Ahmed
Kalkan ile Röportaj
Vuslat: Hocam,
öncelikle kendinizi tanıtır mısınız, Ahmed Kalkan kimdir?
Bismillâh. "Ahmed Kalkan, kim
midir?" On sekiz bin olduğu rivâyet edilen âlemlerden biri olan, yedi
gökten birinci kat semâyı oluşturan evrenin parçasında, iki yüz milyar
galaksiden biri olan, ismine Samanyolu galaksisi denilen ve bir milyon dört yüz
bin yerküre büyüklüğündeki güneşimiz gibi içinde iki yüz milyon yıldız
barındıran galaksimizin içinde denizde damla gibi duran dünya denilen yuvarlakta
milyonlarca canlı çeşidinden biri olan insan adlı varlığın, Hz. Âdem'den bu
yana yaşamış koca bir zaman dilimindeki insan nesli/seli içinde, 21. yüzyılda
yaşayan 7 milyar insandan biri. Bu kadar küçük, basit ve önemsiz birisi Ahmed
Kalkan. Buna rağmen Allah'ın, kendisini kulluğa kabul ettiği; ümitleri,
beklentileri, hayalleri hiç de küçük olmayan, kullardan bir kul, bir abdullah.
Kimliği; bir müslüman.
1955 yılında Kütahya'da doğdu.
İlkokuldan sonra hâfızlık ve Arapça eğitimi aldı. Konya İmam Hatip Lisesi
(1974), At. Üniversitesi Edebiyat Fakültesi (1978) mezunu. 1979-1983 yıllarında
Sakarya Karasu'da Edebiyat öğretmenliği yaptı. Belki, Türkiye'de en kısa
zamanda görev yaptığı şehirden ilçeye sürülen öğretmen olma sıfatına sahip
oldu. Tâyin olduğu Adapazarı lisesine ilk gittiğinde, müdür odasında müdür
vekili olan bayan baş muâvin tarafından karşılandı. "Hoş geldiniz"
diyerek uzatılan eli, bayan eli diye sıkmadığının cezasını çekti.
"Uzatılan eli, haram olduğu için,
erkekle kadının tokalaşmasının câiz olmadığına inandığı için
tokalaşamayacağının mâzur görülmesini rica ettiğini" söyledi. Sen misin
bunu yapan? Yaklaşık otuz saniye kadar bekledikten sonra, "derslere
girmenize gerek yok, birkaç gün gezip eğlenin!" denildi. Ve ilâve edildi:
"Din Dersi öğretmeni bile sakınca görmüyor da..." diye. Uygun şekilde
cevap verdi. Göreve başladığı halde derslere giremediği okuldan bir hafta sonra
Karasu ilçesindeki liseye tayininin çıktığı (sürüldüğü) söylendi. Başlarken
bile ortaya çıkan öğretmenliğin memurluk tarafını hiç mi hiç sevemedi.
Öğretmenliği sırasında "Atatürk'ün cenâze namazının nerede kılındığını
bilmiyorum" sözü gerekçe gösterilerek laikliğe aykırı tutum ve
tavırlarından dolayı bir yıl hapis cezasına çarptırıldı. Kendi isteği ile memurluktan
istifa ettikten sonra fahrî ve özgür öğretmenliğini yaşadığı ve hasta olmadığı
sürece sürdürmeye çalıştı. Öğrencilik yıllarında memleketi dışında, Afyon,
İstanbul, İzmir, Konya ve Erzurum adlı şehirlerin her birinde yıllar geçirdi.
Türkiye'nin dörtte üçünü, dünyanın da sadece 23 ülkesini genç yaşlarında gezip
gördü. Daha çok Fransa ve Hollanda'da olmak üzere sekiz yıl Avrupa'da kalıp
cemaat çalışmaları ve serbest öğretmenlik yaptı.
Avrupa'da kaldığı yıllar bir arkadaşı
ile 21 sayı süren Kıyam adlı bir dergi çıkardı. Yazıları, bu derginin yanı
sıra, Avrupa'da Hicret, Tebliğ, Haksöz, Yeryüzü gibi dergilerde yayımlandı. İlk
sayısından itibaren Vuslat dergisi yazarlarından olan Ahmed Kalkan, Özel FM
adlı radyoda programlar yaptı, halen Yurt FM'de Kur'an Kavramları adlı
programını sürdürmektedir.
