekir Ahmed er-Râzî, Ahkamu’l-Kur'ân, y.y., t.y. Dâru'l-Fikir, I-III. III.459-464; İbn Ruşd. Ebu'I-Velid Muhammed b. Ahmed. Bidayetu'l-Muctehid ve Nihâyetu'l-Muktasid. İstanbul-1985, Kahraman Yayınları. II. 78-9; İbnu'l-Kayyim, Zad, V. 522-542; Şevkâni, Muhammed b. Ali b. Muhammed. Neylu’l-Evtâr Şerhu Muntakâl-Ahbâr, Kahire-t.y. Mektebetu Dâri’t-Turâs. VI. 303-4: Azimabadi, Avn, VI. 388-395 ; Bıltaci, Muhammed. Dirâsât fî's-Sünne, Kahire-1983, s. 25-33.
[191] Nesâî, Talâk 70, VI. 209.
[192] Bkz: Zehebi, Nubela, IV. 527, no; 213.
[193] Şevkâni, Neylu'l-Evtâr, VI. 303; Ayet: 65 Talak 6.
[194] Bıltaci, a.g.e., s. 28-32.
[195] Humeydî, 1. 11. no: 18; Ahmed, 1.25, 14,34.37. 53; İbn Mâce, Menasik 38. no: 2970,11. 989; Ebû Dâvûd. Menasik 24, no: 1798-9, II.. 393-4 ; Nesâî, Menasik 49, V. 146-8.
[196] O, Hz. Peygambere yetişmiş ama, sohbeti olmamıştır. Sahabi olup olmadığında ihtilaf vardır. H. 28-31 yıllarında öldürülmüştür. Bkz: İbnu'l-Esir, Usdu’l-Ğâbe, II. 415-6, no: 2146. 15
[197] Sahabiliği ihtilaflıdır. Hz. Peygamberden hiç rivayeti yoktur. Bkz: İbnu'l-Esir, a.g.e. II. 291, no: 1848.
[198] İbn Mâce rivayetinde geçmektedir.
[199] Bkz: Sindî, Muhammed b. Abdulhadi, Haşiye alâ en-Nesâî, Nesâî. V. 147-8.
[200] Buhârî, Hac 32. 125, ll. 150. 188; Müslim. Hac 154-5. I. 894-5. Ayet: Bakara: 2/196.
[201] Tirmizî, Salat 192. no: 258. II. 43; Nesâî. Tatbik 2. II. 185.
[202] Bkz: Zehebî, Nubela, V. 269-282, no. 132.
[203] Mamer, (Abdurrazzâk, XI. 213, no: 20356.)
[204] Dârekutnî, Ali b. Ömer. Sünen, Beyrut-1986, IV. 206-7: Beyhaki, Kitâbu's-Sunen el-Kebîr, Beyrut, t.y.. Daru'l-Ma'rife, X. 150 : Hamidullah, Muhammed, Mecmuatu'l-Vesâik es-Siyasiyye li'l-Ahdi'n-Nebevî ve'l-Hılâfeti'r-Râşide, Beyrut-1985. Daru'n-Nefâis, V. baskı, s. 425-8.
[205] Bkz: s. 385-8'deki 1233-6 no'lu dipnotlar.
[206] Mamer, (Abdurrazzak, XI. 258, no: 20484.)
[207] Abdurrazzâk, I. 486, no: 1870.
[208] Mâlik, Taharet 83, I. 50: Abdurrazzâk. I. 369-371. no: 1445-8. Bkz: İbn Hazm. İhkâm, VI. 88-9.
[209] İbnu'l-Kayyim, İ’lam, I. 45. (Bu haberi daha erken kaynaklarda bulamadık.)
[210] İbnu'l-Kayyim, İ'lam, I. 45. (Bu haberi daha erken kaynaklarda bulamadık.)
[211] Abdurrazzâk, V. 291-2. no: 9651.
[212] Mâlik, Ramadan 3, 1. 114-5 ; Abdurrazzâk. IV. 258-9, no: 7723 ; Buhâri, Teravih 1. 11. 252.
[213] Hz. Ömer'den gelen başka kullanımlar için bkz: Mâlik. Hudud 10. II. 824 ; İbn Sa'd. III. 334; Darimî, Mukaddime 17, 46, S. 49. 138.
[214] Şeybânî. Ebû Abdullah Muhammed b. el-Hasen. Kitabu'l-Hucce alâ Ehl-i’l-Medine, Beyrut-1983, II. 88-91.
[215] Ebû Yusuf. Yakub b. İbrahim el-Ensari. Kitabu'l-Asâr, Haydarabad-1355, s.98, no: 474.
[216] Beyhakî. Sünen. V. 138.
[217] Tahâvî. Ebû Cafer b. Ahmed b. Muhammed. Şerhu Maâni'l-Asâr, tah. Muhammed Zuhri en-Neccâr. Beyrut-1987, Daru'l-Kütübi’l-Ilmiyye, II. 225.
[218] İbn Ebi Şeybe. III. 387. no: 15186; Buhâri, Hac 99, II. 179.
[219] Ahmed, I. 410.
[220] Nesâî. İftitah 13, II. 128.
[221] Ahmed, I. 459.
[222] Abdurrazzâk, I. 516. no: 1979; Müslim. Mesacid 257, I. 453; Nesâî, İmamet 50, II. 108-9; İbn Mâce, Mesacid 14, no: 777. I. 225; Ahmed, I. 382. 414-5. 419. 455.
[223] Özellikle Hanefilerde görülen sünen-i hüdâ ve sünen-i zevâid olmak üzere sünnetin iki kategoride ele alınması bu rivayete dayansa gerektir. Sünen-i hüdâ: Bayram namazı, ezan, kamet, cemaatla namaz; Sünen-i Zevâid; misvak kullanma, belli nafileler, Rasûlullah'ın oturup-kalkma, binme ve giyinme tarzı vb. hususlardır. Bkz: Serahsî, Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed, Usûlu's-Serahsî, İstanbul-1984, Kahraman Yay., 1. 114; Tehânevî. Keşşaf, IV. 56; Curcânî, Ta'rifat, s. 161.
[224] Ahmed, I. 390-1, 396 ; Beyhakî, Sünen. IX. 211-2.
[225] Darimî, Mukaddime 23. s. 72.
[226] Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebir. IX. 125-8, no: 8628-8638 ; Darimî, Mukaddime 23, s. 68.
[227] İbn Mes'ud'dan gelen başka misaller için bkz: Darimî, Mukaddime 17, 20. s. 46, 60-1; Nesâi. Adâbu'l-Kudât 11, VIII. 230-1.
[228] Ahmed b. Hanbel, Kitabu'z-Zühd. İstanbul-1993, İz Yayıncılık, II. 290. no: 109i; Kadi Iyaz, Ebu'l-Fadl lyâd b. Musa el-Yahsubi, eş-Şifâ bi Ta'rifi Hukûku'l-Mustafâ, tah. Ali Muhammed el-Becâvî. Kahire-1977, Mektebetu'z-Zehrân, (MI) II. 557.
[229] J. Schacht. 'Peygamberin Sünneti’ Tabiri Hakkında, ter. M. S. Hatiboğlu, AÜİFD, XVIII. 81.
[230] Ahmed. I. 75.
[231] Taberî, a.y.
[232] Özafşar, M. Emin, Hadisi Yeniden Düşünmek, s. 52-3.
[233] Ahmed, l. 68.
[234] Taberî, Tarih, IV. 337.
[235] Taberî, Tarih, IV. 410.
[236] İbn Sa'd, III. 66.
[237] Bkz. İbnu'l-Esir, Usdu'l-Ğâbe, IV. 424-6.
[238] Taberî, a.g.e.IV. 548-9; Aynı şekilde Hz. Ali. Hz. Ebu Bekir'in halife seçilince, Rasulullah'ın ameli ile amel ettiğini, ölünceye kadar onun sîretine uygun yaşadığını, Hz. Ömer'in de aynı şeyi yaptığını söylemektedir. Bkz: Ahmed. I. 128.
[239] Ahmed. I. 160.
[240] İbn Ebî Şeybe, III. 441. no: 15797.
[241] Tirmizî. Salat 382. no: 530, II. 410;
[242] Zeyd b. Ali. b. Huseyn b. Ali, Musnedu'l-İmâm Zeyd, derl. Abdulaziz b. İshak el-Bağdâdi, Beyrut-1983. II. baskı, Daru'l-Kütüb el-İlmiyye, s. 128.
[243] Fezari, Siyer, s. 314. no. 600; Tirmizî, Salat 333, no: 453, II. 316; Nesâi, Kıyamu'l-Leyl 27, III. 229; Ahmed. I. 86. 120.
[244] Abdurrazzâk, VII. 378. no: 13543: Buhâri. Hudud 4, VIll. 14; Müslim. Hudud 39. II. 1332; Ebû Dâvûd, Hudûd 37, no; 4486. IV. 626.
[245] Abduırazzâk, VII. 379, no: 13554; İbn Ebi Şeybe. V. 503. no: 28407; Müslim, Hudud 38, II. 1331-2.
[246] Ahmed. I. 121.
[247] Buhari, Hac34, II. 151.
[248] İbn Ebi Şeybe, III. 289. no: 14288.
[249] Ahmed. I. 95.
[250] Hz. Ali'den gelen diğer kullanımlar için bkz: Ahmed, I. 93. 107, 116, 121. 140-1, 143, 153.
[251] Buhâri, Salat 26, I. 102; Ahmed. V. 396.
[252] Abdurrazzâk. II. 368. no: 3732-3; Ahmed. V. 384.
[253] Misal için bkz: Nesâî, Zine 1, VIII. 126-8"de merfu ve muttasıl olarak gelen Hz. Aişe rivayetinde “On şey fıtrattandır” denirken, bu senedin ravilerinden Talk b. Habib'den mursel olarak gelen rivayette ise "On şey sünnettendir" şeklinde rivayet edilmektedir.
[254] Bkz: İbnu'l-Esir, Usdul-Ğâbe, II. 120-2, no: 1417.
[255] Buhâri, Cihad 170, IV. 30; Meğazi 10, 28. V. 12, 41; Ahmed. II. 295; Vâkıdî, I. 358; İbn Hişâm. II. 173,
[256] Taberî Tarih II 541
[257] Bkz: İbnu'l-Kayyım, Zad, III. 246.
[258] Tirmizî, Salat 223. no: 297, II. 93-4.
[259] Abdurrazzâk, II. 201. no: 3065.
[260] Darimî, Salat 71, s. 300-1.
