Abdülgani Abdülhalık
Çeviren: Dilaver Selvi
ŞULE YAYINLARI
Sunuş ..................................9
Çevirenin Sunuşu......................... 11
Önsöz ................................15
Giriş / Sünnetin Delil Olmasından Maksat Nedir?
.................21
1.
BÖLÜM
SÜNNETİN DELİL OLMASI DÎNÎ BÎR
ZARURETTİR, BU KONUDA MÜSLÜMANLAR ARASINDA BİR İHTİLÂF VÂKİ OLMAMIŞTIR..........123
Basrah Mu'tezile İmamlarından Bazıları
Sünnetin Delil Olduğunu İnkâr Etmiş midir? ...33
İmam Şafiî İle Münazaraya Giren, Mu'tezilî Değildir
............ 44
İmam Şafiî'nin Hasmı, Şayet Sünnetin Delil Oluşunu
İnkâr Ediciyse O, Râfizîdir .......
48
Sünnetin Delil Oluşu, Zaruret-i Diniyyedendir,
İnkâr Edilemez ....................
52
2.
BÖLÜM
SÜNNETİN HÜCCET OLUŞUNUN DELİLLERİ...........55
Birinci Delil: İsmet.............................................................. 56
Üçüncü Delil: Kur'ân-ı Hakîm........................................................... 69
Birinci Grup Âyetler
........................................................................ 70
İkinci Grup Âyetler ............................................... 74
Üçüncü Grup Âyetler
........................................................... 76
Dördüncü Grup Âyetler
................................................. 83
Beşinci Grup Ayetler
.................................................................. 84
Dördüncü Delil: Sünnet-i Şerîf
................................................. 88
Birinci Grup Hadisler..........................................................
88
İkinci Grup Hadisler
...............................................................................
99
Üçüncü Grup Hadisler
.................................................... 101
Beşinci Delil: Sadece Kur'ân-ı Kerîmle Amel Etmenin Güç
ve Zor Olması ..................104
Altıncı Delil: Vahiyle Bildirilen Veya Vahiy Derecesinde
Olan Sünnet ........ 116
Yedinci Delil: İcmâ.............................................
125
3. BÖLÜM
SÜNNETİN DELİL
(HÜCCET) OLUŞUNU İNKÂR EDENLERİN ORTAYA
ATTIKLARI ŞÜPHELER VE BUNLARIN CEVABI............179
1. Şüphe ........................................... 180
2. Şüphe
........................................................... 186
3. Şüphe ...................................................
189
Delillerin Korunmasında Râvilerin
Adaleti ............................... 197
Sünnetin Hüccet (Delil) Oluşunda, Kitabet
(Yazım) Lâzım Değildir .......... 198
Kitabet (Yazı) Katiyyet İfade Etmez
.................................................. 200
Kitabet, Kuvvet Bakımından Hıfzdan Düşüktür
........................... 200
Araplarda Ezber, Kitabetten Daha İleri ve
Daha Kuvvetlidir ........................... 201
Sahabe ve Tâbün'in Ezberleme Güçleri Daha Fazladır
...........................................
203
Ezberlemenin Faydaları........................................................................
204
Kur'ân'ın Katiyyeti, Lafzı Tevatürle Sabit
Olmuştur....................... 205
Bu Konudaki Delil ve Değerlendirmeler................................................
207
Fürûa Ait Meselelerde Zannî Delillerle Amel
Edilir.................... 208
el-Cübbâî'nin Bu Konudaki Şüpheleri...........................................
211
Hz. Peygamber'in (s.a.v), Yalnızca Kur'ân'ın Yazılmasını
Emretmesindeki Hikmet ......219
Sünnetin Yazımının Yasaklanması O'nun
Delil Olmadığı Anlamına Gelmez ....... 222
Sünnetin Yazımına Getirilen Yasağın
Hikmeti ................................ 225
Sünnetin Yazımına Müsaade Edilmesi
.................................................... 229
Süûnetin Yazımına İzin Veren Hadislerle,
Yasaklayan Hadislerin Telifi ................... 242
Sünnetin, Sahabe Devrinde Yazımı ve Tedvini
............................. 247
Sahâbe'nin Sünnetin Yazımı Konusundaki Tutumlarının
Değerlendirilmesi .......... 254
Sahâbe'nin Sünnetleri Rivayetten
Kaçınmaları ve Bunu Yasaklamaları (Özel Durumlara Hastır)....................
262
Sahâbe'yi Hadis Rivayetinden Kaçmaya ve
Bunu Yasaklamaya Sevkeden Sebepler.....267
4. Şüphe: Sünnetin Hüccet Olmadığına Dair Rasûlullah'tan
(s.a.v) Rivayet Edilen Haberlerin Aslı Nedir? ............ 275
SONUÇ
SÜNNETİN DELİL OLUŞUYLA İLGİLİ
BAHİSLER..........287
1. Bahis: Kitab (Kur'an)'m Karşısında Sünnetin Derecesi
..................................... 287
2. Bahis: Sünnetin, Kur'ân ve O'nun Dışındaki Şeylere Delâlet
Etmesi Bakımından Çeşitleri ...... 297
3.Bahis: Sünnetin Hüküm Koymada Müstakil Oluşu
........................... 305
1. Mesele: Sünnetin Müstakil Hüküm Koymasının Cevazı
................................... 307
2. Mesele: Müstakil Sünnetin Delili Yahut Sünnetin Hüküm Koymada
Müstakil Oluşunun Ne İle Sabit Olduğu ................... 309
3. Mesele: Rasûlullah'tan (s.a.v) Müstakil Sünnetin Sâdır Olması ..............318
Muhaliflerin Şüpheleri
...................................................................................
321
Muhaliflerin: "Sünnette
Zikredilen Herşey Kitab İçin Bir Açıklamadır" Şeklindeki İddialarını
Açıklarken İleri Sürdükleri İsbat Yolları............... 328
Sünnetin Kur'ân'ın Bir Açıklamasından İbaret Olduğunu
Savunanlardan Bir Grupla İhtilânmız Lafzı, Diğeriyle Hakikidir
.................................. 337
İmam
Şafiî'nin Bu Mesele Hakkında İki Değerlendirmesi
.................................... 338
Sonsöz
.............................................................. 341
1908'de
Kahire'de doğdu. Babası Ezher âlimlerinden Muhamnıed Abdülhâhk'tır. Küçük yaşta
Kur'ân-ı Kerîm'i ezberledi ve Ezher Üniversitesi'ne bağlı enstitülerde orta
öğrenimini tamamladı. 1935 yılında Ezher Üniversitesi Şeriat Fa-kültesi'nden
mezun oldu.
Yüksek
lisans tezini verdikten sonra 1940 yılında Hücciyyetü's-Sünne isimli
çalışmasıyla doktor unvanını aldı. Ezher Üniversitesi'nde uzun yıllar
Usulu'l-Fıkıh Bölümü'nün başkanlığını yaptı. 500'ü aşkın yüksek lisans ve
doktora tezinin danışmanlığında bulundu.
Suudi
Arabistan, Endonezya, Irak, Libya, Fas ve Ürdün gibi ülkelerin üniversitelerinde
misafir hoca olarak dersler verdi. 1983 yılında Kahire'de vefat etti.
Başlıca
eserleri şunlardır:
1-
Hücciyyetü's-Sünne.
2-
İmam Şafiî'nin Ahkâmu'l-Kur'ân isimli eserinin tahkiki.
3-
Ebû Muhammed Abdurrahman b. Ebî Hatim er-Râzi'nin {el-İlel, el-Cerhu
ve't-Ta'dîl kitaplarının yazarı) Adâbu'ş-Şâfiî ve Menâkibuhu isimli eserinin
tahkiki.
4-
îbn Kayyım el-Cevziyye'nin et-Tıbbu'n-Nebevî kitabının tahkiki.
5-
İbnü'n-Neccâr'ın, Munteha'l-İrâdât fi Cem'i'l-Mukni isimli eserinin tahkiki.
6-
el-İmam el-Buhârî ve Sahîhuhu. :
7-
Usulu'l-Fıkh ligayri'l-Hanefiyye (İbrahim Abdülhamid ye Hasen Vehdân ile
beraber).
8-
Muhâdarât fi UsÛLu'l-Fıkh.
9-
Buhusun fi's-Sünne el-Muşrife.
10-
el-îcma Hakîkatuhu ve Hucciyyetu.hu.
Bu
eser;
Hakemliğinde
ve hükümlerinde bütün müminlerin ittifak ettiği Kur'ân-ı Kerîm'in Hz. Peygamber
(s.a.v)'i bize nasıl takdim ettiğini; O'nun asıl görevinin ve gönderiliş
amacının ne olduğunu, O'na karşı bakış, değerlendirme ve tutumumuzun nasıl
olması gerektiğini, başta Sahabiler olmak üzere, Tabiîn, Tebe-i Tabiîn ve
onlara önderlik eden imamların Sünnet'e karşı saygı, edep ve aşklarını ele
alıyor...
Sünnet'in
etrafında oluşturulmak istenen şüphelerin, ne zaman, nereden ve kimlerden
kaynaklandığını, bazı müslümanlarm bütünlüğü dikkate almadıkları için, Kur'ân'a
nasıl ters düştüklerini; bazı âyetleri yorumlamaya çalışırken, nasıl diğer
âyetlere ve İslâm'ın genel edebine aykırı hareket ettiklerini, bunun sebep ve
sonuçlarını tespit ediyor...
Dini
hükümlerde Sünnet'in zaruretini, aklın yerini, şahsî görüşlerin değerini,
Kur'ân'ı açıktan reddedemeyen oryantalist ve İslâm düşmanlarının nasıl
Sünnet'i etkisiz hale getirmeye çalıştıklarını açıklıyor...
Sünnet'in
kalp ve ruhî hayatları başta olmak üzere müminlerin sosyal yaşantılanndaki
bütün güzelliklerin kaynağı oluşuna da dikkati çeken eser, ilâhi huzurun ve
rızanın Sünnet'ten uzak gerçekleşemeyeceğini ilmi bir üslûpla ispat ediyor.
Şule
Hamd
olsun; Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz'i bütün âlemlere ve özellikle mü'minlere
bir rahmet, hûr ve sürür olarak gönderen Allah Teâlâ'ya.
Bütün
insanlığa ilâhî edeb ve kemâlatı Öğretmede en güzel örnek olan Hz. Rasûlullah
(a.s)'a sonsuz salât ve selâm, O'nun âl-u ashâb ve ahbabına nihayetsiz hürmet
ve ihtiram olsun.
Geçen
asırlar ve içinde bulunduğumuz zamanda, müslüman toplumların bazılarının
mübtelâ olduğu bir hastahk vardır ki; bu, sünnet-i seniyye üzerinde şüphe,
itiraz ve sonuçta inkâr hastalığıdır. Bu insanlar, hadislerin tesbit, tedvin ve
nakil yolu üzerinde birtakım şüpheler ortaya atarak; dinin ikinci asıl
kaynağını zedelemekte ve sonunda, güya dini ve Kur'ân'ı, aslî hüviyetine
kavuşturacağız diye, sünneti devre dışı bırakmaktadırlar.
Sahabe,
Tabiîn ve müçtehid imamların kendilerini bağlamayacağını rahatça söyleyebilen
bu anlayış sahiplerinin iddiaları şudur:
"Madem
ki hadisler üzerinde bunca şaibe ve şüphe var; başkalarının uygulaması ve
içtihadı da bizi bağlamaz, bu durumda biz; doğrudan Kur'ân'la muhatab olup
kendi akıl ve dirâyetimizle,ilâhî hükümleri birinci kaynaktan tesbit ve tatbik
ederiz!"
Bu
fikrin asıl tehlikeli yanı; onu, fikirleri baştan kabul görmeyecek kâfir ve
müşriklerin değil, kendini müslüman sayan kimselerin ortaya atıp
savunmaları ve cahil
müslümanların da gerçek zannedip* bu tür düşüncelerin peşine
takılmalarıdır. Değerli okurlar!
Elinizdeki
eserin müellifi Dr. Abdülganî Abdülhâhk (Rahme-tullahî aleyh), 194O'lı
yıllarda, bu fikirlerin tartışıldığı ve yayılmaya çalışıldığı bir dönemde,
konunun önemine binâen, bu eseri hazırlayarak ümmetin istifadesine sunmuştur.
Biz de zamanımızda yayılma meyli gösteren bu tür fikirlere ve şüphelere cevap
ve insaf ehline irşâd vesilesi olacak bir çalışmayı düşünürdük. Tam bu sırada
merhum müellife ait Hücciyyetü's-Sünne adlı eser elimize geçti. İncelediğimizde;
bunun bizim düşündüğümüzden daha çaplı ve faydah bir çalışma olduğunu tesbit
ettik. İlmî araştırmalarımızın yoğunluğuna rağmen, bu eserin acilen ümmete
sunulmasını zarurî gördük ve Cehâb-ı Hakk'tan yardım ve muvaffakiyet dileyerek,
eseri tercümeye başladık.
Müellif,
kitabında asıl konuya girmeden önce, "Sünnetin mezheplere göre
mânâları" ve "Peygamberlerin ismeti" konularını, çok detaylı ve
uzun bir şekilde, iki ayrı mukaddimede işlemişti. Biz, müellif gibi bu
konuların bilinmesini zarurî gördüğümüz halde; okuyucuyu doğrudan asıl konu
ile yüzyüze getirmek için bu iki mukaddimeyi tercüme etmedik. Gerçekten her
mukaddime birer ayrı kitapçık olacak kadar detaylı bilgi vermekte idi.
Müellif,
alıntı yaptığı kaynaklara, bazen, sadece müellifin veya kitabının meşhur adını
vererek, bazen de cild ve sayfa numaralarını belirterek atıflarda bulunmuştur.
Biz, bütün hadis ve haberlerin mümkün olduğunca numaralı şekilde kaynaklarım
tesbit ettik. Bu şekilde, eserin güvenilirliğini ve müellifin dayandığı
kaynakların sağlamlığını ortaya koymak istedik. Hem de araştırma yapacaklara
bir kolaylık olmasını düşündük.
Tercümede,
dilin rahatlığını ve mânânın bütünlüğü içinde sunulmasını hedef aldığımızdan;
az da olsa, asıl metne" göre bazı eklemelerimiz olmuştur.
Her
bölümde dipnotlar, l'den başlayarak, yeniden numaralandırılmıştır. Kitabımızın
Arapçasımn üçüncü bölümü, Prof. Muham-med Ebû Şehbe'nin yine bu alanda yazılmış
Difâun ani's-Sünne adlı eserine tamamen eklenerek neşredilmiş, bu eser, Rehber
Yayıncılık tarafından Sünnet Müdafaası, I ve II başlığıyla
tercüme ettirilip istifâdeye sunulmuştur. Bu vesileyle mevcut tercümeyi
inceledik; gerçekten, adı geçen bölümün
tercümesini başarılı bulduk; zaman
zaman,
mânayı toplama ve cümle dizilişinden istifade ettik. Bunu belirtmeyi bir borç
bilir, mütercim arkadaşlara üstün başarılar, yayınevine hayırlı hizmetler
dileriz.
Değerli
okurlar!
Tercümesini
sunduğumuz bu eser, gerçekten bir ilaç gibidir; faydası iman ve insafa, sonuç
Cenâb-ı Hakk'm takdirine bağlıdır.
Kitabın
her bölümü ayrı bir devadır. Özellikle, ikinci bölümde Ashâb ve Selef-i
Sâlihîn'in sünnete karşı örnek edeb ve tavırlarının ibretle okunmasını şiddetle
tavsiye ediyoruz. Bütün peygamberlerin, gıyaben ümmeti olmayı arzuladıkları,
Cibril-i Emin'in, huzuru saadetlerinde edeble oturduğu, Cenâb-ı Hakk'ın,
hakkında: "Rasûlüm! Sen, çok büyük bir ahlâk üzerindesin" diye
şahitlik yaptığı, o nûr insan, Yüce Peygamber (s.a.v) olmadan ve örnek alınmadan
Kur'ân nasıl anlaşılır, ilâhî edeb nasıl yaşanır ve Allah'ın rızasına nasıl
ulaşılır? Bunu da temiz vicdanlara soruyoruz.
Beşer
sıfatımız ve şaşar vasfımızdan kaynaklanan hatalarımızı tesbit ve tebliğ
edenlerden Allah razı olsun.
Tek
arzumuz; Cenâb-ı Hakk'ın, bu mütevâzi çalışmayı, bize ve bütün Ümmet-i
Muhammed'e, ahlâkı Kur'ân ve her şeyi nûr olan Hz. Peygamber'in (s.a.v)
sünnetini sevmede ve onu ihya edip ihya olmada bir vesile-i rahmet ve sebeb-i
inayet yapmasıdır.
Hamd
olsun âlemlerin Rabbi olan Allah'a.
Dr.
Dilâver Selvi
Hamd
olsun Allah Teâlâ'ya. O, bizim için din olarak İslâm'a razı oldu. Onu çok
şerefli bir din yaptı; yüceltti, tertemiz ve bereketli kıldı, aydınlatıp âleme
yaydı. O'nu destekleyip kuvvetlendirdi. Din olarak ondan başkasını kabul
etmedi. Kendisine İslâm'ı nasib ederek bahtiyar yaptığı kimseye; rızasını,
mağfiretini ve rahmetini nasib etti. Emrine muhalefetle başka yollar arayana;
dünya ve âhirette, hayatta ve mematta pişmanlık, perişanlık, zillet ve
alçaklık takdir etti.
Yüce
âyetinde: "Kim, İslâm'dan başka bir din (ve hayat şekli) ararsa (o
bulduğu) kendisinden kesinlikle kabul edilmeyecektir ve o kimse, âhirette
hüsrana düşenlerden olacaktır," buyurdu.
Allah'tan
başka ilâh olmadığına ve O'nun hiçbir ortağı bulunmadığına, Efendimiz Hz.
Muhammed (s.a.v)'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet ederim. Allah (c.c)
O'nu, Araplar içinde en faziletli, hasebçe en şerefli, nesebde en keremii,
cömertlikte en ileri olan Kureyş kabilesinden seçmiştir ve kendisini, vahyini emin
bir şekilde tebliğ edip Kitabı'nı açıklaması için göndermiş, O'nu bütün nebi
ve rasûllerin hâtemi yapmış, kıyamete kadar ümmetin önünde ilâhî hücceti
O'nunla ortaya koyup ayakta tutmuştur.
İsâ
aleyhisselâmdan sonra, risâletin bir süre kesilmesiyle insanlar dalâlete
saplanmış, azgınlıkta son hadde varmış, körü körüne taklide takılıp kalmış,
cehalete bulanmış ve tamamıyle isyana dalmış iken Allah (c.c), O'nu,
(mü'minleri Cennetle) müjdeleyen, (kâfirleri Cehennemle) korkutan, Allah'ın
izniyle O'na davet eden bir
nûr ve
aydınlatıcı olarak, hak din ile gönderdi. O da gür bir sesle Rabbinin emrini
duyurdu, risâletini tebliğ etti, emaneti yerine getirdi, hayrı emretti, serden
sakındırdı. İnsanları dalâlet ve felâketten çekip hidâyete davet etti. Dinin
temel prensiplerini ortaya koydu; farzlarını bildirdi, hükümlerini beyân edip
usûl ve edeblerini açıkladı. Ümmetine hayır tavsiyede bulundu. Ölüm emri
gelinceye kadar, Allah yolunda cehd ve cihad etti. Zikredenlerin zikri, gaflet
ehlinin de gafleti devam ettiği müddetçe Allah'ın salât ve selâmı, Efendimiz
Hz. Muhammed'e olsun. Allah, öncekiler ve sonrakiler içinde, mahlûkatına
yaptığı en temiz ve en efdal selâm ile O'na selâm etsin. Allah O'na yapılan
salât-u selâmla bizi ve sizi en güzel şekilde temizlesin. Allah'ın selâmı,
rahmeti ve bereketi O'nun üzerine olsun. Allah, bizim adımıza O'nu en güzel
derecelerle mükâfatlandırsın. Hiç şüphesiz Allah, O'nun sebebiyle bizi helâktan
kurtardı; bizi, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet içinde
yarattı. Razı olduğu din ile şereflendirdi. O din için meleklerini ve
kendilerine in'am ve ihsanda bulunduğu kullarını seçti.
Zahiren
ve bâtınen, din ve dünya adına, elde ettiğimiz her nimetin bize ulaşmasına,
dinimiz ve dünyamız için başımıza gelecek bütün felâketlerin bizden
uzaklaşmasına tek sebep, Hz. Muham-med (s.a.v) Efen dimi z'dir. O (s.a.v),
hayrın öncüsü, doğrunun mürşidi, dalâlet ve felâketten alıkoyan, dünyada
ümmetini irşâd ederken hep nasihat yolunu tutan bir saadet rehberidir.
Allah
Teâlâ, ibrahim (a.s) ve âline salât ettiği gibi Efendimiz Muhammed'e (s.a.v) ve
âline de salât etsin. O, son derece hamde lâyık ve pek yüce bir Rab'dir.
Yüce
Allah, dinin imamları, hidâyete ulaşanların yıldızları, azgınlık yolunda
gidenlerin engeli, sünnet yoluna sülük ederek, Hz. Peygamberin (s.a.v) edeb,
hâl ve gidişatına sımsıkı sarılan, O'nun nurlu yolunu takip, hâlini taklid,
fiillerini tatbik eden, sözlerini araştırıp koyduğu esasları yaşatan ve
yücelten, O'nun getirdikleri ile şereflenen ashâb, ahbâb, dost ve etbâmdan
razı olsun.
Ayetin
beyanıyla: "Onlar; Rablerinden gelen hidâyet yolu üze-rindedirler ve
onlar, gerçekten kurtuluşa eren kimselerdir."[1]
Bundan
sonra, şunu ifade etmek istiyorum: Ben, Şeriat-ı İslâmiyye Fakültesinde,
ihtisas talebelerine, "İslâm Hukuk Tarihi" derslerine girerken
fakülte idaresi, fakülte hocalarından üç şahsın hazırladığı bir kitabı,
talebelerin ders olarak okuması ve bu sahada imtihanda temel bir eser olarak
ellerinde bulunması için talebelere dağıtmıştı. Kitapta, İslâm hukukunun geçirdiği
devrelerden dördüncü devre işlenirken araştırmacılar, Mu'tezile mezhebinin
sünnete karşı tutumlarından bahsetmekteydiler. Orada, Mu'tezile'den bir fırkanın
Rasûlullah'tan (s.a.v) sâdır olan sünnetle içtihadda bulunmayı (onunla hüküm
çıkarmayı) inkâr ettiğini söylüyorlar ve İmam Şafiî'nin de el-Ümm adlı eserinin
yedinci cüz'ünde özel bir bâb açarak bu fırkanın şüphelerini zikredip, onlara
cevaplar verdiğini ileri sürüyorlardı. Halbuki benim, bundan önce diğer usûl
kitaplarından edindiğim bilgiye göre müslümanlar arasında sünnet ve onun hükümlerde
kaynak olması konusunda, hiçbir çekişme mevcut değildi ve bütün eserlerde,
sünnetin zarûret-i diniyyeden olduğu belirtilmekteydi.
Bahsettiğim
çalışmayı yapanların bu meselede ileri sürdüklerinin, haktan ve doğruluktan
uzak olduğunu gördüm. Çünkü usûl âlimleri, bu konuda geniş vukûfîyet sahibi
idiler ve büyük olsun küçük olsun, müslüman cemaatın selefi ve halefi
arasındaki ihtilâfları naklederken son derece titiz davranıyorlardı. Şayet,
sünnetin hücciy-yeti (delil oluşu) konusunda herhangi bir ihtilâf bulunsaydı,
mutlaka onu naklederlerdi. Nitekim âlimler, icmâ ve kıyas konusunda vâki olan
ihtilâfları zikretmişlerdir. Gerçi bu muhalefet sahipleri tutunamamış ve
silinip gitmişlerdir; fakat usûl âlimleri, yine de bu ihtilâfları tesbit ve
nakletmişlerdir. Sünnetin hüccet olması konusunda herhangi bir ihtilâf vâki
olsaydı; bazıları ona vâkıf olmasa bile, diğer âlimler onu gözden kaçırmayıp
tesbit ve tasrih ederlerdi. Görülüyor ki, âlimlerin bu konuda herhangi bir
ihtilâfı yoktur; aksine, sünnetin hücciyyeti (hükme kaynak olması) konusundaki
ulemânın icmâsı, yukarıdaki araştırmacıların el-Ümm kitabından anladıklarının
bâtıl olduğunu ortaya koymaktadır.
Sonra
ben, el-Ümm kitabıyla, onunla birlikte basılmış, yine İmam Şafiî'ye ait
Cimâu'l-İlim kitabına müracaat ettim. Eserleri, baştan sonra okudum; bahsi
geçen araştırmacıların görüşünü destekleyen ve doğruluğunu ortaya koyan
herhangi bir ibare ve mânâya rastlamadım. Bilakis, onların söylediklerinin tam
tersinin ifade edildiğini gördüm. Halbuki İmam Şafiî'nin (r.h) yazı ve
ifadelerinden anlaşılan, sünnetin hücciyyetini inkâr eden hiçbir müslümanm bulunmadığıdır.
Hem İmam'm ibare ve ifadelerinden alınacak ve anlaşılacak olan bütün mânâ
şudur: "Bazıları, bütün haber ve hadisleri reddetmekte ve onlarla hüküm
çıkarılamayacağını söylemektedirler. Çünkü bu kimseler, Rasûlullah'tan (s.a.v)
bize kadar sahih, sağlam
bir
haberin nakledilmediği görüşündedirler."
Bundan
çok hayrete düştüm ve -Allah kendilerini muhafaza etsin- bu üstadlarm İmam
Şafiî'nin sözlerini ele alışlarına ve bu tür bir mânâ ile yorumlamalarını çok
yadırgadım. Onların, bu sözü başka bir kaynaktan alarak aktarmalarını ve oha
dayanarak bu görüşe varmalarını ne kadar arzulardım.
Sonra,
İslâm Hukuk Tarihi konusunda yazılmış olup elde mevcut diğer kaynaklara
müracaat ettim. Tarihu't-Teşrîi'-İslâmî kitabının yazarı, Üstad el-Hüdarî'nin
kitabında, yukarıdaki görüşü kaydedip desteklediğini ve sünnetin hücciyyeti
konusunda zikrettiği ihtilâfı, onun da İmam Şafiî'nin ifadelerine
dayandırdığını gördüm.
Bu
sırada, Mecelletu'l-Kânun ve'l-îktisadda, Üstad Şeyh Ab-dülvehhab Hallaf m
İslam'da Üç Temel Delil adıyla neşrettiği, kıymetli bir araştırmasına müttalî
oldum. Çalışmayı incelediğimde, onun da Üstad Hüdarî'nin ortaya koyduklarını
kaydettiğini gördüm. Üstad, her ne kadar muhalif firkaya cevap verirken:
"Onlar, sünneti bizatihi sünnet olarak inkâr etmiyorlar; ancak sünnetin
bize gelişini nazar-ı dikkate alarak bütün haberleri reddediyorlar." şeklinde
bir yaklaşımda bulunmuşsa da sünnet konusundaki muhaliflerin delillerinin
detayını görmek ve okumak isteyenleri, İmam Şâfiînin el-Ümm kitabıyla, Dr.
Tevfik Sıdkı ile Ezher âlimlerinden birisi arasında geçen ve İslâm Sadece
Kur'ân'dır başlığı ile Mecelletü'l-Me-nar'da yayınlanan tartışmaya havale
etmiştir.
Bunun
üzerine ben de bu dergiye müracaat ettim ve işaret edilen yazıyı bulup
inceledim; her iki tarafin sözlerini okudum. Dr. Tev-fik'in, sünnetin hüccet
oluşunu inkâr ettiğini, doğru dürüst bir hazırlık yapmadığı bir konuda
konuştuğunu, işin aslını bilmediğini, ulu orta, körü körüne fikirler ileri
sürdüğünü, bizatihi sünnetin hüccet olmasıyla, onun elde ediliş yollarını ve
onların güvenilirliği konusunu birbirine karıştırdığını, sırf lâf olsun diye
konuşan kimseler gibi olduğunu, söylediklerinin hak ölçüsüne uyup uymadığına,
halk yanında kabul görüp görmediğine bakmadan ve buna hiç aldırış etmeden
fikir beyân ettiğini gördüm.
Sonra,
Muhammet! İs'âf en-Neşşâşîbî'ye ait el-İslâmü's-Sahîh adında bir kitap elime
geçti. Müellifin, kitabının mukaddimesinde, Dr. Tevfik'in sözlerine benzer
ifadeler kullandığını gördüm. Fakat yazar, sözlerinde neyi kasdettiğini açıkça
belirtmemişti. Bu konunun İslâm hukukunda ve şer'î hükümlerin istinbâtmda büyük
bir önem ve ehemmiyeti bulunduğundan dolayı, sünnetin hücciyyeti (dinî
hükümlerde delil oluşu) konusunda bir kitap yazmayı ve bunun zaruretini ortaya
koymayı gerekli gördüm.
Kitabımda,
müslümanlar arasında bu konuda, herhangi bir ihtilâfın bulunmadığını, İmam
Şafiî'nin sözünden de kesinlikle yukarıdaki iddianın anlaşılmayacağım ortaya
koydum. Sonra sünnetin, dinî nıesâilde bir delil olduğunu, hiçbir şek ve
şüpheye mahal bırakmayacak şekilde, kesin delillerle açıkladım. Bizatihi
sünnetin hüccet oluşuyla, nakle dayanan haberlerin delil oluşu arasındaki farkı
belirttim. Aynı zamanda, Dr. Tevfik ve benzerlerinin ortaya attığı ve
takıldıkları birtakım şüphelere de cevaplar verdim. Asıl konuya girmeden,
ismet konusunun ele alınmasını da gerekli gördüm. Çünkü ismet (Hz. Peygamber'in
(s.a.v) hatadan korunması), sünnetin hüc-ciyyetini isbat konusunda temel bir
unsurdur ve bu konudaki diğer deliller hep buna dayanmaktadır. Ayrıca sünnetin
ne mânâlara geldiğini açıklamayı da; sünnetin usûldeki mânâsı ile diğer
mânâları arasındaki farkın belli olması açısından gerekli gördüm.
Bunların
yanında, kitabın sonunda, sünnetin hüccet olmasıyla ilgili iki meseleye
değinmeyi de uygun buldum. Bunlar; delil olma konusunda sünnetin, Ritab
(Kur'ân)'la aynı.değerde olduğu ve sünnetin hüküm koymada müstakil oluşu
konularıdır. Bu iki konuya değinmek zorunda kaldım; çünkü bazı imamlar bu
konuda çekişmeye girmişler ve değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Ben de bu
konulardaki hak olan görüşü açıklamak istedim. Böylece kitabımız; iki mukaddime,
üç bölüm ve bir hatimeden oluşmuştur:
Birinci
mukaddime; sünnetin mânâlarını,
İkinci
mukaddime; peygamberlerin ismetini işlemektedir.
Bölümler
ise,
1.
Bölüm: Sünnetin hüccet oluşunun dinî bir zaruret olduğunu,
2.
Bölüm: Sünnetin hüccet oluşunun delillerini,
3.
Bölüm: Sünnetin hüccet oluşu konusunda ileri sürülen şüpheler ve bunlara
verilen cevapları ithiva etmekte ve işlemektedir.
Hatime
(sonuç) bölümü ise sünnetin hücciyyetiyle ilgili bahisleri içermektedir.
Kitabın adım, "Hücciyyetü's-Sünne" (sünnetin dinde delil oluşu)
koydum. Ele aldığım her bahsi, ancak o konuda yazılmış, büyük veya küçük,
bulabildiğim bütün kaynaklara müracaat ettikten sonra işleyip ortaya koydum.
Mevcut her eseri nazar-ı dikkate aldım. Çünkü bazen küçük bir kitapta bulunan
bilgiler, büyük kitaplarda bulunmayabiliyor. Her yazdığımı, ancak onun sahih ve
doğru olduğuna yakînen inandıktan sonra yazdım. Ele aldığım konuda eser yazan
kim olursa olsun, muasır veya önceki devirlerde yaşasın, fikri benim mezhebime
uysun veya uymasın, hiçbir fikre şartlanmadan sadece gerçeğin peşine düştüm.
Eserini veya fikrim incelediğim kimsenin hata ettiğini tesbit ettiğimde ona
muhalefet etmede hiç tereddüt etmedim. O konudaki tercih ve tesbit ettiğim
görüşün isabet yönünü de açıkladım. Bununla birlikte, tenkid ettiğim şahsa
hürmet ve ihtiramla faziletini itirafı elden bırakmadım. İlmini takdir,
derecesini tebcil ettim.
Bazı
bahislerde sözü uzattığım, bazı ibare ve ifadeleri çokça tekrarladığım, kapalı
geçilecek noktaları genişçe açıkladığım için veya başka sebeplerden dolayı
tenkid edilebilirim. Fakat, bütün bunlardaki maksadım; konuyu hakkıyla
işlemek, istifadenin tam olmasını temin, meseleleri genişçe izah edip
araştırıcının karışıklık ve şüpheye düşmemesini sağlamaktır. Üzerime düşeni
yapmada muvaffak olduğumu ümid ediyorum. Bu muvaffakiyetim ancak Allah Teâlâ'nm
tevfik ve inâyetiyle olmuştur. Hem O'ndan başka (asıl) güç ve kuvvet sahibi
yoktur.
Bu
arada ben, bu çalışma sayesinde fıkıh, fıkıh usûlü ve İslâm Hukuk Tarihi
alanında üstad derecesine (doktora) ulaşmak için gerekli imtihanları geçmeye
muvaffak oldum. Bu dereceye ulaşmak için bu alanda bir konunun araştırılıp
kitap halinde ilgili mercilere sunulması gerekliydi. Ben de Şeriat
Fakültesi'ndeki doktora imtihanını yöneten heyete, bu kitabımı takdim etmeyi
uygun buldum. Allah'ın izniyle, bu sayede üstadlık payesine ulaştım.
Biz
şükründen âciz iken hak etmediğimiz nimetlerini üzerimize akıtan ve ihsanlarını
devam ettiren, bizi, insanların ihya ve irşadı için ortaya çıkarılmış en
hayırlı ümmet içinde yaratan Allah Teâlâ'dan, bizi, Kitabı'm ve Rasûlü'nün
sünnetini güzelce anlamak, kavlen ve fiilen onlara uymak nimetiyle
nzıklandırmasını niyaz ederiz.
Dr.
Abdülganî Abdülhâlık
SÜNNETİN DELİL
OLMASINDAN MAKSAD NEDİR?
Hiç
şüphesiz, Allah Teâlâ, tek hüküm koyucudur ve O'ndan başka ilâh yoktur ve yine
bir gerçektir ki; hiçbir kulun diğer kullar üzerinde kendi tasarrufu ile
hükmetme yetkisi yoktur. Bu hakikati, Kur'ân-ı Kerîm şöyle ifade eder:
"Hüküm ancak Allah'a aittir.”[2]
Bu konuda bütün müslümanlar aynı görüştedirler ve yine, Cenâb-ı Hakk'm hükmüne
kesin olarak uymanın vâcib olduğunda ittifak halindedirler.
Sonra
ilâhî hükümler, Allah'ın zâtına ait nefsî hitablar olduğundan; bizim, bir
delil ve işaret olmaksızın bu hükümlere muttali olmamız mümkün değildir. Bu
sebeple Allah Teâlâ, bize, hitab ettiği hükümleri bilmemiz veya kesin bir
kanaatla hükmün dayanağını bilip amel etmemiz için önümüze Kitab, sünnet,
icmâ, kıyas gibi delil ve işaretleri koymuştur.
Buna
göre sünnetin delil olmasının mânâsı şudur: Sünnet, Allah'ın hükmüne bir delil
olup bize ilâhî hükmü bilmede yakın ilim ve kanaat verir, onu bize izah eder ve
kapalı yönlerini açıklar.
Bu
durumda bizler, sünnet vasıtasıyla ilâhî hükmü kesin olarak bildiğimizde veya
onun Cenâb-ı Hakk'a ait olduğuna kanaat ettiğimizde, ona uymak ve onunla amel
etmek üzerimize vâcibdir. Bunun için âlimler şöyle demişlerdir: "Sünnetin
delil olmasından maksad, gereğince amelin vâcib olmasıdır."
Demek
ki sünnetin delil olmasıyla anlatılmak istenen; onun ilâhî hükümleri açıklaması, kapalı yönlerim
açması ve ona delâlet etmesidir. Bu da onun delâlet ettiği şeyle amel etmenin
vâcib olmasını gerekli kılar. Çünkü bu durumda o, Allah'ın hükmü olmaktadır.
Bu
açıklamadan anlaşılmıştır ki: "Sünnet, Kur'ân'ın haricinde hüküm ortaya
koyar, bu yetkiyi elinde bulundurur ve Hz. Peygamber kendi başına hüküm
koyucudur" demek, doğru değildir. Hem böyle bir şeyi, hiçbir kimse
söylememiştir.
Allah
Teâlâ, "Peygambere itaat ediniz"[3]
buyurarak, Peygam-ber'e itaati vâcib
kılmıştır. Bu emir, Hz. Peygamber'in de tek başına hüküm koyucu olduğunu, ondan
çıkan emir ve yasakların, Allah Teâlâ'dan değil, kendisinden kaynaklanan
hükümler olduğunu gösterir. Çünkü Allah'ın Peygamber'e itaati vâcib kılmasının
mânâsı, Hz. Peygamber herhangi bir fiili emredip gerekli kıldığında, ona uymamızın
vâcib olmasından başka bir şey değildir. Şu halde, burada iki hüküm vardır:
Biri, Hz. Peygamber'e uymanın gerekli oluşu ki bu hüküm, Allah Teâlâ'dan
gelmektedir; diğeri de fiilin gerekli oluşu ki, bu da Hz. Peygamber'den
kaynaklanmaktadır. Demek ki, "Hz. Peygamber de hüküm koyucudur,"
dersen, cevaben derim ki: "Hayır, öyle değildir. Asıl hüküm koyan, Hz.
Peygamber'e ve O'ndan sâdır olan emirlere uymayı gerekli kılan Allah
Teâlâ'dır."
Buradan
anlaşılacak olan şey şudur: Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'den sâdır olan
ifadeleri, kendisinin o fiili gerekli kıldığına bir delil ve işaret yapmıştır.
Buna
göre "Peygambere itaat ediniz" sözünün mânâsı: "Peygamber'den
bir emir ve nehiy sözcüğü çıktığında, biliniz ki, emredilen şeyi size ben
vâcib kıldım ve nehyedileni de ben haram yaptım," demek olur. Nitekim
güneş öğle vakti tepe noktasından kaydığında: "Öğle namazı vâcib
oldu," denilir.
Bu
izahımıza göre şunu söyleyebiliriz: Eğer Cenâb-ı Hakk'ın Peygambere uyunuz emri
olmasaydı, Hz. Peygamber'in emri bize vâcib olmazdı. Şu halde, her ne kadar Hz.
Peygamber zahiren hüküm koyucu görünüyorsa da aslında, hüküm koyup emir veren
sadece Allah Teâlâ'dır.
SÜNNETİN DELİL
OLUŞU DİNÎ BİR ZARURETTİR. BU KONUDA MÜSLÜMANLAR ARASINDA BİR İHTİLÂF VÂKİ
OLMAMIŞTIR
Hiç
şüphesiz, dinî akide ve şer'î bir hüküm konusunda, Hz. Peygamber (s.a.v)'den
rivayet edilen bir hadisle istidlal etmenin ve hüküm çıkarmanın sahih olması,
iki şeye bağlıdır :
1-
Hadisin, Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır olduğu şekilde tes-bit edilmesi. Bu
durumda hadis, hüküm kaynaklarından bir asıl ve delil olmaktadır.
2-
Hadisin Hz. Peygamber (s.a.v)'den, güvenilir râviler yoluyla rivayet
edildiğinin tesbit edilmesi.
Bu
ikinci durum, Tabiîn ve onlardan sonra kıyamete kadar geleceklerle, Sahâbe'den
bazıları için sözkonusudur. Sahâbe-i Kiram, Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır
olan fiil ve sözleri, bizatihi gözüyle görüyor, kulağıyla işitiyordu. Bu
durumda, ikinci şıkkın gereği kalmamıştır. Çünkü onun, buna ihtiyacı
kalmamakta, hadisi tesbit ve tebliğinde müşâhedesiyle hareket etmektedir. Ancak
bazıları uyku, başka yerlerde bulunmak ve benzeri sebeplerden dolayı Hz. Peygamber'in
her fiil ve sözüne şâhid olamıyordu. Bu durumda, hadiseyi bizzat gören başka
bir sahabeden rivayet ve dinleme yoluyla öğrenme durumunda kalıyordu. O zaman
da "tâbi" durumunda oluyordu.
Sonra
âlimler, ikinci şıkta hadisin, Hz. Peygamber (s.a.v)'den gelişini tesbit için
tutulan yol konusunda, pek çok değişik görüşler ileri
sürmüşlerdir:
Bazıları,
bize bir hadisin, Hz. Peygamber'e ait olduğunu ne ilmen, ne zannen, ne tevatür
yoluyla ne de âhad yolla gösterecek herhangi bir yol yoktur, demişlerdir. Bu
durumda onlar, Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilen bütün hadislerle ameli
inkâr, haberleri reddetmiş oluyorlar.
Bu
kimselerin inkâr ve itirazı, hadislerin Hz. Peygamber'den geliş şekline ve bu
rivayetlerin delil olmasına değil, güvenilir ve kabul edilir herhangi bir
yolla, böyle bir tesbitin bulunmadığı sebebine dayanmaktadır.
İmam
Suyûtî (911/1505), Miftâhü'l-Cenne fil-Ahbâri bi's-Sün-ne kitabında bu grubun
şüphelerini açıklayarak şöyle demiştir: "Sünnetle hüküm çıkarmayı inkâr
eden bazı kimseler, Rasûlullah'ın peygamberliğini kabul etmekte, fakat ilk
halifeliği Hz. Ali'nin hakkı görmektedir. Sahâbe-i Kiram (r.a), Hz. Ebû Bekir'e
halifeliği teklif ve ona bey'at ettiklerinde, bu sapık kimseler -Allah onlara
lanet etsin-Sahâbe-i Kirâm'a: 'Zulüm yaptılar, hakkı sahibine vermediler,' diye
kâfir dediler ve yine bu grub, -Allah kendilerine lanet etsin- hakkını aramadı
diye, Hz. Ali'yi de kâfirlikle itham ettiler ve bu anlayış üzerine, bütün
hadisleri redde gittiler. Çünkü onların düşüncesine göre hadisler, kâfir
kimselerin rivayeti ile gelmiş oluyordu. Allah/ Allah! bu ne sapık düşünce!
Innâ lillah ve Innâ ileyhi râciûn!"
Âlimlerin
bir kısmı da, "Hadisler ancak tevatür yoluyla tesbit edilebilir,"
deyip bütün âhad haberleri[4] reddetmişlerdir.
Âlimlerin
bir kısmı ise hadislerin mütevâtir ve âhad yollarla gelişini kabul ettikleri
halde, haber-i vahidin şartlarında birçok farklı görüşe sahip olmuşlardır:
Hanefîler,
haber-i vahidin kabulü için şu şartları ileri sürmüşlerdir:
1-
Hâvisi, hadise muhalif amel etmeyecek.
2-
Hadis, umûmî belvâ durumunda olan bir konuda olmayacak.
3-
Kıyasa ters düşmeyecek.[5]
Mâlikîler,
haber-i vahidin, Medine Ehli'nin ameline ters düşmemesini şart koşmuşlardır.
Şâfiîler
ise haber-i vahidin mürsel olmama şartını ileri sürmüşlerdir.
Haricîler,
Sahâbe'den sadece kendisini idare ve yönetime lâyık gördükleri kimsenin rivayet
ettiği hadisleri kabul etmektedirler. Onlara göre hadis, Sahabe arasında çıkan
fitneden önceki hadistir. Fitneden sonra ise, kendi zanlarınca, çoğunluk zâlim
imamlara tâbi oldukları için onları tamamen terk ettiler ve onlara düşman
oldular. Böylece cumhur, onların güvenini alacak kimseler olmaktan çıkmış oldu.[6]
Şia'nın
bir kısmı da imamlarının veya imamların sülâlesinden gelen kimselerin rivayet
ettikleri hadislere güveniyor, bunların dışındaki kimselerin rivayet ettikleri
hadisleri terk ediyorlardı. Çünkü Hz. Ali'yi imam ve halife kabul etmeyen
kimse, bu iş için ehil ve emniyetli değildir, diyorlardı.[7]
Bu
konuda, bunlardan başka, daha pek çok ihtilâf mevcuttur.
Burada
biz, bu ihtilâfları açıklama, haklı olanları beyan etme durumunda değiliz.
Çünkü kitabımızın konusu bunlar değildir. Ancak bunlara kısaca değindik ki,
okuyucu yanılarak bu ihtilâfları ve onlardan bazılarını, sünnetin delil olma
hususundaki ihtilâf olduğunu zannetmesin.
Şimdi,
ilk meseleyi ele alalım. İnceleyeceğimiz konu şudur: Rasûlullah (a.s)'dan
geldiği sabit olduktan sonra, sünnetin delil oluşu ve bu konuda herhangi bir
ihtilâfın olup olmadığı.
Tesbitlerimize
göre bazı âlimler, sünnetin birtakım özel durum ve alanlarda delil oluşunu
kabul etmemektedirler. Meselâ, sünnetin hüküm koymada müstakil oluşunu inkâr
eden ve Kur'ân'dan bir âyet
bulunmayan
konularda sünnetle hüküm koymayı kabul etmeyenlerle, sünnetin Kur'ân'ı nesh
etmeyeceğim savunan ve benzeri görüşler ileri süren kimseler gibi. Bunların
açıklaması ileride gelecektir. Biz, şimdilik bu konulardan söz etmeyeceğiz.
Bizim üzerinde durduğumuz konu, genel olarak sünnetin delil oluşunu tesbit
etmek ve "hiçbir halde ve hiçbir şekilde sünnetle hüküm çıkarılmaz,"
diyerek bu konuda çekişmeye giren, herhangi bir âlimin olup olmadığım ortaya
çıkarmaktır.
Biz,
Gazâlî (505/1111), Âmidî (617/1220), Pezdevî (483/1090) ve eserlerinde bunların
yolunu izleyen bütün usûl âlimlerinin kitaplarında, açıkça veya işaret
yoluyla, sünnetin delil olması konusunda bir ihtilâfın bulunduğu konusunda bir
kayda rastlayamadık. Bu zevat, daha önceki âlimlerin kitaplarını ve görüşlerini
iyice araştırmış, en zayıfına kadar bütün ihtilâfları incelemiş ve onlara en
güzel cevaplarla karşılık vermeye özen göstermiş kimselerdi.
Tesbitlerimizde,
onların, sünnetin hüküm kaynağı oluşuna delil getirmek için pek
uğraşmadıklarını gördük. Bu konuda bazılarının yaptığı bütün şey, sünnetin
delil oluşunun dayandığı noktaları ifade etmek olmuştur ve bununla, sünnetin
delil oluşunu kabul etmeyene cevap vermeyi de düşünmemişlerdir. Onlar, bu
konuda, herhangi bir delil açıklamakla sünnetin, bütün muhaliflerin
çekişmesinden, tereddüt edenlerin endişesinden uzak, mevkiinin yüksek olduğunu
anlatmak istemişlerdir.
Tesbitlerimize
göre Kemal Ibnu Hümam (861/1457), sünnetle hüküm çıkarmanın ve sünneti bir
delil kabul etmenin dinî bir zaruret olduğunu kaydetmektedir.[8]
Sa'du Taftazânî (793/1390) ise bu konuda, ondan Önce et-Telvih isimli eserinde
şunları söylemiştir:
Eğer,
"Ulemânın işini anlayamadım; onlar, icmâ ve kıyas gibi usûl meselelerini
isbat ederken yaptıklarını, Kitab ve sünneti isbat ederken yapmıyorlar;
öncekileri genişçe ele aldıkları ve bir sürü delille destekledikleri halde,
Kitab ve sünneti kısaca zikredip geçiyorlar. Bunun sebebi ne olabilir?"
dersen, derim ki: "Usûl ilminde, araştırmanın gayesi, delile muhtaç olan
şeylerdir. Kitab ve sünnetin delil oluşu, halk arasında malum ve meşhur olduğu
için apaçık ortadadır. Icmâ ve kıyas böyle değildir. Bunun için âlimler, hüküm
için is-batı kolay olmayan konulara daha çok değindiler. Şaz kıraatlar ve
haber-i vâhid gibi."[9]
Müsellemü's-Sübût müellifi ve şârihi, bu konuda der ki: "Kitab, sünnet,
icmâ ve kıyasın delil oluşu, kelâm ilmine ait konulardır. Fakat usûl âlimleri,
icmâ ve kıyasın delil oluşunu genişçe incelemişlerdir. Çünkü -Allah
kendilerini kahretsin- Haricî ve Râfizîlerden bir grup ahmak, icmâ ve kıyas
hakkında çok itiraz ve gürültü yapmışlardır. Kitab ve sünnetin delil oluşuna
gelince; dini bütün olan ümmet, bu konuda ittifak halindedir. Bunun için fazla
izaha gerek yoktur."[10]
Yukarıdaki
izah, müellifin kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Evet,
İsnevî (772/1370), Şerhu'l-Minhâc adlı eserinde, İbn Burhan'dan şunu
nakletmiştir: "Dehrîler[11],
Kitab ve sünnet konusunda muhalefet
ederler.”[12]
Fakat
bu kimselerin muhalefetinin hiç kıymeti yoktur. Çünkü biz, İslâm dairesine
girmiş kimselerden, bu konuda farklı görüş ileri sürenini arıyoruz. Müslüman
olmayanın inkâr ve itirazı bizi etkilemez.
Dehrî
gibi kimselere gelince, bu konuda onlara delil getirmek ve bu meselede onları muhalif
kabul etmek bile abestir. Biz, onlara mezheplerinin temeli konusunda delil
getirip bozuk fikirlerini iptal ve Allah Teâlâ'nın varlığı, Hz. Peygamber
(s.a.v)'in bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğini kendilerine istat
ederiz. Bundan sonra onlara, sünnetin delil olduğunu isbat etmemiz gerekmez.
Çünkü O'nun peygamberliğini kabul eden, sünneti de kabul eder.
Hayret
ediyorum! Bu konuda müslümanlar arasında bir münakaşanın olması, başında
azıcık aklı olan birisinin: "Ben müslümanım," deyip de sonra,
bütünüyle sünnetin delil olması konusunda çekişmeye girmesi nasıl
düşünülebilir? Böyle bir durumda o kimsenin, başından sonuna kadar İslâm'ı,
bütün olarak kabul etmediği ortaya çıkmaktadır.
Hiç
şüphesiz, bu dinin temeli ilâhî Kitab'dır. Sünneti bütünüyle inkâr ederek
Kur'ân'ın Allah'ın kelâmı olduğunu söylemek yeterli değildir. Çünkü bu ilâhî
kitabın Allah'ın kelâmı olduğu ancak doğruluğu mucizeler ile sabit olan Hz.
Rasûlullah'm (a.s): "Muhakkak bu, Allah'ın kelâmı ve O'nun
kitabıdır," demesiyle sabit olmuştur. İşte Peygamber (s.a.v)'in bu sözü de
münkirlerin hüccet ve delil değildir diye reddettikleri sünnetin içine
girmektedir. Böyle bir anlayış ancak dinden çıkma, zındıklık ve dini kökünden
yıkmayı hedefleyen bir inkâr değil midir?
Eğer
sen, "Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'ın kelâmı olduğunu ancak Hz. Peygamber'in
sözüyle anlarız; iddianı kabul etmiyoruz, onun Allah'ın kelâmı olduğu bizatihi
kendi i'cazı ile sabit olmuştur/' dersen, cevaben derim ki:
Evet,
Kur'ân'ın tamamı, ondan bir tek sûre ve hatta üç âyet hakkında, "Bunların
Allah'ın kelâmı olduğu, kendi i'cazları ile sabit olmuştur. Bu konuda Hz.
Peygamberimiz (s.a.u)'in ayrıca sözüne hacet yoktur," denebilir. Bu,
i'cazı isbat etmek içindir. Ancak iki veya bir âyeti ve âyetin bir kısmım ele
aldığımızda, bunlarda i'caz özelliği ortaya çıkmamakta ve dolayısıyla onların
Allah'ın kelâmı olduğunu bilmemiz, sadece i'caz anlayışı ile hâsıl
olmamaktadır.
Bu
durumda onun Allah'ın kelâmı olduğunu, ancak doğruluğu Kur'ân'm tamamı veya bir
sûresinin i'cazı ve başka mu'cizelerle ortaya çıkan Hz. Peygamberimiz
(s.a.v)'in: ''O, Allah'ın kelâmıdır," sözüyle bilebiliriz.[13]
Bizler,
dinî bir akide veya şer'î bir hüküm konusunda, Allah'ın Kitabı'ndan bir delil
getirirken, bir âyeti veya âyetin bir kısmını delil olarak kullanmaktayız.
Şayet Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu sözü hüccet olmasaydı, bir âyet veya onun
bir kısmıyla delil getirmemiz mümkün olmazdı.
Malumdur
ki, bir âyetin veya bir kısmının Kur'ân'ın bir parçası olması, dinî bir
zarurettir. Bunu inkâr, bir müsiüman için hiçbir halde caiz değildir.
Ayetlerin bir kısmı ile şer'î bir hüküm konusunda delil getirmek de aynı
şekilde dinî bir zaruret ve inkârı caiz olmayan bir durumdur. Bu iki zarurî iş,
sünnetin delil olmasına bağlı olunca aynı şekilde sünnet de zarûret-i
diniyyeden olmaktadır. Artık İslâm Dini'ne baş eğip teslim olmuş bir kimsenin,
sünnetin delil oluşunu inkâra yeltenmesi veya bu konuda şüpheye düşmesi, nasıl
mümkün olur ?
Hayret
ediyorum! Ulemânın, üzerinde icmâ ettiği, zarurî olarak dine ait olduğu bilinen
ve inkârı da dinden çıkmayı gerektiren pek çok mesele -meselâ namazın
rek'atlannm sayısı gibi- sünnete dayalı iken ona: "Dinî bir zaruret
değildir," demek, nasıl mümkün olur? Hem zarurî olan şeyler, -onlar gibi
düşünürsek- zarurî olmayan bir şeye nasıl bağımlı olabilir?
Bu
meselelerin, sadece Kur'ân'dan anlaşılacağını zannetmek, elbette bâtıldır. Bu
tür bir çaba, muhali gerçekleştirmeye uğraşmaktır ki sonuç alınamaz. Hem
bizden önceki âlimler, bütün meseleleri Kur'ân'dan çıkarmaya bizden daha kudretli
ve dirayetli iken bundan âciz kaldıklarını itiraf etmişlerdir.
Bunca
zarurî mesele, sünnetin delil oluşuna bağlı iken bir mü'minin bu konuda
çekişmeye girmesi, nasıl sözkonusu olabilir? Hem bu konuda çekişmeye girmek,
ona dayalı bütün meselelerde de çekişmeyi gerektirir. Bu da sonuçta dinden
çıkmaya götürür. Çünkü iman, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, din olarak
getirdiği-şeyleri kesin olarak tasdik etmektir.
Eğer,
"Bu hükümlerin delili, icmâdır; icmâ da delil olarak sünnete bağlı
değildir," denilirse, derim ki: Bu, boş bir sözdür. Çünkü icmânın bir
dayanağı olması lâzımdır. Bu gibi konularda dayanak, Kitab değildir. Çünkü
bunların Kitab'dan anlaşılması mümkün değildir. Kıyas da değildir. Şayet
kıyası, akılla izah edilebilecek temeli olan konularda, icmâ için dayanak kabul
etsek bile yukarıdaki iddiayı doğru bulamayız. Çünkü bu meselelerin pek
çoğunda akıl için bir hareket alanı olmadığı gibi kendisine bakılıp kıyas
yapılacak başka bir temel de yoktur. Bundan anlaşılır ki, icmânın dayanağı
sünnettir. Hatta âlimler, bu meselelerde, sünnetten başka delil ve dayanak
bulunmadığına ittifak etmişlerdir. Bu da onların sünnetin delil oluşunda ve
gerekliliğinde ittifak hâlinde olduklarını gösterir. Sonra, kelâm ve usûl
ilminde kesin olarak kabul edilmiştir ki hiçbir istisnası olmadan, bütün
müslümanlar, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, tebliğle ilgili haberlerinde kasden
yalan söylemekten masum olduğunu, yanı-larak böyle bir şey vuku bulunca da onda
ısrar etmeyip hemen düzelteceğini kabul ve itiraf etmektedirler. Hz. Peygamber
(s.a.v)'in sehven, tebliğde hata edebileceği görüşü, Kâdî Ebû Bekir Bâkıllânî
(403/1013) ve onunla aynı görüşte olanlara aittir.
Hz.
Peygamber (s.a.v)'in doğruluğu, elbette sünnetin delil olmasını gerektirir.
Hem bir müslümamn, Hz. Peygamber (s.a.v)'in hata ve yalandan masum olduğunu
kabul ve itiraftan sonra, O'nun aşağıdakine benzer sözlerinin delil oluşunu
inkâr etmesi nasıl düşünülebilir? İşte onun sözleri:
"Dâva
sahibine, delil getirmesi gerekir."[14]
"Ameller ancak niyetlere göre değerlendirilir."[15]
"İnsanlar,
Allah'tan başka ilâh yoktur, deyinceye kadar kendileriyle savaşmakla
emrolundum."[16]
"Cebrail
bana namaz kıldırdı."[17]
"Ey
insanlar! Ben ancak size, Allah'ın emrettiklerini emrediyor, O'nun
nehyettiklerini size yasaklıyorum."[18]
"Size,
iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe, asla
sapıtmayacaksınız; onlar da: Allah'ın Kitabı ve benim sünne-timdir."[19]
Bir
müslüman, bu ve benzeri tebliğle ilgili haberlerin delil oluşunu kabul edince
artık O'nun emir, nehiy, fiil ve takrirlerinin delil oluşunu nasıl inkâra
gider. Hz. Peygamber (s.a.v)'in, yukarıda geçen: "Ben size ancak Allah'ın
emrettiklerini emrediyorum," sözüyle, "Size iki şey bıraktım,"
sözünü kabul ve bunların hüccet oluşunu itiraf ve yine sünnetin delil olduğunu
ifade eden pek çok âyetin, bu konuda hüccet olduğunu kabul ettikten sonra bir
mü'min, sünnetin delil oluşunu nasıl inkâr eder?
Bütün
bunlardan sonra Hz. Rasûlullah (a.s)'m söz, fiil ve takrirlerinden herhangi
birisinin, dinde hüccet oluşunu inkâr etmek, güneşin doğduğu söylendiği halde
'Vakit şimdi gecedir," demek gibi boş ve tuhaftır.
Sünnetin
dinde delil oluşunu inkâr etmenin, dinden çıkmayı gerektireceğini, İbn
Abdilberr'in (380/990) Câmiu Beyani'l-İlm ve Fadlihi adlı kitabında zikrettiği
şu ifadeler göstermektedir: "Sert ilimlerin aslına gelince bunlar, ikidir:
Kitab ve sünnet.
Sünnet
iki kısma ayrılır:
1- Mütevâtir sünnet: Bu, kalabalık bir
topluluğun, kalabalık bir topluluktan alarak naklettikleri sünnettir. Bu çeşit
sünnet, kesin delillerden oluşmaktadır. Bu konuda hilaf yoktur. Kim, ümmetin
icmâını reddederse, Allah'ın naslarından bir nassı reddetmiş olur. Bu kimseye
tevbe telkin edilir; tevbe etmezse, müslümanların icmâ ettiği yoldan çıkıp
cemaatın gidişatını terk ettiği için kanının dökülmesi yani öldürülmesi helâl
olur.
2-
Ahad haberler: Bunlar, güvenilir yol ve sağlam senetlerle, Hz. Peygamber (s.a.v)'den nakledilen
sünnetlerdir. Dinde hüccet ve önder olan ümmetin âlimlerinin çoğunluğuna göre
bu çeşit sünnetle amel etmek gerekir. Bazı alimler: 'Haber-i âhad, hem ilim,
hem amel ifade eder,' demişlerdir."
Müellifin
birinci kısımda söylediklerine bakıldığında onun, mütevâtir sünneti inkâr eden
kimsenin dinden çıktığına hükmettiği görülüyor. Bu hüküm, o kimsenin, tevatür
yoluyla Hz. Peygamber (s.a.v)'den geldiği sabit ve kesin olduktan sonra,
sünnetin bizatihi dinde delil oluşunu inkâr ettiği için verilmiştir. Yoksa bu
yolla gelenin, sünnet veya başka bir şey oluşunu nazar-ı itibara almadan,
mütevâtirin haddizatında ilim ifade etmesini inkâr ettiği için kendisine kâfir
denmemiştir. Aksi takdirde, meselâ, varlığı tevâtüren sabit olan Bağdad'ı inkâr
edenin de dinden çıkması gerekirdi (her mütevâtir haberi inkâr, kişiyi dinden
çıkarmaz ancak mütevâtir sünneti inkâr, bu kötü neticeyi doğurur).
İbn
Hazm (456/1062), el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm adlı eserinde, sünnetin dinde hüccet
oluşunun delillerini sayarken şöyle demiştir:
Allah
Teâlâ buyurmuştur ki: "Anlaşamadığınız herhangi bir şeyde, hüküm Allah'a
aittir." (Şura, 10).
Yukarıda
açıkladığımız gibi Allah Teâlâ, bizi Peygamberinin sözüne ve hükmüne
sevkediyor. Şu halde, tevhide inanmış bir müslü-raana, herhangi bir konuda
ihtilâf vuku bulduğunda meseleyi hâl için Kur'ân ve sünnetten başka bir şeye
başvurması ve bu ikisinde bulduğu hükme uymaması caiz değildir. Bir konuda
delil varken başka yollara başvuran kimse fâsıktır. Kur'ân ve sünnetin emri
dışına çıkmayı helâl, onların dışında herhangi bir kimseye itaati vâcib gören
kimse ise kâfir olur. Bu konuda hiçbir şüphe yoktur. Muham-med b. Nasr el-Mervezî
(334/945), İshak b. Rahuveyh'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Her kime,
Hz. Peygamber (s.a.v)'den senedi ve sıhhati sağlam bir haber ulaşır da -takiyye
durumu hariç[20]-
onu reddederse, o kimse kâfirdir."
Bu
konuda İshak in sözünü delil olarak getirmedik. Onun görüşünü zikretmemiz,
câhil bir kimsenin, bu hükmün sadece bize ait olduğunu zannetmemesi içindir.
Biz, sahih bir yolla, Hz. Peygamber (s.a.v)'den gelen bir hükmün hilâfına
hareket etmeyi helâl gören kimsenin kâfir olduğuna, Allah Teâlâ'nın Peygamberine
yaptığı şu hitabı delil olarak getirdik: "Hayır, Rabbine yemin olsun
ki> onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp, sonra da
verdiğin hükümden nefisleri hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun
eğmedikçe, iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65).
Bu
âyet, düşünen ve sakınan, Allah'a ve âhiret gününe iman eden ve onu, Allah
Teâlâ'mn, Rasûlü'ne indirmiş olduğunu yakînen bilen kimseye, konunun ciddiyeti
için yeterlidir. Öyleyse insan, kendisini kontrol etsin. Eğer Rasûlullah
(a.s)'m, kendisine kadar ulaşan sahih sünnetinde, vermiş olduğu hükümlere
karşı, içinde bir şüphe ve itiraz, falan ve filancanın sözlerine meyil yahut
bir başkasının kıyas ve istihsanma rağbet buluyor veya ihtilâfa düştüğü
konularda, Hz. Peygamber (s.a.v)'i bırakıp başkalarını destekliyorsa bilsin ki;
sözü gerçek olan Cenâb-ı Hakk, onun mü'min olmadığına yemin etmiştir. Allah
Teâlâ, elbette doğru söylemiştir. O kimse mü'min olmayınca, belli ki kâfirdir.
Üçüncü bir yol yoktur. Ve bu kimse bilsin ki, kendisine tâbi olduğu Sahabe,
Tabiîn, İmam Mâlik, Ebû Hanîfe, Şafiî, Süfyan es-Sevrî, Evzâî, Ahmed ve Dâvud
gibi imamlar -Allah kendilerinden razı olsun- dünyada, âhirette ve şâhidlerin
huzura geldiği gün, ondan uzak ve beridirler.
İbn
Hazm, devamla şunları zikretmiştir:[21]
Allah Teâlâ buyurmuştur ki: "Onlara; Allah'ın indirdiği Kur'ân'a ve
Peygamberin hükmüne gelin denildiği zaman; münafıkların, düşmanca senden yüz
çevirdiklerini görürsün." (Nisa, 61).
Bu
âyet karşısında insan, nefsi adına Allah'tan korksun; bu âyeti okurken ürpersin
ve bu âyette zikredilen, sonu âfet olan sıfatlardan şiddetle kaçınsın. Bir
kimse, bilgi ve derin anlayış sahibi olmakla emrolunduğumuz dinî bir hüküm ve
meselede, birisiyle münazaraya girer de hasmı kendisini, Allah Teâlâ'mn indirdiğine
veya Hz. Peygamber (s.a.v)'in bildirdiğine davet edince, onlardan yüz
çevirerek muhatabım bir kıyasa veya falanın ve filanın sözüne çağırırsa bilsin
ki, Allah Teâlâ ona, münafık ismini vermiştir.
İbn
Hazm (456/1062), kitabının başka bir yerinde de şöyle demektedir :[22]
"Şayet bir kimse, 'Biz, ancak Kur'ân'da bulduklarımızla amel ederiz'
derse, hiç şüphesiz, ümmetin icmâsıyla kâfir olur. Böyle düşünen bir kimseye,
namaz olarak, zeval ile akşam arasında bir rek'at, fecrin doğusuyla da diğer
bir rek'at gerekmektedir. Çünkü sadece Kur'ân'dan anlaşılan namaz bu kadardır.[23]
Ve namaz diyebil mek için de en az bir rek'at kılınması kâfidir. En fazlası
için ise bir sınırlama yoktur. Böyle düşünen ve bunu söyleyen kimse, şirke düşmüş
bir kâfirdir. Kanı ve malı helâldir. Böyle bir görüşe ancak ümmetin küfründe
birleştiği bazı müfrit Râfizîler sahiptir. Tevfik Allah'tandır."
Şayet
bir kimse, sadece ümmetin icmâ ettiği hükümleri kabul edip de hakkında nas
bulunan, ihtilâf ettikleri bütün şeyleri terketse ümmetin icmâsıyla bu kimse
fâsık olur. Bu iki mukaddimedeki açıkladıklarımız, zarurî olarak, nakli kabul
etmeyi gerektirmektedir.
Muarızlarımızdan
birisi, şöyle diyebilir: "Sen, sünnetin hüccet oluşunu isbat için epeyce
söz söyledin. Fakat bu konuda vakıa, seni ve kendilerinden nakiller yaptığın
kimseleri yalanlamaktadır. Şöyle ki: Allah kendisine rahmet etsin, Üstad
Hüdarî'nin (134511927) Târihu't-Teşrî'iUİslâmî adlı eserinde, İmam Şafiî'nin
(204/819) Cimâu'l-İlm adlı kitabından yapmış olduğu nakilden, bazı Basrah
Mu'tezile imamlarının, sünnetin delil oluşunu inkâr ettikleri anlaşılmaktadır."
Bu
konuda asrımızdaki yazarlardan pek çoğu Hüdarî'ye tâbi olmuşlar, onlar da aynı
durumu tesbit etmişlerdir.[24]
Hüdarî'nin
dediği şudur: "Birinci noktaya, yani sünnetin Kur'ân'ı tamamlayan hukukun
temellerinden bir kaynak olmasına gelince; bir topluluk, sünneti tamamen
terkedip, sadece Kur'ân'la yetinmişlerdir. "[25]
İmam
Şafiî, el-Ümm isimli eserinin yedinci bölümünde "haberleri tamamen
reddeden grubun sözlerini anlatma babı" diye özel bir bâb tahsis etmiştir.
Orada, onların sözlerini zikretmiş ve bu gruptan, kendisiyle konuşan bir
adamın diliyle, onlara birtakım deliller getirmiştir. Adam, kendisine şunları
söylemiştir:
Sen,
bir Arapaın; Kur'ân da mensup olduğun milletin diliyle inmiştir. O'nu
ezberlemeye sen daha müsait ve daha dirayetlisin. O'nda, Allah'ın farz olarak
indirdiği birtakım hükümler mevcuttur. Şayet birisi, Kur'ân'm bir harfini
değiştirse sen, onu tevbeye davet ediyorsun; adam tevbe ederse kurtuluyor,
yoksa öldürüyorsun.
Cenâb-ı
Hakk, Kur'ân'da: "Bu Kitabı, sana, her şeyin bir açıklaması olarak
indirdik," (Nahl, 89) buyurmaktadır.
Bu
durumda, senin veya bir başkasının, Allah'ın farz kılmış olduğu bir konuda,
bazen: "Bu farz, umûmîdir," bazen: "Bu, husûsîdir," bazen:
"Bu emir, farzdır," bazen de: "Buradaki emir, delâlet
içindir," demeniz, nasıl caiz oluyor?
Sizdeki
bu durum, hadislerde daha çok görülmektedir. Bir râvi, diğerinden bir veya
birkaç hadis rivayet ediyor. Rivayet zinciri, Hz. Peygamber (s.a.v)'e kadar
uzanıyor. Ben, seni ve senin yolunda olanları, karşılaştığınız ve görüştüğünüz
veya sizinle karşılaşanlardan benim gördüğüm hiçbir kimseyi, sözü karıştırmak,
unutmak veya hadisinde hata etmek gibi kusurlardan temize çıkardığınızı
görmedim. Yine sizin, hadis râvilerinin çoğu için: "Falanca, şu hadiste,
filanca bu hadiste hata etmiştir," dediğinizi gördüm. Hatta birisi, sizin
kendisiyle helâl ve haram hükmü verdiğiniz özel durum bildiren bir hadis
için: "Rasûlullah (a.s) bunu söylemedi; ancak siz veya size, bunu rivayet
eden hata etmiştir yahut size bildiren yalan söylemektedir," diyecek olsa,
sizin onu tevbeye davet etmediğinizi ve onun hakkında: "Ne kötü söz ettin,"
demekten başka bir şey yapmadığınızı biliyorum.
Peki,
zahiren aynı mânâ ve hükmü bildiren Kur'ân hükümleriyle vasfettiğiniz
kimselerin verdiği haberleri birbirinden ayırmak caiz midir? Onlarm haberini,
Allah'ın Kitabı yerine koyabilir misiniz? Hem siz, onların bir kısmını alıp
bir kısmını bırakıyorsunuz.
Hüdarî
(1345/1927), kitabında devamla der ki: Sonra hasmı, şöyle dedi: "İçinde,
zikrettiğim bu durumlar bulunan haberleri alırken; size, bu haberleri kabul
etmenizi kim emrediyor ve onları reddedene karşı deliliniz nedir?"
"Bu
durumda ben, içerisinde şek ve vehim bulunan hiçbir haberi kabul etmiyorum.
Ancak tek bir harfinde şek ve şüphe etmek caiz olmayan, doğruluğunu, Allah'ı ve
Kitabı'nı şâhid tuttuğum haberleri kabul ederim. Yoksa, tam ilim ve yakın ifade
etmeyen bir şeyi, öyley-miş gibi kabul etmek caiz mi olacaktır1?"
Hüdarî
demiştir ki: "Anlatılan bu sözden ve getirilen deliller den anlaşıldığına
göre imam Şafiî'nin muhatabı, sadece râvilerinde hata ve unutmanın
bulunabilmesi sebebiyle, kesin ilim ifade etmeyen haberleri reddetmekte,
mütevâtir sünnet gibi ilim ifade eden bir yolla sabit olan sünneti reddetmeyip
onunla amel etmektedir."
Fakat
İmam Şafiî, yukarıdaki görüşü eleştirip reddederken, bazı hatalarım anlayan
hasmı: "Bir grup var ki, bizatihi sünneti reddetmekte, bir başka grup da
Kur'ân'm açıklaması olmayan sünneti kabul etmemektedir," diye açıkça
itirafta bulunarak şöyle devam etmiştir:
"Bu
konuda insanlar iki gruba ayrılmıştır. Bir grup, Allah'ın Kitabı'nda bir
açıklama olan konuda başka haberi kabul etmemektedir."[26]
İmam Şafiî araya girerek:
"Böyle
düşünen kimseye ne gerekir? Bu anlayış, onu nereye götürür?" diye
sorunca, hasmı:
"işin
aslı halledilmiş olmaktadır; bunun için pek sıkıntısı olmayacaktır,"
demiştir. Bunun üzerine İmam Şafiî:
"Peki,
Kur'ân'da, namaz emri geçiyor. Başka haber kabul edilmezse, namazdan ne
anlayacağımız ve ne kadar kalacağımızı kim belirtecek? Kur'ân'da, zekât
emrediliyor. Peki, zekât neye denir, zekât için en az miktar nedir; bunu kim
belirtecek? Kur'ân'da, namaz için kesin ve açık bir vakit belirtilmemiştir. Bir
mükellef, biri gündüz, biri gece, günde iki rek'at namaz kılacak olsa
kendisine ne gerekir ve ona ne denir?" diye sorunca hasmı:
"Allah'ın
Kitabı'nda ne emrediliyorsa farz olan odur; başkası gerekmez ve istenmez,"
demiştir.
Sonra
hasmı, yukarıdaki sözüne devamla: "Bir başka grup da ancak hakkında
Kur'ân'da bir açıklama bulunan konularda gelen haberleri kabul
etmektedir," demiştir.
Bu
iki görüşün bâtıl olduğu açıktır.
Hüdarî
demiştir ki: "İmam Şafiî, bize, bu görüşe sahip olan kimseyi açıklamadı.
Tarih de bu şahsiyet hakkında açıklama yapmıyor. Ancak İmam Şafiî, Kur'ân'm
dışında gelen özel haberi reddedenlerle yaptığı münazarada, bu görüşe - yani
haberleri tamamen reddeden mezhebe- sahip kimsenin, Basralı olduğunu
açıklamıştır. O zaman Basra, kelâm ilminin yayıldığı bir merkez idi. Mu'tezile
mezhebi burada ortaya çıkmış, imamları burada yetişmiş, kitapları bu beldede yayılmıştı. Ayrıca bunlar,
hadisçilerle çekişmeleriyle tanınırlar. Herhalde, bu görüşün sahibi de
onlardandır." İbn Kuteybe'nin (276/889), Te'vilu MuhtelefVl-Hadis isimli
eserinde gördüklerim de bu kanaatimi kuvvetlendirmektedir. O, kitabının başında
şöyle demiştir:
"Allah
Teâlâ, seni, tâatıyla hoşnut, bereketiyle himaye etsin. Seni, hakk yolda
rahmetiyle muvaffak ve ona ehil yapsın. Gönderdiğin yazıyla, bana, tesbit
ettiğin bazı şeyleri bildiriyor sun. Onlar, kelâmcıların hadisçileri
ayıplamaları, onları küçük düşürmeleri, kitaplarında onları fazlaca
kötülemeleri, yalan şeyleri nakletmek ve çelişik haberleri rivayet etmeleri
yüzünden onlara ağır konuşmaları gibi hallerdir. Sonuçta, ihtilâf vâki oldu.
Birbirini ayıplama çoğaldı. Aradaki bağlar koptu. Müslümanlar, birbirine düşman
oldu. Birbirini küfürle suçlamaya başladı ve her grup, fikrini destekleyen bir
hadise dayanıp kendi görüş ve mezhebine bağlandı."
Hüdarî, devamla
der ki: "İbn Kuteybe, sonra,
birbirine muhalif grupların tutunduğu hadisleri sıralayıp peşinden,
kelâm âlimlerinin beliğlerinden
Nazzâm (221/835) ve
Câhız'dan (255/869) rivayet edilenlere benzer, sünnet ehline yapılan
şiddetli itirazları kaydetmiştir. Sonra, ikinci bölümde, kelâmcılara yaptığı
kınamaları ve ayıpladığı noktaları zikretmiş, bu hareketine kelâmcıların,
kıyası iyi bildikleri, sağlam düşürtce ve geniş mütâlâa vasıtalarına sahip
olduklarını iddia etmelerine rağmen insanların en fazla ihtilâfa düşen grubu
olmalarını sebep göstermiştir. Öyle ki; Ebû Hu-zeyf Hallâf (230/844), Nazzâm'a
(221/835) muhalefet etmekte, en-Naccâr ikisine ters düşmekte, Hişam b. el-Hakem
(148/765) Naccâr'ın aksini söylemekte,
aynı şekilde Sümâme b. Eşref (213/828) bir öncekilere zıt bir görüş
ileri sürmekte ve bu, böyle devam edip gitmektedir. Sonuçta, her birisinin,
dinde kendi görüşüyle amel ettiği bir mezhebi ve bu mezhep üzerinde kendisine
tâbi olan taraftarları oluşmuştur.
İbn
Kuteybe, daha sonra Nazzâm'ı kötü bir dille vasfetmiş, ashabının kendini
kötülediği noktalan saymış ve icmâya ters düştüğü bazı fıkhı meseleleri
zikretmiştir. Meselâ, Nazzâm'a göre kinaye lafızlarıyla yapılan boşama geçerli
değildir; söyleyen, boşamaya niyet etse bile hüküm aynıdır. Hangi hâlde
uyunursa uyunsun uyku, ab-desti bozmaz v.s.
Sonra
Nazzam'ın kusurlu bulduğu Sahabe fakihlerinden ileri gelen zevatı zikredip,
onlar hakkındaki yanlış değerlendirmeleri düzeltmekte, peşinden Ebû Huzeylî'yi
ele alıp onu da kötü bir şekilde tanıtmakta, arkasından TJbeydullah 6.
el-Hasenî (Ö.168)'yi değerlendirmektedir. Bu şahıs: 'Hangi mezhepten olursa
olsun, bütün müçtehidler, görüşlerinde isabet etmişlerdir,' demektedir."
İbn
Kuteybe, daha sonra ehl-i rey'e geçiyor; onların da çelişkilerini dile
getiriyor ve ilk olarak Ebû Hanîfe'yi (r.h) ele alarak nas-lara muhalif olarak
hükme bağladığı bazı meseleleri zikrediyor. Sonra Câhız'a (255/869) geçiyor,
onun da ehl-i sünnete karşı sarfettiği alaylı ifadelerini ve onların birçok
rivâyetleriyle alay edişini kaydediyor.
Sonra
hadisçileri ele alıyor; onları, müslümanlara has Övgülerle vasfediyor ve şu
değerlendirmeyi yapıyor: "Hadisçilere hücum edenler, onları, zayıf
hadisleri naklettikleri ve zararlı olan garip hadisleri topladıkları için
ayıplamaktadırlar. Halbuki hadisçiler, zayıf ve garip hadisleri doğru kabul
ederek nakletmiş değillerdir. Bilakis, birbirinden ayırmak ve her ikisini de
belirtmek için çürüğü ile sağlamını, sahihi ile zayıfını biraraya
getirmişlerdir. Onların yaptığı budur."[27]
Daha
sonra, kelâmcıların, birbirine veya Kur'ân'ı Kerîm'e zıt zannetikleri hadisleri
incelemeye ve muhaliflere cevap vermeye geçmektedir ki, kitabını yazma sebebi
de budur.
Hüdarî
(1345/1927) demiştir ki: "Bundan anlaşılıyor ki, bazı şaşkın ve gafil
kelâmcüar, İmam Şafiî'nin (204/819) risalesini yazdığı asırda veya ondan az
önce, hadisçilere düşmanlığa başlamışlardır. Kelâmcıların çoğu da Basra'da
idi. Bu durum, imam Şafiî (r.h) ile münazaraya giren şahsın da bunlardan birisi
olduğunu te'yid etmektedir.
Sonra
Hüdarî şu neticeyi çıkarıyor: Bu görüş, hadisçilerin de-lillerindeki kuvvetini
ortaya çıkarmakta ve sünneti, Kur'an'dan sonra islâm Hukuku'nun temellerinden
birisi olarak kabul eden mezhebi desteklemektedir."
Gördüğün
gibi Hüdarî, İmam Şafiî'nin (r.h): "Bazı imamlar sünnetin delil oluşunu
inkâr ediyor, bunlar Basralıdır" sözünden, bu kimselerin, Mu'tezile
fırkasına mensup olduğunu anlıyor ve bu kanaatini de Ibn Kuteybe'den
naklettiği sözlerle destekliyor.
Ben
derim ki: Aslında, İmam Şafiî'nin ve onunla mücadeleye giren kimsenin sözünde,
kesin ve zannî olarak, bazı imamların bizatihi sünnetin delil oluşunu inkâr
ettiğini ifade edecek bir mânâ yoktur. Bu kimselerin inkârı, ancak sünnetin
Kur'ân gibi her yönüyle tam olarak tesbit edilmesinin mümkün olmayışından
kaynaklanmaktadır. Bu durumda o kimse, haber-i vahidi ve mütevâtiri reddetmektedir.
Ona göre bunlar, tam ve kesin ilim ifade etmemektedir. Bu sebeple, Hz.
Peygamber (s.a.v)'den sâdır olan hadisler, ister Kitab'ı açıklasın, isterse
onda olmayan bir hükmü tek başına ortaya koysun, aynıdır.
Mütevâtiri
reddedeni ele alalım: Gerçekten, İmam Şafiî ile münazaraya giren kimse, onun
getirdiği deliller ile ikna olduktan, sonra, bu konuda ashabının iki görüşe
sahip olduklarım, bunlardan birisinin, Kur'ân'da bir açıklama bulunan konularda
gelen haberleri kabul etmediğini söylemiştir. İmam Şafiî, kendisine:
"Böyle
düşünene ne gerekir?" dediğinde, adam:
"Bu,
onun işlerini büyük ölçüde halleder," demiş. Bunun üzerine İmam Şafiî,
adama :
"Peki,
namazın ne ve nasıl olduğunu, t-ek'atlarının, en azının ve en çoğunun ne kadar
olduğunu, vakitlerini v.s. bize kim bildirecek? Kur'ân'da, namaz emri ve vakitlerini
bildiren kapalı beyânlar olduğu halde, sünnet olmadan, bu durumları nasıl
tesbit edeceğiz?" şeklinde, daha önce geçen sorulan sorunca muarız, ilk
inadından vazgeçerek bu görüşe sahip olanların, mütevâtir sünnetle sabit olan
namazın rek'atlarımn adedi konusunda'bir şey diyemediklerini itiraf etmeye
mecbur kalmıştır.
Kitab'ı
açıklayan hadisleri inkâr edene gelince, daha önce geçtiği gibi bu adamın
iddiası şudur: Kur'ân'm tesbiti, kafidir. Tek harfini inkâr eden kâfir olur.
Kat'î ve kesin olan bir şeyin başka bir şeyle açıklanması mümkün değildir.
Sünnetin tesbiti zannî olduğu için delâlet yönünden lafızlar arasında fark
vardır. Ve onun sübûtunu inkâr, küfrü gerektirmez. Bu durumda mütevâtir ve
Kitab'ı açıklayan sünnetle amel etmek caiz olmayınca, haber-i vâhid ile
müstakil hüküm bildiren sünnetle amel hiç caiz olmaz.
Bu
anlayış, bütün haberleri red mânâsı taşımaktadır. Bu kimseye göre râviler,
tevatür adedine ulaşsalar bile kendilerinde hata, yanılma ve yalan ihtimali
olduğu için bütün haberleri reddetmektedir. Anlaşılıyor ki bu kimse, bizatihi
sünneti ve onun delil oluşunu inkâr etmiyor, yanılıyor ve onun tesbitindeki
şüphelere takılarak bütün rivayetleri inkâr ediyor. Bu adam, Hz. Peygamber
(s.a.v)'in zamanında yaşasaydı, O'nun sözünü işitip fiilini görseydi, bu
inkâra gidemezdi.
Bundan
sonra, İmam Şafiî (r.h) ile onunla münazaraya giren şahsın sözlerinden
yukarıdaki görüşümüzü ifade eden parçalar sunacağız:
Üstad
Hüdarî, şunu ifade etmiştir: "Anlatılan söz ve getirilen delillere bakacak
olursak; muarız, sünnetin delil oluşunu inkâr etmemektedir."
Ancak
Üstad, daha sonra hasmın, İmam Şafiî'nin delilleriyle ikna olduktan sonra
söylediği şu sözüne takılmıştır: "Bu konuda insanlar iki gruba
ayrılmaktadır: Birisi, Kur'ân'da açıklama bulunan bir konuda, hiçbir haberi
kabul etmemektedir..."
Ben
derim ki, hasmın bu sözünden: "Vakıada, Allah'ın Kita-bı'ndan başka hiçbir
delil yoktur. Çünkü O, hükümleri açıklamada, diğer bütün delillerden bizi
müstağni kılmaktadır. Bizatihi sünnete gelince; aslen ister açıklayıcı olsun,
ister müstakil hüküm ortaya koysun, o, bir delil değildir," mânâsı
anlaşılmaz. Gerçi Hüdarî böyle anlamıştır ama asıl mânâ şudur: "Vakıada,
sünnet bir delildir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'i görmeyen bir kimse için
mütevâtir haber dahil, bütün haberlerde, râvilerin hata ve yalan ihtimali
sebebiyle haberin, Rasûlullah (a.s)'dan geldiği tam kesin olmadığı için onunla
herhangi bir hüküm ortaya koymak sahih değildir. Bu durumda o kimseye,
mecburen, sübûtu kesin, tek kaynak olan Kitab'a dayanması ve sadece ondaki
açıklamalara güvenmesi gerekmektedir. O zaman Allah (c.c), tam tesbit yapmaktan
âciz kaldığı için o kimseyi, sünnet gibi başka bir açıklayıcı ile mükellef
tutmaz. İnsan ancak bildiği ile mükellef olur." Tabiî ki bu hükümler, muarızın
zan ve iddiasına göredir. Muarızın: "Allah'ın Kitabındaki açıklamalarla
mükellefiz," sözünün mânâsı: "Bizim için uymamız gereken Allah'ın
Kitabında olanlardır. Sünnetin beyânlarına gelince, onu tam olarak elde etme ve
öğrenme imkânımız bulunmadığı için ona tâbi olma yükümlülüğü üzerimizden
düşmektedir," demeye gelir.
Eğer
sen: "İmam Şafiî (r.h), Hüdarî'nin nakletmediği delilleri serdederken,
sünnetin delil olduğunu gösteren birtakım âyetler zikretmiştir. Bu, ancak
hasım, bilhassa sünnet hakkında çekişmeye girerse yapılır. Halbuki hasım,
onunla sünnetin bazı yönlerinde mücadeleye girmiştir," dersen, derim ki:
"İmam Şafiî (r.h), bununla, Peygamber (s.a.v)'e ait haberle amelin vâcib
ve râvilere güvenmenin gerekli olduğunu isbata zemin hazırlamayı kasdetmiştir.
Şöyle ki; hasma önce şunu isbat etmiştir: Sünnetin delil ve kaynak oluşu,
sadece Hz. Peygamber (s.a.v)'le aynı asırda yaşayanlara has değildir. Bilakis
o, onlara ve onlardan sonra kıyamete kadar gelecek kimselere bir delil ve
kaynaktır. Sonra hasma, Cenâb-ı Hakk'ın, Sahabemden sonra gelenlere, sünnetle
ameli vâcib kılmasını ve sünnetin tesbitini ancak rivayet yolu ile
öğrenebileceğimizi açıklamıştır."
Bunu,
âyetleri zikrettikten sonra, cidalin asıl maksada çevrilmesi göstermektedir.
Ayetleri dinleyen hasım şöyle demiştir: "Kur'ân-ı Kerimde bize farz
kılınan, Hz. Peygamber (s.a.v)'in bize emrettiğini almak ve nehyettiklerinden
de vazgeçmemizdir."
İmam
Şafiî (r.h), diyor ki: Ben, adama:
"Bu
farz, bize, bizden öncekilere ve sonrakilere aynı mıdır?" dedim. Adam:
"Evet," dedi. Ben: "Bu, bize, Rasûlullah (a.s/ın emrine uyma
konusunda bir farzdır. Bu durumda Allah Teâlâ, bir şeyi farz kılınca bize, onu
alacağımız kaynağı da göstermiştir, diyebilir miyiz?" dedim, adam:
"Evet," dedi. O zaman ben:
"Peki,
Allah Teâlâ'nın, Rasûlullah (a.s)'ın emirlerine uyma konusundaki farzını
yerine getirmek için sen veya Hz. Peygamber (a.s)'i görmemiş bir başkası,
Rasûlullah (s.a.v)'dan gelen haberlerden başka bir yol bulabilir mi? Aksi
takdirde, bu emire nasıl imtisal edilecektir?" dedim.[28]
İbn
Haz m (456/1062) da el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm kitabında, sünnetin delil oluşunu
isbat ederken, bu usûlden hareket etmiş ve delil olarak önce şu âyeti
zikretmiştir:
"Ey
iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere ve aranızdan seçtiğiniz
idarecilerinize de itaat edin. Herhangi bir konuda çekişmeye düştüğünüzde,
onu, Allah'a ve Rasûlü'ne götürün. Eğer, Allah'a ve âhiret gününe iman
ediyorsanız; böyle hareket edin." (Nisa, 59)
Daha
sonra şöyle demiştir: "Açıktır ki; bir meseleyi Allah ve Rasûlü'ne
götürmek, onu, Kur'ân'a ve Hz. Peygamber (s.a.v)'den gelen hadislere
arzetmektir. Bütün ümmet, bu hitabın, Hz. Peygamber (s.a.v)'in zamanında
yaşayanlarla, bizden önce ve Efendimiz'den sonra gelenlere yönelik olduğu gibi
bize ve bizden sonra kıyamete kadar gelecek insan ve cin, herkese ait olduğu ve
aralarında hiçbir fark bulunmadığı konusunda ittifak halindedir."
Kesin
olarak bilmekteyiz ki, bizim, Rasûlullah (a.s) ile yüzyüze görüşme imkânımız
yoktur. Hatta bir bozguncu çıkıp da: "Bu hitab, sadece Rasûlullah (a.s)
ile karşılaşıp görüşmesi mümkün olanlara aittir " diyecek olsa bile bu
fitnecinin, Allah Teâlâ hakkında, bunu söyleme imkânı olmadığı açıktır. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.v)'den başka, hiçbir kimsenin, Allah Teâlâ ile konuşmasına
-bu mânâda-imkân yoktur. Öyleyse bu düşünce bâtıldır. Gerçekte, yukarıda zikrettiğimiz
âyette geçen bir dâvayı Allah ve Rasûlü'ne götürmekten maksad, ancak onu
Allah'ın kelâmı olan Kur'ân'a ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in asırlar boyu, bize
kadar nakledilen sünnetine (sözlerine) arz etmek ve meseleyi bunlarla
halletmektir.
"Hem
âyette, Hz. Peygamber'le karşılaşma veya konuşmadan bahsedilmemektedir ve buna
delil de yoktur. Ayette geçen, sadece 'dâvayı götürme' emridir. Malumdur ki, bu
götürme, bir hakem tayin etmedir. Allah Teâlâ'nın ve Rasûlullah (a.s)'ın
emirleri, yanımızda mevcuttur. Hepsi, bize nakil yoluyla gelmiştir. Ayet-i
kerîme, aramızdaki meseleyi bunlara arzedip onlarla çözmeyi emretmektedir. Herhangi
bir zorlama yapmadan ve âyetin zahirine ters düşmeksizin, anlaşılan
budur."
Bununla
birlikte aradaki ihtilâf, sadece Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet ve nakil
yoluyla gelen haberlerle amelin vâcib olup olmayışındadır. Yoksa, bizatihi
sünnette değildir. Bunu, şuradan anlıyoruz:
imam
Şafiî (r.h), âyetlerle istidlal etmeden önce hasmın, sünnetin hüccet oluşunu
kabul etmeyen görüşünü iptal etmiş ve ona bunun gereğini itiraf ettirmiş, o da
İmam'ın anlattıklarıyla ikna olup görüşünden vazgeçmiştir. Ancak muhâtab, bu
konuda daha fazla delil istemiş, o da bu konudaki ilgili âyetleri ve
gerektirdiği hükümleri zikretmiştir.
Allah
kendisinden razı olsun ve ilmi ile ümmeti menfaatlendir-sin, İmam Şafiî'nin
konuşması şu minvalde devam etmiştir: Muhatabıma dedim ki: "Kim, Allah'ın
Kitabı'nın indiği dili ve Allah'ın hükümlerini iyi bilirse, bu bilgisi onu,
sâdık ve sağlam kimselerin, Hz. Peygamber (s.a.v)'den naklettiği haberleri
almaya ve O'nun, Allah'ın hükümlerindeki farklı beyânlarını kabule ve bu arada
Rasûlullah'ın konumunu anlamaya götürür. Çünkü sen veya bir başkası -bizzat
Rasûlullah'ı (a.s) - görerek, O'nun husûsî ve genel hüküm bildiren haberlerini,
kendisinden dinlemediniz ve buna, rivayetten başka bir yol da yoktur."
O
da: "Evet, böyledir," dedi. Ben:
"Sen,
söylediğin şekilde hareket edince, onları bir kere daha tekrar ettim,"
dedim. O:
"Rasûlullah'ın
haberlerini kabul konusunda, ortaya konan delil karşısında beni bu şekilde mi
buldun? Senden daha fazla delil isteyişim, kendim için değildir. Hem sana
muhalefet edene karşı delil ortaya koyuyor, hem de birinin kendi sözünden
vazgeçip senin sözüne dönmesi, bana hoş geliyor," dedi.
İmam'ın,
"Çünkü sen, Hz. Peygamber (s.a.v)'i görmedin," sözünü düşünürsen,
ortaya şu çıkar: Gerçekten hasım, eğer bizatihi Hz. Peygamber (s.a.v)'i
görseydi ve sözünü işitseydi, gördüğü ve duyduğu hükümlerle amel etmenin
kendine vâcib olacağım itiraf etmiştir. İmam Şafiî (r.h) de Hz. Peygamber
(s.a.v)'den rivayet edilen özel ve genel hükümlerin, bizatihi onu görmek yerine
geçtiğini, dolayısıyla onlarla amelin vâcib olduğunu söylemiştir.
Eğer
hasım, bizatihi Rasûluîlah (a.s)'ı görme durumunda da sünnetle amelin vâcib
olduğunu inkâr etmiş olsaydı, bu durumda, o delilleri serdetmeden önce,
âyetlerle delil getirmek gerekirdi. Fakat durum, bu noktada değildir. Hasmın,
âyetleri delil getirmesi konusunda İmam Şafiî ile münakaşaya girmesi, sünnetin
delil oluşunu inkâr için değil, sadece -özellikle- bu âyetlerin, sünnetin delil
oluşuna delâlet edip etmediğini anlamak içindir. İmam Şafiî'nin (r.h),
Cimâu'l-İlm kitabının başında zikrettiği şu sözler, sünnetin delil oluşunda
hiçbir çekişmenin olmadığım göstermektedir. Orada demiştir ki: 'İnsanların
ilim ehli dediği veya kendisini ehl-i ilim gösteren hiçbir kimsenin, Allah
Teâlâ'nın, Rasûlullah'ın emrine ittibâ ve hükmüne teslim olmayı farz
kıldığında muhalefet ettiğini işitmedim. Gerçekten, Allah Teâlâ, O'ndan sonra
gelen herkese, kendisine uymayı emretmiştir. Allah'ın Kitabı.ve Rasûlü'nün
(s.a.v) sünnetinden başka hiçbir kimsenin sözü bağlayıcı değildir. İkisinin
dışındaki sözler, ancak onlara tâbidir. Onlara uyarsa kabul, uymazsa
reddedilirler. Allah Teâlâ'nın, Hz. Peygamber (s.a.v)'in haberlerinin kabulü
konusundaki farz emri, bizimle, bizden önceki ve sonrakilerle aynıdır."
"Rasûluîlah
(a.s)'ın haberlerinin kabulünün farz ve gerekli olması konusunda, sadece bir
grup ihtilâf etmiştir. İnşaallah, onların sözlerinden ileride
bahsedeceğim."
İmam
Şafiî (r.h), bu sözlerinde, birkaç meseleyi dile getirmiştir:
1-
Rasûluîlah (a.s)'m emrine ittibâ ve hükmüne
teslim olmak vâcibdir.
2-
Hiçbir halde, Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün sünnetinden başka, herhangi bir
söz bağlayıcı değildir. İki kaynak dışındaki sözler, onlara tâbidir.
3-
Allah Teâlâ, İmam Şafiî'nin asrında, ondan Önce ve sonra yaşayan herkese,
Rasûluîlah (a.s)'m haberlerini kabul etmeyi farz kılmıştır.
Sonra,
senin de gördüğün gibi İmam, muhalefeti anlatırken, son meseleyi tek başına
zikretmiş ve "Haberlerin kabulünün farz ve gerekli oluşunda, sadece bir
fırka muhalefet etmiştir," demiştir.
Şayet,
birinci şıktaki hüküm -yani, ittibâ ve hükmüne teslim olma- ihtilâf konusu
olsa'ydı, o zaman: "Rasûluîlah (a.s)'ın emrine ittibâ, hükmüne teslim ve
ondan gelen haberleri kabul etmenin farz ve gerekli oluşunda sadece bir fırka
ihtilâf etmiştir," derdi. Hatta böyle de demeyip sadece: "Rasûluîlah
(a.s)'dan gelen haberleri kabul etmenin farz oluşu, bize, bizden önceki ve
sonrakilere birdir; ancak bir fırka hariç..." demiş olsaydı, hepsinden
daha kısa olurdu.
Fakat
bu kısa ibare, bütün zikrettiği meselelere de sirayet edeceği için bu durumu
defedecek uzun ve ayrıntılı ifadeleri tercih etmiştir. Çünkü ihtilâf, bu son
şıkta olmuştur. Yoksa, Rasûluîlah (a.s)'m emrine ittibânm vâcib olmasında
ihtilâf yoktur.
Sonra,
konuyu daha da açarak şöyle demiştir: "Sonra kelâmcı-lar, Rasûluîlah
(s.a.v)'ın haberlerinin tesbiti konusunda farklı görüşlere ve gruplara
sahiptir. Bunlardan başka, fıkıhçılar da bu konuda farklı gruplara ayrılmıştır.
Bazıları
ise tamamen taklid, basit görüş, gaflet ve acilen bir yere baş olma
hastalıklarına mübtelâ olmuşlardır. Tanıdığım, her grubun sözlerinden bir
kısmını, asıl hallerini gösterecek bir misal olsun diye, sana nakledeceğim,
inşaallah."
Bir
noktaya dikkat çekelim: İmam'ın: "Sonra kelâmcılar, Rasûluîlah (a.s)'dan
gelen haberlerin tesbitinde farklı görüşler ileri sürdüler" sözüne
baktığında, aradaki hilafın, sadece haberlerin tesbitinin mümkün olup
olmadığında olduğunu, yoksa sünnetin delil olmasında olmadığını görürsün.
Bu
konu, böylece açıklanmış oldu; bir de şu nokta var: İmam Şafiî (204/819),
Risâle'sin&e yaptığı gibi sünnetin delil oluşu konusunda açıklama yaparken
"haber" kelimesini kullanmayıp, sadece "sünnet",
"Rasûlullah'm emri", "fiili" veya benzeri bir kelimeyle ifade
etmektedir. Sünnetin geliş yolu hakkında konuşmak istendiğinde ise burada yaptığı
gibi "Rasûlullah'dan nakledilen haber" ifadesini kullanmaktadır.
Buradaki ifadelerinde, sünnette ihtilâfı gösterecek bir tabir bulamazsın.
İhtilâf olduğu yerlerde "sünnet" değil, "haber" tabirini
kullanmaktadır.
Kitabımızın
ikinci bölümünde, İmam Şafiî'nin, müslümanların icmâına dayanarak sünnetin
delil oluşu konusundaki açıklamasını nakledeceğiz.
Sırf
cedel olsun diye, İmam Şafiî'nin hasmını, sünnetin delil oluşunu inkâr eden
birisi olarak kabul etsek bile, Hüdarî'nin düşündüğü gibi onun, Mu'tezile'den
olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü usûl, akâid ve mezhep kitablarında,
Mu'tezile'den herhangi birinin, sünnetin delil oluşunu inkâr ettiği,
nakledilmemiş tir. Kitaplarında olan şudur:
İmam
Ebû Mansur el-Bağdâdî (429/1037), Usûlu'd-Din kitabında, Nazzâm'm (221/835),
"Mütevâtir haber, hüccet değildir," şeklinde düşündüğü ve onda
yalanın bulunabileceğini söylediğini zikretmektedir .[29]
Yine
aynı eserde şunları kaydetmiştir: "Nazzâmiye fırkası demişlerdir ki:
Ümmetin hata üzere birleşmesi caizdir. Mütevâtir haberler, delil olamaz. Çünkü
onda yalan haber olması caizdir." Bu fırka, Sahâbe-i Kiram hakkında da
tenkidlerde bulunmaktadır.[30]
Bağdadî,
el-Fark Beyne'l-Fırak adlı eserinde şunları zikretmektedir: "Nazzâm,
zaruri ilim ifade etmeyen haberlerin delil olmasını inkâr etmiştir."[31]
Yine,
Nazzâm'dan şu rivayeti yapmıştır: "Mütevâtir haber, işi-tildiği anda
nakledenlerinin bilinmediği, herbirinin görüş, anlayış ve gayeleri farklı
olduğu için içine yalan katılması caizdir. Bunun yanında onun: 'Ahad
haberlerin bir kısmı, zarurî ilim ifâde eder,' sözü de nakledilmiştir."
el'Mevâkıf
kitabının sahibi Adûduddîn îcî (756/1355) de kitabında şunları zikretmiştir:
"Nazzâmiye fırkasına mensup[32]
olanlar, mütevâtir haberde yalan
ihtimalinin bulunduğunu söylemişlerdir. Bu fırka, Râfizîlere meyletmiş ve
imamla ilgili nassın bulunmasının vâcib olduğuna ve aslında böyle bir nass
(âyet ve hadis) mevcut olduğu halde, Hz. Ömer'in onu gizlediği fikrine sahip
olmuşlardır. Esve-riyye fırkası da Nazzâmiye fırkası ile aynı görüştedir."
İmam
Fahruddîn er-Râzî (606/1209) İ'tikâdâtu Fireki'l-Müslimîn ve'l-Müşrikîn adlı
eserinde, Nazzâm'ın: "Haber-i vâhid, hüccet değildir," sözünü
nakletmiştir.[33]
Aslında
bu nakillerden, Nazzâmiyye ve onlara uyanların, bizatihi sünneti, sünnet olarak
inkâr ettikleri çıkmaz. Bilakis, Mevâkıf sahibinin, onlardan naklettiği, imamla
ilgili nassın bulunmasının vâcib ve gerçekten sabit olduğu halde Hz. Ömer'in
onu gizlediği şeklindeki fikirlerine bakıldığında, sünneti delil olarak kabul
ettikleri anlaşılmaktadır.
Yine
onların, mütevâtir haberin delil olarak kabul edilmeyişi için öne sürdüğü
sebepler, mütevâtir haberin delil oluşunu, onun, Hz. Peygamber (s.a.v)'den
söylendiği için değil, geliş yolundan dolayı inkâr ettiklerini göstermektedir.
İbn
Kuteybe'nin (r.h) (276/889) sözünde de "Mu'tezile'den biri sünneti, sünnet
olduğu için delil olarak kabul etmemektedir," gibi bir mânâ yoktur. Onun
sözlerinden anlaşılacak olan mâna şudur:
Mu'tezile,
kendileri dışındaki bir grubun rivayetlerinde, yalan katma ihtimali bulunduğu
için onun yaptığı rivayetlerle hüküm çıkarmayı uygun görmemektedir. Yine
onlar, haberler birbiriyle çelişki halinde ve Allah'ın sıfatlarını nefyetme
görüşlerine ters olduğu için kabul etmemektedirler. Yoksa haber, Hz. Peygamber
(s.a.v)'in sözü olduğu için bu inkâra gitmemektedirler.
Hem
nasıl olur, bizzat İbn Kuteybe, onların da başkaları gibi hadislere
yapıştıklarını itiraf etmektedir. Daha önce şöyle demişti: "Onlardan her
grup, kendi mezhebine uygun gelen hadise sarılmaktadır. "
Yine
İbn Kuteybe, Mu'tezile'yi tenkid ettiği gibi Ebû Hanîfe'yi de tenkid etmiştir.
Bunun mânâsı: "Ebû Hanîfe, sünnetle hüküm çıkarmayı inkâr ediyor,"
demektir, diyebilir iniyiz? Elbette, onun muradı bu değildir.
Burada
şunu hatırlatalım: Ibn Hazm (456/1062), sünnetin delil oluşunu inkâr edenlerin,
bazı aşırı Râfîzîler olduğunu söylemiş ve: "Onlar, küfürlerinde, ümmetin
icmâ ettiği kimselerdi/' demiştir.
Sonra
el-Bağdâdî (429/1037), Usûlu'd-Din kitabında şunları zikretmiştir:
"Haricîler, hüküm koyan sünnetlerin ve icmânın delil oluşunu inkâr
etmektedirler ve şer'î hükümlerde Kur'ân'dan başka delil yoktur,
düşüncesindedirler. Bunun için de Kur'ân'da bahsedilmedikleri için recrni ve
mest üzerine meshi inkâr etmekte, Kur'ân'da hırsızlık yapanın elinin
kesilmesiyle ilgili âyet mutlak olup herhangi bir kayıt ve şart ileri sürmediği
için hırsızlık yapanın elini, çalınan şey az olsun, çok olsun, her türlü halde
kesmekte, kesmeyi gerektiren miktarı belirten rivayetle, malın korunma altında
olmasını nazar-ı itibara alan rivayeti kabul etmemektedirler."
el-Bağdâdî,
şunu da nakletmiş tir: "Râfizıler: 'Bugün, ne kıyas ne sünnet hatta Kur'ân
bile delil değildir. Çünkü Kur'ân da Sahabe tarafından tahrif edilmiştir,'
derler.[34]
Demek
ki Haricîler, el-Bağdâdî'nin sözlerinden anlaşıldığına göre Rasûlullah'dan
(a.s) gelen bütün haberlerin, rivayet ve nakil yollarını nazar-ı itibara
alarak, bunlarla delil getirmeyi inkâr etmektedirler. Yoksa Hz. Peygamber
(s.a.v)'in sözü olmasıyla inkâra gitmiyorlar. Bu durumda, Nazzâmiye fırkası
gibi düşünmüş olmaktadırlar.
Ancak
Haricîlerin yaygın görüşüne göre onlar, Ashâb arasında çıkan anlaşmazlıktan
sonra halk arasında yayılan hadisleri inkâr etmektedirler.
Râfîzîler
ise kendilerinden rivayet edilenlere bakıldığında, küfre girdiklerinde şüphe
yoktur. Nitekim Ebû Mansur'un sözünden de bu anlaşılmaktadır.
Celâluddîn
es-Suyûtî (911/1505), Miftâhu'l-Cenne kitabını[35]
girişinde, bazı insanların, sünnetin dinde delil oluşunu inkâr ettiklerini açıklamış
ve şöyle demiştir: "Allah size rahmet etsin. Biliniz ki; bazı ilimler
deva, bazıları da zaruret anında ağıza alınan hela gibidir. Uzun zamandır pek
bilinmezken şimdilerde, kötü kokusu yayılan bir görüş ortaya çıktı. O da şu:
Bir zındık Râfizî, sözünde fazla ileri giderek sünnet-i nebeviyye ve rivayet
edilen hadislerle -Allah onların şeref ve yüceliğini artırsın- amel
edilmeyeceğini, sadece Kur'ân'ın delil olacağını söylemiş ve bu sözüne de:
'Size benden bir hadis geldiğinde, onu, Kur'ân'a arzedin; eğer Kur'ân'da onu
destekleyen bir âyet bulursanız kabul edin, yoksa onu reddedin,' mânâsındaki
bir hadisi delil getirmiştir.”[36]
Bu
Rafızî'den, bu hadisi, ben de bu şekliyle işittim. Başkaları da işitti.
Bazıları da bu sözün aslını ve nereden geldiğim bilmiyor. Ben, bu sözün aslını
ve bâtıl olduğunu, insanlara açıklamak istedim. Gerçekten o, toplumu helake
götürecek en büyük sebeplerden birisidir.
Allah
Teâlâ, size merhamet etsin. Şunu biliniz ki, usûl ilminde bilinen şartları
taşıyan, Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait kavlî ve fiilî sünnetin delil oluşunu
inkâr eden kimse, küfre girer ve İslâm dairesinden çıkar. Yahudi, Hıristiyan
veya Allah'ın dilediği bir başka küfür grubu ile hasredilir.
Rivayet
edildiğine göre İmam Şafiî, bir gün hadis rivayet etti ve: "Bu,
sahihtir," dedi. Dinleyenlerden birisi:
"Ey
Ebû Abdullah! Sen de aynı kanaatte misin? " diye söyleyince İmam'ın canı
sıkıldı ve: "Be adam! Sen, beni hiç Hıristiyan olarak gördün mü? Bana
kiliseden çıkarken rastladın mı? Belimde Hıristiyan kuşağı (zünnar) gördün mü?
Rasûlullah (a.s/dan bir hadis rivayet edeceğim de aynı görüşte olmayacağım
ha!" diye cevap verdi.
"Bu
fâsid görüşün aslı şuraya dayanıyor: Zındıklar ve Râfizîlerden bir grup,
sünnetin delil olarak kullanılmasını inkâr etmiş ve sadece Kur'ân'la
yetinmişlerdir. Onların bunu yaparken değişik maksadları vardır: Bazıları,
nübüvvetin, Hz. Ali'nin hakkı olduğuna, Cibril aleyhisselâmın, peygamberlerin
efendisine gelişinde hata ettiğine inanmaktadırlar. Allah Teâlâ, zâlimlerin
söylediklerinden çok beri ve yücedir.
Bunların
bazıları da Rasûlullah'ın (s.a.v) nübüvvetini kabul etmiş fakat halifeliğin Hz.
Ali'nin hakkı olduğunu ileri sürmüşler ve Sahâbe-i Kirâm'ın halifeliği Hz. Ebû
Bekir'e tevdi etmeleri esnasında: 'Zulmettiler ve hakkı sahibine vermediler/
diye Ashabı küfürle itham etmişlerdir -Allah onlara lanet etsin-. Bu ilâhi
rahmetten mahrum edilmiş zavallılar, aynı şekilde Hz. Ali için de hakkını
aramadı, halifeliği almadı diye, 'kâfir oldu' dediler ve hadisleri tümüyle
reddedişlerini bu anlayışa dayandırdılar. Çünkü bunların bozuk fikirlerine
göre hadisler, kâfir bir topluluğun rivâyetiyle gelmiş olmaktadır. İnnâ lillâh
ve İnnâ ileyhi râciun..."
"Esasında,
zaruret hâsıl olmasaydı, insanların birkaç asırdır kendisinden uzak ve rahat
durduğu bu görüşün aslını anlatmayı, helâl ve hayırlı görmüyordum. Bu görüşte
olanlar, dört imam zamanında ve onlardan sonraki devirlerde de çokça
bulunuyordu. Dört imanı ve onların ashabı, derslerinde, münazaralarında ve
eserlerinde bu görüş sahiplerini red için özellikle yer ayırıyorlardı."
Yine
Suyûtî, Ebû Asım'm, şöyle dediğini nakleder: Ebû Hanîfe'ye sordum ve: "Ben
bu kitapları (içtihadı görüşleri) işittim, hadisleri kimden dinlememi
emredersin?" dedim. İmam (r.h):
"Şiî
hâriç, görüş ve düşüncesinde âdil olanlardan dinle. Çünkü Şia'nın inancının
temeli, Ashâb-ı Kirâm'ı dalâletle suçlamaya dayanır," dedi.
Sonra
Suyûtî demiştir ki: "Bu, imam Ebû Hanîfe (r.h) zamanında Şiîler hakkında
söylenmiş bir sözdür ve benim kitabın başında söylediklerimden daha ileri bir
seviyededir."
İmam
Suyûtî, bu konudaki derin anlayış ve geniş vukûfiyetine rağmen bize, bu
meselede, müfrit Râfizîlerden iki fırka hariç, herhangi bir ihtilâfı zikr
etmemiş tir.
Bunlardan
ikinci fırkaya bir sözümüz yok. Çünkü onlar, hadisin aslını değil, gelişine
bakarak sıhhatini inkâr etmişlerdir.
Birinci
fırka ise bizatihi sünnetin delil oluşunu inkâr etmektedirler ve bunlar kesin
kâfirdirler. Çünkü onlar, Hz. Muhammed'in (s.a.v) peygamberliğini inkâr
etmektedirler. Aslında sünnetin delil olmasında, bu tür fırkaların
muhalefetinin, bize bir etkisi yoktur. Nitekim Yahudi, Hıristiyan ve diğer
kâfirlerin bu konuda ve Kur'ân'm bizzat delil olmasındaki muhalefet ve
inkârlarının bir tesiri olmadığı gibi.
Şayet
biz de el-Hüdarî'nin düşündüğü gibi İmam Şafiî ile münazaraya giren şahsın, sünnetin delil
oluşunu inkâr ettiğini düşünsek ve bunu kabul etsek dahi bu, muhalifin
Mu'tezile'den değil, Râfizîlerden olmasını icab ettirir. Hem bu fırkanın
Basra'da oturmasına ve İmanı Şafiî'nin onlardan birisiyle buluşup, şüphesini
gidermek ve onu İslâm dinine döndürmek için kendisiyle mücadeleye girmesine
herhangi bir mâni yoktur. Yine Kur'ân'ı kabul ettiği için kendisine Kur'ân'dan
delil getirmesi de mümkündür.
Bütün
bunlardan, önümüze çıkan şudur: İmam Şafiî (r.h) ile münazaraya giren şahıs,
hangi yolla gelirse gelsin, sünnetin sübûtunu inkâr ediyor olabilir. O zaman bu
adam, Nazzâmiye yahut Esveriyye fırkasından olabileceği gibi Suyûtî'nin
zikrettiği ikinci gruptan da olabilir.
Yine
bu adam, sünnetin delil oluşunu inkâr edenlerden de olabilir. O zaman da
Suyûtî'nin sözünde geçen birinci fırkadan olmaktadır.
Bütün
bunlara rağmen diyoruz ki; bu tür muhalefetlerin, meselemizin önem ve
zarûriyetine olumsuz bir tesiri yoktur. Çünkü sünnetin delil oluşunda muhalif
olan kimse, peygamberliği inkâr etmiş olmaktadır ki o, mü'min değildir. Mü'min
olmayanın muhalefeti bir zarar vermez. Hem sünnetin delil oluşunu inkâr eden
kimse, başka bir meselede de çekişmeye girer.
Bütün
bunlardan sonra açıkça ortaya çıkmıştır ki; müslüman-lardan hiçbir kimsenin,
Mu'tezilî olması bir yana, imamlardan herhangi birisinin, sünnetin dinde ve
hükümde delil oluşunu inkâr ettiğini düşünmesi doğru değildir.
Gerçekten
bu düşünce, gördüğün gibi bâtıl olmasına rağmen büyük tehlike arzetmektedir.
Çünkü bu anlayış, dine hücum etmek isteyen ve onun sağlam temelini yıkmak
isteyen kimseye, sünnetin delil olma Özelliğim önemsiz göstermekte ve bu
kimselere, sünnete itiraz kapısını açmaktadır. Halbuki o, öyle sağlam surlarla
çevrilmiştir ki, kim olursa olsun, hiçbir kimsenin kötü niyetle ona yanaşması
ve onda bir tahribat meydana getirmesi mümkün değildir.
Hiç
şüphesiz Üstad Hüdarî (r.h), bu konuyu, güzel bir niyet ve temiz bir kalble
ortaya koymuştur. Tehlikeli neticeler doğuracak bir hâli kasdetmemiştir. Bunu,
şu ifadelerinden anlıyoruz: Bu görüş, ha-disçilerin kuvvetli savunması ve
hadisin, Kur'ân'dan sonra İslâm hukukunun temellerinden biri olması sıfatıyla,
sünnete dayanan görüşün galibiyeti karşısında, yayılma imkânı bulamamıştır.
Yine Hûdarî, sünnetin delil olduğuna dair ümmetin icmâsını nakletmiş ve Usûlü'l
Fıkıh kitabında bunun zaruretini kaydetmiştir.
Gerçekte
o, bu işi, araştırmaya ve gerçek yönünü ortaya koymaya çalışmış fakat
yanılmıştır. Araştırma yapan âlimler, çoğu zaman bu tür sürçmelere mâruz
kalırlar.
Eğer
dersen ki: Sünnetin delil oluşunun dinî bir zaruret olduğunu nasıl söylersin?
Ve bu konuda âlimlerden naklettiklerin, nasıl sahih olur? Halbuki İbnu'l-Hacib"
(646/1249) ve onun şârihi ile Kemal İbn Hümam (861/1457) ve
Müsellemetü's-Sübût sahibi el-Bâhirî ve başkaları, "haberin kısımları
bölümünde" şunu söylemektedirler: "Doğruluğu, nazar (düşünce,
inceleme) yoluyla bilinen ilimlerden biri de Hz. Peygamber'in haberidir."[37]
Aynı
şekilde Akâidü'n-Nesefl kitabının sahibi ve onun şârihi de 'İlmin elde ediliş
yolları" bölümünde, bu konuya değinmişler ve müellif (Nesefî), şöyle
demiştir:
İkinci
nevi, mucize ile desteklenmiş Hz. Peygamber (s.a.v.)'in haberidir. Bu,
istidlali ilmi ifade eder. Şârih ise (Taftazânî) şöyle açıklama yapmıştır:
"Kesin ilim ifâade etmesinin sebebi şudur: Allah Teâlâ'nın, peygamberlik
dâvasında kendisini tasdik için elinde mucizeler ortaya çıkardığı kimse,
getirmiş olduğu hükümlerde sâdıktır. Sâdık olunca da verdiği haberler kat%
kesin ilim ifade etmektedir.
İstidlali
olması ise netice itibariyle delile ve birtakım şeyleri gö-zönünde bulundurmaya
dayandığı içindir. Şöyle ki, peygamberliği sabit olan kimsenin, bütün haberleri
doğru, muhtevası gerçektir."[38]
Daha
önce sen de bana, bazı usûlcülerin, sünnetle ilgili bahislere geçmeden önce
sünnetin delil oluşuna temel teşkil ettiği için "İsmet" bahsini ele
aldıklarını söylemiştin.
Aynı
şekilde, İmam Şafiî (204/819) Risale 'sin de, İbn Hazm (456/1062) el-İhkâm, İbn
Abdilberr (463/1071) Câmiu Beyâni'l-İlim adlı eserinde, sünnetin delil olduğunu
isbat için Kur'ân, sünnet ve bunların dışında pek çok delil getirmişlerdir. Bu
konuda bunca delil getirmeye çalışmaları, sünnetin zarûriyet-i diniyyeden
olmasına ters düşer dersen, derim ki: Alimlerin: "Peygamberin haberi,
istidlali ilmi gerekli kılar," sözünün mânâsı, böyle bir haberin, bu çeşit
bir ilmi gerekli kılması, onun Allah'tan alınarak tebliğ edilen bir peygamber
haberi olmayıp bizatihi kendisinden kaynaklanan bir haber olması sebebiyledir.
Hiç şüphesiz, bu durumda şöyle bir istidlale gidilmektedir: Bu, peygamberliği
ve tebliğinde yalandan masum olduğu mucize ile sabit olan zâtın haberidir. Bu
şekilde olan bir şey doğrudur.
Fakat
böyle bir haberin, peygamberliği ve masumluğu sabit olan bir zâtın, Allah'tan
yaptığı bir tebliğ olduğunu düşündüğümüzde hiç şüphesiz o, kesin ve zarurî
ilmi ifade eder. Nasıl böyle olmasın ki, bu durumdaki bir haber, kesin ilmi
ifade eder. Yukarıda geçen Önermenin neticesinde de: "Bu şekilde gelen her
haber doğrudur," ifadesiyle açıkça bunu belirtmiştir.
Şerhu'l-Akâid
üzerine yapılmış Hayalî (862/1457) haşiyesine bakarsan, söylediklerimizin
doğruluğunu görürsün.
Biz,
"Sünnet hüccettir" derken, onun bir peygamberden sâdır olduğunu
nazar-ı dikkate almadan "Hz. Peygamberin sözleri, fiilleri ve takrirleri
bizatihi hüccettir," demek istemiyoruz. Bilakis, bunları söylerken
onların, peygamberliği ve masumiyeti sabit olan bir zâttan meydana gelmiş şeyler
olduğunu kasdediyoruz. Sünneti tarifimiz, bunu göstermektedir. Biz, sünneti
tarif ederken şöyle demiştik: "Sünnet, Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır
olan şeylerdir." Tarifte özellikle peygamberlik vasfını kullandık.
Molla
Ahmed (Hayalî), Sa'duddîn Taftazânfnin (793/1390) yukarıda geçen:
"Peygamberin haberlerinin istidlali ilim ifade etmeleri, bazı delillere
ve gözönünde bulundurulması gereken sebeplere dayanır," sözüne itiraz
etmiş ve bazıları da: "Bu, gizli kıyas ve kıyasla birlikte zikredilen
hükümlere benzemektedir," demektedirler. "Bunlar tutarlı
değildir," demiştir.[39]
Nesefî
(537/1142), yukarıda naklettiğimiz sözlerden sonra: "Bu şekilde sabit olan
bir ilim, kesinlik ve doğrulukta zarurî ilimle aynı derecede olmaktadır,"
demektedir.
Dikkat
edersen, müellif önce "Bu haberler, istidlali ilim ifade eder,"
dedikten sonra, aralarındaki benzerlik sebebiyle onu zarurî ilme yaklaştırmış
ve onun yerine koymuştur.
Ahmed
Hayalî (862/1457), haşiyesinde, müellifin bu ifadeleri için şöyle demiştir:
"Müellifin sözünden ve muradından ilk anlaşılan, onun bu haberleri,
kesinlik ve doğruluk yönüyle zarurî ilimlere yakın bulmasıdır." Bu
ifadeler sanki şu mânâya geliyor:
"Kesinlik ifade eden, vahye
ue ilâhî desteğe dayanan nakli deliller, hata tehlikesinden uzak, en doğru, en
mükemmel bilgiyi verirler. Sırf akla dayanan ilimlerse böyle değildir. Çünkü
akla, hata, unutkanlık v.s. arız olur ve akıl, her zaman karışık ve bulanık
hâllerden uzak kalamaz.
Biz,
sünnetin hüccet oluşu, dinî bir zarurettir veya (misal olarak söyleyelim) Öğle
namazının farziyeti ve dört rek'attan oluşması zarûret-i diniyyedendir
dediğimizde, bütün bunların bir delili, bir kaynağı vardır.