1992 yılından bu yana İstanbul'da bir
vakıfta görev yapmakta ve fahrî öğretmenliğini sürdürmekte olan Kalkan,
1998'den beri konulu tefsir çalışması olarak Kur'an Kavramları üzerinde
çalışmaktadır. İleride Kavram Tefsiri adıyla yayımlatmayı düşündüğü bu kapsamlı
çalışma, aynı zamanda çalıştığı vakıfta ders olarak da sunulmaktadır.
Evli ve (6-2=) dört çocuk babası olan
Kalkan'ın yayımlanmış üç eseri vardır. Sanat Bilinci (Denge Y. İst. 1993,
1997), Evlilik ve Aile Hayatı (Konya, 1999), İslâm Akaidi (İst. 2002).
Bu, başlangıcı biraz bilimsel ve
fikirsel, devamı da biraz resmî tanıtmadan sonra, onun dünyasını biraz daha
deşelim isterseniz: Bakmayın onun kendini fahrî öğretmen diye tanıtmasına,
başkalarının da ona hoca demesine. Aslında onun mesleği öğrencilik. Öğretmenlik
gibi onu da ne kadar becerebiliyor, o da tartışılabilir. Hayatı boyunca da bu
meslekten ayrılmak istemiyor Ahmed Kalkan. O, bir Kur'an talebesi olmaya
çalışıyor, zirvesi "canlı Kur'an" olan "hamele-i Kur'an"
dağına tırmanma çabasını ölünceye dek sürdürmeyi düşünüyor. Kur'an'ı anlamaya
ve anlatmaya çalışıyor; okumaları ve yazmaları, konu ve konuşmalarının
gerekçesi bu. Yaratılış amacının Allah'a kulluk, kulluğun yolunun da Kur'an'da
çizildiğini unutmamaya çalışıyor (ama arada-sırada da unutuyor). Sekiz ameliyat
geçiren ve gece-gündüz sürekli ağrılarla imtihan olan bedenini, bu gayret
ayakta tutuyor. O düşünüyor ki, doktorluğa soyunanların hasta olmaya hakları
yoktur. Başka hastalarla uğraşmak, onun derdini unutturacak ve hoşlanmadığı
şey, hayır olabilecektir.
Ağrılarının müsâade ettiği zamanlarda,
çevresindekiler onu ya bir kitabın sayfaları arasında kaybolmuş veya bilgisayar
başında yazarken kendini bulmuş görürler. Kimilerinin zannettiğinin aksine, çok
konuşmayı sevmez; sevmez ama, mecbur olduğunu düşünerek bazen çok konuştuğu da
olmaz değil. İçindeki sancıların dışına aksetmemesine çalışır, güleryüzlü
olmanın şükreden bir kul olmak için asgarî bir şart olduğunu, aksinin bunca
nimete nankörlük kadar, kul hakkını çiğnemeye de girdiğini düşünür. Zaafları
sayılamayacak kadar çok olduğu için onları sıralamaya gücü yetmez. Rabbi ile
kendi arasında kalmasını, O'nun da yok saymasını diler. Eh, bu kadar tanıtma da
yeter. (İnsanın kendinden bahsetmesi, gerçekten zor. Bu zorluğu kısmen
kolaylaştırmanın yolu olarak, birinci tekil yerine üçüncü tekil şahıs zamiri
kullanmak da biraz yazar kurnazlığı olsa gerek.)
Vuslat: Hocam, dünyada
çok sıcak gelişmeler yaşanıyor. 11 Eylül hâdisesinden hemen sonra ABD, bu olayı
bahane ederek önce Afganistan’ı sonra da Irak’ı işgal etti. Müslüman devletler
ve toplumlar, sizce gerekli tepkiyi verdiler mi? Meselâ, İslâm Konferansı
Örgütü, Arap Birliği gibi müslümanların iç örgütlenmeler ve Birleşmiş Milletler
gibi dış teşkilatlar nezdinde sizce Müslümanlar gerekli girişimde bulunup bu
teşkilatlar aracılığıyla kamuoyunu harekete geçirebilmek için gerekli çabayı
sarfettiler mi? Sarfetmedilerse, sizce bunun nedenleri nelerdir?
Sorunuzu cümle cümle cevaplamaya
çalışayım: "Dünyada çok sıcak gelişmeler yaşanıyor" diyorsunuz.