[261] Ahmed. I. 174. Bu rivayetin metni ve muhtevası ile ilgili analitik bir çalışma için bkz: Iftikhar Zaman, The Evolution of a Hadis Transmission, Growth and The Science of Rical in a Hadis of Sa'd b. Abt Waqqas, Chicago Universty-1989, basılmamış doktora tezi. Bu kapsamlı çalışmanın metodu hakkında özet bilgi için bkz: Özafşar, M. Emin, Hadisi Yeniden Düşünmek, s. 209-211.
[262] Ahmed, IV. 445.
[263] Abdurrazzâk, VI. 136. no: 10255-8: Beyhakî. Sünen, VII. 373.
[264] Müslim, Hac 263, I. 930: Bakara: 2/158.
[265] Müslim, Hac 261. I. 929.
[266] Humeydî, I. 107. no: 219.
[267] Buhâri, Hac 79. II. 169; Müslim, Hac 262, I. 930.
[268] İbn Ebî Şeybe. III. 191. no: 13346; Müslim, Hac 339-340. I. 951; Ebû Dâvûd, Menasik 87, no: 2008, II. 513; Ahmed. VI. 190; Bkz: Buhârî, Hac 147, II. 196.
[269] İbn Ebî Şeybe. II. 172, no: 7779; Abdurrazzâk, III. 78, no: 4867; Ahmed. VI. 33-4, 86.
[270] Vela hakkı; azad edilenin ölmesi halinde ona, azad edenin ya da varislerinin mirasçı olması demektir. Araplar bu hakkı satıyor veya hibe ediyorlardı ki bu İslam'da yasaklandı. Bkz: İbnu'l-Esir, Nihaye, V. 227 ; Ömer Nasuhi Bilmen ise şöyle açıklar: Mevla ile memlükü arasında ıtk (azad) neticesi olarak vücuda gelmiş bir velâdan, bir tenasürden ibaretdir ki, rau'tak (azadlı) bir cinayet İşledigi takdirde diyetini mevlası verir, vefat edip derecesi mukaddem varis bırakmayınca da mirasına mevlası nail olur." Bkz: Hukuki İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul-t.y. III. 353.
[271] Mâlik. Talak 25, II. 562; Buhârî, Talak 14. VI. 171; Nikah 18, VI. 124; Et’ıme 31, VI. 208; Müslim, Itk 14. II. 1144-5; Nesâi, Talak 29, VI. 162. Geniş bilgi için bkz: Buhârî. Talak 16. VI. 171-2; Ebû Dâvûd, Talak 19, no: 2231, II. 670-1; Darimî, Talak 15, s. 565-6; Ahmed, I. 215; İbn Hacer, Fethu'l-Bâri. IX. 319-326.
[272] Buhârî, Vudû 10. I. 45.
[273] Maide: 5/48.
[274] Buhârî, İman 1, I. 8.
[275] Ahmed, I. 321, 367.
[276] İbn Ebî Şeybe, III. 323, no: 14617, ayrıca bkz: Buhârî, Hac 33, II. 150.
[277] Buhârî, Hac 34, II, 152.
[278] Buhârî, Hac 37. II. 153-4,
[279] Abdurrazzâk, V. 34, no; 8898-9.
[280] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 27, IV. 238.
[281] Müslim, Hac 237. I. 921-2: Ebû Dâvûd, Menasik 51, no: 1885. II. 444-5; Ahmed. I, 229, 233, 247, 297 305, 373.
[282] Ebû Dâvûd. Menasik 51. no: 1889. II. 448: Ahmed. I. 247, 305.
[283] Buhârî, Eymân 30, VII. 233.
[284] Ahmed. I. 257-8.
[285] Müslim, Müsafirin 57. I. 491; Ahmed, I. 251.
[286] Abdurrazzâk, II. 65. no: 2506: Buhârî, Ezan 117,1. 191; Ahmed. I. 216, 241-2, 250. 290, 292. 339.
[287] Tirmizi, Salat 210. no: 283, II. 73-4.
[288] Ahmed, I. 351
[289] Tirmizi, Cenaiz 39. no; 1026-7, III. 345-6; Ebû Dâvûd, Cenaiz 59. no: 3198, III. 538.
[290] Buhârî, Cenaiz 66, II. 91: Nesâi, Cenaiz 77, IV. 75: Ahmed, II. 83.
[291] Ahmed, I. 241, II. 57 ; İbn Mâce, İkame 124. no: 1194. 1. 377.
[292] Ebû Dâvûd, Libas 44, no: 4138, IV. 377. Başka bir kullanımı için bkz: Darimî, Mukaddime 20. s. 57.
[293] Ahmed, II. 124.
[294] Ahmed, II. 20, 31, 57.
[295] Abdurrazzâk, II. 194, no: 3043-4 ; Buhâri, Ezan 145, I. 201; Mâİlk, Salât 50.1.89.
[296] Ahmed, II. 85.
[297] Ahmed. II. 56-7.
[298] Ahmed, 11.95.
[299] Buhâri, Hac 87, 89. 90, II. 174-5.
[300] Hacda şart koşmadan murad, kişinin niyet ederken "Sağ olduğum sürece veya ulaşabildiğim yere kadar ya da çevirilmediğim müddetçe vb." bazı şartlar veya kayıtlar getirmesidir.
[301] Ahmed, 11.33: Krş: Nesâî, Menasik 61, V. 169.
[302] Buhâri, Muhsar 2, II. 207; Nesâî, Menasik 61, V. 169.
[303] Bkz: Müslim, Hac 104-8, I. 867-9; Nesâî, Menasik 59-60, V. 167-8; Ebû Dâvûd, Menasik 22, no: 1776, II. 376;Tirmizî. Hac 97, no: 941, III. 278; Ahmed. VI. 164, 202, 349, 360,420; Beyhaki, Sünen, V. 221-3.
[304] Beyhaki, Sünen, V. 223.
[305] Geniş bilgi için bkz: Benna Ahmed Abdurrahman. Fethu'r-Rabbani, Kahire-ty., XI. 137
[306] İbn Mâce. Edahî 2. no: 3124, II. 1044; Krş : Tirmizî, Edahi 11, no: 1506, IV. 92.
[307] İbn Ebî Şeybe, III. 428, no: 15665, 15662.
[308] Buhârî, Hac 118, II. 185; Müslim. Hac 358,1.956; Ebû Dâvûd, Menasik 20. no: 1768. II. 371: Ahmed, II.
[309] İbn Sa'd, IV. 154-5.
[310] Darimî, Mukaddime 20, s. 59.
[311] Beyhakî, Sünen, V. 95.
[312] Mâlik, Bey’at 3, II. 983; Şeybâni, Muhammed b. Hasan, Muvattau’l-İmam Mâlik, tah. Abdulvehhab Abdullatif, Beyrut-t.y., Daru'l-Kalem. s. 319, no: 900.
[313] Tirmizi, Savm 76. no: 799, III. 163-4. Aynı şekilde İskenderiyye'den çıkar çıkmaz yemek yiyen Ebu Basra el-Gıfari'ye, henüz evlerin bile gözükmekte olduğu söylenince o, "sen Rasûlullah (s)'ın sünnetinden yüz mü çeviriyorsun?!" demişti. Bkz: Ahmed, Vl. 7. Ebû Basra hakkında bkz: İbnu'l-Esir, Usdu'l-Ğâbe, VI. 34-5.
[314] Buhârî. Nikah 100, VI. 154;Tirmizî. Nikah 41, no: 1139.111.445: Muslim, Rada’ 44, II. 1084.
[315] Buhârî, Nikah 101, VI. 154-5; Müslim, Rada' 45, II. 1084: Ebu Dâvûd. Nikah 35. no: 2124, III. 595. Geniş bilgi için bkz: İbn Hacer. Fethu'l-Bâri, IX. 224-6.
[316] Bkz: Aşkar. Muhammed Süleyman, Efâlu'r-Rasûl ve Delâletuhâ alâ'l-Ahkâmi’ş-Şeria, Beyrut-1988, II. baskı. Müesscsetu'r-Risâle, (l-ll) l. 485.
[317] Basri, Mu'temed, II. 668; Gazzali, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed. el-Mustasfâ min İlmi'l-Usûl, Bulak-1322, (l-ll) I. 131; Amidî, Seyfuddin Ebu’l-Hasen Ali b. Ebi Ali, el-İhkâm, fi Usûli’l-Ahkâm, Kahire-t.y., Daru'l-Hadis, II. 140: Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, İrşadu'l-Fuhûl ilâ Tahkîki'l-Hakki min Ilmi’l-Usûl, y.y., t.y. Darul-Fikir. s. 60; Suyûtî, Tedrihu'r-Râvi, I. 189.
[318] Suyûtî, a.y.
[319] Amidî, a.y.
[320] Suyûtî, a.y.
[321] Oldukça ihtilaflı olan bu konudaki tartışmalar için bkz: Amidî, İhkâm, II. 135-140; Serahsi, Usûl, I. 379-381; Aşkar, a.y.; Görmez, Mehmet, Metodoloji Sorunu, s. 178-9 .
[322] Bkz: San'ânî, Muhammed b. İsmail el-Emîr, Tavdîhu'l-Efkâr li Maânî Tankihıl-Enzâr, Beyrut-1946. Daru İhyai't-Turas, (l-ll), I. 265-7.
[323] İbn Hazm, İhkâm, II. 72.
[324] Özsoy. Ömer, Sunnetullah, s, 58.
[325] Bkz: Izutsu, Toshihiko, Kur'an'da Allah ve İnsan, ter. Süleyman Ateş, Ankara- t.y., s. 88-9.
[326] Bkz: Özsoy, Ömer, a.g.e., s. 53.
[327] Görmez. Mehmet, Metodoloji Sorunu, s. 225.
[328] Nisa: 4/26.
[329] Kalem: 68/4.
[330] Ahzab: 33/21.
[331] A’raf: 7/158; Al-i İmran: 3/31-2; Nisa: 4/80; Maide: 5/92.
[332] Bkz: Kasas: 28/7-35; Meryem: 19/5-33.
[333] Duhâ: 93/6.
[334] Bkz: Abdurrazzâk, V. 318, no: 9718; İbn Hişâm, I, 158. 166; İbn Sa'd, I. 98-103; Ebû Nuaym, el-Isbahânî, Delâilu'n-Nubuvve, tah. Muhammed Ravvâs Kal'acî, Halep-1970, Mektebetu't-Turas el-İslamî. (l-lI). I-86-9. no: 35-6; Beyhakî, Ebu Bekir Ahmed b. Hüseyin, Delâilu'n-Nubuvve ve Ma'rifetu Ahvâli Sahıbi'ş-Şeria, tah. Abdulmuti’ Kal'acî. Kahire-1988, Daru'r-Rayyan, (I-VII). 1.110; Kâdi Iyâz, Şifâ, I. 518-9. Bu tür bazı haberlerin eleştirisi için bkz: Önkal Ahmed, İslam Tarihçiliğinde Tarafsızlık Problemi. İsl. Arş.,VI.192. sayı: 3.