Bu
gibi meselelerde "zarüriyet-i diniyye" derken, anlatılmak istenen
şudur: Bunlar, ümmetin havassı, avamı, âlimi, câhili, yani her ferdi tarafından
bilinen şeylerdir; hiç kimse bunlarda şüpheye düşmez ve inkâra gitmez ki,
gelip bizden delil ve kaynağını istesin. Bu gibi meselelerde herhangi bir
münkire delil, şüpheye düşene açıklama yapma ihtiyacımız olmadığı için bunlar,
zarurî, kesin hükümler durumunda olmaktadır. Bunun için bu tür meseleleri inkâr
edenin veya onlarda şüpheye düşenin dinden çıktığına hükmettik.
Çünkü
imanın herkesçe kabul edilen tarifi şudur: "İman, Uz. Peygamber'in (s.a.v)
Allah Teâladan alıp tebliğ ettiği kesin olarak bilinen bütün şeylerde kalb ile
topluca tasdik etmektir."
Nitekim
Taftazânî, Şerhu'l-Akâid'de, bu tanımı vermiş.[40]
Molla Ahmed Hayalî de bu söze, şu açıklamayı getirmiştir: "Kesin olarak
bilinen bütün şeylerde anlatılmak istenen, dinden olduğu ma'lûm ve meşhur olan
şeylerdir. Öyle ki, bu şeyleri herkes, hatta delil ve incelemeden anlamayan
kimseler bile bilir. Cenâb-ı Hakk'ın birliğini, namazın farz ve şarabın haram
oluşunu bilmek gibi. İçtihada dayanan meseleler böyle değildir, içtihadı inkâr
edene kâfir oldu denmez.'[41]
Zarûret-i
diniyyenin mânâsı anlaşılınca, ulemânın: "Sünnetin delil oluşu dinî bir
zarurettir," sözüyle, "Hz. Peygamber (a.s)'in haberleri, istidlali
ilmi ifade eder," sözü arasında bir çelişki olmadığı anlaşılır.
Yine
ulemânın, bazı meseleler için önce, "Bu zarûret-i diniyyedendir,"
deyip de bizim bu meselede yaptığımız gibi sonra, onun delillerini açıklamaya
çalışması arasında da bir çelişki yoktur.
Meselâ,
Hz. Peygamber'in (s.a.v) sünnetini kabul etmenin ve namaz kılıp, zekât vermenin
zarûret-i diniyyeden olduğunu söyledikten sonra, öncekine delil olarak:
"Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin."[42]
âyetini, diğerlerine delil olarak da:
"Namazı güzelce kılınız ve zekât veriniz,"[43]
âyetini delil getirmek gibi.
Eğer
sen: "Hz. Peygamber (s.a.v)'in haberini, onun zarurî veya istidlali
olduğuna bakmaksızın ele aldığımızda, ilim ifade etmesi kabul edilmemiştir.
Çünkü Kâdî Ebû Bekir Bâkıllânî (403/1013) ve ona tâbi olanlar, tebliğde sehven
yalan vuku bulabileceğini caiz görmüşlerdir.
Halbuki
bir haberde, doğruluğunu ifade eden ilimle birlikte, sehven de olsa, yalan
bulunabileceğini düşünmek doğru değildir. Bu durumda Kâdî'nin, tebliğle ilgili
peygamber haberinin hüccet olmadığı sonucuna varması gerekiyor. O zaman, bu
haberlerin zarûret-i diniyyeden olması şöyle dursun, hüccet olmaları konusunda,
icmâ dâhi oluşmamıştır," dersen, cevap olarak ve bu yanlış değerlendirmelerini
düzeltmek için deriz ki:
Kâdî'nin
bu fikre sahip olduğunu söylemek doğru değildir. Çünkü o, sehven yalanın caiz
olması durumunda, hata vâki olduğunda hemen uyarılmayı ve Allah tarafından
tasvip görülmemesini şart koşmuştur, Yalana karşı bir uyarı bulunmadığı zaman,
haberin doğruluğuna karar veririz. Buradan anlaşılıyor ki Kâdî, Hz. Peygamber'in
haberinin hüccet olması konusunda cumhurun görüşüne katılmaktadır.
Bir
de şu var, gerçekten Kâdî, kendi kanaatince mucizenin Peygamber'in sehven
yalana düşmesine mâni olmayacağı görüşünden hareketle, aklen bunu caiz
görmüşse de naklen cevaz vermemiştir. Çünkü Hz. Peygamber'in buna düşmediği
konusunda icmâ vardır. Bu durumda, o da sehven de olsa, Hz. Peygamber
(s.a.v)'den yalan çıkmadığı konusunda kesin kanaat sahibidir.
Zikrettiğimiz
şeylerden anlaşıdı ki, Hz. Peygamber'in (a.s) fiillerinin delil oluşuyla
ilgili benzeri müşkillerin giderilmesi, ihtilâf noktalarına göre farklı
olmaktadır.
Hz.
Peygamber (s.a.v)'in fiillerinde hatayı aklen caiz görenler, hemen uyarılmayı
ve öyle bir durumda sükût edilmeyeceğini şart koşmuşlardır. Herhangi bir uyarı
bulunmayınca, kesin olarak anlarız ki, fiilde bir isyan ve hata yoktur ve o,
kendisinden vazgeçilmemesi gereken kesin bir delildir. Hem bunu caiz gören
kimse, hatanın fiilen vuku bulmadığını söylediği halde aklen, olabilir,
demektedir. Hatanın vâki olduğu söylense bile, bu çok az olmuştur, denir. Çoğunlukta
ise bu tür şeyler vuku bulmamıştır. Akla göre çoğunluğa tâbi olmak, pek nadir
olan şeylere uymaktan daha önde ve Önce gelir.
Bu
son cevabımıza karşı şöyle denebilir: O zaman fiil, az da olsa, hata ihtimali
taşıdığı için amelde bir sakınca olmadığına, kat'î olarak değil, zannî olarak
delâlet eder.
Buna
da şöyle cevap verebiliriz: Fiilî delilin kat'î olması, aynı şekilde, hükme ait
delâletinin de kat'î olmasını gerektirmez. Görmez misin, Kur'ân'm delil oluşu
kesin iken bazen herhangi bir âyetin bir hükme delâleti, çeşitli ihtimallerden
dolayı zannîdir.
Demek
ki, bir şeyin kesin hüccet ve delil olması, onun, istenen şeye delâletinin
zannî olmasını ortadan kaldırmaz. Allah, en iyisini bilir.
SÜNNETİN DELİL
OLUŞUNUN DELİLLERİ
Daha
önceki anlattıklarımızdan anlaşıldı ki; sünnetin delil oluşu, dinî bir
zarurettir. Aslında bu kadar açıklama, bize ve kalbinde zerre kadar imanı olan
kimseye yeterlidir; delillerini söylemeye hacet yoktur.
Ancak
zamanımızda iyice çığırından çıkmış fikrî hürriyet ve gerçeği araştırma perdesi
arkasına gizlenerek İslâm'ı içten yıkmak ve aklı zayıf müslümanları oyalamak
isteyen zındıkların düşmanlıklarını ve dinsizlerin patırtılarım kesmemiz için
bu delilleri açıklamamız, yerinde bir tutum olacaktır. Bütün kuvvet ve kudret
Allah'a aittir, deyip söze başlıyoruz:
Sünnetin
dinde hüccet olduğunu gösteren deliller yedi tanedir:
1.
İsmet.
2.
Allah Teâlâ'nın, Sahâbe-i Kirâm'm, Hz. Peygamber'in hayatında sünnete sımsıkı
yapışmalarını tasdik etmesi.
2.
Kur'ân-ı Kerîm.
4.
Sünnet-i Şerîf.
5.
Sadece Kur'ân'la amelin mümkün olmayışı.
6.
Sünnetin vahiy ve vahiy derecesinde iki kısımda oluşu.
7.
İcmâ.
Birisi
çıkıp: "Sen, sünneti onun hüccet oluşuna nasıl delil gösterebilirsin; bu,
aynı noktaya dönmek gibi bir şey değil midir?" diyebilir, biz de deriz
ki: Bir kimse, aşağıdaki gelecek ismet delilinin açıklamasını biraz düşünecek
olsa bu itirazın cevabını anlar.
Çünkü
biz, Hz. Peygamber (s.a.v)'in yalandan masum olduğu tebliğle ilgili haberini,
O'nun, emir, nehiy, fiil ve tasviplerinin hüccet olduğuna delil gösteriyoruz.
Bunun açıklaması ileride geniş olarak gelecektir.
Diğer
bir ifadeyle biz, hasmın da hüccet olduğunu inkâr edemediği bir çeşit sünneti,
o derece olmayan ve hasmın bazen eleştiri imkânı bulabildiği diğer bir çeşit
sünnetin hüccet olduğuna delil gösteriyoruz. Hasmın ilk kısmı inkâr edemeyişi,
Peygamber (s.a.v)'in risâletini kabul eden herkese göre O'nun, bu haberlerinde
hata ve yalandan masum oluşunun apaçık bilinmesindendir. Bu durumda, inkâra
gidenin, bunu tamamen azgınlık ve kibirden dolayı yaptığı ortaya çıkacaktır.
Nitekim
biz, sünnetin hüccet olduğuna, Kur'ân'ı da delil gösteriyoruz. Malumdur ki,
delil gösterdiğimiz âyet veya bir parçasının Kur'ân'dan olduğu ancak Hz.
Peygamber (s.a.v)'in haberiyle sabit olmaktadır.
Aynı
şekilde, hüccet olduğu haberle sabit olan Hz. Peygamber (a.s)'in emrini, O'nun
fiillerinin ve tasviplerinin hüccet olduğuna delil gösteriyoruz.
Kısaca,
delil olarak gösterdiğimiz kısmın hüccet oluşu, hüccet oluşuna delil
gösterdiğimiz kısımla sabit olmamıştır. Burada aynı yere dönüş yoktur. Şimdi
delilleri açıklamaya başlıyoruz.
Bil
ki Rasûlullah (s.a.v), mucizenin delâleti ve ümmetin icmâı ile tebliği
zedeleyecek şeyleri kasden yapmaktan masumdur ve yine sahih görüşe göre bu
konuda hata ve yanılmaya düşmekten de korunmuştur. Hem O'nun bu alanda hataya
düşmesini kabul edenler, böyle bir durumda Allah Teâlâ tarafından hemen
uyarılması ve tasvip edilmemesinin şart olduğunda icmâ etmişlerdir.
Bu,
şunu gerektirir: Gerçekten, tebliğle ilgili her haber, -Allah Teâlâ'nm
tasvibinden sonra- icmâ ile doğrudur. Allah'ın katındakine uygundur. Bu durumda, ona yapışmak
vâcibdir.
İşte
bu şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'ân hakkındaki: "Bu Allah'ın
kelâmıdır," sözünün delil oluşu sabit olur. Yine hadîs-i kudsîdeki:
"Rabbu'l-izzet şöyle buyurdu..." şeklindeki sözleriyle, Ebû Davud ve
Tirmizî'nin, Mikdam b. Ma'dikerib'den (r.h) rivayet ettikleri hadîs-i şerifte
geçen: "Dikkat edin! Bana, Kitab (Kur'ân) ve beraberinde benzeri (değerde
sünnet) verildi. Ensesi kalın, karnı tok bir adamın, koltuğuna yaslanarak:
'Size bu Kur'ân'la amel vâcibdir. Onda helâl bulduğunuzu helâl, haram bulduğunuzu
haram sayın, başka şeye bakmayın,' demesi yakındır. Gerçek şu ki, Peygamber'in
haram kıldığı, Allah'ın haram kıldığı gibidir, "[44]
sözünün delil oluşu, bu şekilde sabit olmuştur.
Yine
Huzeyfe'nin (r.h) rivayet ettiği hadiste geçen: "Bu, âlemlerin Rabbinin
elçisi Cibril'dir. Kalbime şunları ilham etti: Hiçbir nefis, ulaşması gecikse
de rızkı tamamen eline geçmeden ölmez. Öyleyse Allah'tan korkun ve rızkınızı
güzel yollardan arayın. Sakın, rızkınızın gecikmesi, sizi, onu Allah'a isyan
ederek almaya sevketme-sin. Hiç şüphesiz, Allah katındaki şeylere ancak ona
itaat edilerek ulaşılır,"[45]
sözünün delil oluşu da onun masumiyeti ile sabit olur.
Bütün
bu haberler, yalandan korunmuştur. Bu da gösterir ki, vahiy iki kısımdır:
Biricisi,
Kitâb-ı Kerîm'dir ki o, tilâvetiyle ibâdet yapılan mu'ciz bir kelâmdır.
İkincisi
de hadîs-i kudsî ve hadîs-i nebevidir ki, mânâsı vahye, ifadesi Hz. Peygamber
(s.a.v)'e dayanır.
Bütün
bunlar, Allah katından olunca, hepsi kıyamete kadar halkın önünde duran
deliller olmaktadır.
Yine
Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğde yalandan korunmuş olmasıyla, fem-i
saadetlerinden çıkan:
"Ameller
niyetlere göre değerlendirilir."[46]
"iddia
sahibine delil, inkâr edene de yemin gerekir."[47]
"İslâm
beş temel üzerine kurulmuştur,”[48]
gibi ahkâma delâlet eden sözlerinin de
yalandan korunmuş haberler ve deliller olduğu ortaya çıkmaktadır.
Yine
bu sıfatı sebebiyle: "Ey insanlar! Ben, size ancak Allah'ın emrettiğini
emrediyor ve O'nun size yasakladıklarından nehyediyo-rum," sözüyle az
yukarıda, el-Mikdam rivayetinde geçen: "Allah Rasûlü'nün haram kıldığı, Allah'ın
haram kıldığı gibidir,"[49]
sözünün delil oluşu, sabit olmaktadır.
Bu
ve benzeri haberler, yalandan korunmuştur/Bu da bize gösterir ki, Allah Rasülû
(s.a.v) ancak Allah'ın emrettiğini emreder ve O'nun yasakladıklarını nehyeder.
Bu durum, bütün emir ve nehiyle-rinin delil olmasını gerekli kılmaktadır.
Yine
bu delil sebebiyle Hz. Peygamber'in (s.a.v): "Benden gördüğünüz şekilde
namaz kılınız, "[50]
sözünün hüccet olduğu, sabit olmaktadır. Bu söz hüccet olunca namazı açıklayan
bütün fiillerinin de hüccet oluşu sabit olacaktır.
Aynı
şekilde: "Hac ibâdetlerinizi benden öğreniniz,"[51]
sözünün hüccet olmasıyla da hacla ilgili
fiillerin delil oluşu ortaya çıkmaktadır.
Yine
aynı delille, Ebû Davud'un (275/888) Irbaz b. Sâriye'den (r.h) rivayet ettiği
hadisde geçen: "Size, Allah'tan korkmanızı, başı-nızdaki idareci bir
Habeşli köle de olsa, dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Sizden uzun
müddet yaşayanlar, pek çok ihtilâf görecektir. O durumda size, benim sünnetim
ve hidâyet üzere yürüyen râşid halifelerin gidişatı gerekir. Onlara sımsıkı
tutunun, azı dişlerinizle (canla-başla) sarılın. Sonradan uydurulan ve dine
sokulan işlerden sakının. Şüphesiz (dince makbul olmayan) yeni şeyler
bid'attır. Her bid'at, bir dalâlet; her dalâletin sonu ateştir,"[52]
Peygamber sözlerinin de delil olduğu ortaya çıkar.
Bu
hadiste geçen sünnete sarılma emrinin hüccet oluşu sabit olunca Hz, Peygamber
(s.a.v)'in söz, fiil yahut tasviplerinden oluşan bütün sünnetlerin birer delil
olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Yine
Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğle ilgili haberlerinde, yalandan masum olması
sebebiyle ve bunun kesin delaletiyle, Hâkim en-Neysâbûrî'nin (405/1014), İbn
Abbas (r.h)'dan rivayet ettiği şu hadişin de delil oluşu ortaya çıkmaktadır.
Rivayet şudur: Rasûlullah (s.a.v), veda haccında, bize bir hutbe verdi ve bu
hutbesinde buyurdu ki: "Şüphesiz şeytan, bu beldenizde Allah'tan başkasına
ibâdet edilmesinden ümidini kesmiştir. Fakat o, bunun dışında, basit gördüğünüz
amellerinizle kendisine itaat edilmesine de razı olur. Bu hâle düşmekten
sakınınız. Şüphesiz ben, size kendilerine sarıldığınızda hiç sapıtmayacağınız
iki şey bıraktım: Bunlar, Allah'ın Kitabı ve PeyganıberVnin sünnetidir."[53]
Bu
hadiste olduğu gibi Buharı (256/870), Müslim (261/874), Ebû Dâvud (275/888) ve
İbn Mâce'nin (273/886) rivayet ettikleri: "Bizim işimizde (dinimizde),
dinin kabul etmediği bir şeyi icad eden kişi ve işi reddedilir,"[54]
hadisi de bir delil olmaktadır.
Gerçekten
şu iki haber, -yalandan masum iki haber olmaları sebebiyle- Hz. Peygamber
(s.a.v)'in kavlî, fiilî ve takriri bütün sünnet çeşitlerinin delil olduğunu,
bunlara sarılmanın sapıklık olmadığını, asıl sapıklığın, onları terk edip
aksine amel etmekte olduğunu göstermektedir. Inşâallah, sana sünnetin bu
konuda delil oluşunu gösterirken pek çok hadisler zikredeceğiz, onları iyi
düşün ve anla. Sakın şeytan, aklını karıştırıp seninle oynamasın.
Bütün
bunlardan anladın ki, Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğle ilgili haberlerinde
masum oluşu, yukarıda geçtiği gibi bütün sünnet çeşitlerinin delil olduğunu
isbat etmede, tek başına bize yetmektedir. Fakat bununla birlikte biz, diğer
ismet çeşitlerini de açıklamak ve onun delâlet yönünü kuvvetlendirmek istedik.
Bunun için diyoruz ki: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, ümmetin üzerinde icmâ ettiği
gibi tebliği zedeleyecek şeylerden korunmuş olması, sadece tebliğle ilgili
haberlerinde yalandan korunmuş olmasına ait değildir. Hiç şüphesiz hükümlerin
tebliği, sözlü haberle olduğu gibi fiil ve tasvip, emir ve ne-hiyle de
olmaktadır. Bütün bunlar, tebliğin bir çeşididir.
Şu
halde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğe ait haberlerin dışında, tebliği
zedeleyecek şeylerden korunmuş olması, onun bütün fiil, tasvip, emir ve
nehiylerinin de bizzat delil olmasını gerekli kılmakta, bunun için başka bir
habere ihtiyaç duyulmamaktadır. Yine bilmektesin ki Rasûlullah (s.a.v), günah
işlemekten korunmuştur. Bu konuda değişik görüşte olan ve bunun bazı
çeşitlerini kabul edenler de bir hata anında, hemen uyarılmasını ve tasvip
edilmemesini gerekli görmüşlerdir.
Buna
göre Hz. Peygamber (s.a.v), aslında kendisiyle tebliği kas-detmediği, herhangi
bir yemeği yemek veya bir tür şeyi içmek gibi bir fiil yaptığında yahut
herhangi bir fiile sükût buyurduğunda veya kendisinden -dünyevî konulardaki
konuşmaları gibi- herhangi bir söz çıktığında, Allah Teâlâ tarafından
uyarılmıyor ve bu haliyle tasvip görüyorsa o zaman, kendisinden meydana gelen
bu şeylerin günah ve hata olmadığına kesin olarak hükmederiz. Bu durumda o
şeyler, en azından, alınmasında sakınca bulunmayan bir delil olurlar.
Biz,
Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendisiyle tebliğ kasdetmediği fiillerinin -meselâ,
tabiî fiilleri gibi- delil oluşundan bahsettiğimizde, bununla maksadımız,
onların vücûb veya mendûba delâlet ettiği değildir ki bazıları, bu konuda
bizimle çekişmeye girsin. Bundan kasdı-mız, onların, bu fiillerde bir sakınca
bulunmadığına veya mübâh olduklarına delil olduklarını göstermektedir.
Aynı
şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in dünya meseleleriyle ilgili emir ve
nehiylerinin delil oluşlarından maksat da onların, vücûb, mendûb, haram veya
mekruha delâlet etmesi değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s:a.v), bunlarla -bir
âlimin câhili, bir dostun dostu irşadı gibi- sadece irşadı kasdetmiştir.
Demek
ki, bu fiillerin delâletindeki hüccet olma, bir fiilin yapılmasını veya
yapılmamasını, kesin veya başka bir şekilde istemeyi ifade eden kullandığımız
lügat mânâsında değildir. Bununla anlatılmak istenen, bu tür fiillerin, bir
başkası tarafından işlenmesinin mübâh olduğunu göstermektir. Yine bildiğin gibi
Hz. Peygamber (s.a.v)'in içtihadla ibâdet etmesiyle ve bunda bazen
yanılabileceği konusunda ihtilâf vardır. Caiz görenlere göre de hatasına göz
yumulmayacağı, aksine, derhal uyanlıp hatasının açıklanacağı bilinmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından içtihadı bir hüküm ortaya konduğunda, Allah
Teâlâ onu tasvip ve takrir ettiğinde hiç şüphesiz o, icmâ ile delil olur.
Bilindiği
gibi Hz. Peygamber (s.a.v), ümmetini, sünnetine sarılmaya teşvik ediyor ve ona
muhalefetten de sakındırıyordu. Allah kendilerinden razı olsun, gerçekten
Sahâbe-i Kiram da O'nun bu konudaki emrine yapışıyor, ona uyuyor, bütün söz,
fiil ve tasviplerinde kendisine tâbi oluyor ve O'ndan sâdır olan her şeyi,
kendilerine ittibâyı gerekli kılan bir delil olarak görüyorlardı.
Ancak
bu hüküm, Hz. Peygamber (s.a.v)'in dünyevî konularla ilgili bir içtihadı
olunca o zaman, bunun nasıl ve niçin olduğu konusunda kendisine
danışıyorlardı.
Aynı
şekilde, kendisinden dinî konularda bir içtihad vâki olunca -bir an onun
olduğunu düşünelim- içtihad esnasında yahut hüküm bizzat tarafından açıklanınca
veya o konuda Allah Teâlâ'nm takrir ve tasvibi gerçekleşmeden önce Ashâb-ı
Kiram, hükmün işaret ettiği noktalarda kendisiyle konuşup tartışabiliyorlardı.
Yine
indirilen bir hüküm, kendilerince anlaşılmaz bir durumda olunca, gerçek
olduğuna inanmadıkları için değil, ancak hikmetini anlamak için onu, Hz.
Peygamber (s.a.v)'e sorup hakikatim anlamaya çalışıyorlardı.
Yine
bazı vakitler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in birtakım fiillerinde, -bu fiillerin,
özellikle Efendimize has kılınmış olabileceğini düşündüklerinden- kendisine
tâbi olmuyorlardı. Yahut Rasûlullah (s.a.v)'ın, kendilerine emrettiği bir
fiili, Efendimiz (s.a.v) yapmadığı zaman: "Bu emir, o işin mübâh ve ruhsat
olduğunu bildirmek içindir. Efendimiz (s.a.v), onu yapmadığı için emredilenin
dışmdakini yapmak daha faziletlidir," diye düşündüklerinden o fiili
yapmıyorlardı. Yoksa bu çeşit davranışlar, Rasûlullah'a (a.s) uymanın vâcib
olmadığını ve O'na muhalefetin de yasaklanmamış olduğunu kabul ettiklerinden
kaynaklanmıyordu. Çünkü onların diğer davranışları, bunun aksini
göstermektedir. Yine malumdur ki Sahâbe-i Kiram, Ki-tab'dan hüküm çıkarmaya ve
içtihad yapmaya bizden daha muktedir idiler.
Bununla
birlikte onlar, başlarına gelen bir hadisede, çözümü için sadece Kur'ânla
yetinmiyorlar di. Bilakis, başlarına gelen her hadisede, sorma imkânı
buldukları müddetçe Rasûlullah (s.a.v^a danışıyorlardı.
Eğer
onlardan birisi, Efendimiz (s.a.v)'den uzakta bulunduğunda başına bir hadise
gelirse, onun halli için önce Kitab'da cevabını araştırır, O'nda bir cevap
bulamazsa sünnette araştırır, orada da bir cevap bulamazsa kendi görüşüyle
içtihad ederdi. Rasûlullah (s.a.v)'a döndüğü zaman da durumu O'na arz eder;
eğer içtihadında isabetli ise Efendimiz (s.a.v) onu tasvip eder, hatalı ise
hatasını gösterir, boyladığında Allah Rasûlü (s.a.v) de üç defa: "Evet,
iki için de böyledir," buyurdu.[55]
İbn
Abdilberr (463/1071), Muaz b. Cebel'den (r.h) şu nakli yapmaktadır. O, demiştir
ki: Rasûlullah (s.a.v), beni Yemen'e vali olarak gönderdiği zaman bana:
"Önüne bir dâva getirildiği zaman nasıl hüküm verirsin?" buyurdu.
Ben:
"Allah'ın
Kitabı'yla hükme bağlarım," dedim. Efendimiz (a.s): "Allah'ın
Kitabı'nda bir çözüm bulamazsan, ne yaparsın?" diye sordu. Ben:
"Allah
Rasûlü'nün sünnetiyle hüküm veririm," dedim. Efendimiz (s.a.v):
"Allah
Rasûlü'nün sünnetinde de bir çözüm yoksa, ne yaparsın?" buyurdu. Ben de:
"Kendi
görüşümle içtihad ederim; meseleyi yüzüstü bırakmam," dedim. Bu cevap
üzerine Rasûlullah (s.a.v) göğsüme vurarak:
"Rasûlü'nün
elçisini, onun razı olduğu şeyde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun..."
diye hamd etti.[56]
İbn
Abdilberr, Ebû Hureyre'den (r.h) rivayet ediyor: O, demiştir ki:
"Rasûlullah (s.a.v), bir gün, Ubeyy 6. Ka'b'ın (r.h) yanına vardı. O,
namaz kılıyordu. Efendimiz (a.s): Ya Ubeyy! diye seslendi. Ubeyy, namaza devam
etti. Allah Rasûlü'ne icabet etmedi. Namazı hafif tutup Allah Rasûlü'ne döndü.
Allah Rasûlü, kendisine:
'Ya
Ubeyy! Seni çağırdığımda bana icabet etmene engel olan neydi?' diye sordu.
Ubeyy:
'Namaz
kılıyordum, ya Rasûlallah,'dedi. Efendimiz (a.s): ' Sen, âyet-i kerîme'de:
'Size hayat veren şeye çağırdığı zaman Allah'a ve Rasûlü'ne icabet edin,'
buyurduğunu bilmiyor musun? diye sorunca, Ubeyy:
'Evet,
ya Rasûlallah! Biliyorum, inşâallah bir daha böyle yapmayacağım, dedi."[57]
Buhârî,
Ebû Vâil Şakik b. Selme'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Sıffln
savaşının yapıldığı ve iki hakemin hüküm verdiği günde Sehl b. Hanifin: 'Ey
insanlar, dininize karşı kendi görüşünüzü kusurlu görün. Ben, Ebû Cendel'in,
anlaşma gereği düşmana teslim edildiği Hudeybiye gününü hatırlıyorum. O an,
Rasûlullah (s.a.v)'ın emrini geri çevirmeye gücüm yetseydi, mutlaka yapardım.
Bizi rezil duruma düşüren bu durum karşısında kılıçlarımızı omuzlarımıza
koymamız, bize, bildiğimiz daha sonraki işleri kolaylaştırdı. Fakat bugünkü
iş, böyle değil,'dediğini işittim.'[58]
Ebû
Ya'la el-Mevsîlî, Müsned ve Beyhakî, el-Medhal adlı eserinde, Hz. Ömer'in (r.h)
şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Ey insanlar, dininizin hükümleri
karşısında kendi görüşlerinizi kusurlu görün- Ben, Ebû Cendel'in, düşmana geri
verildiği Hudeybiye günündeki hâlimi hatırlıyorum. Ben, kendi içtihadımla,
Rasûlullah (s.a.v)'ın emrini değiştirmeye çalışıyordum. Vallahi ben, haktan yüz
çevirmiş değildim. Durum, şöyle cereyan etmişti: Rasûlullah (a.s) ile Mekke
müşrikleri arasında anlaşma metni yazılıyordu. Efendimiz (s.a.v): 'Bismillahirrahmanirrahim
yazın,' buyurdu. Müşrikler: 'Söylediklerini kabul ettiğimizi mi zannediyorsun?
Söylediğin gibi değil, fakat Bismikellahumme yaz,* dediler. Rasûlullah (s.a.v),
razı oldu; bense dediklerine yanaşmadım. Ben itiraz edip dururken Rasûlullah
(s.a.v), bana: 'Ben razı olmuşken, sen razı olmuyor musun?' dedi. O zaman razı
oldum."
İmam
Ahmed (241/855) ve Buhârî (256/870), Hudeybiye hadisesini anlatırken şunları
rivayet etmişlerdir: Hz. Ömer (r.h), demiştir ki: (Hudeybiye anlaşmasıyla
Kabe'yi tavaf etmeden geri dönmeye karar verince) Rasûlullah'a (a.s) geldim ve:
"Sen,
Allah'ın gerçek peygamberi değil misin?" dedim. "Evet,
peygamberiyim," dedi. Ben:
"Bizler
hak üzere, düşmanlarımız da bâtıl üzere değil mi?" dedim.
"Evet
öyledir," dedi. Ben:
"Öyleyse
niçin dinimiz konusunda basit tavizler veriyoruz?" dedim. Hz. Peygamber
(s.a.v):
"Ben,
Allah Rasûlü'yüm; O'na isyan edecek değilim. O, benim yardımcımdır," buyurdu. Ben:
"Sen,
bize Kabe'ye gidip tavaf edeceğimizi söylemedin mi?" dedim.
"Evet,
bunu sana söyledim; sana, gelecek yıl muhakkak oraya gideceksin demedim
mi?" dedi.
"Hayır,"
dedim.
"Sen,
muhakkak oraya gidecek ve tavaf edeceksin," dedi. Duramadım, Ebü Bekir'in
yanına gittim. Ona:
"Ya
Ebâ Bekir, bu zât, Allah'ın gerçek peygamberi değil midir?" dedim.
"Evet,
Allah'ın hak peygamberidir/' dedi.
"Biz,
hakk üzere, düşmanlarımız da bâtıl üzere değil midir?" dedim. Ebû Bekir:
"Ey
adam! O, Allah'ın Rasûlü'dür.,Rabbine isyan etmez. Allah, O'nun yardımcısıdır.
Sen, O'nun sözüne ve gidişine yapış. Vallahi O, hak üzeredir," dedi.
"Peki
O, bize Kabe'ye gideceğimizi ve onu tavaf edeceğimizi söylemedi mi?"
dedim.
"Evet,
söyledi; sana gelecek yıl oraya gideceğini bildirmedi mi?" dedi.
"Hayır,"
dedim.
"Sen
mutlaka oraya gidecek ve Kabe'yi tavaf edeceksin," dedi.
Hz.
Ömer (r.a), anlatmaya devam ediyor: "Bu iş için çok uğraştım. Sonra
Kitab'ın hükmü geldi. Fetih Sûresi nazil oldu. Allah Rasûlü, ilâhî haber ve
hükümleri okuyup bitirince, ashabına:
'Kalkın,
kurbanlıklarınızı kesin, sonra da traş olun,' buyurdu. Vallahi onlardan hiçbiri
(üzüntüsünden) ayağa kalkmadı. Rasûlullah (s.a.v), aynı emri üç defa
tekrarladı. Hiçbiri ayağa kalkmayınca, hanımı Ümmü Seleme'nin çadırına girdi
ve ona insanlardan gördüğü davranışı anlattı. Ümmü Seleme (r.h):
"Ya
Nebiyellah! Sen bunu istiyor musun? Öyleyse çık, hiç kimseyle bir şey
konuşmadan kurbanlık deveni boğazla ve bir berber çağır, başını traş etsin,'
dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v), dışarı çıktı; hiç kimseyle bir şey
konuşmadan kuranlık devesini boğazladı. Sonra bir berber çağırdı; berber,
başını traş etti. Ashâb bunu görünce kalktılar, kurbanlık ^evelerini
boğazladılar ve birbirlerini0 traş etmeye başladılar. Öyle bir hâldeydiler ki,
üzüntüden, neredeyse birbirlerini öldüreceklerdi."[59]
İbn
Hacer el-Askalânî (852/1448), Fethu'l-Bâri adlı eserinde, yukarıdaki hadisin
şerhinde: "Ashâb-ı Kiram, Rasûlullah'ın (s.a.v) kendilerine, müşriklerle
savaşmaya izin vereceğini ve onlara gal$ aelerek umrelerini tamamlayacaklarını
ümid ederek, verilen emre derhal uymaktan geri kaldılar," demiştir.
İmam
Buhârî, Ebû Hureyre'den (r.a) rivayet ediyor. O, demiştir ki: Hz. Peygamber
(s.a.v), ashabına:
"Hiç
ara vermeksizinpeşpeşe oruç tutmayın," buyurdu. Onlar: "Siz bunu
yapıyorsunuz," dediklerinde Hz. Peygamber (s.a.v):
"Ben,
sizin gibi değilim; Rabbim, bana yedirir ve içirir. Siz, buna
dayanamazsınız," buyurdu. Fakat onlar, visal orucuna son vermediler. Hz.
Peygamber (s.a.v), onlarla, iki gün ara vermeden oruç tuttu. Sonra yeni ayın
hilâlini gördüler ve ara verdiler*. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v),
onlara ta'zir yollu:
"Şayet
hilâlgecikseydi, size bunu artıracaktım," buyurdu.[60]
İmam
Mâlik (179/795), Muvatta adlı eserinde, Ata b. Yesar'm şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Bir adam, oruçluyken hanımını öptü ve bundan büyük haz aldı.
Bunun üzerine, durumu sormak üzere hanımını Hz. Peygamber (s.a.v)'e gönderdi.
Kadın, Ümmü Seleme'nin (r.h) yanına gitti ve hadiseyi anlattı. JJmmü Seleme
(r.h), kendisine, Rasûlullah (a.s)'ın da oruçlu iken hanımlarını öptüğünü haber
verdi. Kadın, bunu kocasına haber verince, kocası:
'Biz,
Allah'ın Rasûlü gibi değiliz. Allah, dilediğini Peygamberine helâl kılar,'
dedi. Kadın, tekrar Ümmü Seleme'nin yanına gitfy. Hz. Peygamber
(s.a.v)'iyanında buldu.'Efendimiz (a.s):
'Bu
kadının derdi nedir? Ne istiyor?' diye sordu. Ümmü Seleme (r.h) de kendisine
durumu haber verdi. O zaman Hz, Peygamber
(s.a.v):
'Ona,
benim oruçlu iken hanımlarımı öptüğümü söylemedin mi?'dedi. Ümmü Seleme (r.h):
'Söyledim.
O da gidip kocasına haber verince kocası, biz, Allah'ın Rasûlü gibi değiliz.
Allah, Peygamberine dilediğini helâl kılar demiş,'deyince, Rasûlullah
(s.a.v)gazablandı ve:
'Ben,
sizin Allah'tan en çok korkanınızım ve O'nun çizdiği sınırı en iyi
bileninizim,'[61]buyurdu."
İmam
Buhârî ve Müslim, Hz. Ali'nin şöyle dediğini naklet-miştir: "Ben,
kendisinden, çok mezi gelen bir adamdım. Bunu Rasûlullah (s.a.v)'a sormaya
utandım ve Miktad b. el-Esved'den,
gidip
Hz. Peygamber (s.a.v)'e sormasını istedim. O da gidip sordu. Efendimiz (s.a.v):
'Mezigelince abdestgerekir,' buyurdu."[62]
Tirmizî
hariç, bir grup hadis imamı, İbn Ömer'den (r.a) şu ha*~ diseyi nakletmişlerdir:
İbn Ömer, hayız halinde olan hanımını boşadı. Hz. Ömer, durumu Hz. Peygamber
(s.a.v)'e anlattı. Allah'ın Rasûlü (s.a.v), buna çok kızdı ve hanımına
dönmesini, sonra temizleninceye kadar yanında tutmasını, sonra tekrar hayız
görüp boşamak isterse ona yanaşmadan boşamasını emretti ve Allah Teâlâ'mn emrettiği
iddetin bu şekilde olduğunu söyledi.[63]
İmam
Ahmed, Buhârî ve Müslim'in, Ya'la b. Ümeyye'den rivayet ettiklerine göre O,
şöyle demiştir: Ömer b. Hattab'a (r,a), "Kâfirlerin size kötülük
etmesinden endişe ederseniz namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur,"[64]
âyetini okudum ve: "Bugün insanlar,
bundan emin değil midir?" dedim. Hz. Ömer (r.a): "Ben de senin gibi bu
âyette hayrete düştüm ve Rasûlullah'a sordum. Efendimiz (a.s): 'Bu, size
Allah'ın bir ihsanıdır. Allah'ın ihsanını kabul ediniz,[65]
buyurdu."
Suyûtî
(911/1505), demiştir ki: "Ulemâ, ashabın bu âyetten, düşman korkusu
bulunmadığı zaman, namazı kısaltmanın kalktığını anlamışlar; Hz. Peygamber
(s.a.v), kendilerine her iki halde bunun bir ruhsat olduğunu
bildirmiştir."[66]
Buhârî
ve İbn Abdilberr, İbn Ömer'in (r.h) şöyle dediğim rivayet etmişlerdir:
"Rasûlullah (s.a.v), Ahzab günü (Hendek Sava-şı'nda), 'Ben-i Kurayza'ya
varmadan, kimse ikindi namazını kılmasın,' buyurdu. Bazıları yolda iken ikindi
namazına ulaştılar. Içlerinden bir kısmı: 'Ben-i Kurayza'ya varmadan namazı
kılmayalım,' dediler. Bazıları da: 'Hayır, kılalım. Rasûlullah bizden bunu
istemedi,' diyerek ikindiyi kıldılar. Durum Hz. Peygamber'e (s.a.v)
aktarılınca, hiçbirine kızmadı."[67]
Yine
rivayet edilir ki, ashâbdan iki kişi, beraberce yolculuğa çıktılar. Namaz
vakti geldi. Yanlarında su yoktu. Teyemmüm abdesti alıp namazlarını kıldılar.
Sonra, vakit çıkmadan su buldular. İçlerinden birisi, su ile abdest alıp
namazını iade etti, diğeri etmedi. Hadise Hz. Peygamber'e (s.a.v) intikal
edince, ikisini de doğru buldu ve namazı iade etmeyene: "Sünnete uydun,
kıldığın namaz sana yeterlidir," dedi. Namazını iade edene de: "Sana
da iki kat ecir vardır,"'buyurdu.[68]
İçlerinde,
Hz. Ömer ve Hz. Muaz'ın (r.a) da bulunduğu sahabeden bir grup, yolculuk
yapıyorlardı. Hz. Ömer ve Muaz'ın gusül abdesti almaları icab etti. Yanlarında
su yoktu. Herbiri içtihadını ortaya koydu. Muaz (r.a), toprakla yapılacak
temizliği su ile yapılana kıyas etti ve cünubluktan temizlenmek için bütün
vücuduyla toprakta yuvarlanıp sonra namaz kıldı. Hz. Ömer ise bunu yeterli bulmadı
ve namazım tehir etti. Rasûlullah (s.a.v)'a döndüklerinde kendilerine işin
doğrusunu açıklayarak Hz. Muaz'ın kıyasının yanlış olduğunu, çünkü onun,
"Su bulamadığınız zaman temiz bir toprakla teyemmüm yapın, yüz ve
ellerinize mesh edin,"[69]
âyetine ters düştüğünü söylemiş ve ona,
teyemmümün yer ve şeklim gösterek: "Böyle yapman sana yeterlidir,"
buyurmuş Hz. Ömer'e de teyemmümün, küçük hadesi ortadan kaldırdığı gibi büyük
(hayız ve cünubluk gibi) hadesi de ortadan kaldıracağını, hem âyet-i kerîme'de
zikredilen ve teyemmümün yeterli olduğu, kadınlara dokunmakla kasdedilenin
(Öpmek, ellemek gibi) cimâya sevkeden şeyler olmayıp, bizzat cimâ-nın kendisi
olduğunu anlatmıştır.[70]
Bu
ve bunlardan başka pek çok rivayet, bize az önce konu başında açıkladığımız
delilin doğruluğunu göstermektedir.
Allah
Teâlâ'mn Kitabı, sünnetin delil oluşunu kesin olarak ifade eden pek çok âyet-i
kerîmeyle doludur.
Bu
âyet-i kerîmeler, birkaç gruba ayrılmaktadır. Bazen bir âyet-i kerîme, birden
fazla gruba ait olabilmektedir. Biz, burada beş grubu zikretmekle yetineceğiz.
Hz.
Peygamber (s.a.v)'e iman etmenin vâcib olduğunu gösteren âyet-i kerîmelerdir.
Burada
Hz. Peygamber'e imanla anlatılmak istenen, O'nun peygamberliğini ve Kur'ân'da
zikri geçsin veya geçmesin, O'nun Allab katından getirdiği bütün şeyleri tasdik
ve kabul etmektir. Yine Hz. Peygamber'e uymamanın ve hükmüne rıza göstermemenin
imanla bağdaşamayacağını ifade eden âyet-i kerîmeler de bu gruba girer.
Şimdi
ilgili âyet-i kerîmeleri ve ulemânın yaptığı bazı açıklamaları sunuyoruz:
Allah
Teâlâ şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Allah'a, Pey-gamberi'ne,
indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a (tam manâsıyla) iman edin. Kim
Allah'ı, meleklerini, kitaplarını ve kıyamet gününü inkâr ederse, tam manâsıyla
sapıtmıştır."[71]
"Artık
Allah'a, Rasûlü'ne ve indirdiğimiz nâra (Kur'ân'a) iman edin, Allah, yaptıklarınızdan
tamamen haber dardır,'[72]
"Rasûlüm
de ki: Ey insanlar! Gerçekten ben, sizin hepinize gelen, Allah'ın
peygamberiyim. O Allah ki, yer ve göklerin tasarrufu O'nundur. O'ndan başka
hiçbir ilâh yoktur. O, diriltir ve öldürür. Onun için Allah'a ve O'nun bütün
kelimelerine iman eden o ümmî Peygambere iman edin ve o Peygambere uyun ki,
doğru yolu bulaşı-
nız.'[73]
Kâd-ı
Iyâz (544/1149), demiştir ki: "Allah'ın peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)'e
iman, kesin bir farzdır. İman ancak O'nunla tamam olur ve İslâm ancak O'nunla
sıhhat bulur,"[74]
Allah Teâlâ, buyurmuştur ki: "Kim
Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmezse bilsin ki muhakkak biz, kâfirler için
tutuşmuş bir ateş hazırladık."[75]
Allah
Teâlâ, yine buyurur ki: "(Ey Rasûlüm) Gerçekten biz, seni (ümmetine) şâhid
(Cennetle) müjdeleyici (Cehennemle) korkutucu bir peygamber olarak gönderdik ki
siz insanlar, Allah'a ve Peygamberine iman edesiniz. Rasûlü'ne yardım edip O'nu
yüceliksiniz ve sabah aksam Allah'ı teşbih edesiniz."[76]
Allah
Teâlâ, buyurur: "Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden, sonra
imanlarında asla şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla
cihad edenlerdir. İşte onlar, gerçekten sâdık kimselerdir."[77]
Bir
başka âyet: "Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlü'ne gönülden iman etmiş
kimselerdir. Onlar, o Peygamber'le toplu bir iş üzerinde bulundukları vakit,
O'ndan izin isteyip O da izin vermedikçe bırakıp gitmezler. (Rasûlüm) Şu,
senden izin isteyenler, hakikaten Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmiş kimselerdir.
Öyle ise bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan
dilediğine izin ver; onlar için Allah'tan bağış dile; Allah çok mağfiret edici
ve merhametlidir."[78]
İmam
Şafiî (204/819), demiştir ki: "Allah Teâlâ, kendisine ve Rasûlü'ne imanı,
diğer bütün amellerin başlangıcı ve kâmil imanın kaynağı yapmıştır. Bir kul,
Allah'a iman edip de Rasûlü'ne iman etmese, imanı tamam ve sahih olmaz. Hatta
kabul görmez. "[79]
İbn
Kayyım el-Cevziyye (751/1350) ise şöyle demektedir: "Allah Teâlâ, Ashâb-ı
Kirâm'ın, Hz. Peygamber'le toplu bir işteyken ondan izin almadan herhangi bir
yola ve yere gitmemelerini, imanın gereklerinden kılınca, O'nun izni
olmaksızın, ilmî bir mezhebe ve hükme gitmemeleri, daha öncelikli olarak imanın
bir gereği olmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in böyle bir konudaki izni ise
getirdiği vahiy ve sünnetin o şeye izin verdiğini göstermesi ile
bilinmektedir."[80]
Allah
Teâlâ, buyurur: "Güçsüz durumda bulunanlar, hasta olanlar ve infak edecek
bir şey bulamayanlar, Allah ve Rasûlü'ne sadâkatlerini korudukları takdirde
kendilerine, cihaddan geri kaldıkları için bir günah yoktur. İyilik
sahiplerini ayıplamaya bir yol yoktur. Allah Gafur ve Rahlm'dir."[81]
Ebû
Süleyman el-Hattâbî (388/998), demiştir ki: "Âyet ve hadislerde geçen
nasihat, kendisi için nasihat yapılan ve samimiyet gösterilen kimse için hayır
düşünüldüğünü ifade eden bir kelimedir. Nasihata tek bir mânâ vermek, doğru ve
mümkün değildir. Nasihatın lügat mânâsı, ihlâs ve samimiyettir.
Buna
göre Allah Teâlâ için nasihat, O'nun birliğine doğru bir şekilde itikad etmek,
O'nu lâyık sıfatlarla vasfetmek, hakkında caiz olmayan şeylerden tenzih etmek,
sevdiği şeylere rağbet, gazablandığı şeylerden nefret ve ibâdetinde ihlâs üzere
hareket etmektir.
Allah'ın
Kitabı için nasihat; ona iman, onunla amel, güzel okumak, kıraati anında huşu
üzere olmak, onu yüceltmek, onu anlamak ve hükümlerine vâkıf olmak, haddi
aşanların hevâlarına göre yorumlarından ve dinsizlerin hücumlarından onu
korumaktır. Allah'ın Rasûlü için nasihat ise O'nun peygamberliğini tasdik
etmek, emir ve yasaklarında kendisine var güçle itaat etmektir."
Ebû
Bekir el-Acurî, demiştir ki: 'Allah'ın Rasûlü için nasihat, O'nu desteklemek,
kendisine yardım etmek, hayatta ve vefat ettikten sonra himaye etmek; sünneti
öğrenip savunarak, halk arasında yayarak, yüce ahlâkı ve güzel edebiyle
ahlâklanarak O'na ait şeyleri ihya etmektir."
Ebû
İbrahim İshak et-Tûcîbî (Ö.352 h.), demiştir ki: "Rasû-lullah (s.a.v) için
nasihat, getirdiklerini tasdik, sünnetini tatbik, onu yaymak ve buna teşvik,
Allah'a, Kitabı'na, Rasûlü'ne, O'nun sünnetine ve onunla amele davet
etmektir."[82]
Allah
Teâlâ, buyurur ki: "Onlara: Allah'ın indirdiğine ve Rasûlü'ne gelin,'
denildiği zaman, münafıkların, kibirlenerek senden yüz çevirdiklerini
görürsün."'[83]
Yine
Allah Teâlâ, buyurur: "(Bazı İnsanlar) Allah'a ve Rasûlü'ne inandık ve
itaat ettik diyorlar, sonra da içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Onlar
gerçekten mü'min değillerdir."
"Onlar,
aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlü'ne çağrıldıklarında, içlerinden
bir kısmının yüz çevirip döndüğünü görürsün!"
"Ama
eğer (Allah ve Rasûlü'nün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise itaat içinde
gelip boyun eğerler."
"Bunların
kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe içinde midirler, yahut Allah ve
Rasûlü'nün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar1? Hayır,
gerçekten onlar zâlim kimselerdir."
"Aralarında
hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlü'ne çağrıldıkları vakit, mü'minlerin sözü,
ancak: 'Dinledik ve itaat ettik,' demeleridir. İşte bunlar kurtuluşa
erenlerdir."
"Kim
Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eder, Allah'tan içtenlikle korkar ve O'na isyandan
sakınırsa, işte onlar, saadeti ele geçiren kimselerdir."
"Bir
de münafıklar, kendilerine emrettiğin zaman, muhakkak (savaşa ve hicrete)
çıkacaklarına dair en kuvvetli yeminler ettiler. (Ey Rasûlüm, onlara) de ki:
Yalan yere yemin etmeyin. Sizden istenen hâlis bir itaattir. Muhakkak Allah,
bütün yaptıklarınızdan haberdardır. "
"(Ey
Rasûlüm) de ki: Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin. Eğer yüz
çevirirseniz Peygambere düşen tebliğ, size düşen de itaat etmektir. Eğer O'na
itaat ederseniz hidâyete erersiniz; Peygambere düşen, sadece hakkı açıkça
tebliğ etmektir."[84]
İmam
Şafiî (204/819), demiştir ki: "Allah Teâlâ, bu âyet-i kerîmelerde
insanlara, onların aralarında hüküm vermesi için Rasûlullah (s.a.v)'a davet
edilmelerinin, aslında, Allah'ın hükmüne bir davet olduğunu bildirmiştir. Çünkü
aralarında hakem, Allah'ın Rasûlü'dür. Allah farz kıldığı için O'nun Rasûlü'nün
hükmüne teslim oldukları zaman hakikatte onlar, Allah'ın hükmüne teslim olmuş
olacaklardır."[85]
Allah
Teâlâ, buyurur: "Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min bir
erkek ve kadına, kendi işlerinden dolayı Allah'ın ve Peygamberin hükmüne aykırı
olanı seçme hakkı yoktur. Kim, Allah'a ve Rasûlü'ne isyan ederse açık bir
şekilde sapıtmış olur."[86]
İbn
Kayyım (751/1350), demiştir ki: "Allah Teâlâ, bir mü'min için Allah ve
Rasûlü'nün hükmünden sonra başka şeyi seçme hakkının bulunmadığını, böyle bir
tutum içine girenin, apaçık sapıtacağını haber vermiştir."[87]
Allah
Teâlâ, buyurur: "Hayır, Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan bir
anlaşmazlıkta seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden, içlerinden hiçbir
sıkıntı duymaksızın (onu) tam manâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş
olmazlar."[88]
İbn
Kayyım el-Cevziyye, demiştir ki: "Allah Teâlâ, kullarının (büyük-küçük)
aralarında çıkan her anlaşmazlıkta, Rasûlü'nü hakem yapmadıkça mü'min
olamayacaklarına zâtı üzerine yemin etti.
İmanlarının
kabulü için sadece O'nu hakem seçmeyi yeterli bulmayıp verdiği karar ve
hükümlerden, içlerinde herhangi bir darlık ve sıkıntının bulunmamasını ileri
sürdü. Bununla da yetinmeyip verilen hükme tam teslimiyetle boyun eğmelerini
istedi.”[89]
İmanı
Şafiî (r.h) demiştir ki: "En doğrusunu Allah bilir, bize ulaşan haberlere
göre bu âyet-i kerîme, Zübeyr b. Avvam (r.a) ile arazi konusunda çekişmeye
giren bir adam hakkında nazil olmuştur. Davayı, Hz. Peygamber'e
götürdüklerinde, Allah Rasûlü, Zübeyr'in (r.h) lehine hüküm vermiştir. Verilen
hüküm, Rasûlullah'a ait bir uygulama olup Kur'ân'da, buna dair bir âyet
yoktur, Allah en iyisini bilir, Kur'ân da bu anlattığıma delâlet etmektedir.
Çünkü bu konuda Kur'ân'da bir hüküm olsaydı, ilgili âyetler bulunurdu."[90]
İmam
Şafiî (r.h), özetle şunu demek istiyor: Âyet-i kerîme'nin nüzulüne sebep olan
hadisedeki hüküm, Allah'ın Kitabı'nda açıkça mevcut değildir. Hüküm, Allah
Rasûlü'ne aittir. Çünkü bulunmuş olsaydı imansızlık, Kitab'm hükmünü
reddedişlerinden ve ona teslim olmayışlarından olur, Rasûlullah'm hakem
seçilmeyişinden, hükmüne teslim olmayışından ve karara karşı iç sıkıntısından
kaynaklanmazdı. Bu durumda zahiren şöyle denilirdi: "Rabbine yemin olsun
ki onlar, Kitab'ın hükmünü kabul edip ona teslim olmadıkça, iman etmiş
olmazlar." Böyle bir ifade bulunmadığına göre bu hükmün, Rasûlullah'a ait
olduğu anlaşılır.
Bu
gruptaki âyetler, Rasûlullah (a.s)'m, Kitab'ı (Kur'ân'ı) açıklayıcı -Allah'ın
hükmüne uygun olarak-, Allah Teâlâ katında makbul olacak şekilde şerh edici
olduğunu ve Hz. Pey-gamber'in ümmetine Kitab'ı ve hikmeti (sünneti) öğrettiğini
gösteren âyet-i kerîmelerdir.
Biz,
hikmete, İmam Şafiî ve başkalarının dediği gibi sünnet mânâsını verdik.
Hikmetin de Kur'ân mânâsına geldiğini kabul etme durumunda, Rasûlullah'm
(s.a.v) onu ümmetine öğretmesinden anlaşılması gereken, Kur'ân'ı şerh,
mücmelini beyân ve müşkilini tavzih etmesidir. Bu da O'nun Kitab'a getirdiği
sözlü, fîîlî ve takriri açıklamalarının delil olmasını gerektirir. Şimdi
ilgili âyetleri görelim:
Allah
Teâlâ, buyurur ki: "İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için sana
Kur'ân'ı indirdik. Belki düşünüp anlarlar."[91]
"Biz
bu Kitab'ı sana, sırf hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın
ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye indifdik."[92]
"Nitekim
kendi içinizden size, âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden temizleyen, size
Kitab'ı ve hikmeti ta'lim edip bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl
gönderdik."[93]
"And
olsun ki, içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan (kötülük ve küfür
kirinden) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitab ve hikmeti öğreten bir
peygamber göndermekle Allah, mü'minlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki
onlar, daha Önce apaçık bir sapıklık içinde idiler."[94]
"(Okuma
yazma bilmeyen) ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları
küfür ve isyan kirlerinden temizleyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir
peygamber gönderen O'dur. Şüphesiz onlar, Önceden apaçık bir sapıklık
içindeydiler."[95]
"Allah'ın
sizin üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve
hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun. Bilin ki Allah, herşeyi hakkıyla
bilmektedir,"[96]
"Allah,
sana, Kitab'ı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti, Allah'ın sana
ihsanı çok büyüktür."[97]
"(Ey
Peygamber hanımları!) Evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti
hatırlayın. Şüphesiz Allah, herşeyin iç yüzünü bilen ve herşeyden haberdar
olandır."[98]
İmam
Şafiî (r.h) (204/819), demiştir ki: "Allah Teâlâ, 'Kitab' deyince Kur'ân'ı,
'hikmet' ile de -görüşlerine katıldığım ehl-i Kur'ân âlimlerin dediği gibi-
Rasûlullah'm sünnetini kasdetmiştir. Bu görüş, Kur'ân'ın ifadesine uymaktadır.
Allah, en iyisini bilir. Çünkü Kur'ân, Önce Kitab'ı, peşinden hikmeti
zikretmiştir. Allah Teâlâ da kendilerine, Kitab ve hikmeti öğretmekle kullarına
yaptığı ihsanı zikretmektedir. Allah, en doğrusunu bilir. Buradaki hikmetin,
Rasûlullah'ın sünnetinden başka bir şey olduğunu söylemek de uygun değildir.
Sebebi şudur: Allah Teâlâ, hikmeti, Kitab'la yanyana zikretmiştir. Ayrıca
Peygamberine itaati ve herkese onun emrine uymayı farz kılmıştır. Allah'ın
Kitabı ve Rasûlü'nün sünnetinden başka hiçbir söz için 'farz' denilmesi caiz
değildir. Bunun sebebi de Allah Teâlâ'nın, Rasûlü'ne imanı, kendisine iman ile
beraber zikr ve emretmesidir."[99]
İmam
Şafiî (r.h), bu ifadeleriyle şunu açıklamak istiyor: Allah Teâlâ, bütün bu
âyetlerde hikmeti, Kitab üzerine atfederek zikretmiştir. Atıfla, yanyana
zikredilen iki şey aynı olmayacağı için buradaki hikmet, sünnettir. Ayrıca
hikmetin, Kitab ve sünnetin dışında başka bir şey olması da sahih değildir.
Çünkü Allah Teâlâ, bize hikmeti öğreterek ihsanda bulunduğunu bildirmiştir.
Böyle bir ihsan, ancak doğru, gerçek ve katındaki ilmine uygun bir şeyle
olabilir. Şu halde hikmet, Kitab (Kur'ân) gibi uyulması gereken bir şeydir.
Özellikle Allah Teâlâ'nın, hikmetle Kitab'ı beraber zikrettiğini düşünürsek,
söylediğimiz daha rahat anlaşılır. Hem Allah Teâlâ, bize, ancak Kitabı'na ve
Rasûlü'nün sünnetine uymamızı emretmiştir. Şu halde hikmetin sünnet olduğu
ortaya çıkmaktadır.
Bu
gruptaki âyetler, Hz. Peygamber (s.a.v)'e emir ve nehiylerinde mutlak olarak
uymanın vâcib, O'na itaatin Allah'a itaat olduğunu gösteren, kendisine
muhalefetten ve sünnetini değiştirmekten sakındıran âyet-i kerîmelerdir.
Allah
Teâîâ, buyurmuştur ki: "Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin ki, merhamet
olunasınız."[100]
"De
ki: Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin. Eğer itaatten yüz çevirirseniz (şüphesiz
bilin ki) Allah kâfirleri sevmez."[101]
"Ey
iman edenler! Allah ve Rasûlü'ne itaat edin. Dinlediğiniz halde O'ndan yüz
çevirmeyin. İşitmedikleri halde, işittik diyenler gibi olmayın."[102]
"Allah'a
itaat edin. Peygambere itaat edin. İsyandan sakının. Eğer itaatten yüz
çevirirseniz, biliniz ki, Rasûlümüze düşen, sadece apaçık tebliğdir."[103]
"Allah'a
ve Rasûlü'ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; yoksa dağılırsınız ve gücünüz
gider. Sabredin; şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir."[104]
"Ey
iman edenler! Allah'a itaat edin ve Peygambere de itaat edin. (İnkâr ve
isyanlarla) amellerinizi boşa çıkarmayın."[105]
"Ey
iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ulü'l-emre
(idarecilere) de itaat edin. Herhangi bir konuda ihtilâfa düştüğünüzde, eğer
Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Allah'a ve Rasûlü'ne götürün.
Böyle yapmanız, sizin için daha hayırlı ve sonuç olarak daha güzeldir."[106]
Kâd-ı
Iyâz (544)1149), Atâ'dan, İbn Abdilberr (463/1071) Beyâni'l-İlim'de ve Beyhakî
(458/1066) el-Medhal'de Meymun b. Mihran'dan, şunu rivayet etmişlerdir: "Bir
dâvayı Allah'a götürmek, onu Kitabı'na arzetmektir."
İmam
Şafiî (204/819), demiştir ki: "Alimlerin bir kısmı, âyette geçen
ulü'l-emirden maksadın, Rasûlullah'ın düşmanı takibe gönderdiği seriyyelerin
başındaki insanlar olduğunu söylemiştir. En doğrusunu Allah bilir. Bize
verilen haber böyle. Allah daha iyisini bilir; bu, şöyle diyenin sözüne
benziyor: 'Mekke civarında yaşayan Araplar, disiplinli yönetim bilmezlerdi. Bir
idarî disiplin içinde, bazısının diğerlerine itaat etmesini gururlarına yediremezlerdi.
Allah Rasûlü'ne itaatle boyun eğdiklerinde, bu itaati, Rasûlullah'tan başkası
için uygun görmüyorlardı. Bunun için Rasûlullah'ın başlarına tayin ettiği
idarecilere itaat etmeleri emredildi. Bu, mutlak mânâda bir itaat değildir.
Kendileri ve idareciler için istisnaları vardır. Bunun için: 'Herhangi bir
konuda anlaşmazlığa düşerseniz,, onu, Allah'a ve Rasûlü'ne götürün (onların
talimatına göre halledin)' buyurdu." Allah, en doğrusunu bilir.
Ulü'l-emre itaatten sonra böyle emir verilmesi, onlarla halk arasında bazı
anlaşmazlıkların olacağını ve bunun hâl çaresinin, Allah ve Rasûlü'ne götürmek
olduğunu gösteriyor ve âyet şunu da ifade ediyor: İhtilâfa düştüğünüz zaman, bu
konuda Allah ve Rasûlü'nün hükmünü biliyorsanız, onlara arzedin; eğer bilmiyorsanız,
yanına vardığınızda Rasûlullah'a veya sizden onunla buluşan birisine sorun.
Çünkü bu, kimsenin itiraz etmediği bir farzdır. Ayet-i kerîme'de: "Allah
ve Rasûlü, herhangi bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min bir erkek ve kadın için
o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur."[107]
buyuruhnuştur.
Rasûlullah
(s.a.v)'ın vefatından sonra, bu şekil bir çekişmeye düşen kimse, meseleyi, önce
Allah'm (Kitabı'nda getirdiği) hükmüne, sonra da Rasûlü'nün (sünnetiyle ortaya
koyduğu) kararma götürür. Eğer o konuda, Kitab ve sünnette veya herhangi
birinde bir hüküm ve açıklama yoksa, başka âyet-i kerîmelerde belirtildiği gibi
Kitab ve sünnete dayanarak kıyasa gider.[108]
Hafız
İbn Hâcer (852/1448), Fethu'l-Bâri adlı eserinde, önce ulemânın, âyette
bahsedilen ulül-emrin kimler olduğu hakkındaki ihtilâflarını açıklıyor ve
ulü'1-emr, idareciler mi yoksa âlimler midir? görüşleri içerisinden birinci
gurubun tercihe şayan olduğunu belirtip bir önceki âyetin de buna delâlet
ettiğini söylüyor. Bu âyet şudur: "Allah size, mutlaka, emanetleri ehli
olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde, adaletle hükmetmenizi
emreder."[109]
Daha
sonra şunları naklediyor: Âyet-i kerîme'de, hakikatte itaat edilen sadece
Allah Teâlâ olmakla birlikte ''Allah'a itaat edin," şeklinde itaat
fiilinin tekrar edilmesi ve bunun ulü'î-emr için ayrıca kullanılmaması,
mükellef olunan şeylerin kaynağının sadece Kur'ân ve sünnet olduğunu göstermek
içindir. Sanki şöyle denilmiş oluyor:
"Kur'ân'ın
size emrettiği konularda, Allah'a itaat edin. Ayrıca Kur'ân'dan açıkladığı
konularda ve sünnetiyle ortaya koyduğu hususlarda Peygambere de itaat
edin."
Yahut
âyetin mânâsı şöyle olur:
"Tilâvetiyle
ibâdet yapılan vahiyle (Kur'ân'la), size emrettiği şeylerde Allah'a itaat edin
ve Kur'ân olmayan vahiyle (sünnetle), size emrettiği şeylerde de Peygambere
itaat edin..."
Tâbiîn'den
bir zâtın, Benî Ümeyye idarecilerinden birine verdiği cevap ne kadar güzeldir.
İdareci, kendisine: "Allah Teâlâ, 've sizden olan idarecilere itaat edin,'
âyetinde sizin bize itaat etmenizi emretmiyor mu?" diye sorunca, o zât:
"Hayır,
siz, hakka muhalefet ettiğiniz için size itaat ortadan kalkmıştır. Çünkü, aynı
âyetin devamında: 'Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz -eğer Allah'a
ve âhiret gününe inanıyorsanız-onu Allah'a ve Rasûlü'ne götürün,'
buyurulmaktadır.[110]
Sizse bunu yapmadınız,"
demiştir.[111]
Şerefüddîn
et-Tayyîbî (743 h.), demiştir ki:[112]
"Allah Teâlâ: 'Peygambere itaat ediniz/ buyururken, itaat ediniz fiilini
ikinci kez zikretti ki, Hz, Peygambere mutlak ve müstakil olarak itaatin vâcib
olduğu anlaşılsın. Fakat ulü'l-emir'de aynı emir tekrarlanmadı. Allah Teâlâ,
bununla, idareciler içinde kendisine itaatin vâcib olmayacağı kimselerin de
bulunabileceğine işaret etmiş ve bu: Aranızda herhangi bir konuda anlaşmazlığa
düştüğünüz zaman, onu, Allah ve Rasûlü'ne götürünüz,'âyetiyle
açıklamıştır."
Âyette,
sanki şöyle denilmiş oluyor: "Eğer idarecileriniz, hakka uymazlarsa,
onlara itaat etmeyin ve ihtilâfa düştüğünüz şeyi (halletmek için) Allah'ın ve
Rasûlü'nün hükmüne müracaat edin."
Îbnu'l-Kayyım
(751/1350), demiştir ki: "Allah Teâlâ, kendisine ve Rasûlü'ne itaati
emretti. Peygambere emrettiklerini, Kitab'a (Kur'ân'a) arzetmeksizin, bizatihi
kendisine itaatin vâcib olduğunu bildirmek için 'Peygambere de itaat ediniz,'
buyurarak 'itaat' emrini tekrarladı. Hz. Peygamber (s.a.v), bir emir verdiği
zaman, o emir Kur'ân'da bulunsun bulunmasın, mutlak ve müstakil olarak kendisine
itaatin vâcib olduğunu bildirdi. Çünkü O'na Kitab ve beraberinde benzeri
değerde sünnet verilmiştir.
Allah
Teâlâ, ulü'l-emre müstakil olarak itaati emretmedi. Aksine fiili hazfedip
onlara itaati, Peygambere itaatin içinde emretti. Bununla onlara, ancak
Peygamberin itaatine bağlı olarak itaat edileceğini, onlardan, Peygamberin
taatine uygun emir verene itaatin vâcib; onun getirdiği hükümlerin tersine emir
verenlere hiçbir şekilde itaat etmenin gerekmeyeceğini bildirmiştir. Nitekim
Hz. Peygamber (s.a.v), sahih hadislerinde şöyle buyurmuştur:
Yaratana
isyanda, kula itaat yoktur:'[113]
'İtaat ancak hayırda olur.'[114]
İdareciler
hakkında: 'Sizden kim, bir günahı emrederse, asla kendisine kulak verilmez ve
itaat edilmez,'[115]
buyurmuştur.
Hz.
Peygamber (s.a.v)'e, başlarındaki komutan ateşe girmelerini emretmiş, ona
girmek isteyen bazı kimseler kendisine haber verilince:
'Eğer
ona girselerdi, bir daha ondan çıkamaz, Cehennemde de ondan kurtulamazlardı,'[116]
buyurmuştur.
Halbuki
onlar, ateşe, komutanlarına bir itaat olarak giriyorlardı ve bu emre uymanın,
kendilerine vâcib olduğunu zannediyorlardı.
Fakat
onlar, yanlış ve noksan içtihad yaptılar, Allah'a isyan olan bir emre uymaya
kalktılar, Rasûlullah (s.a.v)'tan o konuda bir emir gelmemesine ve dinde de bu
iş yasak olmasına rağmen onlar, her konuda emre itaat gerekir, fikrine
vardılar; böylece içtihadların-da hata ve acze düştüler. 'Bu yaptığımız, Allah
ve Rasûlü'ne bir itaat midir, yoksa değil midir?' diye hiç araştırmaksızın,
nefislerine azap etmeye ve onu helake kalkıştılar. Onlar, bunu bilmediklerinden
de olsa, emre itaat ediyoruz diye yaptılar. Sonunda, yukarıdaki tehditle
karşılaştılar. Bunun yanında bir de Allah'ın, Peygamberiyle gönderdiklerine
apaçık ters düşen konularda, bir başkasına itaat eden kimsenin hâlini düşün!..
'Sonra
Allah Teâlâ, rnü'minlere -eğer imanlarında sâdık iseler-anlaşmazlığâ düştükleri
şeyleri, Allah ve Rasûlü'ne götürmelerini emretti ve böyle yapmalarının,
dünyada kendileri için daha hayırlı, âhirette de sonucun daha güzel olacağını
bildirdi.'
'Bu
âyet-i kerime, birçok şeye işaret etmektedir:
1-
Mü'minler, bazen muhtelif konularda ihtilâf ve anlaşmazlığa düşebilirler; ancak
bununla, imandan çıkmış olmazlar.
.
2- Âyet-i kerîme'de: 'Herhangi bir şeyde çekişmeye düşerseniz...' şeklindeki
şartın, umumîlik ifade eden bir kelime ile zikredilmesi, küçük-büyük,
açık-gizli, mü'minlerin anlaşmazlığa düştüğü herşeyi içine almaktadır. Şayet
anlaşmazlığa düşülen şeylerin hükmü, Allah'ın Kitabı'nda ve Rasûlü'nün
sünnetinde açıklanmasaydı veya bunlar kâfi gelmeseydi Allah, onlara götürme
emrini vermezdi. Çünkü Allah Teâlâ'nın, bir anlaşmazlık olunca, onu bu çekişmeyi
halledemeyecek bir mercie götürmeyi emretmesi mümkün değildir.
3- Ümmet, dâvayı Allah'a götürmenin, O'nun
Kitabı'na arzet-mek, Rasûlullah (s.a.v)'a götürmenin ise hayatta iken
kendisine, vefatından sonra da sünnetine arzetmek olduğuna icmâ etmişlerdir.
4-
Allah Teâlâ, herhangi bir anlaşmazlık hâlinde, meseleyi Allah ve Rasûlü'ne
götürmeyi, imanın bir gereği ve zarureti yapmıştır. Öyle ki, bu arz
yapılmayınca iman da ortadan kalkacaktır. Bir şeyi gerektiren sebebin yok
olmasıyla, ona bağlı olanın da yok olması gibi. Özellikle bu iki şey arasındaki
mülâzemet ve gereklilik daha kuvvetlidir. Çünkü bu, iki taraflıdır. Onlardan
birisi yok olursa, diğeri de ortadan kalkacak durumdadır.
Sonra
Allah Teâlâ, meseleyi, Allah ve Rasûlü'ne arzetmenin, kendileri için daha
hayırlı ve sonuç olarak da daha güzel olduğunu bildirmiştir."[117]
Allah,
kendisine rahmet etsin; müellif, kitabında çok güzel pit ve çok doğru izahlarda
bulunmuştur. Rasûlullah (s.a.v)'a itaati emreden âyetleri sunmaya devam edelim:
Allah
Teâlâ, buyurmuştur ki: "Ey iman edenler! Sizi hayat veren şeye
çağırdıklarında, Allah'a ve Rasûlü'ne icabet edin. Biliniz ki, muhakkak Allah,
kişi ile kalbi arasına girer. Şüphesiz O'nun huzurunda
hasredileceksiniz."[118]
"Biz,
her peygamberi, -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için
gönderdik. Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de
Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı
çok fazla affedici, esirgeyici bulurlardı."[119]
"Peygamber
size neyi verdi ise onu alıp yapın; sizi neden sakındırdı ise ondan da sakınıp
kaçın."[120]
"Kim,
Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütûflarda
bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir.
Bunlar ne güzel arkadaştır."[121]
"Ey
iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allah, işlerinizi
düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim, Allah ve Rasûlü'ne itaat ederse,
büyük bir kurtuluşa ermiş olur."[122]
"Muhakkak
ki sana bîat edenler, ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların
ellerinin üzerindedir. Artık kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur.
Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah, ona büyük bir mükâfat
verecektir."[123]
"Biz,
seni insanlara Peygamber olarak gönderdik, şahid olarak Allah yeter. Kim,
Peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni
onların başına koruyucu ve gözetici göndermedik."[124]
İmam
Şafiî (204/819), demiştir ki: "Allah Teâlâ, yukarıdaki son iki âyette,
onların Hz. Peygamber (s.a.v)'e bey'atlarının kendine yapılan bey'at, ona
itaatlerinin de kendine yapılan itaat olduğunu bildirmiştir."[125]
Yine
Allah Teâlâ, buyurmuştur ki: "Kim, Allah'a ve Peygambe-ri'ne itaat ederse,
Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Onlar, orada devamlı
kalacaklardır. İşte en büyük kurtuluş budur. Kim de Allah ve Peygamberi'ne
isyan eder ve Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu, devamlı kalacağı
bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır."[126]
"(Ey
müzminleri) Peygamberi, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın.
İçinizden, birini siper edinerek (savaştan veya başka bir işten) sıvışıp
gidenleri, muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine aykırı
davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir
azap isabet etmesinden sakınsınlar."[127]
"Kendisine
doğru yol belli olduktan sonra, kim, Peygambere karşı çıkar ve mü'minlerin
yolundan başka bir yola girerse, onu, girdiği yolda ve sapıklıkta bırakırız;
âhirette de Cehenneme sokarız. O, ne kötü bir yerdir."[128]
"Kim,
Allah'a ve Peygamberi'ne karşı gelirse, bilsin ki Allah, azabı şiddetli
olandır."[129]
"Şu
muhakkak ki Allah, kâfirleri rahmetinden kovmuş ve onlara çılgın bir azap
hazırlamıştır. Onlar, orada ebedî olarak kalacaklar, kendilerini koruyacak ne
bir dost ne de bir yardımcı bulacaklardır. Yüzleri ateşte eurilip çevrildiği
gün, 'Eyvah bize! Keşke, Allah'a itaat etseydik. Peygambere de itaat etseydik,'
derler."[130]
"inkâr
edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğ ru yol belli olduktan
sonra Peygambere karşı gelenler, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah,
onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır. Ey iman edenler, Allah'a itaat edin.
Peygambere itaat edin. (İnkâr ve isyanla) amellerinizi boşa çıkarmayın."[131]
Burada
vereceğimiz âyetler, Hz. Peygamber'den sâdır olan bütün söz ve fiillerde Ö'na
tâbi olmanın ve kendisini örnek almanın vâcib olduğunu, Allah'ın muhabbetinin
tahsili için O'na uymanın gerekli bulunduğunu gösteren âyet-i kerîmelerdir.
Allah
Teâlâ, buyurmuştur ki: "Rasûlüm, onlara de ki: Eğer siz, Allah'ı seviyor
(ve sevdiğinizi iddia ediyor)sanız; derhal bana uyun ki, Allah da sizi sevsin
ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, çok affedici ve çok merhametlidir."[132]
Kâd-ı
Iyâz (554/1149), Şifâ'da, Hasan el-Basrî'nin (110/728), şöyle dediğini
nakletmiştir: Bazıları Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelerek, "Ya Rasûlallah!
Biz, gerçekten Allah'ı seviyoruz," dediler. Bunun üzerine: "De ki:
Eğer siz Allah'ı seviyor (ve sevdiğinizi iddia ediyorsanız; hemen bana uyun
ki, Allah da sizi sevsin."[133]
âyeti nazil oldu.
Lâlckâî,
es-Sünnet adlı eserinde, Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Onların Allah'ı sevmelerinin alâmeti, Rasûlullah (s.a.v)'ın sünnetine
uymaları oldu."
Allah
Teâlâ, buyurdu ki: "Andolsun ki, sizden Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı
arzulayanlar ve Allah'ı çok zikredenler için Rasûlullah'ta (takip edeceğiniz)
pek güzel bir örnek vardır."[134]
Muhammed
b. Ali Hâkim et-Tirmizî (285/898), demiştir ki: "Peygamber (s.a.v)'i örnek
almak, O'na uymak, sünnetine tâbi olmak ve sözde veya fiilde kendisine
muhalefet etmemektir."
Kâd-ı
Iyâz da müfessirlerden pek çoğunun, âyetteki "üsve"ye (örneğe) bu
mânâyı verdiğini nakletmektedir.[135]
Yine
aynı konuyla ilgili olarak Cenâb-ı Hakk, şöyle buyurmuştur: "(Mûsâ duasına
devamla): 'Rabbim, bize bu dünyada ve âhirette iyilik ver. Şüphesiz biz sana
döndük.' Allah, buyurdu ki: Dilediğime azabımı isabet ettiririm. Rahmetim ise
herşeyi kuşatmıştır (Dünyada mü'mine de kâfire de şâmildir). Fakat âhirette
onu, küfürden sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimizi iman etmiş
olanlara has kılacağım."
"Onlar
ki, yanlarında bulunan Tevrat ve incil'de ismini yazılı buldukları ümmî
peygambere ve Rasûle tâbi olurlar. O (Rasûl), kendilerine iyiliği emrediyor,
onları fenalıklardan alıkoyuyor; onlara, (nefislerine) haram ettikleri temiz
şeyleri helâl kılıyor, murdar şeyleri de haram kılıyor, onların ağır yüklerini,
üzerlerindeki bağları indiriyor. Onlar, O'na iman ederler, kendisine ta'zim ve
yardım ederler, onunla gönderilen nûr'a (Kur'ân'a) uyarlar. İşte bunlar,
kurtuluşa eren kimselerdir."m)
Örnek
almakla ilgili başka bir âyet: "(Rasûlüm), Hani, Allah'ın nimet verdiği,
senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: 'Eşini yanında tut, Allah'tan
kork!' diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde
gizliyordun. Halbuki asıl korkmana lâyık olan Allah'tır. Zeyd, o kadından
ilişiğini kesince, biz onu sana nikahladık ki, evlâtlıkları, kanlarıyla
ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) mü'minlere bir
güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir."[136]
Burada
zikredeceğimiz âyetler, Allah Teâlâ'mn, Hz. Peygamber (s.a.v)'i kendisine
vahy-i metlûv yoluyla veya vahy-i metlûv dışındaki vahyettiği şeylere uymakla
ve kendisine indirilen bütün şeyleri tebliğ etmekle mükellef tuttuğunu, kendisine
indirilen şeyleri değiştirmek, bozmak veya herhangi bir şeyi noksanlaştırmaktan
nehyettiğini ifade eden âyet-i kerîmelerdir.
Vereceğimiz
bu âyetler, aynı zamanda Allah Teâlâ'mn, Rasûlü'nü, kendisine indirilen bazı
şeyleri gizlemesini veya değiştirmesini isteyen kimselerden koruduğunu, Hz.
Peygamber (s.a.v)'in, tebliğ emrine tamamen uyduğunu, peygamberlik vazifesini
hakkıyla yerine getirdiğini, onu en mükemmel şekilde îfâ ettiğini ve insanları
sırat-ı müstakime götürdüğünü ifade etmektedir. Bu âyetler, ayrıca Allah
Teâlâ'mn, Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendisine indirilen bütün şeyleri tebliği
vasıtasıyla, ümmet için İslâm dinini tamamladığını, Hz. Peygamber (s.a.v)'in
büyük bir ahlâk üzere olduğunu göstermektedir. Ahlâk, bütün ihtiyarî söz ve
fiillerin kaynağıdır. Hz. Peygamber (s.a.v), büyüklük ve güzellikte Allah
katında en son noktada olunca, kendisinden
meydana gelen söz ve fiiller de aynı şekilde en güzel hâlde olmaktadır.
Şayet
Hz. Peygamber (s.a.v), Allah Teâlâ'mn emrettiklerinin hilâfına bir hüküm
bildirseydi ve fiilî uygulamada bulunsaydı yahut yasak olan bir şeyi emredip,
helâl ve hayır olandan nehyetseydi; tebliğ emrine uymuş ve sırat-ı müstakime
sevketmiş olmaz, bilakis ümmetini sapıtmış ve yukarıda zikrettiğimiz bütün
sıfatlarda, Allah Teâlâ'mn hüsn-i şehâdetini kaybetmiş olurdu.
Bütün
bunlar, sünnetin gerçek bir delil ve ona yapışmanın vâcib olduğunu
göstermektedir.
İşte
ilâhî emir ve şahidleri:
Allah
Teâîâ, buyurmuştur ki: "Ey Peygamber! Allah'tan kork, kâfirlere ve
münafıklara itaat etme. Şüphesiz Allah, herşeyi bilici ve her hükümde hikmet
sahibidir. Rabbinden sana vahyedilene uy. Muhakkak Allah, bütün
yaptıklarınızdan haberdardır."[137]
"Sana
Rabbin tarafından vahdeyilene tâbi ol. Ondan başka ilâh yoktur. Müşriklerden
yüz çevir."[138]
"Sonra,
(ey Rasûlüm) seni dinden bir yol (şeriat) üzere görevli kıldık. Onun için sen,
o şeriata uy da ilmi olmayanların arzu ve isteklerine uyma." Câsiye, 18.
"Ey
Rasûlüm, sana da bu hak Kitab'ı (Kur'ân'ı), kendisinden önceki kitabları hem
tasdikçi, hem onların üzerine bir şahid olarak indirdik. O halde sen, ehl-i
kitab arasında Allah'ın gönderdiği hükümlerle hüküm ver. Sana gelen bu haktan
ayrılıp da onların arzuları arkasından gitme. Ey insanlar! Sizden her bir
peygamber için bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi hepinizi
tek şeriata bağlı bir ümmet yapardı. Fakat sizi, size verdiği dinle imtihan
edip iyiyi kötüden seçmek için sizi serbest bıraktı. O halde siz, hayırlı işler
yapmakta birbirinizle yarışın. Sonunda hepinizin dönüşü Allah'adır. O gün, din
hakkında düştüğünüz ihtilâfları, Allah size haber verecektir."
"Ve
şu emri de indirdik; Aralarında, Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm ver.
Onların arzularına uyma ve Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından,
seni şaşırtırlar diye, kendilerinden sakın. Eğer onlar, hükümleri kabulden yüz
çevirirlerse, bil ki Allah, onların
bazı
günahları sebebiyle, başlarına mutlaka bir musibet getirmek diliyor. Şüphesiz
insanların çoğu fâşıktırlar."[139]
"Ey
şanlı Peygamber! Rabbin tarafından sana indirilen şeyleri tamamen tebliğ et.
Eğer tebliği tam yapmazsan, Allah'ın peygamberlik görevini yerine getirmiş
olmazsın. Allah, seni insanların zararlarından koruyacaktır. Şüphe yok ki
Allah, kâfirler topluluğuna muvaffakiyet vermeyecektir."[140]
Bir
başka ilâhî mesaj:
"Ey
Rasûlüm! İşte sana, böylece emrimizden bir ruh (Kur'ân) vahyettik. (Halbuki
daha önce) Sen kitab nedir, iman nedir bilmiyor-dun. Fakat biz, o Kitab'ı bir
nûr yaptık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidâyet vereceğiz ve muhakkak
sen, doğru bir yola (islâm'a) çağırıyorsun. O Allah'ın yoluna ki, göklerde ve
yerde ne varsa hep onundur."[141]
"(Ey
Rasûlüm!) Eğer senin üzerinde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir
topluluk, seni haktan kesin şaşırtmaya azmetmişti. Aslında onlar,
kendilerinden başkalarını saptıramazlar ve sana hiçbir şekilde zarar da
veremezler. Hem nasıl zarar verebilirler ki; Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti
indirdi, daha önce bilmediklerini öğretti. Allah'ın senin üzerindeki lütfü ve
ihsanı çok büyüktür."[142]
Bir
başka uyarı:
"Artık
yemin ederim, gördüklerinize ve görmediklerinize! Şüphesiz o Kur'ân, şerefli
bir Peygamber'in (Allah'tan) getirdiği sözdür. O bir şâir sözü değildir. Siz,
pek az inanıp tasdik ediyorsunuz. Bir kâhin sözü de değildir. Siz, pek az
düşünüyorsunuz. O, âlemlerin Rabbinden indirilmedir. Eğer o Peygamber, bazı
sözler uydurup bize isnad etmeye kalkışsaydı, elbet onu kuvvetle yakalar ve
kendisinden intikam alırdık. Sonra da onun hayat damarlarını kesip atardık. O
vakit, sizden kimse buna mâni de olamazdı."[143]
Bir
başka tasdik:
"Ey
Rasûlüm de ki: 'İşte benim yolum (vazifem) budur (Allah'ın dinine davettir).
Ben, bir görüş ve anlayış üzere, insanları, Allah'a davet ediyorum. Ben ve bana
tâbi olanlar, böyleyiz. Allah'ı bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Ben,
müşriklerden değilim."[144]
Diğer ilâhî tasdik ve şahidlikler:
"Rasûl,
kendilerine iyiliği emrediyor, kötülükten nehyediyor; onlara (nefislerine)
haram ettikleri şeyleri helâl kılıyor, murdar şeyleri de haram kılıyor, onların
ağır yüklerini, üzerlerindeki bağlarını in-diriyor.”[145]
"Şüphesiz
sen, onları, sırât-ı müstakime çağırıyorsun." Mü'minûn, 73.
"Yasin!
Kur'an-ı Hakîm'e yemin olsun ki, şüphesiz sen, dosdoğru bir yol üzerinde
(tarafımızca) gönderilmiş peygamberlerdensin. O Kur'ân, Azız ve Rahim olan
Allah tarafından indirilmiştir."[146]
"Sen,
Allah'a tevekkül et. Şüphesiz sen, apaçık bir hak üzeresın.[147]
"Bugün
size, dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din
olarak İslâm'ı seçtim ve razı oldum."[148]
"Nün!
Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun ki, muhakkak sen, Rabbinin nimet ve
himayesiyle, mecnun değilsin. Ve sana hiç bitmeyen bir sevap var. Gerçekten
sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin."[149]
Sonra
Allah Teâlâ, kıyamet gününde ümmetine karşı O'nun şehâdetini kabul edeceğim
haber vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Ey müslümanlar, böylece sizi seçkin ve
şerefli bir ümmet kıldık ki, bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hak
şahidleri olasınız. Peygamber de sizin üzerinize şahid olsun."[150]
Şüphesiz
Allah Teâlâ, ancak içi ve dışıyla adalet ve hak üzere olan, kendisinden tebliğ
veya başka konularda adaleti ortadan kaldıran söz ve fiiller çıkmayan kimsenin
şahidliğini kabul eder. Çünkü Allah (c.c), O'nun (s.a.v) gizli, açık, bütün
hâllerini bilmektedir.
Bu
bahsi, Allah Teâlâ'nm, Hz. Peygamber (s.a.v) hakkındaki şu övgüsüyle
bitiriyoruz:
"Rasûlüm!
Biz, seni ancak âlemlere bir rahmet olasın diye gönderdik."[151]
"Ey
Peygamber! Şüphesiz biz, seni (ümmetinden tasdik edip etmeyenler üzerine) bir
şahid, (iman edenlere Cenneti) bir müjdeleyici, (kâfirleri Cehennemle) bir
korkutucu olarak, hem Allah'a, O'nun izniyle bir davetçi ve insanlara nûr
saçan bir kandil olarak gönderdik."[152]
Aslında
düşünen ve anlayanlar için şu iki âyette anlatılanlar, bu konunun halledilmesi
için yeterlidir.
Sünnetin
delil olduğunu gösteren pek çok hadîs-i şerîf rivayet edilmiştir. Bu bölümün
başında, bunu ifade eden ve savunan rivayetler geçti. Bu konuda çok çeşitli
haberler vârid olmuştur. Bunları dört grup altında toplamamız mümkündür.
Burada
vereceğimiz hadisler, ana başlıklarıyla şu konuları ortaya koymaktadır:
1-
Hz. Peygamber (s.a.v), kendisine, Kur'ân ve onun dışında hadis olarak
vahyedilen şeylerde yalan söylemekten masumdur.
2- Hz. Peygamber (s.a.v)'in açıkladığı ve ortaya
koyduğu hükümler, Allah Teâlâ'nın hükmüyle ortaya konmuştur. O'nun katından
gelmiştir. Rasûlullah'm bizatihi kendisinden değildir.
3- Hükümleri sadece Kur'ân'dan almak ve anlamak
mümkün değildir; bu konuda sünnetin desteği şarttır.
4-
Sünnetle amel, Kur'ân'la amel demektir.
5-
Allah Teâlâ, ümmete, Hz. Peygamber'in sözünü alıp uygulamayı, O'nun emrine
itaati ve sünnetine uymayı emretmiştir.
6- Kim, Rasûlullah (s.a.v)'a itaat eder,
sünnetine yapışırsa, Allah'a itaat etmiş, hidâyeti bulmuş, Cenneti ve en büyük
mükâfatı (cemâlullahı) haketmiş olur. Kim de O'na isyan ederse ve hadisini
reddedip, kendi görüş ve hevâsına göre hareket ederse, Allah'a isyan etmiş,
yolunu sapıtmış, helake düşmüş, Cehennemi ve Allah'ın lanetini hak etmiş olur.
7- İman ancak O'nun getirdiği şeylere bütünüyle
uymakla tamam olur. O'ndan (s.a.v), hakkın dışında bir şey çıkmaz. Hidâyet yolunun
en hayırlısı, O'nun getirdiği yoldur.
8- Hz. Peygamber (s.a.v)'in getirmediği ve
tasvip etmediği, insanların kendi hevâ, heves ve şehvetlerine göre icad
ettikleri herşey, bid'at ve merduttur; kabul görmez, amel edilmez.
Bütün
bunlar, sünnetin delil olmasını gerekli kılmaktadır. , İşte konu ile ilgili hadisler:
Ebû
Dâvtıd, Tirmizî ve Hâkimin, Mi k da m b. Ma'di-kerb'den (r.a) rivayet
ettiklerine göre Rasûlullah (s.a.v), şöyle buyurmuştur: "Dikkat edin!
Bana, Kitab (Kur'ân) ve onunla bir misli verildi. Dikkat edin, karnı tok bir
adamın, koltuğuna yaslanarak size: 'Bu Kur'ân'a yapışmanız gerekir. Onda helâl
bulduklarınızı helâl, haram bulduklarınızı haram sayın (Başka kaynağa
bakmayın),' demesi yakındır. Dikkat! Allah Rasûlü'nün haram kıldıkları,
Allah'ın haram kıldıkları gibidir. Dikkat edin, ehil eşek, bütün yırtıcı
tırnaklı hayvanlar ve zimminin yitiği, size helâl değildir. Ancak sahibinin ihtiyaç
hissetmeyip terk ettiği yitik alınabilir. Kim, bir kavme misafir olarak inerse,
onların, o misafiri ağırlamaları gerekir. Aksi takdirde ona, kendisine yetecek
miktar mal ve erzak alarak onları cezalandırma hakkı doğar."[153]
Ebû
Dâvud, Irbaz b. Sâriye'nin (r.a) şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah
(s.a.v), bir gün aramızda ayağa kalktı ve: "Sizden birisi, koltuğuna
yaslanmış bir halde oturarak Allah Teâlâ'nın, bu Kur'ân'dakinden başka,
herhangi bir şeyi haram kılmadığını mı zannediyor'? Dikkat edin! Şüphesiz ben
de birtakıfn şeyleri emrettim, bazı şeyleri öğütledim ve bazı şeylerden de
nehyettim. Onlar, miktar olarak Kur'ân kadar, belki daha fazladır. Şüphesiz
Allah, size, izni olmaksızın ehl-i kitab'ın evlerine girmeyi, onların
kadınlarını dövmeyi, üzerlerine düşeni size verdikten sonra, meyvelerini
yemeyi helâl kılmamıştır."[154]
İmam
Beyhakî, Medhal adlı kitabında, Talha b. Nüdayle'nin şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Kıtlık olduğu yıl, (aşırı pahalılık karşısında) bazıları,
Rasûlullah'a (a.s) gelerek: Ya Rasûlallah! Bizler için fiyatlara, narh[155]
koyun, dediler.' Hz. Peygamber (s.a.v)
de:
'Allah
Teâlâ, emretmediği bir sünneti (uygulamayı) sizlere sünnet olarak koymamı
benden istemiyor. Fakat siz, Allah'tan, lütfuyla size genişlik vermesini
isteyiniz,' buyurdu."[156]
Tabarânî'nin,
(360/970), Câmiü'l-Kebîr'de, Hasan b. Ali'den (r.h) rivayetine göre o, şöyle
demiştir: Rasûlullah (s.a.v), Tebük Gaz-vesi'nin olduğu gün, minbere çıktı. Allah'a
hamd ve senadan sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Ben, size ancak
Allah'ın emrettiklerini emrediyorum ve O'nun nehyettiklerinden de nehyediyorum.
Rızkınızı güzel yollardan arayın. Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin
ederek söylüyorum: Sizden birinin, rızkını aradığı gibi eceli de onu arar.
Rızkınızın size ulaşması zorlaşırsa onu, Allak Teâlâ'ya itaatle ele geçirmeye
çalışınız."[157]
Ebu'ş-Şeyh,
Ebû Nuaym ve Deylemî, Rasûlullah'ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet
etmişlerdir: "Kur'ân, kendisinden hoşlanmayana karşı zordur; aşılmaz,
anlaşılmaz görünür. Halbuki o, (her konuda) hakemdir. Kim, benim hadisime
yapışır, onu anlar ve hıfzederse, Kur'ân'la birlikte hareket etmiş olur. Kim,
Kur'ân'ı ve hadisimi hafife alırsa, dünya ve âhirette perişan olur. Ümmetime
sözüme yapışmalarını, emrime itaat etmele-rini ve sünnetime tâbi olmalarını
emrettim. Kim, benim sözüme razı olursa, Kur'ân'a razı olmuş olur." Çünkü
Allah Teâlâ: "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi nehyederse
ondan da vazgeçin,"[158]
buyurmaktadır.[159]
İmam
Beyhakî, Medhal adlı eserinde, Cündüb b. Abdullah'tan (r.a) şu nakli yapar:
Rasûlullah (s.a.v), buyurdu ki: "Kim, Kur'ân'a kendi görüşüyle fikir beyân
ederse isabet etmiş de olsa hata yapmış olur."[160]
Tabarânî
(360/970), Evsaf da, Hz. Ömer (r.a)'den rivayet ediyor. O, demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Benden sonra ümmetim için en çok
korktuğum, Kur'ân'ı, hevâsına göre te'vil edip onu konulduğu mânânın dışında
yorumlayan kişidir."[161]
Ebû
Ya'lâ el-Mevsîlî, sahih bir senedle, İbn Abbas (r.h)'dan, O'nun şöyle dediğini
rivayet ediyor:
Rasûlullah,
buyurdu ki: "Kim, ilimsiz olarak Kur'ân hakkında konuşursa, kıyamet günü
ağzına ateşten bir gem vurulmuş olarak gelir."[162]
İbn
Abdilberr (380/990), Rasûlullah (s.a.v)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Ümmetim için en çok korktuğum, diliyle çok bilgili, Kur'ân'la mücadele
yapan münafıktır."[163]
Yine
İbn Abdilberr, Ukbe b. Âmir el-Cühenî'den (r.a), O'nun şöyle dediğini rivayet
etmiştir: Rasûlullah (s.a.v), buyurdu ki: "Ümmetim için en çok korktuğum
(yanlış değerlendirilecek) iki şeydir: 1-Kur'ân, 2- Bol servet. Kur'ân'a
gelince münafıklar, onu mü'minlerle mücadele etmek için öğrenirler. Servet
sahiplerine gelince onlar, rahatlığın ve şehvetlerinin peşine düşüp
namazlarını terkederler."
İbn
Abdilberr, bu hadisi, yine Ukbe b. Âmir'den iki ayrı yoldan daha rivayet
etmiştir. Birinde, şu farklı lafızlar mevcutur: "Kur'ân'ı Öğrenirler ve
onu Allah'ın indirdiği mânânın dışında yorumlarlar." Diğerinde ise şu
farklılık vardır: "Kitab'a gelince birtakım gruplar, Kur'ân'ı önlerine
açıp onunla, mü'minlerle mücadeleye girişirler. "[164]
İmam
Buhârî ve Müslim, Huzeyfe (r.a)'den, O'nun şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Rasûlullah (s.a.v), bize şöyle buyurdu: "Muhakkak emanet, semâdan, bazı
er kişilerin kalb merkezine indi. Kur'ân da indi. Siz, Kur'ân'ı okuyun ve (onun
hüküm ve inceliklerini anlamak için) sünnetten (gerektiği kadar) öğrenin."[165]
Yine
İmam Buhârî ve Müslim, Ebû Hureyre'den (r.a), O'nun şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: "Bana itaat eden Allah'a itaat, bana isyan eden Allah'a
isyan etmiş olur. Benim emirime (görevlendirdiğim kimseye) itaat eden bana
itaat etmiş olur." Buhârî'nin rivayetinde şu ziyâdelik mevcuttur:
"Emirime isyan eden bana isyan etmiştir.”[166]
İmam
Ahmed, Ebû Ya'la ve Tabarânî, İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Rasûlullah (s.a.v) ashabından bir grubun içindeydi. Bir ara ashabına:
"Siz, bana itaat edenin, Allah'a itaat etmiş olacağını ve bana itaatin,
Allah'a itaatten bir parça olduğunu bilmiyor musunuz?" buyurdu. Onlar da:
"Evet, biliyoruz; buna şa-hidlik ederiz," dediler. Rasûlullah
(s.a.v):
"Emir
ve imamlarınıza itaat etmeniz, bana itaat olmaktadır," buyurdu.[167]
Fethu'l-BârVde
şöyle denmiştir: "Hadîs-i şerif de, idarecilere itaatin vâcib olduğu ifade
edilmektedir. Ancak bu, verilen emrin isyan ve günah olmamasına bağlanmıştır.
Halika isyanda mahlûka itaat edilmez."[168]
Buhârî,
Câbir b. Abdullah (r.a)'tan, O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah
uyurken yanma melekler geldiler. Onlardan bazıları: "O, uyuyor,"
dedi. Bazıları da: "Gözü uyuyor, fakat kalbi uyanıktır," dedi. Kendi
aralarında:
"Bu
dostunuz için (verilecek) bir misal var. Hadi onun durumunu bir misâlle
anlatın," dediler. Bazıları: "O, uyuyor," dedi. Bazıları da:
"Gözü uyuyor, fakat kalbi uyanıktır," dedi. Sonra O'nun misâlini
anlatmaya başladılar:
"Bu
zâtın durumu, yeni bir ev yapıp, bir ziyafet tertip eden, daha sonra da
ziyafete çağırmak için etrafa davetçi gönderen kimseye benzer. Kim, davetçiye
uyarsa eve girer, ziyafetten yer. Kim de davet-çiye uymazsa, eve de giremez,
ziyafetten de yiyemez. Sonra aralarında: 'Bunu bir yorumlayın da neyi, kime
misâl verdiğinizi anlasın,' dediler. Bazıları: 'O, uyuyor/ dedi. Bazıları da:
'Gözü uyuyor, fakat kalbi uyanıktır, siz anlatın. O, anlar/ dedi. O zaman
misâli:
'Ev,
cennettir. Davetçi, Muhammed (s.a.v)'dir. Kim, Muham-med'e uyarsa, Allah'a
itaat etmiş olur. Kim de Muhammed'e isyan ederse, Allah'a isyan etmiş olur.
Muhammed (s.a.v), insanlar arasında (hak ile bâtılı, mü'minle kâfiri birbirinden)
ayırım noktasıdır.’[169]
şeklinde açıklamıştır."
Ebû
Said el-Hudrî (r.a), demiştir ki: Rasûlullah (s.a.v), şöyle buyurdu: "Kim,
helâl ve temizinden yer, sünnet dairesinde amel eder ve insanlar da şerrinden
emin olurlarsa, Cennete girer." Ashâb:
"Ya
Rasûlallah! Bugün ümmetin içinde böyleleri çoktur," dediler. Efendimiz
(s.a.v):
"Bu,
benden sonra gelen bir kavim içinde olacak," buyurdu. Hadisi Hâkim
rivayet etmiş ve "isnadı sahihtir," demiştir.
İmam
Buhârî ve Hâkim, Ebû Hureyre (r.a)'den, O'nun şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Rasûlullah (s.a.v), buyurdu ki: 'Yüz çe-iirenler hariç, ümmetimin tamamı
Cennete girecektir," Ashâb sordu:
"Ya
Rasûlallah! Yüz çevirenler kimlerdir?" Allah Rasûlü (s.a.v):
"Bana
itaat eden Cennete girer, bana isyan edense Cennetten yüz çevirmiş olur,"[170]
buyurdu.
Beyhakî
el-Medhal'de, İbn Abbas (r.h)'dan, Rasûlullah (s.a.v)'ın şöyle dediğini
nakletmiştir:
"Kim,
ümmetimin fesada gittiği zamanda sünnetime yapışırsa ona, yüz şehid sevabı
verilir."
Bu
hadisi, Tabarânî, Ebû Hureyre yoluyla rivayet etmiştir. Aliyyü'l-Kâri'ye ait
Şifâ şerhinde de aynı haber mevcuttur.
Tirmizî,
Kesir b. Abdullah'dan, o, babasından, o da dedesinden, Rasûlullah (s.a.v)'m
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Şüphesiz bu din, garib olarak başladı.
Garib olarak (sahibine) dönecektir. Benden sonra, insanların bozduğu sünnetimi
ihya ve ıslah eden ga-riblere ne mutlu."[171]
Nasr
el-Makdisî de el-Hucce alâ Tarîki'l-Muhacce adlı eserinde bu hadisi yukarıdaki
senedle şu lafızlarla rivayet etmiştir: "... Benden sonra sünnetimi ihya
eden ve onu insanlara öğretenlere ne mutlu."
Tirmizî,
Enes b. Mâlik'ten (r.a), O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah
(s.a.v), bana şöyle buyurdu: "Ey yavrum, hiçbir (mü'min) kimseye kalbinde
kin ve düşmanlık bulundurmadan sabahlayıp akşamlayabilirsen, bunu yap.
Oğulcuğum, bu (ahlâk) benim sünnetimdir. Kim, benim sünnetimi sever ve ihya
ederse beni sevmiş olur. Beni seven de Cennette benimle olur."[172]
Tirmizî,
Abdullah b. Amr b. Â^dan (r.a), O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a.v), buyurdu ki: "Vallahi, Benî İsrail'in başına gelenler,
bir ayakkabının eşine benzemesi gibi aynen benim ümmetimin başına da
gelecektir. Hatta onlardan birisi, açıktan annesine yaklaşmışsa, benim ümmetim
içinde de onu yapan olacaktır. Israiloğulları yetmiş iki millete ayrıldı.
Benim ümmetim de yetmiş üçe ayrılacak. Biri hariç, hepsi Cehennemdedir,"
Ashâb:
"Kimdir onlar, ya Rasûlallah?" diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a.v)
şöyle buyurdu: ''Benim ve ashabımın yolunda olanlardır."[173]
İmam
Buhârî, Ebû Mûsâ el-Eş'ârî'den (r.a) rivayet ediyor: Rasûlullah (s.a.v), şöyle
buyurdu: "Benimle, Allah Teâlâ'nın beni vasıta kılıp gönderdiği şeylerin
misâli, şöyle bir adamın hâline benziyor: Adam, kavmine gelerek:
'Ey
kavmim! Ben (size saldırmak üzere gelen), bir orduyu gözlerimle gördüm. Hiç
şüphesiz ben, büyük bir tehlikeyi haber veren bir uyarıcıyım. Kurtulmak için
başınızın çaresine bakın,' diye feryat etti. Kavminden bir grup, adama inandı
ve hemen gece yarısı yola çıkarak ellerindeki mühlet içinde yol aldılar.
Kavminden bir grup da adamı yalanlayıp yerlerinde sabahladılar. Sabaha doğru
ordu, bunlara saldırdı, kendilerini helak edip köklerini kazıdı. İşte, bana
itaat edip getirdiklerime uyanın misâli birinci grup gibidir. Bana isyan edip
hak olarak getirdiklerimi yalanlayanın misâli de yerinde bekleyip helak
olanlar gibidir." [174]
İbn
Hibban (354/966), Abdullah b. Ömer'den, O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a.v), buyurdu ki: "Her amel için bir dinçlik ve iştiyak
zamanı vardır. Kim, önceki amelindeki dinçlik ve iştiyakı kesilince yeni
amelinde benim sünne-time yönelirse o, doğruyu bulmuş olur. Kim de sünnetin
dışına yönelirse helak olmuş olur.”[175]
Kâd-ı
Iyâz, Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Allah Teâlâ, bir kulunu, yapıştığı sünnet sayesinde cennetine kor."[176]
Tirmizî
-hasen bir tarikle- ve İbn Mâce, Amr b. Avf el-
Müzenî'den
(r.a) rivayet etmişlerdir: O, demiştir ki: Hz. Peygamber (s.a.v), Bilâlb.
Harise:
"Bil,
ya Bilâl," buyurdu. Bilâl (r.a):
"Ya
Rasûlallah, neyi bileyim?" diye
sordu. Hz. Peygamber "Bil ki, kim
benim kaybolmuş bir sünnetimi ihya ederse, onunla amel edenlerin sevabının bir
misli kendisine yazılır. Amel edenlerin sevabından da hiçbir şey eksiltilmez.
Kim de Allah ve Rasûlü'nün razı olmadığı bozuk bir bid'at ortaya koyarsa,
onunla amel edenlerin günahlarının bir misli de ona yazılır. Onların da
günahından hiçbir şey eksiltilmez."[177]
Hâkim,
Tabarânî ve İbn Hıbban'm, Hz. Âişe (r.a)'den rivayet ettiklerine göre O,
demiştir ki:
Rasûlullah
(s.a.v), şöyle buyurdu:
"Şu
altı kimseye Allah ve duası makbul bütün peygamberler lanet etmiştir:
1-
Allah'ın Kitabı'na ilâve yapan,
2-
Allah'ın kaderini yalanlayan,
3-
Allah'ın aziz kıldığını zelil, zelil kıldığını aziz etmek için zorla ümmetimin
başına geçen,
4-
Allah'ın haram kıldığını helâl gören,
5-
Allah'ın yakınlarıma yapılmasını haranı kıldığını helâl sa-
yan,
6-
Sünnetimi terkeden." [178]
Tabarânî,
el-Kebîr'de, İbn Abbas (r.h)'dan, O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a.v), buyurdu ki: 'Yeryüzünde Allah'ın sultanını zelil kılmak
için uğraşan kimseyi, Allah Teâlâ -kıyamette kendisi için hazırladığı azap bir
yana- dünyada da zelil-ü rüsva eder."
Müsedded,
şu ziyâdeyi rivayetinde zikrediyor: "Allah'ın yeryüzündeki sultanı, Allah
Teâlâ'nın Kitabı ve Rasûlü'nün (s.a.v) sünnetidir."[179]
Yine Tabarânî,
el-Evsaf&a, Câbir b. Abdullah
(r.a)'dan, O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v), buyurdu
ki: Kime benden bir hadis ulaşır da onu yalanlarsa, şu üç şeyi yalanlamış
olur: Allah'ı, Rasûlü'nü ve kendisine anlatılan hadisin hükmünü."
İbn
Abdilberr, Kesir b. Abdullah b. Amr b. Avf dan, o babasından, o da dedesinden,
O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v), şöyle buyurdu:
"Size, kendilerine sımsıkı yapıştığınız zaman, asla sapıtmayacağınız iki
şey bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün sünneti"[180]
Hadisi,
Hâkim uzunca bir şekliyle İbn Abbas (r.a)'dan rivayet etmiş ve "senedi
sahihtir," demiştir.
Aynı
hadisi, Beyhakî de el-MedhaPde, Ebû Hureyre (r.a)'den, sonundaki şu ziyâdeyle
rivayet etmiştir: "Size, kendilerine yapıştıktan sonra asla
sapıtmayacağınız iki şey bıraktım: Allah'ın Kitabı ve benim sünnetimdir. Bu
ikisi, Cennette havz'a gelinceye kadar birbirinden ayrılmayacaklardır."
İbn
Abbas'tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v), şöyle buyurmuştur:
"Size, Allah Teâlâ'nın Kitabından bir emir ve hüküm verildiği zaman,
onunla amel gerekir. Onu terk etme konusunda hiçbir kimse için özür olamaz.
Meselenizin hükmü, Allah'ın Kitabı'nda yoksa, Peygamberin sünneti geçerlidir.
Peygamberin sünneti bulunmazsa, ashabımın sözüne müracaat edin. Şüphesiz
ashabım, gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olursanız, hidâyeti
bulursunuz. Ashabımın ihtilâfı sizin için rahmettir."[181]
Tirmizî,
Abdullah b. Amr (r.h)'dan, Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Sizden birinizin hevâsı (düşünce ve arzuları), benim getirdiğim
şeylere tâbi olmadıkça, o tam iman etmiş olmaz."
Kâd-ı
Iyâz (544/1149), Ebû Hureyre'den (r.a) rivayet ediyor. O, demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.v), şöyle buyurdu: "İnsanlar Allah'tan başka ilâh
olmadığına şehâdet edip, bana ve getirdiklerime iman edinceye kadar
kendileriyle savaşmakla emrolundum. Bunu yaptıkları zaman, benden, kanlarını
ve mallarını korumuş olurlar. Ancak mallarından, dinin emrettiği kısmı alınır.
Onların (iç) hesapları Allah'a aittir."
Hadisi,
Müslim ve diğer kütüb-ü sitte sahipleri de rivayet etmişlerdir. Ancak onların
rivayetinde: "...Bana ve getirdiklerime iman edinceye kadar..." kısmı
yoktur. Müslim'in lafzı şöyledir: "İnsanlarla, Allah'tan başka ilâh
olmadığına ve benim Allah'ın Rasûlü olduğurna şehâdet edinceye kadar
kendileriyle savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri zaman..." devamı
yukarıda geçtiği gibidir.
Aliyyü'1-Kâri
(1014/1605), Suyûtî'den (911/1505), bu hadisin mütevâtir olduğunu nakletmiştir.
İmam
Ahmed, Müsned'de Rasûlullah (s.a.v)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Kim, bana uyarsa o, bendendir. Kim, sünnetimden yüz çevirirse o, benden
değildir."[182]
Ebû
Dâvud, Temim ed-Dârî'den, O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah
(s.a.v), buyurdu ki:
"Din
nasihattir, din nasihattir, din nasihattir." Ashâb:
"Kim
için nasihattir, ya Rasûlallah?" diye sorduklarında, Efendimiz (s.a.v):
"Allah
için, Kitabı için, Rasûlü için, müslümanların imamları için ve bütün
müslümanlar içindir," buyurdu.
Daha
önce, Hattâbî (388/998) ve başka âlimlerden, Allah, Allah'ın Kitabı ve Rasûlü
için nasihatin ne mânâya geldiğini zikretmiştik.”[183]
"Müslümanların
imam (ve idarecilerine) nasihata gelince o, hak dairesinde kendilerine itaat,
onlara hakta kalmaları için yardım, gerektiğinde hakkı emretmek, kendilerine
en güzel olanı hatırlatmak, haktan gaflete düştüklerinde veya müslümanların
işlerini gözardı ettiklerinde kendilerini uyarma olup, onlara karşı ayaklanma
ve halkı tahrikle, aleyhlerine kalbleri ifsadı terk etmektir. Bütün
müslümanlara nasihata gelince bu, onlara din ve dünya işlerinde faydalarına
olanı göstermek ve bu konuda kendilerine söz ve fiillerle yardım etmek, gaflete
düşenleri uyarmak, câhilleri aydınlatmak, muhtaç olanlara yardım etmek,
kusurlarını örtmek, kendilerine gelen zararları defetmek ve faydalı şeyleri
hizmetlerine sunmaktır."[184]
Beyhakî,
Medhal'de, Abdullah b. Amr (r.a)'dan, O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a.v)'tan duyduğum herşeyi ezberlemek isteyerek yazıyordum.
Kureyş, beni bundan nehyetti ve: "Sen, Rasûlullah (s.a.v)'tan işittiğin
herşeyi yazıyorsun. Halbuki O da bir insan, kızgınlık ve hoşnutluk hâllerinde
konuştuğu olur (hepsinin yazılması doğru olmaz,)" dediler. Bunun üzerine,
ben de yazmayı bıraktım. Durumu Allah Rasûlü'ne (s.a.v) söyledim, buyurdu ki:
'Yaz! Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, ondan -eliyle ağzına işaret
etti- haktan başkası çıkmaz."[185]
Hadisi,
İmam Ahmed, Ebû Dâvud, Hâkim, Dârîmî ve başkaları da rivayet etmişlerdir. Hadisin
sıhhatini kitabımızın üçüncü bölümünde tahkik edeceğiz, inşâallah...
Müslim,
Câbir b. Abdullah (r.h)'dan, O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah
(s.a.v), bir hutbe verdi ve hutbesinde buyurdu ki: "Bundan sonra muhakkak
sözlerin en hayırlısı, Allah Teâlâ'nın Kitabı'dır. Hidâyetin en hayırlısı da
Muhammed'in hidâyetidir. İşlerin en kötüsü (dinin ruhuna uymayan), sonradan
icad edilmiş şeylerdir. (Dinin tasvip etmediği) herşey bid'attır. Her bid'at,
sapıklıktır."
Hadis,
Şifâ'da biraz farklı ve kısa lafızlarla rivayet edilmiştir.
Dârimî,
Câbir b. Abdullah (r.a)'dan, O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Ömer
(r.a), bir gün Rasûlullah'a (s.a.v) gelerek:
"Bazı
Yahudilerden hoşumuza giden söz (ve haber)ler işitiyoruz. Onların bir kısmını
yazmamızı uygun görür müsünüz1?" diye sordu. Bunun üzerine Allah Rasûlü
(s.a.v):
"Yahudi
ve Hıristiyanların sonunu düşünmeden birtakım işler yapıp şaşırdıkları gibi siz
de mi şaşkınlığa düşmek istiyorsunuz? Şüphesiz ben, size apaçık, tertemiz
haberler (ve din) getirdim. Şayet Mûsâ hayatta olsaydı, bana uymaktan başkası,
kendisine caiz olmazdı, " buyurdu.
Ebû
Dâvud ve İbn Mâce'nin Abdullah b. Amr (r.a)'dan rivayet ettiklerine göre O,
şöyle demiştir:
Rasûlullah
(s.a.v) şöyle buyurdu ki: "(Asıl) ilim üçtür. Bunun dışındakiler -sahibi
için- bir ihsandır. Asıl olan ilimler: Muhkem âyet, ayakta duran (yaşanan)
sünnet, âdil hüküm vermek (ve taksim yapmak)."[186]
Şeyhân
(Buhârî ve Müslim), Ebû Dâvud ve İbn Mâce'nin rivayetlerine göre Rasûlullah
(s.a.v), şöyle buyurmuştur: "Kim, bizim dinimizde, onun tasvip etmediği
bir şey icad ederse o, (kişi ve işi) reddedilir."[187]
Burada
vereceğimiz hadisler, şu konuları ortaya koymaktadır:
1-
Hz. Peygamber (s.a.v)'in sünnetine yapışmak.
2-
Sadece Kur'ân'da olanı alıp onunla amelden, Kur'ân'da olan bir hüküm
getirmediği zaman sünneti terketmekten, hevâya uymaktan ve kendi görüşüyle
yetinmekten nehiy.
3-
Allah'ın Rasûlü, ancak O'nun farz kıldığını emreder ve sadece O'nun
sakındırdıklarını nehyeder. Daha önceki haberlerde geçtiği gibi...
Ebû
Dâvud, Tirmizî ve İbii Mâce'nin Irbaz b. Sâriye'den (r.a) rivayet ettiklerine
göre o, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v), bir gün bize namaz kıldırdı. Sonra
bize dönerek etkili bir vaaz verdi. Öyle ki gözlerimiz yaşardı, kalplerimiz
duygulandı. Cemaatten bir kişi:
"Ya
Rasûlallah ! Bu vaazınız, sanki veda edecek bir kimsenin konuşmasına benziyor.
Bizlere ne tavsiyede bulunursunuz?" dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):
"Size,
Allah'tan korkmanızı, başınızdaki idareci Habeşli bir köle de olsa, dinleyip
itaat etmenizi tavsiye ederim. Şüphesiz, sizden (benden sonra) yaşayacak
olanlar, pek çok ihtilâflar görecektir. Sizin, benim sünnetime ve hidâyet üzere
giden râşid halifelerimin gidişatına sarılmanız gerekir. Onlara yapışıp
canla-başla sahip çıkın. (Dinin tasvip etmediği) sonradan dine sokulan
şeylerden sakınınız. Şüphesiz, (bu sıfattaki) her yeni şey, bida'ttir. Her
bid'at dalâlettir. (Tevbe edilmeyen) her dalâletin sahibi ateştedir."[188]
Müslim,
Râfî b. Hudeyç'ten (r.a), Rasûlullah'm (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Siz, dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz. Ben de dinle ilgili
işlerinizi en iyi bilirim. Size, dininizle ilgili bir şey emrettiğim zaman onu
alıp yapınız."[189]
Buhârî ve Müslim, Ebû Hureyre'den (r.a), Rasûlullah (s.a.v)'m şöyle buyurduğunu
rivayet etmişlerdir: "Ben size bir şey söylemediğim müddetçe, beni kendi
hâlime bırakın. Sizden öncekilerin helak oluşu, ancak peygamberlerine çok sual
sorup, onlara muhalefet etmeleri yüzünden olmuştur. Öyleyse size herhangi bir
şeyi nehyettiğim zaman ondan kaçının, bir şeyi emrettiğimde de gücünüzün
yettiği kadar, onu yapın."[190]
Yine
Buhârî ve Müslim, Hz, Âişe'den (r.h), O'nun şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: Raşûlullah (s.a.v), yapılmasında ruhsat olan bir iş yaptı. Bir
grup kimse de onu yapmaktan uzak durdular. Bu hareketleri Rasûlullah'a (a.s)
ulaştı. Bunun üzerine, ashabına bir konuşma yaptı; Allah'a hamd ve senadan
sonra: "Bazılarına ne oluyor ki, benim yaptığım bir işi yapmaktan
çekiniyorlar. Vallahi, ben, onların Allah'ı en iyi bileni ve O'ndan en çok
korkanıyım," buyurdu.[191]
Hafız
İbn Hâcer (852/1448), İbnu'd-Din ed-Dâvudî'den şunu nakletmiştir:
"Rasûlullah'ın (a.s) ruhsatla amel ettiği bir işten çekinmek, en büyük
günahlardan biridir. Çünkü böyle yapan kimse, kendisini, Allah Rasûlün
(s.a.v)'den daha muttaki görmektedir."
"Ben
derim ki: Böyle düşünenin dinden çıktığında şüphe yoktur. Fakat hadiste işaret
edilen kimse, Hz. Peygamber (s.a.v)'in geçmiş ve gelecek günahlarının
affedildiğini, O, bir iste ruhsatla amel ettiğinde günahları af garantisi
verilmeyen kimseler gibi olmadığını, günahları affedilmeyen kimselerin
kurtuluşa ermesi için azimet ve zor ameller yapmaya muhtaç olduğunu sebep
göstermiştir.
Hz.
Peygamber (s.a.v) de onlara, her ne kadar günahları affedilmiş olsa bile,
bununla beraber, insanların Allah'tan en çok korkanının kendisi olduğunu haber
vermiştir. Demek ki Hz. Peygamber (s.a.v), ruhsat olsun, azimet olsun, her ne
tür amel etse, amelinde son derece takva ve haşyet içindedir. Günahlarının
affedilme nimeti O'nu, amelinde gevşekliğe götürmemiş, bilakis O, bu nimetin
şükrünü eda için çırpınmıştır. O'nun, bazen amelinde ruhsatla hareket etmesi,
azimet olanı, gayret ve dinçlikle yapmasına yardım içindir."[192]
İmam
Şafiî, Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce, Ebû Râfî'den (r.a), Raşûlullah (s.a.v)'m
şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Sakın, sizden birini, koltuğuna
yaslanmış bir halde kendisine emrettiğim veya nehyettiğim bir haber
geldiğinde: 'Bunu ben bilmi-yo-rum. Biz Kur'ân'da bulduğumuza tâbi oluruz,'
derken bulmayayım."[193]
Bu
kısımda vereceğimiz hadisler, Hz.Peygamber (s,a.v)'in hadislerinin dinlenmesi,
onların ezberlenmesi ve onları kendi asrında yaşayanların, daha sonra gelecek
olanlara tebliğ etmesiyle ilgili emirlerini ve bu işi yapanlara büyük bir ecir
vaadini ifade etmektedir.
O'nun
bu emirleri, sünnetin hüccet olmasını gerekli kılmakta-" dır.
İmam
Şafiî (r.h), demiştir ki; "Raşûlullah (s.a.v), kendi sözünün dinlenip
ezberlenmesi ve hakkıyla aktarılmasını tavsiye etmiştir. Bu da O'nun, ancak
kendisine tebliğ yapılanlara hüccet olan şeyleri emrettiğini gösterir. Çünkü
bu, ya yerine getirilmesi gereken bir helâl, ya kaçınılması gereken bir haram
veya uygulanması icab eden bir had veyahut alınıp verilmesi gereken bir mal
veyahut da din ve dünya ile ilgili bir nasihattir."
Hz.
Peygamber (s.a.v)'in kendisi adına yalan söylemekten ve hadisini gizlemekten
nehyetmesi, bunu yapanları şiddetli bir azabla tehdit etmesi ve kendisi adına
yalan söylemenin, başkası adına yalan söylemek gibi olmadığını bildirmesi de
onun haberlerinin, daha sonrakiler için bir delil ve kaynak olduğunu gösterir.
Bunun
böyle olmasının tek sebebi şudur: Hadîs-i şerîf, Allah Teâlâ'nın hükümlerini
kapsayan bir delildir. Bu durumda, Hz. Peygamber (a.s) adına yalan söylemek ve
ondan sâdır olan herhangi bir şeyi gizlemek, Allah'ın hükmünü değiştirmeye,
insanların ondan câhil kalmasına ve Allah'ın indirdiklerinin dışındaki şeylerle
amele götürür.
Hadis-i
şerifler, bahsettiğimiz konumda olmasaydı Hz. Peygamber (s.a.v)'in dışındaki
bir kimse adına yalan söylemek ve ondan sâdır olan şeyleri gizlemekle,
Raşûlullah (a.s) adına yalan söylemek ve ondan sâdır olan şeyleri gizlemek
arasında bir fark olmaz, onun adına yalan söyleyenle, haberlerini gizleyen
kimse, bu şiddetli tehdidi haketmezdi.
Beyhakî
Medhal'de ve Dârimî Sünen'ınde, Ebû Zerr'in (r.a) şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: "Raşûlullah (s.a.v), bize, iyiliği emretmek, kötülükten
nehyet-mek ve insanlara sünnetleri öğretmemiz konusunda gevşek ve âciz
olmamamızı emretti.'[194]
Raşûlullah
(s.a.v), veda haccında vermiş olduğu hutbede şöyle buyurmuştur: "Dikkat edin! Sizden
burada bulunanlar, bulunmayanlara sözlerimi ulaştırsın. Kendisine haber
ulaştırılan nice kimseler, onu ilk işiten ve nakledenden daha anlayışlı ve
kavrayışlıdır."[195]
Beyhakî
(458/1066) demiştir ki: "Şayet sünnetin delil oluşu sabit ve zarurî
olmasaydı; Hz. Peygamber (s.a.v), veda hutbesinde, kendisini dinleyenlere,
dinleriyle ilgili işleri öğrettikten sonra: 'Dikkat! Sözlerimi tebliğ edin,'
demezdi."