"Ne zaman yaşanmadı ki?" diye karşı soru ile cevaplayayım. Dünyada
insanın sınavı başladığı günden beri sıcak gelişmeler olmakta. Hak-bâtıl savaşı
da denilebilir buna. Kur'an bu gerçeğe şöyle ışık tutar: "...Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar
size karşı savaşa devam ederler..." (2/Bakara, 217). Bu savaşın
cepheleri de Kur'an aynasında çok nettir: "Mü'minler
Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın
dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı
zayıftır." (4/Nisâ, 76). "Bir bahâne bularak ABD'nin Afganistan
ve Irak'ı işgal ettiğini" sorunuzda dile getiriyorsunuz. Bana göre ABD'nin
işgali yeni olmadığı, bu bahâneden çok öncelere uzandığı gibi, işgal ettiği
ülkeler de sayılan iki ülke ile sınırlı değil. Ordu ile fiilî işgaller hem
pahalıya mal olduğu, hem de çok tepki topladığından istenilen uzunlukta
sürmez. Göreceksiniz, işgal gücü olarak
orada kalmaktansa, piyonlarını işbaşına geçirip işgal ettiği ülkelerden çıkar
gibi yapacaklar; sahte kurtarıcılar çıkacak, halk da sevinecek. Ama, uzaktan
kumanda ile postmodern işgal sürecek. Bu, hemen her Ortadoğu ülkesinin başına
gelen eski(meyen) senaryo.
Esas işgaller silâhsız güçlerle yapılan
işgallerdir. Sömürü ile, yönetim tarzı ile, film endüstrisi ile, dayatılarak
değil sevdirilerek mecbur edilen İngilizce ve kültürü ile, dostu düşman düşmanı
dost ettirme ile, kendisine benzeterek, daha doğrusu kendisine bağımlı hale
getirip köleleştirerek yapılan işgaller, sadece bu iki ülkeyi değil;
müslümanların yaşadığı hemen tüm ülkeleri kapsıyor. Esas işgal toprakların
işgali değil; kafaların ve gönüllerin işgalidir. Allah'ın abdi/kulu olduğunu
unutup ABD'nin abdi olmayı tercih etmektir.
"Müslüman devletler ve toplumlar,
sizce gerekli tepkiyi verdiler mi?" Kim onlar? Var mı böyle devlet ve
toplum? "Müslüman devlet" tanımını "müslüman devlet"
zannedilen devletler bırakın kabul etmeyi, anayasal suç sayarlar. Bölücülük ve
dincilik yapıldığı, devleti dinin kurallarına uydurmaya çalıştığı gerekçesiyle
bu sıfat tamlamasını kullanan hakkında cezâî işlem yaparlar. Hangi ülkeden mi
bahsediyorum. Müslümanların yaşadığı tüm ülkelerden. Birey olarak bazı
müslümanca tavırlar taşımasına rağmen, toplumlar İslâm toplumu olmaktan çok
uzaktır bu ülkelerde. Acı da olsa, içinde kendimizin de yaşadığı (buna yaşamak
denirse) toplum da dâhil olmak üzere "câhiliyye toplumu"dur
toplumlar. Toplumların yönetimleri, eğitimleri, günlük yaşayış ve dünyaya
bakışları, ahlâk(sızlık)ları, kısaca dışa yansıyan her şeyleri câhiliyye
özelliği ile izah edilebilir ancak. İçte sakladıkları iman mıdır, imansa şirke
karışmış inanç kirliliği midir, o konu ayrı bir husus. Tek tek tanımadığımız
bireylerin imanını test edip teslîm veya tekfîr bize düşmez. Evet, câhilî
devlet ve toplumların zâlimlere gerekli tepkiyi gösterebilecekleri
beklenmemelidir. Müslüman zannedilen devletlerin, Amerika denilen İsrail'in
sömürgesi süper cüce devlete, yöneticileri resmen kâfir olan Batı ülkeleri
kadar bile karşı çık(a)madıkları, dilleriyle bile tepki göstermedikleri hiç
sürpriz değil! Devlet olarak müstemleke, toplum olarak köle durumundakilerden
başka ne beklenir ki! Onlar, güzelim torununun değil; dede Abdülmuttalib'in
izinde. Irak'tan ve diğer ülkelerden onlara ne? Onlar paralarının, maaşlarının
derdinde; koltuklarının, rahatlarının (yani develerinin) peşinde...
"Arap Birliği ve İslâm konferansı
gibi iç örgütlenmeler nezdinde kamuoyu oluşturulabilmiş ve yeterli girişimlerde
bulunulmuş mudur?" Cevabı, kısmen yukarıdaki cümlelerin içinde var. Yine
de kısaca değineyim: Biri nasyonalist anlamında milliyetçi, daha doğrusu
ulusalcı, diğeri de İslâm'a iftira ve istismar olarak aziz dinimizin adını
kirleten örgütler, ne kadar İslâm'a, hatta müslümana atfedile
Kur'an okunarak başlanmasından başka
İslâm'la hiçbir ilgisi olmadığı söylenebilecek baraj kapağı görevi yapan,
sanal, göstermelik ve sadece "konferans" iddiasından ibâret renksiz,
ya da renk cümbüşü, alaca bir örgüt. Bunlar mı çözecek müslümanların problemlerini.