[335] Duhâ: 93/7-8.
[336] Şûra: 42/52; Ankebut: 29/48.
[337] Yunus: 10/16.
[338] İbn Sa'd, l. 125-6; Buhârî, İcare 2, III. 48; Müslim. Eşribe 163, II. 1621; Ahmed, III. 17, 326.
[339] İbn Sa'd, I. 128; İbn Hişâm, I. 184-6. (Ona göre Hz. Peygamber o zaman 14-15 yaşlarındadır.)
[340] İbn Sa'd, I, 128-9; İbn Hişâm, I. 133-4.
[341] İbn Sa'd, I. 129-131; İbn Hişâm, 1. 187-9.
[342] İbn Sa'd, l. 145-6, 157; İbn Hişâm, I. 197: Ahmed, III. 425
[343] Buhârî, Bed'u'l-Vahy 3, 1. 3; İbn Hişâm, I-235.
[344] Bkz: Müzzemmil: 73/1-2; Müddessir: 74/1-2; Kalem: 68/1-2; İbn Sa'd, I 194-5; Taberî, Tarih. II. 302.
[345] Buhari, Bed’u’l-Vahy 3. I. 3; Müslim, İman 252. I. 139-142.
[346] Bkz: İbn Sa'd. I. 200; Buhâri, Tefsir 26 / 2, VI. 16-7; 111 / I, VL 94-5; Müslim, İman 355, I. 194.
[347] Derveze. İzzet, Asru'n-Nebî, ve Bîetuhû Kable'l-Bi'se, Dımaşk-1946. s. 411-4.
[348] İsra: 17/90-95; Fussilet: 41/6; Kehf: 18/110; Kaf: 50/2; Sad: 38/4-8; Yunus: 10/2; Enbiya: 21/3; Furkan: 25/7.
[349] Abdurrazzâk, II. 205, no: 3076.
[350] Ebû Dâvüd, Et'ıme 18, no: 3773, IV. 143; İbn Mâce, Et’ime 6, no: 3263, II. 1086.
[351] Mamer, (Abdurrazzâk. X. 415-7, no: 19543-4); İbn Sa'd, I, 371, 382, 388; Heysemî, Nuruddin Ali b. Ebî Bekir, Mecmau'z-Zevâid ve Menbau'l-Fevâid, Beyrut-1982, Daru'l-Kitabi'l -Arabi, (I-X), IX. 21.
[352] Ebû Dâvud, Edeb 165, no; 5230. V. 398; Ahmed. V. 256.
[353] İbn Mâce, Dua 2, no: 3836, II. 1261.
[354] Tirmizî, Edeb 13. no: 2754, V. 90.
[355] İbn Mâce, Et’ıme 30, no: 3312, II. 1101; Hâkim, Mustedrek, III. 48.
[356] Abdurrazzâk, V. 441, no: 9758; Humeydi, I. 16, no: 27; İbn Hişâm, II. 658; Buhâri, Enbiya 48, IV. 142; Ahmed, I. 23-4, 47, 55; Darimî, Rekâik 68, s. 716; Heysemî, IX. 21.
[357] Heysemî, a.g.e. IX. 20.
[358] Mamer, (Abdurrazzâk, X. 418, no: 19555); Heysemî, a.y.
[359] Bunu teyit eden bazı haberler için bkz: Darimî, Mukaddime 13-4, s. 35-6.
[360] İbn Sa'd, I. 234-5: İbn Ebî Şeybe, VII. 346, no: 36625: Buhâri, Menâkıbu’l-Ensar A5, IV. 259.
[361] İbn Hişâm. I. 492; Buhârî, a. y.
[362] Hakkında bkz: İbnu'l-Esir. Usdu'I-Ğâbe, III. 57-8, no: 2568.
[363] Buhârî, İlim 6. I. 23; İbn Hişâm, II. 573-5; Taberî, Tarih, III. 124-5,
[364] Abdurrazzâk, III. 551; Buhâri, Cenaiz 32, II. 79: Müslim, Cenaiz 15, I. 637; Ebû Dâvûd, Cenaiz 27. no: 3124. III. 491.
[365] Bkz: İbnu'l-Esir, Usdul-Ğâbe. VI. 111-2, no: 5882.
[366] İbn Sa'd, I. 429: Ahmed, II. 226-7.
[367] İbn Sa'd, I. 425-7: Humeydî, II. 383, no: 866.
[368] İbn Sa'd, I. 235; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyame 42, no: 2485, IV. 652.
[369] İbn Hişâm, I. 516-7.
[370] Ahmed, IV. 397, 404, V. 232.
[371] Buhârî, Cihad 70. III. 222-3; Müslim, Fedallu's-Sahabe, 39-40, II. 1875.
[372] İbnu'l-Kayyim, Zad, I. 127.
[373] Maide: 5/67.
[374] Bkz: Kurtubî, Ahkamu’l-Kur’ân’, VI. 244: Meragî, Tefsir, VI. 160.
[375] Kurtubî, a.g.e. VI. 30, 244.
[376] Tirmizî. Tefsir 6, no: 3046, V. 251; Hâkim, Mustedrek, II. 313. Tirmizî, hadisin garib olduğunu ve aynı isnadla gelen diğer rivayetlerde sadece Hz. Peygamberin korunduğunun belirtildiğini, Hz. Âişe'den birşey zikredilmedlğini hatırlatırken, İbn Hacer, (Fethu'l-Bâri. VI. 96'da) ise hadisin senedinde ittisal ve irsal yönünden ihtilaf bulunduğunu söylemektedir. Hâkim onu sahih görmüş, Zehebî onaylamış ise de, biz ne Hz. Peygamberin, ne de sahabenin sözkonusu ayetteki Allah'ın korumasını bu şekilde anladıkları kanaatindeyiz.
[377] Bkz: AI-i İmran: 3/123; Enfal: 8/26,62; Tevbe: 9/14,25,40; Muhammed: 47/7; Feth: 48/3: Tur: 52/48; Haşr: 59/11.
[378] Hicret yolculuğunda Hz. Peygamberin, yerine Hz. Ali'yi yatırması, Ebû Bekir'le arkadaşlığı, kılavuz, muhbir ve iz kapatıcı kullanması, şaşırtmak için ters istikamete gitmesi, Sevr Dağında bir mağarada üç gün gizlenmesi bunun en tipik misallerinden sadece birkaçıdır.
[379] İbn Hişâm, II. 340.
[380] Buhâri, Meğazi 48. V. 91.
[381] Ahmed. II. 222.
[382] İbn Hişâm, 11.81.
[383] Bkz: Gazzalî, Muhammed, Fıkhu's-Sire, Dımaşk-1989, Daru'l-Kalem. s. 198-9; İbn Kesir, Imaduddin Ebî'l-Fidâ İsmail, Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesir, ihtisar: Muhammed Ali es-Sâbûni, (l-lll) I. 534.
[384] Mamer, (Abdurrazzâk. XI. 260, no: 20492); Ahmed, VI. 256, 106; Buhârî, Ezan 44. I. 164. Hz. Peygamberin beşeri yönünü ortaya koyması bakımından onun aile hayatı hakkında geniş bilgi için bkz: Hz. Peygamber ve Aile Hayatı, İstanbul-1989, (İSAV neşr. muhtelif ilim adamlarının tebliğlerinden oluşan derleme)
[385] İbn Sa'd, VIII. 168; Ebü Dâvüd, Nîkah 39, no: 2134, II. 601.
[386] Mamer, (Abdurrazzâk, XI. 431-2, no: 20925); İbn Sa'd, VIII. 171-2: Buhâri, Hibe 8, 111. 132.
[387] Bkz: Abdurrazzak, III. 571, no: 6712.
[388] Tahrim: 66/1-3; İbn Sa'd, VIII. 85, 170. 185-7.
[389] Ebû Dâvud, Edeb 92, no: 4999, V. 271.
[390] İbn Sa'd, VIII. 182-4.
[391] Ahzab: 33/28-34.
[392] İbn Sa'd, VIII. 179-181.
[393] Buhâri, Cenaiz 44, II, 85; Müslim, Fedail 62. ll. 1807-8; Ahmed. I. 268, III. 194, V. 204-6.
[394] Ahmed, V. 207.
[395] İbn Mâce, Cenaiz 53, no: 1588, I. 506.
[396] Buhâri, Ahkam 49, VIII. 125; İbn Mâce, Cenaiz 51. no: 1579-1586, I. 503-5.
[397] Abdurrazzâk, III. 552-3. no; 6672.
[398] Buhâri, Deavat 19, VII. 153: Enbiya 28, IV. 130; İlim 28, I. 31.
[399] Ebû Dâvud, Sunne 10, no: 4659. V. 46; Ahmed, V. 437-9.
[400] Ebû Dâvûd. İlim 3. no: 3646, IV. 60-1; Ahmed, II. 162, 192; Darimî, Mukaddime 43. I. 125.
[401] Bkz: Müslim, Birr 88-95, III. 2007-9; Buhâri, Deavat 34, VII. 157; Ahmed, II. 243. V. 437-9, VI. 225; Ebü Dâvûd, Sünnet 10, no: 4659, V, 46. Ayrıca bkz: İbn Sa'd, I. 367.
[402] Al-i İmran: 3/159.
[403] Müslim, Salat 178-9, I. 339-340.
[404] Buhâri, İman 13, I. 10; bkz: İbn Hacer, Fethul-Bâri l. 90-1.
[405] Buhâri, Menâkıb 23. IV. 166-7; Müslim, Fedail 77, 79. II. 1813-4; İbn Sa'd, I. 366.
[406] Abdurrazzak, II. 347, no: 3642; Ahmed. 1. 99.
[407] Müslim, Mesacid 92-4.1. 402; Ahmed, I. 379, 420, 424.
[408] Buhâri, Menâkıb 23, IV. 166; Meğazî, 79, V. 134.
[409] Bu latifelerin birçoğunu Bedruddin Ebu'l-Berekât Muharamed el-Şazzî (ö. 984), el-Murah fi'l-Muzâh adlı değerli çalışmasında toplamıştır. Neşr. es-Seyyidel-Cemîlî, Kahire-1986, l-5S..Ayrıca bkz: Köten Akif. Hz. Peygamberin Sünnetinde Şaka ve Şakacı Sahabiler, Bursa-t.y., Vefa Yay.