İmam
Şafiî (r.h), İbn Mesud'dan (r.a), Rasûlullah (s.a.v)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir: "Benden işittiği hadisi ezberleyip hıfzeden ve onu
başkalarına tebliğ eden kimsenin, Allah, yüzünü ağartsın. Nice fıkha kaynak
olacak ilimleri taşıyan vardır ki, fakih değildir. Nice fıkıh yüklü kimseler,
kendisinden daha fakih (anlayışlı) olana ilim nakleder. Uç şey vardır ki,
müslümanın kalbi, onlarda hıyanetlik içinde olmaz. Bunlar: Allah için ihlâsla
amel, müslüman-lara nasihat ve cemaatlarına devam. Şüphesiz müslümanların birbirini
hakka daveti, onları serden korur ve destek olur."[196]
İbn
Abdilberr, bu hadisi kısa olarak rivayet etmiştir. Hatib Tebrizî (737/1336),
Mişkâtu'l-Mesâhih'te şöyle der: "Hadisi, Şaftı, Beyhakî -Medhal'de-
Ahnıed, Tirmizî, Ebû Dâvud, İbn Mâce ve Dârimî, Zeyd 6. Sâbit'ten (r.a) rivayet
etmişler; ancak Ebû Dâvud ve Tirmizî, 'Üç şey var ki, onlarda hiyânetlik
yapmaz...' kısmını zik-retmemişlerdir." Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne isimli
eserinde, hadisin ilk kısmını rivayet etmiş ve "Bu hadis mütevâtirdir,"
demiştir.
Nasr
el-Makdisî, el-Hucce ala Târiki'l-Muhacce adlı eserinde Hz. Ali'den, Rasûlullah
(s.a.v)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Size, benden, ashabımdan ve
önceki nebilerden sonra bütün bunlar adına kimlerin halife olduğunu söyleyeyim
mi? Onlar, Allah için, Allah yolunda Kur'ân'ı ve hadislerimi taşıyıp
başkalarına nakledenlerdir."[197]
.
Tabarânî el-Evsat'da, İbn Abbas'tan (r.h), O'nun şöyle dediğini nakleder:
Rasûlullah (s.a.v): "Allah'ım! Halifelerime rahmet eyle," buyurdu.
Biz, "Ya Rasûlallah! Sizin halifeleriniz kimlerdir? " diye sorduk.
Efendimiz (s.a.v): "Benden sonra gelip hadislerimi rivayet eden ve onları
insanlara öğretenlerdir,"buyurdu.[198]
el-Makdisî,
el-Hucce kitabında, Berâ b. Âzib'den (r.a), Rasûlullah (s.a.v)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim, kendisine faydalı olacak iki hadisi
öğrenir veya başkasına faydalanacağı iki hadis öğretirse, bu yaptığı iş,
altmış yıllık (nafile) ibâdetten daha hayırlıdır."[199]
Ebû Nuaym
(430/1038), Hilye'de, İbn
Abbas'tan (r.h), Rasûlullah'm
(a.s) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim, ümmetime, uygulanmasıyla
bir sünnetin yerine getirildiği veya bir bid'atm ortadan kalktığı bir hadis
ulaştırırsa ona Cennet vardır."[200]
el-Makdisî,
el-Hucce'de, Ebû Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a.v)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir: "Kim, ümmetim için kendilerine dinî işlerinde faydası
olacak kırk hadis ezberlerse, kıyamet günü âlimlerle birlikte hasredilir."[201]
Makdisî,
hadisi başka bir senedle, Ebû Hureyre'den şu lafızlarla rivayet etmiştir:
"Kıyamet günü peygamberlerle beraber haşro-lunur." Yine müellif, bir
başka yolla, Ebû'd-Derdâ'dan (r.a): "Allah o kimseyi kıyamet günü fakih
olarak diriltir, ben de kendisine şahid olurum," lafzıyla, İbn Abbas'tan
da (r.h): "Kıyamet günü ben ona şefaatçi olurum,"ifadeleriyle rivayet
etmiştir.
Buhârî,
Abdullah b. Amr'dan (r.a), Rasûlullah (s.a.v)'m şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Benden (duyduğunuz) bir âyet de olsa onu tebliğ edin.
Hadislerimi de rivayet ediniz ve yalan söylemeyiniz. Kim, kasıtlı olarak benim
adıma yalan söylerse kendini, Cehen-nem'deki yerine hazırlansın."[202]
Tabarânî,
Evsafda, Ebû Bekir'den (r.a), Rasûlullah (s.a.v)'m şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Kim benim adıma kasıtlı olarak yalan söyler veya emrettiğim
bir şeyi reddederse, Cehennem'deki yerine kendini hazırlasın."[203]
Yine
Tabarânî, el-Kebîr'de, Selman el-Fârisî'den (r.a), Rasûlullah'm şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim, benim adıma kasıtlı olarak yalan
söylerse, Cehennemide gireceği yere kendisini hazırlasın. Kim, benden kendisine
ulaşan bir hadisi reddederse, kıyamet günü onun hasmı ben olurum. Size, benden
yaklnen tanımadığınız bir hadis ulaştığı zaman: 'Allah en iyisini
bilir,'deyiniz."[204]
Buhârî
ve Müslim, Muğire'den (r.a), Rasûlullah'm şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
"Benim adıma yalan söylemek, baş-, kası adına yalan söylemek gibi
değildir. Kim, kasden benim adıma yalan söylerse, ateşteki yerine hazır
olsun."[205]
el-Makdisî
el-Hucce'de, Ebu'd-Derdâ'dan (r.a), Rasûlullah (s.a.v)'m şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Kim, sabah ve akşam sünnetimi öğrenmek arzusuyla yola
çıkarsa, sabah akşam Allah yolunda cihad eden kimse gibi sevaba ulaşır. Kim,
Allah Teâlâ'nın kendisine öğrettiği bir ilmi (isteyeni ve duyurulma gereği
varken) gizlerse, Allah Teâlâ, kıyamet günü ağzına ateşten bir gem
vurur."[206]
Yine
el-Makdisî'nin, Muaz b. Cebel'den (r.a) rivayetine göre Rasûlullah (s.a.v),
şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin arasında bid'at-ler yayıldığı ve ashabıma
dil uzaltildığı zaman âlim, ilmini ortaya koysun. Eğer bunu yapmazsa, Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların laneti üzerine olur."[207]
Velid
b. Süleyman'a: "İlmin ortaya konması nedir?" diye sorulunca,
"Sünnetin açıklanmasıdır," demiştir.
Sadece Kur'ân-ı
Kerîm'Ie Amel Etmenin Güç ve Zor Olmasıdır
Kendisine
bir vahiy gelmeyen ve Allah tarafından vahiyle desteklenmeyen hiçbir kimsenin,
sadece Kur'ân'dan, İslâm şeriatının hüküm ve tafsilâtını anlaması mümkün
değildir. Bunun için o kimseye, vahiy yoluyla gelen veya Hz. Peygamber
(s.a.v)'in kendi içtihadıyla Kur'ân'dan çıkardığı ve Allah Teâlâ'nın tasvip
ettiği sünnete bakması gerekir. Ancak bu. şekilde, Allah'ın murâdını anlamak
ve Kur'ân'dan, hükümlerin tafsilâtını ortaya çıkarmak mümkün olur. Çünkü bunun
için tek yol sünnettir.
Şayet
sünnet, hüccet (hükümlerde delil ve kaynak) olmasaydı, müçtehidlerden
hiçbirinin ona bakması ve bu konuda ondan destek alması sahih olmaz ve hiçbir
kimse, mükellef olduğu şeyi anlamazdı. Bu durumda hükümler yok olur, teklif
ortadan kalkar ve Allah Teâlâ
için
mümkün olmayan bir abes meydana gelmiş olurdu.
Zikrettiğimiz
bu konularda, bir müçtehidin tek basma, kendi görüşüyle hareket etmesi mümkün
değildir. Çünkü Kur'ân, i'cazda en yüksek noktada, belagat ve fesâhatta en
ileri seviyede olduğu için pek yüksek mânâlar ve söyleyenle kendisine
vahyedilenin dışında kimsenin bilemeyeceği, çoğu bize kapalı, pek çok esrar ve
ilim hazineleri ihtiva etmektedir.
İmam
Buhârî rivayet ediyor: Rasûlullah Efendimiz (s.a.v)'e, kırmızı tüylü (en
değerli) develerden zekât verilip verilmeyeceği sorulduğunda: "Bana (şu
ana kadar) bu hususta: 'Kim, zerre miktar hayır işlerse, âhirette onu görür
(sevabına nail olur); kim de zerre miktar şer işlerse âhirette onu görür.'[208]
mealindeki, geniş manâlı ve mevzuunda tek olan âyetten başkası inmedi,"
buyurdu.[209]
Şimdi,
soruya ve cevaba iyi bak. O'nun, bu âyetten, sorulan sorunun hükmünü nasıl
çıkardığına dikkat et. Bir başkasının bunu yapmaya gücü yeter mi..?
Kur'ân-ı
Kerîm, aynı zamanda birtakım mücmel (kapalı) ve müşkil âyetleri ihtiva
etmektedir. Amel için onları açıklayacak, te'vil ve tefsir edecek bir şerh
gerekmektedir. Bu şerh ve açıklamanın, Allah Teâlâ katından olması gerekir.
Çünkü kullarım mükellef tutan, O'dur. Ayette neyin kasdedildiğini en iyi O
bilir; başkası buna vâkıf olamaz. İşte bu açıklama, vahiyle bildirilmiş olan
veya Rasûlullah (a.s)'m kendi içtihadıyla ortaya koyduğu ve Allah tarafından
tasvip gören sünnettir.
Bunun
için Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: "Kendilerine indirileni açıklaman
için ve düşünüp anlasınlar diye, sana bu Kur'ân'ı indirdik." W)
Bu
dediğimize örnek olabilecek birkaç misal verelim: Allah Teâlâ, âyetinde:
"Gereği üzere namazı kılınız ve zekâtı veriniz," buyurmaktadır.
Bu
âyetten, namaz ve zekâtın farz olduğu anlaşılmaktadır. Fakat farz kılınan bu
namazın mahiyeti ve keyfiyeti nedir? Ne zaman yapılır? Kaç rek'at kılınır? Kime
farzdır? Ömürde kaç defa farz olur? Bunlar, sadece bu emirle bilinmemektedir.
Aynı
şekilde zekâtı ele alalım. Zekât nedir? Kime farzdır? Hangi maldan gerekir? Miktarı ve farz olma şartı
nedir? Sadece yukarıdaki emirden bunların cevabı anlaşılabilir mi?
Bir
başka âyette Allah Teâlâ buyurmuştur ki: "Şimdi siz, akşama ulaştığınızda
ve sabaha kavuştuğunuzda Allah'ı teşbih ediniz."[210]
Bu
âyetten teşbihin vâcib, vaktinin de kısaca sabah ve akşam olduğunu anlıyoruz.
Fakat
buradaki tesbihden kasdedilen nedir? "Namaz kılınız.," âyetindeki
namaz mıdır? Yoksa "Sübhânallah" demek gibi başka bir şey midir?
Bir
başka âyette ilâhî emir şudur: "Kur'ân'dan kolayına geleni oku..."[211]
Bu âyetten, kolay olan şeyin kıraatinin vâcib olduğunu anlıyoruz. Fakat bu
kiraatla ne kasdedilmektedir? O, namaz mıdır? Yoksa Kur'ân okumak mıdır? Namaz
olduğunda, tek rek'at yeterli midir? Yeterli olduğunu düşünelim. Peki, bu bir
rek'atta neler yapılacak, nasıl kılınacaktır?
Başka
bir âyette şu emir verilir: "Ey iman edenler! Rükû ve secde edin."[212] Bu âyetten rükû ve secdenin farz olduğunu
anlıyoruz. Fakat bunların yapılış şekli nasıldır? Bunlardan murâd nedir? Namaz
mıdır, yoksa başka bir şey midir? Kasdedilen namaz ise rükû ve secdelerin adedi
aynı mı olacak; biri, diğerinden farklı mı olacak?.. Bunlar, bu âyetten
anlaşılmamaktadır.
Bir
başka iîâhî emir: "Şüphesiz Allah ve melekleri, Peygambere salât
etmektedirler. Ey iman edenler, siz de Peygambere salât edin ve tam bir
teslimiyetle selâm verin."[213]
Ayette geçen "salât'la ne
kasdedilmektedir? Bu, Allah Teâ-lâ'mn/'Salâtı (namazı) kılınız,"
âyetindeki namaz mıdır, yoksa başka bir şey midir? Allah'ın, meleklerin ve
bizim salâtımız nedir? Nasıl olur?
Şu
âyete bakalım: "Altını ve gümüşü biriktirip, onları Allah yolunda infâk
etme-yenlere, acıklı bir azabı müjdele."[214]
Bu âyetten, mal biriktirmenin ve infâk etmemenin haram olduğunu anlıyoruz.
Fakat mal yığmaya mukabil, yapılması istenen infâkla ne kasdedili-yor? Bu infâk
şekli, âyet-i kerîme nazil olduğu zaman Sahâbe'nin anladığı gibi bütün malın
infâk edilmesi inidir, yoksa bir kısmının verilmesi midir? Bu kısmın da
miktarı ne kadardır? Bunlar, ifade edilmemiştir.
Şu
âyete bakalım: "Hacc ve umreyi Allah için tamamlayın."[215]
Âyet-i kerîmeden, hacc ve umrenin
eksiksiz yapılmasının farz olduğunu anlıyoruz. Fakat bunlardan kasdedilen
nedir? Câhiliye döneminde Arapların hacc ve umre adına yaptıkları bütün
fiiller mi, yoksa başka bir şey mi? Hacc ve umre nedir? Ömürde kaç kere
farzdır? Âyette bu konular açıklanmamıştır.
Bir
başka âyeti ele alalım. Allah Teâlâ buyurmuştur ki: "îman eden ve
imanlarına zulüm karıştırmayan kimseler (var ya), işte güven onlarındır. Ve
doğru yolda olanlar da onlardır."[216]
Allah Teâlâ'mn emniyet ve hidâyet için
bulunmamasını şart koştuğu zulüm nedir? Sahâbe-i Kirâm'ın anladığı gibi bütün
günah çeşitleri midir?[217]
Yoksa ondan bir çeşit midir? Öyleyse bu
çeşit hangisidir? Bütün bunları, direkt olarak âyetten anlama imkânımız
yoktur.
"Hırsızlık
eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan (başkalarına)
bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah Azız ve Hakîm'dir."[218]
Bu âyet-i kerîmeden, hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerinin kesilmesinin
farz olduğunu anlıyoruz. Fakat el kesmeyi icab ettiren bu hırsızlık, lügat
mânâsından anlaşılan bütün hırsızlık çeşitleri midir, yoksa başka bir şey
midir? Eğer başka bir çeşit ise, o nedir? Şartlan ve çalınması el kesmeyi
gerektiren malın mikta-n (nisabı) nedir? Sonra bu kesmenin şekli nasıl
olacaktır; el omuzdan itibaren mi, dirsekten aşağı mı, yoksa bilekten bu tarafı
mı kesilecektir? Ve bu kesme işi, hırsızlık tekerrür ettikçe tekrarlanacak mıdır?
Bu ve bunlara benzer pek çok konu açıklama istemekte ve bunu âyetten anlama
imkânımız da bulunmamaktadır. Kur'ân'da, buna benzer pek çok âyet-i kerîme
vardır.
Şimdi
bir an, bu ve benzeri âyet-i kerîmelerde zikrettiğimiz durumları açıklayan
sünneti, zarûret-i diniyyeden sünnet vasıtasıyla bilinen şeyleri ve fakihlerin
sünnete dayanarak elde ettikleri kıyas ve benzeri delilleri kullanmak suretiyle
içtihadlanyla ortaya koyduklan hükümleri bir kenara bırak. Evet, bütün bunları
bir kenara bırak ve sonra düşün; yukarıda bahsettiğimiz ve benzeri durumlara
cevap vermeye kim güç yetirebilir? Şayet bir kısmına cevap verilebildiğini düşünsek
bile bu, hepsi için mümkün müdür?
Kimse
buna güç yetiremediği zaman, bu vazifeleri yerine getirmemiz mümkün olabilir
mi? Hem Allah Teâlâ'nın bizden gizlediği ve ne istediğini açıklamadığı birtakım
vazifelerle bizi yükümlü tutması düşünülebilir mi? Böyle bir şeyin Allah
Teâlâ'dan sâdır olması, hem muhal hem de abes değil midir?
Bütün
bunlar, Allah Teâlâ'nın, Kitabı'nda kapalı olarak zikrettiği bu tekliflerle
bizi yükümlü tutmadığını -çünkü O, bizim akıllarımızın, ilâhî muradı
anlamaktan âciz olduğunu en güzel şekilde bilmektedir- ancak onları bize
açıklayacak, tefsir edecek bir şârih ve müfessir tayin ettiğini göstermektedir.
O da bütün bunları, vahiy ve onun desteği ile yapan Rasûlullah'tır (s.a.v).
İbn
Hazm'm (r.h) sözleri de bu söylediklerimizi desteklemektedir; o,
el-îhkam'&a şöyle demektedir: "Kur'ân'ın hangi âyetinde, öğle
namazının farzının dört ve akşamın üç rek'at olduğunu, ruhunun, secdenin,
kıraatin ve selâmın yapılış şeklini, oruçta sakınılacak şeyleri, altın, gümüş,
koyun, deve ve sığır zekâtlarının ne şekilde olduğunu ve bunların ne
kadarından ne kadar zekât alınacağını, haccın vakti, Arafat'ta vakfe, orada ve
müzdelifedeki namaz, taşların atılması, ihramın şekli, hacda sakınılacak
şeyler gibi hacla ilgili amelleri, hırsızın elinin kesilmesini, haram kılan
süt emme şeklini, haram olan yiyecekleri, hayvan boğazlama ve kurban kesmenin
usûlünü, hadlerin hükümlerini, boşamanın nasıl vuku bulacağını, alış-veriş
hükümlerini, faizin ne ve nasıl oluştuğunu, hüküm ve dâvaların teferruatını,
yemin çeşitlerini, hapis sebeplerini, mehirler ve diğer fıkhı meselelerin
açıklamasını bulabiliriz? "
“Kur'ân'da
birtakım hükümler vardır ki, eğer onlarla karşı karşıya bırakılsak, nasıl amel
edeceğimizi anlayamayız. Onları anlamak için tek müracaat kaynağı, Hz.
Peygamber (s.a.v)'den gelen nakillerdir. İcmâ da bir kaynaktır; fakat o, bazı
meselelerde hükme medar olur. Biz, bütün bunları, Kitâbu'l-Merâtib adlı
eserimizde toplayıp zikrettik. Demek ki, zarurî olarak hadise başvurmak
lâzımdır."[219]
"Şayet
bir kimse, 'Biz, ancak Kur'ân'da bulduğumuzu alır, uygularız' derse, icmâ-i
ümmet ile kâfir olur. Böyle düşünen bir kimseye namaz olarak öğle ile akşam
arasında bir rek'at, fecrin doğusuyla da diğer bir rek'at kılması gerekli
olmaktadır.[220] Çünkü namaz diyebilmek için en az bir rek'at
olması yeterlidir. En fazlası için de âyette bir sınır yoktur. Bunu söyleyen
kimse, malı ve kanı helâl müşrik bir kâfirdir. Böyle bir görüşe, sadece
ümmetin kâfir olduklarında icmâ ettiği bazı müfrid Râfizî'ler sahiptir. Hidâyet
ve tevfik Allah'ın elindedir."
"Şunu
da bilelim: Eğer bir kimse, sadece ümmetin icmâ ettiği hükümleri alıp hakkında
nass bulunan konularda ihtilâf ettikleri bütün hükümleri terketse, ittifakla
fasık olur."
İmam
Şafiî (r.h), (204/819) er-Risâle ve Cimâu'l-îlm adlı eserlerinde, ibn Hazmın
söylediklerine benzer şeyler zikretmiştir. Daha Önce, Ustad Hüdarî'nin,
kendisinden yapmış olduğu nakillerde bu konuyla ilgili bahisler geçmişti. Şimdi
onun, Risâle'de geçen bazı sözlerini zikredelim:
Allah-kendisine
rahmet etsin, O, Risâle'de demiştir ki:[221]
"Allah'ın
Kitabı'nın tam olarak anlaşılması için şunların bilinmesi gerekir;
1-
Bütün Kur'ân'ın kendisiyle nazil olduğu Arapça.
2-
Kur'ân'ın nâsih ve mensûhu.
3-
Farz, edeb, irşâd ve ibâha ifade eden hükümler.
4- Allah'ın Kitabı'nda farz kıldığı ve
Peygamberi'nin diliyle (sünnet yoluyla) açıkladığı hükümlerde, Peygamberi'ne
verdiği açıklama görevi ve yetkisi.
5-
Allah'ın farz kıldığı bütün hükümlerde muradının ne ve kimler olduğu, hükmün
bütün kullarına mı yoksa bazısına mı hitab ettiği.
G-
İnsanlara farz kıldığı taat ve ibâdetler.
7-
Darb'i meseller ki bunlar, Allah'ın taatına sevkeden, O'na isyandan
sakındıran, nefsanî kazların getirdiği gafleti ortadan kaldıran; nafile ve
faziletlere iştiyakı artıran birtakım misallerdir. Âlimlerinde ancak
bildikleri konularda konuşmaları gerekir."
İleride
yine İmam Şafiî'den bazı nakiller yapacağız inşâallah.
Allah'ın
Kitabı'nı, sadece âyetlerle ve aklımızla anlayamayacağımız konusunda ve sünnet
olmadan bunun mümkün olmadığı hususunda pek çok hadîs-i şerifler vârid
olmuştur. Yine bu konuda Sahabe ve onlardan sonrakilerden sayısız haber rivayet
edilmiştir. Hepsi de aynı konuda ittifak halindedir.
Şimdi
bunlardan bir kısmım zikredelim:
İbn
Ebî Müleyke, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Allah'ın Kitabı'ndan bir âyet hakkında kendi görüşümle bir şey söyler
veya bilmediğim bir konuda konuşursam, hangi yer beni üzerinde taşır ve hangi
semâ beni gölgelendirir."
İbn
Abdilberr, Amr b. Dinar'dan, Hz. Ömer'in (r.a) şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Sizin için sadece iki adamdan korkuyorum: Biri, Kur'ân'ı asıl
mânâsının dışında yorumlayan, diğeri de mü'min kardeşinin aleyhine sultana
şikâyete koşuşturan."
Yine
İbn Abdilberr, Abdulazîz b. Ebî Hâzim'den, Hz. Ömer
(r.a)'in
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu ümmet için imanı kendisini
kötülükten koruyacak mü'minle, fışkı açık fâsıktan korkmuyorum. Fakat diliyle
süsleyerek Kur'ân okuyan ve sonra onu asıl mânâsının dışında yorumlayan adamdan
korkuyorum."
Beyhakî
el-Medhal'de, Lâlekâî es-Sünne'de, Hz. Ömer'in şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: "Kendi görüşüyle hüküm çıkaranlardan sakının. Şüphesiz
onlar, sünnet düşmanıdırlar. Rasûlullah (s.a.v)'ın hadislerini ezberlemek ve
öğrenmek kendilerine zor geldiği için kendi görüşleriyle konuşmaya başladılar.
Böylece, kendileri haktan saptı; başkalarını da sapıttılar."
Dârimî
ve Lâlekâî es-Sünne'de, Hz. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
"Sizinle, Kur'ân'ın müteşâbih ve hükmü kesin olmayan âyetleriyle
mücadeleye giren birtakım insanlar gelecektir. Onları, sünneti bilenlere
götürün. Şüphesiz sünnet âlimleri, Allah'ın Ki-tabı'nı en iyi
bilenlerdir." Lâlekâî, Hz. Ali'den benzeri bir rivayet nakletmiştir.
İbn
Sa'd, Tabâkâfmda, İkrime yoluyla, İbnu Abbas'm şöyle dediğini nakleder: Hz. Ali
(r.a), beni Haricîlere gönderdi ve: "Onlara git. Kendileriyle tartış;
fakat Kur'ân'la delil getirme. Çünkü Kur'ân'ın pek çok bakış açıları vardır.
Onlarla, sünneti delil göstererek tartış."
İbn
Sa'd, başka bir tarikle de şu rivayeti nakleder: İbn Abbas (r.a) der ki:
"Ey mü'minlerin emiri! Ben, Allah'ın Kitabı'nı onlardan daha iyi
biliyorum; çünkü Kur'ân, bizim evlerimizde nazil oluyordu." Hz. Ali (r.a),
kendisine: "Doğru söylüyorsun. Fakat Kur'ân, pek çok mânâlar ve bakış
açıları taşır özelliktedir. Sen, bir şey söylersin; onlar da başka bir şey
söylerler. İyisi mi. sen, onlarla, sünnete dayanarak tartış. Kendilerine
hadisleri arzettiğin zaman kaçacak yer bulamazlar," dedi. Bunun üzerine
İbn Abbas (r.h), yanlarına vardı. Onlarla, hadislere dayanarak tartıştı ve
Haricîlerin elinde ona karşı bir delil kalmadı, sustular.
el-Makdisî,
el-Hucce'de, Hz. Ali'nin şöyle dediğini nakleder: "Her şeyin ilmi
Kur'ân'da mevcuttur; fakat insanların görüşü onu bulup çıkarmaktan
âcizdir."
Ebû
Hatim (354/965), İbn Mesud'un (r.a) şöyle dediğini nakleder: "Her şey
bize Kur'ân'da açıklanmıştır; fakat bizim anlayışımız, onu idrakten âcizdir.
Bunun için Allah Teâlâ: 'Kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye sana
Kur'ân'ı indirdik,'[222]
buyurmuştur."
Beyhakî,
el-Medhal'de; Dârimî, Sünen'inde, İbn Mesud'un (r.a) şu sözünü naklederler:
"Ey insanlar! İlim kaldırılmadan Önce ilim öğrenmeye bakınız. İlmin
kaldırılması, ilim ehlinin tükenmesi-dir. Bid'atlerden, lügat parçalayarak,
ağzı lâfla doldurarak lüzumsuz konuşmaktan sakının. Sizden öncekilerin yolunda
bulunun (Kur'ân ve sünnete tutunun). Bu ümmetin son zamanlarında bazı gruplar
çıkacak, Allah'ın Kitabı'na çağırdıklarını iddia edecekler. Halbuki kendileri,
onunla ameli terketmişlerdir.”[223]
İbn
Abdilberr (463/1071), Recâ b. Hayve'den, bir adamın şöyle dediğini nakleder:
"Hz. Muâviye'nin yanında oturuyorduk, bize: 'Dalâletin en kötüsü şudur:
Bir adam Kur'ân'ı okur, fakat onu hakkıyla anlamaz. Sonra onu çocuk, köle,
kadın ve cariyelere öğretir; onlar da kalkar, ehl-i ilme karşı Kur'ân'la
mücadeleye girişir,' dedi.'[224]
Ahmed
b. Hanbel (r.h), İmran b. Husayn (r.a)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Kur'ân indi. Rasûlullah (a. s) da birtakım sünnetler ortaya koydu ve:
'Bize (Kur'ân ve sünnete) uyunuz. Vallahi, eğer bunu yapmazsanız,
sapıtırsınız,' buyurdu."
Said
b. Mansur da İmran'dan şunu nakleder: Aralarında hadis müzâkere ederken,
oradan biri: "Bırakın şu hadisi, bize Allah'ın Kitabından bahsedin!" der. Bunun
üzerine İmraıı: "Sen bir ahmaksın, söyle bakalım, Allah'ın Kitabı'nda,
namazın nasıl kılınacağını, orucun ne şekil tutulacağını teferruatıyla
bulabilir misin? Kur'ân, bunları emretmiş; sünnet de açıklamıştır," diye
cevap verir.
Beyhakî
de Medhal'de, Şebib b. Ebî Fudâle el-Mekkî yoluyla, İmran b. Husayn'dan (r.a)
şunu rivayet eder: İmran (r.a), şefa-attan bahsetti. Cemaattan bir adam söze
karışarak:
"Ya
Ebâ Nüceyd! Sen, bize Kur'ân'da delilini bulamadığımız birtakım hadislerden
bahsediyorsun," dedi. Bu sözü duyan imran (r.a) kızdı ve adama:
"Sen
Kur'ân'ı okudun mu?" diye sordu. Adam: "Evet," dedi. İmran
(r.a):
"Peki,
söyle bakalım: Sen, Kur'ân'da yatsının farzının dört, akşamın üç, sabahın iki,
öğle ve ikindinin dört rek'at olduğuna rastladın mı?" diye sordu. Adam:
"Hayır,"
dedi. İmran (r.a):
"Siz,
bütün bunları kimden alıp Öğrendiniz? Siz bizden, biz de Hz. Peygamber
(s.a.v)'den öğrenmedik mi? Allah Teâlâ, Kur'ân'da: 'Beyt-i Atik'i (Kabe'yi)
tavaf ediniz.’[225]
buyurmaktadır. Peki, Kur'ân'da: Yedi defa tavaf ediniz, makâm-ı İbrahim'in
arkasında iki rek'at namaz kılınız,' diye bir emir bulabilir misiniz? Veya
Kur'ân'da: İslâm'da Celb[226],
Cenb[227] ve Sigar[228] yoktur,'[229]
şeklinde hükümlere rastladınız mı? Bütün bunlar, hadisle sabittir. Peki Allah
Teâlâ'nın, Kitabı'nda: 'Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi
yasakladıysa ondan da kaçının,'(195> buyurduğunu duymadınız mı ?"
İmran
(r.a), daha sonra şöyle söyler: "Biz, Rasûlullah'tan, sizin bilmediğiniz
daha başka şeyler de öğrendik."
Beyhakî,
ayrıca Hasan el-Basrî yoluyla, İmran b. Husayn'dan, benzeri bir konuşmayı,
kısa olarak rivayet etmiştir. Hâkim de hâdiseyi aynı yolla nakletmiştir.
İmam
Mâlik, İbn Şihab'dan, Hâlid b. Useyd'in ailesinden bir adamın şöyle dediğini
rivayet eder: Abdullah b. Ömer'e: 'Ya Ebâ Abdurrahman, korku nama-zını, mukim
kimsenin namazını, Kur'ân'da buluyoruz; fakat yolcu namazının nasıl
kılınacağını beyân eden bir âyete rastlamadık, onu neye göre kılıyoruz?"
dedi. İbn Ömer (r.a):
"Ey
kardeşimin oğlu! Biz, hiçbir şey bilmezken Allah (c.c), Hz. Muhammed (s.a.v)'i
gönderdi; O, bize neyi, nasıl yapacağımızı öğretti. Biz, ancak O'ndan
gördüğümüzü yaparız," dedi.
Beyhakî,
el-Medhal'de, Ümeyye b. Abdullah b. Hâlid'den, yukarıdaki rivayetin benzerini
rivayet etmiştir.
İbn
Abdilberr, Ebû Said el-Hudrî'nin (r.a) şöyle dediğini nakleder: Rasûlullah
(s.a.v) âhirete intikal edince, hadiseyi kendimiz için bir felâket gördük.
Nasıl böyle görmeyelim ki; Allah Subhânehû, âyet-i kerîmesinde: "Hem bilin
ki, içinizde Allah'ın Rasûlü vardır. Şayet O, birçok işlerde size uysaydı,
mutlaka sıkıntıya düşerdiniz.'[230]
buyurmuştur.
Dârimî,
Said b. Cübeyr'den, şunu nakleder: Said b. Cübeyr (r.h), birgün Rasûlullah
(s.a.v)'dan hadis rivayet ediyordu. Oradan, adamın biri: "Allah'ın
Kitabı'nda buna muhalif hüküm vardır," dedi. Bunun üzerine Said b. Cübeyr:
"Ben,
sana Allah'ın Rasûlü (s.a.v)'nden hadis rivayet ediyorum; sen, Allah'ın
Kitabı'yla ona karşı çıkıyorsun. Allah'ın Rasûlü (s.a.v), Allah'ın Kitabı'nı
senden daha iyi biliyordu," dedi.
İbn
Abdilberr ve Beyhakî, Medhal'âe, Eyyûb es-Sahtiyânî'den şunu naklederler: Bir
adam, Mutarrıf b. Abdullah'a: "Bize, sadece Kur'ân'dan bahsedin; hadis
anlatıp durmayın,'' dedi. Mutarrıf, adama:
"Vallahi
biz, hadisleri Kur'ân'ın yerine anlatmıyoruz. Bilakis, hadisleri anlatmaktaki
gayemiz, Kur'ân'ı en iyi bilenin bildiklerini nakletmektir," diye cevap
verdi.
İbn
Abdilberr, Evzâî'den, Hasan b. Atiyye'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Hz. Peygamber (s.a.v)'e vahiy inerken Cebrail (a.s), inen âyeti açıklayan
sünneti, o anda kalbine ilham ediyordu."
Bu
haberi, Ebû Dâvud Merâsilîn'da, Beyhakî el-Medhal'de değişik bir lafızla
rivayet etmişlerdir. Beyhakî'nin rivayeti ileride gelecektir.
İbn
Abdilberr (380/990), Meymun b. Mihran'm şöyle dediğini nakleder: "Şüphesiz
bu Kur'ân, insanlardan çoklarının kalbinde yerleşmiştir. Siz, Kur'ân'ın
dışında hadisleri araştırınız. Bu ilmi, bazıları dünya malı için, bazıları
onunla mücadele etmek için, bazıları da şöhret bulup kendisine iltifat ve
işaret olunması için öğrenirler. Halbuki ilim ehlinin en hayırlısı, onu,
Allah'a itaat için öğrenenlerdir."
İbn
Abdilberr demiştir ki: "Kur'ân'ın kalblerde yerleşmesi -Allah en iyisini
bilir- ancak sünneti bilen selefin rivayet ettiği hadisler sayesinde,
kıraatından çıkan değişik te'villerin tesbitidir. Çünkü bunlara ancak sahih
hadislerle vâkıf olunur. Yoksa nefsin desise ve fikirlerin çekişmesiyle bu
oluşmaz. Ehl-i hevânın yapıp da yıktığı gibi."
İbn
Abdilberr, Hasan el-Basrînin şöyle dediğini rivayet eder: "Sizden
öncekilerin helak oluşunun tek sebebi şudur: Önlerine birçok yol çıkınca hak yoldan
ayrıldılar, peygamberlerinden gelen haberleri terkettiler, dinî konularda kendi
görüşleriyle hüküm vermeye başladılar. Böylece kendileri sapıttı, başkalarını
da sapıklığa şevkettiler."
İbn
Abdilberr, İbn Mübârek'ten nakleder: O, bir adama, şöyle demiştir: "Hüküm
verme işiyle mübtelâ olduğun zaman, hadis ve selefin haberlerine yapışman
gerekir."
Beyhakî'nin
Medhal'de naklettiğine göre İbnu'l Mübârek'e:
"Kişi
ne zaman fetva verebilir?" diye sorulunca: "Hadis ve haberleri iyi
bildiği ve keskin görüşlü olduğu zaman," demiştir.
Yine
Beyhakî, el-Medhal adlı eserinde, Eyyûb es-Sahtiyânî'nin (131/748) şöyle
dediğini rivayet eder: Bir adama sünnetten bahsettiğin de, 'Bırak sünneti; sen,
bize Kur'ân'dan haber ver,' derse, bil ki o adam, haktan sapmış birisidir."
Evzâî
(176/792) der ki: "Bunun sebebi şudur: Sünnet, Kur'ân üzerine hüküm koyucu
olarak gelmiştir. Kur'ân ise sünnet üzerine hüküm koyucu olarak
gelmemiştir."Beyhakî bu sözü, Yahya b. İbn Kesir'den de rivayet etmiştir.
Yine
Beyhakî, Mekhul'dan şunu nakleder: "(Açıklanmaya ihtiyacı olduğu için)
Kur'ân, sünnetin ona muhtaç olmasından daha çok, sünnete muhtaçtır. Alimler,
bununla, sünnetin Kitab'ı tefsir edip ondaki ilâhî muradı açıkladığını
vurgulamak isterler.
Fadl
b. Ziyad el-Bağdâdî demiştir ki: Ahmed b. Hanbel'e,
'Sünnet,
Kur'ân üzerine hüküm koyucudur/ şeklinde rivayet edilen söz sorulduğu zaman,
şöyle söyledi: 'Ben, bu şekil söylemeye cesaret edemiyorum. Fakat sünnet,
Kitab'ı tefsir eder ve açıklar/ diyorum."[231]
Lâlekâî,
es-Sünne adlı eserinde, Ahmed b. Hanbel'in şöyle dediğini nakleder:
"Hadisler, bizim yanımızda Rasûlullah (s.a.v)'tan gelen rivayetlerdir.
Onlar, Kur'ân'ı açıklar. Onlar, Kur'ân'ın işaret ettiği mânâların
delilleridir."
Nasr
b. el-Makdisî, el-Hucce adlı eserinde, Abdurrahman b. Mehdî'nin şöyle dediğini
nakleder: "İnsan, yeme ve içmeye ihtiyacından daha fazla, hadislere
muhtaçtır. Çünkü hadisler, Kur'ân'ı tefsir ederler."
Bu,
mutlak böyledir. Hem Kur'ân, aynı zamanda nâsih ve mensûhu da ihtiva
etmektedir. Her ikisinin bilinmesi, müçtehid için zarurîdir.
İmam
Müslim, Hz. Ali'den şunu rivayet eder: Hz. Ali (k.v), insanlara kıssa anlatan
bir kıssacıya uğradı. Kendisine: "Nâsihi ve mensûhu biliyor musun1?"
diye sordu. Adam, "Hayır" deyince, Hz. Ali (k.v) şöyle dedi:
"Kendini ve insanları helak ettin." İmam Müslim, bu haberin
aynısını, İbn Abbas'tan (r.a) rivayet etmiştir.
Bir
müçtehid için nâsihi ve mensûhu tanımak, ancak her ikisinin iniş vakitlerini
bilmekle veya Hz. Peygamber (s.a.v)'in haber ve beyanıyla olabilir. İmam Şafiî
(r,h), demiştir ki: "Allah'ın Kitabı'n-daki nâsih âyetlerin ekseriyeti,
Rasûlullah (s.a.v)'ın sünneti sayesinde bilinebilir."[232]
Şayet,
nâsih ve mensûh konusunda sünnet yol göstermeseydi, bu durumda, ya her ikisiyle
amel edecek ya ikisini de terk edecek veya hangisinin nâsih olduğunu bilmeden
birisiyle amel etmemiz gerekecekti. Halbuki bütün bunlar bâtıldır.
Son
olarak şunu da hatırlatalım: İmam Ahmed (r.h), Hz. Peygamber (s.a.v)'e itaat
konusunda bir kitap yazmış ve kitabında, Rasûlullah'ın sünnetlerinin birbirine
taâruzu konusunda, Kur'ân'ın zahiriyle delil getirene ve sünnetle hüküm
çıkarmayı terkedene cevaplar vermiştir.
Bahsimizin
sonunu, Ibnu'l-Kayyim'm (751/1350) misk kokulu şu
güzel açıklamalarıyla bağlayalım; o, der ki: "Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'i
hidâyet ve hak din ile gönderdi. Kâfir ve müşrikler istemeseler de Allah,
onunla gönderdiği dini, bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini
görevlendirdi.
Ona
tâbi olanlara, nur ve hidâyet olan Kitabı'nı indirdi. O Ki-tab'ın zahirinden,
bâtınından, hâss ve umûmî olanından, nâsihin-den, mensûhundan, kısaca ilâhî
Kitab'ın bütün âyetlerinden neyi murâd ettiğini ifade için Hz. Peygamberi'ni
delil ve aracı kıldı. Bu durumda Rasûlullah (s.a.v), Allah'ın Kitabı'nı halka
sunan ve mânâlarını açan bir mübelliğ oldu. Bu vazifede, Allah Teâlâ'nın Peygamberi
için seçtiği ve sevdiği Ashâb-ı Kiram, kendisine şahid oldu ve O'ndan bu
ilimleri naklettiler. Bu müşahede ve beraberlik sayesinde onlar, Rasûlullah'ı,
Allah'ın Kitabı'nda neyi murâd ettiğini ve âyetlerin ne mânâlara geldiğini
bilmede insanların en âlimi oldular. Hz. Peygamber (s.a.v)'den sonra bu ilmin
ifade ve nakil işini, onlar üstlendiler.”[233]
Câbir
(r.a) demiştir ki: "Rasûlullah aramızda iken kendisine vahiy geliyor ve
kendisi, gelen âyetin mânâ ve yorumunu biliyordu. Sonra O, âyetle nasıl amel
ederse, biz de öylece amel ediyorduk."
Vahiyle Bildirilen
veya Vahiy Derecesinde Olan Sünnettir
Bil
ki, Rasûlullah (s.a.v)'tan sâdır olan şeyler, ya Allah'tan gelen hükümleri
tebliğ için ortaya konmuş söz ve fiillerdir veya tebliğin dışındaki
davranışlarıdır.
Birinci Kısım:
Bu,
kesin vahiydir. Bilindiği gibi Allah Rasûlü, bu kısımda hata ve yanılmadan
korunmuştur. Hanefî âlimleri buna "vahy-i zahir" demektedirler.
Bu
kısımdaki vahiy, bazen onun ilâhî vahiy olduğunu gösteren bir lafızla beraber
iner veya başka türlü iner. İlahî vahiy olduğunu ifade eden lafızla birlikte
gelen, ya taabbüd (kulluk) ya i'câz veya en kısa bir süreyle meydan okuma ifade
eder ki bu, Kur'ân'dır.
İ'câz
ve tehaddi özelliği taşımayan vahiy ise lafzının da inzal edildiğini söyleyen
görüşe göre hadîs-i kudsîdir. Bunun da vahiy olduğunda şüphe yoktur. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.v), "Rabbu'l-İzzet buyurdu ki," gibi sözlerle
Allah'tan haber vermektedir. Bu da yalandan masum bir haberdir. Hz. Peygamberin
haberi, Kur'ân'm Allah'ın kelâmı olduğunu gösterdiği gibi; bunun da Allah'ın
kelâmı olduğunu gösterir. Hadîs-i kudsîler çoktur. Bir iki Örnek hatırlatalım:
Ebû
Zerr el-Gıfârî (r.a), Rasûlullah (s.a.v)'tan, Allah Teâlâ'mn kudsî hadiste
şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Ey
kullarım! Ben, zulmü kendime haram kıldım ve onu sizin aranızda da haram
yaptım. Artık birbirinize zulmetmeyin..."
Bir
başka örnek:
"Ey
kulum, nimetimi sana ulaştırmak için vasıta kıldığım kimseye teşekkür
etmezsen, bana şükretmiş olmazsın."[234]
İnen
vahiyle birlikte, onun Allah Teâlâ'ya ait olduğunu gösteren bir söz yoksa o,
hadîs-i nebevidir. Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait hadis ve uygulamaların vahiy
olduğunu, şu âyet-i kerîmeler göstermektedir :
"O
(Peygamber), kendi arzusuna göre konuşmaz. O (bildikleri), kendisine
vahyedilenden başkası değildir."[235]
"Ben,
ancak bana vahyedilene tâbi olurum."[236]
"Allah,
sana Kitab'ı ve hikmeti indirdi ve sana daha önce bilmediklerini
öğretti."[237]
Daha
önce değindiğimiz gibi âyette geçen "hikmet", sünnettir.
"(Rasûlüm!)
Onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu toplamak
(kalbinde yerleştirmek) ve onu okutmak, bize aittir. O halde, biz onu
okuduğumuz zaman sen, onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu
açıklamak da bize aittir."[238]
"İnsanlardan
bir kısım beyinsizler: Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren
nedir?' diyecekler. De ki: 'Doğu da batı da Allah'ındır. O, dilediğini doğru
yola iletir.' İşte böylece, sizin insanlığa şahidler olmanız ve Rasûlün de size
şahid olması için sizi mutedil bir millet kıldık. (Ey Rasûlüm), hâlen
yönelmekte olduğun Kabe'yi, ancak Rasûle uyanlarla, itaatten yüz çevirenleri
birbirinden ayırdet-memiz için kıble yaptık. Bu iş, Allah'ın hidâyet verdiği
kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah, sizin iman (ve amelinizi) asla
zayi edecek değildir.
Muhakkak Allah, insanlara çok merhametli ve günahlarını fazlaca
affedicidir."
"(Ey
Muhammedi) Biz, senin yüzünün (vahiy gelmesi için) göğe doğru çevrilip
durduğunu görüyoruz. Bunun için seni, razı olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık
yüzünü, Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey nıüslümanlar!) Siz de nerede
olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki
kendilerine kitab (ve ilim) verilenler, onun, Rablerinden gelen gerçek olduğunu
çok iyi bilirler. Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir."[239]
Bu
âyet-i kerîmeler, kıblenin, Beyt-i Makdis'ten (Kudüs) Kabe'ye çevrilişi
esnasında nazil olmuştur. Bu, bize daha önce Beyt-i Makdis'e yönelmenin,
vahiyle belirlendiğini ve emredildiğini gösteriyor. Hz. Peygamber (s.a.v),
baba ve dedelerinin kıblesi olması hasebiyle, Kabe'ye yönelmeyi şiddetle
arzulamasına rağmen ilâhî emir gelmeden oraya yönelmemiş, kendisi ve ashabı,
Beyt-i Makdis tarafına yönelmeye devam etmişlerdi. Bu, bize ayrıca onların bu
devamlarının hak ve doğru, kıble değişmeden önce bunun kendilerine vâcib
olduğunu gösterir.
Böyle
olmakla birlikte şunu da hatırlatalım ki, Beyt-i Makdis'e yönelme, Kur'ân
âyetleriyle emredilmemiş tir. Çünkü yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerîmeler, o
tarafa yönelmenin sonunda gelmiştir ve sadece Kabe'ye yönelme hükmünü ortaya
koymuştur.
Kur'ân'da,
bize, Beyt-i Makdis'e yönelmeyi açıklayan başka bir âyet de yoktur. Bütün
bunlar, Hz. Peygamber (s.a.v) ve ashabının, Kur'ân âyeti bulunmayan bir hükümle
amel ettiklerini ve bu amellerinin kendilerine vâcib ve hak olduğunu gösterir.
"Onların
bu ameli, sırf kendi akıl ve içtihadlarıyla idi," demek de doğru değildir.
Çünkü bilinen bir kıbleye yönelmek ve Hz. Peygamber (s.a.v)Jin Beyt-i Makdis'e
yönelirken Kabe'ye yönelmeye fazlaca rağbetinin bulunması bir yana, akıl,
herhangi bir kıbleye yönelmenin vâcib olmasına kendi hesabıyla bir yol ve
gerekçe bulamaz. Şu halde Beyt-i Makdis'e yönelmek, Kur'ân'm dışındaki bir
vahiy ile olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Kur'ân'dan hariç vahiy aldığını,
şu hadîs-i şerifler de göstermektedir:
Rasûlullah
(s.a.v) buyurmuştur ki:
"Dikkat
edin, bana, Kur'ân'la birlikte bir misli daha verildi."
"Sizden
birisi koltuğuna yaslanmış olarak Allah Teâlâ'nın, sadece şu Kur'ân'dakileri
mi haram kıldığını düşünüyor. Dikkat edin! Ben de birtakım şeyler emrettim;
bazı şeyleri tavsiye, bazılarını da nehyettim. Onlar (miktar olarak) Kur'ân
kadar yahut ondan daha fazladır."[240]
Beyhakî'nin,
Talha b. Nudayle'den rivayet ettiği bir hadisede şöyledir: Kıtlık olup da
fiyatların yükseldiği sene, Hz. Peygamber'e:
"Ya
Rasûlallah, bizim için fiatlara 'narh'[241]
koyunuz," denildi. Efendimiz (s.a.v):
"Allah
Teâlâ, emretmediği bir uygulamayı sizlere hüküm olarak koymamı benden istemiyor.
Fakat siz, Allah'ın lütf-u kereminden (size genişlik vermesini)
isteyiniz,"[242]
buyurdu.
Rasûlullah
(s.a.v), Kur'ân'da bulunmayan birtakım hükümleri açıklamış ve uygulamalar
ortaya koymuştur. Bu hadis, bunların, Allah'ın emri ve vahyi ile olduğunu göstermektedir.
Hz.
Peygamber (s.a.v)'in: "Ben, size ancak Allah'ın emrettiklerini emrediyor,
nehyettiklerini yasaklıyorum," sözü de konumuzun delilidir.
Makdisî,
el-Hucce adlı eserinde, Ebû Hureyre'den (r.a) Rasûlullah (s.a.v)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet eder: "Gıfar'a Allah mağfiret etsin. Eslem'e selâmet
versin. Bunu ben demedim, Allah söylüyor."[243]
İmam
Şafiî'nin, el-Ümm'de rivayet ettiği şu hadis de Hz. Peygamber (s.a.v)'in
Kur'ân olarak inen vahyin dışında ayrıca vahiy aldığım göstermektedir:[244]
Zeyd b. Hâlid el-Cünehî (r.a) anlatıyor:
Bir
Arâbî, Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelip: "Ya Rasûlallah, Allah'ın adıyla
senden istiyorum. Bir meselem var; Allah'ın Kitabı ne diyorsa, öyle
hükmet," dedi.
Arâbfnin
daha dirayetli olan hasmı da: "Evet, ya Rasûlallah, Allah'ın Kitabı ile
aramızda hüküm ver; ve müsaade buyur, meseleyi açıklayayım," dedi.
Rasûlullah (s.a.v) izin verdi. Adam, olayı şöyle anlattı:
"Oğlum,
bu adamın yanında ücretli olarak çalışıyordu. Karısı ile zina etti. Bana,
oğlumun recmedileceğini söylediler. Bu sebeple kendisine fidye olarak,
çalıştığı adama, yüz koyun ve bir câriye verdim. İlim adamlarına meseleyi
sorunca, bana, oğluma yüz sopa ve bir sene sürgün cezası lâzım geldiğini ve
bunun karısının da recme-dilmesi gerektiğini söylediler." Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.v):
"Aranızda
muhakkak Allah'ın Kitabı ile hükmedeceğim; verdiğin koyunlar ve câriye sana
iade edilecek, oğluna da yüz sopa ile bir sene sürgün cezası
verilecektir," dedi ve orada bulunan zâta hitaben:
"Ey
Uneys, yarın bu adamın karısına git; zina ettiğini itiraf ederse recm cezasını
tatbik et," diye emretti. O da ertesi gün gidip kadına sorunca kadın,
suçunu itiraf etti ve kendisine recm cezasını tatbik etti.[245]
Şu
hadisler de konumuza delil olmaktadır:
Allah
Rasûlü (s.a.v), buyurmuştur ki: "Allah, ümmetime, îsra gecesinde elli
vakit namazı emretti. Ben, Cenâb-ı Hakk'a durmadan müracaat ederek
hafifletilmesini istedim. Nihayet,beş vakte indirdi."[246]
"Cebrail,
bana, Beyt-i şerifin yanında iki defa imam oldu."[247]
Hz.
Peygamber (s.a.v)'in kendisine sorulan sorulara hemen cevap vermeyip vahyi
beklemesi ve Kur'ân dışında vahiy gelmesi de O'nun, değişik yollarla vahye
mazhar olduğunu gösterir.
İmam
Buhârî ve Müslim'in rivayet ettikleri şu hadis, buna bir örnektir. Ebû Said
el-Hudrî (r.a) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v): "Sizin için en çok
korktuğum, Allah Teâlâ'nın size yerin bereketlerinden çıkaracağı
şeylerdir," buyurdu. Kendisine: 'Yerin bereketleri nedir?" diye
soruldu. Efendimiz (s.a.v): "Dünyanın zenginlikleridir," buyurdu.
Cemaatten bir adam:
"Hayır,
şer getirir mi?" diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.v), sükût buyurdu. Ben,
kendisine vahiy ineceğini düşündüm. Sonra, alnını silmeye başladı. (Müslim'in
rivayetine göre az sonra, boşanan terini silerek daldığı halden çıktı ve:
"Soru
soran nerede?"buyurdu. Adam:
"Benim,
buradayım," dedi. Hz. Peygamber (s.a.v):
"Şüphesiz,
hayır ancak hayır getirir,"[248]
buyurdu.
Rasûlullah'a
(s.a.v) vahiy geldiğinde, vahyin şiddetinden ve ağırlığından kendisinden ter
boşanırdı. İbn Abdilberr'in, Evzâî yoluyla, Hasan b. Atıyye'den rivayet ettiği
şu söz de bu görüşü doğrulamaktadır: "Rasûlullah'a (s.a.v) vahiy
indiğinde Cebrail (a.s), yanında, gelen âyeti açıklayan sünneti de
getiriyordu."[249]
Ebû
Dâvud ve Beyhakî, bu rivayeti şu lafızlarla tahric ve tes-bit etmişlerdir: "Cebrail
(a.s), Hz. Peygamber (s.a.v)'e Kur'ân'ı indirdiği gibi sünneti de indiriyor.
Kur'ân'ı öğrettiği gibi sünneti de öğretiyordu."[250]
Beyhakî,
el-Medhal'de, Tâvus'tan, onun şöyle dediğini rivayet eder: 'Yanımda, diyetlerle
ilgili hükümlerin bulunduğu vahiyle bildirilmiş olan bir sahife var.
Rasûlullah (s.a.v)'ın zekât ve diyetlerle ilgili farz kılmış olduğu hususlar,
ancak vahiyle bildirilmiştir."
Beyhakî,
Evzâî'nin de şöyle dediğini nakleder: "Sana, Rasûlullah (s.a.v)'tan bir
hadis ulaştığında, onun dışında bir şey söylemekten sakın. Şüphesiz Rasûlullah
(s.a.v), söylediklerini, Allah Teâlâ'dan alıp tebliğ yapmaktadır."
el-Makdisî,
el-Hucce adlı eserinde, Kehmes el-Hemedânî'nin şöyle dediğini rivayet eder:
"Hadis ehlinin, dinin koruyucuları olduğunu anlamayan ve kabul etmeyen
kimse, Allah'a doğru düzgün kul-luk edemeyen, zayıf akıllı zavallılardan
birisidir. Çünkü Allah Teâlâ, Nebisine: 'Allah, kelâmın en güzelini indirdi,'[251]
buyururken Rasûlullah (s.a.v) da: 'Cibril, bana Allah'tan (c.c) haber verdi,' demektedir."'"Bütün
bunlar, -bu konudaki icmâın yanında- Hz. Peygamber (s.a.v)'e, Kur'ân'dan başka
vahyin geldiğini isbat etmektedir.
Şunu
da ilâve edelim: Gelen vahiy, Cenâb-ı Hakk'a ait olduğunu ifade eden bir
lafızla zikredilmediği zaman, vahyi getiren melek, bir işaret veya fiili ile
gelenin vahiy olduğunu bildirir. Meselâ, Hz. Peygamber (s.a.v)'in şu sözünde
olduğu gibi: "Bu, âlemlerin Rabbi'nin elçisi Cibril'dir. Kalbime ilkâ etti
ki, biraz gecikse de hiçbir kimse rızkını tamamlamadan ölmez."[252]
Şu
hadis de fiil ile haberin vahiy olduğunu bildirmeye örnektir. Hz. Peygamber
(s.a.v), buyurmuştur ki: "Cibril, iki defa, Beyt-i şerifin yanında bana
imam oldu ve güneş tepe noktasından kaymaya başlayınca öğle namazını, gölge her
şeyin iki misli olunca ikindiyi, oruçlunun iftar ettiği vakitte (güneş batınca)
akşamı, kırmızı şafak kaybolunca yatsıyı, oruçlunun yeme içmeyi kestiği vakitte
(fecir doğunca) sabah namazını kıldırdı. Ertesi gün, her şeyin gölgesi bir
misli olunca öğleyi, iki misli olunca ikindiyi, güneş batınca akşamı, gecenin
üçte biri geçince yatsıyı, ortalık ağarınca sabah namazını kıldırdı ve: 'Her
namazın vakti, birinci ile ikinci vaktin arasından ibarettir,[253]
dedi."
Allah
Teâlâ, kendisine gelenin vahiy olduğunu ilham eder veya O'ndan geldiğini
bildiren kesin, zarurî bir ilim halkeder. O da amel eder.
Peygamberlere
gelen ilham, vahiydir. Bunu, İbrahim Aleyhisselâm'm durumunu anlatan şu âyetten
anlıyoruz. İbrahim (a.s), şöyle demişti: "Oğlum ! Ben, rüyamda seni
boğazladığımı görüyorum. Bak, ne diyorsun?" Oğlu: "Babacağım! Sana
emredileni yap," dedi.[254]
Müfessirlerin
pek çoğu demişlerdir ki, peygamberlerin rüyası vahiydir. Çünkü İbrahim (a.s),
oğlunu boğazlama emrini rüyasında almış, bunu oğluna bildirmiş, o da bunun
ilâhî bir emir olduğunu bildiği için: "Babacığım, sana emredileni
yap," demişti. Bütün bunlar, bu ilâhî emrin rüyada verildiğini ve bu emrin
bağlayıcı bir vahiy olduğunu gösteriyor.
Şu
âyetten de bu hükme varabiliriz: Allah Teâlâ buyurur ki: "Sâna
gösterdiğimiz rüyayı ve Kur'ân'da zikredilen lanetlenmiş ağacı, insanlar için
sadece bir imtihan yaptık."[255]
Bazı müfessirler, bu rüyanın, Mi'râc gecesinde görülmüş olduğunu beyân
etmişlerdir.[256]
Vereceğimiz
şu âyet-i kerîme de Hz. Peygamber (s.a.v)'e, Kur'ân'dan başka vahiy ve ilham
verildiğini göstermektedir: Allah Teâlâ, buyurur ki: "Allah'ın, sana
gösterdiği şekilde, insanlar arasında hükmede-sin diye, sana, Kitab'ı hak ile
indirdik.”[257]
Sana gösterdiği demek, ilham ettiği şekilde, mânâsmdadır. Fabrul-İslâm ve başkaları,
bu mânâyı tercih etmişlerdir.[258]
İkinci Kısım: Sünnet
Bu
kısım, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Allah Teâlâ'dan tebliğ kasdı bulunmayan söz ve
davranışlarıdır. Bunlar da ya Allah Teâlâ tarafından tasvip görüp tasdik
edilmiştir veya bu durumda değildir.
Eğer
Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.v)'in bir fiilini tasvip etmişse -o fiil,
bizatihi vahiyle ta'lim edilmemiş de olsa- vahiy durumunda ve hükmündedir.
Çünkü bir fiilin Cenâb-ı Hakk tarafından tasvip edilmesi, onun gerçek, doğru ve
Allah'ın rızasına uygun olduğunu gösterir. İş sadece bu tasviple de kalmıyor.
Ayrıca Allah Teâlâ, bize, Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır olan her söz ve fiile
uymamızı, her fiili açık vahiyle bildirmemiş de olsa, vahiyle O'na uymamızı emretmiştir.
Şu halde bir kimse, Hz. Peygamber (s.a.v)'den vahiyle bildirilmeyen bir fiilim
alıp tatbik etse, bunu, Allah Teâlâ'mn: "Ona uyunuz," emrine imtisal
ederek yapmış olacaktır. Bu durumda O'ndan sâdır olan bu türden şeyler, hiç
şüphesiz hakikatte kendisine vahyedilmiş durumunda olmaktadır.
İmam
Suyûtî'den (911/1505) yapacağımız şu nakil, bu sözlerimi desteklemektedir. O,
demiştir ki: Şafiî (204/819) ve Beyhakî (458/1068), Tâvus'tan, Hz. Peygamber
(s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Ben, ancak Allah'ın
Kitabı'nda helâl kıldığını helâl kılar ve ancak O'nun Kitabı'nda haram
kıldıklarını haram kılarım."[259]
İmam
Şafiî (r.h), bu hadisle ilgili olarak şöyle demiştir: Bu haber, munkatı'dır.
Bununla beraber Rasûlullah (s.a.v), bu hadise uygun olarak hareket etmiş ve
böyle davranmakla emr olunmuş tur. Allah Teâlâ, O'na, kendisine vahyedileri
şeylere tâbi olmasını emretmiş ve O da bu emre uymuştur. Yine Cenâb-ı Hakk,
vahyolunmayan hususlarda da O'nun sünnetine uyulmasını, vahiyle farz
kılmıştır. Şu halde kim O'nun sünnetini kabul ederse, Allah'ın emrini kabul etmiştir.
Allah Teâlâ'mn bize verdiği emir şudur: "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, neden de yasakladıysa
ondan sakının."[260]
Beyhakî,
şöyle der: "Hadiste geçen 'Allah Kitabı'nda' ifadesi eğer sahihse
Rasûlullah (s.a.v), bununla, kendisine vahyedileni kas-delmiştir. Kendisine
vahyedilen de iki kısımdır: 1- Vahy-i metlûv (Kur'ân). 2- Vahy-i gayr-i metlûv
(Allah'tan kendisine verilen Kur'ân dışında bilgi ve ilhamlar)."
İbn
Mesud (r.a) da İmam Şafiî (r.h) gibi âyet-i kerîmeden, Rasûlullah (s.a.v)'m sünnetini
kabul edenin, aslında Allah'ın (c.c) Ki-tabı'mn emrini kabul etmiş olacağını
söylemiştir. Çünkü Rasûlul-lah'a (s.a.v) tâbi olmanın zorunlu oluşu, Kur'ân'm
ortaya koyduğu bir hükümdür,
Hz.
Peygamber (s.a.v)'in içtihadına dayanan ve Allah Teâlâ'nm tasvip ettiği
hükümler, bu ikinci kısma girmektedir. Hanefî âlimleri, buna "vahy-i
bâtın" derler.
Yine,
Hz. Peygamber (s.a.v)'den âdet ve tabiatı üzere ortaya çıkan ve Allah
Teâlâ'nın açık bir vahiyle yasaklamayıp tasvip ettiği işleri de bu kısma
girer. Yemesi, içmesi, giyinmesi, oturması, uykusu ve benzeri davranışları
gibi. Dünya ile ilgili konulardaki sözleri de böyledir. Çünkü diğer azalarının
fiilleri gibi bunlar da lisanına ait fiillerdir. Allah Teâlâ'nm, O'na karşı,
bu fiillerinde tasvibi ve bize de kendisine uyma emri olduktan sonra bütün
bunlar, vahiyle bildirilmiş durumda olmakta ve en azından bu fiillerin,
Rasûlullah'a (s.a.v) nisbet edilmesiyle zâtına has olduğunu gösteren bir delil
bulunmadığı zaman, bizim de onunla amel etmemizde bir sakınca bulunmadığını
göstermektedir,
Hz.
Peygamber (s.a.v)'in dünyevî konulardaki bazı irşâd ve işaretlerine gelince
bunlar, şer'î hükümler değildir ve mutlaka uymak da gerekmez. Bunlar, kendi
aramızda birbirimizden bazı şeylerin yapılmasını veya yapılmamasını istemek,
aklın yettiği, zekânın ulaştığı kadar, danışılan bir konuda yol göstermek,
tavsiyelerde bulunmak gibi şeylerdir.
Meselâ
Hz. Peygamber (s.a.v), Ashâb-ı Kirâm'dan, hurmalarım aşılamamalarını istemesi,
Bedir harbinde, askeri, harp için uygundur diye bir yerde konaklatması ve daha
sonra her iki kararından da yapılan uyarılarla vazgeçmesi, bu kısma Örnektir.
Biz, bütün bunlardan, dünyevî meselelerde, bilenlerle gücü yettiği kadar
istişare etmenin mübâh olduğunu, işaret ve tavsiye edilen şeyde uyma zorunîuluğu
bulunmadığını anlıyoruz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), benzeri durumlarda, bir
harama veya mekruha işaret etmiş değildir. Ayrıca şunu düşünmeliyiz: Hz,
Peygamber (s.a.v)'in bazı âdete uygun fiilleri, kendisine vahyedilen umûmî bir
hükmün içine girebilir. Meselâ, temiz bir yiyecek yemesi, şu âyetlerin hükmü
altına girmektedir:
"Boğazlayarak
kestiğiniz hayvan size helâldir."[261]
"Bütün iyi ve temiz şeyler, size
helâl kılınmıştır."[262]
Hiç
şüphesiz, âyetlerin umûmî hükmüne giren bu tür fiiller, vahye dayanmış
olmaktadır. Eğer Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.v)'in fiillerinden bir fiili,
-ister içtihâdî, isterse âdete uygun davranışları olsun- tasvip etmemişse o,
sünnet değildir ve onunla delil de getirilmez. Delil getirme, ancak Allah
Teâlâ'nın tasvibinden ve delilin peşinden gelen tenbi-hinden sonra olur.
Bütün
bunlardan anlaşılan şudur: Hz. Peygamber (s.a.v)'den söz, fiil ve tasvip olarak
meydana gelen ve Allah Teâlâ'nm uygun görüp tasvip ettiği bütün fiilleri,
Allah katından gelen bir vahye veya vahiy derecesinde olan bir ilme ve ilhama
dayanmaktadır. Bu sıfatla olan bütün fiiller, kullar için bir hüccet ve
gereğince amelin lâzım olduğu birer delildir.
Râşid
halifelerin ilk döneminden bugüne kadar, selefin eserlerini, halefin haberlerini
incelediğimizde, kalbinde zerre kadar iman, birazcık samimiyet ve ihlâs bulunan
hiçbir müçtehid imamın, bizatihi sünnete yapışmayı, onunla delil getirmeyi ve
gereğince amel etmeyi inkâr ettiğini görenleyiz. Bilakis, onların, sünnete
sımsıkı sarıldıklarım, onun çizdiği istikâmette hareket ettiklerini,
başkalarım sünnetle amele teşvik ve ona muhalefetten menettiklerini, kendileri
ve başkaları için hükümlerinde ona dayandıklarını, sünnete muhalefet eden veya
onu hafife alalıa şiddetle karşı çıktıklarını, onu, Rur'ân'm tamamlayıcısı ve
bir açıklayıcısı gördüklerini, kendileri, önlerine sahih ve aksi hüküm bildiren
bir hadis geldiğinde, Kitab veya diğer delillerden birine dayanarak elde
ettikleri içtihâdî görüşlerinden hemen ona döndüklerini ve onu nazar-ı dikkate
aldıklarını görmekteyiz.
Bu
konuda seleften, şu meşhur söz nakledilmiştir: "Sahih bir hadis bulunduğunda, benim mezhebim odur.
Ona ters düşen sözümü, kaldırıp duvara çarpınız."[263]
İmam Şafiî'nin, bu mânâda bir sözü meşhur olmuştur. Müçtehidlerin çoğundan, bu
mânâya yakın sözler nakledilmiştir.
Allah
kendilerinden razı olsun, onlar, hadisin mevkiini çok yüksek tutuyor, hadis
meclisinde edeble oturuyor, hadis âlimlerine hürmet ve ta'zim ediyor, onları
övüp kendilerine rıfk ile muamele ediyorlardı. Hadis ehli için düşünce ve
itikadları şu idi: Ehl-i hadis, din için en büyük yardımcı, saldırganların
hücumuna ve dinsizlerin şüphelerine karşı en kuvvetli koruyucudur. Onlara,
ancak bid'at ehli, fâcir ve kâfir düşman olur.
Selef,
ayrıca hadis rivayetine büyük önem veriyor, bu yolla uzak-yakın, dünyanın dört
bir yanma yol tepiyor, ömürlerini vererek işlerini, zevk ve şehvetlerini,
vatan, mal ve evlâtlarını terk ederek hadis almaya ve yaymaya çalışıyorlardı.
Bütün bunları, hadisi rivayet, dağınık rivayetleri toplama, onları zapt ve hıfz
altına alma> zamanını tesbit, sahih, zayıf ve mevzu olanını birbirinden
ayırma konularındaki gayret ve hassasiyetlerinden dolayı yapıyorlardı. Bunca
çalışma, ancak şeref ve kıymeti büyük, netice ve faydası pek çok olan bir şey
için yapılabilir. Dikkat! Bu şey, İslâm'ın asıl kaynaklarından biridir.
Kur'ân'm ve ekseri hükümlerin anlaşılması ona bağlıdır. O da sünnettir. İşte bu
sebeple sünnetin delil oluşunda İslâm âlimleri arasında icmâ hâsıl olmuş, bu
konuda söz birliği sağlanıp kesin hükme varılmıştır.
Hadislerde
ulemâ arasında meydana gelen ihtilâf iki konuda olmuştur:
1-
Bu hadisin, Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait oluşu sahih midir, değil midir?
2-
Bu hadis, bu hükme delâlet eder mi, etmez mi?
İmam
Şafiî (r.h), demiştir ki: "Ümmet, Önüne Hz. Peygamber (s.a.v)'in sünneti
gelen bir kimseye, herhangi bir insanın sözü için sünneti terk etmesinin caiz
olmadığı hususunda icmâ etmiştir."
Yine
İmam Şafiî, şöyle demiştir: "İnsanların âlim dediği yahut kendisini ehl-i
ilim gösteren hiç-bir kimsenin, Allah Teâlâ'nın, Rasülullah (s.a.v)'ın emrine
uymayı ve hükmüne teslim olmayı farz kılmasında muhalefet ettiğini işitmedim.
Sahabe ve Tabiîn içinde, kendisine Hz. Peygamber (s.a.v)'in bir sünneti haber
verildiğinde onu:
kabul
etmeyen, hükmüne dönmeyen ve onu sünnet olarak görmeyen bir kimse
bilmiyorum."
"Bizim,
Hz. Peygamber (s.a.v)'den gelen bir hadise (sened veya başka şeyinden dolayı
amel etmeyip) muhalif bir görüş ileri sürmemize gelince, bundan dolayı
inşâallah hesaba çekilmeyeceğimizi ümid ediyorum. Başkası için böyle değildir.
Fakat bazen birisi, sünneti bilmeden, ona ters düşen bir söz söyler; bununla
sünnete muhalefeti kasdetmez. İnsan, bazen de yorumunda hata ve gaflete düşer.
Bu durumlarda, yandan mazur görülebilir,"[264]
Şeyhü'l-İslâm
İbn Teymiyye (728/1327) (r.h), demiştir ki: "Bilinsin ki; umûmen ümmet
yanında kabul görmüş imamlardan hiçbiri, küçük-büyük hiçbir hususta, Hz.
Peygamber (s.a.v)'e muhalefeti kasdetmemiştir. Çünkü onlar, Rasülullah
(s.a.v)'a uymanın vâcib olduğunda, kesin olarak ittifak halindedirler. Ve yine
Rasülullah (s.a.v) hariç, diğer bütün insanların sözlerinin bazılarının
alınıp, bazılarının terk edilebileceğinde de görüş birliği içindedirler. Fakat
bununla birlikte imamlardan birinin, sahih hadisin hilâfına bir görüşüne
rastlandığında, bu hadisi terk etmesinde mutlaka bir özrü vardır. Bütün bu
özürler de üç çeşittir:
1-
Hz. Peygamber (s.a.v)'in onu söylediğine yakînen inanmaması.
2-
Bu sözle, bu meselenin kasdedildiğini kabul etmemesi.
3-
Hadisle bildirilen hükmün mensuh olduğuna inanması."[265]
Evet,
bütün bunlarla birlikte, kendini ilim ehli gösteren ve bizatihi sünnetin delil
oluşunu inkâr edenler vardır. Fakat biz, bu kimsenin durumunu araştırdığımızda
ve içinde gizlediğini dışa vurduğumuzda, onun, şu üç kimseden biri olduğunu
görürüz:
1-
Dine girmiş görünür; fakat mü'min değildir. Bilakis, kendisi ve taraftarları
lehine yürütülen bir plan adına, dinin asıllarında şüpheler ortaya çıkarmak ve
onu kökünden yıkıp temelinden sarsmak için müslüman görüntüsü veren, küfrünü
gizleyen bir zındıktır.
O,
açıkça müslümanların dinine ve bütün delillerin kaynağı olan Kur'ân'a
saldırmaktan çekinir ve onlara başka bir taraftan yanaşır. O da kendisi
olmaksızın Kitab'ın anlaşılamayacağı, bütün hüküm ve kanunlarının hükümsüz
kalacağı sünnete saldırmaktır. Bu
hücumlarıyla,
bütün hükümleri yok hükmüne getirecekler, Kur'ân ellerinde bir oyuncak olacak,
onu anlamaya güçleri yettiğini zannederek, âyetleri kendi hevâ ve hesaplarına
göre yorumlayıp tefsir edecekler, bunları yaparken de: "Biz, Allah
Teâlâ'nın, 'Kur'ân'da hiçbir şeyi bırakmadık, açıkladık.'[266]
'Biz sana her şeyin bir açıklaması
olarak Kitab'ı indirdik,'[267]
âyetleriyle amel ediyoruz," diyeceklerdir.
Evet,
bu âyetler haktır; fakat onlar, bunlarla, bâtıl bir mânâ kasdetmektedirler.
Şüphesiz Kur'ân, bütün şeriatı (hükmen) ihtiva etmektedir. Bütün kanun ve
hükümlerin temeli Kur'ân'dır. Fakat inşâallah, ileride açıklayacağımız gibi bu,
onların düşündüğü bâtıl mânâyı isbat ve sünnetin delil oluşunu iptal neticesini
vermez.
2-
Hadisi inkâr ve iptal eden ikinci tip, açıkça küfrünü ortaya koyan ve yüzündeki
perdeyi kaldıran bir kimsedir. Meselâ: "Cebrail hata etti, asıl peygamber
Hz. Ali iken yanlışlıkla peygamberliği Hz. Muhammed (s.a.v)'e götürdü."
diyen kimse, bu gruba örnektir.
3-
Bu gruptaki, hakka ulaşmak, Rabbine güzel ve doğru bir şekilde ibâdet yapmak
isteyen bir adamdır; ancak o, aklı şaşkın, gafleti taşkındır. Çeşitli fikirler
kendisini sağa-sola, öne-arkaya çekip durur. Zahiren dine bağh, onu savunmaya
hırslı, korumaya hevesli görünen zındıkların ileri gelenleri ve dinsizlerin
şeytanları, tatlı dilleri ve sahte ahlâkî güzellikleriyle ona bozuk fikirlerini
ve bâtıl mezhebleri-ni güzel gösterir, kendilerince kabul görmüş birtakım delil
ve hüccetleri öne sürer ve hak ile bâtılı birbirine karıştırırlar; bununla da
dini muhafaza ettiklerini ve onu bid'atçılarm görüşlerinden temizleyip asıl
safiyetine kavuşturduklarım zannederler. Bunları dinleyen o kimse de duyduğu
sözlerdeki hata ve dinsizliği, şer ve fesadı araştırıp anlamaksızm, güzel bir
niyet ve şaibesiz bir kalb ile onların doğruluğuna ve sağlamlığına inanarak
hatta savunmaya çalışarak onlardan bu görüşleri alır. Heyhat! Ne sinsice bir
veriş ve ne ahmakça bir alış! Bunun için; "Akıllı düşman, câhil dosttan
daha hayırlıdır/' denmiştir.
Hiç
şüphesiz bu kimselerin muhalefetleri, müçtehidlerin, sünnetin delil ve onunla
amelin vâcib olduğu konusunda oluşturdukları icmâya herhangi bir olumsuz tesir
yapmaz. Sünnetin bu durumu, dinin kesin olarak bilinen meselelerinden olmuştur
ve pek çok mesele, onun üzerine kurulmuştur. Nitekim bunların hepsini
açıkladık.
Yukarıda,
bizden evvelki büyüklerimizin sünnete nasıl sımsıkı rıldıklarını gösteren haberlerden bir
miktar zikretmiştik. Bu konuda sayısız diyebileceğimiz haber ve nakil
mevcuttur. Kalbinin yatışması nefsinin güvenle dolması ve fıkıh, ilim, edeb ve
hikmet yönüyle 'stifadenin olması için bu haberlerin bir kısmını zikretmeyi
uygun buldum. İyi dinle, güzel anla!
Ebû
Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm (223/838), Kitâbu'l-Kadâ adlı eserinde ve Dârimî
(255/868), Sünen'inde Meymun b. Mihran'm, şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Hz. Ebû Bekir (r.a), kendisine bir dâva geldiği zaman, Allah'ın Kitabı
'na bakardı; eğer orada dâvayı halledecek bir şey bulursa onunla hükmederdi.
Eğer Allah'ın Kita-bı'nda önüne gelen dâva ile ilgili bir şey bulamaz ve
Rasûlullah (s.a.v)'ın o konuda bir sünnetini bilirse, onunla hükmederdi. Eğer
Ki-tab ve sünnetle meseleyi halledemezse dışarı çıkar ve müslümanlara: 'Bana
şöyle şöyle bir mesele geldi. Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu konuda verdiği bir
hükmü biliyor musunuz?' diye sorardı. Çoğu zaman, birkaç kişi yanına varıp
Rasûlullah (s.a.v)'ın o konudaki hükmünü söylerlerdi."
Dârimî'nin
rivayetinde, şu ziyâde vardır: "O zaman Ebû Bekir (r.a), 'İçimizde
dinimizi muhafaza eden ve bize öğreten kimseler yaratan Allah'a hamdolsun,'
derdi."[268]
Ebû
Ubeyd de şu ilâve rivayeti zikretmiştir: "O konuda Hz. Peygamber'in bir
uygulamasını bulamazsa mü'minlerin ileri gelenlerini toplayıp kendileriyle
istişare ederdi; ortak bir görüşte birleştiklerinde, onunla hükmederdi.
Hz.Ömer (r.a) de böyle yapardı. Meselenin cevabını Kitab ve sünnette
bulamazsa, 'Ebû Bekir'in bu konuda bir hükmü var mı?' diye sorardı. Eğer Ebû
Bekir'in (r.a) bir hükmü varsa onunla hükmederdi; yoksa, cemaatın âlimlerini
toplayıp kendileriyle istişare ederdi. Ortak bir görüşte birleştiklerinde, onunla
hükmederdi. "
Yine
Dârimî, Müseyyeb b. Râfiî'nin şöyle dediğini nakleder: "Ashâb, önlerine,
hakkında Hz. Peygamber (s.a.v)'den herhangi bir hüküm ve haber bulunmayan
meseleler geldiğinde, toplanıp mesele hakkında ortaklaşa görüş bildirirlerdi.
Tabiî ki hak, birleştikleri görüşteydi."
Beyhakî,
el-MedhaV d e, Zehebî, Tezkîratu'l-Huffaz'da, Kâbisa b. Züeyb'in şöyle dediğini
nakleder: Bir nine, Hz. Ebû Bekir'in (r.a) yanına gelip mirastan ne kadar pay
alacağını sordu. Hz. Ebû Bekir, kadına: "Bu konuda Allah'ın Kitabı'nda
herhangi bir açıklama yoktur. Rasûlullah (s.a.v)'ın sünnetinde de bir uygulama
bilmiyorum. Hele sen şimdilik git de ben, bunu insanlara sorayım/' dedi. Ve bu
konuda bildikleri bir hadisin olup olmadığım yanındakilere sordu. Muğire b. Şu'be
(r.a): "Ben Rasûlullah'ın yanında bulundum. Nineye altıda bir
verdi," dedi. Hz. Ebû Bekir:
"Söylediğine
senden başka şahid var mı?" dedi. O zaman Mu-hammed b. Mesleme el-Ensârî
(r.a) ayağa kalkıp aynı şeyi söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, nine için
hadisteki hükümle karar verdi.
İmam
Ahmed, Arar b. Meymun'un şöyle dediğini nakleder: "Hz. Ömer, bize
Müzdelife'de sabah namazını kıldırdı, sonra Meşâr-i Haram'da vakfe yaptı ve:
'Müşrikler, güneş doğmadan Mina'ya gitmezlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v), onlara
muhalefet etti,' dedi. Sonra, güneş doğmadan Mina'ya doğru yola çıktı."
İbn
Mâce hariç diğer kütüb-ü sitte sahipleri, Abis b. Râbia'mn, şöyle söylediğini
naklederler: Hz. Ömer'i (r.a) Hacerü'l-Esved'i öperken gördüm, şöyle diyordu:
"Sen bir taşsın; fayda ve zarar vermezsin. Şayet Rasûlullah (s.a.v)'ın
seni Öptüğünü görmesey-, dim, ben de öp:nezdim."[269]
Hz. Ömer'in bu sözü, Şifâ'da da zikredilmiştir.[270]
İmam
Ahmed, Sâlim'den, İbn Ömer'in şöyle dediğini nakleder: Rasûlullah (s.a.v):
"Sizden birisinin, hanımı,^ mescide gelmek için izin isterse onu
menetmesin,"[271]
buyurdu. Ömer b. el-Hat-tab'ın (r.a) hanımı mescidde namaz kılardı. Hz. Ömer,
ona: "Sen, benim neyi sevdiğimi bilirsin!" dedi. Hanımı da: 'Vallahi,
sen beni bundan nehyedinceye kadar namazımı mescidde kılmaya devam edeceğim,"
dedi. Hz.Ömer (r.a) saldırıya uğradığında hanımı da mes-ciddeydi.
Hz.
Ömer (r.a), hanımının dışarı çıkmasından pek hoşlanmadığı halde Rasûlullah
(s.a.v)'ın emrine riâyet ederek hanımını mescid-den menetmemiştir.
İmam
Şafiî, Risâle'de, Ebü Dâvud ve Beyhakî Sünen'lerin-de, Tâvus'tan rivayet
ettiklerine göre bir gün Hz. Ömer: "Allah adına soruyorum, Rasûlullah
(s.a.v)'tan, cenin konusunda bir şey işiten var mı?" diye sordu. Hamele b.
Mâlik b. Nâbiğa ayağa kalkarak:
"Evet,
ben iki hanımımla beraberdim. Biri diğerine çadır direği ile vurdu ve kadın
hemen düşük yaptı. Rasûlullah (s.a.v) da cenin tazminatı olarak bir köle azâd
etmesini emretti," dedi. O zaman Hz. Ömer (r.a):
"Bunu
duymasaydık az kalsın bunun dışında, kendi görüşümüze göre değişik bir hüküm
verecektik," dedi.[272]
Haber, İbn Abbas (r.a) yoluyla da
rivayet edilmiştir.
Buhârî,
Muğire b. Şu'be'den (r.a) rivayet ediyor: O, demiştir ki: "Hz. Ömer, düşük
yapan kadının durumunu sordu ve 'Bu konuda Rasûlulah'tan (s.a.v) bir şey
işiteniniz var mı?' dedi. Ben de:
'Ben
işittim/dedim. 'Nedir?' diye sordu.
'Hz.
Peygamber (s.a.v)'in cenini düşürene, erkek veya kadın, bir köle âzad etmesi
gerekir, dediğini duydum/ dedim. Hz. Ömer (r.a):
'Söylediğine
başka bir kaynak buluncaya kadar yanımdan ayrılma/ dedi. Ben de çıkıp,
Muhammed b. Mesleme'yi buldum ve kendisine getirdim. O da Hz. Peygamber
(s.a.v)'den bu şekil duyduğuna benimle birlikte şahidlik etti." İmam
Müslim de bu haberin benzerini el-Misver b. Mahreme yoluyla rivayet etmiştir.[273]
Buhârî
ve Müslim, Abdullah b. Âmir b. Râbia'dan, şu hadiseyi rivayet ederler: Hz.
Ömer (r.a), Şam tarafına yola çıktı. (Şam yolunda bir köy olan) Serğ'e gelince,
Şam'da veba salgını olduğu haberi geldi. Abdurrahman b. Avı (r.a), Hz.
Peygamber (s.a.v)'in: "Bir yerde veba olduğunu duyarsanız, oraya
gitmeyiniz; bulunduğunuz yerde veba yayılmışsa, ondan kaçarak başka yere
çıkmayınız,"[274]
buyurduğunu haber verdi. Bunun üzerine
Hz. Ömer, Şam'a gitmeden, bulunduğu yerden geri döndü.
Zührî
(124/742), demiştir ki: Salim b. Abdullah b. Ömer, bana, Hz. Ömer'in,
Abdurrahman b. Avf'tan işittiği hadisten dolayı insanları geri çevirdiğini
haber verdi.
Buhârî,
Hz. Âişe'nin (r.a) şöyle dediğini rivayet eder: "Hz. Ömer (r.a),
Abdurrahman b. Avf kendisine, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Hecer mecûsîlerinden
cizye aldığını haber verinceye kadar, mecûsîlerden cizye almıyordu."[275]
İmam Şafiî, Risâle'de, benzeri bir
haberi, Becâle yoluyla nakleder.[276]
İmam
Mâlik de benzeri bir haberi, Muhammed el-Bâkır yoluyla, şu lafızlarla rivayet eder:
Hz. Ömer (r.a), mecûsîlerden bahsetti ve: "Haklarında nasıl davranacağımı
bilmiyorum," dedi. O zaman Abdurrahman b. Avf, kendisine, Hz. Peygamber
(s.a.v)'in: "Onlara, ehl-i kitaba yaptığınız muameleyi uygulayın (yani
cizye alın)," dediğini haber verdi.[277]
Beyhakînin,
el-Medhal'âe, Zeyneb b. Ka'b b. Ucre'den naklettiğine göre bu hanıma, Ebû Said
el-Hudrî'nin kızkardeşi el-Fü-rey'a b. Mâlik b. Sinan, (kendi başından geçen
bir hadiseyi anlatır ve ailesine dönmek için Rasûlullah (s.a.v)'tan izin ister.
Çünkü kocası, kaçan kölelerini aramak için yola çıkmış, Kaddüm tarafında onlara
yetişmiş, fakat onlar da onu öldürmüşlerdi. Bu sebepten, Rasûlullah (s.a.v)'tan
"Aileme dönebilir miyim?" diye izin ister ve: "Zira kocam, beni,
kendisine ait bir evde terketmedi," der. Rasûlullah da (s.a.v):
"İddet
müddetin dolana dek bulunduğun evde otur," buyurur. el-Fürey'a diyor ki:
"Ben
de dört ay on gün iddet bekledim. Osman b. Affan (r.a) halife olunca, bana,
Rasûlullah'ın nasıl hüküm verdiğini sordurttu. Ben de başımdan geçeni haber
verdim. Ö da ona uyup aynı şekilde hüküm verdi."[278]
Hz.
Ali'nin (r.a) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Dikkat! Ben Peygamber
değilim; bana vahiy de inmez. Fakat ben, gücümün yettiği kadar Allah'ın Kitabı
ve Peygamberi Hz. Muhammed'in sünne-tiyle amel ederim."[279]
İmam
Alime d ve Beyhakî, Hz. Ali'nin (k.v) şöyle dediğini rivayet ederler:
"Rasûlullah (s.a.v)'tan bir hadis işittiğimde, Allah Teâlâ'nın müyesser kıldığı kadar ondan
istifade ederdim. Ashâbdan birisi, bana bir hadis söylediğinde ise ona, bunu
Rasûlullah'tan işittiğine dair yemin ettirirdim; yemin ederse ona inanırdım.
Ebû Bekir de bana -O, şüphesiz doğru söyler- Rasûlullah'ın:
'Mü'min
kul, bir günah işledikten sonra güzelce abdest alır, iki rek'at namaz kılar ve
Allah'tan (c.c.) affını isterse Allah (c.c), onu mutlaka affeder,'[280]
buyurduğunu haber verdi."
İmam
Buhârî, Câbir b. Semûre'nin, şöyle dediğini rivayet eder: Kûfeliler, Hz. Ömer'e
(r.a), Sa'd'ı şikâyet ettiler. Bunun üzerine Hz. Ömer, başlarına Ammar'ı tayin
etti. Ondan da şikâyetçi oldular, hatta onun güzel namaz kıldırmadığını
söylediler. Bunun üzerine Hz. Ömer, adam gönderip Ammar'ı yanma çağırttı ve
kendisine:
"Ya
Ebâ Ishak! Bunlar, senin güzel namaz kıldırmadığını söylüyorlar, ne
dersin?" dedi. O da:
"Bana
gelince, vallahi ben, onlara Rasûlullah (s.a.v)'tan gördüğüm namazı
kıldırıyorum; ondan hiçbir şeyi noksanlaştırmıyorum. Yatsı namazını kıldırırken
ilk iki rek'atta, biraz uzunca ayakta duruyor, son iki rek'atta kıraati hafif
tutuyorum," dedi. Hz. Ömer (r.a):
"Ya
Ebû Ishak! Bu, senin düşüncen; bakalım halk ne diyor?" dedi ve onunla
beraber birkaç kişiyi Kûfe'ye gönderdi. Gidenler, hiçbir mescid bırakmadan
bütün Kûfelilere onun durumunu sordular, hepsi de hakkında güzel övgülerde
bulundu.[281]
İbn
Abdilberr, Dârimî, Hâkim ve Beyhakî, Abdullah b.
Ebî
Yezid'den rivayet ederler. O, demiştir ki: 'İbn Abbas (r.a), kendisine bir
mesele sorulduğunda şöyle hareket ederdi: Meselenin hükmü Allah'ın Kitabı'nda
varsa onu söylerdi. Allah'ın Kitabı'nda yok, Rasûlullah (s.a.v)'ın sünnetinde
de bir cevap yoksa, bu hususta, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in uygulamalarına
bakardı. Bir şey bulursa ona göre hüküm verirdi. Fakat ne Allah'ın Kitabı'nda,
ne Rasûlullah'ın sünnetinde ve ne de Hz. Ebû Bekir ile Hz* Ömer'in
uygulamalarında konu ile ilgili bir hüküm yoksa kendi içtihadı ile hüküm
verirdi."[282]
Beyhakî,
Mâlik tarikiyle, Recâ'nm şöyle dediğini rivayet eder: "Abdullah b. Ömer
(r.a), Hz. Peygamber (s.a.v)'in nasıl hareket etti-ğini ve hâllerini araştırır,
buna büyük önem verirdi. Öyle ki, bu konudaki dikkat ve ihtimamından, aklını
kaybedeceğinden korkulurdu."
Bezzâr
ve Kâd-ı Iyâz, Ibn Ömer'den (r.h) rivayet eder:
"Ibn
Ömer, Mekke ile Medine arasında bir ağacın altına gelir ve orada öğle uykusuna
yatar, Hz. Peygamber (s.a.v)'in de böyle yaptığını söylerdi..."[283]
Ahmed
b. Hanbel, İbn Sîrin'den nakleder. İbn Sîrin, demiştir ki: "Arafat'da Ibn
Ömer'le beraberdim. Arafat'dan beraber döndük. Me'zemin'e varmadan dar geçide
gelince, hayvanını çökertti. Biz de çökerttik. Namaz kılacak zannettik. Hayvanını
tutan kölesi:
'Namaz
kılmak için durmadı. Fakat Rasûlullah'ın buraya gelince ihtiyacını giderdiğini
hatırladı. O da (Rasûlullah'a (s.a.v) mu-tabaat için) aynı yerde ihtiyacını
gidermeyi seviyor,'[284]
dedi."
İnsanlar,
Abdülmelik b. Mervan'a bey'at ettiklerinde Abdullah b. Ömer (r.a), ona şöyle
bir yazı gönderdi: "Allah'ın kulu, mü'minlerin emiri Abdülmelik'e... Ben,
gücümün yettiği kadar sana, Allah'ın Kitabı'na ve Rasûlü'nün sünnetine uymak
şartıyla bey'at ediyor, dinleyip itaat edeceğimi bildiriyorum. Evlâtlarım da bu
şartlarda sana bey'at ettiklerini bildirirler." Bu haberi, İmam Buhârî
rivayet etmiştir.[285]
İmam
Mâlik ve Tabarânî, Ibn Ömer'in (r.a) şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
"ilim üçtür:
1-
Hakkı söyleyen Allah'ın Kitabı,
2-
Hz. Peygamber'in sünneti.
3-
Gerektiğinde 'bilmiyorum' demek."[286]
Abdurrahman
b. Avf, Hz. Osman (r.a)'a demiştir ki: "Allah'ın Kitabı, Rasûlü'nün ve
O'ndan sonraki iki halifesinin sünnet ve gidişatına uymak şartıyla, sana bey'at
ediyorum." Haberi, Buhârî rivayet etmiştir.[287]
Buhârî
ve Müslim, Ebû Said el-Hudrî'den (r.a) rivayet ederler. O, demiştir ki:
"Ensar'la bir mecliste oturuyordum. Birden, Ebû Mûsâ korku ve endişe
içinde çıkageldi."Kendisine:
"Seni
endişelendiren nedir?" dediler. O da:
"Hz.
Ömer (r.a), yanma gitmem için beni çağırttı; kapısına gittim. Üç defa seslenip
izin istedim, kimse cevap vermedi. Ben de geri döndüm. Sonra, tekrar çağırttı.
Gittim. Yanına varınca:
"Bize
gelmene ne mâni oldu?" dedi. Ben de:
"Geldim,
kapında üç defa selâm verdim; cevap vermediler ve geri döndüm. Çünkü
Rasûlullah (s.a.v): 'Sizden biriniz (bir yere girmek için) izin istediğinde
izin verilmezse geri dönsün,' buyurmuştur" dedim. Ömer (r.a):
"Bu
söylediğine bir şahid getir, yoksa seni cezalandırırım," dedi. Ebû Mûsâ,
durumu anlatıp bir şahid istedi. Onlar da:
"Seninle
bu cemaatın en küçüğü gidebilir," dediler. Bunun üzerine Ebû Said,
kendisiyle Hz. Ömer'in huzuruna kadar gitti ve Ebû Musa'nın, Hz. Peygamber
(s.a.v)'den işittiği izin isteme hadisini kendisinin de işittiğini söyledi. Hz.
Ömer, Ebü Musa'ya hitaben:
"Seni
suçlamadım, fakat Rasûlullah (s.a.v)'tan nakledilen bir hadis duydum;
vesikalandırmak istedim,"dedi.[288]
İbn
Mâce ve İbn Hıbban, Urve b. Abdullah b. Kuşeyr'den
rivayet
ediyorlar. O, demiştir ki: Muaviye b. Kurra, babasından naklederek bana şunları
anlattı: "Müzeyneli bir heyetle beraber Rasûlullah'ın yanına geldim.
Kendisine biat ettik. Hz. Peygamber (s.a.v)'in düğmeleri çözülmüştü. Hırkasının
yakasından elimi soktum ve sırtındaki Nübüvvet mührüne dokundum."
Urve,
demiştir ki: "Muâviye ve oğlunu, yaz ve kış düğmeleri ilikli görmedim. Bu
konuda Hz. Peygamber'e ittiba ediyorlardı."[289]
Dârimî,
İbn Mesud'dan (r.a), onun şöyle dediğini rivayet eder: "Allah'ın
Kitabı'ndan, bize sorduğunuz ve bizim de bildiğimiz herşeyi sizlere aktardık.
Aynı şekilde Rasûlullah'ın sünnetinden sorduğunuz herşeyi de size haber verdik.
Artık sonradan ortaya çıkardığınız bid'atlardan, bize bir sorumluluk
yoktur."[290]
Lâlekâî, es-Sünne adlı eserinde, A'lâ b.
el-Müseyyeb'den
rivayet
eder. Abdullah, şöyle demiştir: "Biz, elimizdeki delillere uyuyoruz,
kendimiz uydurmuyoruz; tâbi oluyoruz, bid'at çıkarmıyoruz. Hadislere
yapıştığımız müddetçe de sapıtmayız,"
Hâkim,
Hz. Ali'den rivayet eder: Hz. Ali'ye (r.a) birtakım insanlar gelip İbn Mesud'u
Övmeye başladılar. Hz. Ali de: "Ben, sizin söylediklerinize katılıyorum ve
şunu ilâve ediyorum: Kur'ân'ı okudu, helâlini helâl, haramını haram bildi; o,
dinde fakih, sünnette âlim birisidir."
Ebu'l-Bahterî
der ki: Hz. Ali'ye (k.v): "Bize İbn Mesud'dan bahseder misin1?" denilince
şöyle dedi:
"Kur'ân
ve sünneti öğrendi, bunlarla yetindi. Bu da ilim olarak ona yetti."[291]
Said
b. Müseyyeb, İbn Abbas yoluyla, Sa'd b. Muaz'ın (r.h) şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Üç şey var ki ben, onlarda gerektiği gibi hareket eden
birisiyim. Bunların dışında ise insanlardan herhangi bir kimse gibi
davranmaktayım. Bu üç şey:
1- Rasûlullah (s.a.v)'tan işittiğim herşeyin,
Allah tarafından gönderilen bir hak olduğunu bildim.
2-
Namazda, nefsim başka şeyle meşgul olduğunda onu kaza ettim.
3-
Bulunduğum bir cenazede, nefsim bana, orada söylenmesi gerekenlerin dışında
bir şeyden bahsetti ise o cenazeden ayrıldım."
Said
b. Müseyyeb (93/711), demiştir ki: "Bu hasletlerin ancak bir peygamberde
bulunacağını düşünüyorum."[292]
İbn
Sîrin der ki: "Selef, sünnet üzere devam ettikleri müddetçe, doğru yolda
olduklarını düşünürlerdi."[293]
Evzâî
(157/774), demiştir ki: "Rasûlullah'ın ashabı ve Tâbiin'in beş haslet
üzere olduğu söylenirdi:
1-
Cemaate devam.
2-
Sünnete ittibâ.
3-
Mescidleri tamir.
4-
Kur'ân'dan okumak.
5-
Allah yolunda cihad."
Bunu,
Lâlekâî, es-Sünne adlı eserinde zikretmiştir.
Beyhakî,
el-Medhal'âe, İbn Vehb'den, İmam Mâlik'in şöyle dediğini nakleder: Kur'ân,
hadis ve ashabın rivâyetleriyle yetinen ve onlara güvenerek hüküm veren
kimseye: "Niçin bunu söyledin?" denemez.
İmam
Şafiî, er-Risâle'de şöyle der: Bana, Ebû Hanife b. Simâk b. Fadl eş-Şihâbî
haber verdi. Dedi ki: Bana, İbn Ebî Zi'b el-Makburî'den, Ebû Şurayh
el-Ka'bî'nin şöyle dediğini anlattı:
Rasûlullah
(s.a.v), fetih senesinde buyurdu ki:
"Kimin
bir yakını öldürülürse o, iki hayırlı şeyden birini tercih eder: isterse
Öldürenden diyet alır, isterse kısas uygulanır."[294]
İbn
Simâk demiştir ki: İbn Ebî Zi'b'e: "Ya Ebu'l-Hâris! Sen, buna göre mi
davranıyorsun?" dedim. Bunun üzerine göğsüme vurdu, bana bir hayli
bağırdı, yanıma sokuldu ve: "Ben, sana Rasûlullah (s.a.v)'tan hadis
söylüyorum, sen ise bana: 'Ona göre mi hareket edeceksin?' diyorsun. Evet,
O'nun hükmüne uyuyorum. Bu, bana ve onu işiten herkese farzdır. Allah (c.c),
insanlar içinde Mu-hamtned (s.a.v)'i seçti, O'nun sayesinde ve terbiyesinde
onları hidâyete ulaştırdı; O'nun için seçtiklerini ve bildirdiklerini insanlar
için de seçti. Bundan sonra insanların, isteyerek yahut istemeyerek O'na tâbi
olmaları gerekir. Hiçbir müslümanın bundan kaçış yeri yoktur," dedi.
Durmadan konuşuyordu. Keşke sussa diye temenni ettik.
Beyhakî,
el-Medhal'de, İbn Mübârek'in şöyle dediğini rivayet eder: Ebû Hanîfe'yi şöyle
derken işittim: "Hz. Peygamber (s.a.v)'den bir haber ve hüküm gelince
onun, başımız gözümüz üstünde yeri vardır. Rasûlullah'ın ashabından bir haber
gelince sözlerinden, kuvvetli bulduğumuzu seçeriz. Tâbiîn'den bir haber ve
hüküm gelince onu iyice tetkik ederiz, sonuçta alırız veya terk ederiz."
Takiyyüddîn
Sübkî de bu sözün benzerini zikretmiştir. Yine Sübkî, Nuaym b. Hammâd yoluyla,
Ebû İsmet'in şu sözünü nak-letmiştir: Ebû Hanîfe'yi şöyle derken işittim:
"Rasûlullah (s.a.v)'tan gelenler, başım gözüm üstüne. Ashâb-ı Kirâm'dan
gelenlerde tercih yaparız. Bunun dışındaki kimselere gelince; onlar da ilim
adamı, biz de ilim
adamıyız."
Beyhakî,
el-Medhal'&e, Yahya b. Durays'm şöyle dediğini nakleder: Süfyan
es-Sevrî'nin yanındaydım. Bir adam geldi ve:
"Ebû
Hanîf hakkında bir şey demeyecek misin?" dedi. Süfyan: "Ne var, ne
oldu?" diye sordu. Adam:
"Kendisini
dinledim. 'Önüme gelen bir meselede Allah'ın Kita-bı'na bakıp hüküm veririm.
Onda cevap bulamazsam, Rasûlullah (s.a.v)'ın sünnetine müracaat ederim.
Allah'ın Kitabı'nda ve Rasûlü'nün sünnetinde bir şey bulamazsam, Hz.
Peygamberdin ashabının sözüne bakarım. Onlardan uygun gördüğümün sözünü alır,
diğerlerinin sözünü bırakırım. Meseleme cevap varsa, ashabın sözünün dışına
çıkmam. Ama söz, ibrahim, Şâ'bî, İbn Sirîn, Hasan, Ata ve İbnu'l-Müseyyeb'e
gelince, (birçoklarını daha saydı) onlar içtihad etmişlerdir; onlar gibi ben
de içtihad ederim/ diyor" dedi.
Yine
Beyhakî, el-Medhal'de, Osman b. Ömer'in şöyle dediğini nakleder: İmam Mâlik'e
bir adam geldi. Kendisine bir mesele sordu. İmam da:
"Rasûlullah
(s.a.v) şöyle buyurdu," dedi. Adam:
"Sen
de böyle mi düşünüyorsun?" deyince, İmam Mâlik:
"Peygamber'in
emrine muhalefet edenler, başlarına bir musibetin gelmesinden veya şiddetli
bir azaba uğramalarından korksun-lar,"[295]
âyetini okudu.
İbn
Abdilberr, İmam Mâlik'in şöyle dediğini nakleder: "İnsanlar arasında
verilen hükümler esasen iki çeşittir:
1-
Allah'ın Kitabı'nda bulunan veya sünnetin ortaya koyduğu hüküm. Doğru ve
kendisine uymak vâcib olan hüküm budur.
2- Âlimin, kendi görüşüyle (delillerin de
yardımıyla) içtihad ederek ortaya koyduğu hüküm. Bu, doğru olabilir.
Üçüncü
bir hüküm de var ki, sırf zorlamayla elde edilir. Bunun için en uygun sonuç,
isabetli olmamasıdır."[296]
Rivayet
edildiğine göre İbn Şübrüme, nazım halinde şöyle demiştir:
Hasma
şefaat olmaz hükümde, Akıllı ve fakih âlim önünde.
Kitab
ve sünnetle hüküm verince, Sen teslim ol, zâlim inat etse de.
Bir
nass olmayınca içtihad ettim. Hükmü, halkça malum şeye benzettim.
Süfyan
es-Sevrî (r.h) de: "Bin ancak hadislerle ayakta durur," demiştir.[297]
Hâkim,
Rabîb b. Süleyman'dan nakleder: O, der ki: İmam
Şafiî'nin
yanındaydım. Bir adam kendisine bir mesele sordu. O da: "Hz. Peygamber'den
(s.a.v) rivayet olunduğuna göre o, şöyle şöyle buyurmuştur," dedi. Adam :
Ebâ Abdullah! Sen de böyle mi
söylüyorsun?" deyince, İmam Şafiî irkildi, hali değişti, rengi sarardı ve
adama:
"Hay
yazık sana! Rasûlullah (s.a.v)'tan bir hadis rivayet eder de onun gibi hüküm
vermezsem beni hangi yer taşır, hangi semâ gölgelendirir? Evet, ondan gelenler
başım gözüm üstüne. Evet, emri başım gözüm üstüne," dedi.
İmam
Şafiî'nin bu sözünü, Ibnu'l-Kayyım, el-İ'lâm adlı eserinde, ayrıca Sübkî,
Suyûtî ve Ebû Nuaym, birbirine benzer lafızlarla muhtasar olarak
nakletmişlerdir.
Hâkim,
Beyhakî, Ebû Nuaym ve Takiyyu's-Sübkî'nin, Rabî'den rivayet ettiklerine göre
şöyle nakletmiştir: İmam Şafiî, bir gün, bir hadis rivayet etti. Orada bulunan
bir adam:
'Ya
Ebâ Abdullah, sen de hadisteki gibi mi hüküm veriyorsun?" diye sorunca,
İmam:
"Ben,
Rasûlullah (s.a.v)'tan bir hadis rivayet eder de ona göre hüküm vermezsem,
bilin ki aklım gitmiş demektir," dedi.
Yine
Rabînin rivayetine göre İmam Şafiî, şöyle demiştir: "Kıyası devreye
sokarak Rasûlullah (s.a.v)'tan gelen hadisleri terk edemeyiz. Sünnetin
bulunduğu yerde kıyasa mahal yoktur."
Yine
İmam Şafiî (r.h): "Rasülullah'ın sünnetine uymaktan başka yapılacak bir
şey yoktur," demiştir.[298]
İmam
Ahmed'in şöyle dediği anlatılır: Bir toplulukla beraberdim. Su kenarındaydık.
Onlar, soyunup suya girdiler. Ben de: "Kim Allah'a ve âhiret gününe iman
ederse peştemalsiz hamama girmesin,"[299]
hadisiyle amel ederek soyunmadım. O gece
bir rüya gördüm. Birisi bana: "Müjde ey Ahmed! Sünnetle amel etmen
sebebiyle Allah seni affetti. Seni kendisine uyulan bir imam yaptı,"
diyordu. "Sen kimsin?" dedim; "Cibril," dedi.[300]
Sehnûn'a:
"Bir âlim için bildiği bir konuda, 'bilmiyorum'demesi caiz midir?"
diye sorulunca, şöyle cevap vermiştir: "Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün
sünneti hakkında caiz değildir. Fakat insanların kendi görüşüne gelince
'bilmiyorum' demesi caizdir. Çünkü o, bu görüşün doğru mu yanlış mı olduğunu
bilemez."[301]
Talk
b. Ganem demiştir ki: "Hafs b. Gıyâs, bir meselede hüküm verirken
gecikti. Kendisine niçin beklediğini sordum, bana: 'Bu, sadece benim
görüşümdür. Kitab ve sünnette, onunla ilgili bir şey yoktur; onu kendi gücümle
ortaya çıkardım, öyleyse acele niye?' cevabını verdi."
Kâd-ı
Iyâz (544/1149), Şifâ'da. zikreder: Sehl b. Abdullah
Tüsterî,
demiştir ki: "Bizim yolumuzun temeli üç şeye dayanır:
1-
Ahlâk ve amellerde Uz, Peygamber (s.a.v)'e uymak.
2-
Helâl lokma yemek.
3-
Bütün amellerde niyeti hâlis tutmak."[302]
Ebû
Nuaym, Hilye'de, Tüsterî'nin şöyle dediğini nakleder: "Yolumuzun esasları
altı şeydir:
1-
Allah'ın Kitabı'na yapışmak.
2-
Rasûlullah'ın sünnetine uymak.
3-
Helâl yemek.
4-
Eziyeti terk etmek.
5-
Günahlardan çekinmek.
6-
Hakları yerine getirmek.”[303]
İmam
Kuşeyrî (465/1072), Risâle'de zikreder: Cüneyd el-Bağdâdî (297/909), demiştir
ki:
"Bizim
bu mezhebimiz, Rasûlullah (s.a.v)'ın hadisine sımsıkı bağlanmıştır. Kim,
Kur'ân'ı ezberlemez ve hadisi yazarak yerinden öğrenmezse, bu işte kendisine
uyulmaz. Çünkü bizim ilmimiz, Kur'ân ve sünnete bağlıdır." [304]
Ebu'l-Kâsım
Nasrabâdî (307/977), demiştir ki: "Tasavvufun esasları şunlardır:
1-
Kitab ve sünnete sarılmak.
2-
Şehvet ve bid'atları terk.
3-
Meşâyıha hürmet ve ta'zim.
4-
Halkın özür ve kusurlarını kabul.
5-
Virdlere devam.
6-
Ruhsatla ameli ve hisse dayalı te'villeri terk.'[305]
Ebû
Süleyman ed-Dârânî (215/830) de şöyle demektedir: "Çoğu zaman kalbime,
tasavvuf ehlinin kalbine gelen nükte, ilham ve işaretler gelir. Fakat ben,
onları, iki âdil şahid olan, Kur'an ve sünnetle kontrol edip haktan
olduklarını anlamadıkça, kabul ve amel etmem."[306]
Ebû
Bekir S iddik (r.a), demiştir ki: "Rasûlullah (s, a.v)'ın yapmış olduğunu
bildiğim ve gördüğüm her ameli ben de yaptım. O'nun emrinden bir şey terk
edersem, ayağımın kaymasından korkarım."[307]
İbn
Abdilberr, Hz. Ömer (r.a)'den nakleder. O, bir hutbesinde şöyle demiştir:
"Sünnetlere yapışarak cehaletleri ortadan kaldırın."[308]
Beyhakî,
Hz. Ömer'in (r.a) şöyle dediğini nakleder: "Kur'ân'ı öğrendiğiniz gibi
sünnetleri, miras ilmini ve kelimelerin kullanış alanlarını da öğreniniz."
İbn Abdilberr de Hz. Ömer'den, aynı sözü nakletmiştir. Kâd-ı Iyâz ise bunu,
valilerine yazdığını zikretmiştir.[309]
İbn
Cerîr et-Taberî (310/922), Şa'bî'den nakleder. Şa'bî (104/722), demiştir ki:
"Hz. Ömer (r.a), Şurayh'ı, Kûfe'ye kadı olarak gönderdiği zaman: 'Önüne
bir mesele gelince, Allah'ın Kitabı'na bak; onda bulduğunla hükmet, hiç kimseye
bir şey sorma. Kur'ân'da bir şey bulamazsan, sünnete bak. Sünnette de meselenle
ilgili bir şey bulamazsan, kendi görüşünle içtihad et/ dedi."[310]
Nesâî,
Şa'bî yoluyla, Şurayh'tan şunu nakleder: Şurayh, Hz. Ömer'e, bir mesele için
mektup yazdı. O da cevaben şunları yazıp gönderdi: "Önüne gelen bir
meseleyi halletmek için önce, Allah'ın Kitabı'na bak. Allah'ın Kitabı'nda
meselene cevap yoksa, Rasûlullah (s.a.v)'ın sünnetine göre hüküm ver. Allah'ın
Kitabı'nda ve Rasûlullah'ın sünnetinde bir cevap bulamazsan, sâlihlerin hükmüne
göre hüküm ver. Şayet hiçbirinde de bir şey bulamazsan, istersen kendi görüşünle
hemen bir hüküm ver, istersen (bana danışman için) tehir et. Tehiri, senin için
daha hayırlı görürüm. Vesselam."[311]
İbn
Kayyım, yukarıdaki rivayetin sonunu şu lafızlarla nakletmiştir: "Şayet
hiçbirinde meselene cevap bulamazsan muhayyersin; eğer kendi görüşünle içtihad
etmek istersen içtihad et. Ve eğer meseleyi bana danışmak istersen bunu, senin
için daha hayırlı görürüm. Vesselam..."[312]
Hz.
Ömer (r.a), Ebû Mûsâ el-Eş'ârî'ye yazdığı mektubunun başında şöyle demiştir:
"Bundan sonra, şüphesiz hüküm verme, kesin bir farz ve takip edilecek bir
sünnettir." Bu meşhur kıymetli mektubu, İbn Kayyım el-Cevziyye
(751/1350), İ'lâmu'l-Muvakkiîn adlı eserinde zikredip çok güzel bir şekilde
şerhetmiştir.[313]
İbn
Abdilberr, Hz. Ömer'in şöyle dediğini nakleder: "Sünnet (uyulması
gereken), Allah ve Rasûlü'nün ortaya koyduğu amellerdir. İnsanların yanlış
görüşlerini, ümmete, sünnet gibi göstermeyiniz."[314]
İbn
Abdilberr'in, Said b. Müseyyeb'den rivayet ettiğine göre o, şöyle demiştir:
"Hz. Ömer b. el-Hattab, Medine'ye geldiğinde bir hutbe verdi. Allah'a hamd ve senadan sonra
şöyle söyledi: Ey insanlar! Ben, size birtakım sünnetler (uygulamalar) ortaya
koydum, birçok farzlar (görevler) yükledim. Ve sizi apaçık bir yolda bırakıp
gidiyorum. Ancak daha sonra, kendi his ve görüşlerinize göre hareket edip
insanları sağa sola sapıtmanızdan korkuyorum."[315]
Yine
İbn Abdilberr, Haris b. Abdilberr, Haris b. Abdullah b. Evs'ten rivayet eder:
Haris demiştir ki: "Hz. Ömer'e geldim ve Kabe'yi tavaf edip, hayız gören
bir kadının durumunu sordum:
'Vazifesinin
sonu, Kabe'yi tavaf olsun; bu, ona kâfidir,' dedi. Ben de: 'Rasûlullah (s.a.v)
da böyle fetva vermişti,' deyince Hz. Ömer:
"Yazıklar
olsun sana! Rasûlullah'a sorduğun şeyi, ona muhalif bir görüş söylemem için bir
de bana mı soruyorsun V dedi."
İbn
Mesud (r.a), demiştir ki: "Sünnetle yetinmek, bid'atla içtihad etmekten
daha hayırlıdır."[316]
Yine
İbn Mesud (r.a), demiştir ki: "Şüphesiz sözlerin en güzeli, Allah'ın
Kitabı'dır. Hidâyetin en güzeli, Muhammed (s.a.v/in gösterdiği yoldur. İşlerin
en kötüsü, sonradan dine sokulanlardır. Size va'd edilenler, mutlak gelecek ve siz
engel olamayacaksınız."[317]
Ebu'l-Ahvas
anlatıyor: İbn Mesud (r.a), perşembe günü insanlara vaaz ediyordu. Bir gün
şöyle dedi: "Asıl bilinecek ve uyulacak şey ikidir: Hidâyet ve söz. Sözün
en doğrusu, Allah'ın kelâmı; yolun en güzeli de Hz. Muhammed (s.a.v)'in
davetidir, işlerin en kötüsü, sonradan dine sokulan şeylerdir. Dikkat edin
(dinin kabul etmediği) her yeni şey bid'attır. Dünya işleriyle fazla
uğraşmayın; kalbiniz katılaşır. Uzun amellerle oyalanmayın. Şüphesiz her
gelecek olan şey, yakındır. Dikkat! Asıl uzak olan, hiç gelmeyecek şeydir."[318]
Abdullah
b. Yezid anlatıyor: Bir gün insanlar, Abdullah b. Mesud'un başına toplanarak
soru sormaya başladılar. İbn Mesud (r.a), kendilerine şöyle söyledi:
"öyle
bir zaman geçti ki biz, o zaman ne hüküm verdik ne de bu konumdaydık. Sonra
Allah Teâlâ, gördüğünüz gibi bize, bu dini tebliğ etmemizi takdir buyurdu.
Artık bugünden sonra, içinizden kime hüküm verme işi tevdi edilirse, önüne
gelen meseleyi çözmek için önce, Allah'ın Kitabı'na baksın. Allah'ın Kitabı'nda
cevabı olmayan bir iş geldiğinde, Rasûlullah (s.a.v)'ın sünnetine baksın. Eğer
önüne, Allah'ın Kitabı'nda ve Rasûlü'nün sünnetinde bulunmayan bir şey gelirse,
sâlihlerin verdiği hükme göre hüküm versin. Şayet, hiçbirinde de cevap
bulamazsa, kendi görüşüyle içtihad etsin ve: 'Ben korkarım, ben çekinirim’
demesin. Şüphesiz, helâl açık, haram bellidir, ikisi arasında birtakım şüpheli
şeyler bulunmaktadır. Şüpheli işlerle karşılaştığında, seni rahatsız edeni
bırak, kalbinin rahat ettiğini İbn Abdilberr ve İbn Ebî Heyseme, "Kendi
görüşüyle içtihad etsin," sözünden sonra, şu ilâveyi de zikrederler:
"Eğer doğru ve güzel içtihad yapamayacakla kalksın, utanmasın."[319]
İbn
Abbas (r.h), demiştir ki: "Allah'ın Kitabı'nda bulunmayan, Rasûlullah'ın
sünnetinde de geçmeyen yeni bir görüş ortaya atan kimsenin, Allah'ın huzuruna
çıkınca hâlinin ne olacağı bilinmez.”[320]
Yine
İbn Abbas (r.h), der ki: "İlim ve hüküm kaynağı ancak Allah'ın Kitabı ve Rasûlullah'ın
(s.a.v) sünnetidir. Bir kimse, bunların dışında, kendi görüşüyle bir şey
söylediği zaman bu, onun hasenatına mı yoksa seyyiâtına mı yazılır,
bilmiyorum."[321]
Yine
İbn Abbas (r.h), der ki: "Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle dedi ve falanca da
böyle dedi derken, azaba uğrayacağınızdan ve yere batacağınızdan korkmuyor
musunuz?"[322]
İbn
Ömer (r.h), demiştir ki: "Ümmet, sünnete sarıldığı müddetçe, doğru yoldan
sapmaz."[323]
Buhârî
ve Dârimî, Câbir b. Zeyd'in şöyle dediğini rivayet ederler: "İbn Ömer,
tavaf esnasında bana rastladı. Dedi ki: Ey Ebu'ş-Şa'sâ! Sen, Basra'nın
fakihlerinden ve kendisinden fetva istenen birisisin. Dikkat et, ancak
Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün sünneti ile fetva ver." Dârimî, şu ilâveyi
de ekler: "Eğer bunun dışında hareket edersen, helak olursun ve helak
edersin."[324]
İbn
Abdilberr, Safvan b. Muharraz el-Kârî'den nakleder: O, demiştir ki: Abdullah b.
Ömer'e (r.h), yolculuktaki namazı sordum.
(285)
Nesâî, Kaza, 11; Dârimî, Mukaddime, 20; İbn Abdilberr, a.g.e., II, 58.
Cevaben:
"İki rek'attır; kim sünnete muhalefet ederse küfre girer," dedi.
Kâd-ı lyâz da aynı sözü Şifâ'da. nakletmiştir.[325]
Übeyy
b. Ka'b (r.a) demiştir ki: "Kur'ân ve sünnete yapışınız. Kur'ân ve sünnet
üzerinde amel eden bir kul, iç âleminde Rabbini zikrederek O'nun haşyetinden
dolayı gözyaşı dökse, Allah, ona ebe-diyyen azâb etmez. Yine, yeryüzünde Kur'ân
ve sünnete göre amel eden herhangi bir kul, gizlice Allah'ı zikredip,
haşyetinden tüyleri ür~ perince, yaprakları kurumuş bir ağacın, kuvvetli bir
rüzgârın esip bütün yapraklarını döktüğü gibi bu gözyaşı ve ürperme de onun günahlarını
döküp temizler. Kur'ân ve sünnetle yetinmek, bunlara muhalif bir içtihaddan ve
bir bid'ata uymaktan daha hayırlıdır. Öyleyse amellerinizin, -uygulama olsun,
içtihad olsun- Peygamber'in (s.a.v) usûlüne ve uygulamasına bağlı olmasına
dikkat ediniz."
Bu
sözü de Kâd-ı lyâz nakletmiştir:[326]
Hâkim, Müstedrek'te, Abdurrahman b.
Ebzî'den nakleder: O, demiştir ki: "İnsanlar, Hz. Osman hakkında birtakım
dedikodu ve haksız ithamlarda bulununca, Ubey b. Ka'b'a: 'Bu fitneden kurtuluş
yolu nedir?' dedim. Ubey (r.a): 'Allah'ın Kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.
Onlardan, hükmü açık olanla amel et; anlamadığını da bilenine sor’ dedi."[327]
Lâlekâî,
es-Sünne adlı eserinde, Ebu'd-Derdâ'nın (r.a) şöyle dediğini nakleder:
"Sünnetle yetinmek, ona muhalif içtihadla amelden daha hayırlıdır."
Müellif, aynı sözü, Ubeyy b. Ka'b'dan da rivayet etmiştir.
Dârimî,
Ebû Nusayr'ın şöyle dediğini nakleder: "Ebû Selem, Basra'ya gelince ben ve
Hasan, ziyaretine gittik. Hasan-ı Basrî'ye
dedi
ki: Demek, Hasan sensin! Basra'da en çok görmek istediğim kişi sendin. Sebebi
de duyduğuma göre sen, kendi görüşünle fetva veri-yormuşsun. Kendi görüşünü
bırak; ancak Allah'ın Kitabı'nda ve Rasûlü'nün sünnetinde bir hüküm ve işaret
varsa ona göre fetva ver.[328]
Ibn Kayyım da benzeri bir haberi, kısaca nakletmiştir.[329]
Beyhakî,
Medhal'de Mâlikin şöyle dediğini nakleder: Ömer Abdülaziz, şöyle derdi:
"Rasûlullah
(s.a.v) ve O'ndan sonra gelen idareciler, Allah'ın Kitabı'na uygun, taatını
artıran ve dinine kuvvet katan birtakım uygulamalar koymuşlardır. Hiçbir
kimseye, onları değiştirmek, bozmak ve onlara ters düşenin görüşüne bakmak caiz
değildir. Onlara uyan hidâyeti bulur, onlara dayanan muzaffer olur. Muhalefet
eden, mü'minlerin yolunun dışına çıkmış olur. Halbuki Cenâb-ı Hakk: 'Kim,
mü'minlerin yolunun dışında bir yola tâbi olursa onu döndüğü tarafa sevkederiz
ve (sonunda) Cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir/'[330]
buyuruyor."[331]
Ömer
b. Abdülaziz'in idarecilerinden birisi, beldesinin hâlini ve hırsızların
çoğaldığını yazarak: "Onları zan ile yakalayıp cezalandıralım mı yoksa
hâllerini isbat edecek delile ve sünnetteki uygula-maya göre mi hareket
edelim?" diye talimat istedi. Allah kendisinden razı olsun, o da şu
talimatı yolladı: "Onları delil ve sünnetteki usûle göre cezalandır. Hakça
davranış onları ıslah etmezse Allah, onları ıslah etmesin."[332]
Yine
Ömer b. Abdülaziz, Urve b. Zübeyr'e şu mektubu göndermiştir: "Bana mektub
yazıp insanlar arasında nasıl hüküm verileceğini soruyorsun. Bil ki, hüküm
verilirken önce, Allah'ın Kitabı'n-da olana uyulur. Sonra, Allah Rasûlü'nün
sünnetine bakıp hüküm verilir. Sonra, hidâyet yolunun imamlarının hükmüne
müracaat edilir. Onlarda da bir cevap yoksa, ilim ve görüş ehli ile istişareye
gidilir."[333]
Dârimî,
Ömer b. Abdülaziz'den nakleder: Ömer b. Abdülaziz, idaresi altındaki insanlara
bir yazı ile şu talimatı verdi:
"Allah'ın
Kitabı'nda veya Ra'sûlullah (s.a.v)'ın ortaya koyduğu bir sünnette, hiç
kimsenin görüş bildirme hakkı yoktur. Ümmetin görüşü, ancak hakkında bir âyet
ve sünnet bulunmayan konularda geçerlidir." Bunu, İbn Abdilberr ve İbn
Kayyım da kitaplarında kısaca zikretmişlerdir.[334]
Hasan
b. Vâsıl, Isâ b. Dinar'ın şöyle dediğini nakleder: "Sizden öncekiler,
ancak görüş ve yolları ayrıldığı, hak yoldan saptıkları, peygamberlerinin
sünnetlerini terk edip dinde kendi görüşlerine göre söz söyleyerek dalâlete
düştükleri ve insanları da sapıklığa düşürdükleri vakit helak oldular."[335]
Şurayh,
demiştir ki: "Sünnet, sizin kıyasınızdan önde gelir. Öyleyse, sünnete
uyunuz ve bid'at çıkarmayınız. Hiç şüphesiz, sünnetlere sarıldığınız müddetçe
asla sapıtmazsınız."[336]
Katâde
der ki: "Vallahi, peygamberinin sünnetinden yüz çeviren herkes helak
olur. Sizin, sünnete sarılıp bid'atlardan uzaklaşmanız ve fıkha yapışıp
şüphelerden kaçınmanız gerekir."[337]
Urve
b. Zübeyr der ki: "Sünnete yapışın, sünnete. Şüphesiz sünnet, dinin
esasıdır."[338]
Hasan
el-Basrî (r.h), demiştir ki: "Söz, ancak amelle makbul olur. Amel ve söz
ise ancak niyetle sahih olur. Söz, amel ve niyet ise ancak sünnete uyarsa kabul
görür." Bu sözü, Lâlekâî, es-Sünne adlı eserinde zikretmiştir. Müellif,
aynı sözü, Said b. Cübeyr'den de benzeri lafızlarla rivayet etmiştir.