Bugüne kadar çözebildiği tek sorun oldu mu ki, bu sorunun çözümü onlardan
beklensin. "Birleşmiş Milletler
gibi dış teşkilatlar aracılığıyla çözüm arayışı" müslümanların içler acısı
durumunu ortaya koymaya yetiyor. Kurdun kuzulara saldırısına çözüm bulsun diye
kurtlar sürüsünden medet ummak kadar acı bir şey olmasa gerek. Bir leş miş
milletlerden yarar uman da bir leş olmaya adaydır desek ağır mı olur
acaba?
Vuslat: Hocam, siz
eski bir öğretmensiniz ve eğitimle hâlâ yakından ilgilisiniz. Biraz da yeni
eğitim sezonunun başlaması nedeniyle hepimizi ilgilendiren okullarımızdan
konuşalım. Türkiye’de yaz-boz tahtasına çevrilmiş bir eğitim sistemi önümüzde
duruyor. Her siyasî parti iktidara geldiğinde birtakım siyasî mülâhazalarla
eğitime müdahale ediyor. Bu da, toplumun temel dinamiği genç kuşaklar açısından
ele alındığında, sağlıklı ve nitelikli insan yetişmesine engel oluyor. Sizce
bugün eğitim alanında yapılması gerekenler nelerdir? Sorumlu bir anne baba
olarak eğitimin ortaya çıkarttığı sakıncalardan çocuklar nasıl korunabilir?
Eğitim, başlı başına kitaplık, hatta
kütüphanelik bir konu. Hele Kitapsız eğitim... Eğitim, Rab kavramını gündeme
getirir. İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah'tır.
O'nu temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm olur. Pansuman tedaviler yerine;
radikal değişim ve çözümler olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu
yürüyerek geçmeyi düşünmek demek. Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel
kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir.
Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah'ı karıştırmaz. Oralara başka
ilâhlar(!) yön verir. Halbuki Kur'an'a göre yönetmek ve eğitmek sadece Allah'a
ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O'nun
hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale
ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı
düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın
oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden
tutun, hiçbir konu Allah'a dayandırılmaz. Besmele ile başlamak bile yasaktır
derse, Es-selâm'la sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu
zihniyette. Ama, besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin
veremeyeceği tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi
daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli
olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz bilimleri ve eğitim
anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rablığı) Allah'a hiç
dayandırmadığından; yoktan var edici,
yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara
inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur'an'ın
ilkelerine hiç yer vermeyen, O'nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel
bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz? Yaratma konusunda
Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre
kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı,
okuyup-yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak
tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile
başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır.
Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak
istenir. Peygamberler değil, krallardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne
çıkarttığı, hak-bâtıl mücâdelesi değil. Savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk
uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri,
ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri
olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her
ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil
medeniyetidir. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinden de anlaşılacağı gibi,
Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir bu zihniyete göre.
Allah'ın yazdığını önemsemeyen topluma,
yazıp bozanlar alın yazısıdır. Ebediyyen silinme ihtiyacı hissedilmeyecek,
bozulmayacak yazıyı hatasız Zât yazabilir ancak. Yazıp bozmak insana aittir.
Okullarda da yazı tahtası vardır, Ali yazsın, Veli bozsun/silsin diye. Peki,
öyleyse niye yaz-boz tahtasına döndü eğitim diye şikâyet ediliyor? "Ne
yapmalı?" sorusu yukarıdaki teşhisin içinde. Hastalık doğru teşhis
edilmeden tedâvi mümkün değildir. Doğru teşhise katılan, hatanın nerede
olduğunu tesbit eden, çözümü bulmakta zorlanmayacaktır. Çocuk, anne ve babaya
emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana-baba, kendisi veya
vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke
bulaştırılacak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren
büyüklerine şöyle diyecek: "Yüzleri
ateşte evrilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik,
Peygamber'e itaat etseydik!' derler. 'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylere ve
büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler.
'Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip
rahmetinden kov." (33/Ahzâb,
66-68)
Vuslat: Hocam, belki
geç kalınmış bir soru ama, nihâyetinde üç ayların içerisindeyiz. Bu konuda
halkımızın üç aylar denilen Receb, Şaban ve Ramazan aylarına hasrettikleri kimi
ibâdetler var. Bunların İslâm kaynaklarındaki yeri nedir?