[410] Tirmizi, Birr 57. no: 1990, IV. 357; Ahmed, II. 340, 360.
[411] Ebû Dâvûd, Libas 24. no: 4078, IV. 340-1; Tirmizî, Libas 42. no: 1784, IV- 247.
[412] Ahmed, VI. 39, 129, 264.
[413] Buhâri, Cihad 59, III. 220: Ebû Dâvûd, Edeb 9, no: 4802-3, V. 151-2.
[414] Buhari menakıb 15, .161-2..
[415] Buhari ideyn 2, ll, 3, müslim, İdeyn 16, l, 607 İbn Mace, Nikah 21, no; 1898, l, 612.
[416] Bkz. İbn hacer Fethu’l-Bari, ll, 513-4.
[417] Bkz. Buhari, Megazi 12, Tirmizi, Nikah 6, no 1090 399, İbn Mace, Nikah 21, 1898, 612.
[418] Buhârî, Fedâilu'I-Ashâb 6. IV. 199; Muslim, Fedailu's-Sahabe 22, II. 1863-4. Benzer bir misal için bkz: Tirmizî, Menâkıb 18. no: 3690, V. 621; Ahmed, V, 353, 356; Fedailu's-Sahabe, I. 333-4, no: 480.
[419] Müslim, Mesacid 286, I. 463; İbn Sa'd, II. 372.
[420] İbn sad, l, 365.
[421] Abdurrazzâk. llI. 50, no: 4746-7; Ahmed. IV, 369.
[422] Müslim, Talak 30, II, 1106-7.
[423] Buhârî, Merdâ 3, 16, VII. 3, 9; Müslim, Birr 44-5, III. 1990-1.
[424] Buhârî, Tıbb 11-2, 14-5, VII. 14-5; Müslim, Hacc 87-8, I. 863-4.
[425] İbn Hişâm, II. 79.
[426] Humeydî, II. 502. no: 1189; Tirmizî, Salat 267, no: 361, II. 194-5.
[427] İlgili rivayetler için bkz: İbn Hişâm, II. 654-6; İbn Sa'd, II. 205-6, 257-260, 277-306; Abdurrazzâk, V. 428-439, no: 9754-7; İbn Ebî Şeyhe, VII. 427-430, no: 37021-37041; Buhârî, Meğazi 83, V. 137-144.
[428] Bkz: İbn Hişâm. II. 655-661; İbn Sa'd, II. 266-271; Abdurrazzâk. V. 434, no: 9754; İbn Ebi Şeybe, VII. 427, 429. no: 37021.37036; Ahmed, VI. 220; Buhârî. Fedâllu'l-Ashâb. IV. 194; Meğazi 83, V. 143.
[429] Zümer: 39/30.
[430] Al-i İmran: 3/144. Hz. Ebû Bekir’in hutbede okuduğu bu ayetler sahabeyi ikna ve teselli etmeye yetmişse de, asırlar sonra gelecek bazı alimleri ikna edememiş olmalı ki onlar bu hususta Hz. Peygamberin hem cesedi, hem de ruhuyla yaşadığı gibi garip kanaatlara kapılabilmişlerdir. Geniş bilgi için bkz: Hatiboğlu, M.Said, Hz. Peygamberi Yanlış Yorumlama Tezahürleri, İsl. Arş. sayı: 2, s. 5-11, Ekim-1986.
[431] İbn Ebi Şeybe. VII. 428, no: 37026-7; Ahmed. III. 212.
[432] İbn Hişâm, II. 660.
[433] İsra: 17/93.
[434] Kehf: 18/110; Fussılet: 41/6.
[435] Enam: 6/50.
[436] Bakara: 2/285.
[437] Bakara: 2/285.
[438] Yahudilerin Hz. Uzeyr. Hristiyanların Hz. İsa hakkındaki telakkiler için bkz: Tevbe: 9/30; Mâide: 5/73,116.
[439] Sad: 38/4,8.
[440] Zuhruf: 43/30-2.
[441] Al-i İmran: 3/164; Bakara: 2/129, 151: Cuma: 62/2
[442] En'am: 6/124; Zuhruf: 43/32.
[443] Hûd: 11/12.
[444] Furkan: 25/7-8 ; Yunus: 10/20; Ankebût: 29/50-1.
[445] İsra: 17/90-5. Ayrıca bkz. Muddessir: 74/52; Furkan: 25/21; Taha: 20/133-5; Enbiya: 21/5; Ra'd: 13/7, 27, 31; Hıcr: 15/7, 14-5; En'am: 6/7,37,109, 124, 158; Nisa: 4/153; Bakara: 2/118.
[446] Feth: 48/29; Al-i İmran: 3/144; Ahkaf: 46/9; Ahzab: 33/40.
[447] Tur: 52/29-30; Sad: 38/4; İsra: 17/47; Furkan: 25/8.
[448] Kalem: 68/4; Hac: 22/67.
[449] Tevbe: 9/33; Feth: 48/28; Saf: 61/9; Sebe: 3428; A’raf: 7/158; Ra'd: 13/7, 48; Enbiya: 11/21,107.
[450] Muzzemmil: 73/15.
[451] Feth: 48/8-9.
[452] Mevdüdî, a.g.e. IV. 430.
[453] Muddessir: 74/1-2.
[454] Bkz: Şuara: 26/214; En'am: 6/92, 19; Şura: 42/7; Meryem: 19/97; Kasas: 28/46; Secde: 32/3; Yasin: 36/6; Enbiya: 21/45; İbrahim: 14/44.
[455] Sad: 38/4,70;Neml: 53/56; Zariyat: 51/50,1; Mülk: 67/26; Ankebut: 29/50; Hac: 22/49; A'raf: 7/184; Hicr: 15/89; Şuara: 26/115; Ahkaf: 46/9; Necm: 67/26.
[456] Hicr: 15/96; Şuara: 26/214,5.
[457] İbn Hişâm, I. 262-3.
[458] Buhâri, Tefsirl 26/2, VI. 16-7: 111 / 1, VI. 94-5; Müslim, İman 355. I. 194.
[459] İbn Sa'd, I. 200.
[460] Buhâri, Rikak 26, VII. 186.
[461] Buhâri, İ’tisam 2, VIII. 140; Müslim. Fedail 16, II. 1788-9; Ayrıca bkz: Ramehurmuzi, Ebû Muhammed el-Hasen b. Abdurrahman b. Hallâd. Kitâbu Emsali’l-Hadis. tah. Abdulalî Abdulhamid el-A’zamî, Bombay-1983. Daru's-Selefiyye. s. 29-33, 22-3; İbn Hacer, Fethul-Bâri, XI. 323,
[462] Bkz.Yasin: 36/8,11; Bakara: 2/6,7.
[463] Bakara: 2/119; Sebe: 34/28: İsra: 17/105; Furkan: 25/56; Ahzab: 33/45-6; Feth: 48/8,9; A’af: 7/184,8; Fatır: 35/24; Fussilet: 41/4.
[464] Meryem: 19/97.
[465] Bakara: 2/25,155, 223; Tevbe: 9/112; Yunus: 10/2,87; Hac: 22/34,37; Zumer: 39/17.
[466] Nisa: 4/138; Tevbe: 9/3,34; Lokman: 31/7; Casiye: 45/8; Al-i İmran: 3/21; İnşikak: 84/24.
[467] Bkz: Buhârî, İman 29, I. 15; İlim 11. I. 25; Cizye 1. IV. 63; Ahmed, IV. 402, 411.
[468] Nisa: 4/63: Sebe: 34/46; Nahl: 16/125; Kaf: 50/45; Zariyat: 51/55; Tur: 52/29; A'la: 87/9; Gaşiye: 88/21,2.
[469] Ahzab: 33/45,6.
[470] Nahl: 16/125; Kasas: 28/87; Şûra: 42/7; Hac: 22/67,8: Yusuf: 12/108.
[471] Şuara: 26/3,4; Yunus: 10/99; Hud: 11/12; Yusuf: 12/102,4; En'am: 6/35; Kehf: 18/6; Nahl: 16/37: Neml: 27/70; Fatır: 35/8.
[472] Enam: 6/34; Ahkaf: 46/35.
[473] Tur: 52/48.
[474] Bkz: et-Tayyib Berğus, Menhecu'n-Nebî fi Hımayeti'd-Da've, USA -1996; Sald Havva, er-Rasûl, Kahire-t.y.; el-Esas fi's-Sunne ve Fıkhihâ, Kahire-1989.l-IV; Bûtî, Fıkhu's-Sire, Dımaşk-1977: el-Adevî, Muhammed Ahmed, Da'vetu'r-Rasûl ilallahi Teâlâ, Mısır-1935; Önkal, Ahmed, RasûluIIah'ın İslam'a Davet Metodu. Konya-1984, II. baskı.; Gazzali, Muhammed, Fıkhu's-Sîre, Dımaşk-1989,,Daru'l-Kalem.
[475] Maide: 5/67.
[476] Buhârî, Tefsir 5 /7, V. 188; 53/1, VI. 50; Tevhîd 46, VIII. 210 ; Muslim, İman 287, I. 159; Tirmizî, Tefsir 33, no: 3278, V. 395; Ahmed, VI. 50.
[477] Buhârî, Tevhid 22; VIII. 175-6 ; Müslim, İman 288. I. 160; Ahmed. VI. 241, 266; Tirmizî, Tefsir 33. no: 3207-8; V. 352-3: Ayet: Ahzab: 33/37.
[478] Yunus: 10/15,6; Ankebût: 29/48; Hakka: 69/46,8; Kıyame: 75/16,9.
[479] Müslim, Hac 147, I. 890. ,
[480] En'am: 6/50,56,106; Yunus: 10/15,109; Ahzab: 33/2: Kıyame: 75/18; Araf: 7/203; Ahkaf: 46/9.
[481] Al-i İmran: 3/20; Maide: 5/92,99; İbrahim: 13/52: Nahl: 16/35, 82; Nûr: 24/54; Ankebut: 29/18: Şura: 42/48; Tegabün: 64/12.
[482] Ahmed, IV. 101.
[483] Tirmizî, Tefsir 66, no: 3318, V. 423.
[484] En'am: 6/104,7,66; Şasiye: 88/21,2.
[485] İsra: 17/106; Kehf: 18/27; Ankebût: 29/45.
[486] Şûra: 42/52; Ankebût: 29/47,8; Kasas: 28/86; Yunus: 10/16.
[487] Bakara: 2/129,151; Al-i İmran: 3/164; Kasas: 28/59; Cuma: 62/2; Talak: 65/11; Beyyine: 98/2.
[488] Bakara: 2/129,151; Al-i İmran: 3/164; Cuma: 62/2.