Yine
Hasan el-Basrî "Sünnete uyarak yapılan az amel, bid'ata dalıp yapılan çok
amelden daha hayırlıdır/'[339]
demektedir.
Amir
eş-Şa'bî de: "Sünneti terk ettiğiniz zaman helak olursunuz,"'[340]
demiştir.
Ebu'l-Aliye
ise: "Sizin, Peygamberinizin sünnetine ve Ashâb-ı Kirâm'ın hâline uymanız
gerekir," demektedir. Sözü, Lâlekâî rivayet etmiştir.
Abdullah
b. Avn el-Basrî de: "Kim, İslâm ve sünnet üzerine vefat ederse, bütün
hayır çeşitleri kendisine müjdelenir/' demektedir. Bu sözü de Lâlekâî,
es-Sünne''sinde rivayet etmiştir.
Yine
ibn Avn, şöyle demiştir: "Üç şeyi kendim ve mü'min kardeşlerim için
seviyorum: Tedebbûr ve tefekkür ile Kur'ân okumak. Araştırıp soruşturarak
sünneti Öğrenmek. Hayır için buluşmanın dışında, insanlardan uzaklaşıp bir
köşeye çekilmek."[341]
Lâlekâî, bu sözü kısa olarak
es-Sünne'sinâe zikretmiştir.
Ahmed
b. Hâlid, demiştir ki: "Sünnet, içinde hiçbir şüphe bulunmayan
haktır." İbn Vaddah, bu haberden çok hoşlanır ve: "Güzel, çok
güzel," derdi.[342]
Zührî
(124/742), demiştir ki: "Bizden önceki âlimlerimiz: 'Sünnete sarılmak
kurtuluştur,' derdi"[343]
Hakem
b. Uteybe, demiştir ki: "Hz. Peygamber (s.a.v)'in dışında, herkesin sözü
alınır da alınmayabilir de. "Beyhakî, aynı sözü Mücâhid'den rivayet
etmiştir.[344]
ibn
Abdilberr, Ibn Vehb yoluyla, Hz. Ömer'in şöyle dediğini nakleder: "Tâbi
olunacak sünnet, Allah ve Rasûlü'nün ortaya koyduklarıdır. Yanlış görüşleri,
ümmet için sünnet gibi göster mey iniz."[345]
Lâlekâfnin
rivayetine göre Evzâî (176/792), şöyle demiştir: "Sünnet neredeyse, sen de
orada ol."
Yine
Evzâî, şöyle der: "İnsanlar seni terk ederse de sen, selefin (geçmiş
büyüklerin) hâl ve haberlerine sarıl. Sana karşı yaldızlı sözlerle konuşsalar
da kendi görüşüne göre ahkâm kesenlerden sakın." Bu sözü İbn Kayyım,
Î'lâmu'l-Muvakkiîn'de zikretmiştir.[346]
Ibn
Mübarek (181/797), der ki: "Dayandığınız şey hadisler olsun.
İçtihadlardan da hadisleri açıklayanları alınız."[347]
Yahya
b. Kesîr'e: "Kişiye ne zaman fetva vermesi vâcib olur?" diye
sorulunca: "Hadisleri ve görüşleri iyi bildiği zaman," diye cevap
vermiştir. Bu rivayeti de İbn Kayyım nakletmiştir.[348]
Ibn
Vehb anlatıyor: Mâlik b. Enes'in yanında oturmuş, hadis müzâkere ediyorduk. Bir
ara dedi ki: "Sünnet, Nuh Aleyhisselâm'ın gemisi gibidir. Ona binen
kurtulur. Ondan geri kalan boğulur." Bunu, İmam Suyûtî Miftâhu'l-Cenne
kitabında zikretmiştir.
Yine
İbn Vehb, demiştir ki: Mâlik b. Enes, bana, şöyle dedi: "Sakın sünnete
karşı gelmeyin, tamamıyla ona boyun eğin." Bu rivayeti, Makdisî, el-Hucce
ala Tarîki'l-Muhacce adlı eserinde nakletmiştir.
İbn
Cerîr, Tehzibü'l-Âsâr adlı eserinde, İmam Mâlik'in şöyle dediğini nakleder:
"Rasûlullah (s.a.v) vefat etti; vahiy kesildi, din tamamlandı. Bundan
sonra, Rasûlullah'ın (s.a.v) sünnetlerine tâbi olunması gerekir. Kimse,
görüşlere tâbi olmasın. Çünkü birisi, bir görüşe uyar; bir başkası da daha
kuvvetli bir görüş bulur, ona uyar. Sen de her ne zaman görüşü üstün birisi
yanına gelse; döner, ona uyarsın. Böylece görüşler arasında kalırsın."[349]
Veki',
demiştir ki: "insanlar, hadisten her ne öğrense onu, mübtelâ olduğu bir
hevâdan alıkoyar." Bu sözü, Nasr b. el-Makdisî, el-Hucce kitabında
zikretmiştir.[350]
İmam
Şafiî (r.h), der ki: "Rasûlullah'ın sünneti yanında, hiç kimsenin, ona
aykırı söz söyleme yetkisi yoktur."
Yine
İmam Şafiî'den bir uyarı: "Rasûlullah'a ait bir sünnet bulduğunuzda ona
tâbi olunuz, başka kimsenin sözüne iltifat etmeyiniz."[351]
Rabî
der ki: İmam Şafiî'yi, şöyle derken işittim: "Kitabımda, Rasûlullah'ın
sünnetine aykırı bir söz bulursanız, Rasûlullah (s.a.v)'ın sünnetine göre
hareket ediniz ve benim sözümü terk ediniz."[352]
Hermele
b. Yahya anlatıyor: İmam Şafiî, der ki: "Rasûlullah (s.a.v)'tan sahih
olarak gelen sünnete ters düşen herhangi bir sözüme rastlarsanız, Hz. Peygamber
(s.a.v)'in sözüyle amel etmeniz daha evlâdır; benim sözüme uymayınız."[353]
Yine
İmam Şafiî, der ki: "Hiçbir kimse için, herhangi bir şey hakkında ilimsiz
olarak: 'Bu helâldir veya haramdır/ deme yetkisi yoktur. Bu ilim, Kitab'da,
sünnette, icmâda veya bu kaynaklara dayalı kıyasta mevcuttur."[354]
Muhammed
b. Hasan, demiştir ki: "Şer'î ilimler, dört yoldan elde edilir:
1-
Allah'ın Kitabı'ndan.
2-
Hz. Peygamber (s.a.v)'in sünnetinden.
3-
Ashâb-ı Kirâm'm icmâsından. Ashabın ihtilâf ettikleri konular da bunun içine
girer. Her ne kadar, ihtilâf durumunda, içlerinden birisi seçiliyorsa da bu,
benzerlerine kıyasla elde edilen bir ilim olmaktadır.
4-
Müslüman fakihlerin güzel ve uygun bulmalarıyla. İslâmî ilimler, sonuçta bu
dört kaynaktan çıkmaktadır."[355]
Yine
Muhammed b. Hasen, der ki: "Kim, Allah'ın Kitabı'nı, sünneti,
Rasûlullah'tn ashabının sözlerini ve müslümanların fakih-lerinin güzel gördüğü
hükümleri bilirse namazında, orucunda, hac-çında, kendisine emir ve nehyedilen
bütün işlerde, karşılaştığı meselelerinde içtihad etmesi ve hüküm vermesi caiz
olur. Bu durumda iç-tihad eder, araştırır ve benzeri hükümlere kıyas ederse
hata ihtimali olsa bile, çıkardığı neticeyle amel etmesi caizdir."[356]
Seleme
b. Şebîb, der ki: İmam Ahmed'i şöyle derken işittim: "Şafiî'nin görüşü,
Mâlik'in görüşü ve Ebû Hanîfe'nin görüşü, bütün bunlar bence bir görüştür ve
alınıp alınmama konusunda birdirler. Bizi bağlayan, ancak hadislerde
olanlardır."[357]
Ahmed
b. Sinan anlatıyor: Velid el-Kerâbisî, dayımdı. Vefatı yaklaşınca yanındaydım.
Oradakilere dedi ki:
"Kelâm
ilmini, benden daha iyi bilen birisini biliyor musunuz?"
"Hayır,"
dediler.
"Peki,
beni töhmet altında tutacağınız bir hâlimi biliyor musunuz?" dedi.
"Hayır,"
dediler.
"Size
bir vasiyette bulunmak istiyorum; kabul edecek misiniz?11 dedi.
"Evet,"
dediler. O zaman:
"Hadis
ehlinin bulunduğu hâl üzere bulunun. Çünkü ben, hakkın onların yanında
olduğunu gördüm," dedi.[358]
Hadiseyi, el-Makdisî, el-Hucce adlı
eserinde nakletmiştir.
İbrahim
et-Teymî, şöyle dua ederdi: "Allahım! Dinin ve Pey-gamberi'nin sünneti
sayesinde beni, hakka muhalefetten, hevâya uymaktan, dalâletten, karışık
işlerden, ayak kaymasından ve kuru çekişmelerden koru."[359]
Bişr
b. Sırrı es-Sakatî, demiştir ki: "İlme baktım, onun hadis ve görüşlerden ibaret olduğunu gördüm.
Hadisleri inceledim; içinde peygamberlerin, Ölümün, Cenâb-ı Hakk'ın rubûbiyet,
azamet ve celâlinin, Cennetin, Cehennemin, helâlin, haramın, yakınlarla ilgiye
teşvikin ve bütün hayır çeşitlerinin zikredildiğini gördüm. Görüşleri
incelediğimde içinde, hile, katılık, hakkı zorlama, dinde kısır çekişme, hile
ile amel, yakınla ilişkiyi kesmeye götürecek sebepler ve harama karşı cür'et
buldum."[360]
Fudayl
b. Iyâz (187/802), demiştir ki: "İslâm ve sünnet üzere ölene ne mutlu!
Durum böyle olunca bu hâl üzere vefat etmek için: 'Allah'ın dilediği olur,'
sözünü, çokça söyleyin." Bu sözü, Lâlekâî, es-Sünne adlı eserinde
zikretmiştir.
İmam
Kuşeyrî (465/1072), Risâle'de zikreder: Ebû Osman el-Hîrî (298/910), demiştir
ki:
"Allah
ile sohbet, edebi güzelleştirir; heybet ve murakabe hâline devam etmekle,
Rasûlullah ile sohbet de sünnete ittibâ ve ilmin gereğine yapışmakla hâsıl
olur."[361]
Yine
Ebû Osman, der ki: "Kim, sözünde ve fiilinde sünneti kendine âmir
yaparsa, hikmetle konuşur. Kim de kendine, hevâyı âmir yaparsa, bid'atla
konuşur. Allah Teâlâ: 'Eğer ona itaat ederseniz hidâyete ulaşırsınız,'[362]
buyurur." Kâd-ı Iyâz da aynı sözü, Şifâ'da. nakletmiştir.[363]
İmam
Kuşeyrî'nin nakline göre Sehl b. Abdullah, şöyle (283/886) demiştir:
"Fütüvvet, sünnete ittibâ etmektir."[364]
Hilye
sahibi ise aynı zâttan şu nakli yapar: "Kim, tam manâsıyla Hz. Peygamber'e
uyarsa onun kalbinde, herhangi bir şeyi seçme ve sevme endişesi kalmaz."[365]
İmam
Kuşeyrî, şöyle nakletmektedir: İbrahim Havvas
(291/904),
demiştir ki: "Sabır, Kur'ân'ın ve sünnetin hükümlerinde sebat
etmektir."[366]
Zünnûn
el-Mısrî (245/859) de: "Allah'ı sevmenin alâmetlerinden birisi de Allah'ın
Habîbi'ne (s.a.v), ahlâkında, fiillerinde, emir ve sünnetlerinde tâbi
olmaktır,"[367]
der.
Ebû
İshak İbrahim b. Davud'u dinleyelim: "Allah'ı sevmenin alâmeti, O'na
itaati ve Rasûlü'ne mutabaatı, her şeye tercih etmek-tir.”[368]
Ahmed
b. Ebi'l-Havârî (230/844), der ki: "Kim, sünnete uymadan amel ederse
ameli bâtıl olur"[369]
Ebu'l-Abbas
Ahmed b. Sehl, demiştir ki: "Kim, sünnetin edebine yapışırsa Allah, onun
kalbini, marifet nuruyla nurlandırır. Allah'ın Habîbi (s.a.v)'ne emir, fiil ve
ahlâkında uymaktan daha şerefli bir makam yoktur."[370]
Şah
b. Suca1 el-Kirmânî (276/884), der ki: "Kim, gözünü haramlardan ve
nefsini şehvetlerden alıkoyar, içini murakabeyle, dışını sünnete ittibâ ile
ma'mur eder ve kendisini helâl yemeye alıştırırsa, feraset ve görüşünde hata
etmez."[371]
Ebû
Bekir Timistânî'yi (340/951) dinleyelim: "Hak yol açıktır. Kitab ve sünnet
önümüzdedir. Hicret ve Allah Rasûlü'nün sohbetiyle, ümmetin önünde olan ashabın
fazileti malumdur. Kim, bu Kitab'a ve sünnete sarılır, nefsinden ve halktan
uzaklaşır ve kalbiyle Allah'a hicret ederse o, özünde ve sözünde sâdık birisi
olur."[372]
Ebû
Hafs Haddâd (260/874) ise şöyle der: "Kim, bütün vakitlerde söz ve
fiillerini Kitab ve sünnetle süslemez ve nefsânî düşüncelerini kötülemezse,
onu, gerçek erlerin arasında saymayınız."[373]
Şu
da onun sözü:
"Kulun,
Rabbine ulaşacağı yolların en güzeli, bütün hâllerinde O'na ihtiyaç içinde
olduğunu bilmek, bütün fiillerinde sünnete uymaya devam etmek ve yiyeceğini
helâl yoldan ele geçirmektir."[374]
Lâlekâî,
es-Sünne'de, şöyle nakleder: Şâz b. Yahya demiştir ki: "Cennete giden
yollar içinde, hadisle amel edenlerin yolundan daha doğru bir yol
yoktur."
İmam
Kuşeyrî, şöyle nakleder: Ebû Hamza
el-Bağdâdî (289/901), demiştir ki: "Kim, hak yolunu bilirse sülâku kendine
kolay olur. Allah'a giden yolda, bütün hâl, söz ve fiillerde, Hz. Peygamber
(s.a.v)'e uymaktan başka hiçbir delil ve değer yoktur."[375]
Nasr
el-Makdisî, el-Hucce adlı eserinde, Cüneyd el-Bağdâdî'nin (298/910) şöyle
dediğini nakleder: "Hakka giden bütün yollar, halka kapalıdır; ancak
Rasûlullah (s.a.v)'ın hâl ve haberlerine sarılıp sünnetine uyanların üzerinde
bulunduğu Peygamberin yolu açıktır." Allah Teâlâ: "Şüphesiz,
Allah'ın Rasûlü'nde sizin için güzel bir örnek (yaşantı) vardır,"[376]
buyurur. Bu haberi, Kuşeyrî de kısaca
zikretmiştir.[377]
İmam
Buhârî, Ebû Hureyre'nin (r.a) şöyle dediğini rivayet eder:
Rasûlullah
(s.a.v) vefat ettikten sonra Ebû Bekir (r.a) halife seçilince zekât
vermeyenlerle savaşma kararı aldı. Hz. Ömer, kendisine: "Sen, bu
insanlarla nasıl savaşırsın? Halbuki Rasûlullah (s.a.v): 'insanlar, Lâ ilahe
illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla em-rolündüm. Kim, Allah'tan başka
ilâh yoktur derse, benden nefsini ve malını korumuş olur. Ancak hakettiği bir
ceza karşılığı kendisine ve malına gereken yapılır. İç hesabı Allah'a aittir”[378]
buyurmuştur," dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a) de:
İÇVallahi,
namazla zekâtı birbirinden ayrı düşünen ve zekât vermeyenle savaşacağım.
Şüphesiz zekât, malın hakkıdır. Vallahi, Rasûlullah (s.a.v)'a zekât olarak
verdikleri bir ip parçasını bana ver-meseler, bu kaçamaklarından dolayı
kendileriyle savaşırım/' dedi. O zaman Hz. Ömer;
"Vallahi
Allah Teâlâ'nın, Ebû Bekir'in kalbini savaş için açtığını gördüm ve bunun hak
olduğunu anladım."[379]
Ibn
Abdilberr ve İbn Kayyım, Hz. Ömer'den rivayet ederler:
Hz.
Ömer, bir adama rastladı. Adama: "Ne yaptın?" diye sordu.
Adam:
"Hz.
Ali veZeyd, şöyle hüküm verdiler," dedi. Hz. Ömer: "Şayet ben
olsaydım, şu şekilde hüküm verirdim," dedi. Adam:
"Hüküm
vermene mâni nedir? Hem idare ve emir de sendedir," deyince, Hz. Ömer:
"Eğer
bu konuda Allah'ın Kitabı'nda ve Rasûlullah'ın sünnetinde bir şey bulsaydım
elbette hüküm verirdim. Fakat elimde nass yok. Sadece, kendi görüşüm var. Görüş
de müşterektir. Bu durumda, Ali ve Zeyd'in verdikleri hüküm bozulamaz,"
dedi.[380]
Buhârî'nin,
Mâlik b. Evs en-Nasrî'den rivayet ettiği uzunca bir haberde, Hz. Abbas'm, Hz.
Ömer'e gelerek Hz. Ali ile aralarında hüküm vermesini isteyince Hz. Ömer
(r.a), aralarındaki meseleyi, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, "Biz
peygamberler, miras bırakmayız; bıraktıklarımız ümmete sadaka (vakıf)dır,"[381]
hadisini delil getirerek halletmiştir.
Aynı
şekilde, Hz. Ebû Bekir, Hz. Fâtıma kendisine gelip babasının mirasını
isteyince, bu hadise dayanarak hüküm vermiş ve: "Vallahi, Rasûlullah'ın
yaptığını gördüğüm ve bildiğim bir işi yapmadan bırakmam," demiştir.[382]
İmam
Müslim ve Kâd-ı Iyâz nakleder: Hz. Ömer (r.a), Zülhu-lefye'de iki rek'at namaz
kıldı. Kendisine niçin bu namazı kıldığı sorulunca:
"Rasûlullah'ın
yaptığı gibi yapıyorum," demiştir.[383]
İmam
Ahmed, Tâatü'r-Rasûl adlı kitabında Yala b. Ümey-ye'nin şöyle dediğini
nakleder: Hz. Ömer'le tavaf yapıyordum. Hace-rü'1-Esved'i takip eden Rukn-i
Garb'e ulaştığımızda, istilâm yapması için elini çektim.
"Ne
yapıyorsun1?" dedi.
"Selâmlamayacak
mısın?" dedim.
"Sen,
hiç Rasûlullah (s.a.v) ile tavaf ettin mi?" dedi.
"Evet,"
dedim.
"Rasûlullah'ı,
garba düşen bu iki köşeyi selâmlarken gördün mü?" dedi.
"Hayır,"
dedim.
"Onda
senin için güzel bir örnek yok mudur?" dedi.
"Elbette
vardır," dedim.
"Öyleyse
kendi düşüncenden vazgeç,"dedi.
Yine
aynı zât anlatıyor:
Hz.
Muâviye, bütün rükünleri selamlamaya başladı. İbn Ab-bas (r.h): "Niçin bu
iki rüknü selâmlıyorsun? Rasûlullah, onları selâmlamazdı," diye uyardı.
Muâviye (r.a): "Allah'ın evinde terk e-dilen herhangi bir hayır amel
yoktur," dedi. O zaman İbn Abbas (r.h): "Allah'ın Rasûlü'nde sizin
için (takip edilecek) güzel bir örnek vardır,"[384]
âyetini okudu. Hz. Muâviye: "Doğru söyledin," dedi.
Yine
İmam Ahmed, Müsnedde, Ebû Hureyre'den (r.a) nakleder: Hz. Ömer (r.a), cuma
günü hutbe verirken içeri bir adam girdi. Hz. Ömer:
"Rasûlullah
(s.a.v)'ın, 'Biriniz Cuma'ya gideceği zaman gusletsin,' buyurduğunu duymadınız
mı?" dedi.[385]
Buhârî
ve Nesâî, Mervan b. Hakem'den nakleder: Mervan, demiştir ki:
Hz.
Ali ile Hz. Osman'ı, Mekke ile Medine arasında gördüm. Hz. Osman (r.a), hac ile
umrenin birarada temettü olarak yapılmasından nehyediyordu. Hz. Ali, bunu
görünce her ikisine birden telbi-ye getirdi ve: 'Ya Rabbi! Hac ve umre için
emrindeyim," dedi. Bunu gören Hz. Osman:
"Şu
yaptığını görüyor musun? Ben, insanları bir şeyden nehye-diyorum, sen ise onu
yapıyorsun!" diye serzenişte bulundu. Hz. Ali (r.a) de:
"Ben,
bir insanın sözüne bakarak Rasûlullah'ın sünnetini bırakacak değilim;
Efendimiz de böyle yapıyordu," dedi.
Hadiseyi,
Müslim de rivayet etmiş ve şu ilâveyle nakletmiştir:
Hz.
Osman, Hz. Ali'nin sözü üzerine kararından döndü ve: "Ali'yi terkedecek
değilim," dedi.[386]
HuzeyLb.
Şurahbil (r.a) anlatıyor: Ebû Mûsâ
el-Eş'ârî
(r.a)'ye
kız çocuğun, oğulun kızına ve kız kardeşin mirastan alacağı hisse soruldu. O
da:
"Kız
çocuğa yarım, kız kardeşe de yarım hisse düşer. İstersen, İbn Mesud'a git sor;
ö da benim gibi cevap verecektir," dedi. Ibn Me-sud'a gittiler. Ebû
Musa'nın fetvasını ve sözünü söylediler. Bunu duyan İbn Mesud (r.a):
"Öyle
dersem dalâlete sapmış ve hidâyet ehlinden ayrılmış olurum. Ben, bu konuda
Allah'ın hükmü ile hükmederim. Kız çocuğa yarım, oğulun kızına üçte ikiyi
tamamlamak üzere altıda bir, kalan hissede kız kardeşe düşer," dedi.
Ebû
Musa'ya gidip, İbn Mesud'un fetvası hatırlatılınca "İçinizde bu büyük
âlim bulunurken bana sormayın," dedi.[387]
Buhârî,
Müslim ve İbn Abdilberr'in, Alkame'den rivayet ettiklerine göre Alkame,
şunları anlatır: "Abdullah b. Mesud, 'Allah dövme yapana ve yaptırana, yüz
ve kaştaki tüyleri güzellik için yoldurup Allah'ın yarattığını değiştiren ve
bunu yapana lanet etsin/ dedi." Bu sözler, Benî Esed kabilesinden Ümmü
Ya'kûb denen bir kadının kulağına ulaştı; hemen kalkıp Abdullah'ın yanma
geldi:
'Ya
Ebâ Abdurrahman! Senin şöyle dediğin bana ulaştı; bu sözlerin aslı nedir?"
dedi. İbn Mesud:
"Rasûlullah'ıh
lanet ettiklerine ben niçin lanet etmeyeyim; hem bunlar, Kur'ân'da da vardır,"
dedi. Kadın:
"Mushâfın
iki kapağı arasında olanların hepsini okudum; fakat bu senin söylediklerini
bulamadım," deyince, İbn Mesud (r.a):
"İyice
okumuş olsaydın, bulurdun. Zira Allah Teâlâ: 'Peygamber size neyi verdiyse onu
alın, neyi nehyederse ondan da sakının.”[388]
buyurmadı mı?" dedi. Kadın:
"Ben,
şu anda söylediğin bu şeylerin bir kısmını senin zevcelerinin de yaptığını
tahmin ediyorum," dedi. Ibn Mesud:
"Git,
bak" dedi. Kadın gitti; fakat bunlardan bir şey göremediğini söyledi.
Bunun üzerine İbn Mesud:
"Şayet
zevcem böyle olsaydı onunla bir arada bulunmaz, birbirimizden
ayrılırdık," dedi.[389]
Lâlekâî,
es-Sünne'de, İbn Abbas'ın (r.h) şöyle dediğini nakleder: "Vallahi, bugün
yeryüzünde şeytanın, benim helak olmamdan daha çok sevineceği bir şey
yoktur." Kendisine, "Niçin?" denilince şöyle cevap verir:
"Çünkü
şeytan, doğuda veya batıda bir çok bid'atlar icad ediyor. Tabii ki mü'min bir
kimse, bunları getirip bana soruyor. Mesele bana gelince, ben de sünnetle, o
bid'atın belini kırıp yok ediyorum. Böylece çıktığı gibi şeytana geri dönüyor,
kabul görmüyor."
İmam
Şafiî Risâle'ds, Buhârî ve Müslim Sa/ıt/ılerinde, Said b. Cübeyr'in şöyle
dediğini naklederler: İbn Abbas'a: "Nevf el-Mukâlî, Hızır Aleyhisselâm'la
arkadaşlık yapan Musa'nın, Benî İsrail'in peygamberi olan Hz. Mûsâ (a.s)
olmadığını ileri sürüyor," dedim. Ibn Abbas (r.h):
"Allah'ın
düşmanı yalan söylemiş. Bana, Ubey b. Ka'b haber verdi ve dedi ki: Rasûlullah
(s.a.v) bir gün bize konuşma yaptı.[390]
Sonra Hz. Mûsâ ile Hızır'ın kıssasını
zikretti. Öyle ki kıssada, Hızır'la arkadaşlık yapanın, Hz. Mûsâ (a.s)
olduğunu gösteren ifade ve işaretler mevcuttu."
İmam
Şafiî, demiştir ki: "İbn Abbas, dinde fâkih, hâlde verâ sahibi bir zât
iken Hz. Peygamber (s.a.v)'den yanlış ve sözünün hilâfına rivayette bulunan ve
üstelik müslümanlardan olan bir kimseyi yalanlamış ve onu Allah'ın düşmanı
saymıştır."
Beyhakî
Medhal'de, Hâkim Müstedrek'te ve İbn Abdilberr Câmiu Beyâni'l-İlim'de, Hişam b.
Hucayr'm şöyle dediğini naklederler: "Tavus, ikindiden sonraları iki
rek'at (nafile) namaz kılıyordu, ibn Abbas (r.h), durumu öğrenince: 'Onları
bırak,' dedi. Tavus da: 'Bırakmam,' dedi." İbn Abbas, onu, bu namazı
sünnet edinir ve öyle bilinir diye nehyetmişti. O, böyle deyince:
"Rasûlullah
(s.a.v), ikindi namazından sonra nafile namazdan nehyetmiştir. Senin bunları
kılmakla sevap mı alacağını yoksa azaba mı uğrayacağını bilmiyorum. Çünkü Allah
Teâlâ: 'Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min bir erkek ve kadın
için kendi görüş ve hesaplarıyla, Allah'ın ve Peygamberi'nin hükmüne aykırı
olanı seçme hakkı yoktur,'[391]
buyurmuştur." dedi.[392]
İmam
Şafiî de aynı zâttan bu haberi naklettikten sonra şöyle demiştir: "İbn
Abbas, Rasûlullah (s.a.v)'tan naklettiği haberle, Tâvus'un yaptığının yanlış
olduğunu anladı. Kur'ân'dan bir âyet okuyarak Allah ve Rasûlü bir şeye
hükmettiği zaman kişinin, muhayyerlik hakkı olmadığını, artık ona uyması
gerektiğini kendisine gösterdi."[393]
İbn
Abdilberr nakleder: Urve b. Zübeyr, ibn Abbas'a: "Allah'tan korkmuyor
musun, mut'â'ya ruhsat veriyorsun!" dedi. İbn Abbas (r.h):
"Ey
Urve'cik, (Rasûlullah'ın bu konudaki ruhsatını istersen) annene sor,"
dedi. Urve:
"Fakat
Hz. Ebû Bekir ve Ömer onu yapmıyorlar," deyince, ibn Abbas:
"Allah,
başınıza bir azâb indirinceye kadar şu tutumunuzdan vazgeçmeyeceğinizi görüyorum.
Ben, size Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hadisinden bahsediyorum; siz bana, Ebû
Bekir ve Ömer'den bahsediyorsunuz," dedi ve bu konuda ruhsat veren hadisi
zikretti.[394]
İbn
Abdilberr, der ki: "Burada anlatılan mut'â, hacdaki mut'âdır. O da haccı
bozup umre yapmaktır."
Beyhakî,
Muhammed b. Sîrin'den nakleder: "İbn Abbas, fı-
tır
sadakasını mecburî bir vazife olarak emredince insanlar, bunu hoş
karşılamadılar. O da Semûre'ye haber göndererek: eHz. Peygamber (s.a.v)'in
bunu emrettiğini bilmiyor musun?' diye sordu. O da 'evet' deyince, kendisine
sitem ederek: 'O halde bunu belde halkına öğretmene mâni nedir?' dedi."
Beyhakî,
der ki: "İbn Abbas, Rasûlullah'ın fıtır sadakasıyla ilgili emrini halka
öğretmediği için Semûre'yi kınamıştır."
İbn
Huzeyme, Beyhakî, Bezzâr ve Ebû Ya'lâ, Zeyd b. Es-lem'den rivayet ederler.
Zeyd, der ki: tbn Ömer'i, düğmeleri çözük olarak namaz kılarken gördüm.
Kendisine, neden düğmelerini açtığını sorunca:
"Rasûlullah
(s.a.v)'ı böyle yaparken görmüştüm," dedi.[395]
Ahmed
b. Hanbel ve Bezzâr, Mücâhid'den naklederler: "Bir yolculukta, İbn Ömer
ile beraberdik. Yoldan ayrılıp bir yere saptı. 'Niye böyle yaptın?' denilince,
'Rasûlullah'ı böyle yaparken gördüğüm için ben de öyle yaptım,' dedi."[396]
Kâd-ı Iyâz da aynısını nakletmiştik.[397]
İmam
Buhârî ve Müslim rivayet ediyor: İbn Ömer (r.h): "Rasûlullah (s.a.v):
'Geceleri kadınlarınızı mescide gelmekten menet-meyin buyurdu,' dedi.
Oğullarından birisi de:
"Vallahi,
onları bırakamayız; mescidin huzurunu bozarlar,' dedi. Bunu duyan İbn Ömer,
oğlunun göğsüne vurarak:
'Ben
sana Rasûlullah (s.a.v)'tan hadis söylüyorum; sen ise başka şeyler diyorsun,'
dedi."[398]
İbn
Abdilberr, Abdullah İbn Ömer'in oğlu Bilâl'den, şu ifadeleri nakleder: Ben:
"Bana gelince, zevcemi mescide göndermeyeceğim, isteyen yollasın," dedim.
Babam, bana dönerek:
"Allah
sana lanet etsin," diye üç kere tekrarladıktan sonra: "Beni,
'Rasûlullah, kadınların mescidden menedilmemesini emretti,' derken işitiyorsun,
bir de kalkmış, kendince bir şeyler söylüyorsun' dedi ve kızgın olarak yanımdan
gitti."[399]
Müslim,
Süleyman b. Yesar'dan rivayet eder: Ebû Hureyre, İbn Abbas ve Ebû Seleme b.
Abdurrahman b. Avf, kendi aralarında, kocasının vefatı zamanında doğum yapan
hamile kadının müddetinin ne kadar olacağını müzâkere ediyorlardı. İbn Abbas:
"Kocasının
vefatından sonra hamilelik veya dört ay on gün olan iddet müddetinden, hangisi
süre olarak daha uzunsa, o kadar iddet bekler," dedi. Ebû Seleme:
"Doğum
yapınca iddeti biter, evlenebilir," dedi.
Sonra,
Rasûlullah (s.a.v)'m hanımı Ümmü Seleme'ye (r.h) haber gönderip meseleyi
sordular. O da şu cevabı verdi:
"Sübey'a
el-Eslemiyye, kocasının vefatından az bir zaman sonra doğum yapmıştı.
Rasûlullah (s.a.v)'a durumunu sordu. O da evleirebileceğini söyledi."[400]
Yine'İmam
Müslim rivayet eder: İbn Ömer (r.h), kadınlara, gusül abdesti alırken saçlarını
çözmelerini emretti. Hz. Aişe (r.h), bunu işitince:
"İbn
Ömer'e şaşarım, bu emri neye göre veriyor? Ben ve Rasûlullah, bir kabı
kullanarak yıkanırdık. Ben başıma, (örgülerimi çözmeden) üç kereden fazla su
dökmezdim," dedi”[401]
İmam
Mâlik ve Beyhakî, Atâ b. Yesar'dan rivayet ederler: Muâviye b. Ebî Süfyan,
altından veya gümüşten bir su kabını, ağırlığından daha fazla altın veya gümüş
karşılığında sattı. Hadiseyi duyan Ebu'd-Derdâ, kendisine:
"Rasûlullah
(s.a.u)'ın bu tür bir alışverişi nehyettiğini duydum," dedi. Muâviye (r.a)
ise:
(<Bunda
bir sakınca görmüyorum," dedi. Ebu'd-Derdâ, duyduklarından çok rahatsız
olarak:
"Bu
Muâviye'nin yaptığına uygun bir karşılık versem, kim beni mazur görür? Ben, ona
Rasûlullah (s.a.v)'tan bir haber veriyorum; o ise kendi görüşünü söylüyor.
Bundan böyle, senin bulunduğun yerde asla durmayacağım," dedi.[402]
İmam
Şafiî (204/819), der ki: "Ebu'd-Derdâ, naklettiği hadisle, Muâviye'nin
yaptığının yanlış olduğunu ortaya koydu, Muâviye'nin ise hadise rağmen
yaptığını bırakmadığını görünce, güvenilir bir kimsenin Rasûlullah (s.a.v)'tan
naklettiği haberi bir kenara itmesini büyük bir hata gördüğü için bulunduğu
yeri terketti."[403]
Beyhakî,
İmam Şafiî'nin, Risâle'de şu hadiseyi zikrettiğini nakleder: Ebû Said el-Hudrî
(r.a), bir adamla karşılaştı. Ona, Rasûlullah (s.a.v)'tan bir hadis nakletti.
Adam da onun zikrettiği hadisin hilâfına başka bir şey nakledip kendisine ters
düşünce, Ebû Said:
.
"Vallahi, seninle bir çatı altında asla duramam," dedi.
İmam
Şafiî, rivayetin sonunda demiştir ki:
"Naklettiği
hadisi adamın kabul etmemesi, Ebû Said'in (r.a) canını
sıkmıştır."[404]
Dârimî,
Hıraş b. Cübeyr'den nakleder: Mescidde, parmak uç-larıyla çakıl taşı atan bir
delikanlı gördüm. Bir ihtiyar, kendisine:
"Böyle
yapma; ben, Rasûlullah (s.a.v)'ın bunu nehyettiğini işittim," dedi. Genç,
hiç aldırış etmedi; yine taş attı. Bunu gören ihtiyar: "Ben, sana
Rasûlullah (s.a.v)'ın bunu nehyettiğini söylüyorum; sen ise hâlâ taş atıyorsun.
Vallahi senin cenazende bulunmayacağım, hasta olsan ziyaret etmeyeceğim ve
seninle asla konuşmayacağım," dedi.[405]
İmam
Buharı ve Müslim, İmran b. Husayn'dan rivayet ederler: Rasûlullah (s.a.v),
buyurdu ki: "Haya, (hangi sebepten kaynak-lanırsa kaynaklansın) tamamı
hayırdır (insanı hayra götürür)."
Hadisi
dinleyen Büşeyr b. Ka'b:
"Fakat
biz, bazı kitaplarda, sükûnet ve vakarın hayadan kaynaklandığı gibi zayıflık
ve acziyetin de esasında hayadan kaynaklandığını buluyoruz," deyince
İmran b. Husayn, bu söze öyle kızdı ki, gözleri kıpkırmızı oldu ve ona:
"Ben,
sana Rasûlullah'tan hadis söylüyorum; sense ona karşı geliyorsun," diye
çıkıştı.
Bir
rivayette de: "Sen ise bana kendi sayfalarından anlatıyorsun,"
ifadesi vardır.[406]
Yine,
Buhârî ve Müslim, Abdullah b. Büreyde'den rivayet
ederler.
O, şöyle anlatır: Abdullah b. Muğaffel, bir kişinin, eliyle (belli belirsiz
hedeflere) çakıl taşı attığını görünce bundan menetti ve: "Rasûlullah
(s.a.v), bu atışı nehyetti ve: 'Bu, avı vurmaz, düşmanı öldürmez; sadece diş
kırar, göz çıkarır,' buyurdu," diye uyardı.
Abdullah,
daha sonra bu şahsın aynı şeyi yapmaya devam ettiğini görünce (kızdı ve) şöyle
dedi:
"Ben,
sana Rasûlullah (s.a.v)'ın hadisini söylüyorum; sen ise hâlâ aksine taş
atıyorsun. Vallahi, seninle bundan sonra asla konuşmayacağım."[407]
Dârimî,
Katâde'den şu rivayeti nakleder: İbn Sîrin, bir adama, Rasûlullah (s.a.v)'tan
bir hadis nakletti. O kişi: "Falanca da şöyle diyor," deyince İbn
Sîrin:
"Ben,
sana Rasûlullah'tan hadis naklediyorum; sen ise 'Falanca da şöyle şöyle diyor,'
diyorsun. Vallahi, seninle bir daha konuşmayacağım," dedi.[408]
Yine
Dârimî, Said b. Müseyyeb'den rivayet eder: Said, bir zâtın, ikindi namazından
sonra fazladan iki rek'at nafile namaz kıldığını gördü. Adam:
"Ey
Ebû Muhammedi Namaz kıldığım için Allah beni cezalandırır mı?" diye sorunca,
İbn Sîrin:
"Namaz
kıldığın için değil de sünnete aykırı davrandığın için cezalandırır,"
cevabını verdi. [409]
İbn
Abdilberr, Abdurrahman b. Yezid'den rivayet eder: Ab-durrahman, yakınlarından
birinin üzerinde giyilmesi yasaklanmış bir elbiseyi gördü; giymemesini söyledi.
O da: "Bana, Allah'ın Kitabından bir âyet getir; elbisemi çıkar,"
dedi. O zaman kendisine: "Peygamber size neyi verdi ve emretti ise[410]
onu alıp yapınız, neden sakındırdı ise
ondan kaçınız," âyetini okudu.[411]
İmam
Şâfîî Risâle'de, İbn Abdilberr İlim kitabında, Salim b. Abdullah'tan şunu
naklederler: Hz. Ömer (r.a), Kabe'yi tavaftan önce ve şeytan taşlamadan sonra
koku sürmeyi yasaklamıştı. Durumu Hz. Aişe'ye (r.h) aktardığımda:
"Rasûlullah
(s.a.v)'ı ihrama gireceği zaman, ihramı için ve ihramdan çıkmak için Kabe'yi
tavaf etmesinden önce elimle kokula-dım." Bu durumda elbette ki Allah
Rasûlü (s.a.v)'nün sünneti, uyulmaya daha lâyıktır.[412]
İmam
Şafiî (r.h), der ki: "Salim, dedesi Hz. Ömer'in sözünü bırakarak Hz.
Aişe'nin haberine uymuş ve haberi anlattığı kimseye, bunun sünnet olduğunu,
Rasûlullah (s.a.v)'ın sünnetinin uyulmaya daha lâyık ve kendisine vâcib olanın
da bu olduğunu bildirmiştir."[413]
İmam
Kuşeyrî (465/1072), Risâle'de şöyle nakleder: Ebû Osman el-Hîrî (298/910),
vefatı yaklaşıp can çekişmeye başladığı zaman, oğlu, üstünü başını yırtıp
vaveyla koparınca, Ebû Osman: "Yavrum! Sünnete aykırı davranıyorsun;
sünnete muhalefet etmek, içteki riyanın (münafıklığın) açığa
vurulmasıdır," demiştir.[414]
Ebû
Ali ed-Dakkak (405/1014) anlatıyor: Bâyezid-i Bistâmî (r.h), velîdir diye
tanınan bir zâtın ziyaretine niyetlendi. Bahsedilen zâtın mescidine varınca,
oturup çıkmasını bekledi. Zât çıkıp geldi ve (zemini toprak olan) mescide
tükürdü. Bunu gören Ebû Yezid Bistâmî, adama selâm bile vermeden geri döndü ve
yanındakilere: "Bu adama, Rasûlullah (s.a.v)'ın edeblerinden bir edebi
korumada bile emniyet edilmezken Hakk'ın sırlarını korumada nasıl güvenilir1?
dedi.[415]
İmam
Buhârî ve Ahmed, Ebû Vâil'in şöyle dediğini naklederler: "Şeybe b.
Osman'la şu mescidde (Kabe'de) oturuyordum. Bana dedi ki: Bir gün Ömer (r.a),
şimdi senin oturduğun yere oturdu ve: 'Kabe'de altın ve gümüş adına hiçbir şey
bırakmayıp, hepsini müslü-manlar arasında taksim etmeye kararlıyım,'
dedi." Ben:
"Bunu
yapamazsın," dedim. "Niçin1?" diye sordu.
"Çünkü
senden önceki iki arkadaşın (Hz. Peygamber (s.a.v) ve Hz. Ebû Bekir) bunu
yapmadılar,"dedim. Hz. Ömer:
"Onlar,
kendilerine uyulacak iki zâttır," dedi.[416]
İmam
Şafiî Risâle'de, Beyhakî Medhal'de, Said b. Müseyyeb'den naklederler: Ömer b.
el-Hattab (r.a): "Diyet, baba tarafından akrabalara aittir. Kadın,
kocasının diyetinden miras olarak bir şey alamaz," diyordu. Dahhak b.
Süfyan, Rasûlullah (s.a.v)'m kendisine: "Eşyem b. Dibâbî'nin diyetinden,
hanımını da mirasçı kılmasını" yazdığını haber verince Hz. Ömer, kendi
hükmünden vazgeçip ona döndü.[417]
İmam
Şafiî, der ki: "Hz, Ömer, hüküm vereceği bir meselede, kendi görüşünün
hilâfına olan Dahhak'ın rivayet ettiği hadise dönmüştür.”[418]
Beyhakî,
Hişam b. Yahya el-Mahzûmî'den nakleder: Sa-kiften bir zât, Ömer b. Hattab'a
(r.a) geldi ve: "Kabe'yi tavaf etmiş bir kadın, hayız görürse veda
tavafını yapmadan yurduna dönebilir mi?" diye sordu. Hz. Ömer de:
"Hayır,
dönemez," dedi. Sakifli zât:
"Bu
durumda olan bir kadın hakkında Rasûlullah (s.a.v), senin verdiğin hükmün
tersine fetva vermişti," deyince Hz* Ömer, adama yanaşıp kırbacıyla vurdu
ve:
"Rasûlullah
(s.a.v)'ın hüküm verdiği bir meseleyi ne diye bir de bana soruyorsun,"
diye adamı azarladı.[419]
Hadiseyi, İbn Kayyım da Flâmu'l-Muvakküîi'de nakletmiştir.
Buhârî,
Müslim ve Şafiî, Tâvus'tan nakleder: Tavus, demiştir ki: İbn Abbas"la
birlikteydim. Zeyd b. Sabit, kendisine:
"Hayızlı
kadının, son vazife olarak, Kabe'yi tavaf etmeden yurduna dönebileceğine fetva
mı veriyorsun?" dedi. ibn Abbas da (r.h):
"Eğer
durum, benim dediğim gibi değilse git, Ensar'dan filanca kadına sor bakalım;
Rasûlullah (s.a.v), ona benim dediğim şekilde emretmemiş 7?u?"dedi.[420]
İmam
Şafiî (r.h), şöyle der: "Zeyd, daha önce, herkesin en son iş olarak
Kabe'yi tavaf etmesi gerektiğini duymuştu. Hayızlı kadınları da emrin
kapsamında düşünüyordu, ibn Abbas (r.h), hayızlı kadına, kurbandan sonra
Kabe'yi tavaf etmişse, veda tavafını yapmadan vatanına dönebileceğine fetva
verince Zeyd, bunu kabul etmedi; İbn Abbas, Rasûlullah (s.a.v/ın bir kadına, bu
şekilde emir verdiğini haber verince, gidip kadına meseleyi sordu. Kadın da
aynı şeyi söyleyince, kadını tasdik etti ve İbn Abbas'ın görüşüne katılmasının
zarurî olduğunu anladı."[421]
İsrail
b. Yunus, İbn Mesud'dan (r.a) naklediyor: Bir adam, İbn Mesud'a gelerek bir
hanımla evlendiğini, fakat daha kadına yaklaşmadan annesini gördüğünü ve ondan
hoşlandığını, onunla evlenmek için nikâhındaki hanımı boşadığım, bu durumda ne
lâzım geldiğini sordu. İbn Mesud: "Bir sakıncası yoktur," dedi. Bu fetva
üzerine adam, onunla evlendi. Abdullah b. Mesud, Kûfe'de, Beytül-Mâl'e
bakıyordu. Beytül-Mâl'deki fazla, artık şeyleri satıyor; çok verip daha düşük
karşılık alıyordu. Medine'ye geldiğinde bu konuları, Rasûlullah (s.a.v)'m ashabına sordu, onlar
da:
"Bu
adama, o kadın helâl olmaz; gümüş de ancak aynı ağırlıkta gümüşle satılırsa
sahih olur," dediler. İbn Mesud, Kûfe'ye dönünce adamı aradı, bulamadı.
Kavminden bazı kimseleri buldu ve onlara:
"Kendisine
fetva verdiğim arkadaşınıza söyleyin, o kadın kendisine helâl değildir,"
dedi. Sonra kuyumculara geldi ve:
"Ey
kuyumcular! Benim size yaptığım satış sahih değildi; gümüş ancak aynı ölçüdeki
gümüşle satılabilir," dedi.[422]
İmam
Şafiî ve Müslim, İbn Ömer'den nakleder: "Biz, ürünün belli bir kısmını
almak üzere tarlayı kiraya verirdik ve bunda bir mahzur görmezdik. Tâ ki Râfiî,
Rasûlullah (s.a.v)'ın bunu yasakladığını haber vermesine kadar. Sonra bu hadis
sebebiyle böyle bir işten vazgeçtik."[423]
İmam
Şafiî (r.h), der ki: "İbn Ömer, mahsulün bir kısmını almak üzere tarlayı
kiraya vererek istifade ediyor ve bunu helâl biliyordu. Fakat güvenilir bir
kimse, Rasûlullah (s.a.v)'ın bunu nehyettiğini haber verince, o işi bıraktı.
Rasûlullah (s.a.v/tan gelen haber karşısında kendi görüşünü kullanarak, 'Kimse
bu işe karşı bizi ayıplamadı, biz de bugüne kadar bu işi yapıyorduk/ demedi.
Hiçbir mazeret ileri sürmeden, hemen hadise tâbi oldu."[424]
imam
Şafiî nakleder: Kendisine güvendiğim bir şahıs, İbn Ebî Zi'b yoluyla, Muhalle d
b. Hufafın şöyle dediğini haber verdi:
Bir
köle satın aldım, çalışıp gelir getirmesini istiyordum. Sonra kendisinde bir
ayıp ortaya çıktı. Durumu Ömer b. Abdülaziz'e götürüp davacı oldum. Bana,
köleyi ve ondan elde ettiğim geliri geri vermem için hüküm verdi. Ben de
Urve'ye geldim, durumu haber verdim. Urve:
"Ben,
akşam onun yanına gider, Hz. Âişe'nin (r.h) bana, Rasûlullah (s.a.v)'ın böyle
bir durumda: 'Gelir, tazmin karşılığıdır (müşteriye aittir).”[425]
buyurduğunu haber verdiğini söylerim," dedi. Ben, acele ile Ömer b.
Abdülaziz'in yanına gidip Urve'nin, Hz. Aişe yoluyla, Rasûluîlah'tan
naklettiğini haber verdim. Bunu duyan Ömer b. Abdülaziz:
'Yerdiğim
hüküm, bana çok kolay gelmişti. Allah biliyor, ben, haktan başka bir şey düşünmedim. Peşinden,
Rasûlullah'ın sünneti bana ulaştı. Bu durumda Ömer'in hükmünü terk ediyor,
Rasûlullah'ın sünnetini uyguluyorum," dedi. Sonra Urve, Ömer'in yanına
gitti ve onun, bana geri vermem için hüküm verdiği geliri benim almama
hükmetti.[426]
Yine
İmam Şafiî (r.h), der ki: Medineli güvendiğim bir zât, İbn Zi'b'in şöyle dediğini
anlattı: Adamın aleyhine hüküm verdi. Ben de kendisine, Rasûlullah (s.a.v)'ın
bunun aksine hüküm verdiğini haber verdim. Bunu duyan Sa'd, Râbia'ya:
"Bu,
İbn Ebî ZVb'dir. Kendisine güvenirim, Hz. Peygamber (s.a.v)'den benim verdiğim
hükmün aksini haber veriyor, ne dersin?" deyince, Râbia:
"Sen
içtihad ettin; hükmün geçerlidir," dedi, Sa'd:
"Hayret
doğrusu! Sa'd'ın hükmünü geçerli kılıp Rasûlullah (s.a.v)'ın hükmünü red mi
edeceğim? Hayır, aksine Sa'd'ın (kendisini kasdediyor) hükmünü reddedip Rasûlullah
(s.a.v)'ın hükmünü uygulayacağım." Sonra hüküm yazılan kağıdı istedi,
yırtarak ikiye böldü ve önceki hükmün tersine, adamın lehine hüküm verdi.[427]
Şeddâd
b. Hakîm, Züfer b. HûzeyTin şöyle dediğini nakleder: "Biz, bir meselede
hüküm verirken Kitab ve sünnette bir cevap bulamadığımızda, kendi görüşümüzle
hüküm veririz. Meseleyle ilgili bir âyet veya hadis önümüze gelince, görüşümüzü
terk eder, nassa göre hüküm veririz."[428]
Ma'n
b. îsâ el-Kazzâz, der ki: İmam Mâlik'i (179/795), şöyle derken işittim:
"Ben,
bir beşerim; hata da ederim, isabet de. Öyleyse siz, sözlerime bakın; Kitab ve
sünnete uyan her sözümü alıp uygulayın; Kitab ve sünnete uymayanları bir kenara
bırakın."[429]
İmam
Şafiî (r.h), demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.v)'tan sahih bir hadis
geldiğinde, ben daha Önce ona muhalif bir söz söylemişsem hemen sözümden
döner, hadisle hükmederim."[430]
Rabî,
imam Şafiî'den şöyle nakleder: "Size, benim görüşümün aksine Rasûlullah
(s.a.v)'tan bir sünnet geldiğinde, görüşümü bırakıp sünnete uyunuz; şüphesiz
Rasûlullah'ın sünneti, benim mezhe-bimdir."
Yine
Rabî, İmam Şafiî'den nakleder: "Benim sözümün aksine hüküm bildiren bir
sünnete rastladığınızda, sözümü bırakıp sünnete yapışınız. Hiç şüphesiz, ben de
sünnetin belirttiğini söylerim."
Yine
İmam Şafiî'den:
"Hüküm
verdiğim herhangi bir meselede, sözümün aksine, güvenilir âlimlerden sahih bir
hadis rivayet edilirse ben, hayatımda ve vefatımdan sonra ona döner, kendi
hükmümü terk ederim."
Hakîm,
Rabî'den nakleder: İmam Şafiî'yi şöyle derken işittim:
"Her
ne zaman bir söz söylediğimde veya bir hüküm ortaya koyduğumda, o konuda
Rasûlullah (s.a.v)'tan aksi bir hüküm nakledi-lirse doğru olan ve uyulması
gereken, Rasûlullah (s.a.v)'ın sözüdür. Benim de hükmüm odur."
Abdullah
b. Ahmed, demiştir ki: Babam (İmam Ahmed), bana şunu nakletti: İmam Şafiî,
bize dedi ki: "Elinize Rasûlullah (s.a.v)'tan sahih bir hadis geçtiğinde
bana söyleyiniz ki, ona göre hüküm vereyim."
Tabarânî,
Abdullah b. Ahmed'den nakleder: Babamı, şöyle derken işittim (İmam Ahmed):
Muhammed
b. İdris eş-Şâfiî der ki: "Sen, sahih hadis ve haberleri bizden daha iyi
biliyorsun. Sahih bir haber olunca Kûfeli, Basralı, Şamlı, kim rivayet ederse
etsin, bana bildir ki ona göre hükmedeyim. "
İmam
Ahmed (241/855), demiştir ki: "Bana göre İmam Şafiî'nin en güzel yanı,
daha önce duymadığı bir hadisi duyunca, ona göre hüküm verip kendi sözünü terk
etmesiydi."
İbn
Ebî Hatim, der ki: Abdullah b. Ahmed, bana şu haberi yazıp gönderdi:
"Babamı, 'İmam, Şafiî bir hadis bulunca, onunla amel ederdi. Onda bulunan
en hayırlı haslet, konuşmaya fazla rağbeti yoktu. Asıl gayreti fıkıhtı,'
derken işittim."
İmamül-Haremeyn
el-Cüveynî, Nihâye adlı eserinde, Saydalânî yoluyla, arkadaşlarından birinin
şöyle dediğini nakleder: "Biz, kesin olarak şunu biliyorduk: İmam
Şafiî'ye, kendi düşüncesinin aksine sahih bir hadis ulaştığında, derhal hadise
döner ve ona 't\tiun hüküm verirdi."
Bu
rivayetlerin çoğu, Takiyyüddîn Sübkînin Tabakâtü'ş-Şâfiiyye adlı eserinden
alınmıştır.
İmam
Beyhakî, MedhaV&e, Halid b. Yezid'in şöyle dediğini nakleder: "Allah
Rasûlü (s.a.v)'nün hadislerine hürmet etmek, Allah'ın Kitabı'na hürmet etmek
gibidir."[431]
Beyhakî,
bu sözü şöyle değerlendirir: Halid, bu sözüyle hadisin lâyık olduğu yerin
bilinmesi, hürmetinin büyüklüğü ve uyulmasının farz olması hususlarında
Rur'ân'a benzetildiğini anlatmak istemiştir. Çünkü Allah Teâlâ: "Allah'a
itaat edin, Peygambere de itaat edin,"[432]
buyurmaktadır.
Beyhakî,
Süleyman et-Teymî*den nakleder: Süleyman, demiştir ki: Ben, Ebû Osman, Ebû
Nadre, Ebû Miclez ve Hâlid el-Eşec, beraber hadisleri ve sünnetleri müzâkere
ediyorduk. İçimizden birisi:
"Kur'ân'dan
bir sûre okusaydık daha faziletli olurdu" dedi. Bunun üzerine Ebû Nadre,
şöyle dedi:
"Ebû
Said el-Hudrî: 'Hadis müzâkeresi, Kur'ân okumaktan daha
faziletlidir,'dedi."[433]
İmam
Suyûtî (911/1505), Miftâhu'l-Cenne kitabında, bu söz için şu değerlendirmeyi
yapmıştır: "Bu, İmam Şafiî'nin de dediği gibi; ilim taleb etmenin, nafile
namazdan daha faziletli olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü sadece Kur'ân
okumak, nafile bir ibâdettir. Hadislerin öğrenilip ezberlenmesi ise farz-ı
kifâyedir. Allah, en iyisini bilir."[434]
.."
-.Yine Beyhakî nakleder: Süfyan es-Sevrî, demiştir ki: "Niyeti güzel bir
kimse için hadis Öğretmekten daha güzel bir amel bilmiyorum.”[435]
İbnu'I-Mübârek
ise şöyle der: "Allah Teâlâ'nın rızasını arayan kimse için hadis
öğreniminden daha faziletli bir şey bilmiyorum."[436]
A'meş,
Dırar b. Mürre'nin şöyle dediğini nakleder: "Hadis âlimleri, abdestsiz
olarak hadis rivayet etmeyi hoş görmezlerdi."[437]
İshak
b. Rabî anlatır: "A'meş, abdestsizken hadis rivayet etmek istediğinde,
teyemmüm alırdı."[438]
Beyhakî
ve İbn Abdilberr, Katâde'den naklederler: "Rasûlullah (s.a.v)'ın
hadislerini ancak abdestli iken okumamız müstehâb (güzel ve sevap)
görülürdü,"
İbn
Abdilberr, Şu'be'den nakleder: "Katade, Rasûlullah'ın hadislerini ancak
abdestli iken rivayet ediyordu."[439]
İmam
Mâlik naklediyor: "Cafer b. Muhammed ancak abdestli iken hadis rivayet
ediyordu."[440]
Ebû
Mus'ab anlatıyor: "Mâlik b, Enes, Allah Rasûlü'nün hadislerini ancak
abdestli iken rivayet ediyordu. Bunu, hadislerin mevkii ve şerefinin
yüceliğini göstermek için yapıyordu."[441]
Tabarânî,
Ebû Hâzim'den, Sehi b. Sa'd es-Saidî'nin şu örnek hâlini nakleder: Sehi,
kavminden birtakım insanlarla oturmuş, kendilerine hadis anlatıyordu.
İçlerinden bazıları da birbirine dönmüş, başka şeylerden bahsediyorlardı. Bunu
gören Sehi, kızdı ve:
"Şunlara
bak! Ben, onlara Rasûlullah (s.a.v)'tan bahsediyorum, onlar da dönmüş
birbirleriyle konuşuyorlar. Vallahi, sizin aranızdan çıkacağım ve bir daha
yanınıza dönmeyeceğim," dedi. Kendisine:
"Nereye
gidiyorsun?" dedim.
"Gidip
Allah yolunda cihad edeceğim," dedi.[442]
Beyhakî,
İmam Mâlik'ten nakleder: Said b. Müseyyeb, hasta yatağında uzanmış yatarken,
yanma bir adam gelip hadis sordu. Said, doğrulup oturdu ve hadisi söyledi.
Adam:
"Sizi
rahatsız etmek istememiştim," deyince İmam:
'Tattığım
halde, sana Rasûlullah (s.a.v)'tan hadis nakletmeyi uygun görmedim," dedi.[443]
İbn
Abdilberr, Abdurrahman b. Ebî Zinad'dan nakleder: "Sa'd b. Müseyyeb'e,
hasta yatağında yatarken Rasûlullah (s.a.v)'tan bir hadis zikredildi. Hemen
yanındakilere: 'Beni oturtunuz, uzandığım halde, Rasûlullah (s.a.v)'tan bir
hadis nakletmeyi hoş karşılamam,' dedi.'[444]
Beyhakî,
İsmail b. Ebî Üveys'ten nakleder: "İmam Mâlik, hadis rivayet etmek
istediğinde abdest alır, divanın ortasına oturur, sakalını tarar, vakar ve
heybetle yerleşir, sonra hadis rivayet ederdi. Bu davranışının sebebi
sorulunca: 'Allah Rasûlü'nün (s.a.v) hadisini yüceltmeyi seviyorum ve ancak
huzur içinde, abdestli olarak rivayet etmek istiyorum,' derdi. İmam, yolda
yürürken veya ayak üstü yahut acele bir işi varken hadis rivayet etmeyi uygun
bulmazdı: 'Rasûlullah (s.a.v)'tan rivayet ettiğimi, düşünüp anlayarak rivayet
etmeyi seviyorum,' derdi."[445]
Abdullah
b. Mübarek anlatıyor: "İmanı Mâlik'in yanındaydım, hadis rivayet
ediyordu. O arada bir akrep gelip kendisini tam onaltı kere soktu. Mâlik'in
acıdan rengi değişiyor, fakat zorlanarak sabrediyor, Rasûlullah (s.a.v)'ın
hadisini bölmüyordu. Rivayet işi bitip insanlar dağılınca, yanına vardım:
'Hazret!
Bu yaptığına hayret ettim, ' dedim. O da:
'Evet,
ben bunu Rasûlullah (s.a.v)'ın hadislerine olan hürmetimden dolayı yaptım,'
dedi."[446]
Bişr
b. Haris naklediyor: "Bir zât, yürürken İbnu'l-Mübârek'e bir hadis sordu.
İmam, adama: 'Bu halde hadis nakletmek, ilmin hürmetine uygun
düşmez,'dedi."[447]
Lâlekâî,
es-Sünne kitabında, İbn Abbas'tan nakleder: İbn Abbas (r.h): "O gün, nice
yüzler ağarır, nice yüzler de simsiyah kararır," âyetindeki[448]
ağaran yüzlerin; sünnet ehli kimselerin yüzü olduğunu, kararan yüzlerin de
bid'at ehlinin yüzü olacağını söylemiştir.
Lâlekâî,
yine İbn Abbas'tan nakleder: "Sünnete çağıran ve bid'attan sakındıran bir
hadis âlimine bakmak ibâdettir."
Dârimî,
Hasan el-Basrî'den, onun şu sözünü nakleder: "Sünnet ehli insanlar,
önceleri, halk içinde en az sayıda olan kimselerdi. Bugün ve gelecekte de
insanlar içinde sayıca en az olacak onlardır. Onlar, konfor ve rahata düşkün
olanlarla lükse dalmamış, bid'atçı-lara kapılıp bid'atlara bulanmamış, sünnet
üzere yaşamaya sabrederek Rablerine kavuşmuşlardır."[449]
Lâlekâî,
İbn Şevzeb'in şöyle dediğini nakleder: "Allah'ın ibâdete başlayan bir
gence, sünneti öğretecek birisini dost etmesi, kendisine bahşettiği ilk ve en
büyük bir nimettir."[450]
Yine
aynı müellif, Eyyûb es-Sahtiyânî'den nakleder: "Allah'ın, kendisine sünnetleri
bilen bir âlimi nasib etmesi, gençler ve İslâm'la yeni tanışanlar için büyük
bir saadettir."[451]
Hammad
b. Zeyd anlatır:
"Eyyûb
es-Sahtiyânî'ye hadis ehlinden birinin vefat haberi ulaştığında, üzerinde çok
etki yaptığı görülürdü. İbâdet ehli bir kimsenin vefat haberi ulaştığında ise
böyle bir etkilenme görülmezdi. Hazret: 'Hadis ehlinden birinin vefat haberini
aldığımda, sanki vücut azalarımda?! birini kaybetmiş gibi olurum,'derdi."[452]
Aşağıdaki
rivayetler, Suyûtî'nin, Miftâhu'l-Cenne adlı eserinde zikredilmiştir. Eyyûb
es-Sahtiyânî, der ki: "Sünnet ehlinin ölmesini arzulayanlar, ağızlarıyla
Allah'ın nurunu söndürmek istemektedirler."
Yine
Lâlekâî, Fudayl b. Iyâz'm şöyle dediğini nakleder: "Allah Teâlâ'nın öyle
kulları vardır ki, onlarla yeryüzünü ihya eder. Onlar, sünnet ehli
âlimledir."
Müellif,
Süfyan es-Sevrî'den de şu nakli yapar: "Sünnet (hadis) ehline hayırla
muamele edin. Çünkü onlar, garip kimselerdir."
Nasr
b. el-Makdisî, el-Hucce'de, Süfyan es-Sevrî'nin şöyle dediğini nakleder:
"Melekler göklerin, ehl-i hadis de yeryüzünün manevî bekçileridir."[453]
Ahmed
b. Hanbel'e: 'Yeryüzünde Allah'ın ebdâl (seçkin ve sevilmiş velî) kulları var
mıdır?" diye soruldu. İmam: "Evet," dedi. "Peki kimdir
onlar?" denilince: "Eğer onlar ehl-i hadis değilse, ben, Allah'ın bir
velî (ebdâl) kulunu bilmiyorum/3 dedi.[454]
Bunu, Makdisî, adı geçen kitabında
nakletmiştir.
İmam
Şafiî (r.h), der ki: "Her ne zaman hadis ehlinden birini görsem, Allah
Rasûlü (s.a.v)'nün ashabından birini görmüş gibi oluyorum"[455]
Nakil, Beyhakfnindir.
el-Makdişî,
İbrahim b. Musa'dan nakleder: İbrahim'e, Rasû-lullah (s.a.v)'m: "Ümmetimin
son zamanlarında bir topluluk bulunacak; onlara, öncekilere verilen sevaplar
kadar sevap verilecektir. Onlar, kötülükleri reddedip fitne çıkaranlarla savaşırlar,"[456]
sözünün, kime işaret ettiğini sordular.
"Onlar,
ehl-i hadistir. Çünkü halka, 'Rasûlullah (s.a.v), şunu yapın, şunu da yapmayın
buyurdu/ diye tebliğde bulunacaklardır," dedi.
İbnu'l-Mübârek
(181/797), der ki: "Kıyamete kadar, ümmetimden bir grup, hak üzere
bulunmaya devam edecek; kendilerine karşı gelenlerin muhalefeti onlara zarar
vermeyecektir/'[457]
hadisinde anlatılanlar, benim görüşüme göre hadis âlimleridir.[458]
Makdisî,
İbnu'l-Medînî'nin, bu hadis hakkında şöyle dediğini nakleder: "Hz.
Peygamber (s.a.v)'in sözünde anlatılanlar, hadis âlimleridir. Rasûlullah'ın
yolunu takip edenler ve bâtıl fikir ve fırkalara karşı sünneti müdafaa edenler
onlardır."[459]
Yine
Makdisî, İmam Buhârî'den şunu nakleder: İbn Abdullah'ın kapısında üç veya dört
kişi hadis almak için bekliyorduk. Bize dedi ki: "Ümmetimden bir grup, hak
üzere bulunmaya devam edecek; onları güçsüz bırakmak isteyenler, kendilerine
bir zarar veremeyeceklerdir," hadisinden kasdedilenlerin, sizler olduğu
kanaatindeyim. Çünkü tüccarlar ticaretle, sanat ehli mesleğiyle, hükümdarlar
memleketleriyle uğraşırken siz, Rasûlullah'ın sünnetini ihya ediyorsunuz.[460]
Hâkim,
Ma'rifetü Ulûmi'l-Hadîs adlı eserinde, Mûsâ b. Harun'un şöyle dediğini
nakleder: İmam Ahmed'e: "Ümmetimden bir grup, hak üzere kalmaya devam
edecektir," hadisindeki grubun, kimler olduğu sorulunca: "Din
düşmanları karşısında mansur ve muzaffer olan bu taife, hadis âlimleri
değilse, başka kimlerin olduğunu bilmiyorum/' dedi.
Bu
konuda şöyle söylenir: "Kim, sözünde ve fiilinde sünneti kendine âmir
yaparsa devamlı hak konuşur."
İmam
Ahmed b. Hanbel, yukarıdaki hadisin şerhinde, "Kıyamet gününe kadar ilâhî
tevfik ve yardıma mazhar olan bu taife, hadis âlimleridir ve hadisle amel
edenlerdir." demekle, ne güzel söylemiştir. Bunların yanında, sâlihlehn
yoluna giren, geçmiş selefin haberlerine uyan, Rasûluîlah (s.a.v)'ın
sünnetlerine sarılarak, bid'at ehli ve sünnet muhalifi kimseleri saf dışı
bırakan kimselerle, ilim için dağ, tepe, yol katetmeyi nefsî arzu ve keyiflere
tercih eden, ilim ve hadis ehline tahsis edilmiş meskenlerde kitaplardaki
sıkıntılarla haz duyan ve bunu bir nimet sayan, hadis ve haberleri toplarken
iki lokma ve bir eski hırkayla kanaat eden, şehvetine mağlup nefislerin düştüğü
dinsizlik tehlikesinden ve buna bağlı olarak bid'at, hevâya uyma, bâtıl fikir
ve haktan sapma gibi âfetlerden kaçıp kurtulan, mescidleri ev, dirseklerini
yastık, boş buldukları yerleri yatak yapan kimseler de bu bahtiyar gruba
girmeyi haketmiştir.
Yine
Hâkim, bu sözün peşinden, Hafs b. Gayyas'tan şunu nakletmiştir: "Babamdan
duydum. Kendisine: 'Hadis âlimlerine ve ne halde olduklarına bakmıyor musun,
haklarında ne dersin?' diye sorulunca: 'Onlar, dünyada yaşayanların en
hayırlılarıdır,' dedi."
Hâkim,
Ali b. Haşrem'den nakleder: Ebû Bekir b. Iyas'ı dinledim. Diyordu ki:
"Ben, hadisçilerin, insanların en hayırlıları olmalarını ümid ediyorum.
Çünkü onlardan birisi, benim kapımda durur ve benden hadis yazar. Eğer o, gitse
ve: 'Ebû Bekir, bana bütün hadislerini nakletti' dese, bunu yapardı. Fakat
onlar, yalan söylemezler. Kimden, ne kadar, ne aldılarsa, onu
naklederler."
Bu
rivayetten sonra Hâkim, şu değerlendirmeyi yapar:
"Ebû
Bekir b, Iyas'ın: 'İnsanların en hayırlıları hadisçilerdir/ sözü tamamen
doğrudur. Nasıl doğru olmasın ki; gerçekten hadisçi-ler, dünyayı tamamen
arkalarına atmışlar, gıdalarını hadis yazmak, konuşma ve sohbetlerini
muhaliflerle uğraşmak, istirahatlarını müzâkere, boya ve süslerini mürekkep,
uykularını az uzanarak dinlenmek, yastıklarını çakıl taşları yapmışlardır.
Bütün engel ve zorluklar, onların yanında bir saadet; asıl aradıklarını
bulamadıktan sonra rahatlık, onlar için bir sıkıntıdır. Akılları, sünnetin
tadıyla mesrur, kalbleri hâllerine rıza içinde ma'murdur. Sevinçleri, sünnetleri
öğrenmek; keyifleri, ilim meclislerinde birikmektir. Onlar, bütün ehl-i sünneti
kardeş, bid'at ve küfür ehlini düşman edinmişlerdir."
Yine
Hâkim, bu değerlendirmenin peşinden, Ebû İsmail Mu-hammed b. İsmail
et-Tirmizî'den şunu nakleder: Ebû İsmail demiştir ki:
Ben
ve Ahmed b. Hasan et-Tirmizî, Ebû Ahmed b. Han-bel'in yanındaydık. Ahmed b.
Hasan, kendisine: "Ya Ebâ Abdullah! İbn Ebî Füteyle'ye, Mekke'de
hadisçilerden bahsettiler, o da: 'Hadisçiler kötü bir topluluktur,' dedi."
deyince Ahmed b. Hanbel, ayağa kalktı; elbisesini silkeleyerek: "Zındık,
zındık, zındıktır o adam!" deyip eve girdi.
Hâkim,
Ebû Nasr Ahmed b. Selâm el-Fakih'in, şöyle dediğini nakleder:
"Dinsizlere, hadis dinlemekten ve isnadını rivayet etmekten daha ağır ve
daha sevimsiz gelen hiçbir şey yoktur."
Sonra
Hâkim, der ki: "Biz, eserlerimizde ve çevremizde gördük ki, bazı dinsizlik
ve bid'at ehlinden sayılan kimseler, hadiste anlatılan ilâhî yardıma ulaşmış
bu taifeye hakaret gözüyle bakmaktadırlar. Bunlar da Haşaviyye grubudur."
Şeyh
Ebû Bekir Ahmed b. İshak el-Fâkih'i, bir adamla münazara ederken dinledim.
Şeyh, hadis rivayet ediyordu. "Bize falanca rivayet etti," dedi.
Karşısındaki adam:
"Bırak
şu, 'Bize falanca rivayet etti,' sözlerini... Ne zamana kadar böyle deyip
duracaksın?" dedi. Bunu duyan Şeyh Ebû Bekir:
"Kalk
ey kâfir! Bundan sonra sana evime girmek helâl değildir," diye çıkıştı.
Sonra bize dönüp:
"Bu
zamana kadar hiç kimseye: 'Evimize girme!' demedim. Ancak şu zındığa demek
zorunda kaldım," dedi.[461]
Dârîmî,
Ebû Hureyre'den rivayet eder: "Ben, geceyi üçe bölüyorum: Bir bölümünde
uyurum, diğer bölümünde gece ibâdeti yaparım. Bir diğer bölümünde de
Rasûlullah (s.a.v)'ın hadislerini düşünür, müzâkere ederim."
Hasan
el-Basrî (110/727), der ki: "Ey hadis âlimleri! Ümmetin arasına dağdın. Çünkü siz, sayıca az olan
insanlarsınız."
Yahya
b. Maîn, der ki: "Dört kimse var ki onlardan, hayır ve kemâlât beklenmez:
1-
Yol bekçisi,
2-
Kadı tellâlı,
3-
Bid'atçı,
4-
Yazı yazıp da hadis öğrenmek için yolculuk yapmayan."
Bu
sözü, Hâkim, Marifetü Ulûmi'l-Hadis adlı eserinde naklet-
miştir.
'
Câbir
b. Abdullah (r.a) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v)'tan bizatihi işitmediğim bir
hadisi, ashâbdan birinin duyduğunu haber aldım. Bu zât, Şam'daydı. Bir deve
satın aldım. Azığımı hazırlayıp yola çıktım. Bir ay yolculuktan sonra Şam'a
vardım. Yerini sordum ve buldum. Bir de baktım ki o zât, Abdullah b. Üneys
(r.a) imiş. Yanına varıp:
"Rasûlullah
(s.a.v)'tan işitmediğim, zulümlerle ilgili bir hadisi, senin, Efendimizden
duyduğun haberi bana geldi. Bu hadisi duymadan, senin veya benim vefat
etmemden korktum; söylesene hadis ne idi1?" dedi. Abdullah b. Üneys de:
"Rasûlullah'ın
şöyle buyurduğunu işittim," dedi ve şu hadisi nakletti:
"insanlar,
çıplak, sünnetsiz ve elleri bomboş olarak hasredilirler. Sonra Allah Teâlâ,
onlara, yakın ve uzakta olanların işitebileceği bir sesle: 'Hesap görücü benim.
Tek Hâkim benim. Cehenneme gireceklerden hiçbir kimse, cennetlik birisindeki
hakkını almadan Cehenneme girmeyecektir. Cennete gireceklerden bir kimse de
cehennemlik birisinin kendisinde alacağı varsa - bir tokat bile olsa- onu
kendisinden almadan Cennete giremeyecektir,' diye, nida edecektir." Biz:
"Ey
Allah'ın Rasûlü! Biz oraya çıplak, sünnetsiz ve eli boş olarak geleceğiz. Bu,
birinin diğerinden hak alması nasıl olur?" dedik. Rasûlullah (s.a.v):
(iBu,
ya hak sahibine diğerinin sevabından veya verecekliye, alacaklının günahından
yüklemek suretiyle olur," buyurdu.[462]
Nasr
b. Merzûk, der ki: Amr b. Ebî Seleme'yi şöyle derken işittim: Evzâî'ye dedim
ki: "Ya Ebâ Amr! Dört gündür yanındayım, senden sadece otuz hadis
dinledim!" Evzâî: "Sert, dört günde otuz hadisi az mı buluyorsun?
Câbir b. Abdullah, bir hadis için Mısır'a yolculuk yaptı. Bir deve satın alıp
Ukbe b. Amirce gitti ve tek bir hadisi sorup geri döndü. Sen ise dört günde
otuz hadisi az buluyorsun! dedi.[463]
Ata
b. Ebî Rabah anlatıyor: Ebû Eyyûb (r.a), Rasûlullah (s.a.v)'tan işittiği bir
hadisi, Ukbe b. Amir'e (r.a) sormak için Mısır'a yolculuğa çıktı. Mısır'a
geldiğinde, o zaman, oranın emîri olan Mesle-me b. Muhalled el-Ensârî'nin evine
geldi. Kendisine geldiğini haber verdi. Mesleme, hemen dışarı çıkarak Ebû
Eyyûb ile kucaklaştı. Sonra ona: "Ya Ebâ Eyyûb! Seni buraya getiren sebep
nedir?" diye sordu. O da: "Rasûlullah (s.a.v)'tan işittiğim bir
hadisi, ben ve Ukbe dışında bilen kalmadı. O hadisi sormaya geldim. Yanıma bir
adam ver de bana evini göstersin," dedi. O da birisini gönderdi. Uk-be'nin
evine vardılar; haber verildi ve hemen dışarı çıktı. Ebû Eyyûb'un boynuna
sarıldı ve kendisine: "Ya Ebâ Eyyûb! Seni buraya getiren nedir?"
diye sordu. O da: ''Rasûlullah (s.a.v)'tan işittiğim bir hadis... Mü'minin
ayıbını örtmekle ilgili bu hadisi, seninle benden başka bilen kalmadı. Şu
hadisi tamamıyla bir söylesene," dedi. Ukbe şöyle dedi: "Evet,
Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: 'Kim, dünyada mü'min kardeşinin
ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter,' buyurdu." Ebû
Eyyûb (r.a): "Doğru söylediniz," dedi. Ayrılıp bineğinin yanma gitti
ve Medine'ye dönmek üzere hayvanına bindi. Mesleme b. Muhalled, Ebû Eyyûb'a
hediye göndermişti. Hediye ancak Mısır'ın Ariş beldesinde kendisine ulaşabildi.
[464]
Said
b. Müseyyeb, demiştir ki: "Ben, tek bir hadis için günlerce yol
teperdim."[465]
Dârimî, benzeri bir sözü, Bûsr b. Abdullah'tan,
şu lafızlarla rivayet eder: "Tek bir hadisi duyabilmek için bir şehirden
diğer bir şehire yolculuk yapardım."[466]
Ebu'l-Aliye
ise şöyle der: "Ashâb-ı Kirâm'dan nakledilen bir hadis duyardık; fakat tam
kesinlik kazandırmak için bineklerimize atlayıp bizzat kendilerinden
işitmedikçe rahat etmezdik."[467]
Buhârî
ve Müslim, Salih b. Hay el-Hemedânî'den rivayet ederler. O, demiştir ki:
Şa'bî'nin yanındaydım. Horasanlı birisi, ona: "Biz, Horasan'da, kişi
cariyesini âzad edip sonra onunla evlenirse bunu, birisinin deveyi Allah
yolunda kurbanlık verip sonra da ona binmesine benzetiyoruz, sen ne
dersin?" diye sordu. Şa'bî, adama şöyle dedi:
"Ebû
Bürde b. Ebî Mûsâ, hana, babasının: 'Rasûlullah (s.a.v), buyurdu ki: Şu üç
kimseye iki kat sevap verilir:
1- Yanındaki cariyesini güzelce eğitip terbiye
eden ve sonra da âzad edip evlenen kimse.
2-
Allah'a (c.c) ve efendisine karşı görevlerini tam yerine getiren köle.
3- Ehl-i kitabdan olup kendi peygamberine iman
eden ve Rasûlullah'a yetişince de onu tasdik ve takip eden kimse,' dediğini
nakletti."[468]
Daha
sonra Şa'bî, soruyu sorana şöyle der: "Bu hadisi herhangi bir zahmet
çekmeksizin ve karşılık ödemeksizin al. Önceleri kişi, bundan daha azı için
Medine'ye kadar yolculuk yapardı."[469]
SÜNNETİN HÜCCET
OLUŞUNU İNKÂR EDENLERİN ORTAYA ATTIKLARI ŞÜPHELER VE BUNLARIN CEVABI^
Geçen
açıklamalarımızdan anlaşıldı ki; sünnetin hüccet oluşu dinî bir zarurettir ve
bu, hiç bir rmı'minin kalbinde şek ve şüphe bırakmayacak şekilde en açık
delillerle ortaya konmuştur.
Ancak
-sözüm ona- İslâm'ı desteklemek, onu kendisine arız olan tebdil ve tağyirden
temizlemek ve muhafaza etmek isteyen bazıları, aklı zayıf müslümanların kalbini
bozacak, sünnetin hüccet oluşunu ortadan kaldıracak birtakım şüpheler ortaya
atmışlardır.
Bu
şüpheleri yayanlardan birisi de Dr. Muhammed Tevfik Sıdkî'dir. O,
Mecelletü'l-Menâr'da bunları yazıp yaymaya ve "İslâm Sadece
Kur'ân'dır" başlığı altında, onları savunmaya çalışmış, bununla da dinine
hizmet ve onu müdâfaa ettiğini zannetmiştir.
Şayet
biz, bu şüpheleri anlatmaktan ve fesadını açıklamaktan yüz çevirseydik; bu,
bizim adımıza daha sağlam bir görüş ve daha doğru bir davranış olurdu. Çünkü
çürük ve çarpık bir sözden yüz çevirip hiç bahsetmemek, onun yok olması ve
sahibinin unutulması için en uygun bir yol ve câhillerin nazar-ı dikkatini
çekmemek için en iyi bir tedbirdir.
Şu
kadar var ki; ümmet içinde yayılan tehlikelerin şerrinden ve câhillerin
birtakım hâdiselere kapılıp yanlış fikirlere dalmalarından ve ilim sahiplerince
makbul olmayan görüşlere hızla koşmalarının acı
neticelerinden korktuğumuzdan; bu şüphelerin tehlikesini ortaya koyup, imkân
niabetinde onlara cevaplar vermeyi, halk için daha önemli, sonuç olarak da daha
sevimli gördük. înşâallah, bunları tek tek ele alıp, değerlendirmesini yaparak
cevaplar vereceğiz.
Bu
şüphe sahipleri diyorlar ki: Allah Teâla, Kitabı'nda: "Biz Ki-tab'da
hiçbir şeyi eksik bırakmadık.[470]
ve "BuKitab'ı sana, herşeyin bir açıklaması olarak indirdik,"[471]
buyurmaktadır.
Bu
âyet-i kerîmeler, Kur'ân'm, dine taalluk eden herşeyi ve dinî hükümlerin
tamamını içerdiğini ifade ediyor. Kur'ân'ın, dini her yönüyle açıklayıp bütün
tafsilatıyla ortaya koyduğunu belirtiyor. Bu durumda sünnet gibi başka bir
şeyin, dinî hükümlere kaynaklık etmesine ve onu açıklayıp tafsilâtım ortaya koymasına
gerek kalmamıştır. Bunun aksini savunmak, Kitab'm din konusunda yetersiz
kaldığını ve herşeyin bir açıklaması olmadığını söylemek olur. Böyle bir söz
ise Allah Teâlâ'nm bizzat kendi haberine muhalefet etmesi demektir ki, bu da
imkânsızdır.
Cevap
Herşeyden
önce, birinci âyet-i kerîmede geçen el-Kitab ile kas-dedilen, Kur'ân'-ı Kerîm
değil, "Leuh-i Mahfuz" dur. Çünkü herşeyi içeren, bütün mahlukâtı,
büyüğü, küçüğü, geçmişi ve geleceği ile bütün ayrıntılarına varıncaya kadar
içeren O'dur. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.v): "Kıyamete kadar olacak bütün
hususlarda kalem kurumuştur; yani herşey takdir edilmiştir,"[472] buyurmaktadır.
Âyet-i
kerîmeleri, siyak ve sibaklarına göre anlamak gerekir. Dikkat edilecek olursa,
ilk âyet-i kerîmenin Öncesinde Allah Teâlâ: 'Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve
iki kanadı ile uçan kuşlardan (ne varsa) hepsi sizin gibi bir ümmettir (onlar
da sizin benzeriniz bir topluluktur.)"[473]
buyurmuştur. Bu âyetin hemen peşinden
gelen yukarıdaki âyete verilecek en uygun mânâ, yukarıda işaret ettiğimiz
şekilde, hayvanların da ömür, rızık, ölüm, saadet ve bedbahtlık gibi bütün
hâlleri, tıpkı insanınki gibi Kitâbu'l-Mahfuz'da, en ince detayına kadar tesbit edildiğidir.
Eğer
bu âyette de Kitab'dan maksadın, ikinci âyet-i kerîmede olduğu gibi Kur'ân
olduğunu kabullensek bile, her iki âyeti de genel mânâda zahirlerine hamletmek
mümkün olamayacaktır. Çünkü bu, Kur'ân'ın, dine ve dünyaya ait her hükmün
tafsilâtını ve izahını kapsadığını, hiçbir şeyi eksik bırakmadığım söylemek
olur. Aksi takdirde Allah Teâlâ'nın, kendi haberine muhalefet etmiş olması
icab eder. Kur'ân'm, dünyevî meseleleri en ince detaylarına kadar zikretmediği
açıktır. Aynı şekilde dinî hükümlerde de yalnızca Kur'ân'la yetinmenin ne
kadar güç bir iş olduğu ortadadır. O halde âyetlerin zahirlerine değil,
kasdedilen mânâsına uygun te'viline yönelmek gerekmektedir.
Alimlerimiz,
bu âyetleri çeşitli şekillerde te'vil etmişlerdir. Bazıları: "Kitab
(Kur'ân)'ın indirilmesindeki asıl gaye, Allah'ın bilinmesi, hükümlerinin
insanlığa sunulması ve dinin izah edilmesi olduğu için o, yalnızca dine ait iş
ve hükümleri açıklamış, bu konuda hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır,"
demişlerdir.
Ancak
burada söz konusu olan "beyân" iki kısımdır:
1-
Nass Yoluyla Yapılan Beyân: Bu, Kitab'm, itikad esasları, namaz, zekât, oruç
ve haccın farz; ahş-veriş ve nikâhın helâl; faiz ve fuhşiyatın haram olduğunu
beyân etmesidir. Temiz ve pis olan yiyeceklerin hükümleriyle ilgili beyânı da
bu kısma girer.
2-
Sâri Teâiâ'nın Kitabında, Kullan İçin Bağlayıcı Birer Delil ve Hüccet Kabul
Ettiği Diğer Delillere Havale Etmek Suretiyle Yapılan Beyân.
Böyle
olunca sünnet, icmâ, kıyas ve muteber olan diğer delillerden herhangi birinin
beyân ettiği her hüküm, Kur'ân tarafından beyân edilmiş sayılır. Çünkü bize o
delilin meşruiyetini beyân edip, bizi ona yönelten ve kendisiyle amel etmeyi
üzerimize vâcib kılan Kur'ân'dır. Eğer o, bizi bu delille irşâd etmemiş ve
gereği ile amel etmeyi vâcib kılmamış olsaydı; ne biz bu hükmü elde edebilir
ne de onunla amel edebilirdik. Bu takdirde Kur'ân, teşriin (yasamanın esası)
olup, şer'î hükümlerin tamamı ona dayanmaktadır.
Bu
konuda İmam Şafiî (204/819), şu açıklamalarda bulunmuştur: "Mü'minlerin
başına gelebilecek her türlü hadiseye dair, o konuda doğru yolu gösterecek bir
delil, Kur'ân'da mutlaka mevcuttur." Zira Allah Teâlâ, şöyle
buyurmaktadır: "Bu Kur'ân, Rabb'lerinin izniyle, insanları karanlıklardan
aydınlığa, (yani) herşeye galib (ve), bütün övgülere lâyık olan Allah'ın yoluna
çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır."[474]
"Sana
da kendilerine indirileni, insanlara açıklayasın diye zikri indirdik. Beki
düşünüp ibret alırlar."[475]
"Sana
bu Kitab'ı, herşeyin bir açıklaması, bir hidâyet (rehberi) ve bir rahmet
(vesilesi), müminler için de bir müjde (habercisi) olarak indirdik."[476]
"Aynı
şekilde sana da emrimizden (tarafımızdan) bir ruh (manevî hayat kaynağı)
vahyettik. Sen (daha Önce) kitab nedir, iman nedir bilmiyordun. Fakat biz, onu,
kullarımızdan dilediklerimizi, kendisiyle hidâyete kavuşturduğumuz bir nur
kıldık. (Rasûlüm) şüphesiz sen doğru yola iletensin."[477]
Burada
beyân, usûl ve fürû ile ilgili herşeyi kapsayan bir kelimedir. Bütün bunlar
için şunu söyleyebiliriz: Onlar, Kur'ân'm kendi dillerinde indiği muhatapları
için bir beyândır. Bu mânâların bir kısmı, açıklama yönünden diğerinden
kuvvetli olabilir. Fakat her halükârda dili, konuşanlar için anlaşılmaları
yönünden seviyeleri birbirine yakındır. Arap lisanını bilmeyenlerin yanında ise
bu mânâlar birbirinden farklılık arzeder.
Allah'ın
Kitabı'nda verdiği hükümlere baktığımızda, kulların ubudiyette bulunmaları için
yapılan beyanlar birkaç türlüdür:
1-
Bunlardan bir kısmını Allah Teâlâ, Kur'ân'da bizzat kendisi açıklamıştır.
Namaz, zekât, hac ve oruç gibi kulların yapması gereken farzların tamamı, açık
ve gizli fuhşiyatla zina, içki, domuz eti, kan ve leşin yenilmesinin haram
kılınması, abdestin farzları ve bunlardan başka nasla bildirilen diğer
hususları bu kısma girer.
2-
Farziyeti, Katab'la hükme bağlanan, keyfiyetinin izahı (nasıl yapılacağı) ise
Peygamber'e bırakılan hususlar. Namaz ve zekâtın miktarı, vakitleri ve Allah
Teâlâ'nm Kitabı'nda farz kıldığı diğer hususlar buna örnektir.
3-
Allah'ın, hakkında herhangi bir hüküm bildirmediği konularda Hz. Peygamber
(s.a.v)'in sünnetiyle hükme bağlanan hususlar. Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerîm'de,
Rasûlü'ne itaati ve hükmüne müracaat edip teslim olmayı farz kılmıştır.
Rasûlullah (s.a.v)'m verdiği
hükümleri
kabul eden, Allah'ın bunu farz kılmasından dolayı kabul etmektedir.
4-
Allah Teâlâ'nın, hakkında içtihadı farz kıldığı hususlar. Cenâb-ı Hakk, bizzat
farz kıldığı konularda, kullarını imtihan ettiği gibi böyle durumlarda, onların
içtihad hakkındaki tutumlarını da He-nemektedir. Nitekim, âyetlerinde şöyle
buyurmuştur: 'Yemin olsun ki, içinizden cihad edenlerle, sabredenleri
belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar, sizi imtihan
edeceğiz."[478]
"Allah,
içinizdekileri yoklamak ve kalblerinizdekini temizlemek için (böyle
yaptı.)"[479]
"Umulur
ki, Rabbiniz; düşmanlarınızı helak eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hâkim
kılarak nasıl hareket edeceğinize bakar."[480]
İmam
Şafiî, daha sonra sözlerine şöyle devam eder:[481]
"Bir diğer beyân çeşidi de
Rasûlullah (s.a.v)'ın, Kitab'da zikredilmeyen konularda sünnetiyle hüküm
ortaya koymasıdır." Bizim bu kitapta belirttiğimiz gibi Allah Teâlâ,
kullarına Kitab ve hikmeti öğretmesini bir nimet olarak zikretmiştir. Bu, bize,
hikmetten maksadın sünnet-i seniyye olduğunu göstermektedir. Allah Teâlâ'nın,
Rasûlü'ne itaati farz kılması ve O'nun dindeki konumuna dair zikrettiklerimiz
de bu anlayışı desteklemektedir. Kur'ân'da bizzat zikredilerek farz kılınanların
beyânı ise şu şekillerde olur:
1-
Kitab'm son derece açık ve anlaşılır bir şekilde beyân ettikleri: Bu durumda,
Kur'ân'm yanında başka bir şeye ihtiyaç duyulmaz.
2-
Gayet açık bir şekilde farz kılınanlar: Allah Teâlâ, Rasûlü'ne itaati bu
şekilde farz kılmıştır. Böylece, O da Allah'ın emri ile bu far-ziyyetin nasıl
ve kimlere farz olduğunu, ne zaman farziyetinin icab edip hangi durumlarda
ortadan kalkabileceğini beyân etmiştir.
3-
Kur'ân'da, hakkında hiçbir nass bulunmayıp Hz. Peygamber (s.a.v)'in sünneti
vasıtasıyla beyân edilenler: Sünnette anlatılan ve Kitabı'ndaki farzların
tamamını kabul eden bir kimse, O'nun kullarına, Rasûlü'ne itaat etmelerini ve
hükmüne boyun eğip teslim olmalarını farz kılışından dolayı, Rasûlullah
(s.a.v)'ın sünnetini de kabul eder. Şu halde, kim, Rasûlullah (s.a.v)'m hükmünü
kabullenirse, aslında Allah'ın hükmünü kabullenmiş demektir. Çünkü Allah
Teâlâ, O'na itaati farz
kılmıştır.
Her
ne kadar Allah ve Rasûlü'nün bir şeyi farz kılması, helâl ve haramı beyân
etmesi, hadleri belirleme ve belirtmesi değişik üslûblarda olsa ve ikisinin
hükümlerini kabulün sebepleri farklı gibi gözükse de Kur'ân'daki hükümlerle,
sünnetteki hükümleri kabul etmek, aslında her ikisini birden Allah'tan
kabullenmek anlamına gelir. Çünkü her ikisinin kaynağı da vahiydir ve O'nun
katından gelmektedir. Şüphesiz Allah Teâlâ, dilediği gibi hüküm ve tasarrufta
bulunur. "Allah yaptığından sorumlu olmaz; fakat onlar, her yaptıklarından
sorulur ve sorumludur."[482]
Son
kısımdaki açıklamadan, Dr. Tevfik Sıdkî'nin: "İslâm Yalnızca Kur'ân'dan
İbarettir" adlî makalesindeki: "Niçin dinin bir kısmı Kur'ân, diğer
bir kısmı hadis olsun ki? Bunun hikmeti ne olabilir?" şeklindeki
sorularına cevap ortaya çıkmıştır.
Nakledildiğine
göre İmam Şafiî (r.h), bir gün Mescid-i Ha-ram'da otururken: "Bana, ne
sorarsanız sorun, cevabını Allah'ın Ki-tabı'ndan verebilirim," demiştir.
Bunun üzerine birisi, ihramlı iken eşek arısını öldürmenin hükmünü sormuş. îmanı,
bir şey gerekmeyeceğini söylemiş, soru sahibi: "Peki bu, Allah'ın
Kitabı'nın neresinde?' deyince, İmam: "Allah Teâlâ: 'Rasûl size neyi
verirse onu alın,'[483]
buyuruyor," karşılığım vermiş ve senediyle birlikte şu hadisi zikretmiştir:
"Benim sünnetime ve benden sonraki Râşid halifelerin sünnetine
(uygulamasına) yapışınız.[484]
Daha
sonra da Hz. Ömer, Peygamber (s.a.v)'in "İhramlı birisi, eşek arısı
Öldürebilir," hükmünü söylemiştir. Böylece üç delille, Allah'ın
Kitabı'ndan hüküm çıkararak kendisine sorulan sorunun cevabını vermiştir.
Benzeri bir rivayet de döğme yaptıranlar hakkında, İbn Mesud'dan (r.a) rivayet
edilmiştir.[485]
Hatırlanacağı
üzere zina eden işçi ile ilgili hadiste, işçinin babası Hz. Peygamber
(s.a.v)'e: "Bize Allah'ın Kitabı'yla hükmet," demiş, Rasûlullah
(s.a.v) da: "Aranızda Allah'ın Kitabı'yla hüküm verece-ğim, "diyerek
işçiye bir yıl sürgün ve sopa cezası, kadına da suçunu itiraf ettiği takdirde
recm cezası hükmünü vermiştir. Buradan hareketle el-Vâhidî: "Allah'ın
Kitabı'nda ne recm ve ne de sürgün cezası zikredilmemektedir. Öyleyse bu,
Rasûlullah'ın verdiği bütün hükümlerin, aynen Allah'ın Kitabı'ndaki hükümler
gibi olduğunu göster-mektedir," demiştir.[486]
2-
Yukarıda geçen âyet-i kerîmelerin bir diğer te'vili ise şöyledir: Kur'ân, bir bütün olarak dine
taalluk eden hiçbir şeyi eksik bırakmamış, teferruata inmeden, şeriatın temel
prensiplerini beyân etmiştir. İbâdet ve muamelâta dair hususların, araştırılıp
tesbit edilmesi esnasında müçtehidlerin istinbatta bulunabilmeleri için bunun
yeterli olmadığı malumdur. Bu yüzden, mutlaka mücmeli (kapalı hükümleri)
tafsil edip açıklayan bir kaynağa müracaat etmeleri gerekmektedir. Bu kaynak
da hiç şüphesiz sünnettir. Sünnetin teşrî'de (hüküm koymada) müstakil oluşundan
bahsederken, bu konu üzerinde durulacaktır.
Ebû
Süleyman el-Hattâbî (388/998), Meâlimü's-Sünen adlı eserinde demiştir ki:
"İbnu'l-Arabî'den Sünen-i Ebî Dâvudu dinlerken, eliyle önündeki nüshaya
işaret ederek şöyle dedi: "Eğer bir kimsenin yanında, Allah'ın Kitabı ve
bir de şu kitab (Ebû Davud'un Sü-nen'i) bulunsa; ilim konusunda, başka bir şeye
ihtiyaç duymazdı."[487]
İbnu'l-Arabî,
sözünde hiç şüphesiz haklıdır. Çünkü Allah Teâlâ, Kitabı'nı herşeyi açıklamak
üzere göndermiş ve: "Biz Kitab'da hiçbir şey eksik bırakmadık,"[488]
buyurmuştur. Bununla Allah Teâlâ, dinin kapsamına giren her konuyu, Kur'ân'm
içermekte olduğunu haber vermiştir. Şu kadar var ki beyân (açıklama), iki
şekilde olur:
a-
Beyân-ı celî (açık beyân): Bizzat nass zikredilerek yapılan beyândır.
b-
Beyân-ı hâfî (gizli beyân): Kur'ân lafızlarının zımnen ifade ettiği mânâlar bu
kısma girer. Bu tür beyânın geniş izahı, Hz. Peygamber (s.a.vye bırakılmıştır.
Allah Teâlâ'nm: "İnsanlara indirileni, kendilerine açıklayasın diye, sana
da Kitab'ı indirdik,"[489]
âyetinin ifade ettiği mânâ da budur.
Kim, Kitab ve sünneti, beraberce ele ahr ve hükümlerine uyarsa, her iki beyân
şekline (açık ve gizli kısmına) tam olarak vâkıf olmuş olur.
3-
Müfessir Âlûsî (1270/18353), yukarıdaki âyetlerin bir başka şekilde te'vili
konusunda, bazı âlimlerin şu görüşünü nakleder: "İşler, dinî ve dünyevî
olmak üzere iki kısımdır. Dünyevî olanları ile Peygamber'in bir ilgisi yoktur.
Çünkü O, aslen onlar için gönderilmemistir. Dinî olanlar ise ya aslîdir veya
fer'tdir. Aslî konuların yanında fer'î meselelerin pek ehemmiyeti yoktur. Zira
herşeyden önce, peygamberlerin gönderilmesindeki yegâne hikmet, tevhid ve
benzeri hususlardır. Hem kulların yaratılmasından asıl maksat, Allah Teâlâ'nm
tanınmasıdır. Nitekim âyet-i kerîm.ede: 'Ben, insanları ve cinleri, ancak bana
kulluk etsinler diye yarattım,'[490]
buyrulmakta-dır. Müfessirlerin çoğu
buradaki 'kulluk' kelimesini 'marifet' (Allah'ın bilinmesi, tanınması) olarak
yorumlamışlardır. Ayrıca tasavvuf ehlinin sahih kabul ettiği meşhur bir kudsî
hadiste de: 'Ben gizli hazine idim, tanınmayı arzuladım; bu maksatla mahlûkatı
yarattım,'[491]
şeklinde haber verilmektedir. Kur'ân-ı
azîmüşşân, dinin aslî meselelerini en güzel ve en kâmil mânâda açıklamayı
tekeffül etmiştir. Ayette geçen 'her şeyden' maksat da bu olsa gerektir.
"[492]
Sünneti
inkâr edenlerin, bir diğer iddiaları da şudur: Allah Teâlâ: "Kur'ân'ı biz
indirdik. Onu muhafaza edecek olan da biziz,"[493]
buyuruyor. Bundan, Cenâb-ı Hakk'm sünnetin değil, sadece Kur'ân'm muhafazasını
üstlendiği ve bunun garantisini verdiği anlaşılıyor. Eğer sünnet de Kur'ân
gibi hüccet ve delil olmuş olsaydı, Allah Teâlâ, onun da korunmasını kendi
üzerine alırdı.
Cevap
Allah
Teâlâ, Kitabı'yla, sünnetiyle, bütün şeriatı muhafaza etmeyi tekeffül edip
garantisi altına almıştır. Şu âyet, buna delâlet etmektedir: "(Kâfir ve
münafıklar), ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Allah ise
kâfirler istemese de nurunu tamamlamayı murâd etmektedir."[494]
Allah'ın
nurundan maksat, O'nun şeriatı, kulları için seçip onları kendisiyle mükellef
tuttuğu dindir. Bu din, insanların maslahatlarını içermektedir. Allah onu,
gerek Kur'ân ve gerekse Kur'ân dışında gönderdiği vahiyle, Rasûlü'ne inzal
etmiştir. Tâ ki insanlar, onunla amel ederek dünya ve âhirette saadet ve
hayırlarına olan şeye ulaşabilsinler.
Allah
Teâlâ'nm: "Zikri (Kur'ân'ı) biz indirdik, onu koruyacak olan da
biziz" âyetine gelince, âyetin metnindeki "lehû" zamiri hakkında,
âlimler iki görüş ileri sürmüşlerdir:
1-
Bu zamir, Hz. Muhammed (s.a.v)'e işaret etmektedir. Eğer böyle anlaşılacak
olursa, muhaliflerin âyet-i kerîmeden kendilerine delil getirmeleri sahih
değildir. (Çünkü bu durumda korunması üstlenilen Kur'ân değil, Peygamber olmuş
olur.)
2-
Bu zamir, daha önce geçen "ez-Zikr" kelimesine işaret etmektedir.
Eğer "ez-Zikri" de Kitab ve sünnet ile beraber şeriatın tamamı olarak
yorumlarsak, yine onunla delil getirmeleri mümkün olmayacaktır. Şayet
"ez-Zikri"yi Kur'ân olarak tefsir etmek durumunda kalırsak, o zaman
âyette, Kur'ân'm dışındakileri devre dışı bırakan hakiki bir
tahsisin varlığını söyleyemeyiz.
Çünkü Allah Teâlâ, Kur'ân'dan başka daha pek çok şeyi korumuştur.
Örneğin Rasûlullah (s.a.v)'ı düşmanların öldürmesinden ve hilesinden, kıyamete
kadar arş, yer ve gökleri dağılıp parçalanmaktan korumuştur. Şayet, buradaki
tahsis izafi olup, sadece özellikle (Kur'ân) içinse, bu durumda ona işaret eden
bir karine ve delil olması gerekir. Halbuki, bunun için sünnet olsun, başka bir
şey olsun, gösterecek herhangi bir delil yoktur. Ayetin metninde
"lehû" câr ve mecrûrunun Öne alınması, hasr için olmayıp âyet
başlarındaki münâsebet ve uyumu korumak içindir.
Bir
de şu var: Şayet âyet-i kerîmede tahsis, sırf Kur'ân'a yapılmıştır desek bile,
sünnet, hükmün dışında kalmaz. Çünkü Kur'ân'm muhafazası, sünnetin korunmasına bağlıdır
ve durum bunu gerektirmektedir. Çünkü sünnet, Kur'ân'm en sağlam kalesi ve
kalkanı, en güvenilir muhafızı ve en güzel sarihidir. O, Kur'ân'm mücmelini tafsil,
müşkilini tefsir, müphemini tavzih, mutlakını takyid ve has ifadelerini
genelleştirir. Aynı zamanda onu, nevalarına uyan ve abesle meşgul olanların
kendi keyf ve gayelerine göre yorumlamalarından, fitnenin elebaşlanyla
şeytanların ilkâ ve ifsadlanndan korur. Dolayısıyla Sünnetin
muhafaza,edilmesi, Kur'ân'm korunma sebeplerinden birisidir ve onun korunması,
Kur'ân'm muhafazası demektir.
Şüphesiz
Allah Teâlâ, Kur'ân'ı muhafaza ettiği gibi sünneti de muhafaza etmiştir. Bunun
bir sonuca olarak da her ne kadar ümmetin her ferdi aynı şekilde sünnetin
tamamını öğrenememiş olsa da İslâm ümmetinin bütününe, sünnetin hiçbir kısmı
gizli kalmamıştır.
İmam
Şafiî (r.h), Arap dilinden söz ederken şu görüşlere yer vermiştir:
"...Arap dili, lisanlar arasında en fazla lafız ve en geniş mânâları içeren bir dildir. Uz. Peygamber
(s.a.v) dışında, bu dilin bütününü ihata eden birisini bilmiyoruz. Ancak dilin
hiçbir şeyi, onu konuşanların tamamına gizli kalmamıştır. Binâenaleyh, dili
bilen kimse yoktur denilemez. Yani bir dili konuşanların, o dil hakkındaki tek
tek bildikleri bir araya getirilince, dilin tamamı ortaya çıkar..."
"Arapların
lisan bilgisi, fakihlerin sünnet bilgisi gibidir. Sünneti her yönüyle bilen
kimse olduğunu bilmiyoruz. Fakat sünnet âlimlerinin hepsi bir araya
getirilince, sünnet ilminin tamamı elde edilmiş olur. Her birinin bilgisi
ayrılınca bazısı, bir kısmından yoksun kalır. Ama onda gizli kalan, başka
birisinin yanında mutlaka mevcuttur."
"...Sünneti
bilenler de derece derecedir; bir kısmı, sünnetin çoğunu, bazısı da bir
kısmını bilmektedir. Sünnetlerin çoğunu bilen birisinin, bilmediğini, ille de
kendi seviyesinin üstündekilerden öğrenmesi gerekmez. Pekâlâ, kendi
seviyesinde olanlardan da öğrenebilir. Neticede sünneti tamamıyla öğrenmiş
olur. Sünnetlerin tamamı hususunda bütün âlimler, tek bir fert gibidir. Ama
her biri, belledikleri sünnet oranında derece derecedirler."[495]
Allah
Teâlâ, her asırda, Kitabı'nı bir önceki nesilden diğerine nakledecek çok sayıda
güvenilir hafızlar yarattığı gibi aynı şekilde, sünnet için de bir o kadar,
belki de daha fazla, itimada şayan insanlar yaratmıştır. Bu insanlar,
ömürlerini sünneti araştırmaya vakfetmişler, kendileri gibi adil ve güvenilir
kimseler vasıtasıyla hadisleri, Rasûhıllah (s.a.v)'tan nakledegelmişlerdir.
Sonunda sahih olanı, sahih olmayandan ayırarak her türlü şaibe ve şüpheden
temiz bir şekilde bize kadar ulaştırmışlardır. Gözü ve gönlü açık olana bu gerçek,
sabah aydınlığı gibi aşikârdır.
Allah
Teâlâ, Kur'ân'ı koruduğu gibi sünneti de korumuştur; onu, Kitabı'nın
koruyucusu, bekçisi ve açıklayıcısı yapmıştır. Böylece sünnet, münafıkların
şüphelerine, hilekârlarm tereddütlerine karşı keskin bir kılıç; her zaman,
mülhidlerin boğazında bir düğüm, zındıkların gözünde bir diken olmuştur.
Hiç
şüphesiz, İslâm düşmanlarının, sünnetin hüccet oluşunu iptal ve ona
sarılanların kalbim ifsad etmekteki tek gayeleri, dini yıkmaktır. Fakat
kâfirler istemeseler de Allah, nurunu tamamlayacaktır.
Sünnetin
hüccet oluşunu inkâr edenlerin bir diğer şüphesi ve iddiası şudur:
"Sünnet hüccet olsaydı; Uz. Peygamber (s.a.v), yazılmasını emreder,
Sahabe ve Tabiîn de cem ve tedvin için gerekli girişimlerde bulunurlardı.
Çünkü sünnetin hüccet oluşu, ona, gereken ihtimamın verilmesini, korunması
için gereken titizliğin gösterilmesini ve bu uğurda gerekli çalışmaların
yapılmasını gerektirir. Ancak böylece sünnet, tahrif ve tebdilden, unutularak
kaybolup gitmekten ve ehliyetsiz kimselerin, onda hata etmelerinden korunmuş
olur. Bu ise ancak gelecek nesillerin, sübûtu kat'î bir tarzda, onu elde
etmelerini emir ve bu imkânı oluşturmakla mümkün olur. Malumdur ki, sübûtu
zannî olanlarla ihticacta bulunmak (hüküm çıkarmak), doğru değildir. Nitekim
Allah Teâlâ: 'Bilmediğin şeyin peşine düşme!”[496]
ve 'Onlar ancak zanna tâbi oluyorlar,'[497]
buyurmaktadır.
Sünnetin
sübûtunun kati olabilmesi de ancak Kur'ân için yapıldığı gibi yazıya geçirilip
tedvin edilmesi ile mümkündür. Fakat böyle yapılmamıştır. Çünkü Rasûlullah
(s.a.v), hadislerin yazılmasını emretmediği gibi yazılmasını dahi yasaklayıp
önceden yazılmış bulunanların da imha edilmesini emretmiştir. Sahabe ve Tabiîn
de aynı tarzda hareket etmişler, iş bununla da kalmamış, içlerinden bazıları,
hadis rivayetinden çekinmiş yahut çok az rivayette bulunmuş, başkalarını da çok
hadis rivayet etmekten menetmişlerdir.
Daha
sonra sünnetin yazım ve tedvini olmuş; ancak bu, hadislerde hata, nisyan,
tebdil ve tağyirin arız olmasına imkân verecek kadar uzun bir müddet geçtikten
sonra gerçekleştirilmiştir. Bu durum, hadislerin bir kısmında şüphelere yol
açıp kat'iyyetine gölge düşürmüş, onu itimada şayan ve hükme medar olmaktan
uzaklaştır mış-tır..."
Sonuç
olarak, Rasûlulah (s.a.v)'ın, Sahabe ve Tâbiîn'in davranışları, Şâriin
(Allah'ın), sünnetin kat'î bir şekilde sübûtunu murâd etmediğini
göstermektedir. Aynı zamanda bu irade, Şâriin nazarında sünnetin muteber bir
delil olmadığını ve hüccet olarak kullanılamayacağını da ortaya koymaktadır.
İddiamızı isbat ve seni bu konuda ikna edecek hadis ve haberleri sunuyoruz:
Ebû
Said el-Hudrî, Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Benim sözlerimi yazmayınız! Kim, benden, Kur'ân dışında bir şey yazmışsa,
onu derhal yok etsin. Benden, (ağız yoluyla) rivayette'bulunmanızda ise bir
mahzur yoktur. Kim, bana yalan isnâd ederse, Cehennem'deki yerine
hazırlansın."[498]
Yine
Ebû Said el-Hudrî (r.a) anlatıyor: "Biz, oturmuş Rasûlullah (s.a.v)'tan
işittiklerimizi yazıyorduk. Bu arada Efendimiz (a.s) çıkageldi ve: 'Ne
yapıyorsunuz?' diye sordu. 'Sizden işittiklerimizi yazıyorduk,' diye karşılık
verdik. Bunun üzerine:
'Allah'ın
Kitabı'nın yanında, başka bir kitap daha mı istiyorsunuz? Allah'ın Kitabı'nı
herşeyden tecrid edin, ona bir şey karıştırmayın,' buyurdu. Bizler de
yazdıklarımızın hepsini bir araya toplayarak ateşle yaktık. Sonra da:
'Ey
Allah'ın Rasûlü! Sizden hadis rivayet edebilir miyiz?' diye sorduk. Efendimiz (s.a.v)
de:
'Evet,
benden hadis rivayet ediniz, bunda herhangi bir sakınca yoktur. Ancak kim,
benim adıma bilerek yalan söylerse, Cehennem'deki yerine hazırlansın,' buyurdu.
Biz:
'Ya
Rasûlallah! îsrailoğullarından rivayette bulunabilir miyiz?' diye sorunca,
Allah Rasûlü (s.a.v):
'Evet,
îsrailoğullarından da rivayette bulunmanızda bir sakınca yoktur. Çünkü sizin
onlardan rivayette bulunduğunuz şeylerin, daha da acâibleri onlarda vardır,'[499]
karşılığını verdi."
Muttalib
b. Abdullah Hantab şöyle demiştir: "Bir gün Zeyd b. Sabit (r.a), Hz.
Muâviye'nin huzuruna girdi. Muâviye, ona bir hadis sordu. Zeyd, hadisi haber
verince, birisinden onu yazmasını emretti. Bunun üzerine Zeyd (r.a):
'Rasûlullah (s.a.v), bizlere, hadisleri yazmamamızı emretmişti,' diye
hatırlattı. Muâviye (r.a) de isteğinden vazgeçip yazıyı sildirdi. "[500]
Kasım
b. Muhammed, şöyle demiştir: Hz. Âişe (r.a), dedi ki: "Babam (Ebû Bekir),
Rasûlullah (s.a.v)'ın beşyüz kadar hadisini bir araya getirmişti. Bir gece onu
çok sıkıntılı bir halde gördüm; bu hâlinden ben de huzursuz oldum ve kendisine,
bir rahatsızlığından dolayı mı yoksa kötü bir haber nedeniyle mi kederlendiğini
sordum. Sabahleyin, yanımda bulunan hadisleri getirmemi istedi; ben de götürdüm.
Ateş istedi ve onları yaktı. Sonra da: 'İçlerinde, kendisine itimad ettiğim
kimselerden rivayetler vardı. Onların bana rivayet ettiği şekilde
olmayabileceğini düşündüm. Binâenaleyh, onları üstüme almaktan endişe ettim ve
onlar senin yanmdayken ölüp gitmekten korktum,' dedi."
Hâkim
aynı haberi, başka bir yolla şu ilâve lafızlarla rivayet etmiştir:
"Burada benim kaydetmediğim bir hadis olabilir. O zaman insanlar: 'Eğer
Hz. Peygamber (s.a.v) bunu söylemiş olsaydı, Ebû Bekir'in bundan haberi olması
gerekirdi/ derler. Bilemem, belki de ben, size naklettiğim rivayetleri harfi
harfine işitmemiş olabilirim."[501]
Haberi
Ali el-Müttakî (975/1 (1587), Muntehâbu Kenzi'l-Um-mal adlı eserinde
zikretmiştir. Zehebî (748/1347) de aynı haberi, Tezkîretu'l-Huffâz adlı
eserinde Hâkim yoluyla zikretmiş ve sahih olmadığını söylemiştir.
Yine
ez-Zehebî, aynı eserinde şunu kaydeder: İbn Ebî Müley-
ke'den
gelen bir rivayete göre Hz. Ebû Bekir (r.a), Rasûlullah (s.a.v)'m vefatının
ardından insanları toplamış ve onlara şöyle demiştir: "Sizler, Hz.
Peygamber (s.a.v)'den hadis rivayet ediyor ve onlarda da ihtilâfa düşüyorsunuz.
Sizden sonrakilerin ihtilâfı ise daha fazla olacaktır. Bunun için Rasûlullah
(s.a.v)'tan hiçbir şey rivayet etmeyin. Kim, sizden rivayette bulunmanızı
isterse ona: 'Aramızda Allah'ın Kitabı var, helâlini helâl, haramını da haram
olarak kabul edin,'deyin."[502]
Karaza
b. Ka'b, şöyle demiştir: "Bizler, Irak'a gidiyorduk. Hz. Ömer de (r.a)
bizimle birlikte 'Sırâr' mevkiine kadar geldi. Azalarını ikişer kere yıkamak
suretiyle bir abdest aldı. Sonra da:
'Sizinle
niçin yürüdüğümü biliyor musunuz?' diye sordu.
'Evet,
Allah Rasûlü'nün ashabı olduğumuz için bizimle yürüdün,' dedik. Bunun üzerine
o:
'Kuşkusuz
siz, Kur'ân okurken (kıraatini tam beceremedikleri ve yeni Kur'ân öğrendikleri
için) arı uğuldaşır gibi uğuldaşan bir beldeye gidiyorsunuz. Onları hadislerle,
Kur'ân'dan alıkoyup meşgul etmeyin. Kur'ân'ı herşeyden tecrid edin (ona bir
şey karıştırmayın), hadis rivayetini de azaltın. Haydi şimdi gidin, ben de
(gönlümde) sizinle beraberim/ dedi. Karaza, Kûfe'ye geldiği vakit, hadis
rivayet etmesini istemişler, o: 'Ömer (r.a), bize bunu yasakladı,' karşılığını
vermiştir,"[503]
Ebû
Hureyre'ye (r.a): "Sen, Ömer (r.a) zamanında da böyle rivayette
bulunabiliyor muydun?" diye sormuşlar, o da: "Eğer ben, Ömer (r.a)
devrinde, şimdiki gibi hadis rivayetinde bulunsaydım, hiç şüphesiz beni
sopalardı,"(33b)demiştir.
Şu'be,
Sa'd b. İbrahim'den, o da babasından naklettiklerine göre Hz. Ömer (r.a), hadis
rivayetinde çok ileri gittikleri için İbn Mesud, Ebu'd-Derdâ ve Ebû Mesud
el-Ensârî'yi hapsetmiş ve kendilerine: "Siz, Rasûlullah (s.a.v)'tan
fazlaca hadis rivayet edip duruyorsunuz," demiştir.[504]
Urve
b. Zübeyr, şöyle demiştir: "Ömer b.
el-Hattab (r.a),
sünnetlerin
yazılmasını istedi ve bu konuda ashâb ile istişare etti. Onlar da yazılması
yönünde görüş bildirdiler. Hz. Ömer (r.a), bir ay süreyle, Allah Teâlâ'ya
istiharede bulunduktan sonra Allah, onun kalbinin belli bir yönde itminan
bulmasına yardım etti ve bir sabah, ashabın yanına çıkarak:
'Ben,
sünnetlerin yazılmasını istiyordum. Fakat sizden Önceki milletleri hatırladım.
Onlar, birtakım kitaplar yazıp onun başına üşüşerek Allah'ın Kitabı'nı terk
etmişlerdi. Allah'a yemin olsun ki ben, O'nun Kitabı'na hiçbir şeyi karıştırmak
istemem,' dedi."[505]
İbn
Vehb, İmam Mâlik'in şöyle dediğini haber vermiştir: "Hz. Ömer (r.a),
hadisleri yazmak istemiş veya yazdırmıştı. Daha sonra: 'Allah'ın Kitabı'yla
birlikte başka bir kitab olamaz,' dedi."
İmam
Mâlik (r.h), İbn Şihab'm, yalnızca kavminin nesebini içeren bir kitaba sahip
olduğunu, zira o zamanki hadisçilerin yazma âdetlerinin bulunmadığını,
âlimlerin yalnızca ezberlediklerini, içlerinden bazıları yazmışsa, bunu ancak
ezberlemek için yaptığını, ezberleyince onu imha ettiklerini söylemiştir.[506]
Yahya
b. Ca'de nakleder: "Hz. Ömer (r.a), bir ara sünnetin yazılmasını arzu etti. Ama daha sonra
kendisinde, yazılmaması yönünde bir kanaat oluştu. Şehir merkezlerindeki
valilerine bir tamim göndererek yanında yazılı hadis bulunanların, onu imha
etmesini istedi."[507]
Câbir
b. Abdullah b. Yesar anlatıyor: "Hz. Ali (k.v), bir hutbesinde: Yanında,
yazılı hadis sahifesi bulunan herkesin, onu imha etmesini istiyorum. Zira
önceki milletler, âlimlerinin kitaplarına tâbi olup, Allah'ın Kitabı'nı terk
ettikleri için helak olmuşlardır,'dedi."[508]
Ebû
Nadra, şöyle anlatır: "Ebû Said el-Hudrî'ye:
'Senden
işittiğimiz hadisleri yazabilir miyiz?' dedik.
'Hayır!
Yoksa siz, onları mushaflar hâline getirmek mi istiyorsunuz? Hz. Peygamber
(s.a.v) bize konuşur, biz de ezberlerdik. Biz nasıl ezberlediysek, sizler de
öyle ezberleyin,' dedi."[509]
Yine
Ebû Nadra şöyle demiştir: "Ebû Said el-Hudrî'ye (r.a): 'Sen, bize Hz.
Peygamber (s.a.v)'den güzel hadisler rivayet ediyorsun. Biz ise onlara birtakım
ilâvelerde bulunmaktan veya bazı şeyler çıkarmaktan korkuyoruz/dedim. O da:
'Siz, hadisleri Kur'ân mı yapmak istiyorsunuz? Hayır, hayır. Biz, Rasûlullah
(s.a.v)'dan nasıl almışsak, siz de bizden öylece alın,'dedi."[510]
Ebû
Kesir, Ebû Hureyre (r.a)'nin: "Biz, hadisleri ne yazar ne de
yazdırırdık," dediğini haber vermiştir.[511]
İbn
Abbas (r.h)'dan da: "Biz, hadisleri ne yazar ve ne de yazdırırız,"
dendiği rivayet edilmiştir.[512]
Yine
İbn Abbas'm (r.h), hadisleri yazmaktan nehyettiği ve: "Sizden evvelki
milletler, yalnızca, bu tür kitaplarla ilgilenmişler ve sapıtmışlar dır,"
dediği rivayet edilmiştir.[513]
Ebû
Bürde de babasından işittiği hadis ve haberlerle, pek çok kitap yazdığını, bir
gün babasının, onları isteyerek su ile sildiğini söylemiştir.[514]
(37)
ibn Abdilberr, a.g.e., I, 65.