[489] Şafiî, Muhammed b. İdris el-Muttalibî, er-Risâle, tah. Ahmed Muhammed Şâkir. Beyrut-ty. d-Mektebetu'l-Ilmiyye, s. 78. Hikmet ile ilgili diğer ayetler için bkz: Bakara: 2/231: Nisa: 4/113; Ahzab: 33/34.
[490] Ahmed, III. 328 ; İbn Mâce, Mukaddime 17, no: 229. L 83.
[491] Ahmed, I. 408; Nesaî, Tatbik 100. II. 238.
[492] Müslim, Tahare 57, I. 223-4; İbn Mâce, Tahare 16, no: 316, I. 115; Ahmed, V. 437-9."
[493] İbn Mâce, Tahare 16, no: 313, 1. 114.
[494] Abdurrazzâk, ll, 331, no; 3577; Müslim. Mesacid 33, I, 381-2; Ahmed, V. 447-8.
[495] Ebû Dâvûd, Talak 17, no: 2213, II. 661-2; Tirmizî, Tefsir 59. no: 3299, V. 406; Ahmed. V. 436.
[496] Nahl: 16/44.
[497] Bu konuda geniş bilgi ve misaller için bkz:Yıldırım Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, İstanbul-1983. Kayıhan Yay., s. 200-303; Erul Bünyamin, Sünnetin Kur'ân Dışında Hükümler Getirmesi Meselesi, basılmamış yüsek lisans tezi. s. 8-17.
[498] Mamer, (Abdurrazzak, XI. 255, no: 20274) ve Ebû Dâvûd, Zekat 1, no: 1561, II. 211 dışında daha çok muahhar kaynaklarda bulunan, muhtevası ve lafızları oldukça farklı olan, dolayısıyla ihtiyatla yaklaştığımız bu ilginç rivayet için bkz: Beyhakî. Delall, I. 25; Hatîb, Fakîh, 1. 76-7; İbn Abdilberr, Ebû Ömer Yusuf en-Nemerî, Camiu Beyâni’l-Ilmi ve Fadlih, Beyrut- t.y., Daru'l-Kütübi’l-Ilmiyye, II. 191; Şatıbi, İbrahim b. Musa, el-Muvafakat fi Usûli’ş-Şeria, neşr. Abdullah Dıraz, Beyrut-t.y.. Daru'l-Ma'rife. (I-IV) , IV. 26; Suyûtî, Celaluddîn b. Abdurrahman, Miftahu'l-Cenne fi’l-İ'tisami bi's-Sunne, tah. Mustafa Aşûr, Kahire-t.y.. Mektebetu'l-Kur'ân, s. 29, 58.
[499] Buhari, Tefsir 59 / 4, VI. 58; Libas 82-7, VII. 62-4; Müslim. Libas 119-120. II. 1677-8; Ahmed, I. 83, 87.107, 121, 133, 150. 159.
[500] Müslim, Hayz 20, I. 83; bkz: Buhârî. Hayz 67-9, I. 265.
[501] Mâlik, Sefer 7, I. 145-6; Nesâî, Taksir 1. !I. 116-7; İbn Mâce, İkame 73, no: 1066, I. 339.
[502] Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri adlı çalışmanın sahibi Suat Yıldırım, Hz. Peygamberin Kur'ân'dan ne kadarını beyan ettiğine dair tartışmalara genişçe yer verdikten sonra, onun mükellef olduğu kadarıyla Kur'ân'ı beyan etme işini yerine getirdiğini, itikad. ibadet ve amelî hükümlere ait mücmel ayetleri, teferruatına varıncaya kadar açıkladığını, bunlardan maksûd-ı ilahiyi kavliyle ve fiiliyle beyan ettiğini, alimlerin içtihadıyla ulaşabilecekleri bir kısım mücmel ayetleri ise açıklamadığını, netice itibarıyla onun beyanının Kur'an'ın tümünü kapsamasa da, hiç denecek kadar da az olmadığı sonucuna varmıştır. Bkz: a.g.e., s. 45-70, 336. Rivayet tefsirlerinin en kapsamlısı olarak kabul edilen büyük muhaddis İbn Ebî Hatim'in (ö. 327) Tefsiri üzerine analitik bir çalışma yapan değerli arkadaşımız M. Akif Koç'un bu tefsirde yaptığı sayıma göre. Hz Peygamber'in sözlü beyanlarının oranı % 4, sahabeye ait rivayetlerin oranı ise % 22'dir. Taberî Tefsirindeki merfü hadislerin oranı ise % 7.8'dir. Bkz. M. A. Koç. İsnad Verileri Çerçevesinde Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri, s. 102-3, 107.
[503] Bkz, Bakara: 2/173,275;Nahl: 16/115; Maide: 5/3,90; En’am: 6/145.
[504] Bkz: Maide: 5/4,5,87; A'raf: 7/32,3.
[505] A'raf: 7/157. Bkz: Tevbe: 9/29; Tahrim: 66/1,2.
[506] Ebû Dâvûd, Et’ıme 33, no:3802-3811. IV. 159-164; Et’ıme 25, no: 3785, IV. 148-9.
[507] Ebû Dâvûd, Et’ıme 27-9, no: 3791-7, IV. 152-5
[508] Ebû Dâvud, Et’ıme 30, no: 3799, IV. 157; Ahmed. 11.381; Şatıbî, Muvafakat. IV. 33-47; Enam: 6/145.
[509] Mamer, (Abdurrazzâk, XI. 125, no: 20100.) Benzer bir haberi, Hâkim. Mustedrek, II. 4'te İbn Mes'ud'dan merfu olarak rivayet etmiştir.
[510] Şafiî, Risale, s. 87, no: 289. Ayrıca muhakkik A. M. Şakir'in değerlendirmeleri için bkz: s. 93-5.
[511] Abdurrazzâk. X, 302- no: 19184; İbn Mâce,
[512] Abdurrazzâk. X. 302, no: 19185.
[513] Buhârî, Eşribe 5, VI. 243; Müslim, Tefsir 32-3, III, 2322; Ebu Dâvûd. Eşribe 1. no; 3669, IV. 78-9.
[514] Darimî, Mukaddime 18, s. 51-2; İbn Mâce, Ticaret 58, no: 2276. II. 764.
[515] İbn Ebi Şeybe, VI. 298. no: 31602; Darimî, Feraiz 26, s. 762.
[516] Nisa: 4/12,176.
[517] Mâlik, Feraiz 7. II. 515; Müslim. Feraiz 9, II. 1236; İbn Mâce, Feraiz 5. no: 2726,11. 910-1; Ahmed, I. 26. 38, IV. 301, 293. 295.
[518] Abdurrazzâk, X. 305. no: 19193-4.
[519] Ebu Dâvûd, Eşribe 1. no: 3670. IV. 79-80; Tirmizi, Tefsir 6, no: 3049, V. 253.
[520] Şâtıbi, Muvafakat, III. 341.
[521] İbn Ebî Şeybe. VI. 298, no: 31600; Darimî, Feraiz 26, s. 762. Ayrıca bu hususta icma olduğu kanaati için bkz: İbnu'I-Munzir, Kitabu'l-İcma, s. 70. ter. Abdulkadir Şener, s. 47, Ankara-1983.
[522] Abdurrazzâk. X. 304. no: 19190-1; Müslim, Feraiz 9, II. 1236; İbn Mâce. Feraiz 5, no. 2726, II. 910-1; Darimî. a.y. Ayrıca geniş bilgi için bkz: Cessâs, Ahkam, II. 86-7; Tehânevî, İ'Iâ, XVIII. 356-7: Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili. II. 1310.
[523] Bkz: İbn Hacer, Fethul-Bâri, XII. 20-4; Ayni, Umde, XVII. 297. Ubeyde. Hz. Peygamberin vefatından iki sene önce müslüman olmuş, ancak onunla görüşememiş, Hz. Ömer. İbn Mes'ud ve Ali'nin çevresinde bulunmuş, tabiûnun büyüklerinden fakih bir şahsiyettir. Bkz: İbnu'I-Esîr, Usdu'l-Ğâbe, III. 552. no: 3526.
[524] "Ölçü ve tartı ile alınıp satılan şeyleri kendi cinsleriyle, peşin ve biri diğerinden fazla olarak mübadele etme" şeklinde tarif edilen fazlalık ribasıdır. Bkz: Döndüren, Hamdi, Ticaret ve İktisat İlmihali, İstanbul-1993. s. 388.
[525] Bkz: Döndüren Hamdi, a.y.
[526] İbn Hacer. a.g.e. X. 52.
[527] Bkz: Mâlik, Buyu' 33-6, 38. II. 634-7; Müslim, Musakat, 72, 79-80. II. 1207. 1209-1210
[528] Abdurrazzâk. X. 302, no: 19185.
[529] Bu hususa ikinci bölümde geniş yer verilecektir. Bkz: s. 377-380.
[530] Hz. Peygamberin beyanı konusunda müstakil bir risale yazan İbn Teymiye'ye (ö. 728) göre ise "Rasûlullah (s) dinin usûlünü ve fürûunu, bâtınını ve zahirini, ilmini ve amelini beyan etmiştir ve bu, ilim ve iman asıllarından bir asıldır." Yine ona göre Rasûl, insanların fürû', şeriat ve fıkıh dedikleri amellerle ilgili hususları da en güzel bir şekilde beyan etmiştir. O, Allah'ın emrettiği veya nehyettiği, helal veya haram kıldığı herşeyi beyan etmiştir. Zaten Yüce Allah’ta "Bugün size dininizi tamamladım" (Maide: 5/3) İbn Teymiye, Meâricu'l-Vusûl ilâ enne Usüle'd-Dîni ve Furûahû kad Beyyenehâ'r-Rasûl, (Mecmûatu'r-Resâil içerisinde), Mısır-1323, s. 2, 10. Ne gariptir ki, İbnTeymiye (6. 728) sırf bu konuya tahsis ettiği mezkur risalesinde, Hz. Ömer'den gelen sözkonusu rivayetlere hiç yer vermemiştir. Hatta, beyanın ihtiyaç halinde gecikip-gecikmeyeceğine dair uzun tartışmalara giren Usulcülerimiz de Hz. Ömer'in bu sözlerine pek atıfta bulunmamışlardır. (Bkz: Serahsî, Usul, II. 26-35; Gazzali, Mustasfa, I 368-382; Amidî, İhkâm, III. 66-70; İbn Hazm, İhkâm, I, 84-95. Görebildiğimiz kadarıyla sadece Ebu'l-Huseyin el-Basrî, Mü'temed, I-357'de kısaca Hz. Ömer'in anlayamamasına değinir ve burada beyanın gecikmediğini, yalnızca anlaşılamadığını söyler.) Oysa bize göre Hz. Ömer'in bu sözleri, hem Kur'an'ın, hem de Hz. Peygamberin beyanı açısından üzerinde titizlikle durulması, ayrıca tahkik edilmesi gereken ehemmiyeti ha" izdir.
[531] Bkz ; Bakara: 2/151,129; 3 Al-i İmran: 2/164; Tevbe: 9/103; Cuma: 62/2.
[532] İbn Hişâm, I. 336 ; Ahmed. I. 203.
[533] Karafi, Şihabuddin Ebu'l-Abbas Ahmed b. İdris, el-Furûk, Beyrut-ty., Alemu'l-Kütüb. (MV), IV. 170.
[534] Maide: 5/42,48,9.
[535] Nisa: 4/105.
[536] Ebû Dâvud, Akziye 7, no: 3586, IV. 15. (İbn Şihab'tan gelen munkatı' bir haberdir.)
[537] Ahzab: 33/36.
[538] Nisa: 4/65.
[539] Ebû Dâvud, Akziye 7, no: 3585, IV. 15.
[540] Bkz:, İbnul-Ferec Abdullah b. Muhammed el-Mâlikî, el-Kurtubî (ö. 550), Akzıyetû Rasûlillah, Beyrut-1987, tah. Kasım eş-Şem'ânî er-Râfii, 1-237; İbnu'I-Hanbelî Nâsihuddin Abdurrahman el-Ensârî, (ö. 634) Akyisetu'n-Nebîyyi'l-Mustafa Muhammed, Mısır-1973. tah. Ahmed Hasan Cabir, Ali Ahmed el-Hatîb, 1-204; İbn Kayyim el-Cevziyye, Fetâvâ Rasûlillah, Kahire-1980, tah. Mustafa Aşûr, 1-190.
[541] Bkz: Şafiî, Risale, s. 155, Buhâri, İ’tisam 5. VIII. 146.
[542] Bu tür rivayetler için bkz: Abdurrazzâk, X. 202-4. no: 18832-4; VIII. 522. no: 16137; Beyhakî, Sünen, X. 37; İbn Kesir, Muhtasar Tefsir, I. 433-4. Ayrıca bu hususta Suyûti'nin şu müstakil eseri mevcuttur: el-Bâhir fi Hukmi'n-Nebiyyi (s) bi’l-Bâtin ve'z-Zâhir, Kahire-1987, tah. M. Hayri Kırbaşoğlu. Kahire-1987. Daru's-Selâm, 1-70.
[543] Mâlik, Akziye 1, II. 719; Humeydî, I. 142. no: 296; Buhâri, Şehâdât 27, III. 162; Hıyel 10. VIII. 62; Ahkam 20, VIII. 112; Müslim, Akziye 4-5, II. 1337-8; Ebû Dâvûd, Akziye 7, no: 3583; IV. 12-4; Tirmizî, Ahkam 11, no: 1339, III. 624 ; Ahmed, VI. 307, 320.
[544] Nisa: 4/14, 59,80,115: Enfal: 8/20; Nur: 24/63.
[545] Ömer b. Ebî Seleme. Hz. Peygamberin eşi Ummu Seleme'nin önceki kocasından oğludur. Hz. Peygamberin vefatında henüz dokuz yaşunda bir çocuk olduğu belirtilmektedir. Bkz: İbnu'l-Esîr, Usdu'l-Câbe, IV. 183, no: 3830.
[546] Abdurrazzâk, X. 201-2, no: 18830-1; Buhârî, Enbiya 18. IV. 213-4; Müslim, Hudud 8-11, II. 1315-6: Ebû Dâvûd, Hudud 4. no: 4373, IV. 537.
[547] Ebû Dâvûd, Hudud 24. no: 4419, IV. 573.
[548] Müslim, İman 223-4, I. 123-4; Ebu Dâvûd, Akziye 26, no: 3623, IV. 42-3; Tirmizî, Ahkam 12, no: 1340. III. 625. Benzer bir dava Eş'as ile bir yahudi arasında geçmektedir. Bkz: Buhârî, Husumat 4, 111- 90-
[549] Abdurrazzâk, X. 216, no: 18891. Benzer bir olayı nakleden 18892 no'lu haberde, Gatafan'lıların develerini kaybettiği ve Gıfar Kabilesinden birisini töhmet altında bıraktıkları anlatılmaktadır ki, ikisi aynı hadise olabilir.
[550] Abdurrazzâk, X. 56-62, no: 18338-9. 18346, 18349, 18351. 18356; Buhari Tıb 46, VII. 27-8; Müslim, Kasame 36-8. II. 1310-1; Ebû Dâvüd, Diyât 21, no: 4574. 4576, IV. 700-3; Ahmed, IV, 245-6, 249.
[551] Abdurrazzâk, IX. 454, no: 17991; Ahmed, II. 217.
[552] Abdurrazzâk, IX. 453, no: 17989.
[553] Buhâri, Salat 83, I. 121; Sulh 10, 14. III. 170, 172; Müslim. Musakat 20-1, II.1192-3.
[554] Çeşitli misaller için bkz: Abdurrazzâk, V. 406-7. no; 9746; IX. 462-3, no: 18032; Buhâri, Sulh 8, III. 169; Ebû Dâvud, Diyat 3. 13. no: 4499, 4501, 4503. 4534, IV. 638-643, 672-3; Akziye 31. no: 3636, IV. 50; 580 Ebû Yusuf- er-Radd alâ Siyeri’l-Evzai, s. 32-3; İbn Sa’d, I. 115.
[555] Misaller için bkz: Tez metni s.
[556] Bkz: Buhâri, Sulh 12. III. 171; Müslim. Fedail 129, II. 1829. Zubeyr, " Nisa: 4/65 ayetinin ancak bu ayet üzerine indiğini sanıyorum" demektedir.
[557] Misaller için bkz: Abdurrazzâk, IX. 397-8, no: 17764; Şafiî, Risale, s. 426-430; Darimi, Mukaddime 54.s. 153; Hatib, Fakih, I. 138-141; Suyûtî, Miftahu'l-Cenne, s. 74; Slbaî, Mustafa, es-Sünne ve Mekânetuha fi't-Teşrîı’l-İsIâmî, Beyrut-1985, IV. baskı. El-Mektebu'l-İslâmi, s. 68-9.
[558] Dabaşî, Hamid, İslam'da Otorite, ter. Süleyman E. Gündüz, İstanbul-1995, s. 99.
[559] Buhâri, Menâkıbu’l-Ensar 43, IV. 251; İman 11. I. 10; Ahmed, V. 313, 323; İbn Hişâm, I. 433-4.
[560] Ahmed, V. 318-321.
[561] İbn Hişâm. I. 443-6.
[562] Bkz: Dabaşî. a.g.e., s. 99-100.
[563] Medine Vesikası hakkında bilgi ve farklı değerlendirmeler için bkz: İbn Hişâm, I. 501-4; Beyhakî, Sünen, VIII. 106; Hamidullah Muhammed, İslam Peygamberi, ter. Salih Tuğ, İstanbul-1980, İrfan Yay. l-ll, I-204-229; İslam Hukuku Etüdleri, s. 33-49. İstanbul-1984; Avvâ, M. Selim. Fi'n-Nizami's-Siyasî li'd-Devleti'l-İslamiyye, Kahire-1989, s- 50-64; Umeri Ekrem Ziya, Medine Toplumu, ter. Nurettin Yıldız. İstanbul-1988, s. 78-98; Özafşar M. Emin, Fıkhı Hadisler, basılmamış doktora tezi, Ankara-1995, s. 25-30; Birsin Mehmet, Hz. Peygamberin Devleti, İstanbul-1996. s. 35-69; Ayrıca Bilgi ve Hikmet Dergisi, bu Vesikayı esas alan özel bir sayı çıkarmıştır. 1994/ 5.
[564] Hamidullah, İslam Peygamberi, I. 204-218.
[565] Buhârî, Enbiya 50, IV. 144; Ahmed. ll. 297.
[566] Hac: 22/39.
[567] Hz. Peygamberin bu yönleri ile ilgili olarak bkz: el-Arabî, Muhammed Mahmud, Devletur-Rasûl fi’l-Medine, Kahire-1988,1-366; Birsin Mehmet. a.g.e.; Hattab Mahmud Şît, Komutan Petgamber, ter. Ahmed Ağırakça, İstanbul-1988. 1-355. el-Kettani, Muhammed Abdulhay (ö.1915), Nizamu’l-Hukûmeti’n-Nebevi (et-Teratîbu'l-İdariyye), Beyrut-ty.; Armuş, Ahmed Ratıb, Kıyadetu'r-Rasul es-Siyasîyye ve'l-Askeriyye, Beyrut-1989, Daru'n-Nefais
[568] Ahmed. ll, 231.
[569] Özel, Ahmed. et-Teratîbu'l-İdâriyye ter. İstanbul-1990, Önsöz, VIII.
[570] Mâlik, Libas 18. II, 917-8; İbn Sa'd; I. 466-7; Buhârî, Cuma 7,1. 213-4; Tefsir 66 / 2, VI. 70; Müslim. Libas 6, 7. II. 1638-9; Ahmed, 11.103, 146, 337; Tirmizî, Zühd 44, no: 2377, IV. 588.
[571] Ahmed, I. 411; Hâkim, Mustedrek, III. 20.
[572] İbn Hişâm, II. 79-80, 216.
[573] Bkz: Al-i İmran: 3/154; Enfal: 8/ 11; Tevbe: 9/26, 40; Ahzab: 33/9.
[574] Bkz: Abdurrazzzak. V.336, no; 9720; Ahmed, IV. 329-330.
[575] İbn Ebî Şeybe, VII. 399, 402, no: 36900, 36902; Taberî, Tarih. III. 54; Heysemi. Mecma’ VI. 167; İbn Hacer, Ahmed b. Ali el-Askalânî, el-Metalibu'l-Aliye bi Zevâid-i'l-Mesânidi's-Semâniye, tah. Habiburrahman el-A'zamî, Beyrut-t.y.. Daru'I-Ma'rife, (l-lV) ,IV. 247, no; 4362.
[576] Bu yönde eleştirileri için bkz: Bütî, Flkhu's-Sîre, s. 25-6.
[577] Benzer değerlendirmeler için bkz: Hattab Mahmut Şit, Komutan Peygamber, s. 9-12.
[578] Al-i İmran: 3/159.
[579] Enfal: 8/67,8. Bkz: İbn Kesîr, Muhtasar Tefsir, II. 117-9.
[580] Tevbe: 9/43.