Şa'bî
anlatıyor: "Mervan, Zeyd b. Sâbit'i (r.a) ve haberi olmadan ondan hadis
yazan bir topluluğu yanına çağırdı. Topluluk, durumu kendisine bildirdi. Zeyd
(r.a), onlara: 'Ne biliyorsunuz, belki de size bildirdiğim hadisler, haber
verdiğim gibi olmayabilir; bunun için her duyduğunuzu yazmayın,' dedi."[515]
Aşağıda
gelen rivayetler de Ibn Abdilberr'e aittir.
Süleyman
b. el-Esed el-Muhâribî, İbn Mesud'un, hadislerin yazılmasından hoşlanmadığını
haber vermiştir.
Esved
b. Hilâl de şöyle demiştir: "Abdullah b. Mesud (r.a), içerisinde hadis
yazılı olan bir sahife getirdi. Su isteyerek, onu yıkadı ve üzerindeki yazıları
sildi. Sonra da yakılmasını emretti. Arkasından: Allah aşkına! Yanında yazılı
sahife olan birini bilen varsa, onu bana söylesin; eğer o sahifenin, tâ Hind
diyarında olduğunu bilsem kalkar, oraya giderim. Çünkü sizden önceki Kitab
ehli, Allah'ın Kita-bı'nı terk ve ihmal ettikleri ve sanki onu hiç bilmiyormuş
gibi davrandıkları için helak oldular/ dedi."
Abdurrahman
b. Esved, babasının şöyle dediğini haber vermiştir: "Alkame ile birlikte
bir sahife buduk ve doğru Ibn Mesud'a (r.a) gittik. Vakit de öğle sıraları idi.
Belki dinleniyordur diye, kapısında oturduk." Bir ara cariyesine:
"Bak
bakalım, kapıdakiler kim?" dedi. Câriye de:
"Alkame
ile Esved" diye karşılık verdi.
"İzin
ver de içeriye girsinler," dedi. İçeriye girdik. Bize:
"Çok
beklemişe benziyorsunuz," dedi.
"Evet,"
dedik.
"Peki,
neden izin istemediniz1?" deyince:
"Uykuda
olduğunuzu düşünerek, rahatsız etmekten çekindik," dedik. Bunun üzerine:
"Hakkımda
böyle düşünmenizden hoşlanmam; zira bu vakit öyle bir vakit ki biz, onu gece
namazıyla kıyas ederdik (onun gibi faziletli görürdük.)" dedi. Bir müddet
sonra, biz sahifeyi çıkararak:
"Şu
sahifede güzel bir hadis var, bir bakar mısınız1?" dedik. Hemen,
cariyesinden bir tas su isteyerek onu eliyle silmeye başladı. Bir yandan da
Allah Teâlâ'nm:
"Biz,
sana kıssaların en güzelini haber verdik,"[516]
âyetini okuyordu. Biz:
"İçine
bak, onda çok enteresan bir haber var!" dedik. O ise bir yandan siliyor,
bir yandan da:
"Bu
kalbler, birer kab gibidir. Onları Kur'ân'la meşgul edin; başka şeylerle
oyalamayın," diyordu.[517]
Ebû
Bürde, şöyle demiştir: Ebû Mûsâ, bizlere hadis rivayet ediyordu. Onları yazmaya
yeltendik. "Benden işittiklerinizi mi yazacaksınız?" dedi.
"Evet" karşılığını verdik. Bunun üzerine: "Getirin onları
bana!" dedi ve su isteyerek onları sildi. Sonra da: "Biz nasıl
ezberlediysek siz de öylece ezberleyin!" dedi.
Said
b. Cübeyr, demiştir ki: "Kûfelilere birtakım meseleleri yazmıştım. Onlar
hakkında, İbn Ömer ile görüşmek istiyordum. Nihayet onunla karşılaştım.
Mektuptan haberi olup olmadığını sordum. Eğer yanımda yazılı bir kitabın bulunduğunu
bilmiş olsaydı, aramızda iş biterdi."
Başka
bir rivayette ise Said (r.h), şöyle demiştir: "Biz, bazı konularda
ihtilâf eder, onları da yazardık. Sonra ben, onları İbn Ömer (r.a)'e götürür,
ona belli etmeden yazdıklarımıza bakarak sorardım. Şayet onların yazılı
olduklarını farketse, aramızda iş biter, bizden uzaklaşırdı."
Mesruk
anlatıyor: Alkame'ye: "Bana, bazı fıkhı konuları yazar mısın?" dedim.
Bana: "Yazmanın hoş karşılanmadığını bilmiyor musun?" dedi.
"Evet, biliyorum; ben ancak yazıp ezberledikten sonra yakmayı
düşünüyorum," dedim.
İbn
Sîrin anlatıyor: "Ubeyde'ye: 'Senden işittiklerimi yazabilir miyim?' diye
sordum. 'Hayır,' dedi. 'Peki, hadislerin yazılı olduğu bir kitap bulursam, onu
size okuyabilir miyim?' dedim, yine: 'Hayır,' dedi."
İbrahim
de şöyle demiştir: "Ubeyde'nin rivayetlerini yazıyordum. Bana: 'Benden
duyduklarınızı, kitap halinde toplayarak bir araya getirip ebedîleştirmeyin,'
dedi."
Ebû
Yezid el-Murâdî de Ubeyde'nin, ölüm döşeğinde iken bütün yazdıklarını isteyip,
imha ettiğini haber vermiştir.
Numan
b. Kays da şöyle demiştir: "Ubeyde, ölmeden önce yazdıklarını istedi ve
onları imha etti. Kendisine, niçin böyle yaptığı sorulunca: 'Bir neslin gelip,
onları maksatlarının dışında kullanmalarından endişe ediyorum,' dedi."
.
Kasım b. Muhammed ve Said b. Abdulaziz'in de asla hadis yazmadıkları rivayet
edilmiştir.
Şa'bî
de: "Ne beyaz bir kağıda çizgi çizdim, ne de kendisinden hadis aldığım
kimseden, bir hadisi, iki kere tekrarlattım," demiştir. Başka bir
rivayette ise: "Eğer, ehli olanlar ezberlememiş olsalardı, bir hayli
hadisi unutmuş olacaktım," ziyâdesi vardır.
İbrahim
en-Nehâî'nin de hadislerin yazılmasını kerih gördüğü ve: "Hadisleri
yazmayın, aksi takdirde gevşekliğe düşersiniz," dediği rivayet edilmiştir.
İshak
b. İsmail e t-T âl e kani şöyle demiştir: "Cerir b. Abdül-hamid'e, Mansur
b. el-Mu'temir'in, hadislerin yazılmasını kerih görüp görmediğini sordum:
'Evet, Mansur, Muğire ve A'meş, hepsi de hadislerin yazılmasından
hoşlanmazlardı,' dedi."
Yahya
b. Said ise şöyle demiştir: "Bir zamanlar, insanların yazım işini
büyüttüklerini ve ondan sakındırdıklarını görmüştük. Şimdi ise herkes hadise
yöneldi. Eğer biz, yazacak olsaydık, (babam) Said'in ilminden ve
rivayetlerinden çok şeyler yazardık."
el-Evzâî
de şöyle demiştir: "Bir zamanlar bu ilim, çok kıymetli ve değerli bir
şeydi. O vakitler insanlar, birbirleri ile karşılaşmaları ve müzâkereleri
esnasında, sözlü olarak hep ilim aktarırlardı. Ne zaman ki kitaplara geçti; o
vakit, hem ilmin nuru kayboldu, hem de ehli olmayanların eline düştü..."[518]
İbnu's-Salah
(643/1245), Ulûmu'l-Hadis adlı eserinde, el-Evzâî'nin bu sözünü muhtasar olarak
şu lafızlarla nakletmiştir: "Bu ilim, insanlar onu birbirlerinden ağız
yoluyla nakil ve tahsil ederlerken çok değerliydi. Ne zaman kitaplara geçti; o
vakit, ehli olmayanlar ona karıştı ve karıştırdı."[519]
Cevap
Yukarıda
yaptığımız nakiller, sünnetin hüccet oluşunu inkâr edenlerin dayandığı
delillerdir. Onlar, bunlara dayanarak sünnetin Kur'ân gibi yazılmadığını,
yazılmasının mene dil diğini, bunun için sünnetin kesin bir hüccet olmadığım
ileri sürmüşlerdir.
Bu
şüphe, birçok meseleyi içine almaktadır. Bunları ileri sürenler, hak yoldan
çıkmış, doğru yoldan sapmış kimselerdir. Bu itibarla, bize de onları tek tek
ele alarak açıklamak, her birindeki hata ve yanlış düşünceleri ortaya koymak
düşmektedir. Böylece ortaya atılan bu tür şüphelerin aslı ortaya çıkmış, bâtıl
oldukları anlaşılmış ve okuyucularımız onların yanlış olduğuna iyice kanaat
getirmiş olacaklardır. Şimdi söze başlıyoruz:
Hüccet
olabilecek delillerin, muhafaza edilip korunmasında yegâne dayanak, onları âdil
ve güvenilir olan kimselerin, yine kendileri gibi aynı vasıfları taşıyan
kimselerden nakletmeleridir. Bu nakil, ister rivayet edilen şeyin lafzını
ezberlemek, ister yazmak yoluyla yahut da hiçbir kapalılık ve karışıklık
olmadan mânâsına açıkça, delâlet eden lafızlarla yani mânâ yoluyla rivayet
edilsin farketmez. Bu üç şekilden hangisiyle olursa olsun, adalet şartı tam
olarak bulunduğu sürece delil, güvenilirlik konusunda yeterlidir. Eğer bu üçü
birden, adalet şartı ile birleşecek olursa, o zaman delil, en güzel şekilde
korunmuş olacaktır. Fakat bu üç unsur bulunup da adalet sıfatı olmazsa, bu
durumda onların birleşmesi, hiçbir mânâ ifade etmez ve bir fayda vermez. Zira
böyle bir durumda, delilin tahrif ve tebdil edildiğinden emin olamayız.
Hele,
bir de yazma işi de ezberden yapılır, yazılı nüshayı rivayet edenin adaletine
de hiç bakılmazsa, bu durumda biz, o yazılı nüshaya asla itimad edemeyiz.
İşte, Yahudi ve Hıristiyanlar! Tevrat ve İncil'i yazdıkları halde, onlarda
nasıl tahrifat ve tebdilât yapıldığını hepimiz biliyoruz. Bu, onların yazım
esnasında adalet şartını aramamalarından kaynaklanmıştır. Bu nedenle bugün,
her iki kitapta bulunanlardan, herhangi bir şeyin sıhhatini kes tir emiyor,
hatta düşünemiyoruz. Bilakis, asıllarına muhalif olduklarını kesin bir şekilde
söyleyebiliyoruz. Nitekim Allah Teâlâ, onların bu hâlini şöyle ifade
buyurmaktadır:
"Vay
hâline o kimselerin ki onlar; kitabı elleriyle yazarlar, sonra, o yazdıkları
şeyi az bir para karşılığında satmak için: 'Bu, Allah kalındandır,' derler.
Ellerinin yazdıklarından ötürü vay onların hâline! Yine yaptıklarından ve
yazdıklarından ötürü vay hâline onların."[520]
Hangi
yolla nakledilirse edilsin, delilin korunmasında önemli olan, onu nakledenin
adaleti olduğu için hadislerin yazımı, hüccet olabilmelerinin bir şartı
değildir. Ayrıca yazım, delillerin muhafazasında tek yol değildir. Bu, son
derece açık bir mesele olmakla birlikte biz, aşağıda zikredeceğimiz deliller
muvacehesinde konuyu biraz daha aydınlatmaya çalışacağız.
1-
Hepimiz, Rasûluilah (a.s)'m, bazı sahabelerini muhtelif kabileleri İslâm'a
davet etmek, onlara dinlerini öğretmek ve aralarında dinin kurallarını tatbik
etmek için elçi olarak gönderdiğini biliyoruz. Rasûluilah (s.a.v), her bir elçi
ile birlikte, gittikleri yerlerdeki insanlara ulaştıracakları ahkâmın bütününe
delil olabilecek, onları bağlayacak yazılmış bir Kur'ân parçası da
göndermiyordu. Hiç kimse, bunun aksini isbat edemez ve: "Rasûluilah
(s.a.v), her elçi ile birlikte, yeteri kadar Kur'ân âyetleri de
gönderiyordu," diyemez.
Rasûluilah
(s.a.v)'m çoğu zaman yaptığı, elçinin elçiliğini ispatlayan, onun Peygamber
tarafından oraya gönderildiğini doğrulayan bir mektup yazmasıydı. Bazen de
Kur'ân nassı bulunmayan veya tebliğ edilecek ahkâmın tamamını içerecek miktarda
âyet olmayan konularda, sünnetle tesbit edilen hükümleri içeren, genişçe bir
mektup yazardı.
Bütün
bunlardan anlaşılıyor ki Rasûluilah (s.a.v), elçilerinin âdil olması ile Kur'ân
ve sünnetten bildiği kadarını ezberinden tebliğ etmesini, davet edilen topluluk
için hüccet olarak yeterli bulup, itaatleri için kâfi görmüştür.
2-
Yine biz, hiçbir müçtehidin, İslâm'ın
ikinci temel prensibi olan namazın nasıl kılınacağını yalnızca Kur'ân'dan
hareketle ortaya koyamayacağını da biliyoruz. Bilakis bu konuda, mutlaka
Rasûluilah (a.s)'ın beyânına ihtiyaç duyacaktır. Halbuki Rasûluilah (s.a.v),
söz ve fiilleriyle izah ettiği namazın keyfiyetinin yazılmasını, hiçbir zaman
emretmemiştir. Eğer yazını, hüccet olmanın gereklerinden olsaydı, Hz.
Peygamber (s.a.v), Tabiîn ve sonra gelen müçtehidlerin mücerred akıllanyla veya
yalnızca Kur'ân'dan yaptıkları içtihadlarla mahiyetini ortaya koyamayacakları
bu son derece önemli hususun yazılmasını muhakkak emreder, bundan geri
durmazdı.
3-
Biz, daha evvel, sünnetin dinî bir zaruret ve hüccet olduğunu beyân etmiş,
bunun için şüphe ve inkâra yer vermeyecek deliller ser-detmiştik. Bununla
birlikte Hz. Peygamber (s.a.v), kendisinden sâdır olan herşeyin mutlaka
yazılmasını da emretmemiştir. Eğer sünnetin hüccet oluşu, yazılı bulunmasına
bağlı olsaydı, Rasûlullah'ın bu işi ihmal edip Sahâbe'yi bununla görevlendirmemesi,
asla caiz olmazdı.
Sonra,
eğer Yahudi ve Hıristiyanlar, böyle bir şüphe sahibine gelseler de:
"Kur'ân hüccet değildir; çünkü o, gökten yazılı olarak inmemiştir. Şayet
hüccet olsaydı, Sâri (Allah) ona önem verir, İncil ve Tevrat'ı indirdiği gibi
onu da yazılı olarak indirirdi," deseler, yazımı, sünnetin hüccet olması
için gerekli şartlardan birisi olduğunu savunup duran bu kişiler, acaba onlara
ne cevap verirlerdi?
Eğer
onlara, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'ân'ı tahrif ve onda hata etmekten masum
olduğunu, bunun da Kur'ân'm yazılı olarak nüzulüne gerek bırakmadığını
söyleyecek olsalar, onlar da: "Hz. Mûsâ ve Hz. Isâ (a.s) da senin
bahsettiğin gibi masum idiler. Fakat Sâri (Allah), o ikisinin kitabına önem
vermiş ve yazılı olarak indirmiştir. Bu da yalnızca böyle bir konuda ismetin
kifayet etmeyeceğin-dendir," şeklinde cevap vereceklerdir.
Halbuki,
biz müslümanlarm kanaati şudur: Hz. Peygamber (s.a.v)'in masum oluşu, Kur'ân'm
yazılı olarak inzaline gerek bırakmamıştır. Aynı şekilde râvilerin âdil olması
da Kur'ân ve sünnetin hüccet oluşlarında yazıma gerek bırakmamıştır.
Bu
konuda söylenebilecek şey şudur: İsmet, bize yakın ifade eder, adalet ise zan
ifade eder. Şâri-i Hakîm, fürûa ait meselelerde, bizim zanla kullukta
bulunmamızı yeterli görmüş, sıkıntı ve meşakkate sokacağından dolayı bizi, her
hükümde yakînî bilgi ve delil aramakla yükümlü tutmamıştır.
"Allah,
herkesi ancak gücü yettiği ile mükellef tutar."[521]
Ancak
delili bize nakledenler, tevatür derecesine ulaştıkları vakit, her ne kadar yazım
yoluyla olmasa da onların nakli bizim için, aynen ismette olduğu gibi yakın
ifade eder. Zaten sünnetlerin pek çoğu da bu yolla nakledilmiştir.[522]
Bu
şüpheyi ileri sürenler, eğer müslüman iseler, bu konuda bizimle birlikte
düşünüp hüccet olma konusunda yazımın şart olmadığım itiraf etmek
zorundadırlar. Bununla birlikte râvilerin her biri, adalet ve zapt sahibi
kimseler olması hasebiyle, tevatür derecesine ulaştıkları vakit bu, delilin
korunmasında ve hücciyyetin isbatında, Peygamber (s.a.v)'in ismeti yerine
geçmektedir. Bunu da Yahudi ve Hıristiyanların yönelttikleri sorulara cevap
verebilmek için kabul etmek zorundadırlar.
Görüldüğü
üzere âdil olmayan birisinin kitabeti, bizim için ne kat'iyyet ne de zan ifade
etmektedir. Aynı şekilde âdil birisinin yazdığım, adalet vasfına sahip olmayan
bir başkası bize nakledecek olsa, bu da ne zan ne de kat'iyyet ifade etmez.
Adalet
vasfına sahip birisinin yazdığını, aynı vasıfta birisi bize nakledecek olursa,
bu da kat'iyyet değil, zan ifade eder. Zira adalet sıfatına rağmen, zayıf bir
ihtimal olsa da onda hata ve tahrifat imkânı sozkonusudur.
Evet,
yazanlar ve rivayet edenler, hepsi tevatür derecesine ulaşacak olsalar, bu
durumda delil, kat'iyyet ifade eder. Yine bir kişi hadisi yazar, yazılan
nüshayı tevatür derecesinde bir kalabalık ikrar ve tasvip eder, aynı nitelikte
bir cemaat da bize naklederse, bu rivayet de kat'iyyet ifade eder. Her
halükârda kat'iyyet, yazımdan ileri gelen bir husus ve onun belirgin bir vasfı
değildir. Ancak birinci durumda yazılı bir tevatür, ikincisinde ise ikrardan
dolayı sözlü bir tevatür sözkonusudur.
Bilindiği
üzere kitabet, zan ifade etmektedir. Bu durumda mertebe itibariyle o,
ezberlemenin altındadır. Bu nedenle usûl âlimlerinin, ezberden dinleme yoluyla
alman bir hadisle, yazılı olarak alınan hadisin çelişmesi durumunda, birinciyi
(işitmeye dayanan) tercih ettikleri görülür. el-Âmidî (617/1220), rivayet
yoluyla gelen haberlerin tercihini şöyle izah eder: "Haberlerden birinin
râvisi, onu Hz. Peygamber (s.a.v)'den bizzat işiterek, diğeri de kitabet
yoluyla aldığında, işitme yoluyla alınan rivayete, hata ve tahrif arız olma
ihtimali daha az olduğu için bu tür bir rivayet, kabule daha lâyıktır."[523]
Öte
yandan hadisçiler, sema' yoluyla rivayetin sıhhatinde ittifak ettikleri halde,
münâvele ve mükâtebe yoluyla yapılan rivayetlerin sıhhatinde ihtilâf
etmişlerdir. Bazıları nıükâtebenin cevazına kail olmuş ve Buhârî'nin (256/870)
ta'lik yoluyla naklettiği şu rivayeti, buna delil getirmişlerdir:
"Rasûlullah (s.a.v), bir seriyye kumandanına mektub vermiş ve onu belli
bir yere kadar açıp okumasını tenbih etmişti. Kumandan da mektubu sözkonusu
yerde açmış ve Rasûlul-lah'ın emrini, askerlerine duyurmuştur."[524]
Bazı
hadisçiler ise Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu mektubu ile delil getirmenin vâcib
olmasını, Sahâbe'nin adaletine bağlamışlar, bu sıfatın haberde tebdil ve
tağyire imkân bırakmadığını söylemişlerdir. Sahâbe'den sonraki nesillerde ise
böyle bir nitelik bulunmadığından, mükâtebeyi delil kabul etmemişler ve
kitabete cevap vermemişlerdir. Bu görüşü, Beyhakî rivayet etmiştir. Ancak bu,
gördüğün gibi zayıf bir itirazdır. Doğru olan görüş, râvide adalet vasfı
bulunduğu, yazılı nüshada da ona şüphe düşürecek bir unsur bulunmadığı
müddetçe, her iki yolla da rivayetin muteber olmasıdır.
İbn
Hacer (852/1448), bu konuda, şu değerlendirmeyi yapmıştır: "Mükâtebe
yoluyla hüccetin olabilmesi için mektubun mühürlü ve onu taşıyanın güvenilir
olması şarttır. Bununla birlikte, mektubu gönderen şeyhin yazısını (hattını),
kendisine mektub gönderilen zâtın tanıması gerekmektedir."[525]
Hülâsa,
yazma yoluyla yapılan rivayetlerde hata ihtimali, şifahî tarzda (ağız yoluyla)
yapılanlardan çok daha fazladır. Bu yüzden Ibn Hacer'in de temas ettiği
şartlara riâyet edildiğinde, böyle bir habere itimad etmek caiz olmakla
birlikte, yine de kitabet yoluyla yapılan rivayette ihtilâf sözkonusu olmuştur.
Arapların
ümmî (okuma-yazma bilmeyen) bir millet olduklarım, içlerinde yazı bilene ender
rastlandığını hepimiz biliyoruz. Yazıyı bilenler de güzel bir surette yazamaz;
dolayısıyla yazdıklarına hata kanşma ihtimali çok fazla olurdu. Yazanlar güzel
bir biçimde yazsalar bile, bu sefer de içlerinden okuma bilenler doğru dürüst
okuyamazlardı. Bunun bir neticesi olarak, özellikle Ab d ül melik b. Mervan
döneminden evvel, harekeli ve harekesiz harflerin birbirinden ayrılmasını
sağlayan noktalama işaretleri henüz tesbit edilmediği için yazıda hata ve
karışıklık ihtimali oldukça fazlaydı. Bu itibarla tarihî vak'aların kaydında,
haberleşme, alış-veriş ve diğer işlerinde tek güvenceleri hafızaları olmuştur.
Öyle ki, sonunda bu melekeleri, bir hayli gelişmiş ve ezberledikleri konularda,
hata ve unutkanlığa mâruz kalmaları ihtimali oldukça azalmıştır. Bu durum,
yazıya güvenen ve yazıyı alışkanlık hâline getirmiş milletlerde bunun aksinedir.
Çünkü onlarda ezberleme melekeleri gerilemiş; bunun bir sonucu olarak da
ezberledikleri hususlarda hata ve unutma oranı fazlalaşmıştır. Bu durumları,
günlük hayatımızda da müşahede edebiliriz.
Örneğin;
âmâ olan birisinin, gözleri gören bir insandan daha kuvvetli bir hafızaya sahip
olduğunu görürüz. Bunun nedeni, onun bütün güven ve gayretini hafızasına vermiş
olmasıdır. Ama gören kimsede bu, böyle değildir. Çünkü o, ihtiyaç duyduğu zaman
bakabileceği bir kitaba itimad etmektedir.
Aynı
şekilde, okuma-yazma bilmeyen fakat ticaretin içinde yoğrulan bir tüccar da
bir günde yüzlerce satış yapar ve kânnı-zararını, alacağını-vereceğini, bir
tanesinde dahi yanılıp unutmadan hafızasında tutabilir. Ancak aynı Özelliği,
bu işi daha çok öğrenme yoluyla yapan bir tüccarda görmek mümkün değildir.
Çünkü o, ticarethanesinde defter tutar; alış-veriş, alacak-verecek konusunda
defterlerine itimad eder. Bu yüzden, defter kayıtlarım tutmadıkları zaman, onların
çok çabuk unuttuklarını görürüz.
Bunun
bir benzerini de körlerin işitme duyularında görmek mümkündür. Onların bu
duyulan, gözleri görenlerinkinden çok daha kuvvetlidir. Bunun nedeni ise görme
hassalarını yitirdikleri vakit, daha Önce gözleri ile temyiz edecekleri pek çok
eşyayı anlamada, işitme organlarını kullanıyor olmalarıdır. Böylece işitme
duyuları kuvvetlenmiştir.
Yine,
yırtıcı hayvanların görme, işitme ve koklama duyulannm, insanmkinden kat kat
kuvvetli olduğunu biliyoruz. Zira onlar, hayatlarında bu duyulara insandan
daha fazla muhtaç olup bu duyularını daha çok kullanmaktadırlar.
Şüphesiz,
Araplann hafıza melekelerinin güçlenmesinde de içinde bulunduktan tabiat
şartlan, yaşam biçimleri, keskin ve kıvrak zekâları, anlayışlarının kuvvetli
oluşu, dillerinin üslûbu ve beyân yollan konusundaki engin yetenekleri yardımcı
olmuştur.
Yukarıda
zikrettiğimiz hâller, Arapların câhiliyye devrindeki durumlarıdır. Bir de Allah
Teâlâ'nın, şeriatı muhafaza, onu kendilerinden sonrakilere tebliğ ve ta'lim
etmek için halkettiği, kalblerini iman, takva ve ilâhî haşyetle doldurduğu
Sahâbe-i Kirâm'ın hâlini ve hafızasını düşün. Onlann hafızası, elbette
diğerlerinden daha güçlü ve emniyetlidir. Cenâb-ı Hakk, onları, sonraki
nesillere dinin ahkâmını ve Rasûlullah'tan görüp işittiklerini sağlam bir
şekilde nakletsinler diye bu özelliklerde yaratmıştır. Onlar, Hz. Peygamber (s.a.v)'in
sohbetinin bereketine ermişler, önünde diz çöküp vahle-i saadetlerinde
yetiştirilmişler, kalbleri Rasûlün (s.a.v) nuruyla aydınlanmış, O'nun edebiyle
edeblenmişler, hidâyetine tâbi olup sünnetine yapışmışlardır. İbıı Abbas ve Ebû
Hureyre (r.a) için olduğu gibi Efendimiz (s.a.v), onların ilmi, hıfzı ve dinde
fakih olmaları için duâ ve niyazda bulunmuştur. Sahâbe'ye bu mertebede en yakın
olanlar ise hiç şüphesiz, onlarla bir araya gelen, hâllerini müşahede edip
peşlerinden giden Tabiîn cemaatıdır.
İşte
bütün bunlar, Sahâbe'den hadis işiten birisinde, hata, unutkanlık, tebdil ve
uydurma gibi endişeleri neredeyse ortadan kaldm-yor. Arapların hafıza güçlerine
delâlet eden, avam-havas herkesin bildiği çok sayıda haber vardır.
Sahabe
arasında, İbn Abbas (68/687) ve Tabiîn içinde eş-Şa'bî, ez-Zührî (124/742),
en-Nehâî (96/714) ve Katâde (117/735) gibi pek çok kimse hafızaları ile temayüz
etmişlerdir. İbn Abbas (r.h), Ömer b. Ebû Râbia'nın yetmişbeş beyitlik
kasîdesini bir sefer dinlemekle ezberleyivermiştir. İmam Zührî'nin şu sözü de
dikkate değer: "Ben, Bakî denen yerden geçerken etrafımda söylenen kötü
sözlerin kulağıma takılıp hafızama girmesinden korkarak kulaklarımı
tıkardım." Benzeri bir söz, eş-Şa'bî'den de nakledilmiştir.
Hülâsa,
ezberleme ve kitabet, bir şeyi muhafazada birbirinin yerine kâim olan
unsurlardır. Genellikle birisi geliştiği vakit, diğeri zayıflamaktadır. İşte
buradan hareketle Sahâbe'nin, Öğrencilerini niçin ezberlemeye teşvik edip
yazmaktan alıkoyduklarını anlayabiliriz. Çünkü onlar, yazıya itimad etmenin,
ezberleme melekesini körelteceğini biliyorlardı. Ezberleme, onların
tabiatlarında var olan kuvvetli bir melekeydi. Elbetteki nefis, tabiatında olan
şeylere meyleder; ona ters düşen ve güç gelen şeyden de hoşlanmaz.
Çoğu
zaman ezberleme;.anlama, mânâyı özümseme ve hakikatı-na ermekle gerçekleşir. Bu
şekilde insan, lafızların unutulmamasma destek sağlamış olur. Daha sonraları da
zaman zaman ezberlediklerini tekrarlamak ve hatırlamak suretiyle, öyle bir an
gelir ki, artık onları unutma diye bir endişesi kalmaz. Ayrıca ezberinde olan
şey, her zaman ve mekânda kendisiyle birliktedir; ihtiyaç hâlinde, hiçbir
meşakkat ve sıkıntıya mâruz kalmadan her durum ve şartta ona müracaat imkânı
vardır.
Yazı
ise böyle değildir. Çünkü o, genellikle mânâsı anlaşılmadan yazılır. İleride,
yazılanların kaybolması veya ihtiyaç anında yanında hazır bulunmaması ya da
onları anlayıp izah edecek birinin bulunmaması ihtimali de mevcuttur. Ayrıca
yazan insan, çoğu zaman yazdıklarını yeniden gözden geçirmek için bir sebep ve
imkân bulamayabilir. Bundan başka, her zaman ve her yerde yazılı nüshaları
bulundurmakta, sıkıntı ve meşakkat sözkonusudur.
Bütün
bu nedenlerden dolayı gerçeğini anlamadan, yazı yoluyla ilim nakliyle
uğraşanlar, (genelde) câhil kalırlar. Bu durumda onların misâli, kitap yüklü
merkeplere benzemektedir. Bu da ilmin zayi olup gitmesi ve cehaletin yayılması
için en büyük sebeptir.
İbrahim
en-Nehâî'nin: 'Yazmayın, gevşersiniz," sözü de söylediklerimizin
doğruluğunu göstermektedir. Onun şu sözü de söylediklerimizi desteklemektedir:
"İnsan, ilim talebi için azıcık gayret ettiğinde Allah (c.c), ondan
kendisine yetecek miktarı nasib eder. Bir kimse azıcık yazmaya yönelince de
ilme karşı gevşer."
Evzâî'nin
daha önce geçen: "Bir zamanlar bu ilim çok kıymetli ve değerli bir şeydi.
Çünkü o zaman insanlar, birbirleriyle karşılaşmaları ve müzâkereleri esnasında
biri diğerine ilim aktarırdı. Ne zaman ki ilim, kitaplara geçti; o vakit, hem
nuru kayboldu, hem de ehli olmayanların eline düştü," sözü de konumuza
ışık tutmaktadır.
Yunus
b. Habib'in, bir adamın nazım hâlinde: "ilmi kağıda terketti, zayi eyledi, Ne kötüdür bu kişi âh bir hileydi,"
şeklinde söylediği sözü işitince:
"İlim
ve hıfzın korunması konusunda ne kadar da titiz. Çünkü insanların ilmi,
ruhundadır; malı ise bedeninde. Öyleyse ruhunu koruduğun gibi ilmini de
koru,-bedenini muhafaza ettiğin gibi de malı " demesi de söylediklerimizi
desteklemektedir.
Halil
b. Ahmed de: "İlim, kitaplıkta değil, ancak göğüslerdedir,"
demiştir.
Edib
ve şâirler, bu konuda daha pek çok şey söylemişlerdir.
Hıfzın
(ilim ve özellikle hadisleri ezberlemenin), yazıma karşı fazileti ve fayda
yönünden daha ileri olmasıyla ilgili zikrettiklerimizden, Sahabe ve Tâbiîn'den
pek çoklarının, hadislerin yazımına niçin hoş bakmadıklarının bir başka sebebi
ortaya çıkmaktadır. Onlar, yazıma güvenerek gevşeneceğinden ve açıkladığımız
gibi yazılanı anlamama sebebiyle ilmin zayi olmasından ciddi şekilde
endişelenip bunun için yazılmasına karşı çıkmışlardır.
Kur'ân'm
bütün lafızlarıyla birlikte kat'iyyetine olan itimadımız, onun lafzı tevatür
yoluyla bize kadar gelmesine dayanmaktadır. Her ne kadar, zan ifade ettiği için
bir te'kid aracı olsa bile, kitabetin (yazımın) bunda bir fonksiyonu yoktur.
Eğer Kur'ân'ın, lafzî tevatür derecesine ulaştığı ama yazılmadığını farzetsek,
bu durumda yine de Kur'ân, kat'iyyet ifade edecektir. Fakat aksi farzedilse,
kat'iyyet söz-konusu olamayacaktır.
Zira,
vahiy kâtiplerinin yazmış oldukları nüsha veya nüshalar, bugün elimizde yoktur.
Var olduklarını farzetsek bile onlardaki hattın, vahiy kâtiplerine ait
olduğunu nereden bileceğiz? Bu durumda ona, kat'iyyet nazarı ile bakabilmemiz
için mutlaka tevatür derecesinde bir kalabalığın, hiçbir noksanlık ve fazlalık
olmaksızın, tahrife de uğramadan, yazıların vahiy kâtiplerine ait olduğunu
bildirmelerine ihtiyacımız olacaktır.
Aynı
şekilde vahiy kâtiplerini Kur'ân'ı yazarken gören, her harfin yazımı konusunda
ittifak eden tevatür derecesindeki kitlelerin şehâdetlerine ihtiyaç
duyulacaktır.
Herkesin
pek tabiî olarak bildiği gibi bu, tahakkuk etmemiştir.
Ama
vahiy kâtiplerini Kur'ân'ı yazarken gören ilk nesil hariç, biz ve bizden
öncekiler, bunun tahakkukunu farzedip lafzî tevatüre dayanarak bu yazının,
vahiy kâtiplerine ait olduğunu kabul ediyoruz. Eğer bu lafzî tevatür olmasaydı,
asla kat'iyyet tahakkuk etmezdi.
Bu
konuda diyebileceğimiz tek şey şudur:
Bizler,
Kur'ân'ın lafzî tevatürünü, ilk Kur'ân nüshalarmdaki hattın vahiy kâtiplerine
ait olduğunu bildiren bir tevatür olarak kabul ediyoruz. Vahiy kâtiplerini
Kur'ân'ı yazarken görenlere gelince; onların, Kur'ân lafızlarım kesin olarak
tayin etmede, ne kitabete ve ne de lafzî bir tevatüre ihtiyaçları yoktur. Çünkü
vahiy kâtipleri, nasıl Kur'ân'ı Rasûlullah (s.a.v)'tan işitmişlerse, onlar da
öylece O'ndan işitmişlerdir. Böylece yukarıdaki hususlara ihtiyaçları
kalmamıştır.
Buradan,
Kur'ân'ın kat'iyyetinin, hiçbir nesilde kitabete dayanmadığı neticesini
çıkarabiliriz. Ama birisi kalkıp şöyle diyebilir: "Bizim, ne vahiy
kâtiplerinin yazdığı nüsha veya nüshalara ne de bahsettiğin nitelikteki bir
topluluğun haber vermesine ihtiyacımız yoktur. Çünkü râşid halifelerden
sonraki dönemde ortaya çıkan yazılı tevatür, ikinci asırda ve daha sonraları,
harflerine varana kadar her şeyinde ittifak edilen yazılı nüshaların, herhangi
bir tahrif, ilâve veya eksikliğe meydan vermeyecek şekilde çoğalmış olması,
bize yetmektedir. Zira bu kadarı bize, tamamının Kur'ân olduğu hakkında kesin
bir kanaat vermektedir."
Buna
karşı deriz ki:
Elimizde
olan sonraki dönemlere ait nüshaların, bahsedilen nitelikteki ilk nüshalardan
istinsah edildiğini nasıl tesbit edeceğiz? Hepsinin kaynağının, Hz. Osman veya
Zeyd b. Sâbit'e ait tek bir nüsha olduğunu söylemek mümkün değil midir?
Bilakis, Kur'ân tarihi hakkında biraz malumat sahibi olanların da bildiği gibi
vakıa böyledir. Ana nüsha tek olunca, ondan alınanlara kat'iyyet nazarıyla
bakmamız, nasıl mümkün olacaktır?
Eğer
nüshalara kesin gözüyle bakmanın, Sahâbe'nin hemen hepsinin, ana nüshadakileri
ikrar ve sıhhatini itiraf etmelerinden kaynaklandığı söylenecek olursa, buna
karşı da deriz ki: İşin sonunda, ana nüshadakilerin hiçbir değişikliğe
uğramadan, Kur'ân'ın tamamını teşkil ettiği yolundaki lafzî tevatüre gelinmiş
olur. Halbuki, daha evvel kat'iyyet konusunda, lafzî tevatür yeterli
görülmüyor, bu konuda yegâne dayanağın yazmak olduğu savunuluyordu.
Mushaflar
konusunda, İbn Hacer (852/1448) demiştir ki: "Hz. Osman'ın (r.a),
mushafları, diğer şehir merkezlerine göndermesinden anlaşılan; yazım şeklini
kendisine isnad için böyle yaptığıdır. Yoksa, Kur'ân'ın aslını isbat için
değildir. Çünkü bunu, zaten tevâtüren bilmektedirler."[526]
İbnu'l-Cezerî
(833/1429) ise bu konuda şu açıklamalarda bulunur: "Kur'ân'ın naklinde
yegâne dayanak hıfzdır. Mushaf ve kitaplarda yazılması değil. Bu, Allah
Teâlâ'nın, İslâm ümmetine tahsis ettiği yüce bir şereftir. Zira imam Müslim'in
(2611874) rivayet ettiği sahih bir hadiste Rasûlullah (s.a.v), şöyle demiştir:
'Rabbim bana: Kalk, Kureyş'i inzar et, buyurdu. Ben de: Ya Rabbi! O vakit,
başımı ezer dağıtırlar, dedim.'Allah Teâlâ:
'Ben,
seni de ve seninle beraber insanları da imtihan etmek için gönderdim. Sana,
suyun yıkayıp silemeyeceği, uykuda da, uyanıkken de okuyacağın bir Kitab
indirdim. Onlara karşı bir ordu gönder, beraberinde bir mislini de biz
gönderelim. Sana itaat edenlerle birlikte, isyan edenlere karşı savaş. Allah
yolunda infak et ki, sana da infakta bulunulsun,' buyurdu."[527]
Bu
hadiste, Allah Teâlâ, Kur'ân'ın muhafazası için yazısı su ile silinebilecek
sahifelere ihtiyaç olmadığını, bilakis onun her hâl ve zamanda okunabilecek
nitelikte olduğunu haber vermiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) de ümmetini
tavsif ederken: "Kitapları göğüslerinde (ezberlerinde)dir,"
buyurmuştur. Ehl-i kitab böyle değildir. Onlar, kitaplarını ezberleyerek değil,
ancak yazılı olarak muhafaza ederler ve ona bakarak okurlar.
"Allah
Teâlâ, Kur'ân'a ehil olan kimselerin onu ezberlemelerini murâd edince bu iş
için güvenilir, imam sıfatında insanlar yaratmış, onlar da kendilerini
Kur'ân'ın tashih ve tedkikine vererek, onu en güzel biçimde zapdetmek için
bütün güçlerini sarfetmişler ve ilâhî kelâmı, Rasûlullah (s.a.v)'tan harf harf
alıp aktarmışlardır. Kur'ân'ı büyük bir titizlikle, hiçbir eksiklik veya
fazlalığa meydan vermeden tesbite gayret etmişler, içlerinden bir kısmı,
Kur'ân'ın tamamını, bir kısmı, pek çoğunu, bir kısmı da birazını
ezberlemişlerdir. Bunların hepsi, Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında olup
bitmiştir."[528]
Daha
evvel de işaret ettiğimiz gibi bazı kimseler, delilin tesbitinde, yalnızca
kitabetin kat'iyyet ifade ettiği zehabına kapılmışlardır. Bunun ne kadar
yanlış olduğunu, önceki kısımlarda görmüştük.
Bu
kimseler, daha sonra bu anlayışlarından hareketle, Şâri'nin (Allah ve Rasûlü)
sünnetin yazımını yasaklamasını, O'nun tesbitinde kat'iyyetin meydana gelmesini
istemediği anlamına yormuşlar, bunun bir neticesi olarak da Şâri'in bizzat onu
delil olarak kabul ve hükümlerin tesbitinde hüccet olarak kullanılmasında
itibar etmediği sonucuna varmışlar ve: "Sübûtun kati, olması, delilin bir
şartıdır. Bu şartın meydana gelmemesini istemek, ona ihtiyaç duyan şeyin de
tahakkuk etmemesini istemek demektir," demişlerdir.
Bu
anlayışın temeli olan, ''Sübûtun kati olması, delilin bir şartıdır,"
görüşüne katılmıyoruz. Onlar, bunu her alandaki delil için söylüyorlar. Halbuki
o, fikhî meselelerin ve fer'î hükümlerin dışında, Usûlü'd-Din ve itikad
esaslarının tesbitinde aranan bir vasıftır. Bu, usûl ilminde geçtiği üzere
haber-i vahidle kullukta bulunma meselesidir ki, şu anda konu ve kitabımızın
dışında kalmaktadır. Ancak bu mesele, (muhaliflerimizce) sünnetin hücciyyetini
ortadan kaldırmada bir esas olarak ele alındığı için kısaca izahında fayda
görüyoruz.
Bu
konuya girmeden önce, bir noktaya temas etmek istiyoruz: Tevatürün, ilim
(kat'iyyet) ifade ettiği noktasında, müslümanlar arasında hiçbir ihtilâf
mevcut değildir. Ancak nübüvveti inkâr eden Brahmanlardan "Sümniyye"
isminde bir taife, bu konuda muhalefet etmiş ve icmâın kesin ilim ifade
etmeyeceğini ileri sürmüştür. Onların bu tavırlarının, akla karşı apaçık bir
enâniyet ve haktan yüz çevirme olduğu malumdur. Bu taife, çok uzak
memleketlerde ve geçmiş milletlerde türemiş bir gruptur. Bu nedenle, onların
icmâ konusundaki muhalefetleri, onun hüccet oluşunda ve kat'iyyet ifade
edişinde herhangi bir olumsuz tesir icra etmez. Çünkü bunlar, müslüman olmayan
bir topluluktur. Yalnızca kitabetin (yazımın) ilim ifade edeceği yolundaki
iddiayı çürüten bir diğer husus da işte bu tevatür hakkındaki icmâdır.
Evet,
müslümaniar, tevatürle elde edilen bilginin nazarî mi yoksa zarurî mi
olduğunda ve tevatürün tahakkuku için gerekli olan şartlarda ihtilâf etmişlerdir.
Ancak bu ihtilâf, sözkonusu iddia sahiplerine hiçbir şey kazandırmaz. Zira
müslümanlar arasında, Hz. Peygamber (s.a.v)'den tevâtüren sabit olan bir
haberle ibâdette bulunulacağı, kulluk yapılacağı konusunda herhangi bir
ihtilâf yoktur. Ve bu icmâ, yalnızca
Kur'ân'ın kat'î olduğunu ileri sürerek onun dışında delil bulunmadığı yolundaki
iddiayı çürütüp atacaktır. Çünkü Rasûlullah (s.a.v)'tan tevatür yoluyla bize
kadar nakledilen bir hayli haber mevcuttur.
Haber-i
vahide gelince; râvisi âdil olmadığı takdirde, ne ilim (kat'iyyet) ve ne de zan
ifade eder. Ancak herhangi bir karine veya tariklerinin çokluğuyla
desteklenecek olursa, bu ikisinden neş'et eden bir te'kid sebebiyle ilim veya
en azından zan ifade eder.[529]
Eğer
râvi, adalet şartım taşıyorsa, bu nitelikteki bir haberin, delil olma
bakımından kıymet ifade ettiğinde icmâ vardır. Ancak ilim mi yoksa zan mı ifade
ettiği noktasında yine ihtilâf edilmiştir.
Alimlerin
cumhuru, bu tür bir haberin zan ifade edeceğini, şayet ilim ifade eden bir
karineyle desteklenirse, o zaman kat'î bilginin hâsıl olacağını savunmuşlardır.
İmam Ahmed (241/855) ise bu nitelikteki bir haberin, doğrudan ilim ifade
edeceği kanaatine sahiptir.
Bu
mesele üzerinde, sözü daha fazla uzatmak istemiyoruz. Zann-ı galibimize göre,
muhâtablarımız da haber-i vahidin zan ifade ettiği konusunda bizim gibi
düşünüyorlardır. Ama enâniyet damarları kabarıp da bunun herhangi bir ilim ve
zan ifade etmediğini söyleyecek olurlarsa, icmâ onları reddedecek ve
burunlarını yere sürtecektir. Yok eğer, İmam Ahmed (r.h) gibi düşünüyorlarsa,
bizi rahatlatmış, şüphelerini de izâle etmiş olurlar.
Râvisi
âdil olan bir haber-i vahidin zan ifade ettiği tesbit edildikten sonra, bu
haber-i vahidin içerdiği hükümlerle amel etmek, Mu'tezilî imamlarından el-Cübbâî
(330/941) hariç, âlimlerin çoğuna
göre
caiz görüldüğü bilinmelidir. Usûl yazarlarının pek çoğu bu konuda ortaya çıkan
ihtilâflara temas etmişlerdir. Ancak Cemu'l-Cevâmî yazarı İbn Sübkî (771/1369),
bu konuda onlara muhalefet etmiş ve bu konuya değinmemiş tir. Onun, haber-i
vâhidle amel konusunda el-Cübbâî'den naklen zikrettikleri şunlardır:
"el-Cübbâî, haber-i vâhidle amel edilebilmesi için en az iki kişinin
rivayet etmesini veya başka bir delille takviye edilmiş olmasını şart koşar.
Nitekim, Sahâbe'den bazıları da bu şartlar muvacehesinde onunla amel etmişler
ve aralarında bu anlayış yaygınlaşmıştı."[530]
Müellifin,
Cübbâî'den yaptığı bu nakli,[531]
diğer müellifler, onun rivayet şartları
konusundaki görüşleri arasında zikretmişlerdir.
Öte
yandan İbnu's-Sübkî (771/1369), Şerhu'l-Minhâc adlı eserinde, bu iki nakli
çelişkili ve birbirini nefyeder mahiyette bulup şu şekilde cevap vermiştir:
"Eğer, ileride kendisinden nakledileceği üzere, el-Cübbâî'nin bir
taraftan haber-i vâhidle amel etmeyi aklen mümkün görmezken, diğer taraftan
sayı şartını ileri sürmesi, haber-i vâhidle ameli onaylamak anlamına gelir
denilirse bu çelişki, şöyle te'vil edilebilir: Birincisi, onun reddettiği
haber-i vâhid, ıstılah anlamındaki yani mütevâtir derecesine ulaşamayan her
haber-i vâhid değil, bilakis adalet şartını taşıyan tek bir kişinin yaptığı
rivayettir (yani ferd haberdir). Bu itibarla, İmamu'l-Haremeyn el-Cüveynî
(478/1085), şöyle demiştir: 'el-Cübbâî, bir kişinin haberinin kabul
edilmeyeceği görüşündedir. Ona göre böyle bir haberin kabul edile-bilmesi için
mutlaka sayı gerekmektedir. Bu da en az, iki kişi olmasıdır.' İkincisi ise o,
bu meseleyi şehâdet konusunda olduğu gibi mütalâa etmektedir."[532]
el-Cübbâî'nin,
haber-i vâhidle amel etmeye mâni olduğunu ileri sürdüğü şüpheye bakıldığında
aynı engelin, tevatür derecesine ulaşmadıkça, iki veya daha fazla kimsenin
yaptığı rivayetlerde de mevcut olduğu görülür. Çünkü, bunların rivayetleri
ancak zan ifade etmektedir.
Fakat
el-Cübbâî (330/941), Ebû İshâk (418/1027) ve İbn Fûrek (400/1015) gibi
düşünüyor ve müstefîz (meşhur) haberin, nazarî ilim ifade ettiği yolundaki
kanaata katılıyorsa bu takdirde, sözkonusu şüphenin ileri sürülemeyeceği gayet
açıktır. el-Cübbâî'nin bu görüşte olduğuna delâlet eden diğer bir husus da
Adûdüddîn el-Icî'nin (756/1355), onun, rivayette adedin şart olduğu
konusundaki istidlallerini zikrederken: "Bilmediğin şeyin peşine
düşme."[533]
v.b. âyetlere yer vermiş olmasıdır. el-Cübbâî'nin bu âyet-i kerîme ile
istidlalde bulunması, bize, yeterli sayı bulunduğu takdirde, haber-i vahidin
ona göre ilim ifade ettiği hissini vermektedir.
Bununla
birlikte, şöyle söylemek de mümkündür: el-Cübbâî, bir ara, teabbüdî konularda,
haber-i vâhidle amel edilemeyeceği görüşünde olabilir. Sonradan, bu
kanaatinden vazgeçerek onunla amel edileceğini belirtmiştir.
Ne
var ki bazıları, onun hâlâ evvelki görüşünde devam ettiğini zannederek ilk
görüşünü, bir kısmı da ikinci görüşünü nakletmiş olabilirler. Daha sonra da
usûl yazarları, ikisi arasındaki çelişkiyi far-ketmeden her iki görüşü de bir
arada zikretmişlerdir.
Belki
de ibn Sübkî, Cemu'l-Cevâmi adlı eserini yazarken, ea son bu kanaat kendisinde
hâsıl olmuş ve aklen teabbüdî konularda, haber-i vâhidle amel edilip
edilemeyeceğinin cevazına dair ihtilâfı nakletmemiş tir.
Haber-i
vâhidle amelin cevazına delâlet eden diğer bir husus da râcih olanla (kuvvetle
muhtemel olan delille) amel etmenin zarurî oluşudur. Zira haber, Allah'ın
hükmünü tayinde, en azından bir zan ifade eder. Kuvvetle muhtemel olan delille
amel etmenin mâkul olduğuna ise hiçbir şekilde itiraz edilemez.
Haber-i
vâhidle amel konusunda el-Cübbâî'nin üç şüphesi vardır: 1) "Teabbüdî
konularda haber-i vâhidle amel etmek, râvinin yalan söylemesi hâlinde helâli
haram, haramı da helâlleştirmeye yol açar. Zira haber-i vâhid, râvinin
doğruluğunda kat'iyyet ifade etmez. Bu ise her ne kadar uzak bir ihtimal de
olsa, onda yalancılık olabileceğini gösterir. Bunun gerçekleştiğini
farzedelim; eğer haber, haram olan bir şeyin helâl olduğunu belirtiyorsa, bu
durumda haramın helâlleştirilmesi sözkonusu olacaktır. Tersini düşünecek olsak;
o zaman da bir helâl, haram yapılmış olacaktır. Böyle bir şeyin olması
imkânsızdır. Dolayısıyla, bu neticeye götüren şey de imkânsız olacak-
tır.[534]
el-Cübbâî'nin
(330/941) ileri sürdüğü bu şüpheye, şu şekilde cevap vermek mümkündür:
Herşeyden önce, Cemu'l-Cevâmî adlı eserde de nakledildiği gibi müfti ve
şâhidierin beyânına dayanarak, teabbüdî konularda amel etmenin cevazına dair
icmâ vardır. [535]
Müfti ve şâhidierin de yalan söyleme ihtimali olduğu için sözkonusu icmâ,
yukarıdaki itirazı yok eder. Bu yalanın tahakkuk ettiği farzedi-lecek olursa
el-Cübbâî'nin, burada da aynı görüşü ileri sürmesi gerekir. Fakat o, bu konuda
böyle düşünmemektedir.
Diğer
taraftan bir müçtehid, âdil bir râviden işittiği habere içti-had eder, râvinin
âdil, haberinin doğru olduğuna kanaat getirirse; o takdirde, bu görüşü tasvip
edenlere göre haberin içerdiği hüküm, Allah'ın kendisiyle mükellef tuttuğu
hükümdür. Onlara göre bu müçte-hidin içtihadına muhalif düşen bir hükmün
olabileceğinden bahsedilemez. Dolayısıyla bu gibi durumlarda, helâli haram,
haramı helâl etmek gibi bir şey sözkonusu değildir.
Ancak
böyle düşünmeyenlere göre bir helâlin veya haramın değiştirilmesi
sözkonusudur. Şu kadar var ki biz, zann-ı galib ve içti-haddan neş'et ettiği
için böyle bir şeyin imkânsız olduğunu söylemiyoruz. Ama mevcut olan hükmün,
icmâ ile zaten onun üzerinden düşmüş olacağını söylüyoruz.
Meselâ,
nasıl ki mükellef olan birisi, eşi zannederek yabancı bir hamınla birleşse, bu
takdirde üzerinde haramlık terettüb etmez. Aynı şekilde temiz zan ile necis
bir suyla abdest alınsa, abdest sahih olur. Yine bir kimse kıbleye yöneldiği
zannıyla, başka bir yöne doğru namaza dursa, namaz sahih olur. Buna, bilinen
türden daha pek çok misal verilebilir.
2)
Onun bir diğer şüphesi de şudur: "Aynı seviyede iki âdil râvi, birbirine
zıt iki rivayette bulundukları takdirde bu haberlerle amel etmek, iki zıt şeyi
birleştirmek olur. İki zıddın biraraya gelmesi ise muhaldir. Dolayısıyla, bu
neticeyi doğuran şey de muhal olur."[536]
el-Cübbâî'nin
bu şüphesine şu cevaplar verilebilir:
a)
Daha evvel zikrettiğimiz, müfti ve iki şahidin beyânları ile amelin meşru olduğuna dâir icmâ, bunu da
çürütür.
b)
Burada iki zıt şeyin birleştirilmesi diye bir şey sözkonusu değildir. Çünkü
müçtehid, aralarındaki çelişkiden dolayı, bu haberlerden herhangi biriyle amel
etmeyip birisini tercih etmesine yardımcı olacak bir delil ortaya çıkıncaya
kadar beklemekle mükelleftir.
3)
el-Cübbâî'nin bir başka şüphesi de şudur: "Eğer fürûa ait meselelerde,
haber-i vâhidle amel etmek caiz olsaydı, aynı şekilde iti-kad, Kur'ân'ın nakli
ve mucize göstermeksizin peygamberlik iddiasını kabulde de amel etmek caiz
olurdu. Halbuki bu, bâtıldır."[537]
Bu
şüphenin cevabı da şudur:
Önce
âdet davranışa ait konulardaki haberlerle, itikad v.b. konulardaki haberler
arasında görülen bariz farktan dolayı, el-Cübbâî'nin olmasını düşündüğü
gereklilik sözkonusu değildir. Çünkü itikadî konularda hata etmek, kâfir
olmayı ve sapıklığı doğuracağından, bu konulardaki haberlerde aranan, onun
ilim (kesin bilgi) ifade etmesidir. Haber-i vâhid ise kat'î ilim ifade etmez.
Kur'ân'a
gelince; onun hıfzını ve naklini gerektiren pek çok sebep mevcuttur. Yalnızca
bir kişi naklettiği zaman, yalan söyleyip söylemediği kesinlikle anlaşılır;
yalan yolu kesilir.
Mucizesiz
peygamberlik iddiası ise muhaldir. İtikad ve peygamberlere ittibâ konularının
dışında, her meselede, delilin kat'î olmasını aramak, son derece güç bir
iştir; âdeta imkânsızdır.
Bir
de şu var: Haber-i vâhidle fürûa ait konularda amel etmek, mutlaka itikad v.b.
konularda da onunla amel etmeyi gerektirmez. Çünkü bu meselelerde haber-i
vâhidle amel edilmeyeceği, aklî değil, şer'î bir gerçektir. Şer'an imkânsız
olması, aklen de imkânsız olmasını gerektirmez. Halbuki bizim üzerinde
durduğumuz konu, bunun aklen de imkânsız olup olmadığıdır.
Râfîzî
ve Zahirîlerin dışında, haber-i vâhidle itikadî konularda amel etmenin aklen
caiz olduğunu söyleyenler, bunun şer'an da mümkün olduğunu belirtiyorlar. Buna
dair de pek çok delil zikrediyorlar. Biz, sadece en önemlilerinden birkaçını
kaydetmek istiyoruz.
1. Delil: Râvisi âdil olan
bir haber-i vâhid, içerdiği hükmün Allah'ın hükmü olduğu konusunda, zann-ı
galib ifade eder. Böyle bir durumda da aynen Kur'ân'm zahiri gibi kendisiyle
amel etmek vâcib olur.
Haber-i
vahidin zann-ı galib ifade ettiğini, sünnetin hücciyyetini ele alırken
delilleriyle birlikte nazara vermiştik. Orada zikrettiğimiz kesin deliller
ortaya koydu ki; sünnetin kat'iyyetini gerektiren şeyler, onunla amel etmenin
de vâcib olmasını gerektirir. Bu ise amel edilen hükmün, hiç şüphesiz Allah'ın
hükmü olmasını gerektirir. Çünkü ittifaken yalnız Allah'ın hükmüyle amel etmek
vâcibdir. Nitekim, bir şeyin vâcib olmasını gerektiren şey de vâcibdir. Buna
göre sünnetin kat'iyyeti bir zorunluluktur. Öyleyse içerdiği hükümlerin,
Allah'ın hükmü olması da bir zorunluluktur. Aynı şekilde (unutmamak lâzım ki);
gereği ileri sürülen şeyin kesinliği, onu gerektiren şeyin de kesinliğini
ifade ettiği gibi gereğine inanılan şeyin zannîliği, onu gerektiren şeyin de
zannîliğini ifade eder. Bu itibarla, râvüeri âdil olan bir haber-i vâhid,
içerdiği sünnetin zannîliğini ifade eder. Bu ise o haberin de zannî olması
demektir. Sonuç olarak böyle bir haberin (sünnetin) içerdiği hüküm, Allah'ın
hükmü olmaktadır.
Sadece
Müseİlemetü's-Sübûf da yer verilen bu delili, kitabın şârihi izah etmiş, bu
arada, müellife yer yer itirazda bulunarak şöyle demiştir: "Eğer mutlak
olarak, delilin zan ifade etmesinden hareketle, bunun o delille amelin
vücûbiyetini gerektireceği şeklindeki kanaate katılmıyoruz. Buradaki zanntlik,
Kur'ân'ın zahirinde olduğu gibi kat'î bir metinden kaynaklanmaktadır, dersen,
derim ki: Bunu birbirinden ayırmak bir zorlama olur. Zira metnin zannî oluşu,
ancak tesbit edilen hükmün Allah'ın hükmü olduğu konusunda zan meydana
getirir. Nitekim Kur'ân'ın zahirinde de durum böyledir. Eğer bu zanntlik,
Kur'ân'da vucûbiyet ifade ediyorsa, aynı şekilde hadislerde de vucûbiyet ifade
eder."[538]
Buna
göre biz de deriz ki: Bir kimse, hüküm istinbat ederken sünnetin getirdiği
şer'î mânâ ve Kur'ân'la ilgili açıklamaları terk e-derek sadece Kur'ân'la
netice almaya kalkışırsa; bu durumda, takib ettiği metodu ve Kur'ân'ı, sırf
Arap dil kaidelerine dayanarak yorumlamanın zannîliğinden kurtulamayacaktır.
Zira Kur'ân lafızlarının, Şâri'in ıstılahlaştırdığı anlamda değil de mücerred
luğavî mânâlarında kullandığını farzetsek bile, Arapların, lafızları
mânâlandırırken gözönünde bulundurdukları şartlar olmadan o lafızlar, luğavî
anlamlarına delâlet edemeyeceklerdir. Çünkü bu şartların, o mânâlara delâlet
etmeleri, mücerred aklî bir hadise değildir. Bunları, insan doğuştan
bilemediği gibi sadece akılla da kestiremez. Bunlar, ancak başka birilerinin
haber vermesiyle öğrenilebilir. Lafızların taşıdıkları mânâların pek çoğu, bize
sözlü veya yazılı, âhad yolla ulaşmıştır. Son asırlarda, meşhur veya mütevâtir
olan mânâların ekseriyeti, ilk çıkışlarında âhad olup, nakilleri el-Esmâî ve
Ebû Ubeyde gibi şahıslara dayanmaktadır. Onlar, çoğu zaman bu mânâları, yalan,
uydurma ve fıskla meşhur olmuş, Ömer b. Ebî Râbia, Beşşâr ve Ebû Nuvas gibi
kimselerin şiirlerinden almışlardır.
Hülâsa;
Kur'ân, her ne kadar lafzı itibariyle kat'î olsa da sünnetin yardımı olmadan
mânâlarını anlamak, lafızların luğavî anlamlarının tesbitindeki metodun
zannîliğine dayanır. Bu zannîlik, -bunun zannî olduğunu kabul edersek- Allah
Teâlâ'nın murâd ettiği mânâları ve kullarına ihsan ettiği Kur'ân'ı açıklayan
sünnetin zannîliğinden daha zayıftır. Çünkü sünneti, masum olan peygamberine,
bizzat Allah indirmiş ve dinlerine dört elle sarılan, ihlâs sahibi, muttakî,
güvenilir insanlar da onu nakledegelmişlerdir.
Allah
kendilerinden razı olsun, Sahâbe-i Kiram, (r.h) İmam Zührî, Mâlik, Şafiî,
Ahmed, Buharı ve Müslim gibi zevat ile haklarında söylenmedik söz bırakılmayan
Halef el-Ahmar gibi lügatçı-ları kıyas etmek mümkün müdür? Bunun gibi yalan
dolanla meşhur olmuş pek çok dilci vardır. Onların dil konusundaki çabalarının
tek gayesi, dünya şöhreti ve sultanlara yaltaklanıp onlara yaklaşabilme
arzusudur. Nitekim onlardan herhangi birini, lafızları kendi arzusuna göre
yorumlayıp iddiasını kuvvetlendirmek için bir beyit uydurarak onu Imriu'1-Kays
ve benzeri şâirlere isnad etmekten alıkoyacak dinî edebleri ve Allah korkulan
mevcut değildi. Bu nedenle, lafızların luğavî anlamlarında pek çok uydurma ve
çelişki meydana gelmiştir.
Evet,
dinlerine ihîâsla yapışıp Allah'ın rızasını kazanmak isteyen o ilk devirdeki
muttakî âlimlerle bu gibilerini kıyaslamak, asla mümkün değildir.
Şayet
bu iki grubun arasında bir mukayese yapmak ve bu iki yoldan hangisinin daha
üstün olduğunu ortaya koymak doğru olsa; hiç şüphesiz, hadisçilerin metodu daha
hayırlı, zannî (kesine yakın) ilmi gerektirmesi bakımından daha kuvvetli, gönüllerin
yatışması bakımından daha uygun ve netice itibariyle de daha güvenilirdir.
Diğer
yandan, eğer mutlaka Araplardan nakledilenlere itimad etmemiz gerekiyorsa;
Allah'ın kelâmını izah sadedinde söylediklerinde, Arabm en fasihi ve beliği
olan Hz. Peygamber (s.a.v) ve O'nun hidâyetine tâbi olan Sahâbe-i Kiram, fısk
ve işret meclislerinde sarhoş sarhoş söz sarfedip şiirler söyleyen diğer
Araplardan çok daha itimada lâyıktırlar. Tekrar delile dönecek olursak
muarızlarımız, bu noktada şöyle
diyebilirler: "Burada yapılan, usûlden kaynaklanan bir kıyastır. Biz, onu
hüccet olarak kabul etmiyoruz. Sonra, bir anlık kabullenecek olsak bile bu,
ancak zan ifade edebilir. Halbuki üzerinde durduğumuz mesele, kat'iyyet
meselesidir."
Kanaatimize
göre Müsellemetü's-Sübût müellifi, kendisine yöneltilen bu itirazlardan
kurtulabilirdi. Önce delilini, mantıkî bir kıyasla, şu şekilde sunması uygun
düşer: "Hâvileri adalet vasfını taşıyan haber-i vâhid, ihtiva ettiği
hükmün, Allah'ın hükmü olduğu yolunda, müçtekide zann-ı galib kazandırır. Bu
durumda olan bir delille de amel etmek uâcibdir."
Sonra
küçük önermeye de (kazıyye-i suğrâ) fer'deki illetin beyânını isbat hususunda,
daha evvel geçtiği üzere delil getirmeliydi. Büyük önermeye (kazıyye-i kübrâya)
ise İmanı Şafiî'nin er-Risâle, İmam Gazâlî'nin de (505/1111) el-Mustafâ adlı
eserlerinde naklettikleri şekliyle, fıkhın tarifinde zikrettikleri gibi cevap
vermeliydi. Yani, müçtehidin zann-ı galibiyle amel etmesinin vâcib olduğuna dair
icmâyı delil getirmeliydi.[539]
2. Delil: Aralarında Hz. Ali
(r.h)'nin de bulunduğu Sahâbe-i Kirâm'm (r.h), râvileri âdil olan haber-i
vâhidle amelin vâcib oluşuna dair icmâlarıdır. Mütevâtir derecesine ulaşmasa
bile tek tek rivayetlerin, muhtelif vak'alarda üzerinde birleştikleri nokta,
mütevâtir kabul edilir. Bu tür rivayetleri tek tek alıp göstermeye ne takat
yeter, ne de kağıt. Fakat biz, bütün bu rivayetlerin üzerinde ittifak ettikleri
noktanın şu olduğunu görüyoruz: "Sahâbe-i Kiram (r.h), yeni ortaya çıkan
hadiselerde problemleri çözmek için haber-i vahide müracaat eder, ilgili
konularda Hz. Peygamber (s.a.v)'den nakledilen haberlerin ne mânâya geldiğini
anlamaya çalışırlardı. Kendilerine bir hadis rivayet edildiği vakit, hiçbir
itirazda bulunmaksızın, derhal onunla amel etmeyi şiar edinmişlerdi." İşte
bu, inkârına veya birkaç meselenin inhisarına imkân olmayan bir durumdur.
Fakat
bu genel duruma itiraz edilerek: "Evet, Sahâbe'nin, âhad haberlerle amel
ettiklerine dair rivayetler mevcuttur. Fakat bu tür bir haberi reddettiklerine
dair rivayetleri görmek de mümkündür. Meselâ, Hz. Ebû Bekir (r.a), ninenin
mirası konusunda, Muğire'nin haberini, İbn Mesleme de rivayet edinceye kadar
reddetmiştir. Aynı şekilde Hz. Ömer (r.a) de Ebû Said el-Hudrî (r.a) gelip
rivayet etmedikçe, isti'zân konusunda, Ebû Musa el-Eş'ârî'nin (r.a) rivayetlerini
kabul etmemiştir. Yine Hz. Ali (ff.aj, Ma'kil b. Sinan'ın (r.a) böyle bir haberini reddetmiştir. Bir de Hz.
Ali'nin, Hz. Ebû Bekir'in dışında hadis rivayet edenlerden, onu Rasûlullah
(s.a.v)'tan aldıklarına dair yemin ettirme prensibi vardı. Hz. Âişe
(r.anha)'nin, ölünün yakınlarının ağlamasının, ölünün kabir azabı çekmesine
neden olacağına dair İbn Ömer'in haberini kabul etmemesi de bu cümledendir.[540]
Muarızlarımız,
ibâdetlerle ilgili konularda haber-i vâhidle ameli inkâr ettikleri vakit, iki
kişinin veya yeminle birlikte bir kişinin rivâyetiyle ameli de reddetmiş
oluyorlar. Bu durumda Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin (r.h)
uygulamaları, onların aleyhine bir delil teşkil eder. Biz, haber-i vahidin
makbul olduğunu söylediğimiz vakit, onun şüpheden uzak olup aksine hüküm
bildiren bir delil bulunmadığı ve onun sıhhatini zedeleyecek bir hâl arız
olmadığı durumda kabul edildiğini ifade ediyoruz."[541]
3. Delil : Haber-i vâhidle
amel etmenin caiz olduğunu gösteren bir diğer delil de şudur: Hz. Peygamber
(s.a.v)'in, İslâmî hükümleri tebliğ, helâl ve haramı açıklamak maksadıyla çevre
memleketlere elçiler gönderdiği tevâtüren bilinmektedir. Bu elçilerin yamndâ
bazen yazılı bir şeyler bulunurdu. Rasûlullah (s.a.v)'m emirlerini nakletmeleri
genelde âhad yolla tek başlarına olurdu. Bu elçilerde masum vasfı aranmadığı
gibi bazen haberlerinde zan altında kaldıkları da olmuştur. Eğer âhad haberler
delil olmasaydı tebliğ, bir mânâ ifade etmez; bilakis insanlığı hak yoldan
sapıtmak gibi bir şey olurdu.
Şayet,
"Münâkaşa mevzuumuz, müçtehidin amelinin vâcib olup olmadığı meselesidir;
yoksa elçi gönderilen kimseler, mukallid olabilirler" denilecek olursa,
şöyle karşılık verilir: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, müçtehid olan sahabelere,
hükümlerin tebliğ edilmesinde tevatür derecesinde bir sayıya ihtiyaç duymadığı,
bilakis tek tek fertler göndermekle yetindiği tevâtüren bilinmektedir.
Buna
karşılık muarızımız: "Öyleyse, itikadı konuların da zannî delillerle
tesbit edilmesi ya da haber-i vahidin kesin ilim ifade etmesi gerekir. Çünkü
Rasûlullah (s.a.v), Muaz b. Cebel'i (r.a) elçi olarak gönderirken: 'Sen, kitap
ehli olan bir topluluğa gidiyorsun; onları, ilk önce Allah'tan başka ilâh
olmadığına ve benim. O'nun Rasûlü olduğuma şehâdet etmeye çağır,' [542]
buyurmuştur." diyecek olursa, cevabımız şudur:
"Allah
ve Rasûlü'ne imana davetle emretmek, herkesin tevatürle bildiği bir durumdur.
Hem hiç kimsenin, Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından gönderilen elçilerin, bunu
yerine getirmekle görevlendirildiklerinde en ufak bir şüphesi yoktu. Muaz'a
(r.a) da herşeyden evvel, bunlara davet etmesini emretmiştir. Zira kâfirlerin,
bu esasları kabule çağrılmaları kesin bir emir veya sünnettir. Hem onların
hemen imana girerek büyük bir sevaba ulaşmaları muhtemeldir."[543]
Râfizîler
ve onlar gibi düşünenler, haber-i vahidin yalnızca zan ifade ettiğini, bu
nedenle böyle bir haberle amel etmenin mümkün olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Delil olarak da: "Allah Teâlâ zanna tâbi olmayı yasaklamış ve onu kınayarak:
'Hakkında
bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme!'[544]
'Onlar,
başka şeye değil, sadece zanna tâbi oluyorlar. Zan ise hak konusunda hiçbir şey
ifade etmez,' [545]
buyurmuştur. Bu âyetlerdeki kınama ve yasaklama, hürmete yani zanla amelin
haram olduğuna delâlet etmektedir," demektedirler.
Bu
anlayış ve yaklaşım sahibine şu cevapları veririz:
1- Bahsi edilen konu, kat'î bir konudur. Ayetler
ise her ikisi de umum ifade ettiğinden zannîdirler. Bu tür âyetler, tahsis
edilmedikleri müddetçe, size göre de zan ifade ederler. Şayet, Hanefîlerin
dediği gibi umum ifade eden âyetler, tahsis edilmedikleri sürece kat'iyyet
ifade eder, diyecek olursanız bu, size bir şey kazandırmaz. Zira Hanefîlerin
kasdettiği kat'iyyet, daha genel anlamda bir kat'iyyettir. Yani âyetin,
herhangi bir delilden ötürü, başka şeye ihtimali bulunmaması demektir.
Sözkonusu mesele ise daha özel mânâda bir kat'iliğe sahiptir. Yani, bir
delilden kaynaklansın veya kaynaklanmasın herhangi bir ihtimale imkân
vermemesidir. Bu itibarla genel mânâda kat'î oldukları farzolunsa bile bu iki
âyet, daha özel mânâda kat'iyyet ifade eden bir meseleye delil getirilemez.
Çünkü her an kendisine ihtimal arız olabilir, demektir. Böyle olan bir şeyle
de ihtimale mahal olmayan bir mesele, kesin olarak tesbit edilemez.
2- Bu iki âyetin, zanla ameli iptali sahih
görülse, Kur'ân'ın zahiriyle amel etmenin de iptal edilmesi gerekecektir. Çünkü
bu, zanla ameldir. Böyle bir şey ise icmâen bâtıldır. Kaldı ki biz, her iki
âyetin de Kitab'ın zahirinden olduğunu söylüyoruz. Bu nedenle, Kur'ân'ın
zahiriyle ameli iptal ettikleri zaman, hüküm kendilerine de
dönecek
ve bu âyetlerle delil getirmek sahih olmayacaktır.
3- Âyet-i kerîmelerde, kendisiyle amel etmenin
haram olduğu bildirilen zan, Allah'ın birliği gibi itikada ve usûlü'd-dine ait
mesele-lerdeki zandır. Amelî konularda ve fıkhı meselelerde zanna itibarın ve
ona göre davranmanın vâcib olduğu, daha evvel geçen kat'î delillerle ortaya
konmuştu. Bu nedenle âyetlerde geçen zannı, belirttiğimiz şekilde anlamak
gerekir.
4-
Ayrıca zan ile amelin haramlığını ifade eden âyetlerin, bizi muhatab aldığını
kabul etmiyoruz. Çünkü ilk âyet, doğrudan Hz. Peygamber (s.a.v)'e hitab
etmektedir. Hz. Peygamber'in (s.a.v), vahyi bekleyerek yakînî bilgi elde etme
imkânı varken, zanna tâbi oluşunun haram kılmışı, yakînî bilgiyi elde edebilme
imkânına sahip olmayan bizler için de haramlığını icab ettirmez. Ayrıca âyette
geçen "ilim"den, zannı da içine alan mutlak bir tasdik kasdedilmiş
olabilir. Zira zanna da ilim isminin verilmesi yaygındır. O zaman mânâ şöyle
olur: "Bilmediğin veya şüpheye düştüğün ya da kararsız kaldığın şeyin
peşine düşme." Yine: "Hakkında bilgi sahibi olmadığın şey"den
maksat, "Aksi, sana malum olan şey" olabilir. Bu durumda âyet, zannı
içine almaz. Çünkü sahibi, amel ettiği şeyin aksini bilmiyor; ancak vehim
sözkonusu olabilir.
İkinci
âyette ise zannm kötülenmesi, sadece bazı vakitlerde ona tâbi olunduğundan
dolayı değildir. Bilakis onların, her zaman zanna tâbi olup hiçbir vakit ilme
tâbi olmamalarındandır. Bunun da yerilecek bir davranış olduğunda hiçbir şüphe
yoktur. Çünkü böyle bir davranışta, kat'î olarak bilinen şeyleri terk etme
sözkonusudur.
Eğer
"Madem ki Hz. Peygamber (s.a.v), Kur'ân'ın yazımını onun hücciyyetini
tesbit için emretmemiş ve yazı da kat'iyyet ifade etmiyorsa, böyle bir emrin
verilmesindeki hikmet ne olabilir?" diye sorulacak olursa, buna şöyle
cevap veririz:
Kur'ân'ın
yazılmasına dair emirdeki hikmet, âyetlerin tertibi ve konulacak yerini tesbit
içindir. Bu itibarla âlimler, tertibin, Cebrail (a.s) tarafından Rasûlullah
(s.a.v)'a getirildiğinde ve tevkîfî olduğunda ittifak etmiştir. Bilindiği gibi
Kur'ân, durum ve hadiselere göre parça parça iniyordu, (inen âyetin hangi sûreye
ve hangi sıraya konacağını Allah (c.c) bildiriyor, Rasûlullah (a.s) da vahiy
kâtiplerine söylüyordu.)
Bir
diğer hikmet de sûrelerin tertibini beyândır. Kuvvetli ve tercih edilen görüşe
göre sûrelerin tertibi de tevkifidir yani akla değil, vahye dayanır.
Bir
diğer hikmet, Kur'ân'm kat'iyyetini daha fazla ortaya koymaktır. Biz, yazının,
herhangi bir şeyi tesbit yollarından biri oluşunu inkâr etmiyoruz. Şu kadar var
ki, sırf yazımla bir şeyi tesbite çalışmak, bırakın lafzı tevatürü, mücerred
sözlü rivayetten bile daha zayıf bir yöntemdir. Ancak yazı, herhangi bir
hususun zaptında, kendisinden daha kuvvetli bir yöntemle birleştiği zaman
kuvvet ve güvenilirliği artar.
Ayrıca
Kur'ân'm daha fazla güvenilirliği için yazımına ihtiyaç gösteren başka sebepler
de vardır. Bunlar, şöylece sıralanabilir:
1- Kur'ân, Allah'ın kitabı ve kıyamete kadar
bütün mahlukâta gönderilmiş bir elçi olan Hz. Muhammed (s.a.v)'in en büyük
mucizesi olması sebebiyle, O'nun zaptındaki kuvvet ve te'kidi artırmak. Zira
Kur'ân, Hz. Peygamber (s.a.v)'in mucizeleri arasında sonraki nesillere O'nun
nübüvvetini isbat eden, en kat'î ve en açık bir delil olarak kalacaktır.
2- Kur'ân, İslâm şeriatının esasıdır. Şâri'in
(Allah Teâlâ) delil olarak kabul ve itibar ettiği diğer deliller ve asıllar,
sonuçta ona dayanmaktadır. İtikada ve fürûa ait meseleler, Kur'ân'da tesbit
edilmiştir. Bu nedenle Kur'ân'm yok olup kaybolması, bütün bu hususların da
ortadan kalkması ye şeriatın yok olması sonucunu doğurur.
3- Allah Teâlâ, gerek namazda ve gerekse namaz
dışındaki ibâdetlerimizde, Kur'ân okumamızı istemiş, bir tek harfini bile değiştirmemize
izin vermemiştir.
İşte
Kur'ân, bu son derece önemli konuları ihtiva ettiğinden dolayı Sâri olan Allah
Teâlâ, ona çok büyük bir önem vermiş, onu yüce himayesine almış, bu sebeple de
insanların sübûtu konusunda tamamen tatmin olmaları için lafızlarını ve
metnini, büyük küçük, kuvvetli zayıf mümkün olan her türlü isbat ve tesbit
vasıtalarıyla zap-detmiş, böylece kıyamete kadar gelecek olan insanların elinde
bulunmasına imkân hazırlamıştır. Aynı şekilde, Kur'ân'm mânâlarını da onun
şârihi olan sünnet vasıtasıyla muhafaza buyurmuştur.
Hadislerin
birbirleri ile münasebeti bakımından bir tertip sözkonusu olmadığından sünnet,
düzen bakımından Kur'ân gibi değildir. Hem sünnet mucize değildir ve Allah
Teâlâ, lafızlarını okumak suretiyle ibâdet etmemizi de bizden istememiştir.
Ayrıca sünnetin hakiki mânâsını korumak şartıyla, lafızlarının benzerleriyle
değiştirilmesine (ve mânâ yoluyla rivayete) müsaade edilmiştir. Çünkü sünnetin
gayesi, Kitab'ı izah etmek ve hükümlerini açıklığa kavuşturmaktır.
Böylece
bu amacın gerçekleşmesinde, mânânın anlaşılması yeterlidir. Anlam
bozulmadıktan sonra lafızların Rasûlullah'tan sâdır olması ile bir başkasından
sâdır olması aynıdır.
Kur'ân,
diğer delillerin tesbitinde, itikad esaslarının tayini ve fürûa ait temel
prensiplerin ortaya konmasında bize yeterli olmaktadır. Bundan dolayı Sâri
(Allah ve Rasûlü), Kur'ân'a gösterdiği ihtimamı sünnete göstermemiş; onun
naklinde bir tek delili, yani sözlü rivayeti yeterli bulmuştur. Eğer sözlü
rivayet, yazım ve tevatür gibi bütün tesbit vasıtalarıyla bir arada bulunacak
olsa bu en iyisidir.
Bütün
bunların yanında, Kur'ân'm hacmi ile görevini ona açıklamak ve izah etmek olan
sünnetin hacmi arasındaki apaçık farkı da gözardı etmemek lâzımdır. Bilindiği
gibi şerh, her zaman şerh edilenden daha hacimli ve daha kabarık olur.
Normalde hacmi küçük olan şeyin, bütün nakil imkânlarıyla nakli daha kolaydır.
Ama hacmi kabarık olan şey böyle değildir. Özellikle de ümmî bir toplum olan
Arapların bu şeyi nakletmeleri sözkonusu olunca.
Bir
de sünnetin, Rasûlullah (s.a.v)'m söz, fiil ve takrirlerinden meydana geldiği
gözönünde bulundurulunca bütün tesbit vasıtalarıyla zaptı güçleşmektedir.
Rasûlullah (s.a.v)'m her hâlinde, tevatür derecesinde bir kitlenin ve yazma
imkânına sahip bir grup sahabenin, O'nunîa birlikte bulunması mümkün değildir.
Dolayısıyla her duyduklarım ve müşahede ettiklerini, yanlarında bulunmayanlara
veya kendilerinden sonrakilere yazılı ve sözlü tevatür yoluyla bildirmeleri, ne
mümkün ve ne de zorunludur.
Şunu
da unutmayalım ki, Rasûlullah (s.a.v)'ın bir sözü ya da fiili, okuma yazma
bilmeyen tek bir sahabenin önünde vuku bulmuş ve bir daha da Hz. Peygamber
(s.a.v) onu tekrarlamamış olabilir. Ama Kur'ân için durum böyle değildir. Çünkü
Rasûlullah (s.a.v), âyet ve sûreleri muhtelif kitlelerin huzurunda okuyordu. Bu
kitlelerin içerisinde, okuma yazma bilen de bilmeyen de bulunuyordu. Yine
Kur'ân âyetleri, Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından, farklı zaman ve zeminlerde
hiçbir değişikliğe uğratılmadan aynı lafızla tekrar ediliyordu. İşte bütün bunlardan dolayı Kur'ân'ın zapt ve
naklinde, nakil vasıtalarının hepsi bir arada kullanılıyordu.
Muarızımız,
yukarıdaki anlattıklarımızla ikna olmayıp: "Eğer mesele, yalnızca sünnetin
yazılmasını emretmemekle kalmış olsaydı, söylediklerin iknaya yeter, şüpheleri
giderebilirdi. Ne var ki mesele, bununla kalmamış, bilakis, sünnetin yazımının
yasaklanmasına ve hatta daha önce yazılmış olanların yok edilmesine kadar
uzanmıştır. Bu durum, Hz. Peygamber (s.a.v)'in sünnetin sonraki nesillere
nakle-dilmemesini istediğini gösterir. O'nun bu arzusu ise sünnetin hüccet
olamayacağı neticesini doğurur. Çünkü hüccet olsaydı, nakil yollarından
herhangi birisiyle nakline engel olunmazdı," diyecek olursa, kendisine
şöyle cevap veririz;
Daha
evvel izah ettiğimiz üzere, bir nassın yazılı olması, onun delil olabilmesinin
şartlarından değildir. Üstelik yazı, kat'iyyet de ifade etmez. Bir anlık,
yazının kat'iyyet ifade ettiğini kabul etsek bile, delilin kat'î bir yolla
tesbit edilmiş olma zarureti yoktur. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a.v)'in,
sünnetin yazımını yasaklamış olması, onun sünnetin naklini istemediğine ve onun
hüccet olamayacağına bir delil teşkil etmez. Rasûlullah (s.a.v), bu yasağın
hemen ardından, daha etkili ve kuvvetli bir nakil yoluyla hadislerin rivayet
edilmesini emretmişken, nasıl olur da sözkonusu yasağın, sünnetin delil olamayacağına
delil teşkil ettiği söylenebilir?
Müslim'in,
Ebû Said el-Hudrî (r.a) tarikiyle rivayet ettiği bir haberde, bizzat Hz.
Peygamber (s.a.v), kendisine kasden yalan isnadında bulunan kimseleri,
şiddetli bir azabla korkutmuştur. Bu konudaki şu rivayetleri de hatırlayalım:
Buhârî
ve Müslim, Ebû Bekir (r.a)'den şu hadisi nakletmiş-lerdir: "Burada
bulunanlar, bulunmayanlara (sözlerimi) iletsin. Zira sözümü duyan birisi, onu,
kendisinden daha iyi kavrayacak birisine ulaştırmış olabilir."[546]
İmam
Ahmed'in, Zeyd b. Sabit (r.a)'ten yaptığı bir rivayette de Rasûlullah (s.a.v):
"Bizden bir hadis işitip de onu başkasına nak-ledinceye kadar hafızasında
tutanın, Allah yüzünü ağartsın. Nice
kimseler
vardır ki, kendilerinden daha fakih (daha anlayış sahibi) olanlara fıkıh
(malzemesi olacak hadis) aktarır. Nice fıkha malzeme ve kaynak olacak ilim
taşıyanlar vardır ki, kendisi fakih değildir,"[547]
buyurmuştur.
Tirmizî'nin,
İbn Mesud (r.a)'dan yaptığı bir rivayette: "Bizden bir şey işitip de onu,
duyduğu gibi başkalarına ileten kimsenin, Allah yüzünü ak etsin. Kendilerine
haber iletilen nice insanlar vardır ki, onu bizzat işitenden çok daha iyi
kavrarlar, "[548]
buyurulmuştur.
İmam
Alımcd, Cübeyr b. Mtıt'im yoluyla yaptığı bir rivayette, Hz. Peygamber
(s.a.v)'in şöyle buyurduğunu kaydetmiştir: "Allah, sözümü işitip belleyen,
sonra da onu işitmeyenlere nakleden kimsenin yüzünü ak etsin. Zira kendisine
tebliğ yapılan nice kimseler, kendisine nakil yapandan daha anlayışlı ve daha
kavrayışlıdır."[549]
Buharî'nin
rivayetinde Hz. Peygamber, Abdu'1-Kays heyetine, birtakım tavsiyelerde
bulunduktan sonra şöyle buyurmuştur: "Bunları iyi belleyin ve
(memleketinize döndüğünüz vakit) oradakilere iletin:[550] İmam Şafiî ve başkalarının, Ebû Râfî'den
yaptıkarı rivayette Allah Rasûlü (s.a.v), şöyle buyurmuştur: "Sizden
birinizi, koltuğuna yaslanmış bir vaziyette iken kendisine benim emir ve
nehiylerimden birisi geldiğinde: 'Biz anlamayız, Allah'ın Kitabı'nda ne
bulduysak ancak ona tâbi oluruz,' derken bulmayayım."[551]
Benzeri rivayetleri daha da çoğaltmak mümkündür.
Hz.
Peygamber (s.a.v)'in, hadislerin ezberlenip rivayet edilmesini emretmesi,
kendisine yalan isnad edilmesine karşılık şiddetli bir ceza ile korkutması,
sünnetin dinleyenler ve kendilerine tebliğ yapılanlar için ne kadar önemli
olduğunu, inananlar için ne büyük faydalar içerdiğini, ayrıca onun, dinde bir
hüccet ve ilâhî ahkâm için bir açıklama olduğunu apaçık göstermez mi?
Daha
önce zikrettiğimiz rivayetlerde geçtiği üzere Hz. Peygamber (s.a.v)'in,
hadislerin tebliğini emrettikten sonra, "Nice fıkha kaynaklık edecek
hadis ve haber taşıyanlar vardır ki, (kendisi onlardan hüküm çıkaracak
seviyede) fakih değildir. Ve yine nice fıkıh (malzemesi) taşıyanlar vardır ki,
kendilerine naklettikleri, onlardan daha
anlayışlıdır"
buyurması, sünnetin dinde bir hüccet ve şer'î hükümlerde kaynak olduğuna en
güzel bir delildir. Rasûlullah (s.a.v)'m bu sözü, hadisleri bizzat işiten
kimselerin, onları, sonraki nesle iletme-lerindeki gayenin, bu neslin
hadislerin içerdiği rikhî ve şer'î hükümleri istinbat etmelerine imkân verme
anlamı taşır. Bu ise hadislerin bir hüccet ve içerdiği hükümlerin tesbit
edildiği bir delil kabul etmeden mümkün değildir. Zerre kadar aklı ve imam
olan birisi bilir ki Hz. Peygamber (s.a.v), hadislerin rivayet edilmesine dair
emrini, tarihte bazı melik ve idarecilerin yaptığı gibi sırf meclislerde
konuşma konusu olsun diye vermemiştir. Allah Rasûlü (s.a.v), ümmetine hiçbir
fayda sağlamayacak, onları oyun ve boş işlere sevk edecek şeyleri emretmekten
çok uzak ve beridir.
İmam
Şafiî'nin (r.h), Ibn Mesud (r.a)'un hadisini değerlendirirken söyledikleri de
sözümü destekler mahiyettedir. Hazret, demiştir ki: "Hz. Peygamber
(s.a.v), sözlerine kulak verilip ezberlenilerek onların başkalarına
iletilmesine teşvik ettiğine göre bu, Rasûlul-lah'ın, ancak duyan kimseler için
hüccet teşkil edecek nitelikteki şeylerin, kendisinden nakledilmesini
emrettiğini gösterir. Çünkü Hz. Rasûl (s.a.v/den, ancak yerine getirilmesi
gereken bir helâl veya kaçınılması gereken bir haram ya da tatbik edilecek bir
had yahut alınıp verilecek bir mal yahut din ve dünya ile ilgili bir nasihat
tebliğ edilebilir. Ayrıca bu hadîs, fakih olmayan ve künhüne vâkıf olmadığı
halde hadisleri ezberleyen kimselerin, bu nitelikteki hadisleri nakledebileceklerini
göstermektedir."[552]
Bunun
yanında özellikle Rasûlullah (s.a.v)'a yalan isnad etmenin, neden büyük bir
günah olduğunu ve bunu yapanın şiddetli bir azabı hakettiğini düşünelim.
Halbuki başkaları adına yalan söylemek de haram olduğu halde, böyle
değerlendirilmemiştir. Eğer başkalarına yalan isnad etmekle, Hz. Peygamber
(s.a.v) adına yalan söylemek aynı seviyede olsaydı, yukarıdaki tehdidin
Özellikle zikredilmesinin bir hikmeti olmazdı.
Rasûlullah
(s.a.v)'m kendisine yalan isnad etmeye özellikle işaret edip bu suça karşılık
şiddetli bir azabı müjdelemesinin, hiç şüphesiz, ciddi bir sebebi vardır.
Çünkü böyle bir durum, şeriat hükümlerinin tebdilini, helâlin haram, haramın
da helâl görülmesini ortaya çıkarır. Bu da sünnetin vazgeçilmez bir hüccet ve
şeriat hükümlerine kaynaklık etmesinden dolayı olmaktadır. Bu görüşlerimizin
gerçekliğini görmek istiyorsan, Buhârî ve Müslim'in,. Muğire (r.a)'den rivayet
ettikleri şu hadise bir bak: "Benim adıma söylenen yalan, başkası adına söylenen yalan gibi değildir.
Kim, kasden benim adıma yalan söylerse Cehennemdeki yerine hazırlansın."[553]
Sonra
İmam Müslim'in, Ebû Hureyre'den (r.a) rivayet ettiği şu hadisi düşün:
"Âhir zamanda yalancılar, deccaller çıkacak. Sizin ve babalarınızın
(öncekilerin) duymadığı hadisleri size getirecekler. Onlardan sakının; sizi sapıtıp
fitneye düşürmesinler."[554]
Şimdi,
Allah için söyle! Hz. Peygamber (s.a.v)'in hadisleri dinde hüccet olmasaydı,
O'na isnad edilen uydurma hadislere karşı, sakındırmanın ne anlamı olurdu?
Niçin böyle bir durum, fitne ve sapıklığı beraberinde getirsin? Şayet hadisleri
rivayetteki maksat, Arapların ve diğer milletlerin haberlerini ve birtakım
şiirleri rivayette olduğu gibi sırf bir teselli ve eğlence olsaydı, bu noktada
yalancı ile doğru söyleyenin eşit olması gerekmez miydi? Aralarında bir fark
olsa bile bu, fitne ve sapıklıktan sakındıracak kadar büyük bir fark olur muydu?
Elbette ki hayır. Fakat sünneti diğerleri gibi düşünmemiz imkânsızdır.
Sonuç
olarak buraya kadar zikrettiklerimizin hepsi, sünnetin hüccet olduğunu apaçık ortaya
koymaktadır. Bütün bunlar, akıl ve idrak sahibi olanların yanında, Hz.
Peygamber (s.a.v)'in bizzat kendi açıklaması mesabesindedir. Aynı zamanda
O'nun, sünnetin nakil ve muhafazasına olan rağbetinin bir göstergesidir.
Bütün
bunlar apaçık ortadayken, nasıl olur da Rasûlullah (s.a.v)'m sünnetlerin
korunmasına önem vermediği, yazımını nehyet-mesinin de bunu gösterdiği,
dolayısıyla onun dinde hüccet olamayacağı düşünülebilir ve söylenebilir? Fakat
gerçekleri herkes anlayamaz ki! Allah Teâlâ'nın ilâhî ihbarı şöyledir:
"Rasûlüm! Elbet sen, (hakkı) kalbi ölülere duyuramazsın. Arkalarını dönüp
giden sağırlara daveti işittiremezsin. (Gönül) gözleri kör olanları,
sapıklıklarından kurtarıp hidâyete ulaştıramazsın. Sen, ancak âyetlerimize
iman edip teslimiyet gösterenlere davetini ulaştırabilirsin."[555]
Eğer
muhaliflerimiz: "Şimdiye kadar, Kur'ân'ın yazılması ve onunla birlikte
sünnetin yazıya geçirilmemesine ilişkin emrin hikmetlerini beyân ettiniz. Ne
var ki söyledikleriniz, sünnetin yazımını yasaklamanın da bir gerekçesi olamaz.
Çünkü onun mucize olmayışı, okunmak suretiyle ibâdet edilmeyişi, Kur'ân'ın
izahı ve açıklayıcı konumunda bulunması, yazımın yasaklanmasına bir neden
teşkil etmez. Bu, olsa olsa Sahâbe'nin yazıp yazmamada serbest bırakılmasını
icab ettirebilir. Hem siz, sünnetin hüccet oluşuna dair delillere dayanarak,
sözkonusu yasağın, onun hücciyyetini iptal etmeyeceğini ileri sürdünüz. Fakat
yasaklamasının da bir nedeni olması gerekmez mi? Bunun ne olduğunu bize izah
edebilir misiniz?" diyecek olurlarsa, cevâbımız şu olur:
Alimlerimiz,
bu yasağın hikmetine dair, birkaç görüş ileri sürmüşlerdir.
1-
Hz. Peygamber (s.a.v), sünnetin Kur'ân'la karıştırılması endişesiyle, ashabı
bundan menetmiştir.[556]
Burada şöyle bir itiraz ileri
sürülebilir: "Bu karışıklığın herhangi bir zararı yoktur. Çünkü Kur'ân da
sünnet de sert hükümlerin kaynağıdır. Dolayısıyla bizim için önemli olan,
hükümler tesbit edilirken dayandığımız delilin Rasûlullah (s.a.v)'dan sâdır
olmasıdır. Bunun sünnet veya Kur'ân olması farketmez. Yeter ki bu ikisinden
başka bir şey olmasın."
Bu
itiraz tutarlı değildir. Çünkü Kur'ân, pek çok bakımdan, sünnetten farklı ve
ayrıdır. Herşeyden önce Kur'ân'ın tilâveti, ibâdettir. İ'câzı ile kıyamete
kadar, Hz. Peygamber'in risâletine delildir. Bu itibarla o, her ne kadar
hüccet olma bakımından, sünnetle aynı gibi gözüküyorsa da kendine has farklı
özelliklerinden dolayı mutlaka sünnetten ayrı değerlendirilmelidir.
Yine:
"Kur'ân'ın i'câzı, onun sünnetten farkedilmesi için yeterlidir. Ayrıca
yazıyla temyizine gerek yoktur," şeklinde bir itiraz gelebilir. Ancak bu
da tutarlı değildir. Çünkü Kur'ân'ın i'câzını, ancak Arap belagatının
zirvesinde olduğu ilk devirlerdeki söz sahibi olmuş kimseler anlayabilir. Fakat
hangi asırda olursa olsun belagatla ilişkisi olmayanlar -ki bunlar hep
çoğunlukta olmuştur- onu sünnetten ayırdedemezler. Özellikle de kavlî (sözlü)
sünnetin, Arabın en fasihi ve beliği bir zâttan sâdır olduğunu ve neredeyse
belagat bakımından Kur'ân'a yakın bulunduğunu nazar-ı dikkate aldığımız vakit,
bunu daha iyi anlayabiliriz. Bu nedenle sünnetle Kur'ân'ı birbirinden
ayır-dedebilmek, öyle herkesin anlayacağı bir iş değildir. Onu, parmakla
sayılacak kadar çok az insan farkedebilir. Belagatta ilgisi ve bilgisi
olmayanlar, Kur'ân'ın i'câzını kendiliklerinden anlayamazlar. Onlar, bunu ancak
Hz. Peygamber (s.a.v)'in belagat ve fesahat ustalarına, Kur'ân'ın en kısa sûresinin bir benzerini
getirme yolundaki meydan okumasını ve onların bundan âciz kaldıklarını görerek
anlayabilirler.
Bu
şekilde Kur'ân'ın i'câzı ortaya çıktığı vakit, onlar, için Hz. Muhammed
(s.a.v)'in peygamberliği de sabit olmuş olur. Peygamberliği sabit olan bu
zâtın: "Şu sûre veya şu âyet ya da şu kelime Kur'ân'dandır," diye
haber verdiğinde, doğru söylediği apaçık ortaya çıkar. Hz. Peygamber (s.a.v)'in
bu şekilde haber vermesi de Arabi -Acemi, beliği ve beliğ olmayanı ile bütün
ümmet için Kur'ân'ın, Peygamber'in dışında bir kaynaktan geldiğini ortaya
koymaya yeter.
Elbette
Rasûlullah (s.a.v)'ın bizzat haber vermesi, yalnızca kendi asrındakiler için
mümkündür. Bütün ümmet için böyle bir şey sözkonusu değildir. Bu nedenle Hz.
Peygamber (s.a.v), Kur'ân'ı işitenlerin iyice belleyememesi ve insanlar
arasında tamamen yayılmaması sebebiyle, uzun zaman sonra, onda birtakım
karışıklıkların meydana gelmesinden endişeleniyordu. Özellikle de âyet, kelime
veya harflerinin karıştırılması, O'nu tedirgin ediyordu. İşte bu yüzden,
Kur'ân'ın yazılarak, kendisinden sâdır olan diğer sözlerden ayrılmasına şiddetle
özen gösteriyordu. Bu itibarla Kur'ân, herkes tarafından güzelce öğrenilip halk
arasında yayılmcaya ve diğer sözlerden tanınıp ayrılabilir hâle gelinceye ve
herhangi bir ihtilâf meydana geldiğinde ya da birisinin hata etmesi hâlinde,
kalabalık halk kitlelerinin, sözkonusu hata ve ihtilâfları düzeltebilecekleri
bir seviyeye ulaşıncaya kadar, sadece Kur'ân'ın yazılmasını emretmiştir.
Ümmetin bu konuma geldiğine kanaat getirdiği zaman, sünnetin yazılmasına
müsaade buyurmuştur. Nitekim bu konuya ileride değinilecektir.
2-
Rasûlullah (s.a.v), Sahâbe'nin yazdıklarına güvenerek gevşemeleri, bu nedenle
de en belirgin vasıfları ve fıtrî Özellikleri olan ezberleme hassalarını ihmal
etmeleri sonucunda bu melekelerin giderek zayıflaması endişesiyle sünnetin
yazımını yasaklamıştır.[557]
Yazmaya
ve yazdığına güvenek ezberlemeyi ihmal etmenin, ilmin kaybolmasında ne derece
etken olduğu herkesçe malumdur. Bunu, daha evvel izah etmiştik. Bundan dolayı
yazım yasağı, yalnızca hafızası kuvvetli, unutkanlıktan emin olan kimselere
getirilmiştir. Bunun yanında Ebû Şah kıssasında değinileceği gibi hafızası
zayıf olanlara izin verilmiştir. Aynı şekilde, kuvvetli bir hafızaya sahip olup
da çok sayıda hadis topladığı için hepsini ezberlemekte güçlük çeken Abdullah b.
Amr (r.h) gibilerine de onları yazma müsaadesi verilmiştir.
Eğer,
"Hafızanın zayıflamasına, ilmin yok olup gitmesine neden olacak kadar
yazıya güvenip gevşeme, Kur'ân için de sözkonusudur. Bu takdirde niçin onun
yazımı yasaklanmamıştır?" denilecek olursa, şu cevabı veririz:
Mesele
Kur'ân olunca, bu hikmetten ayrı bir durum arzeden ve Kur'ân'm yazılmasını
gerektiren birtakım başka sebepler vardır. Öyle ki bu sebepler, bahsedilen
hikmete ağır basmış, ona üstün gelmiştir. Böylece Kur'ân yazıldığı zaman meydana
gelebilecek (hıfzı ikinci plana itme, gevşeme gibi) zararları ortadan
kaldırmıştır. Hatırlanacağı gibi bu sebepler, Kur'ân'm i'câzı, kıraatıyla
ibâdet olunması ve bunlardan başka daha önce değindiğimiz hususlardır. Böylece
Kur'ân'm yazılmasının niçin emredildiği anlaşılmış olur.
Kur'ân'm
yazımından doğabilecek olan zararların giderilmesi şu nedenlerle mümkündür.
Öncelikle kıraati ile ibâdet edilmesi şartı, mükellefin onu ezberlemesini
gerektirir. Ayrıca onun i'câzı, nazmının akıcılığı, üslûbunun cazibesi gibi
hususlar da yazanı ezberlemeye teşvik eder.
3-
İslâm'ın ilk devirlerinde yazma bilenlerin oranı oldukça azdı. Bu da ehemmi
mühimme tercih ederek, yazı bilenlerin gayretlerini Kur'ân'm yazımına teksif
etmelerini ve ondan maadasını yamakla yazmamalarını icab ettirmiştir.[558]
Bu
yüzden yazma bilenler artınca Rasûlullah (s.a.v), hadislerin yazılmasına izin
vermiştir. Nitekim Efendimizin, Abdullah b. Amr'a söylediği ile ölüm
hastalığında iken bazı şeyleri yazmaya niyetlendiğine dair rivayetler ileride
zikredilecektir.
4-
Ashâb, yazma işinde zayıf ve maharet sahibi olmadıkları için sünnetin kaydında
hata etmeleri endişesiyle yazmaktan menedilmiş-lerdir. Buna göre Hz. Peygamber
(s.a.v)'in yazmamalarını istediği kimseler, güzel yazı yazamayan kimselerdi. Bu
işi iyi becerenlere ise müsaade edilmiştir. Nitekim Abdullah b. Amr (r.a)'a bu
izin verilmiştir.
Bu
konuda şöyle bir itiraz karşımıza çıkabilir: "Sünnetin yazı-mındaki yasağı
ortaya koyan temel delil, Ebû Said el-Hudrî'nin
rivayetidir.
Bu rivayetten ilk anlaşılan, sünneti yazmaları yasaklanan kimselere, Kur'ân'ı
yazabilecekleri yolunda izin verilmiş olduğudur. Eğer yasağın illeti, yazıda
meydana gelebilecek hata endişesi ise onların Kur'ân'ı yazmalarına nasıl
müsaade edilebilir? Bunun
mâkul
olduğunu ispatlayabilmek için Ebû Said (r.a) rivayetinde akla gelen bu durumun
tersini ispat etmek mecburiyeti vardır."
Sünnetin
yazıya geçirilmeyişinden dolayı hüccet olamayacağı şeklindeki şüpheyi kökünden
temizleyecek hususlardan biri de Hz. Peygamber (s.a.v)'in, sünnetin yazımına
izin vermiş olmasıdır.
İbn
Abdilberr, Abdullah b. Müemmil, İbn Cüreyc ve Ata tarikiyle, Abdullah b. Amr'ın
şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v)'a: "İlmi kaydedeyim
mi?" diye sordum, bana: "Evet, kaydet" buyurdu.[559]
Ata, "İlmin kaydedilmesi
nedir?" diye sormuş, Abdullah da "yazılmasıdır" karşılığını
vermiştir.
Başka
bir rivayette ise Abdullah İbn Amr: "Ey Allah'ın Rasûlü! İlmin
kaydedilmesi ne demektir?" diye sormuş, Rasûlullah (s.a.v) da:
"Yazılmasıdır/' şeklinde cevap vermiştir.[560]
Aynı rivayeti, İbn Kuteybe, İbn Cüreyc ve Ata tarikiyle nakletmiştir.[561]
"İlim"
den murâd, özellikle hadistir.[562]
İmam
Ahmed, Abdullah b. Amr'ın (r.a) şu sözünü rivayet etmiştir: Rasûlullah
(s.a.v)'dan her duyduğum şeyi yazıyor ve ezberlemek istiyordum. Kureyş, beni
bundan menetti ve: "Sen, Rasûlullah (s.a.v)'dan her işittiğini yazıyorsun.
Halbuki O da bir insandır; neşeliyken de sinirli hâlinde de konuştuğu
olur," dediler. Ben de yazmaktan vazgeçtim. Daha sonra konuyu,
Rasûlullah'a açtım, bana: "Sen yaz! Nefsim elinde olan Allah'a yemin
ederim ki ben, ancak hakkı konuşurum."
Haberi,
ibn Abdilberr de muhtasar olarak şu lafızlarla nakletmiştir: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Sizden her duyduğumu yazabilir miyim?" dedim. "Evet,
yazabilirsin" buyurdu. "Peki, neşeli olsanız da sinirli olsanız da
yazayım mı?" dedim, yine: "Evet, yaz! Çünkü ben, her halükârda haktan
başka bir şey söylemem," buyurdu.[563]
Denilse
ki: "Ibnü'l-Müemmil ve İbn Şuayb tarihleriyle gelen haberlerle ihticacta
bulunmak (delil kabul edilip hükme kaynak yapmak), sahih değildir. Çünkü İbn
Mâin, Nesâî, Dârekutnî ve el-Münzirî, İbnü'l-Müemmil'in zayıf olduğunu
söylemişlerdir. Ebû Hâtim'le Ebû Zur'a, onun hadiste kavi olmadığını
belirtirken İbn Mâin, hadislerinin tamamının münker olduğunu söylemiştir. Ahmed
b. Hanbel de aynı kanaattedir. İbn Adiyy, onun rivayet ettiği hadislerin
tamamının zayıf olduğunu söylemiştir."
İbn
Şuayb, Ebû Davud'a: "Amr'ın babası vasıtasıyla, dedesinden yaptığı
rivayetler, dinde hüccet olabilir mi?" diye sorulduğun da: "Hayır!
Delil olmalarından bahsedemeyiz," diye cevap verdiğini söylemiştir. Yine
İbn Şuayb, Ahmed b. Hanbel'in: "Hadisçiler, Amr'ın babası vasıtasıyla
dedesinden naklettiği hadisleri, dilediklerinde alıyor, istediklerinde terk
ediyorlardı," dediğini haber vermiştir. Elbette bununla, Amr b. Şuayb'm
hadislerindeki endişelerim kaydediyor. Abdülmelik b. Meymun ise Ahmed b.
Hanbel'in: "Amr b. Şuayb'ın, babası kanalıyla, dedesinden yaptığı pek çok
münker haber vardır. Biz, onun rivayet ettiği hadisleri, sadece öğüt almak
maksadıyla yazardık. Hükümde hüccet olmaları ise asla mümkün değildir,"
dediğini haber vermiştir. Ayrıca Yahya b. Said el-Kattan da onun rivayet ettiği
hadislerin zayıf olduğunu belirtmiştir.
Abbas
ise İbn Mâin'in: "Şayet babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ederse, bu
haberi kitaptan almış demektir. Fakat Said ve Süleyman b. Yesar ya da Uruc
kanalıyla rivayet ederse, o zaman sikadır veya benzeri bir durumdadır,"
dediğini söylemiştir.
İbn
Ebî Şeybe de: "İbnu'l-Medînî'ye, Amr b. Şuayb'ın durumunu sordum, bana:
'Eyyûb ve İbn Cüreyc kanalıyla gelen rivayetlerin hepsi sahihtir. Ama babası
kanalıyla dedesinden naklettiklerini bir kitaptan almıştır; dolayısıyla
zayıftır,' karşılığını verdi" demiştir.
Kaldı
ki İbnu'l-Müemmil ve Amr b. Şuayb'ın bu tarikiyle, sadece cerh ve tâdilde
gevşek davranan daha sonraki bazı âlimler ihti-cacta bulunmuştur. Bildiğimiz
kadarıyla rivayetin üçüncü bir isnadı da yoktur. Dolayısıyla yukarıda geçen
(yazımla ilgili haber) sahih değildir.[564]
Buraya
kadar zikredilenler; muhatabımızın, hadisin râvilerinden İbnu'I- Müemmil ve Amr
b. Şuayb'm zayıf olduklarıy-la ilgili iddiasına delil getirdiği rivayetlerdir.
Bunlara cevabımız şu olur:
Önce
İbnu'I- MüemnuTi ele alalım. İbn Sa'd, İbnu'1-Müem-mil'in "sika"
olduğunu söylemiştir. İbn Huzeyme, İbn Hıbban ve
daha
başkaları ise hadislerini sahih bulmuşlardır. İbn Mâin de onun iki rivayetinde
sika, birinde zayıf olduğunu söylemiştir.[565]
Görülüyor
ki imamlar, onun cerh edilip edilmeyeceği konusunda ihtilâf ederek, hepsi cerhe
gitmemiştir. Cerh edenlerden bir kısmı ise rivayet ettiği hadislerinin tamamını
terk etmeyip, bir kısmını kabul etmişlerdir. Hem onun yukarıdaki rivayetini,
İbn Abdilberr (463/1071) ve Zehebî'nin (745/1347), Abdulhumeyd b. Süleyman,
Abdullah b. el-Müsennâ ve Sümâme tarikiyle, Enes (r.a)'den merfû olarak rivayet
ettikleri: "İlmi, yazıyla kaydediniz."[566]
şeklindeki hadis de desteklemektedir.
İbn
Mâin, İbnu'l-Medînî, Nesâî ve Dârekutnî'nin, az önceki hadisin râvilerinden
Abdulhumeyd'i zayıf bulmalarının buna bir tesiri yoktur. Zira Ebû Dâvud ve
daha başka kimseler, onun sika olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca Enes (r.a)
yoluyla gelen rivayeti, Hakim et-Tirmizî'nin yaptığı merfû bir rivayet de
desteklemektedir.
İbn
Şuayb'a gelince; Zehebî (748/1347), onun, zamanının âlimlerinden birisi
olduğunu söylemiştir.[567]
İbn Mâin, İbn Râhe-veyh ve Salih b.
Cezre de onun sika olduğunu belirtmişlerdir.
el-Evzâî
(157/774) de: "Amr b. Şuayb'dan (bugün) daha kâmil bir Kureyşli
görmedim," demiştir. Yine Evzâî: "Mekhul otururken Amr, bana hadis
rivayet etmiştir," der.[568]
İshak
b. Râheveyh (238/853): "Amr b. Şuayb'ın, babası kanalıyla dedesinden
yaptığı'rivayetler, Eyyûb'un Nâft vasıtasıyla İbn Ömer'den (r.a) yaptığı
rivayetler mesabesindedir," demiştir.
Ebû
Hatim (277/890) ise: "Amr'ın, babası kanalıyla dedesinden naklettiği
rivayet, Behz b. Hâkim'in babası aracılığı ile dedesinden naklettiği
rivayetlerden bana çok daha sevimlidir," der. Yine o, Yahya b. Mâin'e, Amr
b. Şuayb'm durumunu sorduğunda, onun kızarak: "Ben ne diyeyim ki? İmamlar,
ondan rivayette bulunmuşlardır," şeklinde cevap verdiğini söylemiştir.
Abbas
ve Muâviye b. Salih de İbn Mâin'in Amr hakkında "sika" dediğini
nakletmişlerdir. İshak el-Kevser de (251)872) İbn Mâin'in:
"Amr'ın rivayet ettiği hadis yazılır," dediğini rivayet etmiştir.
Ebû
Zur'a (281/894) ise: "Amr, sika bir kimsedir. Ondan gelen münker
haberlerin ekseriyeti el-Müsennâ b. es-Sabah ve İbn Cüheya'dan
kaynaklanmaktadır," demiştir.
Yahya
b. Said el-Kattan (198/813) da: "Ondan sika bir râvi rivayette
bulunduğunda, haberi hüccettir," demiştir.[569]
İmam
Ahmed (241/855)'den, Amr'm rivayet ettiği hadisle ihti-cacta bulunulmayacağı
şeklinde nakledilen görüş şayet doğru ise onun bu konudaki bir tereddüdünden
kaynaklanmıştır; kesin kanaatine dayanmamaktadır. Nitekim daha sonra bu
tereddüdü kalkmış ve hüccet olduğu görüşünü belirtmiştir.
İmam
Ahmed'in sözkonusu görüşünün tereddüdünden kaynaklandığına, el-Esrem'in şu
sözü delâlet etmektedir: "Ahmed b. Han-bel'e, Amr b. Şuayb'ın durumu
sorulduğu vakit: 'Bazen hadisleriyle ihticacta bulunuyoruz. Fakat bazen de
kalbimizde bir şüphe belirdiği oluyor,' demiştir."[570]
İmam
Ahmed'in bahsi geçen endişesinin kalkıp, Amr'm rivayet ettiği hadislerin hüccet
olabileceğine kail olduğuna ise Buhârî'nin et-Tarih'in&ekî şu sözü delâlet
etmektedir: "Amr b. Şuayb'ın hadisleriyle, Ahmed b. Hanbel, Ali b.
el-Medînî (234/849), İshak b. Râheveyh (25/853), Humeydî (219/834), Ebû Ebeyd
(224/838) ve diğer hadisçilerin delil getirdiklerini gördüm. Müslümanlardan
hiç kimse, onu metruk kabul etmemiştir."[571]
Hiç şüphesiz Buhârî'nin nakli
(diğerlerinden), daha sahih ve daha kuvvetlidir.
Abbas'm,
Yahya b. Mâin'den sözkonusu isnadın zayıf olduğu yolundaki nakli, onun önceleri
bu konuda mütereddid bulunduğuna, fakat daha sonra, bu tereddüdünün kalkarak,
bahsedilen isnadla ihticacta bulunulabileceğine kail olduğuna hamledilir. Aksi
takdirde bu rivayetin, Ebû Hatim, el-Kevsec, Muâviye b. Salih ve bizzat Abbas'm
kendi rivayetine ters düşmesi sözkonusudur. Ayrıca Buhârî'nin şu sözüyle de
çelişki arzetmektedir. Ali, Yahya b. Mâin, Ebû Hayseme ve ilim ehlinden bazı
meşâyıh biraraya geldiler ve Amr b. Şuayb'ın hadisleri konusunda müzâkerede
bulundular. Bunun sonunda, hadislerinin hüccet olduğu kanaatine vardılar.[572]
Buhârî'nin
naklinin, Abbas'm naklinden daha kuvvetli olduğunda şüphe yoktur.
İbn
Ebî Şeybe'nin, İbnul-Medinî'den yaptığı nakil de aynı şekilde
değerlendirilmelidir.
Ebû
Dâvud'dan yapılan, onun zayıf olduğu yolundaki rivayet de bizzat Ebû Davud'un
kendi tutumuyla çelişki arzetmektedir. Çünkü o, Habib b. Muallim'in, Amr b.
Şuayb'ın bu tarikle naklettiği şu hadise yer vermiştir: Hz. Peygamber (s.a.v)
buyurdu ki: "Cu-ma'da üç sınıf insan bulunur: Duâ eden, boş işle uğraşan
ve sükût eden."[573]
Özetle söyleyecek olursak; onun mecruh
olduğu yolundaki azınlık görüşü ile sika olduğu şeklindeki kuvvetli ve cumhura
ait olan görüş çelişmektedir. İşin ilginç tarafı ise itiraz sahiplerinin bu
noktaya hiç temas etmemeleridir. Sanki onlar, hakkında pek çok imamın
"sika" dediği birisinin, mecruh olduğu iddia edilirken, hiç kimsenin
bunu tetkik etmeyeceğinden emin olmuşa benziyorlar. Diğer bir konu da buradaki
tereddüd veya cerh, iki sebepten kaynaklanmaktadır.
Birincisi:
Bazı âlimler, hadisin mürsel bir tarikle geldiğini zannederek, onunla ihticacta
bulunmamış veya tevakkuf etmişlerdir. Meselâ, İbn Adiyy: "Amr 6. Şuayb'ın
kendisi sikadır. Fakat babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ettiği vakit,
haberi mürsel olmaktadır," demiştir.
Zehebî
(748/1347) de onun, dedesi Muhammed b. Abdullah b. Amr ile görüşmediğine işaret
etmiştir.[574]
İbn
Hıbban (354/965) ise: "Amr b. Şuayb hakkında doğru olan, onun sika
râvilerden olduğudur. Çünkü adaleti tesbit edilmiştir. Babası kanalıyla
dedesinden yaptığı münker haberlerin hükmü ise sika râvilerin maktu' ve mürsel
rivayetlerinin hükmü gibidir. Böyle bir durumda, maktu' ve mürsel olan
rivayetleri terk edilir. Sahih olan haberleriyle ihticacta bulunulur,"
demiştir.[575]
İkincisi:
Amr b. Şuayb'ın bu tarikle yapmış olduğu rivayetler, ya bir sahifeden
"vicâde"[576]
yoluyla ya da sema1 (işitme) tarikiyle yapılmış rivayetlerdir. Söz (sema1) yoluyla
yapılan rivayetlerin aksine, sahifelerden yapılan rivayetlerde yanlış yazılma
ihtimali olduğundan, onlara itimad etmek sahih değildir. Nitekim Muğire:
"Abdullah b. Amr'ın sahifesine sahip olmam beni, iki hurma tanesine veya
iki kuruşa sahip olmak kadar sevindirmez," demiştir.[577]
Kanaatimize
göre bu iki ihtimal de tutarsızdır. Birincisini ele alalım: Bunun için Zehebî
(748/1347) demiştir ki: "Bu, bir şey ifade etmez. Çünkü Şuayb'ın, (Amr'ın
babası) Abdullah'ı (r.a) işittiği bilinmektedir. Zaten kendisini yetiştiren de
odur. Hatta Muham-med'in, babası Abdullah'ın sağlığında vefat ettiği, Şuayb'ın
bakımını ise dedesi Abdullah'ın (r.a) üstlendiği söylenmektedir. Bu nedenle,
isnadda, önce can ebihî (babasından)' sonrada can ceddihî (dedesinden)'
denildiği vakit, burada Şuayb'ın dedesi Abdullah b. Attır (r.h)
kasdedilmektedir."[578]
Ali
b. el-Medînî (234/849), Şuayb b. Muhammenin, Abdullah b. Amr'ı (r.a)
işittiğini söylerken Zehebî, buradaki Şuayb'ın, Abdullah'ın torunu olduğunu
hatırlatır.[579]
Hafız
el-Irâkî (806/1403), Şuayb'm, Abdullah b. Amr'ı işittiğinin sahih olduğunu
söyler ve bunu, Buhârî'nin et-Tarih'inde Dârekutnî ve Beyhakî'nin es-Sünen'de
sahih bir isnadla rivayet ettiklerine işaret eder. Ayrıca İmam Ahmed de bunu
rivayet edenler arasındadır.[580]
Bu
konuda İbnü's-Salah (577/1181) da şöyle der: "Hadisçilerin çoğunluğu,
buradaki 'ced' ifadesini Şuayb'ın babası olan Abdullah b. Amr'ın oğlu
Muhammed'e değil de Abdullah'a (r.a) hamlederek hadisleriyle ihticacta
bulunmuşlar, 'ced' kelimesinden bunu anlamışlardır."[581]
İkinci
ihtimal hususunda da ez-Zehebî, şöyle diyor: "Amr b. Şuayb'ın hadislerinin
'vicâde'yoluyla veya bir kısmının sema' (işitme), bir diğer kısmının da
vicâdeyle olduğu, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Biz, onun
hadislerinin sıhhatin en üst derecesinde olduğunu iddia etmiyoruz. Bilakis,
onların hasen kısmına girdiğini söylüyoruz."[582]
Burada
şunu hatırlatalım: Amr b. Şuayb'ın rivayetlerinin, sözlü değil de sahifeden
yapıldığını kabul etsek bile her ikisi de sika olan Amr ve babası Şuayb'ın,
sahifedeki yazının bizzat Abdullah b. Amr'a ait olup olmadığım, metinlerde
herhangi bir hata meydana gelip gelmediğini tetkik etmeden rivayet etmiş
olmaları, kanaatimize göre uzak bir ihtimaldir.
Kuşkusuz
sika âlimlerin büyük bir ekseriyeti, sahifedeki rivayetlerin sahih olduğunu ve
onlarla ihticacta bulunulabileceğini söylemişlerdir.
Ahmed
b. Salih, Abdullah'ın (r.a) ailesinin, sahifenin ona ait olduğunda ittifak
ettiklerini söylemiştir.[583]
İbnu'l-Kayyım
(751/1350), demiştir ki: "Abdullah b. Amr'dan (r.h) gelen sahih
rivayetlere göre o, hadisleri yazardı. Yazdıkları arasında bir de
'es-Sahifetu's-Sâdıkâ' ismi verilen bir sahife vardı. Bu sahife, en sahih
hadisleri içermektedir. Bazı hadisçiler onu, isnad yönünden Eyyûb'un, Nâfi
yoluyla Ibn Ömer'den yaptığı rivayetler seviyesinde kabul etmektedirler. Dört
büyük imam ve daha başkaları onunla ihticacta bulunmuşlardır."
Bundan
başka İbnu'l-Kayyım, Amr b. Şuayb'ın babası vasıtasıyla dedesinden naklen
yaptığı rivayetlerle, bütün fetva ehli imamların ihticacta bulunduğunu, bu
konuda sadece fıkıh ve fetva işinde yeterince derinleşmemiş Ebû Hatim el-Büstî,
İbn Hazm ve benzeri kimselerin ileri geri konuştuğunu kaydetmiştir.[584]
Burada
şöyle diyebilirsin: "Bizim delil getirdiğimiz hadis, o sa~ hifede bulunan
bir hadis değildir. Bilakis o, çok sayıda hadisi içeren bu sahifenin
yazılmasına izin verildiğini ifade eden bir başka hadistir. Bu hadisin,
sözkonusu sahifenin rivayet edildiği isnadla rivayet edilmiş olması, bu hadisin
de sahifedeki hadislerden olmasını gerektirmez."
Bahsedilen
isnadla, yalnızca cerh ve ta'dil konusunda gevşek davranan bazı müteahhir
âlimlerin ihticacta bulunduğu iddiası asılsızdır. Nitekim Buhârî, İbmı's-Salah
ve İbnu'l-Kayyım'm daha evvel naklettiğimiz sözleri de bunu göstermektedir.