[581] Nur: 24/62.
[582] Enfal: 8/5,8.
[583] Al-i İmran: 3/152,4.
[584] Haşr: 59/7.
[585] Karâfi, Furûk, I. 205-6.
[586] A.g.e. I. 207. Ayrıca Karâfî, hakim ile yöneticinin tasarrufları ve fetva ile hüküm arasındaki farkları ele aldığı, bu hususta muştakil olarak telif ettiği "el-İhkâm fi Temyizi’l-Fetâvâ ani'l-Ahkâm ve Tasarrufâti'l-Kâdî ve'l-İmâm", Tah. Ebû Bekir Abdurrazzâk, Kahire-1989. isimli eserinde bu tür tasarrufları 20 nevi olarak daha geniş bir şekilde işlemiştir. Bkz ; s. 90-6, 55.
[587] Bkz: Karadâvi, Şeria. s. 146-150.
[588] Köten Akif, Hz. Peygamberin İmamet Tasarrufu (Devlet Başkanı Olarak Hz. Peygamberin Tasarrufları), Din-Devlet İşleri Sempozyumu, Bildiriler, 3-4 Nisan 1993-Bursa. İstanbul-1996, s. 110,
[589] Karafi, Furûk, I. 208-9; İhkâm, s. 59-60.
[590] Mâlik, Cihad 18-9, II. 454-5; Tirmizî, Siyer 13. no: 1562, IV. 131-2; Bkz: Buharî, Humus 18. IV. 57; Meğazi 54. V. 101; Müslim. Cihad 42, II. 1373.
[591] Müslim, Cihad 43-4, II. 1373-4; Ebû Dâvüd, Cihad 148. no: 2719, III. 164-5.
[592] Tirmizî, Siyer 13, no: 1562, IV. 132.
[593] Mâlik, Cihad 19, II. 455.
[594] Tahir b. Aşur, Mekasıd. s. 32; Karafi, a.y. ; Tirmizî, a.y.
[595] Karadavî. el-Canibu't-Teşrlî fi's-Sünne, es-Sunne ve Menhecuhâ, II. 1013
[596] Dabaşî, Hamid, İslam'da Otorite, ter. Süleyman E. Gündüz, İstanbul-1995, s. 77.
[597] A.g.e.. s.102. 78.
[598] A.g.e., s.83. 86.
[599] A.g.e..s. 87.
[600] Bakara: 2/256.
[601] Gaşiye: 88/22.
[602] Nisa: 4/80; En'am: 6/104,107; Şurâ: 42/48.
[603] En'am: 6/107,8, 66; Zümer: 39/41; Şûra: 42/6; İsra: 17/54.
[604] Al-i İmran: 3/32,132; Nisa: 4/59; Maide: 5/92; Enfal: 8/1,20,46.
[605] Nisa: 4/80
[606] Feth: 48/10.
[607] Al-i İmran: 3/31.
[608] Fazlur Rahman, İslam, s. 70.
[609] A.g.e., s. 72.
[610] Bkz: Tevbe: 9/44; Abese: 80/1.
[611] Fazlur Rahman, a.g.e., s. 97.
[612] Abdurrazzâk, V. 336, no: 9720; İbn Ebî Şeybe, VII. 388, no: 36855; Ahmed, IV. 329-330. Benzer itiraflar Ebû Sufyan'dan da gelmiştir. Bkz: Vakıdî, Mecazî, II. 816.
[613] Abdurrazzâk, V. 375-6. no: 9739. Benzer bir müşahede için bkz: Ebû Dâvûd, Libas 28, no: 4084. IV. 344. 2
[614] Bakara: 2/143; Al-i İmran: 3/110; A'raf: 7/157; Enfal: 8/64,72,74-5; Tevbe: 9/117,88,100; Feth: 48/29.
[615] Bkz: Avcı Seyyit, Sahabede Peygamber Sevgisi, İstanbul-1992, M.Ü.S.B.E. basılmamış yüksek lisans tezi, (1-122). Avcı bu çalışmasında, sadece Hz. Peygamberi sevmenin gereği, bunun sahabe hayatındaki tezahürleri, onların Hz. Peygambere olan sevgileri, ona uymaları ve ona muhalefet edenlere karşı çıkmaları üzerinde durmakla yetinmiştir.
[616] Mamer, (Abdurrazzâk, XI. 59-60. no: 19908); Buharî, Menâkıbu'l-Ensar 1. IV. 221; Müslim, Zekat 132-4, I. 733-5; Benzer bir haber için bkz: Abdurrazzâk, X. 156, no: 18676.
[617] Buhârî, Meğazi 56. V. 104-6. Buhârî rivayetlerinden bazısında Hevazin denildiği halde, bazısında yer alan Mekke'nin Fethi günü ifadesinin tarihî olarak yanlış olduğunu ortaya koyan eleştiriler için bkz: Ertürk Mustafa. Metin Tenkidi Prensipleri Açısından Sahih-i Buhârî'deki Bazı Fiten Hadislerinin Değerlendirilmesi, İstanbul-1995. basılmamış doktora tezi, s. 91-2.
[618] İbn Teymiye. es-Sârimu’l-Meslûl, s. 191.
[619] Muslim, Fedail 59, II. 1806; Tirmizî, Zekat 30, no: 666. lll. 53.
[620] İbn Ebî Şeybe, VII. 397, no: 36899: Müslim, Cihad 84-6; II. 1405-8; Ahmed, II. 538.
[621] İbn Hişâm, II. 416.
[622] Misaller için bkz: Hatiboğlu M. Said, Hadis Tarihi Notları (basılmamış ders notları), s. 28-32.
[623] İbn Teymiye, es-Sârimu’l-MeslüI, s.198-9.
[624] Bkz: İbnu'l-Esir, Usdu'l-Ğabe, II. 283.
[625] Mamer, (Abdurrazzâk, XI. 234-5, no: 20413); İbn Ebî Şeybe, VII. 415. no: 36980; Şeybânî. Muvatta, s. 333: İbn Sa’d IV. 66-7; II. 249-250; Said b. Mansur, II. 368, no: 2890; Buhâri, Fedâilu'l-Ashâb 17, IV. 213; Müslim, Fedail 63-4. II. 1884;Taberî, Tarih, III. 226.
[626] İbn Hacer, Fethu'I-Bâri, VII. 759'da eleştirenlerden sadece Ayyaş b. Ebi Rabia el-Mahzûmî'nin ismini vermektedir. Hakkında bilgi için bkz: İbnu'l-Esir, Usdu’l-Gâbe, IV. 320-1, no: 4139.
[627] Hz. Peygamber, Üsame'yi daha önce de, Cuhayne'nin bir kolu olan Huraka kabilesine göndermişti. Bkz: Buhârî. Meğazi 45. V. 88; İbn Sa'd, II. 119.
[628] Bu ifadeyi yalnızca Abdurrazzâk, V. 339-340, no: 9720'de görmekteyiz. Oysa baştan sona aynı isnadla ve kelimesi kelimesine Abdurrazzâktan nakleden Buhâri, Şurût 15. III. 182 ve Ahmed. IV. 330-1'deki rivayetlerde bu ifade mevcut değildir. Onlar, bunu ya Hz. Ömer'in inancında şüpheye düştüğü anlaşılabilecek bu cümleyi söyleyemeyeceği kanaatiyle nakletmemek için çıkartmış olabilirler. Ya da bu ifade Abdurrazzâk'ın nüshalarına Buhârî ve Ahmed b.. Hanbellerden sonra Hz. Ömer karşıtı bazı şiîlerce idrac edilmiş olabilir. Bunu tespit edebilmek için mevcut elyazması nüshalarına bakılması gerekecektir. Ayrıca hadisi, senedsiz olarak Ebu Said el-Hudri'nin Ömer'den anlatması şeklinde veren Vakıdi'de ise, Hz. Ömer iki defa "O gün benim içime şüphe düştü" demektedir. Güya bundan dolayı nice köleler azad etmiş ve dehr orucu tutmuştur...Bkz: Vâkıdî. II. 607.
[629] Abdurrazzâk, V. 339-340, no: 9720; Buhâri, Şurût 15. III. 182: Ahmed. IV. 330-1- Farklı anlatımlar için bkz: Vâkıdî. II. 607-9; İbn Ebî Şeybe, VII. 384-5, 388-9. no: 36847, 36855: İbn Hişâm, II. 316-7: Buhâri, Cizye 18, IV. 70; Tefsir 48 / 5, VI. 45-6; Müslim, Cihad 94, II. 1411-2; Ahmed, III. 486.
[630] Hadiseyi nakleden yukarıdaki kaynakların hepsinde lafız farklılığıyla birlikte bu hususa yer verilmektedir.
[631] Bkz: Feth: 48/27; İbn Hişâm, II. 318.
[632] Hazrec Kabilesinin reisi olup, Medine'nin idaresi kendisine verilmek üzereyken Hz. Peygamberin oraya hicretiyle bundan vazgeçmiştir. Bu sebeple, Bedir savaşından hemen sonra müslüman olmuş görünmesine rağmen Peygambere ve onun tebliğ ettiği dine karşı beslediği kin ve düşmanlık duygularından hiçbir zaman kurtulamamıştır. Mekke müşriklerinin tahrikleri ve Yahudi muhabbetiyle yaşamış olup, onun bu tavrını haber veren birçok ayet inmiştir.! Munafikûn: 63/1,8) Bkz: Koçyiğit Talat, Abdullah b. Übey b. Selül mad.. İsl. Ans. TDVY. I. 139-140.
[633] Münafıkların başı olarak bilinen İbn Ubey, Mekke'den gelen Peygamberi ve arkadaşlarını kasdederek "Bize geldiler, barındılar. Vallahi bizim asıl düşmanımız şu Kureyş artıklarıdır. Onlara yemek vermeyin ki dağılıp gitsinler. Bunlarla olan durumumuz, tıpkı 'Besle köpeğini, yesin seni!" diyen adamın durumu gibidir. Ama Medine'ye dönersek, üstün olan, zelil olanı çıkartacaktır" demişti. Bkz: Buhârî, Tefsir 63 / 1-7, V. 63-7; Müslim, Munafıkîn 1, III. 2140
[634] Tevbe: 9/84.
[635] Buhârî, Cenaiz 85, II. 100; Tefsir 9 / 12. V. 206: Tirmizî, Tefsir 10, no: 3097, V. 279; Nesaî. Cenaiz 69. IV. 67-8
[636] Tevbe: 9/80.
[637] Buhârî, Tefsir 9 / 12-3, V. 206-7; Müslim, Fedallu’s-Sahabe 25, II. 1865;Tirmizi, Tefsir 10. no: 3098, V. 279-280; İbn Mâce, Cenaiz 31, no: 1523, I. 488; Ahmed, II. 18.