Buna bir diğer delil de Ahmed b. Said ed-Dârimî'nin (255/868): "Ashabımız,
Amr b. Şuayb'ın hadisiyle ihticacta bulunmuştur."[585]
şeklindeki sözüyle, el-Münzirî'nin (656/1258): "Cumhur, onun sika olduğu, babası vasıtasıyla dedesinden
naklen yaptığı rivayetlerde de ihticacta bulunulacağı görüşündedir/' sözüdür.[586]
Yazmayla
ilgili hadisin bir üçüncü isnadının olmadığı iddiası da şekilde asılsızdır. Ebû
Dâvud ve İmam Âhmed, Yahya b. Said kanalıyla, Abdullah b. Âmr'm (r.h) şöyle
dediği nakledilmiştir: "Konuyu Rasûlullah'a açtım. Parmağı ile ağzını
işaret ederek: "Yaz, nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki; buradan
haktan başkası çıkmaz,' buyurdu."[587]
Bu rivayetlerin isnadı, son derece sahihtir.
Aynı
şekilde yukarıdaki hadisi, Beyhakî el-Medhal ve Dârimî es-Sünen'de rivayet
etmişlerdir.[588]
es-Saâtî,
el-Fethu'r-Rabbânî'de şunları kaydetmiştir: "Bu hadisi, Hâkim de rivayet
etmiş ve: İsnadı sahih, hasen bir hadistir. Hadislerin yazımı konusunda asıl
olan bir haberdir. Buharı ve Müslim, eserlerinde, bu hadise yer vermemişlerdir.
Ancak onlar, hadisin râvileri arasında, Şam âlimlerinden Abdülvâhid b. Kays ve
hadis imamlarından, oğlu Ömer b. Abdülvâhid ed~Dimeşkî dışında bütün
râvileriyle ihticacta bulunmuşlardır' demiş, Zehebî de bunu te'kid
etmiştir."[589]
Bütün
bunları daha da kuvvetlendiren, İmam Ahmed, Buhârî ve Tirmizî'nin, Vehb b.
Münebbih'in kardeşi Hemmam'dan rivayet ettikleri şu haberdir: Hemmâm, demiştir
ki: "Ebû Hurey-
re'nin
(r.a): 'Rasûlullah (s.a.v)'ın ashabı içerisinde, benden daha fazla hadise
sahip olan yoktur. Ancak Abdullah b. Amr, bu konuda benden ilerideydi. Çünkü o,
hadisleri yazıyordu, ben ise yazmıyordum,'[590]
dediğini işittim." Bunu,
Abdurrezzak da Musannef'inde kaydetmiştir.[591]
Bedruddîn
el-Aynî (855/1451) ise şöyle demektedir: "Sahâbe'nin en faziletlilerinden
olan Abdullah b. Amr, Rasûlullah (s.a.v)'tan duyduklarını yazıyordu. Şayet
yazmak caiz olmasaydı, asla bunu yapmazdı. Sahâbe'nin fiili hüccettir
dediğimizde, münâkaşaya yer yoktur. Aksi takdirde Rasûlullah (s.a.v)'ın onun
fiilini takrir etmesi, yazımın cevazına delil olmaktadır. Ebû Hurey-re'nin bu
hadisini Tirmizî, Kitâbu'l-îlim ve Kitâbu'l-Menâkıb' da zikretmiş ve: 'hasen
un-sahîhûn' demiştir. İmam Nesâî de bu hadisi Kitâbu'l-îlim'de
rivayet etmiştir."[592]
Rasûlullah
(s.a.v), Abdullah b. Amr'a hadislerin yazılması için izin vermiştir. İzinle
ilgili haberi, İmam Ahmed ve Beyhakî, Amr b. Şuayb yoluyla, Mücâhid ve Muğire
b. Hâkim'den naklen rivayet etmişlerdir. Râviler demişlerdir ki:
Ebû
Hureyre'yi şöyle derken işittik: "Rasûlullah (s.a.v)'ın hadislerini,
Abdullah b. Amr'ın dışında, benden daha iyi bilen kimse yoktur. Abdullah,
hadisleri hem yazar, hem de ezberlerdi. Ben ise yazmaz, sadece ezberlerdim.
Abdullah, yazım için Rasûlullah (s.a.v)'tan izin istedi, Efendimiz de kendisine
izin verdi."[593]
İbn
Hacer (852/1448), bu rivayetin isnadının "hasen" olduğunu, bundan
başka bir isnadını da Ukaylî'nin (322/934), Abdurrah-man b. Süleyman'ın
terceme-i hâlinde zikrettiğini kaydetmiştir.[594]
Haberi, aynı isnadla ed-Dârimî de (265/868) en-Nakz adlı eserinde rivayet
etmiştir.[595]
Buhârî
ve Müslim de Ebû Hureyre'nin şu rivayetine yer vermişlerdir: Allah Teâlâ,
Mekke'nin fethim nasib ettiği vakit Hz. Peygamber (s.a.v), cemaatın içinde
ayağa kalkarak şöyle buyurdu: "Allah Teâlâ, Mekke'de savaş çıkmasına mâni
olarak fil ordusunu oradan uzak tutmuştur. Fakat Rasûlü'yle mü'minleri, orayı
fethe muvaffak kılmıştır. Mekke, benden önce hiç kimseye (savaş için) helâl
kılınmadı. Bana ise yalnızca gündüzün birkaç saatinde helâl kılındı. Benden
sonra da yine hiç kimseye helâl olmayacaktır. Böylece Mekke'de av hayvanı
ürkütülemez, ot ve benzeri bitkiler koparılamaz, ortadan kaybolan eşyayı almak
helâl olmaz. Ancak sahibini bulmak ve ilân etmek için alınabilir. Kimin bir
yakını öldürülecek olursa, iki şeyden birini tercih edebilir: Ya kendisine
verilen fidyeyi kabullenir ya da katilin öldürülmesini isteyebilir."
Rasûlullah
(s.a.v)'ın bu sözleri üzerine, Hz. Abbas:
"Ya Rasûlallah! İzhir otu var. Biz, onu (koku vermesi için)
evlerimizde ve kabirlerimizde kullanıyoruz. Ona ne dersiniz?" diye sordu.
Rasûlullah (s.a.v): "İzhir otu müstesna, onu koparabilirsiniz," karşılığını
verdi. Bu arada Yemenli bir zât olan Ebû Şah ayağa kalkarak: "Ey Allah'ın
Rasûlü! (Bu hutbeyi) benini için yazdırır mısınız?' dedi. Hz. Peygamber (s.a.v)
de: "Onu Ebû Şah için yazınız!" buyurdu.[596]
Buhârî
ve Müslim, Ebû Hureyre (r.a) yoluyla gelen ve hutbenin îrad sebebini de içeren
haberde şunu nakletmişlerdir: "Huzaâ kabilesi, Mekke'nin fethedildiği
sene, kendilerinden Öldürdükleri bir adama karşılık olarak Benî Leys
kabilesinden bir adamı öldürmüşlerdi. Durum, Rasûlullah (s.a.v)'a haber
verildi. O da biniti üzerinde geldi ve bu hutbeyi îrad etti."am
Beyhakî,
Ebû Hureyre (r.a) yoluyla gelen şu rivayete yer vermiştir: "Ensar'dan bir
zât, Rasûlullah (s.a.v)'a geldi ve: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Hadislerinizi
dinliyorum, fakat ezberleyemiyorum,,' diye dert yandı. Rasûlullah (s.a.v) da
(eline işaret ederek) elinden faydalan yani yaz," karşılığını verdi.
Haberi,
Tirmizî de rivayet etmiş ve onun sahih olduğunu söylemiştir.[597]
Ancak bazıları, onun: ''İsnadı o kadar
sağlam bir hadis değildir. Çünkü Buhârî, isnadındaki Halil b. Mürre'nin
'münke-ru'l hadis' olduğunu söylemiştir," dediğini kaydetmiştir.[598]
İmam
Ahmed, Buhârî ve Müslim, -lafiz Müslim'e aittir- Ye-zid b. Şerik et-Teymî'nin
şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Ali b. Ebû Tâlib, bize bir hutbe
verdi ve şunları söyledi: Her kim, yanımızda, Allah'ın Kitabı ile şu kılıcımın
kınında asılı olan sahifeden başka (yazılı) bir şey olduğunu iddia ederse o,
yalancının biridir. Bu sa-hifede (zekâta tâbi) develerin yaşları ile
yaralamalara ait bazı hükümler yer almaktadır. Bir de Rasûlullah (s.a.v)'ın,
'Medine'nin Ayr ile Sevr (dağları) arası haremdir. Kim, orada bir bid'at işler
veya bid'atçıyı barındırırsa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti
onun üzerine olsun. Allah, kıyamet gününde bu kimsenin hiçbir tevbesini ve
fidyesini kabul etmeyecektir. Yaptığı hayırlar da işe yaramayacaktır. Bütün
mü'minlerin zimmeti eşittir. Kim, bir müslü-mana hıyanetlik ederse Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Her kim de babasından
başkasının oğlu olduğunu iddia eder veya bir köle sahibinden başkasına intisâb
ederse Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onun üzerine olsun.
Allah, kıyamet günü, o kimsenin hiçbir ibâdetini ve kurtuluş fidyesini kabul
etmeyecektir/ buyruğu vardır."[599]
imam
Buhârî ve Ahmed, Ebû Cuhayfe'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Hz. Ali'ye:
'Yanında herhangi bir kitap var mı? diye sordum. Bana: "Hayır, ancak
Allah'ın Kitabı, O'nun mü'min insana verdiği anlayış ve bir de şu sahifedekiler
var," cevabını verdi. "O sahifede neler var ki?" diye sordum.
Hz. Ali (r.a): "Onda; diyet, esirlerin serbest bırakılması ve bir kâfire
karşılık müslümanm Öldü-rülemeyeceğine dair hükümler var," dedi.[600]
Müslim
de Ebu't-Tufeyl'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Ali'ye:
"Rasûlullah (s.a.v) özel bir şey vererek size herhangi bir ayrıcalık
tanıdı mı?" diye soruldu. O da: "Kılıcımın kınında asılı duran şu
sahifeden başka, insanların haberdar olmadığı bir şeyi vermek suretiyle,
Rasûlullah (s.a.v) bize ayrıcalık tanımamıştır," dedi. Daha sonra da
sahifeyi çıkardı. Orada şunlar yazılıydı: 'Allah'tan başkası adına kurban
kesene, Allah lanet etsin. Yerin alâmetlerini çalana (sınırları değiştirene),
Allah lanet etsin. Babasına lanet okuyana, Allah lanet etsin. Bir bid'atçıyı
barındırana (ve ona destek olana), Allah lanet etsin."[601]
İmam
Nesâî, Kays b. Ubad'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ester ile birlikte Hz.
Ali'ye gittik ve: "Rasûlullah (s.a.v)'ın diğer insanların dışında,
yalnızca sana verdiği bir şey oldu mu?" diye sorduk, o da: "Hayır,
yalnızca şu yazdıklarım müstesna," dedi ve kılıcının kınından bir sahife
çıkardı. İçinde şunlar yazılıydı: "Mü'minlerin kanları eşittir. Onlar,
kendi dışındakilere karşı tek vücuddurlar. İçlerinden sıradan birinin dahi
zimmet verme hakkı vardır. Haberiniz olsun ki, bir kâfire karşılık bir mü'min
öldürülmez. Kendisine eman verilmiş kimse de öldürülmez. Kim bir bid'at ortaya
çıkarırsa, vebali boynudadır. Kim de bir bid'atçıyı barındırır (ve desteklerse)
Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun."[602]
İmam
Ahmed de "hasen" bir isnadla, Târik b. Şihab'ın şöyle dediğini
rivayet etmiştir: Hz. Ali'yi minberde gördüm, şöyle diyordu: "Allah'a
yemin ederim ki, yanımızda Allah'ın Kitabı ve bir de şu sahifede olanlardan
başka, size okuyabileceğimiz bir kitap yoktur. Bunu Rasûlullah (s.a.v)'tan
aldım. İçerisinde, zekâtla ilgili hükümler var."
Haberi,
İbn Hacer de nakletmiş ve şöyle demiştir: "Bu rivayetlerin arasını
birleştirmek mümkündür. Şöyle ki: Sahife bir tanedir ve rivayet edilenlerin
hepsi de bu sahifede yazılıdır. Ancak her
râvi
ne kadarını ezberleyebilmişse, onu rivayet etmiştir. Doğrusunu Allah bilir.
Katâde, bu hadisi, Hz. Ali'den Ebû Hasan yoluyla gelen bir isnadla rivayet
etmiş ve bizim işaret ettiğimiz noktayı açıklamıştır. Aynı zamanda Hz. Ali'ye
bu sorunun niçin sorulduğu konusunda da açıklık getirmiştir. Rivayeti, İmam
Ahmed Müsned'inde, Beyhakî Delâilü'n-Nübüvve'sinde, Ebû Hasan yoluyla
nakletmiş-lerdir. (Rivayetin öncesi şöyledir): Hz. Ali (r.a), birtakım işleri
emrederdi. Kendisine: 'Biz onu yapmıştık,' denildiğinde: 'Allah ve Rasûlü doğru
söylemiştir,' derdi. Bir gün Ester: 'Bu söylediğin husus, Rasûlullah'ın, diğer
insanların dışında, yalnızca sana verdiği bir şey mi?' diye sormuştur,"[603]
İbn
Abdilberr, Ebû Cafer Muhammed b. Ali'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Hz. Peygamber'in kabzasında bir sahife bulundu, içerisinde şunlar
yazılıydı: Bir âmâyı düzgün yolundan sapıtan ve tehlikeye sevkeden, sınırlan
değiştiren, kendisini efendisinden başkasına nisbet eden ve kendisine iyilikte
bulunanın iyiliğini inkâr eden meVundur. "[604]
Ebû
Dâvud, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle rivayet etmiştir: "Biz, teşehhüd ve
Kur'ân'dan başkasını yazmazdık."[605]
Bilindiği gibi teşehhüd, Kur'ân değildir; sünnetle tesbit edilmiş bir duadır.
Onun yazıldığını ise sünnetin yazılmasının yasaklanmasına dair rivayetin sahibi
olan Ebû Said el-Hudrî (r.a) haber vermektedir. Demek ki, mutlak ve genel
mânâda bir nehiy sözkonusu değildir.
er-Râmehürmizî,
Rafı b. Hudeyc'in şöyle dediğini nakleder: "Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelip:
'Ey Allah'ın Rasûlü! Sizden bazı şeyler işitiyoruz, onları yazabilir miyiz?'
dedim. 'Bir mahzuru yok, yazabilirsiniz!' karşılığını verdi."[606]
Deylemî,
Hz. Ali (r.a)'nin merfû olarak naklettiği şu haberi rivayet etmiştir:
"Hadisi yazdığınız zaman, isnadıyla birlikte yazınız."[607]
İmam
Buharı, üç tarikten, birbirine yakın lafızlarla, ez-Zührî'nin, Abdullah b.
Utbe'den, onun da İbn Abbas'tan rivayet ettiği şu haberi kaydetmiştir: İbn
Abbas (r.h), demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.v) vefat anındaydı. O sırada
evde birtakım kimseler vardı. Ömer b. Hattab da aralarındaydı. Rasûlullah
(s.a.v): “Getirin, size bir şeyler yazdırayım; (ona tâbi olup) daha sonra asla
sapıt-mayasınız,' dedi. Hz. Ömer: 'Rasûlullah (s.a.v)'ın ağrıları çoğaldı;
aklını başından aldı. Yanımızda Kur'ân var. Bize Allah'ın Kitabı yeter,'
diyerek müdahale etti. Bunun üzerine evdekiler anlaşmazlığa düşerek münakaşaya
başladılar. Bir kısmı: 'Getirin, Allah Rasûlü (s.a.v) ne yazdırmak istiyorsa
yazdırsın, daha sonra sapıtmayalım' diyor, bir kısmı da Hz. Ömer'in görüşünü
tekrarlıyorlardı.[608]
Rasûlullah (s.a.v), huzurunda gürültü ve münakaşayı çoğalttıklarını görünce
onlara: Yanımdan çıkın, beni yalnız bırakın,'[609]
buyurdu."
Abdullah,
demiştir ki: ibn Abbas, şöyle derdi: "En büyük musibet, ihtilâf ve
gürültüleri nedeniyle Rasûlullah'ın arzu ettiği şeyi yazdırmasına engel olan
şeydir." Bu rivayetlerin birisinde, Hz. Ömer'in ve başkasının ismi açıkça
söylenmemiştir. Haberi, İmam Ahmed, Müslim, İsmâilî ve İbn Sa'd da rivayet
etmişlerdir. İmam Ahmed'in rivayetinde, yazmakla görevlendirilen zâtın, Hz. Ali
(r.a) olduğu kaydedilmektedir.[610]
Buharı
ve Müslim, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir. (Lafız,
Buhârî'nindir): "Perşembe günü nedir bilir misiniz? O gün Rasûlullah
(s.a.v)'ın acıları şiddetlenmişti. Bir ara: 'Bana kağıt kalem getirin, size
daha sonra ebediyyen sapıtmamanız için bir şeyler yazdırayım,' buyurdu. Bunun
üzerine orada bulunanlar, anlaşmazlığa düştüler. Halbuki bir peygamberin
yanında bu tür davranışlar hiç uygun düşmüyordu. Aralarında: ''Rasûlullah'a ne
oluyor? (Hastalığın etkisiyle) ne dediğinin farkında değil mi yoksa?' diyerek
durumunu anlamaya çalışıyorlardı. Yanına vardıklarında, onlara: 'Beni yalnız
bırakın. Benim bu hâlim, sizin arzu ettiğinizden daha hayırlıdır. Size üç şeyi
tavsiye ediyorum...' dedi."[611]
İbn
Hacer (852/1448), Buhârî'nin hadisini değerlendirirken şu açıklamayı yapmıştır:
"Buharı, ilk olarak Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber (s.a.v)'den yazdığına dair
rivayete yer vermiştir. Bunda, Hz. Ali'nin Rasûlullah'ın vefatından sonra
yazması ve yazımla ilgili nehyin kendisine ulaşmama ihtimali vardır. Buhârî,
ikinci olarak Ebû Hureyre hadisini zikretmiştir. Bu hadis, yazımın yasaklanmasından
sonradır. Dolayısıyla onu neshetmiş olur. Üçüncü olarak, Abdullah b. Amr
hadisini zikretmiştir. Ben, bu rivayetin bazı tariklerinde, Hz. Peygamber
(s.a.v)'in Abdullah b. Amr'a yazma izni verdiğini ifade eden sözler bulunduğunu
açıklamıştım. Binâenaleyh bu haber, yazımın cevazı hakkında, Ebû Şah'la ilgili
rivayetten daha kuvvetlidir.
Çünkü
oradaki yazım emrinin, âmâ yahut okuma yazma bilmeyen bir kimseye ait olma
ihtimali vardır. Buhârî, son olarak da ibn Abbas rivayetine yer vermiştir. Bu
rivayet, ümmetin ihtilâftan kurtulmaları için Rasûlullah (s.a.v)'ın onlara
bazı şeyler yazdırmaya dair arzusunu ifade etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in
sadece hak olan bir şeye ilgi duyup ihtimam göstereceği aşikârdır."[612]
Rasûlullah
(s.a.v)'m, diyet, miras ve daha pek çok konuda mektuplar yazdırdığı
bilinmektedir. Nitekim Amr b. Hazm'ı Necran'a, Muaz b. Cebel'i de Yemen'e
gönderirken yazılı metin kullanmıştır. Eğer konuyu uzatma ve okuyucuyu sıkma
endişesi olmasaydı, bütün bu rivayetlerin sahih kaynaklarını da zikrederdim.
Daha geniş bilgi edinmek istersen, şu kaynaklara bakabilirsin.[613]
Eğer:
"Sünnetin yazımını yasaklayan rivayetler, buna izin verenlerle çelişki
arzetmektedir. Bunların aralarını telif etmek nasıl mümkün olacaktır? Bu konuda
kitap yazanların bazılarının dediği gibi[614]
yasaklayan rivayetlerin, izin verenleri
neshetmiş olması mümkün değil mi?" diye sorulacak olursa, birinci suâle
cevap olarak derim ki: Bu iki konudaki hadislerin aralarının telif edilmesi
hususunda, âlimler birkaç görüş ileri sürmüşlerdir:
1- Hadislerin
yazımının yasaklanması, Kur'ân'a hariçten birtakım şeylerin karıştırılması
endişesinden dolayı yalnızca Kur'ân'ın nazil olduğu döneme hastır. Bu konudaki
izin ise daha sonraki dönemlere aittir.[615]
2-
2-
Yasaklama, yalnızca Kur'ân ve hadis metinlerinin aynı sahi-feye yazılmasına
aittir. Zira Sahabe, âyetlerin tefsirıyle ilgili Hz. Peygamber (s.a.v)'den
işittiklerini âyetlerin kenarına yazıyorlardı.
Karışıklık
meydana gelebilir endişesiyle bundan menedildiler. Hadislerin yazılma izni ise
içinde Kur'ân âyetleri bulunmayan müstakil sahifeler içindir.[616]
Bu
karışmadan dolayı bazı âlimler, şâz kıraatların, çeşitli te'vil ve yorumların,
âyetlerin kenarlarına yazılmış olmasından meydana geldiğini söylemişlerdir.
Çünkü daha sonra gelen Tabiîler bu izahları Kur'ân âyeti zannetmişlerdir.
Yahut Sahabe, âyetlerin izahını Tâbiîn'e zikretmiş, onlar da bunları, Kur'ânla
birlikte aynı yere yazmışlar, daha sonra gelenler de izah sadedinde
kaydedilenleri Kur'ân'dan zannetmişlerdir.
3-
Hadislerin yazımının yasaklanması, herkese değil, sadece Hz. Peygamber
(s.a.v)'in hâne-i saadetlerinde Kur'ân-ı Hakîm'i yazmakla görevli vahiy
kâtiplerine getirilmiştir. Onlara hadis yazımı için izin verilmiş olsaydı,
Kur'ân'la hadisi birbirine karıştırmalarından emin olunmazdı. Bunun için
onların dışındakilere izin verilmiştir.[617]
4-
Hadisleri yazma yasağı, unutma endişesi olmayan, bu itibarla hafızasına
güvenen fakat yazdığında, ona dayanıp gevşekliğe düşeceğinden korkulan
kimseler aittir. İzin ise unutma korkusu olan ve hafızasına güvenmeyen yahut
yazdığında ona dayanıp gevşemesinden korkulmayan kimselere verilmiştir.[618]
5- Hz. Peygamber (s.a.v), bu izni, sadece
Abdullah b. Amr'a vermiştir. Çünkü
o, hem eski kitapları okuyabiliyor, hem de Süryânice ve Arapça'yı yazabiliyordu.
Zaten Sahabe içerisinde oku-ma-yazma bilen birkaç kişi vardı. Onlar da güzel
yazamıyorlardı. Hata yapmaları endişesiyle onlara sözkonusu yasaklama
getirilmiş, Abdullah b. Amr'a ise müsaade edilmiştir. Bu görüşü, İbn Kutey-be
(276/889), Te'vilu Muhtelefi'l-Hadis adlı eserinde zikretmiştir.[619]
Kanaatimize
göre Rasûlullah (s.a.v)'ın: "Benim hadislerimi yazmayın. Kim, benden
Kur'ân'ın dışında bir şeyler yazmışsa, onu imha etsin" sözü ile
"Allah'ın Kitabı'nı onun dışındaki herşeyden arındırın," sözlerinden
anlaşılan, O'nun sünneti yazmalarını yasakladığı kimseler, Kur'ân'ı yazmak için
izin verdiği kişilerdir. Öyleyse Rasûlullah (s.a.v)'m, hata yapmaları
endişesiyle onları sünneti yazmaktan menedip, diğer taraftan, Kur'ân'ı
yazmalarına müsaade etmiş olması düşünülemez. Çünkü Kur'ân, daha büyük bir
ihtimam gerektirmektedir.
Buraya
kadar zikrettiklerimizden anlaşılmaktadır ki, yukarıda görüşlerim verdiğimiz
bütün âlimler, yazım konusunda birbirine zıt gibi gözüken bu çeşit haberlerin,
birinin diğerini neshettiği kanaatinde değildirler. Nesh görüşünü, yalnızca,
aşağıda görüşlerini kaydedeceğiniz âlimler ileri sürmüştür.
6-
Buradaki yasaklama, sünnetin yine sünneti neshetnıesi kabilinden bir olaydır.
Rasûlullah (s.a.v), Önce sözlerinin yazılmasını yasaklamış, fakat daha sonra
sünnetin fazlalaşması sebebiyle, muhafazasındaki güçlüğü sezerek yazılıp
kaydedilmesine müsaade etmiştir. İbn Kuteybe de bu kanaattedir. el-Hattabî
(388/998) ise Meâlimü'S'Sünen adlı eserinde şöyle demektedir: "Öyle
görünüyor ki yasaklama önceleri olmuş, fakat daha sonra yazmaya müsaade edilmiştir.[620]
Onların
sözlerinden anlaşılan yasaklama ve iznin, bütün şahıs, sahife ve zamanlara ait
olduğudur. Daha evvelki görüşlerde ileri sürüldüğü gibi bu konuda hiçbir
tahsis sözkonusu değildir. Buradan anlaşılan diğer bir husus da karıştırma
endişesi olsun olmasın, yasaklamanın ilk zamanlarda konduğu, daha sonra ise
mutlak olarak yazmaya izin verildiğidir.
Ancak
bu görüşlere, şu nedenlerle katılmak mümkün değildir. Öncelikle, karışıklık
endişesinin bulunmadığı bir ortamda, yasak getirmenin bir anlamı olmaz. Fakat
mesele taabbüdîdir denirse, elbette o, müstesnadır.'
İkinci
olarak, karıştırma endişesi var olduğu müddetçe, yazıya izin verilmesi mâkul
değildir. Ancak şöyle denilebilir: Hadislerin yazımına izin verildiği vakit
Kur'ân, kafalara iyice yerleşip aralarında tevatür derecesine ulaşmış, onu
diğer unsurlardan ayırt edebilecek duruma gelmişlerdi. Vaziyet, ümmetin
arasında kıyamete kadar öylece devam edebilecek bir nitelik kazanmıştı.
Dolayısıyla Kur'ân'ın başka şeylerle karıştırılması diye bir endişe ortadan
kalkmıştı.
Ne
var ki, bu da pek akla yakın gözükmüyor. Çünküv İslâm'a yeni giren £>azı
kimseler, Kur'ân konusunda kendilerini doğruya iletebilecek birini
bulamayarak, pekâlâ, onu başkasıyla karıştırabilirler. Böyle bir durumda ise
bizden, kendilerine Kur'ân'ı yazmamızı istediklerinde, onunla birlikte Kur'ân
olmayan şeyleri yazmamız caiz olmayacaktır.
Şu
halde sünnetin yazılabileceğine dair verilen izni, karıştırılma endişesinin
bulunmamasıyla kayıtlamak gerekmektedir. Bu nedenle İmam Suyûtî, (911/1505) bu
görüşü destekleyerek şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.v), sünnetin,
Kur'ân'la karıştırılma endişesi bulunduğu sürece yazılmasını yasaklamış,
bundan emin olunduğu vakit ise yazıma izin vermiştir. Bu durumda, yasaklamaya
dair emir nes-hedilmiştir."[621]
Aynı ifadeleri, Nevevî'nin (676/1277), Müslim Şer-/u'nde de görmek mümkündür.[622]
İbn
Hacer de (852/1448) yasaklamanın daha önce vuku bulduğunu, karışıklıktan emin
olunduğunda ise sünnetin yazımına izin verildiğini, bunun da ilk emri
neshettiğini söylemiştir.[623]
ibn
Hacer'in sözlerinden, burada bir nesh olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü
onun sözünden, yasaklamanın evvel olup Kur'ân'a karışma endişesi
bulunsun-bulunmasm, her iki durumda da yasağın geçerli olduğu anlaşılmaktadır.
Ancak daha sonra, karışıklık endişesi ortadan kalktığında, sünnetin yazımına
izin verilmesi, daha önceki yasağı ortadan kaldırmıştır. Ancak karıştırma
endişesi bulunduğu sürece, yazım yasağının devam ettiği bilinmelidir.
Suyûtî
ve İmam Nevevî'nin sözlerine gelince, bunlardan nes-holduğunu anlamak mümkün
değildir. Çünkü ilk zamanlarda getirilen yasaklama, sünnetle Kur'ân'ın karışma
endişesi bulunduğu takdirdedir. İzin ise bu endişenin bulunmadığı durumlara
hastır. Bu nedenle iznin, nehyi ortadan kaldırması sözkonusu olamaz. Zira her
ikisi, aynı noktada ve aynı durumda vârid olmamıştır. Bilakis, her biri, ayrı
bir durum ve ayrı bir illetten doğmuştur. Dolayısıyla her birinin kıyamete
kadar hükümleri müstakil olarak devam edecektir. Karıştırma endişesinin
bulunduğu durumlarda yasak devreye girecek, bulunmadığı zamanlarda ise izin
tahakkuk edecektir. Buna göre neshten bahsetmek tutarlı değildir.
Ancak
burada, şu ileri sürülebilir: "Sünnetin yazımının yasaklanması, Kur'ân'ın
İslâm ümmeti tarafından iyice özümsenip diğer unsurlardan ayırabilecekleri
durumun oluşmamasından dolayı meydana gelebilecek bir karışıklık endişesinin
varolduğu döneme hastır. Yazıma izin verildikten sonra kıyamete kadar Kur'ân'ın
tevatür derecesine ulaşması ve ümmetin, onu tamamıyla ayırtedebilecek bir niteliğe
kavuşması nedeniyle böyle bir karışıklık korkusu sözkonusu olamaz. Eğer
birisinin, böyle bir karıştırmaya mâruz kaldığını farzetsek bile, onu bu konuda
aydınlatıp irşâd edecek pek çok kimseye müracaat etme imkânına sahip
olduğundan dolayı âyetle hadisi birbirine karıştırmaktan emin olacaktır.
Yasaklamaya neden olan illet orta-dan kalktığı, iznin verildiği tarihten
itibaren bir daha ortaya çıkması sözkonusu olmadığı için yasaklama sona ermiş
demektir, işte bu da nesh demektir."
Bu
anlayışta, tenkide açık yönler mevcuttur. Zira ileriye sürdükleri sözlerin
doğru olduğu farzedilse bile iznin, yasaklamayı neshe ttiği söylenemez. Burada
söylenebilecek şey şudur: İlletin sona ermesi ve sonra bir daha ortaya
çıkmamasından dolayı hükmün bu illetle ilgisi sonra ermiştir. Buna da nesh
denilemez. Çünkü nesh, şer'î bir hükmün, yine şer'î bir hitab (ve nass)la
ortadan kaldırılmasıdır.
Bir
başka ihtilaflı nokta da daha önce bahsettiğimiz gibi; İslâm'a yeni giren
kimselerle ilgili konuda ortaya çıkmaktadır.
Nesh
olayını, yalnızca İbn Kuteybe (276/889), Hattâbî (388/998) ve İbn Hacetin
(852/1448) sözlerinden anlamak mümkündür. Bunlara daha evvel temas etmiştik.
Şu kadar var ki, ilk ikisinin sözlerinde nesh olayı, hem karışıklık endişesinin
var olduğu ve hem de bundan emin bulunulduğu durumları kapsamaktadır. İbn
Ha-cer'in görüşüne göreyse sadece güven hâlindeki yasağa hastır. Âlimlerin
çoğunluğu, nesh görüşünü benimsemişlerdir. Müteahhi-rûndan bazı âlimler de bu
kanaattedir.[624]
Aslında, burada herhangi bir nesh
sözkonusu değildir. Sünnetle Kur'ân'ı karıştırma endişesi olunca nehiy, bu
ortadan kalkınca izin devreye girmektedir. Ne zaman böyle bir korku ortaya
çıkarsa yasak, korku ortadan kalkarsa izin sözkonusu olmaktadır. Zira neshi,
iki ayrı durumu (ve hükmü), birleştirme imkânı bulunmadığı hâllerde kabul
etmemiz gerekmektedir. Burada ise yasağı endişe hâline, izni de böyle bir
endişeden emin olunduğu duruma tahsis etmekle aralarını telif (cem) imkânımız
vardır. Bu da gayet mâkuldür. Öyleyse, bizi nesh görüşüne zorlayan nedir?
Sonra,
daha evvel geçtiği üzere bu husustaki emirleri birtakım şahıs, sahife ve
zamanlara tahsis yoluna gitmenin de bir anlamı yoktur. Bilakis, yasaklamanın
sözkonusu olduğu durum, karıştırmanın olabileceği her durumdur. Bunun,
Kur'ân'ın sünnetle biraraya (aynı sayfaya) veya müstakil olarak yazılmasından
doğabilecek bir karışıklık olması ile vahiy kâtipleri ya da başka yazanlardan
kaynaklanan bir karışıklık olması yahut da vahyin nazil olduğu dönem veya daha sonraki dönemlerde olması farketmez. Bu,
sonucu değiştirmez. İzin ise hangi durum sözkonusu olursa olsun, karıştırma
endişesinden emin olunduğu dönemde geçerlidir.
Konunun
başında sorulan sorunun ikinci şıkkına verilecek cevabımız şudur: Hadislerin
yazılmasının yas aklanma siyi a ilgili emrin, bu husustaki izne ilişkin emri
neshetmesi, üç nedenden dolayı doğru olamaz:
1- Müsaadenin, yasaklamayı neshettiği yolundaki
görüşü iptal sadedinde zikrettiklerimiz, bunu göstermektedir. Orada
belirttiğimiz
gibi
nesh görüşüne, ancak birbiri ile çelişen iki delilin arasını bulma imkânı
olmadığı zamanlarda gidilebilir. Burada ise delillerin arasını bulmak
mümkündür. Bu nedenle birinin diğerini neshettiği doğru olamaz. .
2-
Yazıma müsaade eden hadisler, daha sonra vârid olmuşlar: dır. Ebû Şah hadisi,
Rasûlullah (s.a.v)'m vefatına yakın, Mekke'nin fethi yılında vuku bulmuştur.
Ebû Hureyre'nin, Abdullah b. Amr'la kendisi arasında mukayeseyi içeren rivayeti
de daha sonraki dönemlere aittir. Çünkü Ebû Hureyre'nin (r.a) müslüman oluşu,
son zamanlara rastlar. Bu da onun müslüman olduğu vakit, Abdullah b. Amr'ın
hadisleri yazdığına delâlet eder. Rasûlullah (s.a.v)'ın, ümmeti sapıtmaması
için onlara bir şeyler yazdırma arzusu da O'nun
sekerât hâlinde vuku bulmuştur. Ebû
Said el-Hudrî rivayetinin, özellikle Rasûlullah (s.a.v)'m yazmaya
teşebbüsü ile ilgili rivayet başta olmak üzere, zaman bakımından bütün
rivayetlerden sonra yukû bulması uzak bir ihtimaldir. Sonra olsaydı, Sahâbe'nin
mutlaka bundan haberi olurdu.
3-
Sahabe ve Tabiîn asrından sonra İslâm ümmeti, yazmaya izin verilip bunun mübâh
olduğunda ve iznin, yasaklamadan sonra vuku bulduğunda icmâ etmişlerdir. Sahabe
asrından sonra oluşan İslâm ümmetinin bu icmâı, tevâtüren sabit olmuştur.[625]
Hatta asrımızda yasaklamanın, izni neshettiği görüşünü savunanlar bile eserlerinde,
Hz. Peygamber (s.a.v)'in hadislerine çokça yer vermektedirler.
Şayet:
"Rasûlullah (s.a.v)'ın vefatından sonra, Sahabe ve Tâbiîn'in tutumuna
bakmak lâzım. Zira onlar, sünneti yazıp tedvin etmekten kaçınmışlar,
başkalarını da bundan menetmişlerdir. Hatta yazdıklarını alıp yakmışlardır.
Bunu yaparken de Rasûlullah (s.a.v)'ın sünnetin yazımını yasaklamasıyla ilgili
hadisleri delil getirmişlerdir. Bütün bunlar, sünnetin hüccet olmadığına,
Rasûlul-lah'ın getirdiği yasağın, izinden sonra olup onu neshettiğine bir delil
teşkil etmez mi? Aksi takdirde onların, iznin gereği hareket etmeleri gerekmez
miydi?" denilecek olursa, şöyle cevap veririz: Sahâbe'yi bu konuda bir
bütün olarak değerlendirmeye tâbi tutmak gerekir. Hepsi, yukarıda geçtiği gibi
davranmıyorlardı.[626]
Onların pek çoğu, yazıya cevaz veriyor, yazılı sünnetleri yanlarında muhafaza
ediyor, bir kısmı da bilfiil yazıyordu.[627]
İşte
bu konudaki vârid olan haberler:
Hz.
Ebû Bekir (r.a), Enes'i (r.a) Bahreyn'e zekât görevlisi olarak gönderirken
onlara şöyle yazmıştır: "Bunlar, Rasûlullah (s.a.v)'ın bütün müslümanlara
vecibe kıldığı zekât farizalarıdır. Onları, Rasûlü'he Allah Teâlâ emretmiştir.
Müslümanlardan kim onu uygun, usûl ve miktarda isterse, onu versinler; kim de
daha fazlasını taleb ederse, o takdirde vermesinler."[628]
İbn
Abdilberr, Abdülmelik b. Süfyan'm, amcası kanalıyla Hz. Ömer'in: "İlmi
yazıyla kaydediniz," dediğini rivayet etmiştir. Bunu, Hâkim ve Dârimî de
rivayet etmişlerdir. Yine İbn Abdilberr, benzeri bir rivayeti Yahya b. Kesir
tarikiyle, İbn Abbas'tan nakletmiştir.[629]
İbn
Abdilberr, İbn Abbas'ın (r.h), Harun b. Antere'nin babasına yazı için müsaade
verdiğini rivayet etmiştir. Ayrıca Said b. Cü-beyr'in, İbn Abbas'la
birlikteyken ondan işittiği hadisleri, binitinin üzerinde yazdığını, indikten
sonra da yazdıklarını çoğalttığını rivayet etmiştir.[630]
İmam
Müslim ise İbn Ebî Müleyke'nin şu sözüne yer vermiştir: "İbn Abbas'a,
bana bazı şeyleri yazıvermesi için bir mektup gönderdim. Bu arada bazı şeyleri
de gizli tutmasını istedim. O da (hakkımda): 'Samimi bir çocuktur. Ben, onun
adına çok şeyleri seçiyor, bazılarını da kendisinden gizliyorum,' demiş. (Râvi
diyor ki): ibn Abbas, Hz. Ali'nin mahkeme kararlarını istedi ve onlardan bazı
şeyler yazmaya başladı. Bu arada öyle şeylere rastlıyordu ki, onları okudukça:
'Allah'a yemin olsun ki, bu hükmü Ali vermemiştir. Onun bu hükmü verebilmesi için ancak sapıtmış
olması gerekir,' diyordu."[631]
Yine
Müslim, Süfyan b. Uyeyne tarikiyle, Tavus'un şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"İbn Abbas'a, Hz. Ali'nin mahkeme kararları getirilmişti. O, onlardan
(Süfyan dirseğini işaret ederek) şu kadarı hariç, hepsini imha etti.'[632]
İmam
Ahmed, Kaka b. Hâkim'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Abdülaziz b.
Mervan, İbn Ömer'e bir mektup yollayarak, ne ihtiyacı varsa, kendisine
bildirmesini söyledi. İbn Ömer de (r.a) cevaben ona: 'Rasûlullah (s.a.v),
veren el, alan elden daha hayırlıdır, infâka kendi ehlinden başka, buyurdu.
Ben, senden herhangi birşey istemiyorum. Ama senin vasıtanla Allah'ın bana
vereceği rızkı da reddetmek istemem,' diye yazdı."[633]
İbn
Hacer (852/1448), Fethu'l-Bâri adlı eserinde şöyle demektedir: Ebû Kasım b.
Mende'nin Kitâbu'l-Vasıyye'sinde, Buhârî'nin, Ebû Abdurrahman el-Hubulî'ye
kadar uzanan sahih bir isnadla zikrettiği şu rivayete rastladım: Ebû
Abdurrahman, Abdullah'a, içerisinde hadis yazılı olan bir kitap getirmiş ve:
"Şu kitabı incele. Bildiğin hadisler kalsın, bilmediklerini oradan
sil," demiştir. Buradaki Abdullah'ın, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah olması
muhtemeldir. Çünkü el-Hubulî, ondan hadis işitmiştir. Onun, Amr b. el-Âs'm oğlu
olması da muhtemeldir. Zira el-Hubulî, ondan yaptığı rivayetlerle meşhur
olmuştur.
İbn
Abdilberr, Mücâhid'den gelen şu rivayete yer vermiştir: "Abdullah b. Amr
şöyle dedi: Beni yaşamaya teşvik eden iki şey var: Bunlardan birisi 'es-Sâdıka'
diğeri de 'el-Veht'tir. 'es-Sâdıka', Rasûlullah'tan yazdığım hadisleri
muhtevidir; (el-Veht' ise Amr b. As'ın bana tasadduk ettiği arazidir."[634]
Yine
ibn Abdilberr, Fudayl b. Hasen b. Amr b. Ümeyyejed-Damrî'nin babasından naklen
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ebû Hureyre'nin yanında bir hadis
zikrettim; onu reddeti. 'Bu hadisi senden işittim!' dedim. 'Eğer onu benden
işittiysen mutlaka yanımda yazılı olması gerekir,' dedi. Elimden tutup, beni
evine kadar götürdü. Bize, Rasûlullah'ın hadisleri yazılı olan pek çok kitap
gösterdi. İçlerinde bu hadisi de buldu ve: 'Eğer bu hadisi ben rivayet
ettiysem, mutlaka yanımda yazılıdır, diye söylememiş miydim1? ' dedi."[635]
İbn
Hacer de benzeri bir rivayete yer vermiştir. îbn Abdil-berr, Ebû Hureyre'nin bu
rivayetinin, daha Önce geçen ve kendisinin yazmayıp Abdullah b. Amr'ın yazmış
olduğu yolundaki rivâyetiyle çelişki arzettiğini, evvelki rivayetin nakil
bakımından daha sahih olduğunu söylemiştir.[636]
İbn
Hacer ise şöyle demektedir: "Bu rivayet, daha önce geçen Abdullah b.
Amr'ın yazıp da kendisinin yazmadığı şeklindeki rivayetle çelişki arzetmez.
Çünkü aralarını bulma ve birleştirme imkânı mevcuttur. Şöyle ki; Ebû Hureyre
(r.a), Rasûlullah (s.a.v) zamanında hadisleri yazmazken daha sonra yazmaya
başlamış olabilir. Kaldı ki, hadislerin yazılı olarak yanında bulunması,
onları kendisinin yazdığı anlamına gelmez. Çünkü (daha önce) yazmadığı
bilinmektedir. Bu durumda, yanındaki yazılı hadislerin başkaları tarafından
kaleme alındığı ortaya çıkmaktadır."
îbn
Abdilberr, Beşir b. Nehilen'in de şöyle dediğini nakleder: "Ben, Ebû
Hureyre'den işittiklerimi yazardım. Ondan ayrılaca-ğım vakit, yazdıklarımı
getirdim ve kendisine: 'Bunları senden işittim, ne dersin?' dedim. O da baktı
ve onayladı."[637]
İmam
Müslim, Enes b. Mâlik'in de içinde bulunduğu bir se-nedle, Mahmûd b. er-Râbf
nin, Itbân b. Mâlik'ten şunu naklettiğini haber vermiştir: Medine'ye
gelmiştim; Itbân ile karşılaştım. "Senin bir hadisini işittim. O neydi?"
dedim. Şöyle anlattı: "Gözlerimden rahatsızlanmıştım. Rasûlullah
(s.a.v)'a haber gönderdim ve evime teşrif edip namaz kılmasını, namaz kıldığı
yeri, kendime namazgah edinmek istediğimi söyledim. Rasûlullah (s.a.v) da bir
grup ashâbıyla birlikte geldi. Kendisi bir köşede namaz kılarken ashabı da
kendi aralarında konuşuyorlardı. En fazla Mâlik b. Düh-şum'dan bahsettiler
(Onda münafıklık sıfatları görüyorlardı). Peygamber (s.a.v)'in ona beddua
etmesini ve bu sebeple onun helak olmasını istediler. Bu arada Rasûlullah
(s.a.v), namazını bitirdi ve: 'O, Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim de
Allah'ın elçisi olduğuma şehâdet etmiyor mu?' diye sordu. Ashâb: 'Evet, bunu
söylüyor, ama kalbiyle ona inanmıyor,' dediler. Rasûlullah (s.a.v): 'Allah'tan
başka ilâh olmadığına, benim de Allah'ın elçisi olduğuma şehâdet getiren hiç
kimse, Cehenneme girmeyecek ve onu tatmayacaktır,' buyurdu." Enes (r.a),
demiştir ki: "Bu hadis, benim çok hoşuma gittiği için oğluma yazmasını
söyledim; o da yazdı."[638]
İbn
Abdilberr, Sümâme'den, Enes (r.a)'in: '"Yavrularım! İlmi yazıyla
kaydedin," dediğini rivayet etmiştir. Aynı haberi, Hâkim de kaydetmiştir.[639]
ibn
Abdilberr, bu konuda ayrıca şu rivayetlere yer vermiştir:
Râbi
b. Sa'd: "Câbir'i, İbn Sahafın yanında (elindeki) levhalara bir şeyler
yazarken gördüm," demiştir.
Abdullah
b. Huneys de: "(Bazı hadisçileri), el-Berâ'nın yanında, ellerinde kalmış,
hadis yazarken gördüm," demiştir.
Ma'n
b. İsâ (198/814), şöyle demiştir: 'Abdullah b. Mesudun (r.a) oğlu Abdullah,
bana bir kitap gösterdi ve onu babasının yazdığına yemin etti."
Hasan
b. Câbir de: "Ebû Umâme'ye, ilmin (hadisin) yazılmasında bir mahzur olup
olmadığını sordum; bir sakınca olmadığını söyledi," demiştir.
Hişam
b. Urve (146/763) anlatır: Harre günü babam (Zübeyr b. Awam)'ın kitapları
yandığında şöyle söyleniyordu: "Keşke bütün malım ve ehlim gitseydi de
kitaplarım yanımda kalsaydı!"
Serî
b. Yahya demiştir ki: 'Hasan el-Basrî, ilmin (hadislerin) yazılmasında bir beis
görmezdi. Tefsirini imlâ ettirir ve bizzat kendisi de yazardı."
A'meş
(148/765) nakleder: Hasan el-Basrî dedi ki: "Bizim elimizden hiç
düşürmediğimiz ve korunması için bizden sonrakilere tavsiye ettiğimiz birçok
yazılı kitabımız vardır."
ibrahim
en-Nehâî, "Atrâftürü kitapların yazılmasında bir beis yoktur,"
demiştir.[640]
Efû
Kirânî, Dahhak'm: "Bir şey duyduğun vakit, duvara bile olsa onu yaz,"
dediğini, Hasen b. ÂkiTin de: "Dahhak, bana haccın menâsikini imlâ
ettirdi," dediğini rivayet etmiştir.
Ebû
Kılâbe er-Rakkâşî: 'Yazmak, bana unutmaktan daha sevimlidir," demiştir.
Ebu'l-Melîh,
demiştir ki: "Bazıları benim yazmamı ayıplıyorlar. Halbuki Allah Teâlâ:
'Onların ilmi, Rabbimin katında bir kitapta yazılıdır. Rabbim hata etmez ve
unutmaz,'[641]
buyurmaktadır," Haberi, Suyûtî de
Tedrtbur-Râvi adlı eserinde zikretmiştir.[642]
Abdurrahman
b. Hermele de demiştir ki: "Ben, hafızası zayıf birisiydim. Said b.
Müseyyeb, bana yazmam için ruhsat verdi/'
İmam
Mâlik de Yahya b. Said'in: "Her işittiğimi yazmam, bana, malımı^ bir
misli daha fazlalaşmasından çok daha sevimlidir," dediğini haber
vermiştir.
Sevâde
b. Hayyan da Muâviye b. Kurra'mn: "İlmi yazmayan kimseyi, âlim
salmayın,"dediğini nakletmiştir.
Abdurrahman
b. Ebi'z-Zinad, babasının şöyle dediğini haber vermiştir: "Biz, yalnızca
helâl ve harama dair rivayetleri yazardık. İbn Şihab ise her işittiğini
yazardı. Kendisine ihtiyaç hissedildiğini görünce onun, insanların en âlimi
olduğunu anladım."
ed-Derâverdî
de şöyle demiştir: "İlmi (hadisleri) ilk tedvin eden ve yazan İbn
Şihab'dır. İmam Mâlik de aynısını söylemiştir. Ma'mer ise Zührî'nin şu sözünü
nakletmiştir: Emirler (idareciler) zorlayıncaya kadar biz, ilmin (hadislerin)
yazılmasını hoş karşılamıyorduk. Sonra müslümanlardan hiç kimsenin bunu
yapmasına mâni olmamamız gerektiğini anladık."
Eyyûb
b. Ebî Temîme de Zührî'nin (124/742) şu sözünü nakletmiştir: "İdareciler,
benden hadisleri yazmamı istediler. Ben de yazdım. Onların bu isteklerini
yapınca başkalarına da yazmamaktan haya ettim."
Ma'mer,
Salih b. Keysan'm şu sözünü nakletmiştir: "İbn Şi-hab'la birlikte ilim
öğreniyorduk. Bir gün sünnetleri yazmaya karar verdik ve Rasûlullah (s.a.v)'tan
nakledilen hadislerden işittiklerimizi yazdık. Sonra o: 'Sahabe'den gelenleri
de yaz,' dedi. Ben: 'Hayır, olmaz. Çünkü onlar, sünnet değildir,' dedim. O:
'Hayır, onlar da sünnet sayılır,' dedi ve yazmaya devanı etti. Ben ise
yazmadım. O kazandı; ben ise kaybettim."
Hâlid
b. Nizar
şöyle demiştir: "Hişam b. Abdülmelik,
Zührî'nin
rivayetlerini yazmak üzere iki tane kâtip tuttu, bir sene boyunca
yazdılar."
Ma'mer
de şöyle demiştir: "Yahya b. Kesir, bana bazı hadisler zikretti ve
'falanca hadisleri bana yazıver/' dedi. 'İlmin yazılmasını kerih görmüyor musunuz1?' diye sorunca:
'Yaz; çünkü yazmasan ilmi kaybedersin veya onda yetersiz kalırsın,' dedi."
Amir
eş-Şa'bî de:'Yazı, ilmin kaydıdır," demiştir.
Vehb.
b. Cerîr ise Şu'be'nin kendilerine bir hadis rivayet ettiğini ve onu yanındaki
bir sahifede bulmuş olduğunu nakletmiştir.
Şehâbe
de şöyle demiştir: Şu'be derdi ki: "Benim hadisleri arka arkaya sıralayıp
zikrettiğimi gördüğünüz vakit, bilin ki ben, onları bir kitaptan
ezberlemişimdir."
Süleyman
b. Mûsâ da der ki: "Bir âlim üç tür kimsenin önünde oturup ilim anlatır:
1-
Her işittiğini alan kimse. Bu, gece vakti odun toplayan gibidir.
2- Yazmayıp, yalnızca dinlemekle yetinen kimse.
Buna, (sadece) âlimin meclisinde bulunan kişi denilir.
3-
Duyduğu rivayetleri seçen kimse. İşte bu, (âlimi dinleyenlerin) en
hayırlısıdır."
Bir
başka seferinde de: "İşte o, esas âlimdir," demiştir.
Süfyan
ise şunu nakleder: "Bazı idareciler, İbn Şübrüme'ye:
'Rasûlullah
(s.a.v)'a isnad ederek bize rivayet ettiğin bu hadislerin durumu nedir, onları
nereden naklediyorsunuz?' dediklerinde: Yanımızda bulunan bir kitaptan
naklediyoruz,' demiştir."
Hatim
el-Fakih, şöyle demiştir: Süfyan es-Sevrî'nin şöyle dediğini işittim:
"Hadisleri üç şey için yazmayı severim: Bazı hadisleri dinde amel etmek
için yazarım. Bazılarının hadisini de sadece yazarım; onu ne bir kenara atar,
ne de din edinirim. Bir de zayıf hadis vardır; onu tanımak hoşuma gider, fakat
onunla pek ilgilenmem."
Hâlid
b. Hibaş el-Bağdâdî de şunu nakleder: "Mâlik b. Enes'e veda ediyordum. 'Ey
Ebâ Abdullah, bana ne tavsiye edersiniz?' dedim. Hazret: 'Gizli ve aşikar, her
hâlinde Allah'tan kork. Müslümanlara nasihat et. Ehlini bulduğun zaman da ilmi
yaz,' dedi."
Ishak
b. Mansur, der ki: Ahmed b. Hanbel'e: "İlmin (hadislerin) yazılmasını
kimler kerih görüyor?" diye sordum. Hazret: "Bir kısım âlimler bunu
kerih görürken, bazısı da buna ruhsat vermiştir," dedi. Ben: "Eğer
ilim, yazılmamış olsaydı, kaybolup gitmez miydi?" dedim. "Evet, ilim yazılmasaydı, şimdi
hâlimiz ne olurdu bilmem," dedi.
İshak
b. Mansur, demiştir ki: "Aynı soruyu İshak b. Rake-veyh'e sordum. O da
aynen, Ahmed b. Hanbel gibi cevap verdi."
Ebû
Zûr'a da Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Mâin'in: "Hadisleri yazmayan bir
kimsenin hata yapmayacağından emin oluna-maz," dediklerini haber
vermiştir.
er-Riyâşî,
Halil b. Ahmed'in: "Yazdıklarını Beytu'l-Mâl kabul et, ezberlediklerini de
nafaka." dediğini nakletmiş tir.
Müberrid
de Halil'in: "İşittiğim herşeyi yazdım. Yazdığımı da ezberledim.
Ezberlediğim herşeyin de mutlaka faydasını gördüm," dediğini rivayet
etmiştir.[643]
Bazı
sahabelerin hadislerin yazımı konusundaki uygulamasını bir delil kabul etsek
bile bu, asla sünnetin hüccet olamayacağı anlamına gelmez. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.v)'in sünnetin yazılmasını nehyetmesiyle ilgili hadisi değerlendirirken
ifade ve izah ettiğimiz gibi o emrin mecrası ve mânâsı, muhaliflerin anladığı
gibi değildir. Bu nehiy, sünnetin delil olmadığını göstermez ve yazı, hüccet
olmanın zarurî bir şartı değildir. Burada Sahâbe'yi sünneti yazmaktan alıkoyan
başka sebepler de vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Önce
şunu hatırlatalım: Bazı sahabelerin hadisleri yazmaktan kaçınması, yasaklamanın
izinden sonra olduğuna ve onu neshettiği-ne dair bir delil olamaz. Çünkü Ibn
Kuteybe ve Hattâbî'nin belirttiği gibi yasağın ve iznin bütün şahıs ve
durumları kapsadığını söyleyecek olursak, o takdirde Sahâbe'nin, Hz. Peygamber
(s.a.v)'in vefatından sonra da önceki hâl üzere devam ettiklerini belirtmemiz
gerekir. Onlar, Rasûlullah (s.a.v)'m müsaadesine muttali olamamış, önceki
hükmün nesholunmayıp devam ettiğini zannetmişlerdir. Yoksa, yasağın izinden
sonra olup, onu neshettiği şeklinde bir anlayışa sahip olmamışlardır. Böyle
olsaydı onlardan sonraki neslin, yazmaya izin verildiği ve bunun mübâh olduğu
konusunda icmâ etmemeleri gerekirdi.
Eğer
yasak ve iznin herbirini, daha önce zikredilen hususlarla tahsis edenlerin
görüşünü benimsersek, o takdirde yazmaktan kaçınan, başkalarını bundan meneden
ve yazılı olan sahifeleri imha eden Sahabe ve Tabiîlerin, yazmaya engel teşkil
eden unsurlardan herhangi birisi sebebiyle böyle yaptıklarını söylememiz
gerekecektir. Bu sebepler, Kur'ân ve sünnetin yazılmasının karışıklığa yol
açması, yazıya güvenilerek gevşekliğe düşülmesi, bunun sonucu olarak da ilim,
fıkıh ve anlayışın kaybolması gibi nedenler olabilir.
Aynı
şeyleri, sünnetin tedvin edilip tıpkı Kur'ân gibi bir kitapta toplanması
konusunda da söyleyebiliriz. Kaldı ki tedvinin, hücciyye-tin şartlarından
olduğu yolundaki görüş tamamen yanlıştır. Buna göre deriz ki: Eğer tedvin
edilmeyiş, hücciyyete mâni bir unsur olsaydı Hz. Ebû Bekir ve Zeyd b. Sabit
(r.h), ilk anda, Kur'ân'm cem edilmesinden kaçındıklarında, Kur'ân'ın hüccet
olmadığı anlayışıyla böyle yapmışlardır, demek de doğru olurdu. Bu durum, her
ikisi için de düşünülemez. Fakat durum şudur: Onlar, ilk anda Kur'ân'ın cem
edilmesi fikrine yanaşmadılar. Çünkü Rasûlullah (s.a.v), bunu yapmamış;
yapılmasını da emretmemişti. Sonradan, maslahat ve hayrın Kur'ân'ın toplanıp
yazılmasında olduğunu görünce, derhal onu gerçekleş tirmişlerdir.
Buhârî,
İbn Şihab tarikiyle şunu nakleder: Zeyd b. Sabit
(r.a),
demiştir ki: Yemâme savaşında pek çok hafız sahabenin şehid edilmesi üzerine
Hz. Ebû Bekir (r.a), beni çağırttı. Vardığımda Ömer (r.a) de oradaydı. Ebû
Bekir (r.a), bana: "Ömer geldi ve: 'Yemâme savaşında çok sayıda Kur'ân
hafızı şehid oldu. Ben, diğer bölgelerde de hafızların yok olmasından ve bu
sebeple, Kur'ân'ın ekseriyetinin kaybolmasından endişe ediyorum. Ben,
Kur'ân'ın biraraya getirilmesini emretmenizi uygun görüyorum,' dedi. Ben de
ona: 'Rasûlullah (s.a.v)'m yapmadığı bir işi biz nasıl yaparız ki?' dedim. Ömer:
'Allah'a yemin olsun ki, bu hayırlı bir iştir,3 diyerek ısrarla bana müracaatta
bulundu. Sonunda Allah, benim de kalbimi Ömer'in görüşüne ısındırdı. Ben de
onun gibi düşünmeye başladım," dedi.
Zeyd
(r.a). diyor ki: Hz. Ebû Bekir (r.a), bana: "Sen genç ve akıllı birisisin.
Hakkında kötü bir şey bilmiyoruz. Hem sen, daha önce Rasûlullah (s.a.v)'ın
vahiy kâtipliğinde de bulunmuştun. Üzerinde Kur'ân yazılı olan parçaları
araştır, onları biraraya getir," dedi. Allah'a yemin olsun ki; eğer bana,
bir dağın yerini değiştirmek gibi bir görev verselerdi bu, Ebû Bekir'in (r.a),
Kur'ân'ın toplama işini emretmesinden daha ağır gelmezdi.
Onlara:
"RasûiuUah (s.a.v)'ın yapmadığı bir şeyi, nasıl olur da sizler yapmaya
kalkışırsınız," dedim. Hz. Ebû Bekir: "Allah'a yemin olsun ki, bu
çok hayırlı bir iştir," dedi ve bana bu konuda çok ısrar etti. Sonunda
Allah, benim de kalbimi, o ikisinin kanaatine açtı ve yatıştırdı. Artık
Kur'ân'ı cem edebilmek için üzerine âyet yazılmış hurma yaprağı, kemik, ince
beyaz taş gibi yazı maddeleriyle, Kur'ân'ı ezbere bilenleri araştırıp âyetleri
toplamaya başladım. Tevbe Sûresi'nin "Andolsun, içinizden öyle bir
peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız O'na ağır gelir."[644]
âyetini yalnızca, Ebû Huzeyme
el-Ensârî'nin yanında bulabildim; başka kimsede bulamadım. Biraraya getirdiğim
Mushaf, (tamamlandıktan sonra) ölünceye kadar, Hz. Ebû Bekir'in yanında kaldı.
Sonra, hayatı boyunca Hz. Ömer'in yanında kaldı. Şehid edildikten sonra
Mushaf, kızı Hz. Hafsa'ya intikal etti.[645]
Bu rivayet, bir nassın tedvin edilmeyişinin onun hücciy-yetine olumsuz bir
tesir etmediğinin en açık delilidir. Sünnetin tedvin edilmeyişinin daha başka
sebepleri de vardır. Bunlara ileride değineceğiz.
Ayrıca
Hz. Ömer'in, sünnetin tedvini ve onu bir kitapta toplama konusunda mütereddid
olduğunu ve bu konuda ashâb ile istişarede bulunduğunu görüyoruz. Nitekim
içlerinden bir kısmı, tedvin edilmesi yolunda fikir beyân etmişlerdir. Eğer
tedvin edilmiş olmak, hücciyyetin bir şartı olsaydı, o takdirde Hz. Ömer'in
tedvin konusundaki tereddüdünün, sünnetin hüccet olup olmadığı tereddüdünden
kaynaklandığını söylemek gerekir. Bunu kim söyleyebilir?
Hz.
Ömer'in, müslüman oluşundan itibaren, hilâfeti zamanında tedvin konusu ortaya
çıkıncaya kadar geçen uzun zaman boyunca, sünnetin hücciyyetinden tereddüt
ettiğini söylemek asla mümkün değildir. Çünkü o, çok daha basit meselelerde
Rasûlullah'ın hükmünün ne olduğunu öğrenmeye büyük özen gösterirdi. Bu
durumda, onunla ilgili olarak iki şey söylenebilir: O, ya sünnetin hüccet olduğu
görüşündeydi yahut bu kanaatte değildi. Ama her halükârda, tedvin konusundaki
tereddüdü, sünnetin hüccet oluşundaki tereddüdünden kaynaklanmış olamaz. Ancak
bu tereddüt, sünnet konusunda araştırmaya sevkeden diğer sebeplerden ortaya
çıkmış olabilir.
Bazı
sahabelerin tedvinden kaçınmaları veya tedvin edilmiş bulunan sahifeleri
yakmaları konusunda ise iki sebep zikredilebilir:
1-
Bu kimseler, son derece muttaki ve verâ sahibi kimselerdi.
Bu
nedenle, kendilerinden sonra bazı kimselerin, onların tedvin etmiş olduğu
hadislerle amel etmesinden endişe etmişlerdir. Bunun sebebi ise hadisi
kendilerine rivayet eden şahsın, zahiren sika görünmekle beraber, aslında
yalancı olması ihtimali veya hafızası kuvvetli gibi görünmekle birlikte,
gerçekte zayıf olması yahut da bizzat kendilerinin RasûiuUah (s.a.v)'tan
işittikleri hadislerde hata yapmaları ihtimalidir.
Nitekim
Hz. Ebû Bekir'in (r.a), tedvin ettiği hadis sahifelerini niçin yaktığını, Hz.
Aişe'ye izah ederken söyledikleri şu sözler, bunu göstermektedir: "Onlar
senin yanındayken ölüp gitmekten korktum. Ola ki, içerisinde kendisine güvenip
sika zannettiğim bir zâtın rivayetleri bulunur da aslında rivayet ettiği
hadisler, bana naklettiği gibi olmayabilir. Fakat sorumluluğu ben üzerime almış
olurum."
Başka
bir rivayette ise şöyle söylemiştir: "Size birtakım hadisler rivayet
ettim. Kimbilir, belki de onları, RasûiuUah (s.a.v)'tan kelimesi kelimesine
işitmemiş olabilirim,"[646]
2-
Kur'ân'da olduğu gibi Sahâbe'den bir kişinin yahut iki, on veya yüz tanesinin,
RasûiuUah (s.a.v)'tan sâdır olan herşeyi bir kitapta toplama imkânları yoktur.
Çünkü bütün risâleti boyunca, her an RasûiuUah (s.a.v)'la beraber olan birini
bulmak da mümkün değildir. Bunun bulunabileceği farzedilse bile bu sefer de her
işittiğim ezberlemesi, onları hatırlaması ve tedvin etmesi imkân dahilinde
değildir. Yine içlerinden belli sayıda kimsenin, sırayla, nöbetleşe RasûiuUah
(s.a.v)'ın yanında bulunmaları, ve O'ndan sâdır olan herşeyi hafızalarına
almaları da mümkün gözükmemektedir. Bazen içlerinden birisi, belli bir vakit
Rasûlullah'la yalnız kalmış ve bu arada başkalarının muttali olamadığı bazı
şeyleri müşahede etmiş ve işitmiş olabilir.
Bu
itibarla, Sahâbe'den her birinin, diğerlerinin sahip olmadığı sünnet bilgisine
sahip olduğunu bilmek gerekir. Ne kadar yetki verilirse verilsin, hiçbir
kimsenin, RasûiuUah (s.a.v)'ın vefatından sonra sayılan yüzhinleri bulan
Sahâbe'yi biraraya toplayarak onlardan bildikleri ve yazdıkları bütün sünneti
Öğrenmeleri mümkün değildir.[647]
Sahabe,
buna muktedir olmadıklarını anlayınca kendilerinden sonra gelenlerin, aynen
Kur'ân'da olduğu gibi, onların bütün güçlerini sarfederek, sünnetin tamamını
bir kitap hâline getirdikleri inancına düşerler korkusuyla, tedvin işinden
kaçınmışlardır. Bu nedenle, daha önce yazılmış olanları da yakmışlardır. Ayrıca
sözlü rivâyetlerin sünnet olmadığı inancına kapılıp çelişki hâlinde tedvin
edilmiş bulunanları, sözlü rivayetlere tercih ederler endişesini de taşımışlardır.
Halbuki böyle bir durumda sözlü rivayet, tedvin edileni neshet-miş de olabilir.
O zaman, şer'î hükümlerin büyük bir kısmının kaybolması tehlikesiyle karşı
karşıya kalınmış olurdu.
Sünneti
tedvin edenlerin, -özellikle de Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (r.h) gibileri-
Rasûlullah (s.a.v) ile uzun müddet beraber yaşamış ileri gelen sahabeler
olduklarını düşünürsek sonraki müslüman-larm, sözkonusu inanca sahip olacakları
aşikârdır. Hz. Ebû Bekir'in: "Benim bulamadığım hadisler kalmış olabilir.
Bu nedenle de insanların: 'Eğer Rasûlullah (a.s) bunları söylemiş olsaydı, Ebû
Bekir'in mutlaka ondan haberdar olması gerekirdi,' demelerinden korkuyorum,"
sözü de bu kanaatimizi kuvvetlendirmektedir.
Fakat
tedvin işini, Rasûlullah (s.a.v) ile uzun müddet birarada kalmadığı bilinen
birisi yaptığı takdirde böyle bir endişe duymaya gerek kalmaz. Hele Zührî,
Buhârî ve Müslim gibi bütün gayretim hadisleri toplayıp, tedvin etmeye
sarfetmiş bir imamın, sünnetin tamamını biraraya getirme imkânına sahip olduğu
hiç düşünülemez. Çünkü aradan uzun zaman geçmiş, İslâm toprakları genişlemiş,
Sahâbe'nin pek çoğu vefat etmiş, Tabiîn ve onlardan sonrakiler alabildiğine
çoğalmıştır. Öyle ki, Zührî (124/742) gibi bir tek kişinin, bütün bunlarla
karşılaşması ve rivayetlerinin tamamını alması, ak-len imkân dahilinde
görülmemektedir.
Sözkonusu
ihtimal, bu kimseler için mevcut olmayınca, doğal olarak, onların ve
benzerlerinin, sünneti tedvin etmelerinde de bir sakınca kalmamaktadır.
Bilakis, aradan uzun zaman geçmesi, güvenilir râvilerin vefat etmesi ve
ezberleme melekesinin zayıflaması nedeniyle tedvin işi, zaruret hâline gelmiş
olmaktadır.
Çünkü
bir taraftan Acemler, Araplara karışmış, medeniyetleri Araplar arasında
yayılmıştır. Bunun sonucu olarak pek çoğu yazı öğrenmiş ve hafızaya güvenen
evvelki tabiatlarından sıyrılmışlardır. Ote yandan mezheplerin çoğalıp
fırkaların yayılması, zındık ve mül-hidlerin ortalığı kaplaması sonucu, Hz.
Peygamber (s.a.v)'e uydurma hadis isnadı o kadar çoğalmıştır ki, artık
Rasûlullah'tan sâdır olduğu bilinen hadislerin, güvenilir ve tenkitçi âlimler
tarafından yazılıp tedvin edilmesi bir zaruret hâline gelmiştir. Ancak bu
şekilde, sahih olanla olmayanları birbirinden ayırmak mümkün olabilmiştir.
İbn
Hacer (855/1448), Fethu'l-Bâri adlı eserinin mukaddimesinde şöyle demektedir:
"Hadislerin, Sahabe ve Tabiîn büyükleri zamanında, Câmî türünden eserlerde
toplanıp tertip edilmediği bilinmelidir. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi,
İslâm'ın ilk devirlerinde hadislerin Kur'ân'la karıştırılması endişesinden
dolayı tedvin işinin, Sahâbe'ye yasaklanmış olmasıdır. İkincisi ise Sahâbe'nin
kıvrak zekâ ve kuvvetli ezberleme gücüne sahip olması ve çoğunun yazı yazmayı
bilmemesidir. Sonraları, Tabiîn asrının sonlarına doğru âlimler, muhtelif şehir
merkezlerine dağıldı. Bu arada Haricî, Râfizî ve kaderi inkâr eden gruplardan
pek çok bid'atlar yayıldı. Bu sebeple hadislerin, tedvin edilip kitap hâline
getirilmesi zarureti hâsıl oldu.[648]
Bundan
dolayı Ömer b. Abdülaziz, vali ve âlimlere, hadisleri toplayıp tedvin
etmelerini emretmiştir. Yazılmış olan nüshalardan da her şehre, birer tane
göndermiştir.
Buhârî,
ta'lik yoluyla naklettiği bir haberde şunları kaydeder: "Ömer b.
Abdülaziz, Ebû Bekir b. Hazm'a bir mektup göndererek: 'Rasûlullah (s.a.v)'m
hadislerini araştır ve yaz. Çünkü ben, âlimlerin vefat edip ilmin yok
olmasından korkuyorum. Yalnızca Rasûlullah (s.a.vYın hadislerini kabul et. İlmi
yayın. Bu maksatla ilim meclisleri oluşturun ki bilmeyenler de Öğrensinler.
Zira ilim, gizli kaldığı zaman yok olur,' demiştir."[649]
Haberi İmam Mâlik, Muvatta'da muhtasar
olarak nakletmiştir.
el-Herevî
de Zemmü'l-Kelâm adlı eserinde, Yahya b. Said vasıtasıyla, Abdullah b.
Dinar'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Sahabe ve Tabiîn, hadisleri
yazmamışlardır. Zekâtla ilgili mektuplar ve az miktardaki hususlar dışında,
hadisleri ezber yoluyla alıp, sözlü olarak nakletmişlerdir. Ne zaman ki,
hadislerin yok olmasından korkuldu ve âlimler ölüp gitmeye başladı, o vakit
Ömer b. Abdülaziz, Ebû Bekir b. Hazm'a bir mektup göndererek, sünnet ve
hadisleri araştırıp yazmasını emretti."[650]
Ebû
Nuaym (430/1038) ise Tarihu Isbahan adlı eserinde, bu haberi şöyle
nakletmiştir: "Ömer b. Abdülaziz, İslâm beldelerindeki âlimlere mektuplar
göndererek: 'Rasûlullah (s.a.v)'ın hadislerini araştırın ve onları toplayın,'
diye emir verdi."[651]
Abdurrezzak
(211/827), Musannefinde, İbn Vehb'in şöyle dediğini kaydetmiştir: İmam Mâlik'i
işittim, şöyle diyordu: "Ömer b. Abdülaziz, şehir merkezlerine mektuplar
göndererek onlara sünnet ve fıkıh hakkında bilgi verirdi. Medine'ye yazdığı
mektuplarda ise daha evvelki tatbikatların nasıl olduğunu sorar ve
yanlarındakilerle amel etmelerini isterdi. Bu arada Ebû Bekir b. Hazıria da bir
mektup göndererek, sünnetleri toplamasını ve yazıp kendisine göndermesini
istedi. İbn Hazm da (bulabildiği kadar) hadisleri bir kitapta topladı. Ne var
ki, göndermeden evvel Ömer 6. Abdülaziz vefat etti.”[652]
İbn
Abdilberr, Zübeyr'in azadlı kölesi Sid b. Ziyâd'm şöyle dediğini nakleder: İbn
Şihab ez-Zührî'yi, Said b. İbrahim'e şunları derken işittim: "Ömer 6.
Abdülaziz, bize sünnetleri toplamamızı emretti. Biz de onları defterler hâlinde
yazdık. O da valisi bulunan her beldeye bir defter gönderdi."[653]
İbn
Hacer (852/1448) ise Fethu'l-Bâri'nin mukaddimesinde -daha evvel naklettiğimiz
sözlerinden sonra- şöyle demektedir: "Hadisleri ilk defa cem edenler,
Râbî b. Sabîh (160/776), Said b. Ebî Arübe (157'j'773) ve benzerleridir. Üçüncü
tabakanın büyük âlimleri ahkâmı tedvin edinceye kadar hadis âlimleri, bütün
babları aynı tarzda tasnif ediyorlardı. İmam Mâlik (1791795), el-Muvatta adlı
eserini tasnif etti ve ona, Hicazlı hadis âlimlerinin kuvvetli olan
rivayetlerini almaya itina gösterdi. Bu arada eserinde, Sahabe sözlerine,
Tabiîn ve onlardan sonra gelenlerin söz ve fetvalarına da yer verdi. Mekke'de
İbn Cüreyc (150/767), Şam'da el-Evzâî (159/775), Kûfe'de Süfyan es-Sevrî (161/777),
Basra'da Hammad b. Dinar (165/781), ilk tasnif işini gerçekleştirenlerdir. Daha
sonra, kendi asırlarındaki pek çok kimse, tedvin ve tasnif işleminde onları
takip etmişlerdir. Bu iş, Rasûlullah (s.a.v)'ın hadislerinin biraraya getirilmesi
gerektiği görüşüne sahip olan imamlar gelinceye yani hicrî ikinci asrın
başlarına kadar devam etti.
Ubeydullah
b. Mûsâ el-Abesî el-Kûfi, Müsedded b. Müser-hed el-Basrî (228/843), Esed b.
Mûsâ el-Emevî, Mısır'a yerleşmiş olan Nuaym b. Hammad el-Huzâî (228 h.), bir
müsned tasnif etmişlerdir. Sonra gelen imamlar da onları takip etmişlerdir.
Pek çok imam, topladıkları hadisleri 'Müsned' hâlinde[654]
biraraya getirmişlerdir. Bunlara, Ahmed
6. Hanbel (241/855), Ishak b. Râheveyh (235/853), Osman b. Ebî Şeybe (239 h.)
ve diğer seçkin hadisçileri örnek
verebiliriz. Ebû Bekir b, Ebî Şeybe (235/849) gibi bazı hadisçiler ise[655]
hadis ve haberleri müsned ve bablara
göre birlikte tasnif etmişlerdir.
İmam
Buhârî (256/869), bu musannefleri görüp tetkik etti. Onların sahih ve hasen
rivayetlerin yanında, pek çok zayıf haberleri de ihtiva ettiğini, bu iki çeşit
haberin birbirinden tefrik edilemeyeceğini farketti ve o vakit, sıhhatinden
hiç kimsenin şüphe edemeyeceği sahih hadisleri toplamaya azmetti. Üstad Ishak
b. Râheveyh'in (238/852) bu konudaki teşviki de kendisine güç, azmine şevk
verdi. Bu büyük üstad, bir gün içlerinde Buhârî'nin de bulunduğu talebelerine:
'Keşke, Rasûlullah (s.a.v)'ın sahih sünnetlerini ihtiva eden muhtasar bir kitap
meydana getirseniz ne güzel olur,' demişti. Buhârî (r.h): 'Bu söz kalbime yer
etti ve el-Câmiu's-Sahih'i yazmaya başladım,' der."[656]
el-Kâsımî,
Kavâidü't-Tahdis adlı eserinde (1332/1914) der ki: "İmam Suyûtî (911
/1505) ve hadisleri ilk cem eden kimselerin hepsi hicrî ikinci asırda
yaşamışlardır. Hadis tedvininin başlangıcı ise hicrî birinci asrın başlarında,
Ömer b. Abdülaziz'in (101/719) hilâfeti zamanına rastlar," demiştir. İbn
Hacer (852/1448) de Fet-hu'l-Bâri'de aynı haberi zikretmiş ve şöyle demiştir:
"Ömer b. Abdülaziz'in emriyle, hadisleri ilk tedvin eden İbn Şihâb
ez-Zührî'dir." Ebû Nuaym da (430/1038) aynı haberi nakletmiş tir.[657]
İşte bu yüzden, Tabiîn asrından sonra,
yazmanın ve sünneti tedvin etmenin mübâh olduğuna dair icmâ tahakkuk etmiştir.
Hatta bazıları, bunun mendûb ve vâcib olduğu görüşündedirler.[658]
Kâd-ı
lyâz (544/1149), demiştir ki: "İlmin (hadislerin) yazımı konusunda, Sahabe
ve Tabiîn arasında pek çok ihtilâf vardı. Çoğu bunu uygun bulmazken, bazıları
da caiz görüyorlardı. Daha sonra müslümanlar, bunun caiz olduğunda icmâ ettiler.
Böylece, daha önce var olan ihtilâf ortadan kalktı."[659]
İbn
Salâh (318/929), demiştir ki: "İlk devir müslümanları, hadislerin yazımı
konusunda ihtilâf ettiler. İçlerinden bir kısmı, hadislerin ve ilmin yazımını
uygun bulmayıp ezberlemeyi emrederlerken, bazısı da buna cevaz verdi. Sonradan
bu ihtilâf ortadan kalktı ve
müslümanlar,
sünnetin yazılmasının caiz ve mübâh olduğunda icmâ ettiler. Eğer hadisler,
kitaplarda tedvin edilmeseydi sonraki asırlarda kaybolup giderdi."[660]
İbn
Hacer de (852/1448): "Selef âlimleri, hadislerin yazılıp yazılmayacağı
konusunda ihtilâf etmişlerdir. Gerçi mesele daha sonra açıklığa kavuşmuş,
hadisleri yazmanın caiz, hatta müstehâb olduğuna dair icmâ hâsıl olmuştur.
Kaldı ki, hadisleri tebliğ ile yükümlü olup da onları unutma endişesi
taşıyanların, yazmalarının vâcib olacağı gayet açıktır," am demiştir.
Eğer:
"Sahâbe'nin, sünnetin yazım ve tedvininden kaçınmalarının hikmeti
anlaşılmıştır. Fakat sünneti rivayetten sakınmalarına ve onu yasaklamalarına ne
denilecektir? Onların bu tutumu, sünneti hüccet görmediklerinin bir delili
olamaz mı? Ayrıca sert hükümlerde delil olarak kullanılmaması için Şâri'in,
onun nakledilmesini istemediğine muttali oldukları anlamına gelmez mi?"
denilecek olursa, şöyle cevap veririz:
Sahâbe'nin,
mutlak olarak hadis rivayetinden kaçındıklarım zannetmek doğru değildir. Bazı
durumlarda hadis rivayetinden kaçınmış olmaları, sünnetin hüccet olmadığından
kaynaklanmış değildir. Böyle düşünmek, nasıl doğru olabilir? Halbuki
Rasûlullah (s.a.v), Sahâbe-i Kirâm'a, hadislerini rivayet etmelerini ve
kendilerinden sonrakilere tebliğde6 bulunmalarını emretmiştir. Bu konudaki emirler,
daha Önce geçmiştir. İbn Abbas'ın rivayetinde Efendimiz (s.a.v): "Sizler,
hadisleri (benden) işitiyorsunuz. Sonrakiler de onları sizden duyup
alacaklardır. Onlardan da daha sonrakiler alacaklardır."[661]
Sahâbe'nin
hemen hepsinin, ister hadis rivayetinden kaçınan, ister bunu yasaklayan,
isterse bunda bir beis görmeyenleri olsun, sünnete en çok sarılan ve daha sonra
zikredeceğimiz türden bir mâni olmadıkça, sünnetin rivayetine ve tebliğine en
çok özen gösteren kimseler olduğu tevâtüren bilinmektedir. Onlar, muarızlarına
karşı sünnetle delil getirmişler, kendilerine de sünnetle karşı çıkıldığında,
görüşlerinden dönerek ikna olmuşlardır. Yeni zuhur eden hadiseler karşısında, sünnete müracaat etmişler,
başkalarım da onunla amele teşvik etmişlerdir. Böyle davranırlarken de hiç
kimse, onlara yaptıklarının yanlış olduğunu söylememiştir.
İşte
Hz. Ebû Bekir (r.a), Sakif gününde[662]
Ensar'a karşı: "İmamlar
Kureyş'tendir,"[663]
hadisini delil getirmiş, onlar da ikna
olmuşlardır.
Yine
o, Hz. Fatma'ya karşı: "Biz, peygamberler topluluğu miras bırakmayız.
Geriye bıraktıklarımız sadakadır,"[664]
hadisini delil getirmiş ve o da ikna
olmuştur.
Yine
Hz. Ebû Bekir, Muhammed b. Mesleme'nin rivâyetiyle te'kid ettikten sonra,
ninenin mirastaki payı hususunda, Muğire'nin rivâyetiyle hüküm vermiştir.
Zekâtlarını vermeyenlere karşı savaş ilan ettiği vakit, Hz. Ömer'in:
"İnsanlar, Allah'tan başka ilâh yoktur, deyinceye kadar onlarla
savaşmakla emrolundum,"[665]
hadisiyle karşı çıkınca, "Maldaki
hakkın alınması için (savaş) müstesna," ifadesiyle cevap vermiştir.
İşte
Hz. Ömer (r.a), Hacerü'l-Esved'i öperken: vEğer Allah Rasûlünü, seni Öperken
görmeseydim, ben de asla öpmezdim," demiştir.
Rasûlullah
(s.a.v)'m minberinden insanlara: "Ameller niyetlere göredir,"[666]
hadisini rivayet eden odur.
Yine
o, Ebû Said'in sahih olduğuna şahidlik etmesi üzerine, Ebû Musa'nın (r.a),
isti'zana dair rivayetini kabul etmiştir.
Ayrıca
pek çok vesileyle: "Rasûlullah (a.s)'tan (herhangi bir konuda) bir şeyler
bilen varsa onu getirsin," diyen de odur. Kadının, kocasının diyetine
mirasçı olabilmesi, iskat-ı cenin meselesi ve daha evvel (ikinci bölümde)
zikrettiğimiz diğer konulardaki, İmam Mâlik ve diğer hadisçilerin naklettiği
rivayetler de burada misal verilebilir.
Bütün
valilerine mektup göndererek: "Kur'ân'ı öğrendiğiniz gibi sünneti ve Arap
dilini de öğreniniz," diyen yine Hz. Ömer'dir. "Rey'den sakınınız.
Çünkü rey sahipleri, sünnetlerin düşmanıdırlar. Hadisler, onları sünnetleri
ezberleyip öğrenmekten âciz bırakmıştır," diyen ve yine:
"Hidâyetlerin en hayırlısı, Muhammed'in hidâyetidir," gerçeğini ifade
eden, ayrıca: "İleride birtakım insanlar, Kur'ân'ın (herkesçe anlaşılması
zor olan) müteşâbıhâtı ile karşınıza çıkacaktır. Onlara karşı sünnetlere
tutunun. Zira sünnetleri iyi bilenler, Kur'ân'ı en iyi bilenlerdir,"[667]
diyen de Hz. Ömer (r.a.)'dir.
Hz.
Ali (r.a)'ye bakalım: O, demiştir ki: "Size, Rasûlullah'tan bir hadis
rivayet edildiği zaman, (bir rivayete göre de hadis rivayet ettiğimde)
Rasûlullah'ın (s.a.v) ondan daha nezih ve daha muttaki olduğunu bilin."
Başka bir rivayette ise: "Rasûlullah'ın daha nezih, daha muttaki ve daha
fazla hidâyet üzere olduğunu bilin.''
Abdullah
b. Mesud'u (r.a) ele alalım. (Dövme yaptıran bir kadına karşı): "Allah,
dövme yapana ve yaptırana lanet etsin,"[668]
hadisini delil getirmiştir.
Ebû
Davud'un rivayetinde, Alkame şunları anlatmıştır: "Mi-na'da, Abdullah b.
Mesud'la yürüyordum. Hz. Osman'la karşılaştı. Onunla yalnız kalmak istedi.
Abdullah, Hz. Osman'ın bir ihtiyacı olmadığını görünce, bana: 'Ey Alkame,
buraya gel,' dedi. Gittim. Bu arada Hz. Osman, ona: 'Ey Ebû Abdurrahman! Seni
bakire bir câriye ile evlendirelim mi? (ne dersin)? Belki de nefsinin alışageldiği
şeyi, sana yeniden kazandırır,' dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Mesud: 'Sen
böyle diyorsun, ben ise Rasûlullah (s.a.v)'ın: Sizden kim evlenmeye güç yetirirse
evlensin. Çünkü bu, gözü korumak ve iffeti muhafaza için daha güzeldir. Kim de
evlenmeye güç yetire-mezse, oruç tutsun. Zira oruç, onun şehvetini kırar,
buyurduğunu işittim,'der."[669]
İbn
Ömer (r.h), Ebû Hureyre'yi överek şöyle diyor: "Birlikte Rasûlullah
(s.a.v)'ın devamlı yanında bulunduk ve hadislerini Öğrendik." Ebû Hureyre
vefat edince (ö.58/677) İbn Ömer (74/693), cenazesinde kendisine rahmet
dileyerek şöyle diyordu: "Allah kendisine rahmet etsin. Peygamber
(s.a.v)'in hadislerini müslümanlar için ezberleyip muhafaza ediyordu."
Buhârî
et-Tarihyinde, Beyhakî de el-Medhal'de, Muhammed b. Umâre b. Hazm'm, şöyle
dediğini rivayet etmişlerdir: "On civarında Sahâbe'nin büyüklerinin
bulunduğu bir mecliste bulundum. Ebû Hureyre (r.a), Rasûlullah (s.a.v)'tan
oradakilerin bazılarının bilmediği hadisler rivayet etmeye başladı. Onlar,
hadisler hakkında bilmediklerini soruyor, o da açıklamalarda bulunduktan sonra,
bir diğer hadise
geçiyordu. Bu böyle birkaç kere tekrar etti. İşte o zaman anladım ki Ebû
Hureyre, insanların en fazla hadis bilenidir."
Buhârî,
başka bir rivayetinde, Ebû Hureyre'nin (r.a) şöyle dediğini nakletmiştir:
"İnsanlar, Ebû Hureyre, hadis rivayetinde çok ileri gidiyor, diyorlar.
Eğer, Allah'ın Kitabı'ndaki şu iki âyet olmasaydı, bir tek hadis dahi rivayet
etmezdim: 'İndirdiğimiz açık delilleri ve Kitab'da insanlara apaçık
belirttiğimiz hidâyet yolunu gizleyenler (var ya), işte onlara Allah ve bütün
lanet edebilenler lanet eder. Ancak tevbe edip hâllerini düzeltenler, gerçeği
açıklayanlar müstesnadır. Onları bağışlarım. Çünkü ben, tevbeyi çok kabul eden,
çok esirgeyenim.[670]
Muhacir kardeşlerimiz, çarşı pazarda meşgul olurken, Ensar'dan kardeşlerimiz de
malları ile ilgilenirken Ebû Hureyre, karın tokluğuna Rasûlullah (s.a.v) ile
birlikte kalıyor, onların elde edemediklerini öğreniyor, belleyemediklerini
ezberliyordu:[671]
Ebû
Hureyre (r.a), Hz. Âişe'nin hücresinin yanma oturur ve: "Dinle, ey
hücrenin sahibesi" diyerek, kendisine hadis okurdu.[672]
İşte
Ebû Zerr (r.a), (eliyle kafasını göstererek): "Eğer, kılıcı şuraya
dayasanız, ben de kafam kesilmeden Önce Rasûlullah (s.a.v)'tan işittiğim bir
sözü söyleyebileceğimi bilsem, onu mutlaka söylerdim," diyor.[673]
işte,
Berâ b. Azib (r.a), Ahmed b. Hanbel'in yaptığı bir rivayette: "Bütün
hadisleri, Rasûlullah (s.a.v)'m fem-i saadetlerinden işitmiş değiliz.
Develerimizi gütmek bizleri meşgul ettiği için arkadaşlarımız, ondan
duyduklarını bize rivayet ederlerdi," demiştir.[674]
İşte
İbn Abbas (r.h), İmam Müslim ve Mücâhid'in, İbn Ab-bas'la ilgili olarak şunları
söylediğini nakleder: Büşeyr el-Adevî, ibn Abbas'a geldi ve: "Rasûlullah
şöyle söyledi... Rasûlullah böyle dedi..." diyerek hadis rivayet etmeye
başladı, ibn Abbas (r.h) ise sözüne kulak vermedi ve hiç oralı olmadı. Bunu
gören Büşeyr: "Ey ibn Abbas! Ne oluyor da sözüme kulak vermiyorsun? Ben,
sana Rasûlullah (s.a.v)'tan hadis rivayet ediyorum; sen ise dinlemiyorsun
bile!" dedi. İbn Abbas da: "Biz, daha önceleri birisi: 'Allah Rasûlü
(s.a.v) şöyle buyurdu,' dediği zaman gözlerimizi dört açar, iyice kulak verirdik. Ne zaman ki insanlar, sahih,
zayıf demeden herşeyi nakletmeye başladılar, biz de iyice bildiklerimizden
başkasını kabul etmez olduk," diye cevap verdi.[675]
Bu
konuda, pek çok Sahâbe'den sayılamayacak kadar haber vardır. Sünnetin
hücciyyeti konusunda bir kısmına değinilmişti. Bütün bunlar, bize, Sahâbe'nin
hadis rivayetinden kaçınmalarının, bizzat hadisten ve onların nazarında hadisin
hüccet olmadığından ileri gelmediğini kat'î bir şekilde ortaya koymakta,
onların bu konudaki tutumlarının sadece birtakım engellerden kaynaklandığını,
ayrıca sünnetin, onların yanında seksiz şüphesiz bir hüccet olduğunu ve bu konuda
icmâ ettiklerini ortaya koymaktadır.
Bu
durum, bizi, şüphe sahibinin zikrettiklerinin dışında, onları hadis
rivayetinden kaçınmaya ve onu yasaklamaya sevkeden sebepleri araştırmaya
sevketmektedir. Çünkü Rasûlullah (s.a.v)'m hadis rivayeti ve tebliği ile ilgili
emirleri, Sahâbe'nin sünnetin hüccet olduğu konusundaki icmâları ve
Rasûlullah'ın tebliğ emrine imtisaldeki hırsları bilindikten ve ayrıca sünnetin
hücciyyetiyle ilgili kesin deliller ortada olduktan sonra onların, sünnet
hüccet olmadığı için hadis rivayetinden kaçındıklarını ve bunu nehyettiklerini
düşünmek asla doğru değildir.
Meselâ,
Sahâbe'nin hadis rivayetinden kaçındıklarının ve bunu yasakladıklarının tesbit
edildiğini ve bunun da sünnetin hüccet olmadığına delâlet ettiğini düşünelim.
Peki bu durum, akıl sahibi birisinin, Kur'ân'dan başka delil olmayıp îslâm
sadece Kur'ân'dan ibarettir, demesine yetecek mi? Yine vahye muhatab olup
nevasından konuşmayan Peygamber (s.a.v)'in fiili ve sözü bile olsa hükümlere
delâlet etmeyeceğini, bu hususta yegâne delilin Kur'ân olduğunu savunan kimse;
sünnetin delil oluşunda Rasûlullah'ın sözleri, ümmetin icmâı, bizzat Kur'ân'm
delâleti ve diğer deliller varken birkaç sahabenin hadis rivayetinden
kaçınmalarının, Şâri'in nazarında, sünnetin hüccet olarak kabul edilmediğine
delil teşkil edeceğini söyleyebilecek mi? Bunu düşünmek mümkün müdür?
Hayır,
bunu yapmak asla caiz olamayacaktır. Çünkü bu, bizzat iddia sahiplerinin,
"İslâm yalnızca Kur'ân'dan ibarettir" kaidelerine terstir. Bu, aynı
zamanda bizim, "Sünnet ve Sahâbe'nin icmâı aynen Kur'ân gibi birer
hüccettirler," şeklindeki kaidemizle de çelişecektir. Hem Sahâbe'nin ameli
ve sözü, mutlak mânâda hüccet değildir. Hüccet olabileceğini farzetsek bile,
rivayetten kaçınmaları ve onu yasaklamaları, çeşitli sebeplerden olabilir.
Bunun, hüccet olup olmamasının dışında bir sebepten kaynaklanmış olması, iddia
sahiplerinin ileri sürdüğü nedenden kaynaklanmış olmasından daha fazla ihtimal
dahilindedir. Nitekim daha önce kaydettiğimiz ve ileride temas edeceğimiz
haberler de buna delâlet etmektedir.
Farzedelim
ki, Sahâbe'den bazılarının bu tutumları, yalnızca iddia sahiplerinin ileri
sürdüğü hususa muhtemil olsun. O zaman da bu, rivayetten kaçman ve bunu
yasaklayan sahabelerin yaptıkları rivayet ve çoğunluktaki sahabelerin
rivâyetiyle çelişki arzedecektir. Bundan başka, Sahâbe'nin bu konudaki icmâları
ve Rasûlullah'tan geldiği sabit olan rivayetlere de ters düşecektir. Biz,
"çelişki" derken aslında, iddia sahiplerine karşı yumuşak bir dil
kullanmış oluyoruz. Çünkü bize göre Sahabe sözü veya icmâı ile Rasûlullah'ın
sözü arasında bir çelişkinin bulunabileceğini söylemek doğru olamaz. Bize göre
-her ne kadar iddia sahipleri hoşlanmasalar ve akılları almasa da-Rasûlullah
(s.a.v)m sözü ve ümmetin icmâı diğerlerinden öndedir.
iddia
sahiplerinin ileri sürdükleri, ne onların ve ne de bizim kaidelerimize uygun
düşmediğine göre onların bütün söyledikleri, boş laftan ibarettir. Dolayısıyla
onlarla istidlalde bulunmak ve bağlayıcılık vasfının bulunması doğru olamaz.
^
Konuyla ilgili en ufak bir şüphe kalmaması için Sahâbe'yi hadis rivayetinden
kaçınmaya ve onu yasaklamaya sevkeden sebepleri ve onlardan nakledilen haberler
hakkında birtakım açıklamalarda bulunmak istiyoruz.
1.
Sebep: Şüphe sahiplerinin, Sahâbe'nin hadis rivayetinden Kaçındığına ve çok
hadis rivayetini yasakladığına dair kendisine dayandıkları haberler,
bütünüyle, ashabın hadis rivayetinden kaçındıkları ya da buna mâni oldukları
anlamına gelmez. Bunun tek sebebi, çok hadis rivayet edenlerin farkında olmadan
hata etmeleri ve kendisinde hata edilen hadisin, kıyamete kadar (o haliyle)
amel edilecek bir hüccet kabul edilme endişesidir.
Evet,
çok rivayette bulunmanın böyle bir tehlikesi olabilir. Gerçi, bu şekil bir
hatada herhangi bir günah yoktur. Ancak hata sözko-nusu olan bir şeye kasden
teşebbüs etmek, ileri seviyede olduğunda,nyalana teşebbüs
gibi değerlendirilir. Çünkü yasak bölgenin etrafında dolaşan kimsenin, oraya
girme tehlikesi vardır.
İşte
bu nedenle Sahabe, rivayetten son derece sakınmış, mümkün olduğu kadar bunu
azaltmaya çalışarak ancak sıhhatinden emin oldukları hadisleri rivayet
etmişlerdir. Bununla birlikte, kendilerinden emin olabilenler, çokça rivayette
bulunmuşlardır.
Onların
bu korku ve endişesi, aslında sünnetin konumunu içlerinde ne kadar
büyüttüklerinin ve dinde kendisiyle amelin vâcib olduğunu hüccet gördüklerinin
bir delilidir. Bu, aynı zamanda onlara karşı kalbimizde bir saygı oluşturmakta
ve Rasûlullah'tan rivayet ettikleri şeylerde kendilerine güven ve itminanla
doldurmaktadır.
İşte,
onların çok miktarda hadis rivayetinden kaçınmalarının ve bunu yasaklamalarının
tek sebebinin, hataya düşme endişesi olduğuna ve ancak güvenip itimad
ettikleri haberlerle amel ederek onları naklettiklerine dair rivayetler:
İmam
Ahmed, İbn Abbas'tan naklediyor: Hz. Peygamber (s.a.v), buyurdu ki:
"Benden hadis rivayet ederken dikkatli olunuz. Yalnız çok iyi
bildiklerinizi rivayet ediniz. Kim, kasden benim adıma yalan söylerse,
Cehennemdeki yerine hazırlansın."[676]
İmam
Ahmed, İbn Mâce ve ed-Dârimî, Ebû Katâde'nin şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: Şu minberin üzerinde Rasûlullah'm (s.a.v) şöyle dediğini işittim:
"Ey insanlar! Benden çok fazla hadis rivayet etmekten sakınınız. Kim,
benim adıma bir şey söylerse, ancak hak ve doğru olanı söylesin. Benim
söylemediğimi bana isnad ederek r söylemiş gibi gösteren, Cehennemdeki yerine
hazırlansın."[677]
Hadisi, Hâkim de rivayet etmiş ve
Müslim'in şartlarını taşıdığını söylemiştir.'Yine İmam Ahmed, Semüre b. Cündüb
tarikiyle, Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kim, yalan olduğunu bile bile benden bir hadis rivayet ederse o,
yalancılardan birisidir." Başka bir rivayetinde ise: "Çok yalan
söyleyenlerden birisidir,"[678]
şeklinde geçmektedir.
Müslim,
Ebû Hureyre'nin (r.a), Rasûlullah (s.a.v)'tan şu rivayetini nakleder:
"Kişiye, yalan olarak her duyduğunu söylemesi yeter."[679]
İbn
Abdilberr, İmam Mâlik, Ma'mer ve daha başkaları tarafından gelen bir isnadla,
"Sakife hadisesinde" Hz. Ömer'in, Cuma günü bir hutbe irâd ederek
Allah'a hamd ve senadan sonra, şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Benim
için söylenmesi mukadder olan ne varsa, hepsini söyleyeceğim. Kim, dediklerimi
beller, anlar ve ezberlerse, binitinin varabildiği yere kadar onu insanlara
tebliğ etsin. Kim de belleyemeyeceğinden korkarsa onun, benim adıma yalan
söylemesini helâl görmem. Allah Teala, Hz. Muhammed (s.a. v)'i peygamber
olarak gönderdi, beraberinde bir de Kitab indirdi. Recm de O'na indirdiklerinin
arasındadır."[680]
Yine
İbn Abdilberr, Müslim b. el-Haccâc'm, Kays b. Ubâde'den şunu naklettiğini
zikreder: Ömer b. el-Hattâb'ı şöyle derken işittim: "Kim, bir hadis işitir
ve işittiği gibi onu rivayet ederse kurtulmuştur.”[681]
Müslim
de Hz. Ömer'in: "Kişiye yalan olarak her duyduğunu söylemesi yeter,"
dediğini rivayet etmiştir.[682]
ibn
Uleyye ise Recâ b. Ebû Seleme'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Muâviye'nin:
"Hz. Ömer devrinde mevcud olan hadisleri alın. Çünkü o, insanları
Rasûlullah (s.a.v)'tan (gelişigüzel) rivayette bulunmalarına karşı
korkutmuştu," dediğini duydum. Bunu, ez-Zehebî de Tezkîretü'l-Huffâz''da
kaydetmiştir.
İmam
Ahmed ve Beyhakî, Hz. Ali'nin şu sözünü rivayet etmişlerdir: "Rasûlullah
(s.a.v)'tan bir hadis işittiğimde, Allah ondan ne kadar istifade etmemi
dilemişse, ondan o kadar istifade ederdim. Ama ashâbdan birisi, Rasûlullah
(s.a.v)'tan bir hadis rivayet ettiğinde, ona yemin ettirirdim. Yemin ederse
onu tasdik ederdim. Ebû Bekir (r.a), Rasûlullah (s.a.v)'ın: Yakînen iman eden
bir kul, herhangi bir günah işlediğinde güzelce temizlenir (gusül veya abdest
alır), iki rek'at namaz kılarak Allah'tan bağışlanmasını isterse Allah, mutlaka
onu affeder,' buyurduğunu bana haber verdi."[683]
Beyhakî'nin,
Hasen'den yaptığı bir rivayette ise Semure, şöyle demiştir: "Rasûlullah
(s.a.v)'tan, iki yerde 'sekte'yapıldığını öğrendim. Birisi, tekbir getirdiği
zaman, diğeri de sûreyi okumayı bitirdiği zamandır." Bunun üzerine İmran
b. Husayn, konuyu bir mektupla Ubey b. Ka'b'a sormuş, o da Semure'nin doğru
söylediğini ifade eden bir mektupla:
"Semure, hadisi Rasûlullah (s.a.u)'tan işitip ezberlemiştir," diye
cevap vermiştir.[684]
İmam
Ahmed, Mutarrıf b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: İmran b.
Husayn, bana dedi ki: "Ey Mutarrıf! Allah'a yemin olsun ki, isteseydim
bir tek hadisi dahi tekrarlamadan, iki gün üst üste, Rasûlullah (s.a.v)'tan
hadis rivayet edebilirdim. Fakat bu konuda, bende işi ağırdan alma ve çok
rivayetten çekinme duygusu ağır bastı. Çünkü Rasûlullah'ın ashabından bazıları,
kendileri gibi benim de görüp işittiğim birtakım hadisler rivayet ediyorlar.
Aslında onlar, söyledikleri gibi değil. Sahâbe'nin hayırdan geri durmayacaklarını
da biliyorum. Ama ben de onların rivayet ederken karıştırdıkları gibi
karıştırmaktan korkuyorum."
İmran,
bazen de şöyle derdi: "Keşke, doğru söylediğimden emin olsam da
Rasûlullah'ın şöyle şöyle dediğini işittim, diyerek size hadis nakletsem."
Yine o, bazı kere de: "Rasûlullah'ı şöyle şöyle derken işittim,"
derdi.[685]
Müslim,
Enes b. Mâlik'in (r.a) şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Beni, sizlere
çokça hadis rivayet etmekten, Rasûlullah'ın: 'Kim, kasden benim adıma yalan
söylerse, Cehennemdeki yerine hazırlansın.'[686]
sözü alıkoymaktadır."
İmam
Ahmed, İbn Sîrin'in şu sözünü nakletmiştir: Enes b. Mâlik (r.a), Rasûlullah
(s.a.v)'tan bir hadis rivayet ettikten sonra: "ev kemâ kale Rasûlullah
yahut Rasûlullah'ın buyurduğu gibi," derdi.[687]
el-Fethu'r-Rabbânî
adlı eserde, bu haberin isnadının sahih olduğu, bunu, Hafız Suyûtî'nin
(911/1505) el-Câmiu'l-Kebîr'de zikredip Ebû Ya'la, Beyhakî ve ibn Asâkir'e
dayandırdığını kaydetmiştir.
Fethu'l-Bâri'de
şöyle denilmektedir: Hürmüz'ün kölesi At-kab'ın rivayetinde şöyle
kaydedilmiştir: Enes (r.a): "Eğer hata yapmaktan korkmasaydım,
Rasûlullah'ın söylediği daha pek çok şeyi size naklederdim," dedi.[688]
Buhârî,
Abdullah b. Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Babam Zübeyr'e:
"Senin, falanca ve falanca kimseler gibi Rasûlullah'tan hadis rivayet
ettiğini niçin işitmiyorum?" dedim. O da: "Ben, Rasûlullah
(s.a.v)'tan hiç ayrılmış değilim. Fakat O'nun : 'Bana yalan isnad eden
Cehennemdeki yerine hazırlansın,' buyurduğunu işittim," dedi.[689]
Müslim
de Tavus'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: Büşeyr b. Ka'b, İbn Abbas'a
gelerek hadis rivayet etmeye başladı. İbn Abbas, ona: "Falanca falanca
hadisleri bir daha tekrarla," dedi. Sonra, yine rivayete devam etti. İbn
Abbas: "Şu şu hadisleri tekrarlar mısın?'' dedi. O da tekrarladı ve:
"Bilemiyorum, bütün hadislerimi bildin de bir tek bunu mu tanıyamadın?
Yoksa, hepsini münker buldun da yalnızca bunu mu bildin?" dedi. Bunun
üzerine İbn Abbas: "Bizler, Rasûlullah'a yalan isnad edilmezken, O'ndan
hadis rivayet ediyorduk. Ne zaman ki insanlar, sağlam, çürük demeden (rivayete
başladılar) o vakit, O'ndan hadis rivayet etmez olduk."[690]
Beyhakî,
Berâ b. Azib'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bizler hepimiz,
Rasûlullah'ın yanında bulunup hadislerini dinleyemi-yorduk. Her birimizin birtakım
iş ve uğraşıları vardı. Fakat Rasûlullah (s.a.v)'ın huzurunda bulunanlar,
bulunmayanlara anlatıyordu ve o zaman insanlar, asla yalan söylemiyordu."[691]
Yine,
Beyhakî, Katâde'den gelen şu rivayete yer vermiştir: Birisi, Hz. Peygamber
(s.a.v)'den bir hadis rivayet etti. Başka bir zât da ona: "Sen, bunu
Rasûlullah'tan işittin mi?" diye sordu. O da: "Evet, bunu yalan
söylemeyen birisi haber verdi. Vallahi, biz yalan söylemez ve yalan nedir
bilmezdik," dedi.[692]
Buhârî
ve Müslim, Urve b. Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Hz. Aişe
(r.h), bana: "Ey kızkardeşimin oğlu! Duyduğuma göre Abdullah b. Amr,
hacca giderken buradan geçecekmiş, ona yetiş de sor. Çünkü o, Rasûlullah
(s.a.v)'tan pek çok ilim almıştır," dedi. Ben de ona yetiştim ve
Rasûlullah (s.a.v)'m bahsettiği bazı konularda kendisine sorular sordum. O da
bana duyduklarını anlattı. Naklettikleri arasında, şu hadis de vardı:
"Allah
Teâlâ, ilmi insanlardan çekip almaz. Fakat âlimlerin ruhunu alır. İlim de
onlarla birlikte kalkar gider. Böylece insanlar arasında câhil önderler kalır
ve bilgisizce fetva verililer. (Buhârî'de: 'Kendi görüşlerine göre fetva
verirler,' şeklindedir.) Böylelikle hem
kendileri
sapıtır, hem de başkalarını sapıklığa sevkederler."
Bunu,
Hz. Aîşe'ye söylediğim vakit, gözünde büyüdü ve onu garipsedi. Sonra da:
"Bunu, Rasûlullah (s.a.v)'tan işittiğini sana söyledi mi?" diye
sordu. Ben de: "Evet, söyledi," dedim. Nihayet aradan bir yıl geçti.
Bana t Jkrar: "İbn Amr gelmiş, git ve meseleyi aç; sana ilim konusunda
rivayet ettiği hadisi bir daha sor," dedi. Ben de gidip, onu buldum ve
meseleyi sordum. O da ilk sefer ne dediyse, aynısını tekrarladı. Durumu, Hz.
Âişe'ye haber verdiğim vakit: "İnanıyorum ki, İbn Amr doğru söylüyor.
Rivayete ne bir ilâvede bulunmuş ve ne de bir eksiklik yapmıştır," dedi.
Buhârî'nin rivayetinde, "Vallahi, Abdullah b. Amr, bunu iyice
öğrenmiş," şeklindedir.[693]
İmam
Müslim, Ebû Râfî kanalıyla, İbn Mesud'dan gelen bir rivayette, Rasûlullah'm
şöyle buyurduğunu kaydetmiştir: "Allah Teâlâ'nın benden evvel gönderdiği
peygamberlerinin, ümmetinden onun sünnetine yapışan ve emirlerine uyan ashâb ve
havarileri olmuştur. Fakat onlardan sonra, yapmadıklarını söyleyen,
emrolun-madıklarını yapan bazı kimseler gelmiştir. Kim, onlara karşı eliyle
cihad ederse o, mü'mindir. Onlara karşı kalbiyle cihad eden de mü'mindir. Bunun
ötesinde ise hardal tanesi kadar imandan eser yoktur."[694]
Ebû
Râfî der ki: "Bu hadisi, Abdullah b. Ömer'e söyledim. Bana itiraz etti.
(Bu arada) Abdullah b. Mesud gelmiş (Medine'nin vadilerinden) Kanât'da
konaklamıştı. Abdullah b. Ömer, benden Önce ziyaretine gitmek istedi. Ben de
kendisiyle beraber gittim. Yanına varıp oturduğumuzda, kendisine bu hadisi
sordum. O da aynen benim ibn Ömer'e naklettiğim şekliyle rivayet etti."
2.
Sebep: Sahabe, İslâm'a yeni girmiş, Kur'ân'ı henüz ezberleyip iyice
öğrenememiş kimselere hadis rivayetini yasaklıyor, kendileri de böyle
kimselere hadis rivayet etmekten kaçmıyor onların Kur'ân'dan başka şeylerle
meşgul olmalarından korkuyorlardı. Çünkü Kur'ân, bütün (İslâmî) ilimlerin aslı
ve en önde geleniydi.
Hz.
Ömer'in (r.a) şu sözü de buna işaret etmektedir: "Siz öyle bir memlekete
gidiyorsunuz ki halkı, Kur'ân okurken (daha kıraatini tam beceremedikleri için)
arı uğuldaşır gibi uğuldaşırlar. Hadislerle onlara mâni olmayın."[695]
Yani bu belde halkı, İslâm'a daha yeni
girmişlerdir. Kur'ân'ı Öğrenmeye yeni başlamışlar ve henüz ezberlemeyi
bitiremenıişlerdir. Bu yüzden onları hadis rivâyetiyle meşgul edip daha önemli
olan Kur'ân'dan alıkoymayın, demek istiyor.
3. Sebep: Sahâbe'nin, fazla miktarda hadis
rivayetinden kaçınmaları ve bunu yasaklamaları, çok sayıda hadis duyanların,
onu ezberlemekle meşgul olurken, mânâ ve hikmetini anlamaktan uzaklaşmaları
korkusuna dayanmaktadır. Nitekim, çok hadisle meşgul olanların, hemen her
zaman, hadisleri tam manâsıyla düşünüp içindeki hüküm ve hikmetleri
çıkaramadıkları görülmektedir.
4.
Sebep: Sahabe, kıt akıllı, sıradan kimselere, anlayamayacakları bu nedenle de
kasdedilen mânanın aksine anlamlar çıkararak anlayışsız ve dengesiz kimselerin
ortaya attığı birtakım şeylere ve hadislerin zahiriyle istidlalde bulunmak
suretiyle mesnedler bulmaya çalışacakları ihtimali olan kimselere, müteşâbih
(anlaşılması herkesçe mümkün ve muvafık olmayan) hadisleri rivayetten kaçınmışlar
ve bunu yasaklamışlardır. Yahut aklı zayıf bu kimselerin, benzeri hadisleri
anlayamadıklarından dolayı itiraz etmeleri ve bu sebeple de Allah ve Rasûlü'nü
yalanlamaya gitmeleri endişesinden bu tavrı takınmışlardır.
Bu
yüzden İbn Mesud (r.a), şöyle demiştir: "Bir topluluğa akıllarının
ermeyeceği bir söz söylersen bu söz, onların bazısının fitneye düşmesine yol
açar."[696]
Hz.
Ali (r.a) de şöyle demektedir: "İnsanlara anlayabildikleri şeyleri haber
veriniz; Allah ve Rasûlü'nün yalanlanmasından hoşlanır mısınız?"[697]
İbn
Hacer ise (852/1448) şöyle demektedir: "Âdem b. EM İyâs, Kitâbu'l-İlm adlı
eserinde, Hz. Ali'nin rivâyetindeki: İnsanların anlayamayıp inkâra gidecekleri
şeyleri anlatmayın,' ilâvesini de zikretmiştir."
Bazı
haberlerin rivayet edilmesini hoş görmeyenlerden birisi de İmam Ahmed'dir. O,
açıkça sultanlara karşı ayaklanmayı ifade eden haberlerin rivayet edilmesini
hoş karşılamaz di. İmam Mâlik, Cenâb-ı Hakk'm sıfatlarına dair, Ebû Yusuf da
garâible (ilginç haber ve hadiselerle) ilgili haberlerin rivayetini hoş
bulmazdı. Onlardan önce Ebû Hureyre (r.a), Buhârî'nin kaydettiği bir rivayette
şöyle demektedir: "Rasûlullah (s.a.v)'dan iki kap (dolusu) ilim öğrendim.
Birisini yaydım; anlatıp herkese duyurdum, ikincisini söyleyecek olsam, şu
boğazım kesilirdi."[698]
Âlimler,
Ebû Hureyre'nin gizlediği bu tür haberleri, kötü idarecilerin hâllerini ve
dönemlerini açıklayan hadislere hamletmiş ler-dir. Bunlar, şer'î hükümleri
içeren haberler değildir. Aksi takdirde gizlenmesi caiz olmazdı. Nitekim, ilmi
gizlemeyi kınayan âyeti bizzat Ebû Hureyre (r.a) zikretmiştir. Yine, sözkonusu
haberlerin, kıyamet alâmetleri, insanların hâllerinin değişmesi ve fitnelerle
ilgili hadislerin olması da ihtimal dahilindedir. Çünkü bu tür hadiselerle yakından
tanışmayan kimseler, inkâra gidip bilmeden itiraz edebilirler. Onun gizlediği
haberler, Buhârî ve Müslim'in, Enes'den (r.a) rivayet ettikleri şu hadiste
olduğu gibi ekseriyetle, verdiği müjdeli habere güvenen insanları gevşekliğe
sevkedecek nitelikteki hadisler olabilir. Hz. Enes, şöyle anlatmıştır: Bir gün,
Rasûlullah (s.a.v), terkisinde Mııaz b. Cebelle devesine binmiş gidiyorlardı.
Bir ara Allah Rasûlü (s.a.v):
"Ey
Muaz!" diye seslendi. Muaz:
"Lebbeyk,
buyur ya Rasûlailah!" dedi. Allah Rasûlü, aynı şekilde üç defa: "Ey
Muaz!" diye seslendi. O da:
"Buyur,
ya Rasûlailah!" dedi. Üçüncüde Efendimiz (s.a.v):
"Sıdku
sadâkatla, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muham-med'in O'nun kulu ve Rasûlü
olduğuna şehâdet getiren herkese, Allah, Cehennemi haram kaldı," buyurdu.
Muaz (r.a):
"Ey
Allah'ın Rasûlü! Bunu, insanlara haber vereyim de sevinsinler mi?"
deyince, Hz. Peygamber (s.a.v):
'Ama
o takdirde, bu müjdeye güvenip amelden gevşerler," buyurdu.
Muaz
(r.a), bu hadisi, ölüm döşeğine düşünceye kadar haber s vermedi. Ancak ölüm
esnasında, ilmi gizlemenin vebalinden kurtulmak için bunu nakletmiştir.[699]
Burada,
vebalinden kurtulmak istenilen günah, gevşekliğe düşmeyeceğinden emin olunan
kimselerden, ilmi gizlemenin günahıdır. Muaz (r.a)'m o âna kadar susup
söylememesi ise bu hadisin yayılma-masma dair emre itaatten ileri gelmektedir.
Nitekim Buhârî, bu hadise, "Anlayamamaları endişesiyle, bir cemaatı
bırakıp diğer cemaate ilmî konularda ayrıcalık tanıma" isimli babda yer
vermiştir.
İbn
Hacer, bu konu etrafındaki görüşleri naklettikten sonra şöyle devam etmiştir:
"Muaz (r.a), Rasûlullah (s.a, v)'ın yasaklamadan gayesinin, nakli haram
kılmak olmadığını anlamıştı. Bu fikre sahip olmasına sebep şu idi: Bir
defasında Rasûlullah (s.a.v), Ebû Hureyre'ye, insanlara bunu müjdelemesini
emretmiş, o da Hz. Ömer'le karşılaşmış ve ona müjdelemişti. Bunu duyan Hz. Ömer
(r.a), Ebû Hureyre (r.a)'ye: 'Geri dön, ey Ebû Hureyre! (Durumun böyle olup
olmadığını Rasûlullah'a soracağız)' demiş ve peşisıra gelip, Rasûlullah
(s.a.v)'a: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Böyle yapma. Ben, onların bu habere güvenip,
gevşemelerinden korkuyorum. Bırak, insanlar amel etsinler/ demiş, Rasûlullah
da: 'Öyleyse bırakın,' buyurmuştur."
Rivayete,
Müslim u yer vermiştir. Anlaşılan, Rasûlullah'm Muaz'a: "Onların
gevşemelerinden korkuyorum" sözü, Ebû Hureyre kıssasından sonra olmuşa
benziyor. Bu durumda yasak, maslahat için olup, haram kılmak için değildir. Bu
nedenle Muaz (r.a), tebliği emreden âyetin umumu ile amel ederek Ölmeden Önce
hadisi rivayet etmiştir.[700]
Sünnetin Hüccet
Olmadığına Dair Rasûlullah'tan Rivayet Edilen Haberlerin Aslı Nedir?
Sünnetin
hüccet olduğunu kabul etmeyenler derler ki: Rivayet edildiğine göre Rasûlullah
(s.a.v), Yahudileri çağırmış ve onlara bazı şeyler sormuştur. Onlar da
bildiklerini anlatmışlar ve bu arada Hz. İsa'ya bir hayli yalan isnad
etmişlerdir. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v), minbere çıkarak bir hutbe irâd
etmiş ve: "(İleride) benden, çok sayıda hadis nakledilecek ve
yayılacaktır. Onlardan, Kur'ân'a uygun olarak size gelenler, bana aittir.
Kur'ân'a ters düşenler ise bana ait değildir," demiştir.”[701]
Bu
meyanda, muhtelif isnadla rivayet edilen çok sayıda haber vardır. Bu haber,
Rasûlullah'a isnad edilen hadislerin, Kur'ân'a arze-dilmesi gerektiğini,
onlardan yalnızca her bakımdan Kur'ân'a uygunluk arzedenlerin alınabileceğini
ifade etmektedir. Bunun dışında, müstakil olarak getirdiği hükümlerle, Kur'ân'm
mücmelini izah sadedinde ortaya koyduğu hükümler kabul edilemezler. Çünkü
bunların her ikisi de Kur'ân'da mevcut değildir. Bu durumda sünnetin görevi
yalnızca Kur'ân'ı te'kidden ibaret olmaktadır.
Öyleyse
sünnet, şer'î bir hükme delil olamaz. Zira herhangi bir konudaki delilin ona
delâleti, o konunun başka bir delille tesbit edilmiş olmasına dayanmaz. Dahası
sünnetin, te'kid için bile olmadığı söylenebilir. Çünkü te'kid, bir hükmün
tesbitinde tek başına yeterli olan delilin bir fer'idir. O zaman te'kid için
gelen şeyin, ancak delile uygun olması gerektiği söylenebilir. Ayrıca
Rasûîullah (s.a.v)'m, şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Bana isnad
edilerek size rivayet edilen bir hadise kalbiniz yatışıyor ve onu kerih
görmüyorsanız, ben onu söylemiş olsam da olmasam da onu tasdik edin. Çünkü ben,
münker olanı değil, ancak ma'ruf olanı söylerim. Yine size, bana isnad edilen
fakat kalbinizin yatışıp hoş görmediği bir şey rivayet edilirse, onu tasdik
etmeyin. Çünkü ben, münker olan veya ma'ruf olmayan bir şeyi söylemem."
Bu
mânâda bir hayli rivayet mevcuttur. Bu da Rasûlullah'a isnad edilen
hadislerin, insanlarca Kitab ve akıl gibi doğrunun ve güzelin kaynağı olan
şeylere arzedilmesini ifade etmektedir. Öyleyse sünnet, tek başına hüccet
değildir.
Yine
Rasûîullah (s.a.v)'m, şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Ben, ancak
Allah'ın Kitabı'nda helâl kıldığını helâl kılar, yine Allah'ın Kitabı'nda
haram kıldığını haram kılarım."
İmam
Suyûtî, Şafiî ve Beyhakî'nin, Tavus'tan gelen bir is-nadla rivayeti bu şekilde
naklettiklerini kaydeder.[702]
İmam Şafiî'nin Cimâu'l-İlm adlı
eserinde ise rivayet şöyledir: Rasûîullah (s.a.v), buyurdu ki: "İnsanlar,
beni hiçbir şeyle muaheze etmesinler. Ben, onlara yalnızca Allah'ın helâl
kıldığını helâl ve yine O'nun haram kıldığını haram kıldım."[703]
İlk
rivayet, Rasûîullah (s.a.v)'tan sâdır olanların, mutlaka Kur'ân'a uygun düşmesi
gerektiğine, böylece daha evvel geçtiği üzere, sünnetin hüccet olamayacağına
delâlet etmektedir.
İkinci
rivayet ise sünnete yapışıp onu delil olarak kullanmayı yasaklamaktadır.
Rivayet
edildiğine göre Sahâbe'den bazıları, Hz. Peygamber (s.a.v)'e : "Kusmadan
dolayı yeniden abdest almak icab eder mi?" diye sorduklarında, Efendimiz
(s.a.v): "Eğer gerekseydi, mutlaka Allah'ın Kitabı'nda bulurdum,"
cevabım vermiştir. Bu da sadece Ki-tab'da bulunanların yükümlülük getireceğini,
sünnetin hiçbir şeyi zorunlu kılmayacağım ifade etmektedir.
Buraya
kadar, sünnetin delil oluşunu inkâr edenlerin şüphe, itiraz ve takıldıkları
noktaları naklettik. Şimdi, bunları tek tek ele alıp cevaplarını verelim.
Cevap:
Hadislerin
Kur'ân'a arzını ifade eden rivayetlerin hepsi de zayıftır. Bu nedenle, onlarla
delil getirmek doğru olmaz. Bu rivayetlerden bir kısmı munkatî, bir kısmının
ise râvilerinden bazıları ya sika değil veya meçhuldür. Bazısı ise hem sika
değil, hem de meçhuldür.
İbn
Hazm (456/1062), el-îhkâm adlı eserinde,[704]
Suyûtî (911/1505) de Miftâhu'l-Cenne'de,[705]
Beyhakî'den naklederek tafsilatıyla, bu hadis ve benzerlerini açıklamışlardır.
İmam
Şafiî (204/819), Risâle'de şöyle demiştir: "Büyük küçük, herhangi bir
meselede hadisi kabul edilen hiçbir râvi, bu haberi rivayet etmemiştir.
Dolayısıyla bize, siz bunu rivayet edenin hadisini şu meselede (delil olarak)
tesbit ve kabul ettiniz, (bunu niçin kabul etmiyorsunuz?) denilemez. Üstelik
bu rivayet, munkatî bir senetle gelen bir rivayettir ki, onu hiçbir meselede
kabul edemeyiz."[706]
İbn
Adilberr de (463/1071) Câmiu Beyâni'l-İlm adlı eserinde şu görüşlere yer
vermektedir: Abdurrahman b. Mehdî, bu hadisi, zındıklar ve Haricîlerin
uydurduğunu söylemiştir. Sahih haberleri zayıf olanlarından ayırma dirayetine
sahip ilim ehline göre bu lafızların, Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır olması
mümkün değildir. Bazı âlimler ise bizzat bu hadisi, Allah'ın Kitabı'na
arzetmişler ve şöyle demişlerdir: "Onu Allah'ın Kitabı'na arzettiğimiz
vakit gördük ki, Allah'ın Kitabı'na ters düşmektedir. Çünkü Allah Teâlâ'nın
Kitabı'nda, hadislerden yalnızca kendisine uygun düşeni kabul etmemiz gerektiğine
dair hiçbir şey göremedik. Bilakis O'nun, mutlak olarak Hz. Peygamber
(s.a.v)'in örnek alınmasını, O'na itaat edilmesini, her hâl ve şartta emrine
muhalefetten kaçınılmasını emir ve tenbih ettiğini gördük."[707]
Böylece
haber, kendi kendinin asılsız olduğunu ortaya koymuş oluyor. Ayrıca hadisin Ebû
Hureyre (s.a.v)'den merfû olarak gelen başka rivayetlerinde Rasûlullah (s.a.v):
"Benden size muhtelif hadisler (haber ve nakiller) gelecektir. Onlardan,
Allah'ın Kitabı'na ve sünnetime uygun düşenler, bana aittir. Bu ikisiyle
çelişki arzedenler ise bana ait değildir,"[708]
buyurmuştur.
Bu
rivayet de zayıf olmakla birlikte, diğerlerinden daha sıhhatli ve tutarlıdır.
Dikkat edilirse bu rivayet, aleyhimize değil, lehimize bir delildir; aslında
bizim görüşümüzü desteklemektedir.
Yukarıdaki
ilk haberin uydurma olduğuna delâlet eden bir diğer delil de sahih bir senetle
bize kadar ulaşan Rasûlullah (s.a.v)'m şu sözüdür: "Sizden birini,
koltuğuna yaslanmış bir vaziyetteyken, emirlerimden veya yasaklarımdan birisi
kendisine gelince: 'Ben anlamam! Biz, Allah'ın Kitabı'nda ne buluyorsak, ona
tâbi oluruz," derken bulmayayım."[709]
İmam
Şafiî (204/819), er-Risâle'de bu hadisi rivayet ettikten sonra, şöyle demiştir:
"Allah'ın, Peygamberdin emrine itaati farz kıl-masıyla Allah Rasûlü,
insanların, emirlerini reddetme yolunu iyice kapatmıştır."[710]
Hadisin
Kur'ân'a arzı ile ilgili haberin sahih olabileceğini farzet-sek bile hiçbir
müslümanm, Rasûlullah'tan ortaya çıkan söz ve amellerin iki kısım olduğunu;
bunlardan bir kısmının Kur'ân'a uygun düşüp kendisiyle amel edilebilecek
nitelikte, diğerinin de Kur'ân'a ters düştüğü için reddedilebilecek vasıfta
olduğunu düşünebileceğine ihtimal vermiyoruz. Nitekim rivayetlerden birisinde:
"O, bana aittir," denilirken diğerinde: "O, bana ait
değildir," denilmektedir. Ayrıca İbn Hazm'm naklettiği bazı rivayetlerde:
"Allah, kendisine Kur'ân ile hidâyet yolunu göstermişken Allah'ın
Rasûlü'ne ne oluyor ki, Kur'ân'a uygun düşmeyeni söylesin?" denmektedir.
Hem
Rasûlullah (s.a.v)'m, Kur'ân'a muhalefet etmekten masum, insanların Kur'ân'ı en
iyi ezberleyeni, onun âyetlerini en fazla düşüneni ve en çok zikredeni olduğu
ittifakla kabul edilmişken nasıl olur da sözkonusu hadisin, Rasûlullah'ın da Kur'ân'a
muhalefet edehileceği ihtimalini ifade ettiği söylenebilir? Halbuki Allah
Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:
"De
ki: Ben, onu (Kur'ân'ı) kendi arzuma göre değiştiremem. Ben, sadece bana
vahyolunana tâbi oluyorum.”[711]
Her
müslüman, pek tabiî olarak, Rasûlullah (s.a.v)'tan Kur'ân'a muhalif hiçbir
şeyin sâdır olmayacağına inanır.
İmam
Şafiî (r.h), Cimâul-İlm adlı eserinde şöyle demektedir: "Allah Teâlâ,
Peygamber (s.a.v)'in, Kur'ân'daki ve dindeki konumunu, Kur'ân'da belirtmiştir.
Bu nedenle (mü'min) kullara farz olan, Allah'ın kendisine vahyettiği konularda,
Peygamber'in sadece vahy edilen şeyleri söyleyeceğini, Allah'ın Kitabı'na asla
muhalefet etmeyeceğini ve O'nun, Allah'ın indirdiklerindeki maksadının ne
olduğunu beyân ettiğini bilmeleridir."[712]
Yine
Şafiî, demiştir ki: "Hiçbir sünnet, asla ve kafa Kur'ân'a muhalif
değildir."[713]
Eğer
yukarıdaki hadisin sahih olduğu farzedilecek olsa, mânâsı şöyle olur:
"Size bir hadis rivayet edildiği zaman, doğru olarak anlamakta güçlük
çeker, müşkilâta düşerseniz; onu Allah'ın Kitabı'na ar-zedin. Kur'ân'a ters
düşerse reddedin. Çünkü o, benim sözlerimden değildir."
Sonra
Rasûlullah'tan sâdır olan şeylerin, Kur'ân'a muhalif düşmemesi, sünnetin
hüccet olamayacağı anlamını ifade etmez. Yine onun, Kur'ân'm mücmelini izah,
umûmî olanını tahsis, mutlakım takyid edemeyeceği, bir hükmü sona erdirip neshe
demeyeceği ve müşkil ifadelerini açıklığa kavuşturamayacağı anlamı da taşımaz.
Çünkü Rasûlullah'ın beyânı, Allah'ın muradına tamamıyla uygun deşmektedir.
Kur'ân lafızlarının zahirine bakıldığında, sözkonusu beyânın onlara uygun
düşmeyip ihtimalli olduğunu bir anlık kabul-lensek bile bu, Kur'ân'a muhalif
olarak düşünülemez. Hem Rasûlullah (s.a.v), yalnızca Kur'ân'a muhalif olanların
reddedilmesini emretmiştir. Bundan, Kur'ân'a uygun düşmeyen fakat çelişki de
arzetmeyen haberlerin reddedilmesi gerektiği anlaşılamaz.
Bahsettiğimiz
duruma, konuyla ilgili Ibn Hazm'm rivayet ettiği şu rivayet de delâlet
etmektedir: Rasûlullah (s.a.v), şöyle buyurmuştur: "Bana isnad edilerek
rivayet edilenler, üç çeşittir. Allah'ın Kitabı'yla karşılaştırdığınızda, ona
uygun olarak gördüğünüz her hadisi kabul edin. Allah'ın Kitabı'yla
karşılaştırıp da kendisini reddedebilecek bir şey bulamadığınız fakat
Kur'ân'daki yerini de tesbit edemediğiniz hadisleri kabul edin. Benden size
rivayet edilen, ancak kalpleriniz titreyip derilerinizin ürperdiği ve
Kur'ân'da tam tersini gördüğünüz her hadisi reddedin."[714]
Görüldüğü
gibi Kur'ân'a ilk bakışta uygun gibi görünmeyen fakat çelişki de arzetmeyen
haberlerin kabulü zorunlu kılınmıştır. Bu rivayet zayıf olmakla birlikte, şüphe
sahiplerinin delil getirdiği hadislerle aynı türdendir.
Bu
durumda sözkonusu rivayetlerde, Kur'ân'da temas edilmeyen, sünnetin müstakil
olarak tesbit ettiği hükümlerde bizzat sünnetten delil getirmenin muteber
olmadığına dair bir delâlet sözkonusu değildir. Çünkü böyle bir hüküm,
Kur'ân'a ters düşmemektedir. Yalnızca Kur'ân, ona temas etmemiştir.
Halbuki
Allah Teâlâ: "Peygamber size neyi verirse, onu alın; neden sakındırırsa,
ondan da kaçının,"[715]
buyurmakla Rasûlullah (s.a.v)'ın,
Kur'ân'la genel bir uyum içerisinde olduğuna işaret etmiştir. Üstelik bu
uyumu, her hâlini içine alacak genel bir ifadeyle beyân edip Rasûlullah'm
Kur'ân'a nasıl uyum sağlayacağını, şu şekilde veya bu şekilde olur diye tahsis
etmemiştir. Çünkü Rasûlullah (s.a.v), Kur'ân'dan başkalarının anlayamadıklarını
idrak edebilecek durumdadır. Dolayısıyla bizim, Kur'ân'da mevcut olmadığını
zannettiğimiz bir şeyin, Kur'ân'da bulunduğunu Rasûlullah (s.a.v) pekâlâ
bilebilir.
Nitekim
kendisine: "Kırmızı develerden (en değerli develer) zekât verilir
mi?" diye sorulunca, "Bu konuda bana, şu kapsamlı ve şümulüyle tek
olan âyetten başkası indirilmemiştir," demiş ve: "Kim, zerre
ağırlığınca hayır yaparsa onu görür; kim de zerre miktar şer işlerse onu
görür,"[716]
âyetini okumuştur.[717]
Şimdi,
sünnete dayanmadan, hüküm istinbatında sadece Kur'ân'a bakmak gerektiğini ileri
sürenler, sırf akıllanyla bu âyetten sözkonusu hükmü çıkarabilecekler mi?
İbn
Mesud (r.a), şöyle demiştir: "Herşey, Kur'ân'da beyân edilmiştir. Fakat
bizim aklımız, onları idrak etmekten âcizdir. Bu nedenle, Allah Teâlâ:
'Kendilerine indirileni, insanlara açıklayasın diye sana da Kur'ân'ı indirdik,”[718]
buyurmaktadır."[719]
Sahâbe'nin
ulularından ve ilk müslümanlardan biri olan İbn Mesud'un (r.a) bu sözünü iyi
düşün. O, böyle söylerse biz ne diyelim?
Herkesin
bildiği "Kur'ân'a arz" hadisine gelince; Beyhakî, İbn Hazm ve daha
başkalarının dediği gibi hadisin bütün tarikleri munkatîdir. Üstelik,
"Söylemiş olsam da olmasam da size gelen o haber bana aittir"
denmekle, Rasûlullah'a yalan isnadında bulunulmaktadır.
Beyhakî,
el-Medhal isimli eserinde şöyle demektedir: Bu mânâda nakledilen rivayetlerin
isnadları içerisinden en iyi olanı, Râbia'nın, Abdülmelik b. Said'den, onun da
Ebû Hamid'den veya Ebû Üseyd'den gelen isnad yoludur. Ve bu haberde Rasûlullah
(s.a.v), şöyle buyurmuştur: "Kalplerinizin yatışıp, derileriniz ve tüylerinizin
yumuşadığı, kendinize de yakın bulduğunuz bir hadis duyduğunuz vakit, (bilin
ki) ben, ona sizden daha evlâyım. Kalplerinizin hoşlanmadığı, deri ve
tüylerinizin ürperip diken diken olduğu ve kendinizden uzak bulduğunuz bir
hadise ise ben, sizden daha uzağım."[720]
Bükeyr,
Abdülmelik b. Said'den, o, İbn Abbas b. Sehl'den, o da ÜbeyMen naklen, O'nun
şöyle dediğini rivayet etmiştir : "Rasûlullah (s.a.v)'tan size, ruhen
benimsediğiniz ve hiçbir rahatsızlık duymadan hoş karşıladığınız bir haber
ulaşınca bilin ki, onu Rasûlullah (s.a.v) söylemiştir. Çünkü O, yalnızca hayır
söyler; hayırdan başkasını söylemez."
Buhârî,
bu rivayetin, Ebû Hamid veya Ebû Üseyd'den gelen rivayetlerden daha sahih
olduğunu söylemiştir.[721]
Yine
aynı haberi, İbn Lühey'a, Bükeyr b. el-Eşec'ten, o, Abdülmelik b. Said'den, o,
Kasım b. Süheyl'den, o da Übeyy b. Ka'b'dan rivayet etmişlerdir. Böylece
Rasûlullah (s.a.v)'tan geldiği sabit olan bu hadis, (bir sahabenin sözü olarak
da rivayet edildiğinden) illetli olmuştur.
Her
halükârda, Rasûlullah'tan geldiği sabit olan bu hadis, hem akla yakın ve hem de
usûle uygundur. Allah'ın, dinde Rasûlü'ne verdiği konumu ve yetkiyi anlayan,
insanların ona itaat etmelerini farz kıldığını yakînen bilen kimse, bunu inkâr
edemez. Rasûlullah (s.a.v)'ın sözlerini tasdik, hükümlerine ittibâ edilmesi
gerektiğine inanan birisinin kalbi ondan soğumaz. Nitekim bu hadis, şer'î bakımdan
muteber olduğu gibi akıl sahipleri yanında ve ahlâkî yönden de güzel
bulunmuştur. Bu haberlerin lafızlarından sahih olarak anlaşılabilecek olan da
budur. Beyhakî'nin sözleri burada bitti.[722]
Demek
ki, Rasûlullah (s.a.v)'tan sâdır olan herşey, haktır ve güzeldir. Selim akıl
sahipleri yanında malum ve muteberdir. Bizim aklımız, onun iyiliğini ve
güzelliğini idrak etmeyebilir. Dolayısıyla bizim onları anlayamamamız, onların
Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır olmadığına veya dinde hüccet olamayacağına bir
sebep teşkil etmez. Bilakis bu haberleri, güvenilir kimseler rivayet ettikleri
zaman, onu kabul etmemiz, hakkında güzel zanda bulunmamız, gereği gibi amel
edip kendi aklımızı kusurlu görmemiz, üzerimize vâcib olur.[723]
Ibn
Abdilberr, demiştir ki: Ebû İshak İbrahim b. Seyyar şöyle anlatırdı: "Ben
hadis rivâyelleriyle meşgulken Rasûlullah (s.a.v)'ın, su kaplarının ağzını açık
bırakmaktan ve böyle bırakılan kaplardan su içmekten nehyettiğini duydum. Daha
evvel ben: 'Bu hadisin sıhhatinde bir şey var. Böyle bir kabın ağzından su
içmenin nesi var ki, bu yasaklama sözkonusu olsun?' derdim. Ne zaman ki bana,
bir adamın, ağzı daha önceden açık kalmış bir kapdan su içerken kabın içine
girmiş bir yılan tarafından sokulup bu yüzden öldüğü ve yılanların su
kaplarının ağzından içeriye girdiği söylendi; o vakit, hadiste te'vilini
bilemediğimiz bir noktanın olabileceğini, biz bil-mesek de onun ifade ettiği
bir yönün bulunabileceğini anladım."[724]
Ibn
Abdilberr, Said b. Müseyyeb'in, İbn Abbas'tan (r.a) naklettiği şu haberi
rivayet etmiştir: "Üç haslet var ki ben, onlara gerektiği şekilde dikkat
ve riâyet ederim. Onların dışında ise diğer insanlardan birisi gibi davranırım.
Bu üç haslet:
1-Rasûlullah'
(s.a.v/tan işittiğim her sözün, Allah tarafından (gönderilmiş) bir hak olduğunu
bildim.
2-
Hiçbir namazda, sonuna kadar, gönlümü başka şeyle meşgul etmedim.
3-
Bulunduğum her cenazede, dönünceye kadar nefsimi ciddi şekilde hesaba çektim.
Said b. Müseyyeb: 'Bu hasletlerin yalnızca bir peygamberde bulunacağını zannederdim,'
demiştir."[725]
Yukarıda,
Tavus'tan nakledilen rivayete gelince; Şafiî, Beyhakî ve Ibn Hazm'ın dediği
gibi her iki isnadı da munkatîdir. İbn Hazm, haberi, yine Tavus'tan gelen bir
başka isnadla rivayet etmiştir.
Bu
rivayetin sahih olduğunu farzetsek bile, ilk rivayette de sünnetin hüccet
olamayacağına, Rasûlullah'm, helâl ve haram konusunda yalnızca Kur'ân'da
bulunan hükümleri te'kid edeceğine dair bir delâlet yoktur. Çünkü rivayetteki
Kitab'dan maksat, Kur'ân değildir. Beyhakî'nin de dediği gibi Hz. Peygamber'e
vahyedilenlerin tamamıdır. O'na gelen vahiy, "kendisine tilâvet
olunan" ve "tilâvet olunmayan" vahiy olmak üzere iki kısımdır.
Bizi,
bu te'vile ve cevaza sevkeden, daha Önce geçen: "Sizden birisini,
koltuğuna yaslanmış oturur bir haldeyken, kendisine bir emrim veya nehyim
geldiğinde: 'Bilmiyorum, biz Allah'ın Kitabı'nda helâl bulduğumuzu helâl, haram
gördüğümüzü haram sayarız; başka şeye bakmayız!' derken bulmayayım,"
hadisidir. Bu hadiste, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Kur'ân'da bulunmayan bazı
şeyleri helâl ve haram kılabileceğine işaret edilmektedir.
Hadislerde,
"Kitab" ifadesinin, Rasûlullah'a (s.a.v) inzal olunanların tamamını
ifade ettiği vâriddir.
el-Ümm'de
şöyle bir rivayet vardır: "Bir adamın oğlu, başka birisinin hanımıyla
zina etti. Delikanlının babası, kadının kocasına, bir miktar koyun ve hizmetçi
vermek suretiyle anlaşma yaptı. Durum, daha sonra Rasûlullah'a intikal edince
Efendimiz (s.a.v), adama: 'Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizin
aranızda Allah'ın Kitabı'yla hüküm vereceğim. Koyun ve hizmetçi sana geri verilecektir.
Suçunu itiraf ettiği takdirde kadın recmedilecektir,' diye emredip delikanlıya
da yüz sopa ve bir yıl sürgün cezası verdi."[726]
Görüldüğü
gibi Rasûlulîah (s.a.v), recm ve sürgün cezasını, Allah'ın Kitabı'ndan
saymıştır.'Bu da Hz. Peygamber'in bu ifadeyle, mutlak olarak kendisine
indirilenleri kasdettiğini gösterir.
"Kitab"dan
maksadın, "Levhu'l-Mahfuz" olması da mümkündür. Nitekim: "Biz,
Kitab'da hiçbir şeyi eksik bırakmadık," âyetinin tefsirinde bazı
müfessirler, bu mânâyı vermişlerdir.
Eğer
"Kitab"dan muradın, Kur'ân olduğunu kabul edecek olsak bile,
Kur'ân'da zikredilmediği halde, Rasûlullah'ın helâl veya haranı kıldığı şeyler
de Kur'ân'ın helâl veya haramına dahil olmaktadır. Zira Allah Teâlâ:
"Peygamber size neyi verirse, onu alın. Size neyi neh-yederse, ondan da
kaçının,"[727]
buyurmaktadır. Buna, daha evvel değinmiştik.
Rasûlullah
(s.a.v)'ın, ikinci rivayetteki: "İnsanlar, beni hiçbir şeyle muâhaze
etmesinler," sözünün anlamı, ondan sâdır olan bir şeye yapışmayı haram
kılmak veya onunla ihticacta bulunmayı yasaklamak değildir. Onun mânâsı şudur:
İnsanlar, Allah'ın bana tanıdığı ayrıcalıklardan ve benim için tayin ettiği
özel hükümlerden birisiyle beni muâhaze etmesinler. Bana itirazda bulunup da:
"Rasûlullah (s.a.v), bazı şeyleri bize haram kılarken kendisi niçin onları
yapıyor? Veya bize helâl kıldığı şeylerden O, niçin kaçınıyor?"
demesinler. Veya bu gibi konularda, kimse kendini bana kıyas etmesin. Çünkü benim,
onlarla kendim arasında bazı farklılıklar gözeterek helâl veya haram kıldığım
her konuda, hakem Allah Teâlâ'dır. Yine bazı hükümlerde, onlarla beni eşit
sayan, bir kısmında da beni onlardan ayıran, bizzat Allah Teâlâ'dır.
İmam
Şafiî (r.h), Tavus tarikiyle gelen hadisi rivayet ettikten sonra, şöyle
demiştir: "Bu rivayet, munkatldir. Biz, Tavus'un fıkhını biliriz. Eğer
Rasûlullah'tan geldiği sabit olsa bile rivayetin, benim, tavsif ettiğim mânâda
olduğu gayet açıktır. Rasûlullah (s.a.v): 'İnsanlar, beni herhangi bir şeyle
muâhaze etmesinler,' buyurmuştur. 'Bana sımsıkı sarılmayın/ dememiştir.
Bilakis, her emrine yapışıl-masını emretmiş, Allah Teâlâ da bunu istemiştir."[728]
İbn
Uyeyne, Ebû Nadr yoluyla gelen bir hadiste, Rasûlullah (s.a.v)'ın şöyle
buyurduğunu haber vermiştir: "Sizden birinize, emrettiğim veya
nehyettiğim bir şey geldiğinde, kendisi koltuğuna yaslanmış bir vaziyetteyken:
'Biz, bunu bilmeyiz; Allah'ın Kitabı'nda ne varsa, biz ona tâbi oluruz,' derken
görmeyeyim."[729]
"Rasûlullah
(s.a.v), bize, emirlerine tâbi olup, yasaklarından kaçınmamızı emretmiştir.
Allah, O'na itaati, Kitabı'nda kullarına farz kılmıştır. Bu konuda insanların
yapabileceği yegâne şey, Allah ve Rasûlü'nden gelenlere yapışarak, onların
gösterdiğine uymaktır."
Ancak
-şayet söylemişse bile- Rasûlullah'ın: "İnsanlar, beni hiçbir şeyle
muaheze etmesinler" sözü, yalnızca şuna delâlet eder: O, (s.a.v) en güzel
bir örnektir. O'na birtakım hususiyetler tanınarak insanlara mübâh kılınmayan
bazı şeyler, O'na mübâh kılınmıştır. Aynı şekilde, insanlara haram kılınmayan
birtakım şeyler de O'na haram kılınmıştır. Bu itibarla O da: "İnsanlar,
kendileri dışında, bana helâl veya haram kılınan herhangi bir şeyden dolayı
beni muaheze etmesinler. Kendilerinin dışında, lehime veya aleyhime olan
şeylere yapışmasınlar."[730]
Kusmak
sebebiyle abdest gerekip gerekmeyeceğine dair soruya gelince; bunu, yalnız
Mecelletü'l-Menâr'da yayınlanan, Dr. Tevfik Sıdkî'nin makalesinde görüyoruz.[731]
Orada, hadisin senedini ve naklettiği kitabı açıklamamıştır. Belki de o, modern
asrın bir uydurmasıdır.[732]
Hadisin
sahih olduğu farzedilse bile Tavus hadisinin ilk rivayetinde, nasıl cevap
verileceği açıklanmıştır.
Dr.
Sıdkî'nin: "Bu hadis, sahih olsa da olmasa da akla yatıyor ve onu
destekliyor. Bunun, müslümanların asla vazgeçemeyecekleri bir prensip olması
zararlıdır," sözü de bundan önce zikrettiğimiz deliller ve cevaplardan
sonra son derece geçersizdir.
Allah'a
hamdolsun, müslümanların selim akılları, Rasûlullah (s.a.v)'m Allah ile kullar
arasında bir elçi olması hasebiyle, her ne kadar Kur'ân'da zikredilmese de
O'nun getirdiklerini almayı zorunlu görmektedir. Nasıl ki bir sultanın
teb'asma, elçiliği sabit olduktan sonra -her ne kadar onlara yazılı bir mektup
getirmese de- sultanın sözünü nazar-ı dikkate alarak gönderdiği elçiye itaat
etmeleri düşüyorsa, burada da böyle olması gerekir.
Bu,
tabiî olarak herkesçe bilinen bir durumdur. Belki de kusmakla ilgili haberin
zahirini mâkul gören akıl, sadece Dr. Sıdkî'nin aklıdır. Müslümanların akılları
ise o habere takılıp kalmamış ve nefsî değerlendirmelerle bulanmamıştır.
Allah,
hepimizi hayır ve doğru yola ulaştırıp hak yolda sabit kılsın.
Hamd
olsun, âlemlerin sahibi Allah'a.
SÜNNETİN DELİL
OLUŞUYLA İLGİLİ BAHİSLER
Bu
konuda önümüze ilk olarak üç bahis çıkmaktadır. Bu bahisler, şunlardır:
1.Bahis:
Kitab (Kur'ân)'ın karşısında sünnetin derecesi hakkındadır.
2.
Bahis: Sünnetin, Kur'ân'da ve onun dışında bulunan şeylere delâlet etmesi
bakımından çeşitleri hakkındadır.
3.Bahis:
Sünnetin hüküm koymada müstakil olması hakkındadır.
Şimdi
bunları sırasıyla ele alalım:
Kitab (Kur'ân)'m
Karşısında Sünnetin Derecesi
Sünnet,
şer'î hükümlere delil olma ve nazar-ı itibara alınma yönüyle Kur'ân'la aynı
derecededir. Bunu, şöyle açıklayabiliriz: Malumdur ki, Kitab (Kur'ân)'ın lafzen
Allah katından indirilmesi, tilâvetiyle ibâdet yapılması ve benzerini
getirmekten beşeri âciz bırakması yönleriyle sünnetten farklı ve üstün
olduğunda herhangi bir çekişme ve itiraz yoktur. Sünnet, bu açılardan
bakıldığında Kur'ân'la aynı derecede değildir.
Fakat
bu, delil olma yönünden aralarında bir üstünlüğün olmasını gerektirmez. Şöyle
ki: "Sünnet, hükümlerde nazar-ı itibara alınma ve delil olarak kullanılma
yönüyle Kitab'dan sonra gelir; öyleyse aralarında bir taâruz (çelişme)
bulunduğunda sünnet devredışı bırakılıp sadece Kur'ân'la amel edilir,"
denemez.
Durum
şudur: Kitab'ın delil oluşu, Allah katından vahiy olduğu cihetiyledir. Onda
zikredilenlere, kimsenin herhangi bir dahli, etkisi ve katkısı yoktur. Şayet
Kitab, mu'ciz ve tilâvetiyle ibâdet yapılır olmasaydı ve peygamberlik de
Kur'ân'm dışındaki mucizelerle sabit olsaydı bile yine onun delil olduğunu
söylememiz gerekirdi. Nitekim daha önceki kitaplarda durum budur. Tahrif
olmamış, aslî hâlde kalmış fakat mu'ciz olmayan daha önceki kitapları bir
delil kabul edebiliriz. Bu açıdan sünnet, Kur'ân'la aynıdır. Çünkü o da Kur'ân
gibi vahiydir. Öyleyse sünnetin, hükümlerde nazar-ı itibara alınma konusunda,
Kur'ân'dan geri olmadığını söylememiz gerekir.
Eğer,
"Rasûlullah (s.a.v)'tan hata ihtimali olan bazı içtihadlar ve zelle
cinsinden birtakım hatalar meydana gelmiştir. Bu durumda o, tamamı hiç şüphesiz
vahiy olan Kur'ân'la bir değildir" denirse, deriz ki: Biz, bu şekil hata
ihtimali olan şeyleri ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'in bütün fiil ve sözlerine
muttali olan Allah'ın onları tasvip etmesinden sonra delil olarak
kullanıyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın bu takrir ve tasvibi, hiç şüphesiz Efendimiz
(s.a.v)'den ortaya çıkan fiilin hak ve doğru olduğunu gösterir ve zahir vahyin
delâleti gibi kesinlik kazanır.
Yine
malumdur ki, Kur'ân-ı Kerîm'de, sünnetin delil oluşu hakkında pek çok âyetin
bulunduğundan kimsenin bir şüphesi yoktur. Bu açıdan sünnetin delil oluşu,
Kitab'a bağlı olmaktadır. Fakat bu, hükümlerde nazar-ı itibara alınma ve delil
olarak kullanılma hususunda, Kitab'dan geri olmasını gerektirmez; aksine, bir
olmalarını gerektirir.
Çünkü
zahiren kendisine ters düştüğünü sandığımız âyetin korunması için sünneti
devre dışı bırakmak, onun delil olduğunu ifade eden âyetleri iptal etmek olur.
Bu durumda biz, bir âyetin iptalinden kaçıyoruz derken, Rasûlullah'tan sâdır
olan bütün şeylerin delil olduğunu kesin olarak ortaya koyan diğer pek çok
âyeti iptal etmiş olacağız. Halbuki böyle bir durumda yapılması gereken;
önceki âyetin zahirine göre hüküm vermemektir.
Şayet
biz, bir asla dayanan fer'î kaynağın, hüküm verirken nazar-ı itibara alınma
konusunda asıldan sonra geldiğini kabul etsek bile, bunun genellikle böyle
olduğunu söyleyemeyiz. Ancak bu ikinci kaynağın şu asıldan başka dayanağı
yoksa, o zaman bu, ondan geridedir, sırası ve seviyesi bir değildir,
diyebiliriz. Fakat bu ikinci kaynağın başka bir dayanağı varsa, o zaman delil
olmada müstakil olur ve herhangi bir şeye bağımlılığı kalmaz.
Hem
sünnetin delil oluşu, sadece Kitab'a bağlı değildir. Bilakis, Hz.Peygamber
(s.a.v)'den meydana gelen bütün fiillerin delil olduğunu isbat için onun
Kur'ân'ın dışında, Sahâbe'nin şahid olduğu ve bize tevâtüren gelmiş olan
mucizeleriyle sabit olan ismeti (yalan ve hatadan korunması) kâfidir. Sonra,
kelâm âlimlerince ortaya konduğu gibi; bir peygamberin peygamberliği için
kendisine bir kitab inmesi şart değildir. Bunun için aranan şart, ümmetine
tebliğ edeceği bir şeriatın indirilmesi ve mucize göstermesidir.
Akâidü'n-Nesefı şerhinde ve haşiyelerinde böyle açıklanmıştır.[733]
Bunu,
şu hadise de göstermektedir, Allah Teâlâ, Mûsâ aieyhis-selâmı, Firavun'a
gönderip onun iman ve hidâyete gelmesini ve İs-railoğullarını kendisiyle
göndermesini emretti. Halbuki o zaman Tevrat nazil olmamıştı. Çünkü Tevrat,
Firavun'un helakinden ve İs-railoğullarınm Mısır'dan çıkmasından sonra nazil
olmuştur. Bu malumdur. Bununla birlikte bu emir, Firavun'a karşı bir delil olmuş;
Hz. Mûsâ (a.s) kendisine mucize gösterdikten sonra ona muhalefet ettiği için
Rabbine âsi kabul edilip azab ve lanete müste-hak olmuştur. Şu halde gayr-i
metlûv olan vahyin (yani sünnetin) delil oluşu, hakkında âyet gelmesine bağlı
değildir. Çünkü her ikisi de Allah katından gelmektedir ve her birisi delil
olmada müstakildir. Bunun için mühim olan, her birinin Allah katından
geldiğinin sabit olmasıdır. Sünnetin, Allah tarafından vahyedildiğini, Hz.
Peygamber'in Allah Teâlâ'dan kendisine gelenleri tebliğde masum olduğunu
gösteren Kur'ân veya diğer mucizeler isbat etmektedir.
Şayet
biz, asla dayanan bir fer'î kaynağın, asıldan sonra geldiğini mutlak olarak
kabul etsek, diyebiliriz ki: Sünnette de Kitab (Kur'ân)'m delil olduğunu ifade
eden haberler gelmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'ân'a yapışmakla ilgili
emir ve teşvikleri, şüphe götürmeyecek netlikte ve manevî tevatürdeki
niteliktedir. Nitekim bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Size,
kendilerine yapıştıktan sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Onlar,
Allah'ın Ki-tabı ve benim sünnetimdir. Havza gelinceye kadar ikisi birbirinden
ayrılmayacaktır. "[734]
Hatta
diyebiliriz ki: Kur'ân'ın en kısa bir sûresinin Kur'ân'a ait olduğu ancak Hz.
Peygamber (s.a.v)'in: "Bu, Allah'ın kelâmıdır," demesiyle sabit
olur. Nitekim bunun açıklaması, sünnetin delil oluşunun zaruretinden
bahsederken geçmişti.
Bu
açıklamaya göre Kitab'ın nazar-ı itibara alınmada ve tanınmada, sünnetten
sonra olduğu söylenebilir. Fakat gerçek olan şudur: Kitab'la sünnet birbirini
destekler. Delil olarak kuvvet derecesinde ikisi aynı seviyededir. Bu konuda,
Kitab'ın lafzının vahiyle inmesinin, i'câzının, tilâvetiyle ibâdet edilmesinin
ve içinde sünnetin delil oluşunu ifade eden âyetlerin bulunmasının bir tesiri
ve tercih sebebi yoktur. Her ikisi de Allah tarafından vahyedildiği için
vakıada aralarında bir ihtilâfın olması mümkün değildir. Sübût ve delâleti
kat'î ve kesin olan Kitab ve sünnet arasında, vakıada taâruzun (çekişmenin)
gerçekleşmesi için şart koşulan, aynı zamana ait olmak ve diğer şartların
bulunmasıdır. Bu durumda böyle bir taâruzun olması imkân dışıdır.
Fakat
birinin delâleti kat'î, diğerinin zannî olduğu veya her ikisinin delâletleri
de kat'î olup, zamanları aynı olmadığından, aralarında zahiren taâruzun
bulunması ise caiz ve çokça vâkidir. Bu durumda müçtehide düşen, her ikisini
sanki birbiriyle aynı seviyede iki âyet veya iki sünnet gibi değerlendirmeye
almaktır. Zaman olarak öncelik ve sonralık sırası belli ise önce gelen, sonraki
tarafından nes-hedilir. Tercih şartları oluşmuşsa biri, diğerine tercih edilir.
İmkân varsa her ikisi birleştirilip amel edilir; yoksa, başka bir delil ortaya
çıkıncaya kadar beklenir, aralarında bir değerlendirme yapılmaz.
Birleştirme,
tercih ve nesh delillerine bakmaksızın direkt olarak birinin iptal edilmesine
gelince; bu hiçbir halde sahih değildir, Bunun için usûl ve fıkıh âlimlerinin:
"Sünnet, Kitab'ın umumunu tahsis, mutlakını takyid, bazı hükümlerini
nesh, mücmelini tafsil ve zahirinin tersine kapalı murâdını beyân eder,"
sözlerine rastlarız. Kitab'la sünnet arasında olduğu gibi.
Evet,
bazı meselelerde pek çok ihtilâf vardır. Fakat bunun, başka kaynak ve
sebeplere dayandığı bilinmelidir. Meselâ, Kur'ân kesinken, haber-i vâhidde
isnadın zannî ve zayıf olması gibi. Yoksa bu taâruz, bizatihi sünnete ve onun
Kitab'dan sonra gelmesine bağlı değildir. Bunu, şundan çıkarıyoruz: Meselâ,
Kur'ân'ın haber-i vâhid ile neshedilmesini kabul etmeyenler, mütevâtir sünnetin
de haber-i vâhidle neshedilmesini kabul etmemektedirler. Halbuki bu kimseler,
Kur'ân'ın mütevâtir sünnetle ve sünnetin Kur'ânla neshedilmesini caiz
görmektedirler. Eğer sünnetin Kur'ân'dan geride olduğu düşü-nülseydi,
"Ancak Kur'ân, sünneti nesheder," denmesi gerekirdi.
Bütün
bunlardan sonra Şâtibî'nin, el-Muvâfakât adlı eserinde zikretmiş olduğu:
"Sünnet, hükümlerde nazar-ı itibara alınmada Kur'ân'dan geridedir,"
görüşünün bâtıl ve yanlış olduğu ortaya çıkmış oldu.
Daha
sonra gelen bazı müellifler, bu konuda Şâtibî'yi taklid ve takip etmişlerdir.
Bu taklid yüzünden niceleri aldanmış ve yanılmıştır.
Şâtibî'nin
bu konuda ileri sürdüğü bazı şüpheler vardır. Biz şimdi onları zikredip
cevaplarını vereceğiz. Tevfik Allah'tandır.
1.
Şüphe:
Kitab
kat'î, sünnet ise zannîdir. Sünnette kat'îlik, sadece toptan düşündüğümüzde
olur; ayrı ayrı ele alındığında değil. Kitab ise böyle değildir. O, bütünüyle
ve tafsilatıyla (tek tek âyetleriyle) Kur'ân olduğu kesindir. Kesin olan, zannî
olanın önüne geçer. Buna göre Kitab'ın sünnete takdimi lâzımdır.[735]
Cevap:
Sünnete sünnet olarak baktığımızda, onun bütünüyle kesinlik arzettiğini
gördüğümüz gibi, ayrı ayrı da kesinlik arzettiğini anlarız. Bu, Hz. Peygamber
(s.a.v)'i gören ve dinleyen Sahâbe'ye nis-betle böyledir. Böylece şüphe
kökünden defedilir. Ve her müçtehidin, kaidesine uygun olarak sünneti
değerlendirmesi gerekir. Her ne kadar bugün müçtehid yoksa da yapılacak iş
budur.
Sünnetin
bize geliş yolunu incelediğimizde, deriz ki: Âyete muarız olan haber mütevâtir
ise onun hakkında yukarıdaki sözü söylemek yine doğru değildir. Bir hüküm
nazarı itibara alınırken mütevâtir haber, nasıl âyetten ayrı ve geri
düşünülebilir ki? Halbuki, bazen sünnetin delâleti kat'î, âyetinki zannî
olabilir. Yine sünnet bazen âyetten sonra gelip onu neshetmiş olabilir. Bu iki
durumda mütevâtir sünnetin âyetle aynı derecede olması bir yana, hükümde âyete
takdim edilmesi vâcib olur. Mütevâtir sünnetin dışındaki haberlerin kat'î
olmayışı, onun katiyyetinde olumsuz bir etki yapmaz. Çünkü taâruz (zahiren
çelişme), âyetle sadece bunun arasındadır. Bu durumda, Kitab'la sünneti toptan
ve tafsil olarak katiyyet ifade edip etmemeleri konusunda karşılaştırmamız,
burada bizim için önem arzetmemektedir.
Mütevâtir
sünnetin az olması, Şâtibî'nin sünnetin umumuna ait iddiasının sahih olduğunu
göstermez. Bilakis, şayet biz mütevâtir
sünnetin
hiç bulunmadığını farzetsek bile, yine de var olabileceğini takdir etmemiz ve
bu takdir gereği açıklama yapmamız gerekecektir. Çünkü onun var olması
mümkündür ve aslında vardır.
Eğer
âyetle zahiren çelişen sünnet, mütevâtirin dışında haber-i âhad ve sübût-u
zannî olsa bu durumda, bazan haber-i vâhid, has bir hüküm bildirir ve delâleti
kat'î olur; buna ters görünen âyet ise umûmî hüküm bildirir ve delâleti zannî
olur. Böylece her biri, bir yönden kuvvetli olur ve birbirlerine denk olurlar.
Birisini devredışı bırakmak, tercihi gerektiren bir sebep yokken tercih yapmak
olur ki bu, yanlıştır. Halbuki, birini diğerine uygun gelecek şekilde
"yorumlayarak aralarını birleştirmek gerekir ki, ikisiyle birlikte amel
etmiş olalım.
Eğer
şüphe sahibi derse ki: "Benim mezhebime göre haber-i vâhid, kesin bir
temele dayanırsa onunla amel makbuldür; aksi takdirde onunla hüküm verilmez.
Çünkü bu durumda şeriatın asıllarına ters düşer; bu ise sahih değildir. Hem
onun sahih olduğunu gösteren bir şahid de yoktur. Böyle bir haber, hükme medar
olamaz; değerlendirmeden düşer. Sağlam bir temele dayanan sünnet ise manen
Kur'ân sayabileceğimiz bir haber çeşididir. Bunun kabulünde ise Kur'ân olan iki
asıl arasında taâruz (çelişme) olacaktır. "[736]
Biz
de kendisine deriz ki: Senin, "Haber, sağlam ve kesin bir temele
dayanmazsa şeriatın asıllarına muhalif olur; ayrıca onun sahih olduğunu
gösteren bir şahid de yoktur," sözü kabul edilemez. Çünkü; şeriat, her
yönüyle kesin olan bir delil bulunmayınca, müçtehidin zann-ı galibine göre
sabit olan haberle amelini gerekli görmektedir. Biz, bununla ilgili umûmî
delilleri, üçüncü bölümde, üçüncü şüpheye cevap verirken açıklamıştık. Hem
güvenilir bir râvinin adalet vasfi, Sâri nazarında, haberin doğruluğu için bir
şahid kabul edilmektedir.
Eğer
sen, haberin sıhhati için ileri sürdüğün şehâdetle, onun kat'î ve kesin bir
kaidenin içine girmesini kasdediyorsan deriz ki: Böyle bir şehâdet, senin
sözünde de hâsıl olmamıştır. Sonuçta söyler nen sözü sana iade ediyoruz. Bu
özellikte olmayan bir haber, hükümden düşmüştür. Bu, yukarıdaki iddianın
aynısıdır ve aynı yere dönmektir.
Sonra
ona deriz ki: Niçin katiyyet ve kesinliği sadece Kur'ân âyetlerine
hasrediyorsun? Mütevâtir sünnette de aynı kesinlik yok mudur?
Sonra
şunu da sorarız: Sünnet, Kur'ân'm mânâsına uyduğu ve dayandığı zaman sence de
makbuldür. Peki, böyle bir isnadla kuvvet kazanan haberin, bizatihi çelişme
durumunda olmasına mâni nedir? Hem bu zorlama ve aynı şeyi söyleyip durma
niçindir?
2.
Şüphe:
"Sünnet
ya Kitab (Kur'ân)'ı açıklar veya ona yeni hükümler ilâve eder. Açıklayıcı
olduğunda, açıklanan yanında ikinci planda değerlendirilir. Çünkü açıklanan
(mübeyyen) ortadan kalkınca, açıklama ve açıklayanın da ortadan kalkması
gerekir. Bu durumda olanın yani Kitab'ın, sünnetten önde ve öncelikte olması
daha evlâdır. Eğer sünnet açıklayıcı değilse, bu durumda ancak Kitab'da. bir
hüküm bulunmadığı zaman nazar-ı dikkate alınır ve hükme kaynak yapılır. Bu da
Kitab'ın, hükümlerde nazar-ı dikkate alınmada önde olduğunu
göstermektedir..."[737]
Cevap:
Önce deriz ki: "Mübeyyenin (Kitab'ın) düşmesinden, beyânın da (sünnetin)
düşmesi gerekir," sözünde, mübeyyenin düşmesinden kasdın nedir?
Bundan
maksadın, bir âyetin daha sonra gelen başka bir âyetle neshedilmesi ise aynı
âyet, önceki âyeti açıklayan sünneti de neshe-der; açıkladığı âyetin hükümden
düşürmesine gerek kalmaz. Çünkü önceki âyetin zahirî mânâsı değil, muradı
neshediliyor. Ayetin muradı da sünnetin beyân ettiğidir. Böylece ikisi beraber
mensûh olmuş olurlar.
Fakat
sen, âyetin düşmesiyle onun Kur'ân'da zikredilmemesini kasdediyorsan -ki sözden
anlaşılan bu değil, Önceki açıklamadır- böyle olmayan bir âyet, uygulamada
olan bir sünnetin düşmesini ve yeni bir hüküm koyup tafsilatıyla açıkladığında
nazar-ı itibara alınmamasını gerektirmez. Hem bizzat emir veren bir söze,
beyân denmez.
Meselâ,
bir an için Allah Teâlâ'nın, Kur'ân'da namazı farz kılmadığını düşünelim; bu
konuda sadece Hz. Peygamber (s.a.v)'in namazla ilgili fiilî uygulaması ve:
"Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız," emri bulunsun. Biz, sırf bu
uygulama ve emirle, namazın farz olduğunu ve kılmışının nasıl olduğunu Öğrenmiş
oluruz.
Fakat
asıl hükmün ne olduğunu beyân etmeksizin, tafsilatıyla ilgili sünnet
nakledilse, bundan hiçbir şey anlaşılmaz. Çünkü sünnetin delil olup olmadığı
değil, neyi açıkladığı bilinmemektedir. Bu halde ve bu sıfattaki bir şeyin,
Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır olması zaten mümkün değildir.
"Sünnetin
(beyân) düşmesiyle âyetin (mübeyyen) düşmesi gerekmez," sözünde, sünnetin
düşmesiyle onun neshini kas de diyorsan, biz de deriz ki: Sünnetin
neshedilmesi, âyetten kasdedilen muradın nes-hedilmesi demektir ki, bu durumda
hükmen âyet de neshedilmiş ve yürürlükten kalkmış olur. Bu da senin iddiana
uymamaktadır.
Eğer
sen, beyânın (sünnetin) düşmesiyle o konuda henüz yeni bir sünnetin gelmediğini
kasdediyorsan, sana deriz ki: Böyle bir durumda âyetin (mübeyyen) yürürlükten
düşmemesinden bahsetmenin mânâsı nedir? Eğer âyetle bildirilen hükümle âmel
etmenin mümkün olduğundan bahsediyorsan bu, haliyle mümkün değildir. Eğer
-âyetin bu haliyle, hakkında bir açıklama gelinceye kadar icmâlen hükme delil
olduğunu anlatmak istiyorsan bu, kabul edilebilir. Fakat kendisiyle amel
mümkün olmadıktan sonra, sadece bu delâletin faydası nedir?
Bütün
bunları kabul etsek bile senin, iddianın sonunda söylediğin: "Durumu bu
olanın önde ve öncelikli olması daha evlâdır,"sözünü kabul edemeyiz.
Çünkü senin, "Sünnetin yürürlükten düşmesi ve nazar-ı itibara alınmaması
gerekir," şeklindeki bahsettiklerin ancak fer'î hükmün aslolana tâbi
olması gibi mücerred ilişkilerde netice verir. Kur'ân karşısında sünnet için
bu kaide uygulanamaz. Hatta bazıları: "Kendilerine indirileni insanlara
açıklaman için Kur'ân'ı sana indirdik,"[738]
âyetini delil göstererek sünnetin Kitab
(Kur'ân) üzerine hâkim ve hüküm koyucu olduğunu söylemişlerdir.
Şâtibî'nin
daha sonra zikrettiği şu sözü ele alalım: "Sünnetin Kitab üzerine hüküm
koyması, Kitab'ın bir kenara bırakılması ve sünnetin öne geçirilmesi mânâsında
değildir. Bundan kasıt, sünnette anlatılan o şeyin Kur'ân'ın muradı olduğudur.
Sünnet, sanki Kitab'ın ahkâmında anlatılmak istenen mânâ ve muradın şerh ve
açıklaması durumundadır. Sünnet, Kitab'dan ayrı olarak hüküm koyucu değildir.
Bu, şuna benzer: Meselâ İmam Mâlik, bir âyetin mânâsını açıklasa ve biz de
gereğince amel etsek, bize: 'Allah Teâlâ'nın sözüyle amel ettik,' demek yerine,
'Imam'ın sözüyle amel ettik,' dememiz doğru değildir."{T)
Halbuki
Şâtibî'nin cevap vermeye çalıştığı kimse, Kitab'ın bir kenara itilmesinden
bahsetmemekte, sadece Kitab'la sünnetin hüküm koymada eşit olduklarını ve her
ikisini de kullanarak birleştirmeyi savunmaktadır.
Hem
Şâtibî'nin: "Sünnette anlatılan şeyler, aslında Kur'ân'ın muradıdır"
sözü, hasmın görüşünü ve sünnetin Kitab'dan ayrı ve geride düşünüldüğünde
ortaya çıkacak olumsuzlukları bir itiraf mahiyetindedir.
"Hükmü
koyan sünnet değildir," sözünü kabul ediyoruz ve biz de aynısını
söylüyoruz. Aslında bu, onun görüşüne ters düşmektedir. Eğer Şâtibî, tek hüküm
koyucu Kitab'dır, demek istiyorsa bu, doğru değildir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in
tefsir ve açıklamasını İmam Mâlik'in tefsirine kıyas etmesi bâtıldır. Çünkü
İmam Mâlik'in sözü, delil değildir; alınabilir, alınmayabilir de. Hz. Peygamber
(s.a.v)'in sözü ve tefsiri ise farklıdır. O, Allah tarafından bir vahiydir ve
dinde bir hüccettir.
Şayet
onun yukarıdaki değerlendirmesini kabul edecek olursak, onun bize ters düştüğü
tek nokta, sünnetin isminde ve tarifinde olmaktadır. Bu da lafzî bir
ihtilâftır. O, sünnetin, Kur'ân'da söz sahibi olduğu ve onu zahirinin tersine
hamletme yetkisinde bulunduğu konusunda bizimle aynı görüşte olduğu müddetçe,
kendisiyle anlaşa-mayacak bir sebep göremiyoruz.
Şüphenin
aslına dönelim. Deriz ki: Kitab'ın sünnete takdim edilmesini ifade eden sözünü,
mutlak mânâda ve her halükârda kabul edemeyiz. Bunu, ancak sünnetle Kitab'ın
hükmünü bir arada uygulama imkânı bulamadığımız zaman kabul ederiz. Çünkü iki
delilin birden kullanılması, birinin iptal edilmesinden daha evlâdır.
Şunu
da ilâve edelim: Kur'ân, bazen Kur'ân'ı, bazen de sünneti açıklar. Bazen de
sünnet, sünneti açıklar. Bu durumda sen: "Bütün bu hallerde açıklayan
nass, açıkladığından geridedir," diyebilir misin? Sonra, bu delillerden
birini iptal etmek bir yana; biri, diğerini açıklıyor, dedikten sonra bu iki
delilin birbiriyle çelişmesinden bahsetmek doğru mudur?
"Sünnet,
Kitab'ı açıklayıcı olmayıp hüküm koyucu olduğunda, Kitab'da bir şey yoksa o
zaman nazar-ı itibara alınır, hükme kaynak yapılır," sözünü ele alalım.
"Kitab'da bir şey yoksa" sözünden muradın, sünnete muhalif bir nas
yoksa, olmalıdır. Bununla, kesin olarak muhalif olanı kasdediyorsan, bu konuda
sana katılırız. Fakat bu, sünnetin, Kitab yanında daha zayıf olduğunu göstermez
ve bunu gerektirmez. Çünkü bu, bütün vahiy türleri içinde bulunabilir. Allah'ın
hükümleri arasında birbirine ters düşme mümkün değildir.
Kur'ân'da,
(zahiren) sünnete muhalif zannedilen hükümlerin bulunmasına
gelince; bu, olabilir ve bulunabilir. Hatta bu, iki âyet arasında da kendini
gösterebilir. Bu durumda içlerinden birisi, tercih sebebi bulunmaksızın,
devredışı kalmaması için bu iki delil, uygun şekilde te'vil edilip araları cem
edilmelidir.
3.
Şüphe:
Bazı
hadis ve haberler, Kitab'ın sünnete takdim edileceğini göstermektedir. Meselâ,
Muaz (r.a) hadisi, buna güzel bir örnektir. Şöyle ki: Hz. Peygamber (s.a.v),
Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderdiğinde:
"Önüne
bir mesele geldiğinde nasıl hüküm vereceksin?" diye sordu. Muaz (r.a):
"Allah'ın
Kitabı'yla," dedi. Hz. Peygamber (s.a.v):
"Aradığın,
Allah'ın Kitabı'nda yoksa ne yaparsın?" diye sordu. Muaz (r.a):
"Rasülullah
(s.a.v)'ın sünnetiyle hallederim," dedi. Hz. Peygamber (s.a.v):
"Peki,
Rasûlullah'ın sünnetinde de bulamazsan ne yaparsın?" diye sorunca, Muaz
(r.a):
"Kendi
görüş ve içtihadımla hallederim," diye cevap verince Allah Rasûlü
(s.a.v), bundan pek memnun olarak kendisini tebrik etmiştir.[739]
Hz.
Ömer de kadı Şürayh'a gönderdiği bir talimatta: "Önüne bir mesele
geldiğinde, önce Allah'ın Kitabı'na bak ve onunla hüküm ver. Allah'ın
Kitabı'nda meselenin cevabını bulduktan sonra artık hiç kimseye sorma. Allah'ın
Kitabı'nda bir şey bulamazsan, Rasûlullah'ın sünnetini araştır..."[740]
demiştir.
Benzeri
haberler, İbn Mesud ve Ibn Abbas'tan (r.a) da rivayet edilmiştir.(10)
Cevap:
Bazıları, Muaz hadisini mevzu kabul etmiştir. Biz sahih olduğunu düşünsek
bile, bunun yorumunun şöyle olması gerekir:
Alınması
ve kullanılması en kolay ve en y^kın delil olması bakımından önce Kitab'a
bakılır. Gerçekten de Allah'ın Kitabı bu özelliktedir. Bu te'vili yapmak
zorundayız. Çünkü sübûtu ve delâleti kesin
(8)
(9)
(10) Dârimî, Mukaddime, 20; Beybakî, Medhal,
127-128; Şâtibî, a.g.e., IV, 7-8.
ABD
ÜL GANÎ ABD ÜLHÂLIK
297
ve
kat'î olan sünnet, Kitab'ın zahirine takdim edilir. Muaz hadisine nisbeten, bu
söylediğimiz daha fazladır. Sünnet, haber-i âhad cinsinden olunca bazen
sünnetin delâleti kat'î, Kur'ân'mki zannî olabilir ve bu durumda hükme kaynak
olmada biri, diğerine eşit olur. Artık takdim, tehir sahih olmaz. Bilakis,
içtihad ve tercih deliline bakarak beraberce yorumlanıp amel edilmesi gerekir.
Hz.
Ömer'in: "Allah'ın Kitabı'na bak; onda meselene bir cevap bulursan artık
hiçbir kimseye sorma," sözüne gelince bunu, ilgili âyetin sünnetle muâraza
(çelişki) hâlinde bulunmadığı zaman böyle hareket edileceğine hamletmek
gerekir. Bunun sebebini yukarıda zikrettik. Bir de Hz. Ömer'in sözünün,
âyet-hadis gibi hüccet olmadığı bilinmelidir.
Sünnetin Kur-ân ve
Onun Dışındaki Şeylere Delâlet Etmesi Bakımından Çeşitleri
Malumdur
ki, Allah Teâlâ'dan gelen şeylerde bir ihtilâfın bulunması mümkün değildir.
Kur'ân ve sünnet, tamamıyla Allah katından gelmiştir. Bu durumda, Rasülullah
(s.a.v)'tan sahih ve sağlam bir yolla gelen sünnetin, Kitab'a muhalif bir hüküm
bildirmesi mümkün değildir. Bazen lafız olarak, sanki aralarında bir zıtlık var
gibi görünse de aslında birinin anlatmak istediği, diğerinin aynıdır. Böyle
durumlarda olan şudur: Bazen âyet ve hadisin muradı, müçtehide gizli kalmakta
ve ilk anda aralarında çelişki var zannedilmektedir. Aslında böyle bir çelişki
sözkonusu değildir.
İmam
Şafiî'nin, er-Risâle'de zikrettiği ve çoğunluğun da bu konuda kendisine uyduğu
gibi sünnet, Kur'ân'daki hükümlere ve diğer meselelere delâlet etmesi
bakımından üç çeşittir:
1-
Bütün yönlerden Kitab'ın bildirdiği hükümlere benzer hüküm ortaya koyan sünnet.
Bu tür sünnet, icmal ve beyân, kısalık ve açıklama yönünden Kur'ân'a uyar ve
onu destekler mahiyette hüküm ortaya koyar.
Meselâ:
"İslâm, beş temel üzerine kurulmuştur," hadisi ile Allah Teâlâ'nın:
"Namaz kılınız ve zekât veriniz."[741]
"Ey iman edenler! Size oruç farz
kılındı." "Yol için gücü
yetenlere Kabe'yi ziyaret etmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkı ve
emridir,"[742]
gibi mirleri, bu durumdadır. Her ikisi
de namaz, zekât, oruç ve haccm farz olduğunu göstermekte, fakat bu naslarda,
verilen emirlerin keyfiyet ve şeklinden bahsedilmemektedir.
Âyetle
hadisin aynı hükmü ortaya koymalarına bir başka Örnek: Meselâ, "Gönül
hoşluğu ile vermesi dışında, hiç kimseye, bir başka müslümanın malı helâl
değildir,"[743]
hadisi, "Aranızda birbirinizin mallarını hırsızlık, kumar ve gasp gibi
haksız sebeplerle yemeyin ve insanların mallarından bir kısmını, bile bile
yalan şahidliği gibi günahla yemek için o malları rüşvet olarak hâkimlere
vermeyin,"[744]
âyetiyle aynı hükmü bildirmektedir.
Bir
başka örnek: Meselâ, "Kadınlar hakkında (onlara kötülük etmekten)
Allah'tan korkun. Onlar, sizin yardımcılarınızdır. Onları Allah'ın emaneti
olarak yanınıza aldınız ve Allah'ın adıyla ferçlerini kendinize helâl
kıldınız,"[745]
hadisi, Allah Teâlâ'nın: "Onlarla
(kadınlarınızla) güzel.geçinin,"[746]
âyetine uygunluk arzetmektedir.
2-
Kitab'da bildirilen hükümleri açıklayan sünnet. Bu tür sünnet, Kur'ân'ın
mücmelini tafsil, müşkilini beyân, mutlakını takyid, genel hüküm bildireni
tahsis etmek suretiyle açıklamalarda bulunur.
Meselâ,
namaz ve zekâtı açıklayan, vakit, miktar ve uygulama şekli gibi âyette
zikredilmeyen hususları ortaya koyan sünnetler buna misaldir. Yine Allah
Teâlâ'nın: "Siyah iplikten beyaz iplik tarafınızca seçilip ayrılıncaya
kadar yemek ve cima size helâl kılınmıştır,"[747]
âyetindeki siyah ipliğin, gece
karanlığı, beyaz ipliğin de gündüzün aydınlığı yani fecrin doğması olduğunu
beyân eden sünnet bu kısma örnektir.
Yine:
"Altın ve gümüşü biriktirerek saklayıp onları Allah yolunda
harcamayanları acıklı bir azab ile müjdele,"[748]
âyetindeki azaba sebep olan
biriktirmenin, onların zekâtını vermemek olduğunu açıklayan sünnet de bu kısma
girer.
Yine:
"Erkek ve kadın hırsızların ellerini kesiniz,"[749]
âyetinde kesilecek elin, sağ el olduğunu
açıklayan sünnet ile "Yeminini bozanın bir şeye gücü yetmiyorsa, keffâreti
üç gün oruç tutmaktır,"[750]
âyetindeki keffâret orucunun peşpeşe
tutulacağını beyân eden sünnet ve "îman edip, imanlarına zulüm,
karıştırmayanlar,"[751]
âyetindeki zulümle, şirkin
kasdedildiğini belirten sünnet, hep bu kısma girmektedir.
Sünnetlerin
ekseriyeti bu kısma girer ve bunun için sünnet, "Kitab'ın
açıklayıcısı" sıfatıyla tanınıp tarif edilmiştir.
3-
Kur'ân'ın hüküm bildirmediği ve aksine bir beyânda da bulunmadığı konularda
hüküm koyan sünnet.
Meselâ,
neseb (sulb) yoluyla haram olanların, süt yoluyla da haram olacağını; bir
kadını, halası veya teyzesiyle birlikte nikâh altında bulundurmanın haram
oluşunu, şuf a hakkını ve ikâmet hâlinde de rehin verilebileceğini, evli olup
zina eden kadının recmedilmesi gerektiğini, Ramazan orucunu özürsüz olarak
bozana keffâret gerekeceğini ve bunların dışında Kur'ân'da hakkında herhangi
bir açıklama bulunmayan konularda hüküm ortaya koyan ve açıklayan sünnetler
bu kısma girer.[752]
el-Fikrü's-Sâmi
kitabının sahibi, sünnetin bu üç kısma hasre-dilmesine karşı çıkarak demiştir
ki: "Burada, bir dördüncü sünnet çeşidi daha vardır. O da cumhurun
görüşüne göre; Kitab'ın bazı hükümlerini nesheden mütevâtir sünnet ve caiz
görenlere göre âhad haberlerdir."
Meselâ,
Allah Teâlâ'nın: "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir mal bırakırsa
anaya, babaya ve yakınlara uygun bir şekilde ve miktarda vasiyyet etmesi,
Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur,"[753]
âyeti, Hz. Peygamber (s.a.v)'in:
"Vârise vasiyyet yoktur,"[754]
hadisiyle neshedilmiştir.
Yine:
"Zina eden (bekâr) kadın ve erkeğe yüz değnek vurunuz,"[755]
âyeti, "Bekâr bir kadın ve erkek
zina ederlerse, yüz değnek ve bir sene sürgün cezası verilir,"[756]
hadisini neshetmiştir. Buna göre bir hâkim, sadece celd (sopa) cezası uygularsa
Kur'ân'a uymuş, sünnete ters düşmüş olur. Bu kısım hadis hakkında, Hanefîlerle diğer mezhepler arasında ihtilâf
vâki olmuştur.
İbnu'l-Kayyım
(751/1350), İ'lâmu'l-Muvakkün adlı eserinde, bu kısma bir yenisini eklemiş ve
hakkında uzun uzun bahsetmiştir.[757]
Orada vermek istediği şudur: Bazı
mezheplere göre dördüncü bir kısma dahil edeceğimiz sünnet çeşidi daha vardır
ki, o da Kur'ân'a muhalif hüküm ortaya koyan sünnettir. Halbuki, önce de beyân
ettiğimiz gibi sünnetin Kitab'a muhalif olması mümkün değildir ve hiçbir
müslümamn: "Bu olabilir," demesi düşünülemez.
el-Fikrü's-Sâmi
adlı eser sahibinin, Ibnu*l-Kayyım'ın, Hanefî-lerle yaptığı münazarada ve
Hanefîlere nisbet edilen: "Sünnet bazen Kitab'a ters düşebilir,"
görüşünü çürütmeye çalışırken söylediği sözlerden anladığı bâtıldır. Çünkü
Hanefîler, böyle bir şey söylememişlerdir. Hem onların sünnet anlayışından da
böyle bir sonuç çıkarılamaz. Bu konuyu biraz açıklayalım: Bil ki, bir nassın
(âyet ve hadis) bildirdiği genel bir hükümden bazı fertleri hükmün dışına
çıkararak bu nassa ek bir hüküm getirmek -eğer genel hüküm hemen peşinden
getirilmişse- ittifakla tahsis olur ve bundan, hükmün herkese ait olmadığı
anlaşılır. Eğer yeni ve ek hüküm, genel hükümlerden ayrı ve daha sonra
gelmişse, bunun nesh mi yoksa tahsis mi olduğu konusunda, Hanefîlerle diğer
mezhepler arasında ihtilâf vardır. Hanefîler nesh, diğerleri tahsistir
demişlerdir. Her iki grup da bu sonradan gelen ek hükme verdikleri isme göre
değerlendirme yapmışlardır. Çünkü neshin ve tahsisin hükümleri farklıdır.
Meselâ,
sahih olan görüşe göre haber-i vâhid, Kitab'ı ve mütevâtir sünneti neshetmez;
ancak tahsis eder. Bir yeni ek hüküm haber-i vâhidle geldiğinde, Hanefîlerin
dışındakiler: "Bu, öncekini tahsis eder, eğer haber-i vâhid genel hükme
ters düşse bu, onun sıhhatini zedelemez; o, sahih bir sünnettir"
demişler, Hanefîler ise: "Tahsis etmez, çünkü zaman ve yer olarak ayrıdır;
nesh de etmez, çünkü haber-i vâhiddir. Haber-i vâhid, Kitab'a ters bir şey
ortaya koymaz. Kitab'a ters düştüğünde, onun sahih olmadığı kabul edilir. Böyle
bir haberin, Rasûlullah (s.a.v)'a dayandırılmış bir yalan olduğu ve ondan
gelmediği ortaya çıkar. Çünkü Uz. Peygamber (s.a.v)'in sünneti, hiçbir zaman
Kitab'a ters düşmez," demişlerdir.
Bundan
anlaşılıyor ki Hanefîler, Kitab'a ters düşen bir sünnet çeşidinden
bahsetmemişlerdir. Hem, onlardan böyle bir şeyin meydana gelmesi de
düşünülemez. Böyle bir durumda Hanefî hâkim, sadece Kur'ân'm bildirdiği
hükümle amel edip ona ters düşen sünneti terketse, Hanefîlerce bu hâkime:
"Sünnete muhalefet etti," denmez. Çünkü Kur'ân'a ters düşen haber,
onlara göre sahih sünnet değildir. Bu hâkim için ancak: "Kitab'a ve
Rasûlullah (s.a.v)'tan gerçek olarak sâdır olan sünnete uygun hareket
etti," denir. Fakat diğerlerine göre: "Sünnete muhalefet etti,"
denir. Çünkü bu haber, onların nazarında sahih ve kesindir. Bir de onlar,
tahsis eden nassın tahsis ettiği nassa bitişik olmasını şart koşmazlar ve
haber-i vâhidle tahsisi caiz görüp onunla, genel hüküm bildiren nass arasındaki
çelişmeyi sadece lafızlarda kabul ederek haberin sıhhatini zedeleyecek bir
durumun bulunmadığını savunurlar.
Yine
bahsi geçen müellifin, İbn Kayyım'ın sözünden: "Hanefîlere göre mütevâtir
sünnet, haber-i vâhid gibidir," şeklindeki anlayışı da bâtıl ve yanlıştır.
Çünkü Hanefîler: "Eğer bu ek hükmü koyan mütevâtir sünnet olup nassın bazı
hükümlerini neshetmiş ise hâkimin ona muhalefet etmesi caiz değildir,"
derler.
Bu
açıklamalardan anlaşıldığına göre bu yeni ek hüküm, üç hâlde
değerlendirilmiştir :
1-
Rasûlullah (s.a.v)'tan gediği sabit olmamıştır; çünkü o, haber-i vâhiddir. Bu,
Hanefîlerin görüşüdür.
2-
Mütevâtir habere dayanıyorsa Önceki hükmü nesheder. Bu görüş de Hanefîlere
aittir.
3-
Mutlak olarak tahsis edicidir. Bu da Hanefîlerin dışındakilere aittir. Buna
göre sözü edilen ilâve hüküm, sahih ve sağlam bir nakle dayanıyorsa ya nesh ya
da tahsis edicidir; başka bir şey değildir.
Bütün
nesh ve tahsis eden sünnetler, ya Kitab'ı beyân eder veya onun sükût ettiği
konularda yeni bir hüküm ortaya koyar. Bu durumda hiçbir mezhebe göre:
"Sünnet, Kitab'a muhalif hüküm ortaya koymuştur," denemez.
Biraz
düşünüldüğünde bütün nesh ve tahsis eden sünnetlerin, iki alanda uygulandıkları
görülecektir:
1-
Kitab'ı açıklamada,
2-
Kitab'ın sükût ettiği konularda müstakil hüküm ortaya koymada.
Bu
iki şeklin, muhassiste (tahsis eden sünnette) nasıl meydana geldiğini kısaca
açıklayalım: Tahsis eden nass, tahsis edilene zaman ve yer olarak ister bitişik
olsun, ister ayrı olsun, durum aynıdır ve olan şudur:
Tahsis
eden nass, geneli ifade eden nassın hükmünü bazı fertlere hasreder. Biz de bu
sayede hükmün muhat ablarının, ilk akla geldiği gibi herkes olmayıp bazı
fertler olduğunu anlarız. Bu tahsis, Ki-tab'ın nassıyla bildirilen hükmün, bu
belirtilen fertlere ait olduğunu ve bunların dışında kalanları muhatab
almadığını gösterir. O zaman Kur'ân âyeti ilk inerken sanki sadece tahsis gören
fertlere hitab edip kalanlara bir şey söylememiş gibi olur. Sonra tahsis gören
nass, -hitab etmediklerini hükmün dışında tutarsak- sadece hükme dahil
olanlara yapılan bir hitab olmuştur.
Meselâ:
"Kavim geldi, ancak câhiller hariç" dediğimizde, kavim kelimesi,
istisna yapmazdan önce, âlimi de câhili de içine alıyordu. Peşinden istisna
yapılınca; dinleyen, gelenlerle âlimlerin kasdedildi-ğini anlayacaktır. Bu
durumda, sanki bu sözü söyleyen, ilk olarak "âlimler geldi," demiş
olacaktır. Fakat bununla, câhiller hakkında olumlu veya olumsuz bir hüküm
anlaşılmamaktadır. Kavimle anlatılmak istenenin âlimler olduğu açıklandıktan
sonra, "kavim geldi," demek de aynı şekilde değerlendirilebilir.
Sonra istisna, bazılarının hükümden çıkarıldığını gösterdiği gibi
çıkarılanların hükmünün de istisnadan öncekilerin hükmüne ters olduğunu ifade
eder ki biz, bunu: "câhiller gelmedi," şeklinde ayrıca ifade
edebiliriz.
Fakat
burada "kavim geldi" sözüyle, câhillerin gelmediği anlatılmak
istenmemiştir ki tahsis, sadece bir açıklamadır, denebilsin. Bazen tahsisle
ayrı bir hüküm de ortaya konabilir. Meselâ, şu örneğe bakalım: Hz. Peygamber
(s.a.v), Allah Teâlâ'nm: "Bu sayılan kimselerden başkasıyla evlenmeniz
size helâl kılındı,"[758]
âyetinden sonra: "Bir kadını hala
ve teyzesiyle bir nikâhta tutmak haramdır; neseb yoluyla birbirine haram
olanlar, süt emme yoluyla da haram olur,"[759]
buyurduğunda bu sözüyle bize, âyette
geçen: "Bunların dışındakiler ifadesiyle âyette anlatamayanların hepsi
değil, bir kısmının kasde-dildiğini açıklamış olur. O zaman âyet-i kerîme,
sayılanların dışında kalanların hepsinin değil, hadisle tayin edilen bir
kısmının helâl olduğunu göstermiş, bunlardan ayrılan diğer bir kısım hakkında
hüküm bildirmemiştir. Ayet umum olarak gelmiş olsaydı, sadece bu ilk kısmın
uygulanması uygun olurdu. Çünkü bu durumda anlaşılacak olan budur. Hem bir
tahsis, ancak nasla bilinebilir. Buna göre Rasûlullah (s.a.v)'ın sözü, âyetin
kapsamına girmeyen bazılarının da haram olduğunu belirtmiştir.
Nesheden
nass hakkında da benzeri değerlendirmeyi yapabiliriz. Şöyle ki: Nâsih, önceki
hükmün zamanının bittiğini bildirir. Bu durumda hükmü kaldıran nass, ondan
murâdm ne olduğu açıklandıktan sonra, ifade ettiği hükmün zamanının, onun
nüzul vaktinden başlayıp nesheden nassm nüzulüne kadar devam ettiğini gösterir.
Fakat neshedildikten sonra, yeni hüküm hakkında sükût edip yapılması veya
yapılmaması konusunda bir şey arzetmez. Diyelim ki, yapılmaması hakkında bir
hüküm ortaya koydu da hükmün çeşidine işaret etmedi. Meselâ, hükmü kaldırılan
şey, bir vâcib olsun. Buna göre düşündüğümüzde vâcib neshedilince; bu, bize
onun ortadan kalktığım gösterir. Fakat yerine geçecek hükmün derecesini, yani
haram mı, mekruh mu, mübâh mı yoksa nıendûb mu olduğunu net olarak göstermez.
Şayet: "Vücûb nesholunca cevaz olarak kalır," görüşünde olanlara
göre hareket etsek, bu da bize, onun mübâh mı yoksa mendûb mu olduğunu
göstermez. Ancak nesheden nass gelir ve müstakil olarak açıklamada bulunur ve
meselâ, "Yeni hükme göre şu iş haramdır," derse durum netleşmiş olur.
Bütün
bunlardan, el-Fikrü's-Sâmi kitabının müellifinin görüşüyle, İbnu'l-Kayyım'ın
İ'lâmu'l-Muvakkitn adlı eserindeki sözlerinden, dördüncü tür bir sünnet fikri
ve açıklamalarının bâtıl olduğu anlaşılmaktadır.
Aslında,
onun anlattığının dışında dördüncü çeşit bir sünnetten bahsetmek mümkündür ki
bu, Kur'ân tarafından açıklanan sünnettir. Âlimlerin beyânına göre Kur'ân,
sünnetin umûmunu tahsis, mut-lakını takyid, bazısını nesheder. Bütün bunlar,
-hatırlanacağı gibi-sünnet için bir yönüyle açıklama hükmündedir. Bu kısmı,
yukarıda anlatılan sünnet çeşitlerine dahil etmek mümkün değildir.
Âlimlerin:
"Sünnet, Kur'ân için bir açıklayıcıdır" sözü, sünnetin genelde
yaptığı duruma göre söylenmiştir. Bunun dışında sünnet, Kur'ân'ı te'kid ettiği,
ondan ayrı, müstakil hükümler koyduğu gibi aynı zamanda Kur'ân tarafından
açıklanan bir kaynaktır.
Bil
ki, yukarıda yapılan üçlü taksimin birinci ve ikinci kısımlarında bütün
müslüman âlimler ittifak halindedirler. Üçüncü kısımda ise ihtilâf etmişlerdir.
Nitekim İmam Şafii (204/819), er-Risâle'de, bunu şöyle açıklar: "İlim
ehlinden kimsenin sünnetin üç çeşit olduğunda muhalefet ettiğini bilmiyorum.
Bunun iki kısmında ittifak halindedirler. Bu üç sünnet şudur:
1-
Allah Teâlâ, bir konuda hüküm bildiren bir âyet indirir. Hz. Peygamber (s.a.v)
de Kitab'ın nassına benzer açıklamalarda bulu-
2- Allah Teâlâ, Kitabı'nda birtakım kapalı
hükümler indirir. Hz. Peygamber (s.a.v) de Allah'ın murâdını ve âyetin mânâsını
açıklar.
Bu
iki kısımda ulemâ ittifak halindedirler.
3-
Hakkında Kitab'da bir nass bulunmayan konularda Hz. Peygamber (s.a.v),
sünnetiyle hüküm koyar.
Alimlerden
birisi demiştir ki; Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.v)'e -O'na itaati farz
kılarak ve Um—i ilâhîde ilâhi tevfiki ile yaptıklarından razı olarak- hakkında
Kur'ân'da bir nass bulunmayan konularda, sünnetiyle hüküm koyma yetkisi
vermiştir."
Alimlerden
birisi de şöyle der: "Hz. Peygamber (s.a.v)'in ortaya koyduğu her sünnetin
mutlaka Kur'ân'da bir aslı vardır. Meselâ, namazın adet ve yapılış şeklini
açıklayan sünnet, namazı farz kılan âyetlere dayanmaktadır. Alış-veriş
konularındaki uygulamalar da böyledir." Çünkü Allah Teâlâ, âyet-i
kerîmede: "Mallarınızı aranızda haksız muamelelerle yemeyiniz,"[760]
emrini vermiş, bir diğerinde:
"Allah, alış-verişi helâl, ribâyı haram kıldı,"[761]
buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v) de
helâl ve haram kıldığı konularda, namazda olduğu gibi ilk emri Allah Teâlâ'dan
alarak açıklama ve uygulamalarda bulunmuştur.
Bir
diğer âlim ise şöyle der: "Hz. Peygamber (s.a.v)'e sünnet, vahiyle
gelmiş; sünnet de Allah'ın bu yolla farz kıldıklarını açıklamıştır."
Bir
âlim de der ki: "Allah Teâlâ, Rasûlullah'ın bütün sünnetlerini kalbine
ilkâ etti. Hz. Peygamber (s.a.v)'in kalbine Allah tarafından ilkâ edilen,
hikmettir. Demek ki kalbine ilkâ edilenler, onun sünnetidir."[762]
Bu
üçüncü kısım sünnet hakkında nakledilen sözlerden anlaşıldığı gibi birinci,
üçüncü ve dördüncü sözler, ittifakla sünnetin müstakil olarak hüküm koyduğunu
göstermekte ancak Rasûlullah (s.a.v)'m, bu müstakil hükmü, Allah Teâlâ'nın
kendisini doğruya yö-neltmesiyle bizatihi tarafınca mı verdiği ya da Allah
Teâlâ'nın kendisine o hükmü vahiy mi ettiği veyahut ilhamla mı bildirdiği
hususunda âlimler, farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Aslında bu ihtilâf,
bizi fazla
ilgilendirmiyor.
Yukarıda
nakledilen ikinci söz ise sünnetin müstakil hüküm koymasına muhaliftir. Bunun
için biz de üçüncü bahiste bu konuyu işleyeceğiz ve sünnetin hüküm koymada
müstakil olup olmadığını açıklayacağız.
Sünnetin Hüküm
Koymada Müstakil Oluşu
Sünnetin
hüküm koymada müstakil oluşuyla anlatılmak istenen; onun, Kitab'm sükût edip
lehine ve aleyhine bir hüküm bildirmediği konularda yeni bir hüküm koymak ve
kendisiyle amelin vâcib olduğu bir delil kabul etmektir.
İmam
Şafiî'den yaptığımız nakillerden anlaşıldığı gibi bu kısma giren sünnet, selef
arasında ihtilâf konusu olmuştur. Şâtibî bu kısma muhalefet etmiş, asrımızdaki
bazı yazarlar da Şâtibî'ye uymuştur.[763]
Önce
şunlardan bahsedeceğiz: Bu ihtilâf, bu tür sünnetin Hz. Peygamber (s.a.v)'den
sâdır olup olmadığında mıdır? Yoksa Efendi-miz'den sâdır olduğunda ittifak
edildikten sonra, onun hüccet olup olmamasında mıdır? Yoksa her ikisinde midir?
Şöyle ki; bazıları, bu tür sünnetin Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır olmasına
karşı çıkıp bu tür sünnetin bulunmadığını mı söylemişler; yoksa, Hz. Peygamber
(s.a.v)'den geldiği düşünüldüğünde, onun hüccet olmasına mı karşı çıkmışlardır?
Deriz
ki: Üstad-ı Âzam Abdulvehhab Hallafm Mecelletü'l-Kânûn ve'l-iktisâd'da
yayınlanan makalesinden anlaşıldığına göre bu kimseler, işin başında bu tür
sünnetin Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır olduğu konusunda bizimle ittifak
hâlinde fakat delil olmasında muhalefet içindedirler. Ancak bu kimseler,
ikisinin arasım ayırmak için kendilerine bir yol bulunmadığını, her iki
sünnetin de Allah katından gelen ve masum Peygamber'in tebliğ ettiği biri
beyân, diğeri müstakil hüküm koyan bir vahiy olduğunu anladıklarında, insanların
önündeki durum ve konumlarını düzeltmek istediler; görüşlerin-deki açık hatayı
gizleyerek üzerine perde çektiler ve sonuçta bu tür sünnetin Hz, Peygamber
(s.a.v)'den sâdır olduğu konusundaki ittifaklarından dönerek: "Rasûlullah
(s.a.v)'tan gelen her sünnet, Kur'ân'ın bir açıklaması olarak gelmiştir.
Müstakil hüküm koymuş gibi düşünülen, aslında Kitab'ın bir açıklamasından ibarettir,"
dediler ve az sonra zikredeceğimiz gibi birçok zorlamalarla bu söz ve görüşlerini
isbat etmeye çalıştılar.
Fakat
İmam Şafiî'nin, muhaliflerin sözlerinden yaptığı nakle bakılırsa onlar, daha
işin başında bu tür sünnetin Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır olmasında
muhalefet etmişlerdir. İmam'm nakli şöyledir: Onlardan birisi de şöyle
demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.v)'in ortaya koyduğu her sünnetin mutlaka
Kur'ân'da bir dayanağı ve aslı vardır."
Şâtibî'nin,
el-Muvâfakât adlı eserinin dördüncü cildinde üçüncü meselenin evvelinde
söylediği sözler de bunu ifade etmektedir. Orada şöyle demektedir:
"Kur'ân, sünnette bulunan her işe ya icmâ-len veya tafsilatıyla mutlaka
bir işarette bulunmuştur."[764]
Evet,
bu kimseler, İmam Şafiî'nin naklinde geçen: "Her sünnetin mutlaka
Kur'ân'da bir delili, aslı vardır," sözleriyle muhtemelen şunu kas de
diyorlar: Hz. Peygamber (s.a.v), ancak Kur'ân'da aslı bulunan bir hükmü tebliğ
etmiş ve kanun olarak koymuştur. Kendisinden, Kur'ân'da aslı bulunmayan bir
şey sâdır olduğunda o, ne.sünnettir, ne kanundur ve ne de bir delildir. Şu
halde, ondan sâdır olanların bir kısmı sünnet ve delil olurken bir kısmı ise
ne sünnet ne de delildir. Şâtibî'nin sözünden de bu sözlere benzer bir netice
çıkarmak mümkündür.
Buna
göre Üstad el-Hallaf m: "Onlar, önce müstakil hüküm koyan sünnetin Hz.
Peygamber (s.a.v)'den sâdır olmasında bizimle ittifak halindeydiler..."
şeklindeki ifadeleriyle birlikte, er-Risâle'âe anlatılanla el-Muvâfakâfta
geçen ifadeler birbirine uymaktadır. -Allah kendisini muhafaza etsin- herhalde
Üstad, onların bu açıklamalarına, benim görmediğim bir kitapta rastlamış
olabilir.
Her
halükârda biz, bu muhaliflere şunu sorarız: "Farzedelim ki, Hz. Peygamber
(s.a.v)'den, Kur'ân'da hiç zikredilmeyen bir konuda sünnet geldi. Bu gelen
sünnet hakkında görüşünüz nedir? Bu sünnet, bir hüccet midir, değil
midir?"
Onların
bunca çaba ve çırpınmalarından elde edilen sonuç şudur: Rasûlullah (s.a.v)'ın
görevi, ancak Allah'tan gelenleri açıklamaktır. Kur'ân, bütün hükümleri bildirmiştir.
Yine onların, aslında hiçbir gerek ve zarureti olmayan zorlamalarıyla, Hz.
Peygamber'den sâdır olan herşeyi Kitab'a ait kılma çabalarından, sünnetin
hükümde bir delil olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Fakat
onlar, Kur'ân'ın bir açıklaması olarak da kabul etseler, Hz. Peygamber'den
geldiği farzedilen şeylerin hüccet olduğu görüşüne sahip olduklarında, bu
meseledeki ihtilâf faydasız, zorlamalar gereksizdir. Çünkü bu durumda onlar,
Hz. Peygamber (s.a.v)'den gelen bütün şeylerin hüccet olduğu konusunda bizimle
aynı görüşte olmaktadırlar. Her ne kadar bu sünnet hakkında, onun Kitab'ı
açıklayan veya müstakil hüküm koyan sünnet vasfında kendileriyle anlaşama-sak
biîe, hüccet olma noktasında aynı görüşte oluruz.
Biz,
her halükârda konunun en zayıf ihtimallerini de dikkate alarak gerçeği,
aşağıdaki meseleler dahilinde açıklamaya çalışacağız.
1- Şer'an ve aklen, sünnetin hüküm koymada
müstakil olması caiz midir?
2-
Allah Teâlâ, bize müstakil sünnete yapışarak kulluk yapmamızı emredip onu
amelde hüccet yapmış mıdır? Diğer bir ifadeyle; sünnetin müstakil olması,
Kur'ân'ın hükümleriyle sabit midir?
3- Rasûlullah (s.a.v)'tan, müstakil hüküm koyan
sünnet sâdır olmuş mudur?
Bunları
açıkladıktan sonra da muhaliflerin şüphelerini ve onlara verilecek cevapları
zikredeceğiz.
Sünnetin Müstakil
Hüküm Koymasının Cevazı
Gerçek
şudur ki; bu, aklen ve şer'an caizdir. Sebeplerine gelince:
1-
Şayet bu caiz olmasaydı, müstakil sünnet ile ibâdet yapmak vâki olmazdı.
Halbuki bu olmuştur. Hz. Peygamber'in sünnetinin di-nimizdeki yerini açıklarken
görüleceği gibi bu tür uygulamalar, Hz. Musa'nın (a.s) ve Hz. ibrahim'in (a.s)
şeriatlarında da vâki olmuş ve Allah Teâlâ, bunları Kitabı'nda zikretmiştir.
Bunun,
Hz. Musa'nın (a.s) şeriatında vâki olan örneği şudur:
Hz.
Mûsâ, Firavun'a giderek kendisine iman etmesini ve İsrailoğul-larını
beraberinde göndermesini emretmişti. O zaman Tevrat, henüz nazil olmamıştı. Bu
durumda bu emrin, Tevrat'a ait olduğu söylenemez. Bu emir, Firavun'a karşı bir
delil olmuş ve Mûsâ aleyhisse-lâma itaat etmediği için Rabbine âsi olmuş,
helaki haketmiştir.
Hz.
İbrahim'in şeriatındaki örnek ise şudur: Allah Teâlâ, İbrahim aleyhi s selâma,
rüyada vahiy yoluyla oğlu İsmail'i (a.s) boğazlamasını emretti. Bu, uyması
gereken bir teklifti. Her ikisi de emri yerine getirmeye başladılar. Allah
Teâlâ, bu itaat ve teslimiyetleri sebebiyle onları, muhsin (iyilik sahibi
kimseler) olarak vasıflandırdı. Bu emrin, İbrahim aleyhisselâma indirilen
sahifelerde bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü Allah Teâlâ, böyle bir
hadise ile sırf onu imtihan etmek istemişti. Nitekim âyet-i kerîmede Cenâb-ı
Hakk, şöyle buyurmuştur: "Her ikisi de emrimize teslim olup, onu alnı
üzerine yatırınca: Ey ibrahim! Rüyana sâdık kaldın; gereğini yaptın. Biz,
iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten çok açık bir< imtihandır,
diye seslendik ve oğluna bedel olarak kendisine büyük bir kurban verdik,"[765]
Bu
iki peygamberle, peygamberlerin en şereflisi olan bizim Peygamberimiz (s.a.v)
arasında bu yönden herhangi bir fark yoktur. Her birinin, sünnetlerinin dışında
birer kitabları vardır.
2-
Eğer sünnetin müstakil hüküm koyması caiz olmasaydı bu, bir mâniden dolayı
olması gerekirdi. Burada amelî bir mâni de yoktur. Çünkü Allah Teâlâ'mn,
Peygamberi'ne, Kitabı'nda indirmediği (sadece kalbine ilkâ ettiği) bir hükmü
tebliğ etmesini emretmesi şüphesiz caizdir. Hatta bütün hükümleri başlangıçta
lafızsız olarak indirmesi, daha sonra kitabı indirerek onları te'kid ve beyân
etmesi yahut hiçbir kitab indirmemesi de caizdir. Ayrıca Allah Teâlâ'mn bir
kimseyi peygamber olarak göndermesi için ona kitab indirmesi şart değildir. O,
yaptıklarından sorumlu tutulmaz; insanlar ise her işlerinden sorumludurlar.
Şüphesiz
Hz. Peygamber (s.a.v), inen hüküm vahy-i metlûv olsun (Kur'ân gibi), gayr-i
metlûv olsun, müstakil olsun, açıklayıcı olsun veya Kitab'm hükmünü
destekleyici olsun, bütün tebliğinde hatadan masumdur. Bunu, bize mucize
delili isbat etmektedir. Hatta bütün şeriat, gayr-i metlûv bir vahiyle
indirilmiş olsa bile Hz. Peygamber (s.a.v), yine tebliğde hatadan masumdur.
İşte bu tür bir tebliğle, insanlara sorumlu olacakları delil ortaya konmuş ve
Peygamber'e ittiba etmeleri gerekli olmuştur. Hiç şüphesiz sünnet, (her yönüyle
ilâhî bir) vahiydir ve haktır. Bu durumda onun müstakil hüküm koyması caizdir.
Yine
hiç şüphe yok ki, Allah katından indirilmesi ve hüccet olması yönüyle sünnetle
birlikte hüküm koymada aynı değerde diğer bir kaynağın yani Kur'ân'm bulunması,
kendisine ters düşmedikten sonra sünnetin müstakil hareket etmesini ortadan
kaldırmaz. Kur'ân, her ne kadar birçok yönüyle sünnetten üstün özelliklere sahip
olsa da sünnetin delil olması, onun Kur'ân'daki bir asla dayanmasına bağlı
değildir. Ve bu özellikler, sadece Kur'ân'm delil olmasını gerektirmez.
Şu
halde, sünnetin hüküm koymada müstakil hareket etmesine mâni nereden
gelmektedir?
3-
Eğer sünnetin müstakil hüküm koyması caiz olmasaydı, Ki-tab'ı te'kid ve
hükümlerini tebyin (açıklama) etmesi de caiz olmazdı. Çünkü te'kid yani aslın
koyduğunu destekler mahiyette başka bir hüküm koyma, yeni bir şey ortaya koyma
salâhiyetine sahip olmak demektir. Tebyinde (açıklamada), açıklanan hükmün
detaylarında müstakil hüküm koyma ve yeni açıklamalarda bulunma durumu vardır.
Hem sünnetin müstakil hüküm koymasında düşünülen mâniler, açıklama yaparken de
ortaya çıkar.
Şüphesiz
mâni, ancak bir bozukluk ortaya çıktığında ortadan kaldırılır. Eğer dinî
delillerde böyle bir boşluk ve bozukluk olsa; bu, mükellefin Allah'ın kendisine
emrettiği hükmü bilmemesine ve güzelce yerine getirememesine sebep olur.
Müstakil hüküm koyan veya Kitab'ı açıklayan sünnet için böyle bir mâniden ve
neticeden bahsedilebilir mi? Elbette ki hayır.
Müstakil Sünnetin
Delili Yahut Sünnetin Hüküm Koymada Müstakil Oluşunun Ne İle Sabit Olduğu
Müstakil
sünnet, Allah Teâlâ'mn, bize öğrenip gereğiyle amel etmeyi ibâdet olarak
emrettiği bir delildir. Bunu, şu sebep ve deliller göstermektedir:
1-
Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Allah Teâlâ'dan kendisine gelen her şeyi tebliğ
etmede hatadan masum olması, -ki bu masumiyet, mucizelerle sabit olmuştur-
Kur'ân'm sükût edip bir hüküm bildirmediği
konularda
hüküm bildiren sünnetin de bu tebliğin ve ilâhî vahyin içine girdiğini
göstermektedir. Şu halde o, Allah'ın katmdakine ve hükmüne uygun olan bir
haktır. Bu sıfatta olan bir şeyle de amel vâcibdir.
2-
Bu sebeplerden biri de sünnetin hüccet (dinî hükümlerde bir kaynak) olduğunu
gösteren âyet-i kerîmelerin genel açıklamalarıdır. Bu tür âyet-i kerîmeleri
ikinci bölümde zikrettik. Bütün bu âyet-i kerîmeler, ister Kitab'm hükmünü
te'kid, ister kapalı mânâları beyân etsin, isterse müstakil hüküm koysun, bütün
sünnet çeşitlerinin, dinde kesin bir delil olduğunu göstermektedir. Öyle ki
bunca âyet-i kerîme, üç çeşit sünnetin de delil olduğunu ve müstakil hüküm
koyan sünneti devre dışı bırakarak tahsisi getirme ihtimalinin bulunmadığını
kesin olarak ortaya koymuştur.
Hele,
Allah Teâlâ'nın: "Rabbin hakkı için onlar, aralarında çekiştikleri
şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiçbir darlık
duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar,"[766]
âyet-i kerîmesi, özellikle müstakil
sünnetin delil oluşunu ifade etmektedir. Daha önce de ikinci bölümde, Kur'ân
delilini (üçüncü delil) işlerken bu âyetin sebeb-i nüzûlüyle birlikte İmam
Şafiî'nin yorumunu zikretmiştik.
Sonra
da Şâtibî, el-Muvâfakât adlı eserinde bazı âyetleri zikredip kendi anlayışına
göre onlarla delil getirilecek yönleri tesbit etmiş, en sonunda onlara itiraz
etmiştir. Biz de onun kitabında yazdıklarını zikredip bir değerlendirmesini
yapacağız: Şâtibî, önce kendisinin: "Sünnet, ifade ettikleri bakımından
Kitab'a dahil olmaktadır," sözünü doğru bulmayan kimsenin, buna delil
olarak şu âyet ve açıklamaları öne sürebileceğini zikrediyor: Allah Teâlâ
buyurmuştur ki: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve
sizden olan idarecilere de itaat edin. Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz,
onu (halletmek için) Allah ve Rasûlü'ne götürün. Eğer Allah'a ve âhiret gününe
inanıyorsanız böyle yapın."[767]
Meseleyi
Allah Teâlâ'ya götürmek, onu Kitab'a (Kur'ân) arzet-mektir. Peygamber'e
götürmek ise hayatta iken kendisine, vefatından sonra da sünnetine
arzetmektir.
Bir
diğer âyette: "Allah'a itaat edin. Peygamber'e de itaat edin, isyandan
sakının,"[768]
buyuruluyor. Bunların dışında, Peygamber'e itaatin, Allah'a itaatle birlikte
zikredildiği âyetleri düşünürsek ortaya şu çıkar: Allah'a itaat, Kitabı'nda
zikrettiği emir ve nehiylere uymak; Peygamber'e itaat de Kur'ân'ın dışında
getirmiş olduğu emir ve nehiylerine tâbi olmaktır. Çünkü Peygamber'in (s.a.v)
getirdiği bütün şeyler Kur'ân'da olsaydı, hepsi Allah'a itaatin içine girer,
ayrıca "Peygamber'e de itaat edin," denilmezdi. Bir başka âyette:
"Peygamberin emrine muhalefet edenler, başlarına bir belâ gelmesinden
veya kendilerine acıklı bir azab isabet etmesinden sakınsınlar,"[769]
buyuruluyor.
Bu
âyette, özellikle Hz. Peygamber'e uyulması gereken bir şeyden bahsedilmiştir.
O da Kur'ân'da zikredilmeyen şeyleri getiren sünnettir. Buna işaret eden bir
başka âyet şudur:
"Kim
Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur."[770]
Bir
başka âyet: '"Peygamber size neyi verirse onu alıp uygulayın; neden sakındırırsa
ondan da kaçın."[771]
Bütün
bu Kur'ân âyetleri gösteriyor ki Peygamber'in (s.a.v) getirmiş olduğu herşey,
bütün emrettikleri ve nehyettikleri, hüküm bakımından Kur'ân'da gelenlere
katılmıştır. Bu, onun Kur'ân'dan ayrı olduğunu ve ona ek hükümler koyduğunu
ortaya koyar.
Şâtibî,
daha sonra muhatabın sorabileceği bu tür delil ve açıklamalarına şöyle cevap
veriyor: "Biz: 'Sünnet, Kitab'ın hükümleri için bir açıklama
mahiyetindedir,' dediğimizde şunu anlatmak istiyoruz: Sünnet, Kitab'daki
değişik anlaşılma ihtimali olan hükümlerin açıklaması olmak zorundadır ve
bunun için ihtimallerden birisini açıklar. Bir mükellef, bu açıklamaya uygun
amel ettiğinde Kur'ân'ın emrettiği hususta Allah'a, yaptığı açıklamanın
gerektirdiği konuda da Rasûlü'ne itaat etmiş olur. Şayet, Hz. Peygamber'in
açıklamasının tersine amel ederse ameli ilâhi murada ters düştüğü için Allah'a
isyan etmiş olur. Aynı zamanda açıklamasının gereğine göre amel etmediği için
Peygamber'e de isyan etmiş olur. Buna göre Allah'a ve Rasûlü'ne itaatin ayrı
ayrı zikredilmesi, mutlak olarak uyulacak şeyin ayrı olmasını gerektirmez. Bu
gerekli olmayınca, yukarıdaki âyetlerde, sünnette olan hükümlerin Kur'ân'dan
ayrı olduğunu gösteren bir delil bulunmaz. Bilakis Kur'ân ve sünnet, aynı
mânâda birleşirler. Bununla beraber isyan ve itaat, iki ayrı yönden
kaynaklanabilir. Bunda olmayacak bir şey yoktur. Rasûlullah'ın hükümlerinin
Kur'ân'da bulunma meselesi, Allah'ın izni ve yardımıyla, bu konunun peşinden
incelenecektir. Soru sahibinin: 'Bu durumda sünnetin, Kur'ân'a ek olarak yeni
hükümler koyması gerekmektedir,1 sözüne gelince bu, kabul edilebilir. Fakat bu
ek hükümler, bir şerh hükmünde midir? Çünkü şerhte açıklanan kısımları ayrı
açıklamak mevcuttur. Yoksa şerh olarak görülmez mi? Veya bu ek hükümler,
Kur'ân'da bulunmayan yeni bir şey midir? İşte burada ihtilâf var-dır..."[772]
Biz
de Şâtibî'ye deriz ki: Senin, Peygamber'e itaati tarif ederken:
"Peygamber'e itaat, Kur'ân'ın dışında getirmiş olduğu emir ve nehiylere
tâbi olmaktır," şeklindeki açıklamanda, sünnet için yaptığın bu
sınırlamayı uygun bulmuyoruz. Bilakis deriz ki: Peygamber'e itaat, getirdikleri
ister Kitab'ı açıklasın, ister onu te'kid etsin, isterse müstakil hüküm koysun,
bütün emir ve nehiylerine yapışmaktır. Âyet-i kerîme, bütün bu sünnet
çeşitlerini kapsamaktadır.
Aslında
âyetin emrini bütün olarak ele aldığımızda, ortaya şu çıkar: İlk akla geldiği
gibi müstakil sünnete yapışmak, "Peygamber'e itaat ediniz," emrine
daha evvel açıkça dahil olmaktır. Öyle ki; emrin zahirinden ilk anlaşılan ve
tek olarak ayırabileceğimiz, bu tür sünnettir. Ayetleri açıklayan sünnet ise
böyle değildir. Çünkü bu, açıklanan ile verilmek istenenin aynısıdır. Buna
yapışmak, ona yapışmak gibidir. Kitab'ı destekleyen sünnet de müstakil sünnet
gibi değildir. Sünnetin bazı çeşitlerinde Allah ve Rasûlü'ne itaatin aynı
hükümde birleşmesi, açıklamamıza bir zarar vermez. Çünkü bizim için mühim olan,
Rasûl'e itaatin müstakil sünneti de içine almış olmasıdır. Buna göre iyice
düşünüldüğünde, Hz. Peygamber (s.a.v)'e bütün sünnet çeşitlerinde itaat
etmenin, kulun Allah Teâlâ'ya itaatinin bir gereği olduğu ortaya çıkacaktır.
Yine
senin: "Bu, Kur'ân'da gelmeyen bir sünnettir," sözündeki hasrı da
kabul etmiyoruz. Çünkü her sünnetin, Kur'ân'dan gelmesi veya aslen Kur'ân'a
dayanması şart değildir.
"Bu
durumda sünnetin, Kur'ân'a ilâve hükümler koyması gerekmektedir,"
sözündeki ilâveyle sadece müstakil hüküm koymasını kasdediyorsan, bunu doğru
bulmuyoruz. Eğer hem müstakil hüküm koyan ve hem de kapalı hükümleri açıklayan
sünneti kasdediyorsan bu, doğrudur.
"Sünnet,
Kitab'ın bir açıklamasından ibarettir," sözünle "Allah ve Rasûlü'ne
itaatin ayrı ayrı zikredilmesi, itaat edilen şeyin ayrı olmasını
gerektirmez," sözünü ele alalım. Sana sorarız: "Sünnet, Ki-, tab'ın
bir açıklamasından ibarettir," sözünle neyi kasdediyorsun? Eğer bununla,
bütün sünnet çeşitlerinin Kur'ân'ın bir açıklaması olduğunu kasdediyorsan,
işte bizim kabul etmediğimiz ve karşı çıktığımız taraf budur. Hem sen de bu
sözünü hiçbir şekilde isbat edemezsin. Senin bu konudaki şüphelerini ve
müstakil sünneti, âyetleri açıklayan sünnete dahil etme konusundaki diğer
zorlamalarının yersiz ve haksız olduğunu isbat edeceğiz.
Gerçek
şudur: Şüphesiz, sünnetin bir kısmı Kur'ân'ı açıklar; bir kısmı da müstakil
hüküm koyar. Bunu, üçüncü meselede açıklayacağız. Vakıa bu olduğuna göre
âyet-i kerimeler, her ikisine de şâmildir. Sünnetin hepsinin böyle olmadığım
ancak bir delil ortaya koyabilir. Böyle bir delil de yoktur. Buna göre senin,
gerçeğe uymayan bir hataya göre reddiyede bulunman doğru değildir.
Eğer
yukarıdaki sözünle, sünnetin bir kısmının Kitab'ı açıkladığını kasdediyorsan,
bunu kabul ederiz; bu kısma yapışmayı ve Peygamber'e itaate dahil etme çabam
da normal görürüz. Bütün sünnet çeşitlerinin âyetin kapsamına girmediğini biz
değil, sen söyledin. Öyleyse itirazı bize değil, kendine yönelt ve
anlattıklarına nefsini ikna-ya çalış.
Yine
senin: "Bu gerekli olmayınca âyetlerde, sünnette olan hükümlerin
Kur'ân'da bulunmadığını gösteren bir delil yoktur," sözünü ele alalım.
Eğer bu sözünle sünnette olan bütün şeyleri kasdediyorsan, bu görüşüne
katılamayız. Çünkü âyet-i kerîmeler, bütün sünnetin Kur'ân'da bulunmadığını
gösteriyor. Bilakis deriz ki: Sünnetin bir kısmı müstakil hüküm koyar, bir
kısmı da Kur'ân'ı açıklar. Peygamber (s.a.v)'e itaati emreden âyetler, her
ikisini de içine almaktadır. Ancak bunu sen, kendi kendine yaptığın açıklamada
söyledin.
Eğer
yukarıdaki "sünnette olan hükümler" ifadesiyle, sünnette olanların
bir kısmını kasdediyorsan, sözüne delil gösterdiğin şartı kabul etmeyiz. Çünkü
Allah ve Rasûlü'ne itaatin ayrı ayrı zikredilmesinden dolayı itaat edilen
şeyin ayrı olmasının gerekli olmayışından, âyet-i kerîmenin mutlak ifadesine
bakarak, birbirinden farklı ve ayrı iki itaatin çıkması lâzım gelmez. Diğer bir
ifadeyle, Kur'ân'ı açıklayan sünnete uymayı Hz. Peygamber (s.a.v)'e itaate
dahil etmek, müstakil hüküm koyan sünnete uymanın bu itaatin dışında olduğunu
göstermez. Aslında "Peygamber'e de itaat ediniz" emrinde, itaat
edilmesi emredilen sünnet, âyetin zahirinden anlaşıldığına göre Kur'ân'ı
açıklayan sünnet değil, müstakil hüküm koyan sünnettir.
Durum,
vakıada da böyledir. Âyetin şümulü de devam etmektedir. Bu sünneti devre dışı
bırakmak istediğinde, bunu yapman için delil gerekmektedir. Şayet varsa o
delili göstermek, sana düşer.
Eğer
sen: "Bu âyet-i kerîmeler, vakıada mevcut müstakil sünnete delâlet
etmiyor," demek istiyorsan, bunu senin için kabul edebiliriz. Fakat biz,
bu âyet-i kerîmelerin -varlığı farz kabul edildiğinde bile- müstakil sünnetin
delil olduğunu gösterdiğini görüyor ve iddia ediyoruz.
Böyle
bir sünnetin var olduğunu, üçüncü meseleyi açıklarken başka âyet-i kerîmelerle tesbit
edeceğiz. Hem, aslen bunu: "Rabbin hakkı için onlar, aralarında
anlaşamadıkları konularda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefisleri
hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş
olmazlar,"[773]
âyeti de isbat etmektedir.
Sen:
"Kur'ân'a ek hükümler koyan sünnet, onun bir şerhi midir? Yoksa başka bir
şey midir? Bu konuda ihtilâf vardır," diyorsun. Bildiğin gibi biz,
sünnetin sadece bir kısmım ele almıyoruz. Bilakis, âyet-i kerîmelerin de
gösterdiği gibi her iki sünneti yani Kur'ân'ı açıklayan ile müstakil hüküm
koyan sünneti konu ediyoruz.
Sen,
âyetlerde işaret edilen sünnetin sadece şerh (açıklama) olduğunu düşünüyorsan,
bunu isbat için sana delil gerekir. Burada: "Delilin, iddia edilen
hadiseyi kapsadığı ihtilâf konusudur," demek doğru değildir. Asıl ihtilâf
ve çekişme konusu, delil değil, bizzat iddia edilen meselenin kendisidir.
Bil
ki, Miftâhü's-Sünne kitabının sahibi, Şâtibî'yi verdiği cevaplarda yeterli
bulmadığı için başka bir cevap vermek istemiş ve şöyle demiştir: "Onun
zikrettiklerinde, sünnetin hüküm koymada müstakil olduğunu gösteren bir şey
yoktur. Bunu, şöyle açıklayabiliriz: Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber (s.a.v)'in
ancak kendisine vahye-dilene uyduğunu ve sadece Allah'ın emir ve
nehyettiklerini emredip nehyettiğini bildirmiştir. İlâhî emir ve nehiylerin
onun ifade ve açıklamalarıyla ortaya çıktığını nazar-ı itibara aldığımızda,
itaatin ona izafe edilmesi, sahih olmaktadır. Bu görüşü, Allah Teâlâ'nın: 'Kim
Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur,'[774]
âyeti de desteklemektir."[775]
Sonra
müellif, Şâtibî'nin daha önce geçen cevabını, içinde hata bulunmasına rağmen özetlemiş ve şu ilâvede
bulunmuştur: "Meseleyi Peygamber'e götürmek, onu sünnetine arzetmektir.
Sünneti de ancak Kur'ân için yaptığı açıklamalardır."
Biz
de kendisine deriz ki:
Senin,
"Bunun izahı şudur: Çünkü Kur'ân, Hz. Peygamber'in ancak kendisine
vahyedilene tâbi olduğunu bildirmiştir," sözünü ele alalını. Allah'a
hamdolsun, biz de bunu diyoruz; Kur'ân'a iman ediyoruz ve onun hiçbir şeyinde
şüphe etmiyoruz. Fakat bu âyet-i kerîmeler, onlarda sünnetin müstakil oluşuna
hiçbir delilin olmadığını ortaya koymaz. Eğer sen, bu âyet-i kerîmelerin
sadece Kur'ân'ı açıklayan sünnete işaret ettiklerini deliliyle birlikte isbat
edebilir-sen, o zaman âyetlerden: "Hz. Peygamber (s.a.v), ancak Allah
Teâlâ'nın Kur'ân'da kendisine emrettiğini emreder, nehyettiğini de
nehyeder," sonucunu çıkarabilirsin. O zaman cevabın tamam olur ve
Şâtibî'nin cevabına takdim edilmeyi hakeder. Fakat bunu nasıl isbat edebileceksin?
Senin,
"O'nun sünneti, ancak Kur'ân için yaptığı açıklamalardır," sözüne
gelince; bu, bâtıl ve yanlış bir iddiadır. Biz, onun yanlış olduğunu
delilleriyle birlikte ortaya koyduk. Artık sen, onu cevap için nasıl ele alıp
değerlendirmeye tâbi tutabilirsin?
3-
Sünnetin hüküm koymada müstakil olduğunu gösteren delillerden birisi de ister
Kur'ân'ı te'kid etsin, ister kapalı mânâlarını açıklasın, isterse tek başına
hüküm koyar olsun, bütün bu sünnet çeşitlerinin delil olduğunu isbat eden
hadislerin umûmî beyânlarıdır. Meselâ: "Sizin sünnetime yapışmanız
gerekir,"[776]
sözleri gibi. Onları, ikinci bölümde, dördüncü delili işlerken zikrettik. Bu
hadisler, hep birden düşünüldüğünde, bizim için bu konuda kat'iyyet ifade
ederler. Bu hadislerden birkaç misal verelim:
"Sakın,
sizden birisini, koltuğuna yaslanmış bir haldeyken kendisine yapılmasını
emrettiğim veya nehyettiğim bir iş geldiğinde: 'Bunu bilmiyorum! Biz, Allah'ın
Kitabı'nda neyi bulursak ona tâbi oluruz,'derken bulmayayım."[777]
"Dikkat
edin! Bana, Kur'ân ve onunla beraber bir misli verildi. Dikkat edin! Karnı tok
bir adamın koltuğuna kurularak: 'Siz bu Kur'ân'a sarılın. Onda helâl
bulduğunuzu helâl, haram bulduğunuzu haram kılın,' demesi yakındır. Şüphesiz
Allah Rasûlü'nün haram kıldıkları,
Allah'ın haram kıldıkları gibidir. Dikkat edin! Ehl-i eşek, yırtıcı tırnaklı
hayvan ve zimmînin yitik malı haramdır. Ancak yitiğin sahibi ondan
vazgeçmişse, o zaman bulana helâl olur. Kim, misafir olarak bir kavme inerse,
onların bu misafiri ağırlamaları gerekir. Bundan kaçınırlarsa; misafire,
kendisine yetecek yiyecek v.s. ihtiyaçlarını zorla da olsa alarak onları
cezalandırma hakkı nardır,"[778]
Malumdur
ki; ehl-i merkeb ve beraberinde zikredilen şeylerin haramlığı, Kur'ân'da mevcut
değildir. Bunların haramlığı, sadece üzerinde durduğumuz müstakil hüküm koyan
sünnetle sabittir.
Yine:
"Bana Kitab'ın bir misli verildi," sözünün zahirinden, ondan ayrı ve
müstakil bir şeyin verildiği anlaşılmaktadır. Bunun, bütün sünnet çeşitlerini
ihtiva ettiğini kabul etmemizde, bizce bir sıkıntı yoktur. Çünkü bu söz, bütün
sünnet çeşitlerinin Allah tarafından verildiğini ve vahyedildiğini isbat
etmektedir.
Aynı
şekilde diğer hadis de Rasûlullah (s.a.v)'ın, Kur'ân'da bulunmayan bütün emir
ve nehiylerini terketmenin yasak ve kınanmış olduğunu ifade etmektedir. Bu,
onun hükümlerde delil olmasını gerektirir. Bir hükmün Kur'ân'da bulunmayışıyla
ilk akla gelen, onun özet veya tafsilâtlı olarak Kitab'da zikredilmemesidir.
Bir kimse, bildirdiği hükmün tafsilâtı Kitab'da mevcut değildir, diye Kitab'ı
açıklayan sünneti de onda bulunmayan kısma dahil etmeye çalışsa; bu, bizim
görüşümüze bir zarar vermez.
Fakat
bazıları, bu hadislerin sadece Kitab'ı açıklayan sünnet olduğunu söylemeye
kalkarsa bu, hatalı, boş ve doğrudan uzak bir çaba olur. Geçen âyetlerde
olduğu gibi yukarıdaki hadislerde de bu anlayışı destekleyecek bir delil
yoktur.
Şâtibî,
el-Muvâfâkafda, bu hadislere de âyetlerde yaptığı yorumlara uygun cevaplar
vermiştir.[779]
Bizim burada kendisine vereceğimiz cevap, yukarıda geçen cevabın aynısıdır.
Sözü uzatmaya gerek yok.
4-
Sünnetin hüküm koymada müstakil olduğunu gösteren delillerden birisi de bu
çeşit sünnetle amelin vâcib olduğuna ve bunun delil olarak kullanılacağına
ümmetin icmâ etmesidir.
Şöyle
ki: Müslümanlar, birtakım fer'î hükümlerde icmâ etmişlerdir. Bu hükümlerin,
müstakil hüküm koyan sünnetten başka bir dayanağı da yoktur. Onların, bu tür
sünnetle amel etme ve hükmü
ona
dayandırmanın gerektiği konusundaki icmâları, onun delil olduğu konusunda da
icmâ etmiş olmalarını gerektirir. Öyle ki, bu konuda bize muhalif fikir beyân
edenler, bu icmâ karşısında, müstakil sünnetin delil olduğunu söylemek ve onun
delil oluşundaki icmâya katılmak zorunda kalırlar. Biz, kendilerine üzerinde
icmâ edilen fer'î meselelerden birini zikrederek bu konudaki görüşlerini
sorduğumuzda, kibirlenip de önceki icmâya muhalefet etmeleri mümkün değildir.
Yapabilecekleri tek şey, hakkında icmâ edilen hükmü ikrar ve tekrar
etmeleridir.
Kendilerine,
öncekilerin icmâmın dayanağını sorduğumuzda, onun bizim bahsettiğimiz müstakil
sünnete dayandığını itirafa mecbur kalırlar. Her ne zaman böyle bir durumla
yüzyüze gelseler, bü-yüklenerek: "Bu, onu Kur'ân için bir açıklama
olmaktan çıkarmaz ve buna müstakil hüküm koyan sünnettir diyemeyiz,"
derler. Onlar, bu tür sünnetin de delil olduğunu kabul ettikten sonra böyle
söylemelerinin, bizim görüşümüze bir zararı yoktur. Hem biz, onun müstakil
hüküm koyan bir sünnet olduğunu açıklamaya devam edeceğiz.
Meselâ,
bu tür sünnete dayanan hükümlerden birisi, ninenin vâris olması ve mirasın
altıda birisini almasıdır. Bu konuda icmâ-yı ümmet hâsıl olmuştur.[780]
Bu hükmün dayanağı, sadece sünnettir;
çünkü Kur'ân'da bununla ilgili herhangi bir âyet yoktur.
İşte
Hz. Ebû Bekir (r.a)!.. Râşid halifelerin ilki ve efendisi, müçtehidlerin imamı,
Kur'ân'm delâletlerini, mânâ ve detayını en iyi bilenleri iken bir nine,
kendisine mirastan ne kadar alacağını sormuş ve büyük müçtehid, Sahabe
topluluğunun önünde, bu konuda Kur'ân'da herhangi bir şey bulamadığını,
Rasûlullah'm sünnetinde de bir açıklama bilmediğini açıklamış ve sonra bu
konuda insanlara herhangi bir hadis olup olmadığını sormaya başlamıştı. İki
kişi bu konudaki hadisi haber verdiklerinde hemen onunla amel etti. Hadiseye
şahid olan ve işiten Sahâbe-i Kiram, bütün bunları sükûtle tasvip ettiler. Bu
davranışlarıyla, hem bu meselenin hükmünün Kur'ân'da bulunmadığına ve hem de
Kur'ân'da hükmü bulunmayan bir meselede bu tür sünnetin, hüküm için delil
olduğunda icmâ etmiş oldular.
İşte
Hz. Ömer (r.a)!.. O da bir ninenin kendisine bu meseleyi sorması üzerine, Hz.
Ebû Bekir gibi yapmıştır. Hz. Ömer'den bu tür hadiselerden pek çok rivayetler
vardır.
Bütün
bunlar ortada iken bu kimseler, işi inada bindirerek, müstakil hüküm koyan
sünnetin hüccet olduğunu veya vakıada çokça mevcut bulunduğunu, hâlâ inkâr mı
edecekler? Kur'ân'm dilini, hükümlerini ve dinin bütün kaidelerini en iyi bilen
Hz. Ebû Bekir (r.a)'in sözü ve Sahâbe'nin icmâsı, müstakil sünneti Kur'ân'm bir
açıklaması gibi göstermeye çalışan bu adamların sözlerinin dikkate değer
olmadığını ve terkedilmeye daha lâyık olduğunu göstermez mi?
Sünnetin
müstakil olarak ortaya koyduğu hükümlerden bazıları şunlardır[781]
: Şuf anın ve musâkat akdinin meşru olması,[782]
bir kadını halası veya teyzesiyle bir nikâh altında tutmanın haram oluşu.[783]
Ehl-i merkeb etinin haram olması ki; İbn Abdilberr'in zikrettiğine göre bu
konuda icmâ oluşmuştur[784]
ve bunlardan başka daha pek çok mesele,
müstakil sünnetle hükme kavuşturulmuştur.
Buna
göre, Kur'ân'da hiç değinilmeyen konularda müstakil hüküm koyan sünnetin delil
olmasında icmâ bulunduğunu açıklamaya gerek kalmamaktadır. Müslümanların
imamlarından her birinin, mutlaka fer'ı hükümlerden herhangi birisinde bu tür
sünnete dayanarak bir hükme varmış olması, iddiamızın anlaşılması için yeterlidir.
Onların mezhep, kitap ve eserlerini inceleyen herkes bunu görecektir.
İmamların bu tutumu, bu tür sünnetle amel etmede ve onun delil oluşundu icmâ
ettiklerini gösterir. Her ne kadar sünneti kullandıkları konular farklı olsa
da ortak olan nokta, onunla hüküm çıkarılmasıdır.
Rasûlullah'tan
Müstakil Sünnetin Sâdır Olması
Daha
önce geçen: "Rabbine yemin olsun ki; onlar, aralarında anlaşamadıkları
meselelerde seni hakem yapıp verdiğin hükme hiçbir darlanma göstermeden teslim
olmadıkça iman etmiş olmazlar,"[785]
âyet-i kerîmesi, Hz. Peygamber
(s.a.v)'in Zübeyr (r.a) ile arazi komşusu hakkında verdiği kararın,[786]
Kur'ân'da bulunmadığım göstermektedir.
Hz.
Ebû Bekir'in (r.a), ninenin mirası sorulduğunda ne yaptığını, nasıl
davrandığını bildikten sonra onun bu konudaki hükmüne dayanak yaptığı hadisin,
Kur'ân'm içermediği bir hükmü ifade ettiği konusunda herhangi bir şüphenin
bulunmadığını zannediyorum.
Nine
yahut baba konusunda Hz. Ömer'den de benzeri pek çok haber nakledilmiştir.
Kitabımızın ikinci bölümünde, selefin sünnete muhalefetten sakınmaları ve her
halükarda ona tâbi olmaları işlenirken, bu konuda bazı örnekler
zikredilmiştir. Malumdur ki Hz. Ömer, kendisine arzedilen meselelerde Kur'ân'da
bir açıklama bulunmadığı zaman, insanlardan o konuda bildikleri sünneti
kendisine haber vermeleri için Allah'ın adıyla yemin ederek bilgi isterdi.
Yine
sen, Hz. Peygamber (s.a.v)'in: "Bana Kur'ân ve beraberinde hüküm için
aynı değerde bir misli daha verildi,"[787]
hadisini okuduktan ve Kur'ân'da bulunmayan hükmü kabul etmeyeni reddederek
hemen yukarıdaki sözün peşinden ehl-i merkeb etinin haram olduğunu ve diğer
hükümleri zikrettiğini gördükten sonra Rasûmllah (s.a.v)'m, bu hükümlerin
Kur'ân'da geçmediğini bildiğini ve bir müç-tehidin bunlara dayanarak hüküm
çıkarabileceğini yakînen anladığını zannediyorum. Yoksa Allah Rasûlü (s.a.v):
"Bana Kur'ân'm bir misli verildi," demezdi.
Evet,
bir defasında Hz. Peygamber (s.a.v)'e ehl-i merkebin zekâta tâbi olup
olmadıkları sorulunca, bu konuda bana: "Kim zerre kadar hayır işlerse onu
görür, kim de zerre kadar şer işlerse onu görür,"[788]
mealindeki geniş manâlı ve konusunda tek olan âyetten başka bir şey nazil
olmadı, buyurmuştur.[789]
Fakat
burada, bu âyet, Peygamber'in dışında bir müçtehid için -velev ki bu müçtehid,
içtihad derecesinin en üst seviyesinde de olsun- tafsilâtlı veya kapalı olarak
eşeklerin hükmünü beyân ediyor, denemez. Allah Teâlâ'nın kendisine
peygamberlik, hüküm ve tarafından özel bir ilim verdiği kimseden başka, bu
âyetten bu hükmü kim anlayabilir? Sözümüz, Peygamber hakkında değildir. Biz,
Kitab'm nassmdan lafızların delâlet şekline göre hüküm çıkaran ve insanlarca
bilinebilen karinelerden neticeye varan müçtehidden bahsediyoruz. Herhangi bir
müçtehid, yukarıdaki âyetten bu hükmü anlamaya güç yetirebilir mi? Ve bu hükmün
âyette bulunabileceğini hesap edebilir mi? Hayır!
Aslında
biz, bu kaideleri uygulamak istiyoruz. Biz, hadiste mevcut olan bir şeyi kendi
aklımıza göre Kitab'da bulamadığımız ve hasmın dediği gibi: "Kur'ân'da
bulunmayan şey hüccet değildir," anlayışıyla hareket ettiğimizde hadisi
terk ediyoruz. Halbuki o hadis, gerçekte Rasûlullah'm anlayışına göre Kitab'da
mevcuttur. Bak, hasmın anlayışı nasıl da aslında hüccet olan bir şeyi ihmale
vek kendi zayıf akıllarınca hadisleri hiç ve gereksiz saymaya götürüyor? Yine
bu anlayış, sahih hadislere nasıl yeni bir hücum kapısı açıyor ? Şimdi bunu
irdeleyelim.
Hz.
Peygamber (s.a.v), insanların bu hükümleri kendisinin anladığı gibi
anlamalarının mümkün olmadığını bildiği için ilk hadiste, insanların akıl ve
anlayışlarına göre Kitab'da bulunmayan bir hüküm kendi tarafından ifade
buyurulduğunda kendilerine, bununla amelin vâcib olduğunu bildirmiştir.
Hadisinin sonunda zikredilen hükümler de bu tür hükümlerdir.
Buna
göre şunu diyebiliriz: Rasûlullah (s.a.v)'m, eşeklerin hükmünü çıkardığı âyet,
Önceki hadiste geçen konuşmasından sonra nazil olmuş olabilir. Efendimiz
(s.a.v), daha önce bu hükmü Ki-tab'dan değil, gayr-i metlûv vahiyle biliyordu.
Bu
zikrettiklerimiz, hasmın: "Kitab'ın, hükmünü bildirmediği hiçbir sünnet
yoktur," iddiasını iptal etmek için yeterlidir. Yine, üçüncü bölümde zikri
geçen Hz. Ali'nin (r.a) sahifesi de söylediklerimizin sıhhati ve aksi
görüşlerin sakat olduğunu anlamak için yeterlidir. Bu sonuca, hangi mezhebe
ait olursa olsun, fıkıh kitaplarından da varman mümkündür. Çünkü araştınrsan,
pek çok bölümün başında şu ibareleri bulursun: "Bunun meşrûiyyetinde
esas, sünnet ve icmâdır," "Bu meselenin meşrûiyyetindeki kaynak,
sünnettir." Veya bu mânâda bir ifade olur.
Meselâ,
mestler üzerine mesh meselesi,[790]
küsûf (güneş tutulması) ve hüsûf (ay
tutulması) namazı, yağmur duasında kılman namaz, şuf a, karz, lukata ve içki
cezası gibi konular sünnetle sabittir. Biraz fazla malumat istersen, ikinci
bahsin üçüncü çeşidinde zikrettiklerimize ve az önce icmâyı açıklarken
bahsettiklerimize müracaat et.