[638] Bkz: İbn Hacer, Fethu'I-Bâri, VIII. 189; Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur'ân; VIII. 219; Zemahşeri, Keşşaf, II. 164; Meraği, Ahmed Mustafa, Tefsiru'l-Merâğî, Beyrut-t.y., Daru İhyai't-Turas el-Arabî, (I-XXX). X. 176
[639] Tahâvi, Ebû Cafer Ahmed b. Muhammed, Şerhu Muşkili'l-Asâr, tah. Şuayb el-Arnavut. Beyrut-1987' Muessesetu'r-Risâle, (I-XV), I. 70-81.
[640] Benzer bir mütalaa için bkz: Mevdûdî, Tefhim. II. 258.
[641] Buhârî, Cenaiz 78, II. 95: Müslim, Munafikin 2, 111. 2140; Nesaî, Cenaiz 92. IV. 84; Ahmed. III. 371. Bu hususta Hz. Peygamberin, ganimetten aşıran, intihar eden ve borçlu ölen müslümanların da namazını kılmadığını belirterek, münafıkların reisinin namazını kılmış olamayacağını söyleyen Tahâvi'nin zikrettiği rivayetler ve değerlendirmeleri için bkz: Muşkil, I. 74-81.
[642] Enbiya: 21/107.
[643] Enfal: 8/67,8; Tevbe: 9/43,80,5,113; Munafikun: 63/6; Abese: 80/1,10; Kasas: 28/56; Kehf: 18/6; Şuara: 26/3.
[644] Bkz: İbn Ebî Şeybe, VII. 359, no: 36690; İbn Kesir, Muhtasaru Tefsir, II. 117-9.
[645] Buhâri, Cenaîz 2Z, 85, II. 76,100; Tefsir 9/12, V. 206: Tirmizî, Tefsir 10, no: 3097: V. 279; Nesâî, Cenaiz 69, IV. 67-8; Tahâvî, Muşkil, I. 70-81.
[646] Müslim, İman 52. I. 59-60; Ahmed. IV. 402-411.
[647] Buhârî, Şerike 1, III. 109.
[648] Ebû Huzeyfe b. Utbe b. Rabîa, Kureyş'li ilk müslümanlardan olup, hem Habeşistan'a, hem de Medine'ye hicret etmiş. Hz. Peygamberle bütün savaşlara katılmış ve 53-4 yaşlarında Yemame'de (H. 11) şehid olmuş ashabın faziletlilerindendir. Bkz: İbnu'l-Esir, Usdu’l-Gâbe, VI. 70-1.
[649] İbn Hişâm, 1. 629; İbn Sa'd, IV. 10-1.
[650] A.g.e., a.y.
[651] Bkz: İbnu'I-Esir, Usdul-Gâbe, III. 165, no: 2797.
[652] İbn Hişâm, I. 646; İbn Sa’d IV. 10, 31; İbnu'l-Esir, a.y.
[653] Abdurrazzâk, V. 466, no: 9771; İbnu"l-Esir, a.g.e. I. 457-8.
[654] İbn Sa'd. IV. 11.
[655] Burada Hz. Aişe bu itiraz gerekçesi sebebiyle, gönlündekinin hilafını izhar etme bakımından, ziyafeti bahane edip hakkında dedikodu yapan hanımlara Hz. Yusuf’u gösteren Züleyha'ya benzetilmektedir. Bkz: M. Fuad Abdulbakî, Mâlik, Sefer 83. I. 170 (ta'lîk): bkz: Nevevi, Minhâc, IV. 140.
[656] Buhârî, Ezan 46, I. 165-6; Mâlik, Sefer 83. I. 170; Müslim, Salat 94-5,101, I. 313-4. 316.
[657] Buhârî, Megazi 83. V. 140; Müslim, Salat 93, I. 313.
[658] Buhari, Megazi 61, V. 110-1; Müslim, Zekat 144, 1. 742.
[659] Buhari, Edeb 95, VII. 111; Menâkıb 25, IV. 179; Müslim, Zekat 148, I. 744; İbn Hişâm, II. 496-7; Ebû Dâvud, Sünne 31, no: 4764. V. 121-3.
[660] Humeydî, 1. 61, no: 110; Buhâri, Enbiya 28. IV. 130; Meğazi 56. V. 106; Müslim, Zekat 140-1, I. 739.
[661] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, VII. 667.
[662] Hakkında bilgi için bkz: İbnu'l-Esîr, Usdu’l-Ğâbe, V.225, no: 5010.
[663] Hurmuzan'a karşı komutan olarak savaştığı ve onun hezimete uğratılmasında rolünün büyük olduğu. Hz. Ali ile Sıffin'de beraber iken, sonra Haricîlerden tarafa geçtiği, Hz. Ali'nin en aşırı karşıtlarından olduğu ve H. 37'de öldürüldüğü bildirilmektedir. Bkz: İbnu'l-Esîr, Usdul-Ğâbe, I. 474-5. no: 1127.
[664] Bu ve farklı isimler için bkz: İbn Beşkuvâl, Gavâmıd, II. 544-5; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VII. 652.
[665] Bkz: Hatiboglu. M. Said, Siyasî-İctimâî Hadiselerle Hadis Münasebetleri, basılmamış doçentlik tezi, s. 40.
[666] Tevbe: 9/58, Bkz:İbn Kesir, Muhtasar Tefsir, II. 149.
[667] Buharî, Enbiyâ 28. IV. 129-130.
[668] Bkz: Enfal: 8/5,8; Bkz: İbn Hişâm, I. 606-7.
[669] İbn Hişâm, I. 615.
[670] Enfal: 8/9,26.
[671] Misver, bu olayda orada hazır bulunmadığı için, Mervan da sahabi olmadığı için bu haber mürseldir. Bkz: İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, V. 392,
[672] Abdurrazzak, V. 340, no: 9720: Buhâri, Şurut 15, III. 182; Ahmed, IV. 331. Farklı ahlatımlar için bkz: Vâkıdî, II. 613; İbn Ebî Şeybe, VII. 383. 389. no: 36840, 36855; İbn Hişâm. II. 319. İbn Hişâm nebevi emre ve sahabenin imtisalde gecikmesine hiç yer vermemiş, yalnızca onun fiilini ve sahabenin ittibaını zikretmiştir. "Ğammen=kederden" ifadesinin aynı anlamı için bkz: Âl-i İmrân: 3/153.
[673] Bu ve başka yorumlar için bkz: İbn Hacer. Fethu'l-Bâri, V. 409.
[674] Vakıdî. II. 613.
[675] Zehebi, Nubelâ, II. 203.
[676] İbn Ebî Şeybe. III. 359. no; 14922-3, 14925; Buhâri, Hac 103. 112. II. 181,184.
[677] İbn Ebî Şeybe, Ill. 358, no: 14916.
[678] Bkz; Aynî, Umde, VIII. 193; Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne, s. 68.
[679] Buhârî, Hac 34, II. 152-3; Müslim, Hac 143, I. 884-5; Ahmed, VI. 175.
[680] Müslim, Hac 130. I. 879; İbn Mâce. Menâsik 41, no: 2982, II. 993; Ahmed. IV. 286.
[681] Buhârî, Hac 34. II. 152; Müslim, Hac 198, I. 909
[682] Bkz: Nisa: 4/59, 64,5,80; Enfal: 8/20,24.
[683] Bkz: Ahzab: 33/36; Nisa: 4/14,65.
[684] Nisa: 4/115.
[685] Nur: 24/63.
[686] Bkz: Feth: 48/18,9,10,29; Hadid: 57/10; Haşr: 59/3,10; Bakara: 2/143,285; Al-i İmran: 3/68; Nisa: 4/95,6; A'raf: 7/157: Enfal: 8/64,72,74-5; Tevbe: 9/88,100,117.
[687] Buhârî, Menâkıb 6. IV. 158-9; Müslim, Fedalîu’s-Sahabe 132-3, II. 1923-4.
[688] Buhârî, Meğazi 17. V. 30.
[689] İbn Ebî Şeybe, V. 383, no: 36841; Buhârî, Megazi 43, V. 85.
[690] Buhârî, Ezan 48, I. 167; Cenaiz 8, II. 69.
[691] Abdurrazzâk, III. 518, no: 6542.
[692] Bkz: Taberâni, Kebîr, VI. 84, no: 5586.
[693] Kehf: 18/54.
[694] Buhârî, Teheccüd 5, II. 43. Oysa Abdullah b. Ömer. Hz. Peygamberin kendisi hakkında "Abdullah ne iyi bir adam, bir de gece namazı kılsa" dediğini duyduktan sonra geceleri ancak az birşey uyuyordu. Bkz: Buhârî, Fedâilu'l-Ashâb 19, IV. 215.
[695] Ahmed, I. 396.
[696] Humeydî, II. 540, no: 1289; Müslim, Siyam 90.1. 785; Tirmizî, Savm 18, no: 710, III. 89-90. Her ne kadar burada isyandan söz edilmişse de. Hz. Peygamberin başka yolculuklarda oruç tutmayı kişilerin iradesine bıraktığı, tutanları da kınamadığı bilinmektedir. Bkz: Müslim, Siyam 88-9. I. 785. Dolayısıyla bu ifadeyi "söz dinlemezler" gibi daha yumuşak bir eleştiri olarak anlamak daha isabetli olacaktır.
[697] Buhârî, Meğazi 17, V. 29-30; Ebû Dâvûd, Cihad 116. no: 2662. III. 117-8; Ahmed, 1.287.
[698] Al-i İmran: 3/152. Bkz: Kurtubî, Ahkâmu'l-Kur'ân', IV. 233-8; İbn Hişâm, II. 113-4.
[699] Taberî, Tarih, II. 509-510.
[700] Havva, Said. el-Esas fî's-Sunne, II. 595’ten naklen.
[701] Nûr: 24/63.
[702] İbn Hişâm, II. 397; Taberi, Tarih. III. 47.
[703] Buhari, Megazi 9, 46, V. 10, 89; Tefsir 60/1, VI. 60; Müslim, Fedailus-Sahabe 161-2, II. 1941-2: Ebû Dâvûd, Cihad 108, no: 2650, III. 108; Ahmed, I. 80, 105, II. 296; Vakıdî, II. 796-7; İbn Hişâm, II. 398-9.
[704] Mumtahıne: 60/1,9.
[705] Bkz: Mâlik, Sefer 2, I. 143-4; Abdurrazzâk, II. 545-6, no; 4399; V. 177-9, no: 9291, 9294, 9296.