Eğer
birisi: "Bu hadislerin bir kısmı, Kitab'ı tahsis, bir kısmı nesh, bir
kısmı da takyid etmektedir. Bu durumda onlar müstakil değil, mübeyyin
(açıklayıcı) dır," derse deriz ki: İkinci bahiste, el-Fikrü's-Sâmi
kitabının sahibinin görüşlerini reddederken açıkladığımız gibi; her tahsis ve
nesneden nass için iki yön vardır: Açıklama yönü, bir de müstakil hüküm
bildirme yönü. Orada, bunların ikinci yönünün nasıl oluştuğunu açıklamıştık. İstersen,
oraya müracaat et ve takyidde de aynı yöntemi uygula.
Şâtibî
(r.h), demiştir ki:[791]
"Sünnet, mânâsı itibariyle Kitab'a
râcidir; sonuçta ona dayanır. Çünkü sünnet ya Kur'ân'ın mücmelini açıklar, ya
müşkilini beyân eder veya öz ve özet hü-kümlerinin tafsilâtını yapar."
Sonuçta sünnet, Kitab'ın bir açıklamasıdır. Bunu şu âyet-i kerîmeden anlıyoruz:
"Sana da kendilerine indirileni insanlara açıklaman için Zikri (Kur'ân'ı)
indirdik."[792]
Buna
göre Kur'ân'ın, icmâlen veya tafsilâtla, sünnette mânâsına delâlet etmediği
hiçbir uygulama göremezsin. Kur'ân'm, şeriatın temeli ve bütün hükümlerinin
kaynağı olduğunu gösteren bütün deliller, aynı zamanda sünnet için de bir
delil olmaktadır. Çünkü Allah Teâlâ: "Rasûlüm! Şüphesiz sen, büyük bir
ahlâk üzeresin,"[793]
buyurmuştur.yy
Hz.
Aişe (r.h), bu âyeti: "Çünkü O'nun ahlâkı ancak Kur'ân idi," şeklinde
tefsir etmiş,[794]
ahlâkının sadece Kur'ân'dan ibaret olduğunu
bildirmiştir. Bu da O'nun bütün söz, fiil ve tasviplerinin Kur'ân'a dayandığını
göstermektedir. Çünkü ahlâk; söz, fiil ve tasviplerden oluşur. Hem Allah
Teâlâ, Kur'ân'ı herşey için bir açıklama yapmıştır. Bundan dolayı sünnetin de
herşeye dahil olarak tamamıyla Kitab'da bulunması gerekmektedir. Çünkü
Kitab'da bulunan ilk ve öncelikli hükümler, emir ve nehiylerdir.
Şu
âyet de yukarıdaki görüşü ifade etmektedir: "Biz, Kitab'da hiçbir şeyi
bırakmadık, açıkladık."[795]
"Bugün
sizin dininizi tamamladım,"[796]
âyetini de konumuza bir delil olarak
gösterebiliriz. Ayette, dinin tamamlanmasıyla Kur'ân'ın nazil oluşu
kasdediliyor, O halde sünnet, Kur'ân'ın içindekiler için bir açıklama olmakta
ve manen Kur'ân'a katılmaktadır. Allah'ın izniyle, bundan sonra açıklayacağımız
dördüncü meselede de bu kesin sonuç ortaya çıkacaktır. Yukarıdaki deliller bölümünün
evvelinde: "Sünnet, Kitab'a râcidir; sonuçta ona dayanır, " demiştik.
Böyle olmazsa, onu kabul etmemek gerekir. Bu, temel bir esastır".
Şâtibî'nin sözleri burada bitti. Şimdi, bu görüş ve açıklamaların bir değerlendirmesini
yapacağız.
Cevap:
Şâtibî'nin:
"Sonuçta sünnet, Kitab'ın bir açıklamasıdır," sözünü ele alalım. O,
bununla bütün sünnetin ancak bir açıklama olduğunu, müstakil hüküm koyan
hiçbir sünnetin bulunmadığım anlatmak istiyor. Bu anlayışını, "Kur'ân'ın,
icmâlen veya tafsilâtla, sünnetle mânâsına delâlet etmediği hiçbir uygulama
bulamazsın," sözü de destekliyor.
Onun
asıl iddiası da budur. Nitekim son sözünde de: "Sünnet, sonuçta Kitab'a
dayanmakta ve ona dahil olmaktadır," diyerek bunu itiraf etmiştir. Bu,
onun ortaya attığı bir iddia ve değerlendirmedir; açık ve direkt olarak bunu
gösteren bir âyetle iddiasını isbat etmek kendisine düşer. Biz, kendisine
katılmıyoruz ve yanıldığını söylüyoruz.
Şâtibî'nin,
sözüne delil olarak gösterdiği: "Ey Rasûlüm, sana da kendilerine
indirileni insanlara açıklaman için Kur'ân'ı indirdik"[797]
âyetine gelince; onda, Kur'ân'm sadece
açıklamak için indirildiğini gösteren bir delil yoktur.
Bunu
ancak: "Bu söz, hassaten açıklama konusunda söylendi ise hasr ifade
eder," diyenin tarifine göre kabul edebiliriz. Buna göre âyetin mânâsı:
"Biz, sana Kitab'ı ancak kendilerine indirdiğimiz hükümleri insanlara
açıklayasın diye indirdik," olur. Fakat bundan, sünnetin görevinin sadece
Kitab'da olanları açıklamak olup, müstakil bir hüküm koyma yetkisinin
bulunmadığı sonucuna varılamaz.
Çünkü
âyetten anlaşılması gereken şudur: Allah (c.c), Rasûlullah (s.a.v)'a Kitab'ı
ancak onu insanlara açıklaması için indirdi; yoksa açıklamasını ihmal ederek
içindeki hükümlerden insanları câhil bırakmak için indirmedi. Bu, Hz. Peygamber
(s.a.vyin, hakkında Kitab'da nass bulunmayan bazı konularda tek başına
birtakım hükümler koymasını ortadan kaldırmaz.
Meselâ
sen, bir âlime iki kitap versen ve: "Bu birinci kitabı sana ancak
talebelerine açıklaman ve şerh etmen için verdim," desen bu sözle, senin
ikinci kitabı da ancak onunla birinciyi açıklaması için verdiğini ve ikinci
kitapta, birinci kitaptaki mevcut kaidelerden farklı ve fazla bir şeyin
bulunmadığını anlatmak mı istemiş olursun? Elbette ki hayır. İşte, bizim
içinde bulunduğumuz konu da aynı şekildedir. Allah Teâlâ, Rasûlü'ne (s.a.v)
iki türlü vahiy indirdi. Birisi, vahy-i metlûv (Kur'ân), diğeri de gayr-i
metlûv vahiy (sünnet). Ve kendisine: "Sana şu metlûv vahyi ancak içindeki
hükümleri insanlara açıklaman için indirdim," buyurdu. Bu, gayr-i mevlûv
olan vahyin yani sünnetin, mevlûv vahiy (Kur'ân) için sadece bir açıklama olduğunu,
Kur'ân'da bulunmayan hiçbir şeyin onda mevcut olmadığını gerektirmez.
Şayet
âyetin, sünnetin kendisi için sadece bir açıklama olduğunu ifade ettiğini
kabul etsek bile, Kitab'ın kapalı hükümlerini açıklamasının mânâsı, insanlara
hükmü açıklamak ve tanıtmaktadır. Bu hüküm, daha önce Kitab ve sünnette kapalı
olarak zikredilmiş veya edilmiştir; değişen bir şey yoktur.
Ayette
geçen, "kendilerine indirilenleri" ifadesi, Kitab'ı ve onun dışındaki
vahiy çeşitlerini içine almaktadır. Bu âyette geçen zikir, meşhur görüşe göre
sadece Kitab (Kur'ân)'dır. O zaman âyetin mânâsı şöyle olur: "Biz sana
(fesahat, belagat ve hikmetiyle) beşeri benzerini getirmekten âciz bırakan
Kitab'ı, ancak senin peygamberliğinin hak olduğuna bir delil ve Allah'ın
ahkâmına muhalefet edildiğinde hak edecekleri cezayı, ona yapıştıklarında da
elde edecekleri sevabı bir hatırlatıcı olarak indirdik. Böylece kendilerine
indirdiğimiz bütün vahiy çeşitlerini müstakilen veya bir açıklama olarak
insanlara açıklaman senin için mümkün olur. Ve bu açıklaman, onları bağlayan
ve sorumluluğa sokan bir delil olur. Çünkü biz, bu Kitab'la senin hak
peygamber olduğunu ortaya koyduk; ona uyanları Cennetle müjdeledik ve muhalefet
edenleri azapla korkuttuk."
Eğer
zikirle Kitab kasdedilmiş ise âyete verilecek mânâ budur. Yok eğer bazı
müfessirlerin dediği gibi[798]
zikirle ilim kasdedilirse, o zaman durum açıktır. Çünkü zikir^ilim mânâsında
kullanılınca sadece Kitab'la sınırlandırılmaz. Bu izaha göre âyetin mânâsı:
"Biz, sana bütün vahiy türlerini içlerindeki hükümleri insanlara açıklayıp
ortaya koy asın diye indirdik," olur.
Beyân,
Kur'ân'da "mutlak açıklama" mânâsında kullanılmıştır.
Kur'ân,
pek çok âyette kendisini bu sıfatla anlatır. Meselâ şu âyetlerde, Kitab'ın
beyân sıfatıyla birlikte zikredildiğini görüyoruz:
"Bunlar,
helâl ile haramı beyân eden Kitab'ın âyetleridir."[799]
"Sana bu Kitab'ı, herşeyi beyân eden bir vahiy olarak indirdik."[800]
Görüldüğü
gibi açıklamaya çalıştığımız âyette, Şâtibî'nin sahip olduğu ve savunduğu
görüşe delâlet edecek bir şey yoktur.
Muhâtabla
meseleyi tartışmak için âyette onun görüşünü ifade eden ve bizim ulaşamadığımız
başka bir ihtimalin varlığı kabul edildiğinde bu ihtimali ortaya koyan delilin
ne olduğu sorusu akla gelecektir. Bu delil, tercihe veya terke lâyık olsa da
aynı mıdır?
Şâtibî'nin:
. "Kur'ân, şeriatın temeli ve tamamıdır, bütün ahkâmın kaynağıdır,"
sözünü ele alalım: Eğer bununla, Kur'ân'da bütün temel İslâmî kaidelerin ve
müçtehidlerin fer'î hükümleri istin-bat ederken dayandığı delillerin -bu
deliller, ister Kur'ân'ın hüküm bildirmediği konularda müstakil hüküm koysun,
isterse Kur'ân'ın kapalı olarak ifade ettiği hükümleri açıklasın-
zikredildiğini kasdedi-yorsa, buna katılamayız. Gerçi biz de Kur'ân'm dinin
esası olduğunu söylüyor ve ona iman ediyoruz. Hem bu, dinin kesin olarak
bilinen bir gerçeğidir. Fakat burada sözkonusu olan durum nedir? Onun iddiası
kabul edilebilir mi? Elbette hayır. Onu, bu hükme: "Sana Kitab'ı,
herşeyin açıklayıcısı olarak indirdik,"[801]
âyetiyle, "Biz Ki-tab'da hiçbir
şeyi eksik bırakmayıp tesbit ettik,"[802]
âyeti sevketmiş-tir. Bu da ancak âyet-i
kerîmedeki Kitab'la, levh-i mahfuz'un kasde-dilmediği görüşü kabul edildiği
takdirde böyledir. Aslında o da iddiasına delil olmamaktadır,
Eğer
Şâtibî, yukarıdaki sözüyle bütün hükümlerin Kur'ân'da kapalı olarak zikir ve
ifade edildiğini söylemek istiyorsa, bunu da kabul edemeyiz. Çünkü vakıa,
kendisini yalanlamaktadır. Onun bu. konuda zikrettiği âyetlerin, böyle bir
görüşün aksine tefsir edilmesi gerekmektedir. Yoksa âyetler, yalan söylemiş
olacaktır. Şöyle ki: Eğer, âyetleri zahirine göre ele alsak ve muhatabımızla
tartışalım diye bunun doğru olduğunu kabul etsek, o zaman bu âyetler, Kur'ân'ın,
şeriatın tamamı olduğuna bir delil olurdu. Bunun mânası: "Kur'ân, bütün
hükümleri icmali ve tafsili olarak ihtiva ve ifade etmektedir.
Hz.
Peygamber'in sünneti, Kur'ân'ı açıklama ve müstakil hüküm koyma durumunda
değildir," demektir. Sen, bunları söyleyebilir misin? Elbette hayır!
Öyleyse bu müşkilâttan kurtulmak için söyleyeceğin nedir? Bunun için:
"Kur'ân, pek çok açıklamaları ihtiva etmektedir. Öyle ki, açık ve kesin
bir şekilde sünnetin bunlarda bir delil olduğunu da açıklamıştır,"
diyecek değil misin? Senin tafsilâtlar hakkında söylediklerini, biz başka
hükümler hakkında söyledik.
Eğer
sen: "Kur'ân, bu tafsilâtların esaslarını ihtiva eder, diyerek bu
müşkilâttan kurtulurum," dersen deriz ki: Tartışma gereği olarak,
Kur'ân'ın bu esasları ihtiva ettiğini ve gerçekte tafsilâtın da onlara dahil
olduğunu kabul edelim. Fakat sana ve senden başka akıl, anlayış ve Kur'ân'ın
mânâlarını idrak bakımından daha üstün olan kimselere bu temel esaslardan şu
tafsilâtın hepsini çıkarmamız mümkün müdür? Eğer "evet" dersen, bu
durumda sen, büyüklenen bir kimsesin! Seninle konuşmak doğru değildir. Eğer
"hayır" dersen, sana deriz ki: O zaman Kur'ân, bu ümmetten herhangi
bir müçtehi-din kendisinden çıkaramadığı tafsilâtları açıklar. Hem Kitab'ın
sıfatı olarak gelen "tibyânen" kelimesi, bir şeyi en son noktasına
kadar açıp izah etmektir. İşte Kur'ân da bunu yapmıştır denebilir mi? Bu, doğru
değildir. O halde, senin bu te'vilin de gayr-i sahihtir.
Şayet
biz, bu tafsilâtı senin yahut bir başkasının anlayabileceğini kabul etsek, o
zaman: "Rasûlullah (s.a.v), müstakil hüküm koymadığı gibi Kitab'ı
açıklamış da değildir," diyebilir miyiz? Böyle düşünüldüğünde biz, bütün
hükümleri icmâlen ve tafsilatıyla anlarız ve artık Hz. Peygamber (s.a.v)'in
yeni bir açıklamada bulunmasını ve müstakil olarak hüküm koymasını gerektirecek
bir sebep yoktur, sonucu ortaya çıkmaz mı? Halbuki biz, ittifakla şunu
söylüyoruz: Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.v), daha işin başında Kur'ân'ı
açıklamış ve bu tafsilâtları ortaya koymuştur. Sadece Kur'ân'da zikredilenleri
destekler mahiyetteki beyânlarla yetinmemiştir.
Eğer
sen: "Bizim bu hükümleri kendi başımıza anlamamız mümkün değildir. Fakat
Kur'ân'ı, işin aslına bakarak bütün bunların bir açıklayıcısı olarak
vasıflandırmak sahihtir. Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in bizim anlamamız için
daha işin başında onları açıkladığını ve ortaya koyduğunu kabul etmek de
doğrudur," diyorum dersen, deriz ki:
Biz
de aynı şeyi söylüyoruz. Şüphesiz, sünnetin tek başına ortaya koyduğu ve
Kur'ân'da, bizim kendilerini anlamamızı mümkün kılan bir nassm bulunmadığı
hükümler, her ne kadar aslında Kur'ân'ın temel kaidelerine dahil olsalar da
zahirde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in bunları ortaya koyduğunu göstermektedir.
Halbuki tartışılan konu, müçtehidlerin kendisinden hükmü anlayabildikleri
nasstır. Yoksa, bir şey anlaşılamayanın temel esaslara dahil edilmesi değildir.
Çünkü hüküm çıkarmak isteyen bir müçtehide göre bunun bir kıymeti yoktur.
Özetle
söyleyecek olursak Kur'ân'da, namazda tatbik edilecek fiiller ve ninenin mirası
hakkında bunları anlayıp öğrenebileceğimiz bir nass yoktur. Kur'ân ise
kendisini bunların açıklayıcısı olarak vas-fetmiştir. Halbuki bunların ne
olduğunu ve nasıl uygulanacağını bize ilk olarak Hz. Peygamber belirtmiş ve
ortaya koymuştur. Bu, nasıl değerlendirilecektir? Burada olan bütün hadise
şudur: Namazın fiillerini dikkate aldığımızda, Hz. Peygamber'in namazla ilgili
açıklama ve uygulamalarına, ıstılahta "beyân" (açıklama) ismini
veriyoruz. Çünkü namazın hükmü, Kur'ân'da kısa ve kapalı olarak zikredilmiştir.
Durumu ninenin mirasına göre düşündüğümüzde de meselenin hükmünün, Kur'ân
tarafından ortaya konduğu söylenemez. Çünkü bu konuda bir nass yoktur. Biz, bu
hükmü koyana, müstakil sünnet ismini veririz.
Eğer
sen, Allah Teâlâ'mn: "Herşey için bir açıklama olan Ki-tab'ı
indirdik" âyeti, ninenin mirasını tesbit eden sünneti iptal eder, hükümsüz
bırakır dersen, aynı şekilde namazla ilgili tafsilâtı ortaya koyan sünneti de
hükümsüz bırakması gerekir. Rasûlullah (s.a.v)'m fiillerine: "O, ancak
Kur'ân'da bildirilenin aynısını söyleyerek ve uygulayarak onu te'kid
eder" demek, doğru değildir.
Allah
Teâlâ'nm: "Rasûlüm! Şüphesiz sen, büyük bir ahlâk üzeresin"[803]
sözü, ne güzel bir övgüdür. Bu, ne güzel
bir sıfattır ve Rasûlullah (s.a.v), ne güzel bir sıfat sahibidir. O (s.a.v),
şerefli bir ahlâk, yüce bir fazilet sahibidir. Bunda herhangi bir şüphe var mı?
Hz. Âişe'nin (r.h) bu âyeti tefsir şekli, kendine aittir ve bizim için bir
hüccet değildir. Eğer hüccet kabul edersek, onun has bir ifade olduğunu kabul ederiz.
Buna göre, onun tefsirinden anlaşılacak olan şudur: "Hz. Peygamber
(s.a.v)'in ahlâkı ve kendisinden meydana gelen fiilleri, Kur'ân'a muhalif
olmaz."
Hz.
Âişe'nin (r.h): "O'nun ahlâkı ancak Kur'ân idi," sözündeki
"ancak" ifadesinden, az önce söylediğimiz anlaşılır. Üstelik burada,
Kur'ân'm sükût ettiği konulara herhangi bir değinme yoktur. Biz, (zımnen de
olsa) değinmiş olduğunu kabul ederiz. Onun sözünde, muhatabımızın anlatmaya çalıştığı gibi
müstakil sünneti ortadan kaldırmaya yönelik bir delâlet mevcut değildir. Şû bir
gerçek ki, Allah Teâlâ, Kur'ân'da hakkında sükût edilip Hz. Peygamber
(s.a.v)'den sâdır olan şeyleri tebliğ etmesini ve onlara uymasını kendisine
emretmiştir. Ayette, şöyle emir verilmiştir:
"Ey
Peygamber! Sana Rabbin tarafından indirilen şeyleri tebliğ et.”[804]
"Rabbin
tarafından sana vahyedilenlere uy."[805]
Âyetteki
vahiy umûmîdir; metlûv olan vahiyle (Kur'ân), gayr-i metlûv olan müekkid,
mübeyyin ve müstakil sünneti içine alır. Bu da müstakil hüküm bildirilen gayr-i
metlûv vahyi (sünneti) tebliğde ve ona ittibada kendisini yalan ve hatadan
koruyacak yüce ahlâkının Kur'ân'la aynı olduğunu ve ona uyduğunu
göstermektedir. Buna göre bu tür sünnet çeşidi, "O'nun ahlâkı Kur'ân'dan
ibaretti," sözünün içine girmektedir.
Şâtibî'nin,
Kitab'm bütün dinî hükümleri içerdiğine delil olarak gösterdiği: "Bugün
sizin dininizi tamamladım,"[806]
âyetini ele alalım: Bunun mânâsı, Kâd-ı Beydâvî ve diğer müfessirlerin dediği
gibi Allah Teâlâ, yardımı ve bütün dinlere karşı üstün kılmasıyla dini tamamladı,
demektir. Yahut delil sahibinin de dediği gibi Allah (c.c), içinde akâid
temellerini zikrederek, hükümlerin asıllarını ve içtihadın kanunlarını koyarak
Kur'ân'la dini tamamladı, demek olur. "Bütün çeşitleriyle sünnet, hükümde
müstakil olanı da dâhil, hepsi bir hüccettir," hükmünü de bu esaslara
katabiliriz.
Yoksa
âyetin mânâsı; Allah Teâlâ, sünnette belirtilen bütün hükümleri Kur'ân'da
zikrederek dini tamamladı, değildir. Eğer böyle olsaydı, bütün tafsilât ve
teferruatı ihtiva etmesi gerekirdi. Çünkü hükümler, mücmel olarak (kısa ve
kapalı bir şekilde) zikre dilme siyle tamam ve kâmil oldu denmez. Dinin ve
hukukun kemâli ancak bütün hükümlerinin tamam, açık ve net bir şekilde
belirtilmesiyle olur. Kur'ân'ın tek başına bunu yapmadığı kesindir. Kısaca burada
söyleyeceklerimiz, yukarıda: "Herşey için bir açıklama olarak Kitab'ı
sana indirdik," âyetinin açıklamasında söylediklerimizdir.
Şâtibî'nin:
"Daha sonraki meselede anlatacaklarımız, bunun böyle olduğunu kesin olarak
ortaya kor," sözüne karşı deriz ki: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Hz. Ebû
Bekir'le diğer sahabelerin (r.h) görüş lerindeki ihtilâflarla birlikte bütün
fakihierin kitaplarında vardığı sonuç, onun görüşünün aksini göstermekte,
çıkardığı sonucun noksan ve yaptığı değerlendirmenin bazı bölümlerinde anlayış
hatası olduğunu ortaya koymaktadır.
Şâtibî'nin,
az önceki cemaatın görüşlerini yorumlarken bazen: "Kur'ân bunu
zikretmemiştir," demesi, bazen: "Bu, Kur'ân için bir
açıklamadır," ve bazen de: "Kur'ân bunu zikretmiştir,"
şeklindeki değerlendirme çabası boş bir uğraşıdır. Bunun böyle olduğunu, birazdan
yapacağımız açıklamalarla anlayacaksın inşâallah.
Şâtibî'nin:
"Bu söylediklerimiz, Kitâbu'l-Edüle'nin evvelinde geçmişti,"[807]
sözüne gelince, orada yazdıklarını
birinci bahiste naklettik ve açıklamasını yaptık. Oraya bakabilirsin.
Bunları
zikretmeden önce, İmam Şafiî'nin (r.h) de ifade ettiği gibi muhaliflerle anlaşamadığımız
konuyu hatırlatacağız. Bu, Ki-tab'm bahsetmediği bir hükmü tek başına ortaya
koyan sünnettir. Önce bu konuyu gözönünde bulundur. Sonra Şâtibî'nin
zikrettiklerini iyice anlayıp hüküm ver.
Şâtibî
(r.a.), der ki:[808]
Bu konuda, -yani bütün sünnet, Kur'ân
için bir açıklamadan ibarettir anlayışında- insanlar için birtakım isbat yol
ve yöntemleri vardır. Bunlar altı tanedir.
Birinci
Yol: Bu isbat şekli gerçekten çok umûmîdir. Burada sanki Ritab'dan, sünnetle
amelin sıhhatine ve ona ittibamn lüzumuna delil çıkarmak gibi bir durum ortaya
çıkmaktadır. Bu da Allah Teâlâ'nın: "Kim, kendisine doğru yol apaçık belli
olduktan sonra, Peygambere aykırı harekette bulunur ve müzminlerin yolundan başkasına
uyarsa, onu döndüğü sapıklıkta bırakırız. Âhirette de kendisini Cehenneme
sokarız,"[809]
âyetinden icmânın bir delil olduğunu çıkarmak
gibidir.[810]
Şâtibî,
nakledilmesini gerektirecek herhangi bir sebep yokken birtakım haberler
zikrettikten sonra şöyle der: "Bu yol, sünnetle amelin gerekli olduğuna
delil getirmek gibi bir şey oldu. Veya bizatihi delil getirilmiş oldu. Fakat
bununla sünnette bulunan şeyler, Kitab'ın delâlet ettiği tafsili mânâlara ait
ve dahil edilmiştir," Şâtibî'nin sözü burada bitti. Bir iki noktaya
açıklık getirmek istiyoruz.
Şâtibî'nin:
"Bu, istidlale (sünnet için delil getirmeye) benziyor" sözü, doğru
değildir, kabul edilemez. Oradaki söz ve deliller, bizzat sünnetle amelin
gerekli olduğunu isbat için ileri sürülmüştür. Bunun için sadece: "O,
ancak bunun için yapılmıştır," demek gerekir. "Dahil edildi"
sözü de üzerinde anlaşamadığımız konuda bir şey ifade etmiyor. Çünkü sünnetin
delil olduğunu gösteren âyetler için: "Bunlar, sünnetle sabit olan fert
hükümleri de ortaya koymuştur," denemez. Meselâ, "Namaz
kılınız" âyeti, namazın farz olduğunu ifade etmektedir; fakat sünnetle
sabit olan namaz fiillerine ve şekline dair bir şey söylememektedir.
Sonra
buradaki isbat şekli, işi tersine çevirmektedir. Buna göre Kur'ân, sünnette
mevcut hükümlerin açıklayıcısı olmaktadır. Çünkü Kur'ân, sünnetin hüccet
oluşuna bir delildir. Aklen bir şeye delil olan, delâlet edilen şeyin ihtiva
ettiği ve ortaya koyduğu şeyleri açıklar. Aksi olmaz.
Eğer
sen, bunu kabul etmeyip: "Ancak delâlet edilen, delil olanı açıklar,"
dersen; sana deriz ki: Sünnette de Kur'ânla amelin vâcib olduğunu ifade eden
hadisler nakledilmiştir. Senin sözüne göre Kur'ân, sünnetteki hükümler için bir
açıklayıcı olmakta, müstakil hüküm bildirmesi sahih olmamaktadır. Bunu
söyleyebilir misin?
İkinci
Yol: Şâtibî (r.a), devamla der ki:[811]
İkinci yol, ulemâ yanında en meşhur olanıdır. Burada sözkonusu olan sünnetler,
Kur'ân'm mücmel (kısa ve kapalı) olarak zikrettiği bir hükmün nasıl
uygulanacağını veya sebeplerini, şartlarını, mânilerini, ona dahil edilen
şeyleri veya bunlara benzer taraflarını açıklar. Meselâ sünnetin, namazların
vakitlerini, rükû, secde ve diğer hükümlerini açıklaması gibi.
Yine
zekâtın miktarım, vaktini, zekâtı verilecek malların nisabını, zekâta tâbi
olan ve olmayan mal çeşitlerini açıklayan, orucun hükümlerini ve Kitab'da bahsedilmeyen
yönlerini ortaya koyan hadisleri burada örnek verebiliriz. Aynı şekilde hükmî
ve hakikî pisliklerden temizlik, hac, hayvan boğazlama, av, eti yenen ve
yenmeyen hayvan, nikâh ve bununla alâkalı olarak boşama, geri dönme, zihar,
liân gibi meseleler, alış-veriş ve hükümleri, cinayetler, kısas ve benzeri
konularda açıklamalarda bulunan hadisler de böyledir. Bütün bunlar, Kur'ân'da
mücmel (kısa ve kapalı) olarak zikredilen hükümlerin bir açıklamasıdır. İşte,
hadislerin: "Sana da insanlara kendilerine indirileni açıklayasın diye
Kur'ân'ı indirdik,"[812]
âyetinin hükmü altına girmesi böyle
olmaktadır.
Rivayet
edildiğine göre İmran b. Husayn (r.a), "Bize sadece Kur'ân'dan
bahset," diyen bir adama: "Sen, çok ahmak bir kimsesin. Allah'ın
Kitabı'nda öğle namazının farzının dört rek'at olduğunu ve kıraatin açıktan
yapılmayacağını bulabilir misin?" dedi. Sonra diğer namazları, zekâtı ve
benzeri ibâdetleri sayarak: "Allah'ın Kitabı'nda bunları açıklanmış olarak
bulabilir misin? Allah'ın Kitabı, bunları kısa ve kapalı olarak ifade etmiş,
sünnet de açıklamıştır," dedi.[813]
Mutarrıf
b. Abdullah'a: "Bize hadis anlatıp durmayın; ancak Kur'ân'dan
bahsedin," denilince şöyle demiştir: "Vallahi biz, hadisleri
Kur'ân'ın yerine anlatmıyoruz. Bilakis hadisleri anlatmaktaki gayemiz, Kur'ân'ı
en iyi bilen Hz. Peygamber (s.a.v)'in bildiklerini ve bildirdiklerini
anlatmaktır."[814]
Evzâî,
Hasan b. Atıyye'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah'a vahiy
indiğinde Cebrail (a.s), onu açıklayacak sünneti de getiriyor ve O'na öğretiyordu."[815]
Evzâî
demiştir ki: "(Açıklanmaya ihtiyacı olduğu için) Kur'ân, sünnetin ona
muhtaç olmasından daha çok sünnete muhtaçtır."
Ibn
Abdilberr, bunu şöyle yorumlar: "Evzâî, şunu anlatmak istiyor: Sünnet,
Kur'ân üzerine hüküm koyar ve onun murâdını açıklar."[816]
İmam
Ahmed b. Hanbel'e: "Sünnet, Kitab üzerine hüküm koyucudur," sözü
sorulunca: "Ben bunu söylemeye cesaret edemem; fakat 'Sünnet, Kitab'ı
tefsir eder ve hükümlerini açıklar' derim," diye karşılık vermiştir.
Sünnetin,
Kur'ân'ın bir açıklaması olduğu konusundaki bu açıklama şekli, maksadı daha
güzel anlatmakta ve ulemâ arasında da
daha
yaygın olarak kullanılmaktadır.
Şâtibî,
ikinci isbat yolunu ve yöntemini de böyle özetledi. Şimdi bir değerlendirmesini
yapalım.
Kendisine
deriz ki: Eğer bu anlattıklarınla, sünnetin bir kısmı, Kitab'da kısaca
zikredilen hükümlerin -meselâ, namaz ve zekâtı farz kılan âyetler gibi- bir
açıklamasıdır, demek istiyorsan buna katılırız.
Eğer
bütün sünnetin böyle olduğunu anlatmak istiyorsan bu, henüz açıklığa kavuşturmadığın
bir konudur. "Bana göre bütün bunlar, Kur'ân'da mücmel olarak zikredilen
hükümler için bir açıklamadır" sözünle, bütün sünnet çeşitlerini
kasdediyorsan bu, kabul edilemez. Bunun isbatı da bize düşmez.
Sonuç
bölümünün ikinci bahsinde, her tahsis ve nesheden nas-sın iki yönü olduğunu,
bir yönden Kitab'm murâdını açıkladığını, diğer yönden de bu muradın dışında
kendi başına bir hüküm ifade ettiğini açıklamıştık. Diğer şart ve kayıtlarda
da benzeri durum olmaktadır. Bunu iyice düşünürsen, Şâtibî'nin sözündeki
karışıklık ve kapalılık ortaya çıkar.
İmran
b. Husayn'm (r.a): "Sünnet, bu çeşit Kur'âni hükümleri açıklar" sözü,
sünnetin sadece Kur'ân'ı açıklayıcı olduğunu ifade etmez. Onun burada bu
açıklamaya değinmesi, sadece verdiği misalde nıuhâtabını ikna etmek içindir.
Çünkü burada aranan, sünnetin o vasfı idi.
Mutarrıf
m: "Fakat biz, Kur'ân'ı bizden daha iyi bilenin sözlerini aktarmak
istiyoruz" sözü, şunu ifade eder: Kur'ân, bazen müçte-hidlerin dil, kaide
ve kalıplarına göre hüküm çıkarabilecekleri bir nass zikretmeksizin bir hükmü
içinde bulundurur. Bunu, bize ancak Hz. Peygamber (s.a.v) açıp ortaya koyar.
Çünkü O, Allah Teâlâ'nm kendisine Cibril (a.s) yahut özel ilhamı vasıtasıyla
öğrettiği ilimle, Kur'ân'da kendisinden başka hiçbir insanın bilemediği sırları
bilir ve bildirir. Bu da bizim sahip olduğumuz görüşü isbat eder.
Şâtibî'nin
bundan sonra diğer imamlardan naklettiği sözler, kesinlikle sünnetin sadece
açıklama yapacağını ifade etmez. Bu, açıktır.
Üçüncü
Yol: Şâtibî (r.a), der ki:[817]
"Sünnetin, Kur'ân'ın bir açıklaması
olduğu isbat edilirken nazar-ı dikkate alınan bir diğer yol da Kur'ân'ın genel
olarak ifade ve delâlet ettiği şeylere bakmaktır.
Bunlar
incelendiğinde, hemen hepsinin daha geniş ve noksansız bir şekilde sünnette
mevcut olduğu görülebilecektir. Sünnette, Kur'ân'a ziyâde olarak birtakım
açıklama ve şerhler yapılmışır. Şöyle ki: Kur'ân-ı Kerîm, ele geçirilmesini
isteyerek dünya ve âhiretin menfaat ve maslahatlarını açıklamış, sakınılması
için de her iki dünyanın tehlike ve fesadını beyân etmiştir. Daha önce geçtiği
gibi maslahatlar üç kısımdır:
1- Zarûriyyât: Din ve dünya için zarurî olan
şeyler. Bunları kâmil mânâda temin eden şeyler de bu kısma girer.
2- Hâciyyât: Din ve dünya için ihtiyaç olan ve
bunları en güzel şekilde tamamlayan şeyler, hâciyyât olarak tarif edilir.
3-
Tahsiniyyât: Zaruret ve ihtiyacın dışında kalıp dini ve hayatı güzelleştiren ve
buna ileri seviyede hizmet eden şeyler, bu kısmı oluşturur.
Kitâbü'l-Makâsıd'da
etraflıca işlenen bu üç kısma eklenecek herhangi bir şey yoktur. Sünnete
baktığımızda, onun da üç şeyin dışında bir şey ortaya koymadığını görürüz. Şu
halde Kitab, bu şeylerle ilgili birtakım esaslar ortaya koymuş, sünnet de
Kitab'a ilâve olarak birtakım eklemelerde ve onlarla ilgili açıklamalarda
bulunmuştur. Araştırırsan, sünnette mevcut bütün şeylerin bu kısımlara râci ve
dahil olduğunu görürsün."
Bu,
Şâtibî'nin değerlendirmesi. Biz de kendisine deriz ki: Şüphesiz, bu
maslahatlar ve umûmî işler, Kitab'da zikredildiği gibi sünnette de zikredilmiştir.
Bir kısmı sünnette açıklandığı gibi diğer bir kısmı da Kitab'da açıklanmıştır.
Her ikisi de Allah katından gelen ve delil olarak kullanılma yönüyle, biri
diğerine eşit iki vahiydir. Bu durumda senin, birine asıl, diğerine açıklama
deyip birisini destekleme, diğerini ihmal etme imkânın yoktur. Buna göre senin:
"Şüphesiz Kitab, tek başına hüküm koyamaz. Çünkü bu maslahatlar, sünnette
ortaya konmuş ve Kitab'da açıklanmıştır," demen caiz midir?
Bir
de şu var: Bu hükümlerin, sırf Kitab'da zikredildiğini ve sünnette sadece
açıklandığım kabul ettiğimizde, hakkında icmâlen veya tafsilâtla bir nass
bulunmayan bu tür işlerin hükmünü kendi başımıza anlamamız mümkün müdür?
Farzedelim ki Kitab, bu umûmî maslahatlar hakkında açıkça bir beyânda bulunsun;
fakat ne Kitab ve ne de sünnet bunların tafsilâtına değinmemiş olsun. Bu durumda
bizim, Ramazan orucunun vâcib, bayram günü tutulan orucun haram olduğunu, gasb
edenle yankesiciye uygulanmayıp hırsıza had uygulanacağını ve ilk seferinde sağ
elinin kesileceğini, zina eden bekârın cezasının yüz sopa ve bir yıl sürgün,
evli kimsenin zina cezasının ise recm olduğunu ve bunlar gibi diğer
muamelelerin hükmünü kendi başımıza anlamamız mümkün müdür?
Baksana,
Mu'tezile bile akılla bilinebilir dedikleri husûn (iyilik) ve kubûh (kötü,
çirkin) meselesinde senin görüşüne yakın fikir ileri sürdükleri halde, açıkça
şunu itiraf etmişlerdir: "Akıl, bazı hükümlere kendi başına
ulaşamaz."
Kur'ân'ın,
maslahat ve umuma ait işleri açıkça zikrettiğini far-zetsek bile bir müçtehide,
sadece bu nasla onların hükmünü anlamak mümkün olmayınca bu, seni eleştiriden
kurtaramaz.
Dördüncü
Yol: Şâtibî (r.a), der ki:[818]
"Sünnetin, Kitab'm bir açıklaması olduğunu isbat yollarından birisi de
içtihadın alan ve oluşumuyla, usûl ve fer'î hükümler arasında cereyan eden
kıyasa bakmaktır. Önce içtihadı ele alalım: Kur'ân veya sünnette helâl ve
haramı belirleyen açık naslar bulunur. Bir de her iki tarafın arasında kalan
ve her birinin taraf ve hükmüne hamledilebilecek içtihada muhtaç meseleler vardır.
Çoğu zaman, bu meselelerde değerlendirme yapmak ve bir sonuca ulaşmak, açık ve
kolay olur. O zaman konu, müçtehidlerin değerlendirmesine havale edilir.
Nitekim bu, içtihad bölümünde açıklanmıştı.
Çoğu
zaman da mesele, değerlendirenin anlayamayacağı ya da illetinin
belirlenemeyeceği taabbüdî bir konu olur. İşte böyle bir durumda, Rasûlullah
(s.a.v)'tan onun hakkında bir açıklama gelir ve meseleyi haram veya helâlden
birisine katar veya ihtiyatî bir tedbir olarak ya da başka bir sebepten dolayı
durum ve zamana göre onun her iki tarafın da hükmünü alabileceğini belirler.
Burada kasdedilen mânâ işte budur."
Şâtibî,
daha sonra kıyas alanına giren hadisleri ele alır ve der ki:[819]
"Kur'ân-ı Kerîm'de, benzerlerinin
de kendi hükmünde olduğunu gösteren birtakım esaslar bulunur. Bu esaslar mutlak
olarak zikredilince, bazı kayıtlarla zikredilen hükümlerin de onlar gibi
olduğu kolayca anlaşılır. Bu durumda, sünnetin konu ile ilgili beyânına dayanılarak,
fert meselelerin detayına gidilmeksizin bu esaslarla yetini-lir. Bu yaklaşım,
kendine kıyas yapılan nassın -her ne kadar lafzen has da olsa- mânâ bakımından
umûmî olduğu esasından hareketle olmaktadır.
Konunun izahı, deliller
bahsinde geçmişti. Özetle, Kur'ân'da bir konu hakkında bir nass varsa,
sünnet ya onunla aynı mânâda olanı veya ona yakın olanı ya da ona benzer olanı
getirmiş olacaktır. Burada anlatılmak istenen de budur. Rasûlullah (s.a.v)'ın,
sözkonusu hadisi, kıyas yoluyla ya da vahye müsteniden söylemiş olması
arasında bir fark yoktur, diyebiliriz. Her halükârda o hadis, bizim
anlayışımızda kıyas yapılmış bir söz olarak değerlendirilecek ve deliller
bölümünde izah edilen mânâda Kitab'ın aslının onu ihtiva ettiği kabul
edilecektir."
Şâtibî'nin
sözü burada bitti. Şimdi bir değerlendirmesini yapalım. Kendisine deriz ki:
Senin, içtihad alanını izah ederken söylediğin: "Çoğu zaman
değerlendiricinin anlayamayacağı ya da illetinin belirlenemeyeceği taabbüdî bir
konu olur. İşte bu durumda Rasûlullah (s.a.v)'tan onun hakkında bir açıklama
gelir," sözün, sana cevap olarak bize yeterlidir. Çünkü sen itiraf ettin
ki, Kitab'da zikredilen iki taraf (helâl ve haram) arasındaki vasıta ve illeti
bazen müçtehid direkt Kitab'dan anlayamaz. Orada Rasûlullah (s.a.v) devreye
girerek sünnetiyle illeti belirler ve bize hükmü bildirir. Ancak sen, bu
durumda Hz. Peygamber (s.a.v)'in koyduğu hükme "beyân" diyorsun, biz
ise ona, "müstakil hüküm koyan sünnet" ismini veriyoruz. Çünkü
Kitab, icmâlen veya tafsilâtla, müçtehidin anlayacağı şekilde meseleye
değinmemiş tir.
Kıyas
alanında da aynı şeyler söylenebilir. İçtihadda belirttiğin şekilde müçtehid,
feri meselenin hükmünü anlamaktan bazen âciz kalmakta, devreye giren sünnet,
meseleyi halletmektedir.
İllette
veya fer'î meselede, Hz. Peygamber'in sünnetiyle halletiği hükmün, ona
indirilen bir vahiy veya başkalarında bulunmayıp Allah Teâlâ'mn kendisine
lütfettiği ilim ve hikmete dayanan bir içti-hadla verilmesi, bu konu hakkındaki
düşüncelerimizi etkilemez. Burada önemli olan şudur; Hz. Peygamber (s.a.v),
Kitab'ın bahsetmediği bir hükmü ortaya koymuştur ve O'nun hüküm koyması, bir
hüccet olmuştur. Çünkü O'nun hükmü ya bir vahye ya da hatadan korunup Cenâb-ı
Hakk tarafından tasvip gördüğü bir içtihada dayanmaktadır. Hz. Peygamber
(s.a.v)'in içtihadının hüccet oluşu, ancak O'nun içtihadında hatadan
korunmasından veya verdiği hükme ilâhî rıza ve tasdikten kaynaklanmaktadır.
İlletin veya fer'î meselenin hükmünün anlaşılabilir olmasına gelince bu, iki
şekilde olur: Ya Sâri (Allah Teâlâ), iki taraftan birinin illetini veya hükmün
aslını Kitab'da zikreder ve biz, bu illetin hükme götürecek vasıtayı veya
fer'î meseleyi kapsadığını görürüz. Bu durumda fer'in veya vasıtanın hükmü Kitab'da
zikredilmiş olmakta, aynı konuda gelen sünnet de onu te'kid kabilinden
sayılmaktadır. Fakat bu, Allah Teâlâ'mn Kitab'da her hükmün illetini
belirtmediği anlamına gelmez. İlleti bilinmeyen ve belirtilmeyen hüküm çok
azdır. Fakat hükmün illeti sünnette belirtildiğinde, vasıta ve fer'î
meseledeki hükmü, tek başına sünnet belirlemiş olmaktadır.
Yahut
mesele, nassa dayanmaksızın, illetin istinbat yoluyla tes-bit edilebilme siyle
anlaşılabilir. Hükümler arasındaki münasebetin belirlenmesi gibi. Bu durumda
vasıta ve fer'î meseledeki hüküm kıyas ile sabit olmaktadır. Eğer birinci
durumda da nass sadece illeti bildirip hükmü belirtmezse, bu illete dayanılarak
varılan hüküm de kıyasla ortaya konmuş olacaktır.
O
zaman, senin yukarıda geçen: "Rasûlullah (s.a.v)'ın sözkonusu hadisi
kıyas yoluyla ya da vahye müsteniden söylemiş olması arasında bir fark yoktur,
diyebiliriz sözüne bakacak olursak, sanki sen, kıyasla müstakil hüküm konabilir
fakat sünnet için bu yetki yoktur," demiş oluyorsun. Biz de deriz ki:
Hangi tür vahiyle olursa olsun, Allah Teâlâ'nın hüküm koyması, bizim anlayış
ve zihinlerimizde dolaşan ve oluşan şeylere bağlı değildir. İsterse bizim
zihinlerimizde oluşan şeyler apaçık zahir olsun; ilâhî hükümler, ona uyar da
uymaz da. Kıyas ise zarurî bir delildir; onunla ancak herhangi bir vahiy çeşidi
ile Allah'ın hükmünü bilmekten âciz kalındığında amel edilir. Sünnetin yanında
onun bir kıymeti yoktur. Sünnete uysun veya uymasın, durum değişmez. Hatta
içtihad ve Hz. Peygamber'in kıyasından oluşan sünnet yanında da durum
böyledir. Çünkü biz, bu tür sünneti ancak içtihad anında hatadan korunduğu yahut
Allah Teâlâ'mn Peygamber'in hükmünü tasvip etmesinden dolayı delil olarak
kullanırız. Sonra deriz ki: Sen, Kitab'ın hakkında hüküm bildirmediği bir konuda,
tek başına kıyas ile hüküm vermeyi caiz görüyorsun da tek başına sünnet ile
hüküm tesbit etmeyi uygun görmüyor musun?
Sünneti,
Kitab'dan daha aşağı bir derecede değerlendirirken sende bazı şüpheler
oluşuyor. Fakat sen: "Sünnet, kıyastan sonra gelir. Kıyas, Kitab'a uyarsa
yeni bir hüküm koyucu olur; bu durumdaki sünnet ise Kitab'ın hükmünü desteklemiş
olur. Kıyas, tek başına hüküm koyma gücüne sahiptir; hadis böyle
değildir," derken azıcık şüphen bulunmuyor. Hayret doğrusu!
Beşinci
Yol: Şâtibî (r.a), devamla der ki: "Sünnetin Kitab'ın bir açıklamasından
ibaret olduğunu iddia edenlerin, bunu isbat yollarından birisi de Kur'ân'ın
çeşitli delillerinden ortaya çıkan toplu mânâların dikkate alınmasıdır.
Deliller çeşitli mânâlarda gelmiş olabilir. Fakat mesâlih-i mürsele ya da
istihsandakine benzer bir durumla tek bir mânâ, onların hepsini kapsar mahiyettedir.
Sünnet de işte bu kapsamlı mânânın gereğine ve gerçeğine uygun beyânlarda
bulunur. Böylece sözkonusu mânânın, bütün bu cüzlerin toplamından çıkarıldığı
bilinir ya da zannedilir. Elbette bu, sünnetin sadece Kitab'ın açıklaması için
geldiğini gösteren delilin sıhhati üzerine bina edilmiş bir anlayıştır. Bunun
misâli, sert- deliller bölümünün evvelinde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in: 'Zarar
vermek ve zarar görmek yoktur,' hadisinin mânâsının Kitab'dan çıkarılması
esnasında verdiğimiz örneklerde geçmişti. Bu mânâda bulunan diğer hadisler de
bu kısma girer." Şâtibî'nin sözü burada bitti.
Biz
de deriz ki: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Kitab'da mevcut kısımlarına bakarak
hüküm çıkardığı bu tür küllî, umûmî mânâlar, diğer sünnetlere nisbeten azdır.
Hem başkasının, bu kısımlardan o mânâları çıkarması da mümkün değildir. Onlar,
cüz'iyyâttan istinbat ederek değil ancak vahiy yoluyla bilinir.
Bir
de şu var: Bu cüz'iyyât, aslında küliî mânâ ve kaideler için bir açıklayıcıdır.
Buna göre Kur'ân da sünnetin küllî mânâlarını açıklayıcıdır. Aksini kabul
etsek, Kur'ân'da küllî esaslar, sünnette de cüz'î beyânlar mevcuttur. Senin
mantığına göre düşündüğümüzde Kur'ân, açıklayıcı durumundadır. Doğrusu bu mu?
Altıncı
Yol: Şâtibî (r.a), der ki: "Sünnetin Kur'ân'ın bir açıklamasından ibaret
olduğunu iddia edenlerin bunu isbat şekillerinden birisi de hadislerin
detaylarının -bunlar her ne kadar Kur'ân'a ilâve beyânlar içerse de- Kur'ân'ın
tafsilâtı içerisinde bulunduğuna nazar etmektir. Ancak bu yaklaşım
sahiplerinin, her halükârda sünnette yer alan bütün mânâların -bir başka yönden
değil de sadece luğavî açısından- bizzat Kur'ân'da işaret edilmiş ya da açıkça
değinilmiş olduğunu isbat etmesi gerekir." Şâtibî'nin sözü burada bitti.
Biz
de deriz ki: Şayet sadece bu isbat şekli ve yaklaşımı tamam ve doğru olsaydı
bizim, "Kitab'ın, bir müçtehidin kelimenin luğavî kullanışlarına, hakikat
ve mecaz mânâlarına bakarak kendisinden hüküm çıkarabileceği bir nass ortaya
koymadığı konularda sünnet devreye girer ve hükmü belirler," şeklindeki
görüşümüzü iptal eder, ortadan kaldırırdı. Fakat bu yaklaşım, doğru değildir.
Bunu, sünnette vârid olan bütün beyân ve hükümlere uygulamaya kalkmak, boşuna
bir çabadır.
Hem
bizzat Şâtibî de bunu itiraf etmiştir. Yukarıdaki yaklaşıma ek olarak yaptığı
açıklamada şöyle demiştir: "Ancak Kur'ân, bu yaklaşımı
destekleyecek gibi değildir. Hadislerde geçen her konuya Kur'ân'ın doğrudan
değinmesi veya Arapların kullandığı luğavî vaz' açısından onlara işarette
bulunması mümkün değildir. Meselâ, bu konuda ilk akla gelenleri, namaz, hac,
zekât, hayz, nifas, lukata (kayıp ve hükümleri), borç, musâkât, diyetler, mal
ve hak bölüşmeleri ve benzeri pek çok meselede sünnetin beyân ve hükümlerini
Kur'ân'da aramaya kalkışmak veya hepsinin onda olduğunu söylemek yanlıştır. Bu
itibarla bu görüş sahipleri, iddialarını isbat edecek durumda değillerdir.
Bunların yapacakları, olsa olsa, Arap dilinin kabul etmeyeceği zorlamalara
girerek iddialarına mesned aramaya çalışmak olacaktır. Böyle bir çabaya, ne
selefin ne de râsih âlimlerin katılması mümkün değildir.
Birileri,
üzerine dikkat çektiği bu kapının aralanmasına merak sarmış, fakat
başaramamıştır. Zira iddiasını, ancak sözü edilen zorlamalara girerek ve
sünnetin getirdiği şeyler hakkında Kur'ân'da husûsî surette bir nass ya da
işaret bulunmayan pek çok yerde ilk yaklaşıma başvurarak isbata çalışmış ve
böylece asıl maksadından uzaklaşmıştır."[820]
Yukarıdaki
görüşleri ve yaptığımız değerlendirmeleri inceledikten sonra, ilk beş görüşe
sahip olanların bizimle sadece lafzî ihtilâfa düştüğünü göreceksin. Çünkü
onların ortak görüşü şudur:
"Bütün
sünnet, -iddia sahiplerinin kendi görüşlerinde anlattıkları ve uyguladıkları
tarzda- bir açıklamadan ibarettir." Onlar, "Sünnet bir
açıklayıcıdır,"'derken, "Kur'ân, sünnetin getirdiği bütün hükümleri
icmâlen de olsa tek tek zikretmiştir; bu durumda sünnetin Kur'ân'ın mücmel
(kapalı) hükümlerini izah ve şerhten başka bir görevi yoktur,"
demiyorlar. Bu anlayışlarıyla onlar, bizim: "Kitab'ın, hakkında bir şey
bildirmediği konularda tek başına hüküm koyan" diye tarif ettiğimiz
müstakil sünnetin varlığını inkâr etmiyorlar. Onlar, sadece kendi tariflerine
ve açıklama şekline ters düşen müstakil hüküm koymayı kabul etmiyorlar.
Biz,
onların bu görüşlerini kabul edecek olsak; bu, kesinlikle bizim savunduğumuz
fikre ters düşmez ve onu iptal etmez. "Sünnetin
339-341 arası sayfalar eksiktir...
Konumuzun
sonuna geldik. Buraya kadar anlattıklarımız ve aktardıklarımız, bu güzel
konuda ve çok önemli meselede, Allah Teâlâ'nın bana açtığı ve yazılmasında
muvaffak kıldığı gerçeklerdir. Bu konuda benim acziyet ve kusurum malumdur.
Konunun bazı meselelerinde yaptığım açıklamalarda doğruyu ifadeyle, birtakım
yanlış anlayışları teşhis ve tedavi ettiğim ümidindeyim. Eğer bu gerçekleşmişse,
Allah'ın fazlı, hidâyeti, güzel tevfik ve inâyetiyle olmuştur.
Allahım!
Bana, bu işe başlamayı ilham ve onu bitirmeye yardım ettiğin gibi onu dünyada
faydalı, âhirette de güzel bir azık yap. Ömrümüzü saadetle tamamla.
Umduklarımızı fazlasıyla lütfet. Gün ve gecemizi afiyet içinde geçir. Sonumuzu
hayır yap ve bizi himayene al. Amellerimizi, fazlınla kabul buyur. Şüphesiz
Sen, kullarının yalvarışlarına icabet eder, bol bol ikramda bulunursun.
Hamdplsun
âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahîm olan, ceza gününün sahibi Allah'a. Nebilerin
hâtemi, Rasûllerin imamı, bütün âlemlere bir rahmet olarak gönderilen Muhammed
(s.a.v) Efendimize, onun âl ve ashâbıyla, sünnetine sımsıkı sarılan bütün
ümmetine Allah'ın salât ve selâmı olsun. Amin.
Abdülganî
Abdulhâlık
[1] Bakara, 5.
[2] Yunus, 40.
[3] Nisa, 59; Mâîde, 92; Muhammed, 33; Teğâbün, 12.
[4] Bu kitabımızda sık sık geçeceği için
önemli hadis çeşitlerini kısaca izah edelim:
a)
Mütevâtir hadis, her devir ve tabakada, Hz. Peygamber {s.a.v) adına yalan
söylemeleri aklen mümkün olmayan çok sayıda râvi tarafından, görerek ve
işiterek rivayet edilen hadis ve haberlere denir.
b)
Âhad hadis: Mütevâtir haber şartlarını taşımayan haber ve hadislere denir ki
büyük kalabalıklar tarafından değil, belirli şahıslar yoluyla nakledilen
hadislerdir ve "sahih, hasen ve zayıf hadisler" bu kısma girer.
c)
Sahih hadis: Adalet ve zabt sahibi râvilerin kesiksiz bir senetle, Hrbirinden
rivayet ettikleri, şaz ve illetli olmaktan uzak hadislere denir.
d)
Hasen hadis: Adalet yönü sağlam olmakla beraber, zabt yönünden bazı zaafları
bulunan râvi ya da râvilerin bulunduğu bir senetle gelen hadislere denir,
e)
Zayıf hadis: Râvileri, sahih ve hasen hadis vasıflarını taşımayan hadistir.
f)
Mevzu hadis: Uydurulmuş ve hadis diye ortaya atılmış söz demektir. Aslında buna
hadis demek doğru değildir. (Müt.)
[5] Hanefilerin bu konudaki görüşlerinin izahı için bkz. JŞerhu Cem 'i'l-Cevâmî, 11, 93.
[6] Geniş bilgi için bkz. Târihu't'Teşrtil-lslâmî, 21.
[7] Bkz. Târihu't-Teşrîi'l-İslâmî, 21.
[8] Bkz. Ibn Hümam, et-Tahrir, 305.
[9] Taftazânî, et-Teluih, 1, 138.
[10] Şerhu Müsellemü's-Sübût, 1. 17.
[11] Zamana inanan ve "Hesap kitap yoktur, bizi ancak zaman değiştirir, yok eder" diyenler.
[12] Şerhu'l-İsnevî, 1, 38.
[13] Bkz. Hâşiyetü's-Seyyid Şerîf'ale'l-Muhtasar, 1, 32-33.
[14] Buharı,'Şehâdat, 1; Müslim, Ekdiyye, 1; Ebû Dâvud, Ekdiyye. 23.
[15] Buhârî, Talak, 11; Müslim,İmaret, 155; Ebû Dâvud, Talak, 11.
[16] Buhârî, İman, 17; Müslim, İman, 32; Ebû Dâvud, Cihad, 95.
[17] Buhârî, Mevâkıt, 1; Nesâî, Meuâkıt, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 11.
[18] Buhârî, Abdilberr, Camiu Beyâni'l-İlm, 11, 190.
[19] Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Dârimî, Mukaddime, 16.
[20] Takiyye: Herhangi bir tehlikeden korunmak ve bazı hedefleri korumak için olduğundan farklı görünmek ve asıl hâlini gizlemektir. (Mütercim)
[21] İbn Hazm, el-İhkam, 101.
[22] el-İhkam, 11,80.
[23] Bkz. İsrâ Sûresi, 78.
[24] Târihu't-Teşrîi'l-îslâmî, 202, 203; Üstad Abdulvehhab Hallaf, Mecelletü'l-Kânun ue'l-İkti-sad'da 5, "islâm'da Üç Asıl Delil" adı altında yayınlanan değerli araştırmasında bu konuya değinmiş (s. 600). Üstad Muhammed Ebû Zehra, "Mülkiyet ve Akid Nazariyesi" adlı kitabının mukaddimesinde, aynı görüşe yer vermiştir (s. 26). Fakat Ebû Zehra, İmam Şafiî'nin sözünden anlaşılanın, "Mutezileden bazıları. Kur'ân'ı açıklayıcı olmayan sünnetle hüküm çıkarmayı inkâr etmektedir," şeklinde olduğunu kaydetmiştir.
[25] Hudarî, a.g.e.; 195-199.
[26] Şâfıî, el-Ümm, VII, 202; Cimâu'l-İlm, 28-29.
[27] İbn Kuteybe, a.g.e., 62-71.
[28] Bu münazaranın detayı için bkz. el-Ümm, VII, 251, Cimâu'l-İlm, 18-21.
[29] Ebû Mansur, Usûlu'd-Din, 20.
[30] a.g.e., 11.
[31] Ebû Mansur, el-Fark, 124.
[32] el-îcî, el-Mevâkıf, 147; Şerhu'l-Meuâkıf, 11, 284.
[33] Râzî, el-ttikad, 41.
[34] el-Bağdâdî, Usûlu'd-Din, 19.
[35] Suyûtî'nin bu eseri "Sünnetin İslâm'daki Yeri" adıyla Türkçe'ye kazandırılmış ve Ümran yayınevi tarafından istifadeye sunulmuştur. (Mütercim) .
[36] Suyûtî gibi diğer hadis imamları da bu hadisin aslı olmadığını belirtmişlerdir. Bkz. Şevkanî, el-Fevâidü'l-Mecmua, 278, 291; Sehâvî, el-Makâsıdıı'l-Hasene, 36; Şafiî, Risale, 224; Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, I, 170. vd. (Mütercim)
[37] Bkz. Bâbertî, Şerhu'l-Muhtasar, II, 51; İbn Hümam, et-Tahrir, II, 230; Şerku'l-Müsellem, II, 109.
[38] Akâidü'n-Nesefi (hâşiyeli), I, 53-58 veya Ramazan Efendi Haşiyesi, 51-53.
[39] Akâidü'n'Nesefl'nin hâşiyeli baskısı, c.I. s. 57'ye bakılabilir.
[40] Şerhu'l-Akâid, I, 178.
[41] Şerku'l-Akâid (haşiyeli baskı), I. 178.
[42] Nisa, 59.
[43] Bakara, 43.
[44] Ebû Dâvud, Sünnet, had. no: 4605, Tirmizi.ffim, lO;Müsned, VI, 8.
[45] İbn Mâce, Ticâret, 2; Beyhakî, Sünen. VII. 76.
[46] Buhârî, Talak, 11; Müslim, İmaret, 155; Ebû Dâvud, Talak, 11.
[47] Buhârî, Şehâdet, 1; Müslim, Ekdiyye, 1.
[48] Buhârî, îman, 1; Müslim, İman, 19; Tirmizî, İman, 3.
[49] İbn Abdilberr, Beyâni'l-İlm, II, 190.
[50] Buhârî, Ezan, 18.
[51] Nesâî, Menâsik, 220; Müsned, III. 318. 366.
[52] Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Hâkim, Müstedrek, I. 96.
[53] Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Dârimî, Mukaddime, 16.
[54] Buhârî, Sulh, 5; Müslim, Ekdiyye, 17; İbn Mâce, Mukaddime, 2.
[55] Buharı, Cenâiz, 6; Müslim, Birr, 152; Tirmizî, Birr, 13.
[56] Ebû Dâvud, Ekdiyye, 11; Tirmizî, Sünen, Ahkâm, 3; Müsned, 230-236; İbn Abdilberr, Câmiu Bey&ni'l-İlm, II, 56; Zeylaî, Nasbu'r-Raye, I, 23; İbn Sa'd, Tabâkât, III, 164.
[57] Ali Nasif, et-Tac, IV, 123; İbn Kesir, Tefsir, II, 297.
[58] Beyhakî, Medhal, had. no: 218. Ayrıca bkz. Buhârî, Cizye, 18; Tefsir, 48; Müslim, Cikad, 93-94.
[59] Buhârî, Tefsir, 48; Müslim, Cihad, 93-94. Ayrıca bkz : Şevkânî, Neylü'l-Evtar, VIII, 29-30.
[60] Buhârî, Saum, 49; Müslim, Savm, 57-59.
[61] İbn Mace, Siyam, 19; Muvatta, Siyam, 13; Mümed, VI, 465.
[62] Buhârî, Um, 51; Müslim, Hayz, 17; Ebû Dâvud, Taharet, 82.
[63] Buhârî, Talak, 1; Müslim, Rıda, 66; Ebû Dâvud, Talak, 4.
[64] Nisa, 101.
[65] Müslim, Müsâfırûn, 4; Tirmizi, Tefsir, 4; Nesâî, Taksir, l\ Ahmed, Müsned, I. 25.
[66] Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne, 30.
[67] Buhârî, Havf, 5.
[68] Ebû Dâvud, Taharet, 126.
[69] Nisa, 43.
[70] Nesâî, Taharet, 196.
[71] Nisa, 136.
[72] Teğâbün, 8.
[73] A'raf, 158.
[74] Kâd-ı ly&7.,Şifâ, II. 1.
[75] Fetih, 13.
[76] Fetih, 8-9.
[77] Hucurât, 15.
[78] Nûr, 62.
[79] Şafiî, flisâZe, 75.
[80] İbn Kayyım, İ'l&mu'l-Muvakkiîn, I, 58.
[81] Tevbe, 91.
[82] Bu rivayetler için bkz.Şifu, tahkikli baskı, II. 71 vd.
[83] Nisa, 61.
[84] Nûr, 47-54.
[85] Şafiî, Risale, 84.
[86] Ahzab, 36.
[87] İbn Kayyım, Î'lâmu'l-Muvakkiîn, I. 57.
[88] Nisa, 65.
[89] İbn Kayyım, a.g.e., I. 57.
[90] Şafiî, Risale, 83.
[91] Nahl, 44.
[92] Nahl,64.
[93] Bakara, 151.
[94] Âl-i İmrân, 164.
[95] Cura'a, 2.
[96] Bakara, 231.
[97] Nisa, 113.
[98] Ahzâb, 34.
[99] İmam Şafiî, Risale, 78.
[100] Âl-iİmran, 132.
[101] Âl-iİmran, 32.
[102] Enfal, 20-21.
[103] Mâide, 92.
[104] Enfal, 46.
[105] Muhammed, 33.
[106] Nisa, 58.
[107] Ahzâb, 36.
[108] Şafiî, Risale, 78-81.
[109] Nisa, 58.
[110] Nisa, 59.
[111] Keşşaf, I, 535 (Bahsedilen Tâbiî'nin Ebû Hazim, idarecinin de Mesieme b. Abdilmelik olduğu zikredilmektedir. Müt.)
[112] Bu zat, Keşşafa yazdığı Fütûhu'l-Gayb fi'l-Keşfi an Gınâî'r-Rayb adlı altı ciltlik haşiyesi ile meşhur bir ehl-i sünnet âlimidir. (Bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 549. Müt.)
[113] Müslim, îmâret, 39; Ebû Dâvud, Cihad, 87; Nesâî, Bey'ât, 34.
[114] Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, İmaret, 40.
[115] Buhârî, Ahkâm, 4;SEbû Dâvud, 87.
[116] Nesâî,Bey'âf:,34.
[117] İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkiîn, I. 54.
[118] Enfal, 24.
[119] Nisa, 64.
[120] Haşr, 7.
[121] Nisa, 69.
[122] Ahzâb, 70-71.
[123] Fetih, 10.
[124] Nisa, 79-80.
[125] Şâm, Risale, 82.
[126] Nisa, 13, 14.
[127] Nûr, 63.
[128] Nisa, 115.
[129] Enfal, 13.
[130] Ahzab, 64-65.
[131] Muhammed, 32-33.
[132] Âli İmran, 31.
[133] ÂI-İ İmran, 31.
[134] Ahzâb, 21.
[135] Kâd-ı Iyâz, Şi/a, II. 7.
[136] A'raf, 156-157. (98)Ahzâb, 137.
[137] Ahzâb, 1-2.
[138] En'âm, 106.
[139] Mâide, 48-49.
[140] Mâide, 67.
[141] Şûra, 52-53.
[142] Nisa, 113.
[143] Hakka, 38-47.
[144] Yusuf, 108.
[145] A'raf, 157.
[146] Yasin, 1-5. (11-1)
[147] Nemi, 79.
[148] Mâide, 3.
[149] Kalem, 1-4.
[150] Bakara, 143.
[151] Enbiya, 107.
[152] Ahzâb, 45-46.
[153] Ebû Dâvud, Sünnet, had no: 4605; Tirmizî, İlim, 10, Hâkim, Müstedrek, 1, 108.
[154] Ebû Dâvud, aynı yer; Tirmizî, İlim, 10.
[155] "Narh" : Yetkililerin fiatlan belli bir miktarda dondurmaları. (Müt.)
[156] Kenzu'l-Ummal, W. 103
[157] İbn Mâce, Ticâret, 2; Beyhakî,Sünen, VII, 76.
[158] Haşr, 7.
[159] Kâd-i Iyâz, Şifâ, II, 25.
[160] Ebû Dâvud, İlim, 5; Tirmizî, Tefsir, no:l; Ebû Yala, Müsned, III, 90.
[161] Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, I, 187; Kenzu'l-Ummal, X, 187. 200.
[162] Tirmizî, Tefsir, no: 1; Ebû Ya'lâ, IV, 458; Heysemî, I, 163.
[163] İbn Abdilberr, Beyâni'l-îlm, II, 193.
[164] İbn Abdilberr, Beyâni'l-îlm, II, 193.
[165] Buhârî, Rikak, 35; Müslim,/m<m, 230.
[166] Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmaret, 32.
[167] Ahmed, Müsned, II, 93; Ebû Ya'Ia, Müsned, IX, 340 (No: 5450); Heysemî, Mecmau'z-Zeuâid, V, 222.
[168] Fethu'l-Bâri, XIII, 91.
[169] Buhârî, İ'tisam, 2; Dârimî, Mukaddime, 2; Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, II. 92.
[170] Buhârî,İ'tisam, 2;Müsned, II. 361.
[171] Benzeri rivayetler için bkz. Müslim, İman, hadis no:232; Tirmizî, îman, 13; Dârimî, Rikak, 42; Müsned, I, 398.
[172] Tirmizî, İlim, 16; İbn Mâce,Mukaddime, 15.
[173] Tirmizî, İman, 17.
[174] Buhârî, Rikak, 26; Müslim,Fedâil, 16.
[175] Ahmed b. Hanhel, Müsned, II. 158.
[176] Benzeri mânâ ve rivayetler için bkz. Şifa, II, 19, 28.
[177] Tirmizî, İlim, 15; Ahmed,Müsned, II, 505.
[178] Bkz. Câmiu'sSağîr, hadis no: 4460; Feyzu'l-Kadlr, IV, 96.
[179] Suyûtî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, XI, 94. 171; Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, II, 170.
[180] Suyûtî, Cami u'sSağîi^ hadi s no: 3282; Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, III, 240, 241; Hâkim, Müstedrek, I, 93; Beyhakî, Sünen, X, 114.
[181] Bu hadisin kaynak ve değerlendirilmesi için bkz. Elbânî, Silsiletü'l-Ehâdlsi'l-Mevdûa, I, 79, hadis no: 59.
[182] Buhârî, İman, 17; Müslim, iman, 32; Ebû Dâvûd, Cihad, 95; Tirmizî, Tefsir, 88; Nesâî, Zekât, 3; İbn Mâce, Fiten, 1-3.
[183] Bkz. Şifâ, II, 29.
[184] Kad-ı Iyâz, Şifâ, II. 29.
[185] İbn Abdilberr, Beyâni'l-îlm, II, 27; Ebû Dâvud, İlim, 3 (No: 3646).
[186] Ebû Dâvud, Ferâiz, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 8.
[187] Buhârî, İ'tisâm, 20; Müslim, Ekdiyye, 17; 18; Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 2.
[188] Ebû Dâvud, Sünnet, h.no: 5; İbn Mâce, Mukaddime; 6: Dârimî, Mukaddime, 16; Beybaki, Sünen, X, 114.
[189] Müslim, Fedâil, 140.
[190] Buhârî, İ'tisâm, 6; Müslim, Fedâil, 130.
[191] Buhârî, Erfeö, 72; Müslim, Siyam, 74; Ahmed, Müsned, VI, 45.
[192] İbn üacer, Fethu'l-Bâri, XIII, 216-217.
[193] Ebû Dâvud, Sünnet, h. no: 4605; Tirmizî, İlim 10; İbn Mâce, Mukaddime, 2; Müsned, VI, 8; Şafiî, Risale, 403-404.
[194] Ahmed, Müsned, V, 165; Dârimî,Mukaddime, 46.
[195] Buhârî,/Zim, 9; Müslim, Kasame, 29; İbn Mâce,Mugaddime, 18; Müsned, VI, 4.
[196] Buhârî, İlim, 9; Tirmizi, İlim, 7; Hadisin ilk kısmı İbn Mace, Mukaddime, 18; İbn Abdilberr, Câmİu Beyâni'l-Rm, I, 40.
[197] Suyûtî, Câmiu'l-Kebîr, I, 350; Deylemi, Müsned, h. no; 467.
[198] Heysemî, Mecmau'z-Zeuâid, I, 126; Kenzu'l-Ummal, X, 221, 229-294.
[199] Suyûtî, el-Kebîr, I, 764; Hatib, Şerefu Ashâbi'l-Hadis, 80.
[200] Ebû Nuaym, Hilye,X, 44; Suyûtî, es-Sağîr, h. no: 8363; Münâvî,Feyzü'l-Kadîr, VI, 44.
[201] Ebû Nuaym, Hilye, IV, 189; AclÛnî, Keşfi'l-Hafâ, II, 246.
[202] Buhârî,Enbiyâ, 50; Tirmizî, Hm, 13.
[203] Mecmaü'z-Zevâid, I, 136-138.
[204] Mecmaü'z-Zevâid, I, aynı yer.
[205] Buhârî,fim, 38\ Müslim, Zühd, 72; Ebû Dâvud,//m, 4.
[206] Ekz. Mecmaü'z-Zevâid, 1,163.
[207] Aynı yer.
[208] Zilzâl, 7-8.
[209] Buhârî, Tefsiru Sûre (99), 1, 2; Müslim, Zekât, 24, 25; Tâc, IV, 296. (174)NahI,44.
[210] Rum, 17.
[211] Müzzemmil, 20.
[212] Hacc, 77.
[213] Ahzâb, 56.
[214] Tevbe, 34.
[215] Bakara, 196.
[216] En'am, 82.
[217] Bu âyet-i kerîme nazil olduğu zaman Ashâb-ı Kirâm'a ağır geldi ve: "Hangimiz nefsine zulmetmedi ki?" dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v): "Sizin zannettiğiniz gibi değildir. Burada kasdedilen zulüm, Lokman'm vasiyyetinde: "Yavrum, Allah'a şirk koşma, şüphesiz şirk büyük bir zulümdür.' (Lokman, 13) dediği şirktir," buyurdu. Bkz. Taberî, Câmiu'l-Beyân, Cüz: VII, 255; Kurtûbî, el-Câmi', VII, 30.
[218] Mâide, 38.
[219] İbn Hazm, el-İhkam, II, 79-80.
[220] Namazla ilgili âyetten anlaşılan budur (İsrâ, 78). Fakat âyet kapalıdır. Hz. Peygamber'in uygulama ve beyanları ile murâd-ı ilâhî anlaşılmakta ve emir uygulanabilmektedir.
[221] Şâfıî, Risale, 40-41.
[222] Nahl, 44.
[223] Beyhakî, Medhal, 272; Dârimî, Mukaddime, 19.
[224] İbn Abdilberr, Beyâni'l-İlm, II, 194.
[225] Hacc, 29.
[226] Zekâtını verecek olanın, malını zekât tahsildarının ayağına kadar getirmesi.
[227] Zekât malını bulunduğu yerden uzaklaştırması.
[228] Kişilerin, birbirlerine kızkardeşlerini vererek mehirsiz olarak evlenmeleri.
[229] Ebû Dâvud, Zekât, 9; Tirmizî,Nikâh, 30. U95)Haşr, 7.
[230] Hucurât, 7.
[231] Bkz. Muhtasara Tabakâti'l-Hariebile, 180; İbn Abdilberr, Beyâni'l-İlm, II, 191-192.
[232] Şafiî, Hisâle, 222.
[233] İbn Kayyım, î'lârnu'UMuvakkiîn, II, 367.
[234] Müslim, Birr, 55
[235] Necm, 3-4.
[236] Yunus, 15.
[237] Ahkâf T9.
[238] Kıyâme, 16-19.
[239] Bakara, 142-144.
[240] Ebû Dâvud, Sünnet, h. no: 4604-4605; Tirmizî, İlim, 10; İbn Hıbban, Sahih, h. no:13; İbn Mâce, Mukaddime, 2; Ahmed, Müsned, VI, 8.
[241] Fiatları sınırlama
[242] Kenzu'l-Ummal, IV, 103 (Beyhakî ve Tabarânî rivâyetiyle).
[243] Bu iki kabile harpsiz darpsız gönüllü olarak müslüman oldukları için Allah Rasûlü (s.a.v), onlar için böyle duâ etmiştir. Bkz. Buhârî, Münâkıb, 6; Müslim, Fedâilu's-Sahâ-be, h. no: 185; Hâkim, Müstedrek, IV, 82.
[244] Müellif, hadisi el-Ümm'den kısa olarak almış. Biz, iyice anlaşılması için tamamını verdik. (Mut.)
[245] Buhârî, Sulh, 5; Hudud, 30; Müslim, Hudud, 25; Ebû Dâvud, Ekdiyye; 11; Hudud, 24; Tirmizî, Ahkâm, 3.
[246] Buhârî, Salât, 1; Müslim, İmam, 259; Nesâî, Salât, l;Müsned, III, 149.
[247] Buhârî, Bidu'l-Halk, 6; Müslim, Mesâcid, 166; Ebû Dâvud,Salât, 2; Tirmizî, Salat, 1.
[248] Buhârî, Rikak, 7; Müslim, Zekât, 123.
[249] İbn Abdilberr, Beyâni'l-İlm, II, 191; Dârimî, Mukaddime, 49.
[250] Dârimî, Mukaddime, 49.
[251] Zümer, 23.
[252] Ibn Mâce, Ticaret, 2.
[253] Buhârî, Bidu'l-Halk, 6; Müslim, Mesâcid, 166; Ebû Dâvud, ŞfÜât, 2.
[254] Saffât, 102.
[255] İsrâ, 60.
[256] Bkz. Beydâui, ilgili âyetin tefsiri; İbn Kesir, Tefsir, III, 48.
[257] Nisa, 105.
[258] Bkz. Râzî, Tefslr-i Kebîr, XI, 33; Nesefî, ilgili âyetin tefsiri.
[259] Ebû Dâvud, Sünnet, 5; Tirmizî, İlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 2; Suyûtfnin nakli için bkz. Miftâhu'l-Cenne; 19.
[260] Haşr, 7.
[261] Mâide, 3.
[262] Mâide, 4.
[263] Bu sözün geniş bir açıklaması için bkz. Sübkî, Mecmûatu'r-Res&ili'l-Müniriyye, II, 98.
[264] Bu rivayetler için bkz. Şâfıî, Risale, 73, 219; Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne, 24; İbnu'l-Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkün, II, 361, 374.
[265] İbn Teymiyye, Refu'l-Melâm ani'l-Eimmeti'l-A'lâm, 22-24.
[266] En'am, 38.
[267] Nahl,89.
[268] Dâriim, Mukaddime, 20.
[269] Buhârî, Hacc, 60; Müslim, Hacc, 250; Nesâî, Menâsik, 148.
[270] Şifâ; II, 34.
[271] Buhârî, Ezan, 166; Müslim, Salât, 124; İbn Mâce, Mesâcid, 15.
[272] Ebû Dâvud, Diyet, 19; Nesâî, Kasame, 12; İbn Mâce, Diyât, 11; Risale, 427; Müsned, I, 364.
[273] Buhârî, Ferâiz, 11; Müslim,Kasame, 35, 36, 37; Ebû Dâvud, Mukaddime, 54.
[274] Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 92, 94; Ebû Dâvud, Cenâiz, 6.
[275] Buhârî, Cizye, 1; Beyhakî, Sünen, IX, 189.
[276] Şâfıî, Rİsâle, 430.
[277] Mâlik, Muvatta, Zekât, 42.
[278] Ayrıca bkz. Şâfıî, Risale, 438-439; Ebû Dâvud, Talak, 44; Tirmizî, Talak, 23; Nesâî, Talak, 60; İbn Mâce, Talak, 1.
[279] Beyhakî, Mectaa/, 94; Ahmed, Müsned.,1, 10.
[280] Beyhakî, Medhal, 94; Ahmed, Müsned, I, 10.
[281] Buhârî, Ezan, 95; Müslim, Salât, 158; Nesâî, îftitah, 74.
[282] İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm, II, 58; Dârimî, Mukaddime, 20; Beyhakî, Medhal, 127-128; Hâkim, Müstedrek, I, 127.
[283] Heysemî, Mecmaıı'z-Zevâid, I, 175.
[284] Ahmed, Müsned, II, 131; Heysemî, a.g.e., I, 174-175.
[285] Buhârî, Ahkâm, 43; Mâlik, Muvatta, Bey'at, 3.
[286] Tabarânî, e\-Mu'cemu'l-Eusat, II, 7; Heysemî, a.g.e., I, 172.
[287] Buhârî, Ahkâm, 43.
[288] Buhârî, İsti'zân, 13; Edeb, 32; Ebû Dâvud, Edeb, 127; Tirmizî, Isti'zan, 3. Müslim, Edeb, 32.
[289] Ayrıca bkz. Ebû Dâvud, Libas, 22;Müsned, IV, 19, 35;el-îsâbe, III, 233; İbn Sa'd, I, 460.
[290] Dârimî, Mukaddime, 17.
[291] Beyhakî, el-Medhal, 142-143; Hâkim, Müstedrek, III, 318.
[292] İbn Abdilberr, Cânıiu Beyâni'l-İlm, II, 192.
[293] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 35.
[294] Buhâri,Diyât, 8; Müslim, Buyu, 11; Ebû Dâvud, Diyât, 4.
[295] Nûr, 63.
[296] İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm, II, 25.
[297] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 34.
[298] Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II, 33.
[299] Nesâî, Gusl, 2; İbn Mâce, Edeb, 38.
[300] Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II, 35.
[301] İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm, II, 25.
[302] Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II. 34.
[303] Ebû Nuaym, Hilye, X, 190.
[304] Kuşeyrî, Risale, 140.
[305] Tezkire, 790 (Hz. S. Uludağ)
[306] Tezkire, 310.
[307] Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II, 39.
[308] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 18.7.
[309] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 123; Beyhakî, Medhal, 266-267; Şifâ, II, 31.
[310] Dârimî, Mukaddime,
200; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, X, 115.
[311] Dârimî, Mukaddime, 20; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, X, 115.
[312] İbn Kayyım, İ'lâm, I, 85.
[313] İbn Kayyım, a.g.e., I, 85-86 v.d.
[314] îbn Abdilberr, Câmiu Beyânİ'l-İlm, II, 136.
[315] ibn Abdilberr, a.g.e., II, 187.
[316] Dârimî, Mukaddime, 23; Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II, 32.
[317] Buhârî, İ'tisâm, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; İbn Abdilberr, a.g.e., II, 181.
[318] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 181.
[319] îbn Abdilberr,
a.g.e., II, 58.
[320] Beyhakî, Medhal, 157; Dârimî.
[321] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 136.
[322] Dârimî, Mukaddime, 39.
[323] Beyhakî, Medhal, 194.
[324] Dârimî, Mukaddime, 20.
[325] Kâd-ı lyâz, Şifâ, II, 32.
[326] Kâd-ı lyâz, Şifâ, II, 32.
[327] Hâkim, Müstedrek, III, 303.
[328] Dârimî, Mukaddime, 20.
[329] İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkiîn, I, 74.
[330] Nisa, 1115.
[331] İbn Abdüberr, Câmiu
Beyâni'l-İlm, II, 187; Kâd-ı lyâz, II, 30.
[332] Kâd-ı lyâz, Şifâ, II, 33.
[333] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 24.
[334] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 24.
[335] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 137.
[336] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 137.
[337] Ahmed, Kitâbü'z-Zühd'de rivayet etmiştir.
[338] Beyhakî, Medhal, 195; İbn Abdilberr, a.g.e., II, 138.
[339] Kâd-ı lyâz, Şifâ.
[340] Beyhakî, Medhal, 198.
[341] Buhârî, İ'tisâm, 2; İbn Abdilberr, II, 28.
[342] İbn Abdilberr, II, 28.
[343] Dârimî, Mukaddime, 16; Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II, 30; Beyhakî, Medhal, 454.
[344] Beyhakî, Medhal, 107.
[345] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 136; Ayrıca bkz. İbn Kayyım, İ'lâm, I, 54.
[346] îbn Kayyım, a.g.e., I, 75.
[347] Beyhakî, Medhal, 202; İbn Abdilberr, a.g.e., II, 127.
[348] İbn Kayyım, a.g.e., 47.
[349] îbn Kayyım, a.g.e., I, 78.
[350] Hatib, Şerefu Ashâbi'l-Hadis, 60.
[351] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, IX. 107.
[352] Beyhakî, Medhal, 205.
[353] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, IX, 106, 107.
[354] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 26.
[355] îbn Abdilberr, a.g.e., II, 26.
[356] İbn Kayyım, a.g.e., I, 38.
[357] İbn Kayyım, a.g.e., I, 79.
[358] Hatib, Şeref, 56.
[359] îbn Abdilberr, a.g.e., II, 188.
[360] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 35.
[361] Kuşeyrî, Risale, I, 141; Tezkiretü'l-Evliyâ, 499.
[362] NÛr, 54.
[363] Kâd-ı Iyâz, Şifa, II, 34, Tezkire, 500; Kuşeyrî, Risale, I, 122.
[364] Tezkire, 344; Kuşeyrî, a.g.e., II, 474.
[365] Ebû Nuaym, Hilye, X, 190.
[366] Tezkire, 618,
[367] Tezkiretü'l-Evliyâ, 185. (335)
[368] Hilye,X, 354.
[369] Tezkiretü'l-Euliyâ, 372.
[370] Sülemî, Tahakâtus-Sûfiyye, 268 (Halep, 1986, II. Baskı)
[371] Tezkire, 404; Kuşeyrî, Risale, I, 136.
[372] Tezkire, 725;
Kuşeyrî, a.g.e., I, 188.
[373] Tezkire, 421; Kuşeyrî, a.g.e., I, 107.
[374] Tezkire, 421.
[375] Kuşeyrî, Risale, I, 117.
[376] Ahzâb, 21.
[377] Kuşeyrî, Risale, I, 117; Bkz. Tezkire, 458.
[378] Buhârî, İman, 32-36; Ebû Dâvud, Cihad, 95; îbn Mâce, Fiten 1-3.
[379] Buhârî, îman, 17; Zekat, 1.
[380] İbn Kayyım, î'lâm, I, 65.
[381] Buhârî, Nafaka, 3; Ferâiz, 3; Müslim, Cihad, 49-52; Ebû Dâvud, İmaret, 19; Tirmizî, Siyer, 44.
[382] Buhârî, Nafaka, 3; Ferâiz, 3; Müslim, Cihad, 49-52-54-56.
[383] Müslim, Hacc, 6; Kâd-ı Iyâz, Şifâ, 11-31.
[384] Ahzâb,21.
[385] Buhârî, Cum'a 5; Ebû Dâvud, Taharet, h. no: 340; Müsned, I, 15,46.
[386] Buhârî, Hacc, 34; Nesâî, Menâsik, 49; Müslim, Hacc, 23.
[387] Ebû Dâvud, Ferdiz, 4; İbn Mâce, Ferâiz, 2; et-Tâc, II, 253.
[388] Haşr, 7.
[389] Buhârî, flfyû, 25; Talak, 51; Müslim,Libas, 119; EbÛ Dâvud,Teraccül, 5.
[390] Buhârî, A»m, 44; Enbiyâ, 27; Müslim, Fed&il, 170.
[391] Ahzâb, 36,
[392] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 189; Beyhakî, Sünen, II, 453.
[393] Risale, 444,
[394] İbn Abdilberr,
a.g.e., II. 196. Mut'a ile anlatılmak istenen iki şeydir: 1- Mut'a
nikâhı 2-Hac için girilen ihramdan çıkıp umre yapmak. Bunlar, İslâm'ın ilk
devirlerinde caizdi. Daha sonra kaldırıldı. İlgili rivayet ve hükümler için
bkz. Müslim, Hacc, 23.
[395] Heysemî, Mecmâu'z-Zevâid, I, 175.
[396] Ahmed, Müsned, II, 32; Heysemî, a.g.e., 1,174.
[397] Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II, 34.
[398] Buhârî, Cuma, 13; Müslim, Salât, 135; Ebû Dâvud, Salât, 52.
[399] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 195.
[400] Müslim, Talak, h. no; 56-57; Tirmizî, Talak, 18, Dârimî, Talak, II.
[401] Müslim, Hayz, 55; Nesâî, Gusl, 20.
[402] Muvatta,Buyu, 16; Nesâî,Buyu, 47; Beyhakî, Sünen, V, 280.
[403] Risale, 447.
[404] Risale, 447.
[405] Dârimî, Mukaddime, 40.
[406] Buhârî, Edeb 77; Müslim, İman, 61; Müsned, IV. 426-427.
[407] Buhârî, Zebâih, 5; Müslim, Sayd, 54; Nesâî. Kasame, 40 Hadisin açıklaması için bkz. Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, VI 313.
[408] Dârimî, Mukaddime, 40.
[409] Dârimî, Mukaddime, 39.
[410] Haşr, 7.
[411] îbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-tlm, 11.189.
[412] Buhârî, Hacc, 18, 143; Müslim, Hacc, 30; Bbû Dâvtid, Menâsik, 10; İbn Abdilberr a.g.e., II. 196.
[413] Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne.
[414] Kuşeyrî, Risale, I, 121.
[415] Kuşeyrî, Risale, I, 79.
[417] Ebû Dâvud, Ferâiz, 18; İbn Mâce,Diyât, 12; Tirmizî,Ferâiz, 18.
[418] Şâfıî, Risale, 428.
[419] Beyhakî, Medhal, 105; Benzeri rivayetler için bkz. Müslim, Hacc, 386.
[420] Buhârî, Hacc, 145; Müslim, Hacc, 381; Ebû Dâvud, Menâsik, 84.
[421] Şâfıî, Risale, 440-441.
[422] İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkün, IV. 224.
[423] Müslim, Buyu 95; Ebû Dâvud, Buyu, 31; Nesâî,Eyman, 45;Risâle, 445.
[424] Şâfıî, Risale, 445.
[425] Ebû Dâvud, Buyu, 71; Tirmizî,Buyu, 53; Nesâî,Buyu, 15.
[426] Ebû Dâvud, Buyu, 7Î7Şâfîî, Risale, 193 (1. baskı)
[427] Risale, 193(1. baskı).
[428] İbn Kayyım, a.g.e.
[429] İbn Kayyım, a.g.e., İbn Abdilberr, II, 32.
[430] Ebû Nuaym, Hilye, IX, 107.
[431] Beyhakî, Medhal, 392.
[432] Mâide, 92.
[433] Medhal, 306-37.
[434] Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne, ter. Sünnetin İslâm'daki Yeri, 103.
[435] Medhal, 309.
[436] Medhal, 309.
[437] Medhal, 393; îbn Abdilberr, Beyâni'l-İlim, II, 198.
[438] Medhal, 393; İbn Abdilberr, a.g.e., II, 198.
[439] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 199.
[440] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 199.
[441] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 199; Ebû Nuaym, Hilye, VI, 318.
[442] Heysemî, Mecmâu'z-Zeuâid, I, 155,
[443] Medhal, 392.
[444] İbn Abdilberr, a.g.e., 199; Ebû Nuaym, HtZye, II, 179.
[445] Beyhakî, Medhal 392; Ebû Nuaym, a.g.e., VI, 318.
[446] Beyhakî, Medhal, 394.
[447] Beyhaki, Medhal, 393.
[448] Âl-iİmran, 106
[449] Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne, 62 (Kahire, 1985).
[450] Suyûtî, a.g.e., 65.
[451] Suynti, a.g.e., 65.
[452] Ebû Nuaym, Hilye, III, 9.
[453] Hatib, Şerefu Ashâbi'l-Hadis, 44.
[454] Hatib, a.g.e., 50.
[455] Beyhakî, Medhâl, 391;Hilye,JK, 109.
[456] Ahmed, Müsned, IV, 5, 62, 375.
[457] Buhâri, î'tisâm, 10; Müslim, İman, 274; Ebû Dâvud, fiten, 1.
[458] Hatib, Şeref, 26.
[459] Hatib, Şeref, 10.
[460] Hatib, Şeref, 52.
[461] Hâkim'den yaptığımız bu rivayetler için bkz. Hâkim, Ma rifetü Ulûmi'l-Hadis, 2-4.
[462] Buhârî,
Edebu'l-Müfred, Bâbu'l-Muâneka, Müsned, III, 495;
Hâkim, Müstedrek, II, 427-428; İbn
Abdilberr, Beyâni'l-İlim, I, 93; Hatib, er-Rıhle, (thk. Nureddin Itr.J 111.
[463] Hâkim, Marifelü Ulûmi'l-Hadis, 8.
[464] Müsned, W, 153-159; Heysemî, Mecmâu'z-Zevâid, I, 134; Hatib, er-Rıhle, 118-120,
[465] Beyhakî, Medhâl, 278; İbn Abdilberr, a.g.e., I, 94.
[466] Dârimî, Mukaddime, 47; İbn Abdilberr, a.g.e., I, 95.
[467] Dârimî, Mukaddime, 47,
[468] Buhârî, İlim, 31, Itk, 14; Müslim, îman, 241; Ebû Dâvud, Nikâh, 5- İbn Mâce Nikâh 42; Dârimî, Nikâh, 46.
[469] Suyûtî, Miftâhu'î-Cenne, 45; Hâkim, Ma'rifetü Ulûmi'l Hadis, 7.
[470] En'am, 38.
[471] Nahl, 89.
[472] Tirmizî, Kıyâme, 59; Ahmed,Müsned, I, 293.
[473] En'am, 38.
[474] ibrahim, 1.
[475] Nahl, 44.
[476] Nahl, 89.
[477] Nahl, 52.
[478] Muhammed, 31.
[479] Âl-i İmran, 154.
[480] A'raf, 129.
[481] Şafii, Risale, 32.
[482] Enbiya, 23T
[483] Haşir, 7.
[484] Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6.
[485] Buhârî, Tefsir, 59; Müslim, libas, 120; Ebû Dâvud, Tereccul, 5; Tirmizî, Edeb, 330; Nesâî, Zinet, 24.
[486] Bkz. Fahruddîn er-Râzî, Mefâtiku'l-Gay, IV, 40-41.
[487] Hattâbî, Meâlimü's-Sünen, I, 8.
[488] En'am, 38.
[489] Nahl, 44.
[490] Zâriyât, 56.
[491] Bkz. İbn Arrâk, Tenzikü'ş-Şeria, I, 148; Aclûnî,Keşfu'l-Hafâ, II, 173, had. no:2016.
[492] Âlûsî,Rûhu'l-Meânî,XIV, 197.
[493] Hicr, 9.
[494] Tevbe, 32.
[495] Şâfıî, er-Risâle, 42-43.
[496] İsrâ, 36.
[497] En'am, 116.
[498] Müslim, Zühd, 72; Dârimî Mukaddime, 42; Ahmed, Müsned, III, 12, 21, 39.
[499] Buhârî, Enbiya, 50; Müslim, Zühd, 72; Tirmizî, Fiten, 70; İlim, 8,13; Ahmed, Müsned, III, 39, 46, 47, 83.
[500] Ebû Dâvud, İlim, 3; Müsned, V, 182; İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm, I, 63.
[501] İbn Kesir, rivayetin bu şekliyle garib olduğunu söylemiştir. Zira, her iki senette de Ali b. Salih isimli bir râvi vardır ki, ma'ruf olmayan birisidir. Rasûlullah (s.a.v)'tan rivayet edilen hadisler, bu miktardan {yani beş yüzden) binlerce adet fazladır. Belki de Ebû Bekir, (r.a) ancak bu kadarını toplamaya muvaffak olabilmişti. Daha sonra da sözünü ettiği kanaat kendisinde oluşmuştur. Suyûtî bunu şöyle değerlendirir: Belki de Ebû Bekir (r.a), bizzat kendisinin Hz. Peygamber (s.a.v)'den işittikleri ile yalnızca bazı sahâbilerin rivayetlerini toplamıştır. Zahir olan da böyle rivayetlerin bu miktardan fazla olamayacağıdır. Daha sonra da haber verdiği hususların meydana gelmesinden korkmuş ve endişelenmiş olabilir.
[502] ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, I, 3-4.
[503] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 120. Zehebî, a.y. (33b) İbn Abdilberr, a.g.e., II, 121,
[504] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 121; Zehebî de yine Tezkire 'de nakl etmiştir.
[505] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 64; Beyhakî, Medhal, 407. had. no: 731.
[506] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 64.
[507] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 63.
[508] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 64.
[509] Aynı yer.
[510] Aynı yer, Beyhakî, Medhal, had. no: 727.
[511] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 66; Arimî, Mukaddime, 42.
[512] îbn Abdilberr, a.g.e., I, 64; Beyhakî,Medhal, had. no: 736.
[513] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 65; Beyhakî, Medhal, 408.
[514] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 65; Dârimî, Mukaddime, 42.
[515] Ibn Abdilberr, a.g.e., I, 65.
[516] Yusuf, 3.
[517] Bu rivayetin râvilerinden birisi olan Ebû Ubeyd demiştir ki : "Rivayete göre bu sahife, ehl-i kitabın haberlerinden elde edilmişti. Bunun için Abdullah b. Mesud, bakmayı hoş karşılamadı. Bkz. İbn Abdilberr, Câmiu Beyâııi'l-İlm, I, 66.
[518] Buraya kadar verdiğimiz rivayetler için bkz. İbn Abdilberr, Câmiu Beyânil-İlm, I, 63-70.
[519] İbnu's-Salah, Ulûmu'l-Hadis, 171.
[520] Bakara, 79.
[521] Bakara, 286
[522] Buradaki tevatür yönü ve şekli pek açık değildir. Müellifin bu görüşü tartışmaya açıktır. (Müt.)
[523] el-Amidî, el-îhkâm, IV, 334.
[524] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 115.
[525] İhn Hacer, Fetuhl-Bâri, I, 115.
[526] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 114.
[527] Müslim, Cennet, 63.
[528] Îbnul-Cezerî, en-Neşr, I, 6.
[529] Cumhur'a göre
haber-i vâhid, mütevâtir derecesine ulaşmayan haberdir. Bazen
"meşhur" diye isimlendirilen "müstefîz" de haber-i vâhid
nevindendir. Müstefız haber, İlk râvisinden sonra çoğalıp yaygınlaşan haberdir.
Râvi sayısının, en az iki, üç ve dört olması gerektiği yolunda görüşler ileri
sürülmüştür. (Bkz. Şerhu'Cem'il Cevâmi, II, 88)
Müstefız haber de diğer vâhid haberler gibi zan ifade eder. Ebû İshak
(418/1027) ve İbn Fûrek (400/1015) gibi bazı âlimler, bunun, nazarî bir ilim
ifade edeceğini söylemişlerdir. Hanefîlerin geneline göre ise meşhur, mütevâtir
ve haber-i Vvhid'in karşılığıdır. Onu, kaynağı (ilk râvileri) âhad iken,
ikinci ve üçüncü asırda, ümmetin kabulüyle birlikte tevatür derecesine ulaşan
haber olarak tarif etmişlerdir. Onun, delilin kendisinden kaynaklanan en ufak
bir ihtimal ve şüpheye mahal bırakmayacak şekilde, yakın mesabesinde, kuvvetli
bir zan ifade edeceğini söylemişlerdir. Bu İlme de "İ3m-i
Tume'nîniyye" adını vermişlerdir. Ebû Bekir el-Cassâs (370/980) ise onun,
"İlm-i Zarurî" ifade eden mütevâtirlerin dışında, "İlm-i
Nazarî" ifade eden bir mütevâtir türü olduğu kanaatindedir (Bkz.
Şe.rhu'1-Müsel-lem, II, 111).
Burada, haber-i vâhid'in, Hz. Peygamber (s.a.v)'in bildirdiği haberlerin dışındaki haberler olduğu bilinmelidir. Çünkü Mâsum'un haberi (bizzat kendisinden dinleyenîer için), yakın ifade eder.
[530] Suyûtî, bu konuda şöyle demektedir: "Mu'tezile'den Ebû Ali el-Cübbâî, adalet vasfını taşıyan âdil bir râvinin baberini, ancak aynı nitelikte başka bir râvinin rivâyetiyle onu desteklemesi veya Kitab'ın zahirine ya da diğer bir haberin zahirine muvafık düşmesiyle kabul eder. Rivayet edilen haberin Sahabe arasında şöhret bulmuş olması veya bir kısım -' ıbâbenin onunla amel etmesi de kabulünde etkendir. Bunu, Ebu'l-Hasen el-Basrî el-Mu'temed adlı eserinde kaydetmiştir. Ebû Nasr et-Temimi ise Cubbâî'nin, haber-i vahidi, ancak dört kişinin rivayet etmesi şartıyla kabul ettiğini kaydetmiştir." <Bkz. Suyûtî, Ted-ribu-Râvl 17).
[531] Bkz. Cemu'l-Cevâmi, 16. (Şerhu Cemu'l-Cevâmi, II, 93.)
[532] İbn Sübkî, Şerhu'l-Minhâc, II, 197.
[533] İsrâ, 36
[534] Bkz, Şerhu'l-Muhtasar, II, 58; Şerku'l-Müsellem, II, 131.
[535] İbn Sübkî, Cemu'l-Cevâmi, 159, (Şerh, II, 89)
[536] Bkz. Şerhıt'l-Müsellem, II, 131.
[537] Şerhu'l-Müsellem, II, 131.
[538] Şerhu'l-Müsellem, II, 132.
[539] Bkz. Sübtt, Şerhu'l-Minhâc, I, 22.
[540] Bkz. Şerhu'l-Müsellem, II, 133-134.
[541] Bkz. Aynı yer.
[542] Buhârî, Megazî, 60; Müslim, İman, 29; Nesaî,Zekât, I.
[543] Bkz. Şerhu'l-Müsellem, II, 134.
[544] İsrâ, 36.
[545] Necm, 28.
[546] Buhârî, İlim, 9; Müslim, Hacc, 446; Ebû Dâvud, Tatavvu, 10.
[547] Ibn Mâce, Mukaddime, 18.
[548] Tirmizî, #m, 7.
[549] Ahmed, Müsned, V, 39; Buhârî, Fiten, 8; Tirmizî, Hm, 7.
[550] Buhârî, İman, 40; İlim, 25; Müslim, İman, 24.
[551] Ebû Dâvud, Sünnet, 5; Tirmizî, İlm, 10.
[552] eş-Şâfıî, Risale, 402.
[553] Buhârî, Um, 38; Müslim," Zühd, 72; Ebû Dâvud, İlm, 4.
[554] Müslim, Fiten, 84.
[555] RÛm, 52-53.
[556] Bkz. Tâhir el-Cezâirî, Tevcihü'n-Nazar, 5.
[557] Suyütî, Tebrîbü'r-Râui, 150.
[558] el-Hûlî, Miftâkü's-Sünne, 17.
[559] ibn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm, I, 73.
[560] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 27.
[561] İbn Kuteybe, Te'uüu Muhtefı'l-Hadis, 365.
[562] İbn Kuteybe, Te'vilu Muhtefi'l-Hadis, 365.
[563] Ebû Dâvud, İlim, 3; Dârimî, Mukaddime, 43; Ahmed, Müsned, II, 162, 192; İbn Abdilberr, a.g.e., I, 70-71.
[564] Mecelletü'l-Menar, yıl. 10. sayı: 765-766.
[565] Bkz. el-Münzirî, el-Tergib ve't-Terkib, IV, 286.
[566] Ibn Abdilberr, a.g.e.,1, 72; Zehebî, el-Mizan, II, 95.
[567] Zehebî, el-Mizan, II, 289.
[568] Burada ismi geçen ve hadisin yazım izniyle ilgili, Abdullah b. Amr hadisinin râvisi Amr b. Şuayb (v.120), Abdullah b. Amr'ın (r.h) torunudur.
[569] Zehebî, a.g.e., II, 289-291.
[570] Zehebî, a.g.e., aynı yer.
[571] Bkz. Sehâvî,Fethu'l-Muğis, IV, 67; Zehebî, a.g.e., II, 290.
[572] Sehâvî, a.g.e., IV, 68.
[573] Zehebî, el-Mizan, II, 289; Ebû Dâvud, Salat, had. no: 113. Buradaki lafızlar, el-Mi-zan'dakinden farklıdır. Ebû Dâvud aynı tarikle "Diyetü'z-Zimmî" babında da bu hadise yer vermiştir.
[574] Zehebî, Mizan, II, 389-290.
[575] Zehebî, a.g.e., II, 291.
[576] Vicâde, bir hadis âliminin tanıdığı ve itimad ettiği hattıyla yazılmış bir hadis bulmasına denir. Bir kimsenin meşhur müelliflerin mâruf kitablarmdan bazı hadisleri bulup alması da vicâdettir. Bkz. Suphi Salih, Ulûmu'l-Hadis, 5. fasıl, (müt.)
[577] Zehebî, a.g.e., Aynı yer.
[578] Zehebî, a.g.e., II, 289-290.
[579] Zehebî, aynı yer.
[580] Sehâvî, Fethu'l-Muğis, IV, 68-69.
[581] Sehâvî, a.g.e., aynı yer.
[582] Zehebî, a.g.e., II, 291.
[583] İbnu'l-Kayyım, îlâmuTMuvakkiîn, I, 116-317.
[584] İbnu'l-Kayyım, Zâdül-Meâd, Şerhut-Mevâhib'in kenarında, IV, 352-353.
[585] Sehâvî, Fethu'l-Muğis, IV, 68.
[586] Münzirî, et-Terğtb ve't Terhib, IV, 289.
[587] Ebû Dâvud, Sünen,İlim, 3.
[588] Dârimî, Mukaddime, 43; Ahmed, Müsned, II, 162; Beyhakî, el-Medhal, had. no: 555.
[589] el-Fethu'r-Rabbânî, I, 172-173.
[590] Buhârî,İlim, 12;
Tirmizî, İlim, 12; Ahmed, II, 249.
[591] Abdurrezzak, Musannef, XI, 259.
[592] Aynî, Umdetu'l-Kâri, II, 168-169.
[593] Ahmed, Müsned, II, 403; Beyhakî, el-Medhal, had. no: 751.
[594] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 148-149.
[595] Dârimî, en-Nakz, 131.
[596] Buhârî, tim, 39; Müslim,Hacc, 445; Ebû Dâvud, Menâsik, 89; Tirmizî, İlm, 12.
[597] Tirmizî, tim, 12; Beyhakî, Medhal, 764.
[598] İbnu'd-Deyba', Teysiru'l-Vusûl, III, 176. Ayrıca bkz. Beyhakî Medhal, 765.
[599] Buhârî,î'tisam, 5-6; Ferdiz, 21; Müslim, Hacc, 467; Ahmed, W, 187, 238.
[600] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 146. İbn Hacer, Ebû Cuheyfe'nin bunu sormasına, Şia'nın, Ehl-i Beytin yanında, özellikle de Hz. Ali'de, Hz. Peygamber'in başkalarından gizlice, onlara verdiği bir vahyin bulunduğu düşüncesinin sebep olduğunu söylemiştir.
[601] Müslim, Edâhl, 45; Nesâî, Taharet, 105.
[602] Ebû Dâvud, Diyât, 11; Nesâî, Kasame, 9.
[603] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 146-150.
[604] İbn Abdilberr, Beyâni'l-İlm, I; 71.
[605] Ebû Dâvud, Sünen, III, 319.
[606] Suyûti,Tedribü'r-Râvî, 150.
[607] Suyûtî, a.g.e., 150.
[608] Bkz. İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 149-150 (Hz. Ömer'in sözü ve müdahalesi hakkında ulemânın görüşleri)
[609] Buhârî, Cihad, 176; Hm, 49;ftisam, 26; Müslim, Vasiyyet, 20.
[610] Ahmed, Müsned, I,
222, 324.
[611] Buhârî, İlm, 49,Merdâ, 17; Müslim, Vasiyyet, 20.
[612] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 150.
[613] îbn Sa'd, Tabakat, II; Cemheretü Resâili'l-Arab, I; Kitâbu'l-Emvâl, 27, 125, 358; Ebû Yusuf, Kitâbu'l-Haraç, 85; el-Kureşî, el-Haraç, 116, 119; Siret ve tarihe ait kitaplar, Nesâî, Ebû Dâvud, Dârimî ve DŞrekutnî'nin sünenleri, İbn Hazm, el-Mahallâ, vb.
[614] Bu zât, Reşid Rıza'dır. Mecelletü'l-Menar, 10, Sayı: 10, s. 767.
[615] Bkz, Suyûtî, Tedrîbü'r-Râvi, 151; Ahmed Emin, Fecru'l-tslâm, I, 246.
[616] Bkz. Tedrîbü'r-Râvi, 150-151; Sehâvî, Fethu'l-Muğis, II, 18.
[617] İbnu's-Salah, Ulûmu'l-Hadis, 171; Müzekkiratü Tarihi't-Teşrî, 197-198.
[618] Tedrîbü'r-Râvi, 150; Fethu'l-Muğis, II, 18; Ulûmu'l-Hadis, 171.
[619] İbn Kuteybe, Te'vilu Muhtelefi'l-Hadis, 365-366.
[620] Hattâbî, Meâtimü's-Sünen, IV, 184.
[621] Suyûtî, Tedrîbü'r-Râvİ, 150-151.
[622] Nevevî, Şerh-i Müslim, XVIII, 130.
[623] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 149.
[624] Bkz. Suyûtî, Miftahu's-Sünne, 17; Ahmed, Şâkir, el-Bâisu'l-Hasis, 155.
[625] Ahmed Şâkir, el-Bâisü'UHasis, 159.
[626] Aynî, Umdetu'l-Kâri II, 167 (Kâd-ı lyâz'dan naklen).
[627] Dârimî, en-Nakz, 130-132.
[628] İbn Abdilberr, Beyâni'l-İlm, I, 72.
[629] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 72; Dârimî,Mukaddime, 43; Hâkim, Müstedrek, I, 107.
[630] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 72.
[631] Müslim. Mukaddime, 4.
[632] Müslim. Mukaddime, 4.
[633] Müslim, Zekât, 95, 97; Ebû Dâvud, Zekât, 39-40; Ahmed, Müsned II, 94.
[634] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 72.
[635] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 74.
[636] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 74.
[637] İbn Abdilberr; a.g.e.;i, 74.
[638] Müslim, İman, 54.
[639] îbn Abdilberr, a.g.e., I, 73; Hâkim, Müstedrek, I, 106.
[640] Hadislerin bir bölümünün, özellikle ilk kısımlarının zikredilerek bir araya getirilmesine, "el-Atrâf usûlü tasnif denir. Bkz. Mücteba Uğur, Hadis Terimleri Sözlüğü, 87 (Müt.).
[641] Tâhâ, 52.
[642] Suyûtî, Tedrîbur-Râvî, 276.
[643] Ibn Abdilberr'in naklettiği bu haberler için bkz. Câmiu Beyâni'l-Ilm, 70-77.
[644] Tevbe, 128.
[645] Bkz. Aynî, Umdetu'l-Kâri, IX, 303 vd.
[646] Bkz. Ali el-Muttakî, Kenzu'l-Ummal, X, 285.
[647] Bkz. Suyûtî, Tedribü'r-Râui, 206.
[648] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 4.
[649] Buhârî, İlim, 34;
Kasımı, Kauâidü't-Tahdis, 46-47.
[650] Kâsımî, Kavâidü't-Tahdis, 46-47.
[651] Kâsımî, a.g.e., aynı yer.
[652] Kâsımî, a.g.e., aynı yer.
[653] İbn Abdilberr, Beyâni'l-îlm, I, 76.
[654] Müsnedler;
hadislerin, konularına bakılmaksızın, Sahabe râvilerine göre ardarda sıralanarak
toplandığı hadis mecmualarıdır.
[655] Osman b. Ebî Şeybe ile Ebû Bekir b. Ebi Şeybe kardeştirler ve ikisinin de müsnedleri vardır. (Müt.)
[656] İbn Hacer, a.g.e., I, 4 vd.
[657] Fethu'l-Bâri, I, 146.
[658] Aynî, Umdetul-Kâri, II, 158.
[659] Bkz. Nevevî, Müslim Şerhi, XVIII, 129-130.
[660] Ibnu's-Salah, Ulûmu'l-Hadis, 169-171. (188) Fethu'l-Bâri, I, 146.
[661] EbûDâvud,iW, I.
[662] Hz. Ebû Bekir'in halife seçildiğinde Ashabın toplanıp durumu müzâkere ettiği yer ve gün.
[663] Ahmed, Müsned, III, 129, 1803.
[664] Buhâri, Humus, l;Ferâiz, 3; Müslim, Cihad, 49.
[665] Buhâri, İman, 17; Müslim, îman, 32; Tirmizî, Tefsir, 88.
[666] Buhârî,Bid'ül-Vahy, l;îman, 22; Müslim, İmaret, 155; Ebû Dâvud, Talak, 11.
[667] ibn Abdilberr, Beyâni'l-îlm, II, 123, 124, 134, 135.
[668] Buhârî,Libas,
82-87; Müslim, Libas, 119; Ebû Dâvud, Teraccül, 5.
[669] Buhârî, Saum, 10;Nikâh, 2; Ebû Dâvud.Nikâh, 1; Nesâî, Siyam, 43.
[670] Bakara, 156-160.
[671] Buhârî,İlm, 42; Müslim,Fedâil, 159.
[672] Müslim, Zühd, 71;
Ebû Dâvud, İlm, 7.
[673] Buhârî, Hm, 10.
[674] Ahmed, Müsned, IV, 283.
[675] Müslim, Mukaddime, 4.
[676] Ahmed, Müsned, II, 47, 83.
[677] Ahmed, Müsned, Aynı yer, III, 13, 39; İbn Mâce, Mukaddime, 4.
[678] Ahmed, I, 113; Tirmizî, Hm, 9.
[679] Müslim, Mukaddime, 3; Keşfu'l-Hafa, II, 147.
[680] ibn Abdilberr, Beyâni'l-Ilm, II, 121-122.
[681] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 123.
[682] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 124.
[683] Ebû Dâvud, Vitr,
26; Tirmizî, Salat, 181; Ahmed, I, 2.
[684] Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne, 42-43.
[685] Ahmed, IV, 433.
[686] Müslim, Zühd, 72.
[687] İbn Mâce, Mukaddime, 3; İbn Abdilberr, a.g.e., I, 79.
[688] İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, I, 272.
[689] Buhârî,//im, 38; İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, 1,271.
[690] Müslim, Mukaddime, 4.
[691] Benzer bir rivayet için bkz. Buhârî, İlim, 27; İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, I, 250-251.
[692] Rivayetler için Beyhakî'nin el-Medhal'ine bakınız.
[693] Buhârî,î'tisam, 8;İlm, 34; Müslim, Um, 13; Tirmizî, tim, 5.
[694] Müslim, İman, 80; Ahmed,Müsned, I, 451, 461.
[695] İbn Abdilberr,
Beyâni'l-İlm, II, 120.
[696] Müslim, Mukaddimetu'l-Kitab, I. 11; Beyhakî, Medhal, 362; İbn Abdilberr, Beyâni'l-îlm,I, 124.
[697] Buhârî,//m,49.
[698] Buhârî,Um, 42.
[699] Buhârî, Hm, 49; Müslim, îman, 53.
[700] İbn HaceT.Fethu'l-Bâri, I, 216-217, 228.
[701] Bkz. Mecmeu'z-Zevâid, lf¥10.
[702] Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne, 19.
[703] Şâfıî, Cimâu'l-İlm, 113.
[704] ibn Hazm, el-îhkam, II, 66-69.
[705] Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne, 6, 13-19.
[706] Şafiî, Risale, 225. Hadisin râvilerinin tenkid ve değerlendirilmesi için bkz. Mizânu'l-tti-dal, II, 357-358; Buhârî, Tarîhu'l-Keblr, IV, 291; Ayrıca Takrihü't-Tehzih, I, 102 259 509, II, 184, 341.
[707] Ibn Abdilberr, Beyâni'l-îlm, II, 191. Bkz. Şevkânî, el-Fevâidü'l-Mecmuâ, 278-291; el-Makâsıdu'l-Hasene, 36; Keşfu'l-Hâfa, h. no: 220; Beyhakî, Delâil, I, 27.
[708] Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne, 32 (Beybakfden naklen).
[709] Ebû Dâvud, Sünnet, 5; Tirmizî, İlm, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 2.
[710] Şâfıî, Risale, 51.
[711] Yunus, 15.
[712] Şâfıî, Cimâu'l-îlm, 118.
[713] Şâfıî, a.g.e., 134.
[714] Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne, 31 (Beyhakf den naklen).
[715] Haşr, 7.
[716] Zilzâl, 7-8.
[717] Bkz. et-Tâc, IV, Zilzâl Sûresi tefsiri (Buhârî, Tefsir, 99; Müslim, Zekât, 24.
[718] Nahl, 44.
[719] Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne, 34 (İbn Ebî Hatim'den naklen).
[720] Müsned, 111,497;
Mecmeu'z-Zevâid, I, 149-150.
[721] Suyûtî, Miftâhu'l-Cenne, 34. (Beyhakî'den naklen).
[722] Bkz. Suyûtî, a.g.e., 34; Rasûlullah (s.a.v.)'in, Kur'ân gibi emir ve nehiy sahibi olmasıyla ilgili beyanları için bkz. Beyhakî, Sünen, IX, 204.
[723] Bkz. Tahâvî, Şerhu
Müşkili'l-Âsâr, I, 159 (Tahkikli baskı, Beyrut, 1994).
[724] İbn Abdilberr, Beyâni'l-Um, II, 192.
[725] İbn Abdilberr, Beyâni'l-îlm, II, 192.
[726] Buhârî, Sulh, 5; Hudud, 30; Müslim,Hududt 25; Ebû Dâvud, Ekdiyye, II vb.
[727] Haşr, 7.
[728] Şafiî, Cimâu'l-îlm, 113.
[729] Ebû Dâvud, Sünnet, 5; Tirmizî,7Zm, 10; İbn Mâce,Mukaddime, 2.
[730] Şafiî, a.g.e., 114,115.
[731] Yıl, 9, Sayı: 7, s. 515.
[732] Hadisin durumu müellifin dediği gibi değildir. Hadis sabittir. Dr. Tevfik Sıdkî, daha sonra hadise, Zeyd b. Ali'nin el-Mecmu adlı eserinde Şevkânî'nin Naylü'l-Evtar adlı hadis kitabından naklen zikrettiğini gördüğünü belirtmiştir. Fakat değiştiremeden vefat etmiştir. Bkz. Tirmizî, Taharet, 64.
[733] Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefi ve Hauaşşihl, I, 54.
[734] Tirmizî, Mgnâkıb, 31; Mâlik, Kader, 3; Ahmed, Müsned, I, 51.
[735] Bkz. Şâtibî, el-Muvâfakât, IV, 7.
[736] Bkz. Şâtibt,e/-3ft*öd/bAfl*,III, 17; IV, 11.
[737] Şâtibî, el-Muvâfakât, IV, 7.
[738] Nahl, 44. (7)Şâtibî, a.g.e.,IV, 10.
[739] Hadis için bkz. Ebû Dâvud, Ekdiyye, 11; İbn Mâce, Menâsik, 38; Dârimî, Mukaddime, 20; Müsned, I, 37; Beybaki, Medhal, 207-208.
[740] Bkz. Dârimî, Mukaddime, 20;Sünen-i Kübra,X, 115.
[741] Bakara, 110.
[742] Al-İmran, 97.
[743] Buharı, Hibe, 14; Müslim, Zekât, 98; Ahmed,Müsned, VI, 99.
[744] Bakara, 188.
[745] Buhârî, Hacc, 147; Ebû Dâvud, Menâsik, 56; İbn Mâce, Menâsik, 84.
[746] Nisa, 19.
[747] Bakara, 187.
[748] Tevbe, 34-35.
[749] Mâide, 38.
[750] Mâide, 89.
[751] En'am, 82.
[752] İbn Kayyım, bütün sünnet çeşitlerinin bu üç grupta toplandığını beyan eder; Bkz. et-Turûku'l-Hükmiyye, 72-73.
[753] Bakara, 180.
[754] Buhârî, Vasâyâ, 6; Ebû Dâvud, Vasâyâ, 6; Tirmizî, Vasâya, 5.
[755] Nûr, 2.
[756] Buhârî, Şehâdât, 8;Hudu, 32; Ebû Dâvud,Hudud, 23.
[757] Ibnu'l-Kayyım, a.g.e., II, 382.
[758] Nisa, 24.
[759] Buhârî, Nikâh, 6; Müslim, Radâ, 1; Ebû Dâvud, Nikâh, 6.
[760] Nisa, 29.
[761] Bakara, 275.
[762] İmam Şafiî'den yapılan nakiller için bkz. er-Risâle, 51, 52, 53.
[763] Ancak şunun da bilinmesi gerekir : Şâtibî'nin bu meselede hakiki bir muhalefet ettiği, sünnetle ilgili bahislerle, üçüncü meseledeki delil ve görüşlerini serdederken ifadelerinin zahirinden anlaşılmaktadır. Fakat dördüncü meselenin sonundaki sözlerine baktığımızda onunla bizim aramızdaki ihtilâfın lâfızlarda olduğu, konunun aslında olmadığı anlaşılmaktadır. Bunu, bahsin sonunda ele alacak ve Şâtibî'nin zikrettiği delilleri tenkide tâbi tutacağız. Çünkü Şâtibî'den önce bu konuyu ele alan herhangi bir esere rastlamadım. Ondan sonra te'lif edilen eserler, hep kendisinden nakilde bulunmuşlardır.
[764] Şâtibî, a.g.e., IV, 12.
[765] Saffât, 103-107.
[766] Nisa, 65.
[767] Nisa, 59.
[768] Mâide, 92.
[769] NÛr, 63.
[770] Nisa, 80.
[771] Haşir, 7.
[772] Şâtibî, a7g.e., IV, 19, 20.
[773] Nisa, 65.
[774] Nisa, 80.
[775] M. Abdülaziz el-Hûlî, Miftâhu's-Sünne, 9-10.
[776] Ebû Dâvud, Sünnet,
5; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Dârimî, Mukaddime, 16.
[777] Ebû Dâvud,' Sünnet, h. no: 4605; Tirmizî, İlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 2; Hâkim, Müstedrek, I, 108.
[778] Ebû Dâvud, Sünnet, h. no: 3050; Beyhakî, Sünen, IX, 204.
[779] Şâtibî, a.g.e., IV, 20.
[780] Bkz. Şevkânî, Neylü'l-Evtân VI, 51; îbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 52.
[781] Bkz. İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 459.
[782] Bkz. İbn Kudâme, a.g.e., V, 454.
[783] Bkz. İbn Kudâme, a.g.e., VII, 478; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr VI, 126.
[784] Bkz. İbn Kudâme, a.g.e., XI, 65.
[785] Nisa, 65.
[786] Âyetin sebeb-i nüzul ve Hz. Peygamber'in hükmü için bkz. Buhârî, Tefsir, 4; Sulh, 12; Müslim, Fedâil, h. no: 129; Ebû Dâvud, Ekdiyye, 31; Tirmizî, Ahkam, 26, İbn Mâce, Mukaddime, 2.
[787] Ebû Dâvud, Sünnet,
h. no: 4604; Tirmizî, İlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 2.
[788] Zilzâl, 7-8.
[789] Buhârî, Tefsir, Zilzâl Sûresi; Müslim, Zekât, 6.
[790] Bkz. el-Muhallâ, II, 81; el-Muğnî, I, 283; Şerhu'r-Ravda, I, 94.
[791] Şâtibî, el-Muuâfakât, IV, 12-13.
[792] Nahl, 44.
[793] Kalem, 4.
[794] Müslim, Müsâftrin, 139.
[795] En'âm, 37.
[796] Mâide, 3.
[797] Nahl, 44.
[798] Bkz. Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, XIII, 136.
[799] Kasas, 2.
[800] Nahl, 89.
[801] Nahl, 89.
[802] En'âm, 38.
[803] Kalem, 4.
[804] Mâide, 67.
[805] En'âm, 106.
[806] Mâide, 3.
[807] Bkz. Şâtibî, el-Muvâfakât, III.
[808] Bkz. Şâtibî, a.g.e., IV, 24.
[809] Nisa, 115.
[810] Ayette, mü'min cemaatin aksine gidenler azapla korkutulmuşlardır. Bu da icmâ-i ümmetin hak ve gerekli olduğuna bir delildir. (Müt.)
[811] Şâtibi, a.g.e., 25-26.
[812] Nahl, 44.
[813] Beyhakî, Delâil, I, 25-26.
[814] Suyûtî, Müftâhu'l-Cenne, 41-42.
[815] Dârimî,Mukaddime, 49; Suyûtî, a.g.e.
[816] İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm; Suyûtî, a.g.e.
[817] Bkz. Şâtibî, a.g.e., IV, 27.
[818] Bkz. el-Muuâfakât, IV, 32.
[819] el-Muvâfakât, IV, 39-40.
[820] Bkz. Şâtibî, el-Muvâfakât, IV, 52.