Nice müslüman, dinlerini temiz kaynaktan
öğreneceklerine, bulanık ve karışık eser ya da sözleri tercih ettiklerinden;
hakla bâtıl, doğru ile yanlış, ibâdet ile bid'at karışmış; ucuzcu, kolaycı,
kestirmeden cennet vaad eden anlayışları din yerine koymuştur. Üç aylar
hakkında önce sahih hadislere bakalım; sonra da uydurmalara:
İbn Abbâs (r.a.)
şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.) Receb ayında bazı yıllarda öyle oruç tutardı
ki biz, ‘(gâliba) hiç yemeyecek (ayın her gününde tutacak)’ derdik. (Bazı
yıllarda da öyle) yerdi ki biz, ‘(gâliba) hiç tutmayacak’ derdik.” (Buhârî,
Savm 53; Müslim, Sıyâm 179, hadis no: 1157; Ebû Dâvud, Savm 55, h. no: 2430)
Âişe
(r.a.)anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) (bazen) oruca öyle devam ederdi ki, ‘(bu
ay) hiç yemeyecek’ derdik. Bazen de öyle devamlı yerdi ki, ‘(bu ay) hiç
tutmayacak’ derdik. Ben, onun Ramazan dışında bir ayı tam olarak tuttuğunu
görmedim. Herhangi bir aydan Şâban ayında tuttuğundan daha fazla tuttuğunu da
görmedim.” (Buhârî, Savm 52; Müslim, Sıyâm 175, hadis no: 1156; Ebû Dâvud, Savm
56, 59, h. no: 2431, 2434; Tirmizî, Savm 37, h. no: 736; Nesâî, Savm 70;
Muvattâ, Sıyâm 56)
Peygamberimiz;
“Şa’bân ayında oruç tutmanın çok fazîletli olduğunu” (Tirmizî, Zekât 28, hadis no: 663; Nesâî, Savm 70) bildirmiştir.
Özellikle üç aylar
denilen Receb, Şâban ve Ramazan ayının tüm günlerini peş peşe oruçlu geçirmek
sünnette olmayan, sonradan uydurulmuş bir davranış biçimidir. Bazı insanların
önemli bir sünnet gibi Receb ve Şâban ayının tümünü oruçla geçirerek oruç
aylarını üçe çıkarmaları doğru değildir. Bunun yanında, Receb ve Şâban ayının
bazı günlerinde oruç tutup bazı günlerini oruçsuz geçirmek çok daha
fazîletlidir. Ümmü Seleme (r.a.) anlatıyor: “Ben Rasûlullah (s.a.s.)’ın Şâban
ve Ramazan dışında iki ayı peş peşe tam olarak oruçla geçirdiğini görmedim.”
(Tirmizî, Savm 37, hadis no: 736; Ebû Dâvud, Savm 11, hadis no: 2335; Nesâî,
Savm 70). Buhârî ve Müslim başta olmak üzere çoğu hadis kitaplarında yer alan
hadise göre ise, Âişe annemiz, Rasûlullah (s.a.s.)'ın Ramazan dışında bir ayı
tam olarak oruçlu geçirdiğini görmediğini söylemiş, buna rağmen başka aylarda
tutmadığı kadar Şâban ayında nâfile oruç tuttuğuna şâhit olduğunu belirtmiştir.
Ramazan ayını
karşılamak için, bir-iki gün önceden oruca başlamak da doğru değildir. Bu,
hıristiyanların farz oruca yaptığı ilâvelere benzer. “Sizden kimse, Ramazanı bir veya iki gün önceden oruç tutarak
karşılamasın. Eğer bir kimse, önceden oruç tutmakta idiyse, orucunu tutmaya
devam etsin.” (Buhârî, Savm 14; Müslim, Savm 21, h. no: 1082; Ebû Dâvud,
Savm 11, h. no: 2335; Tirmizî, Savm 2, h. no: 684; Nesâî, Savm 31, 32)
Üç tanesi Receb ve
Şa'ban ayında değerlendirilen "kandil gecesi" denilen geceler ve o
gecelerde yapılan özel nâfile namazlarla ilgili bütün hadis rivâyetleri
uydurmadır. Asr-ı saâdette bu gecelerde, bu geceye has özel namaz kılınması bir
tarafa, Kadir gecesi dışında bunlar kutlanılmıyordu bile (kandil yoktu ki
gecesi olsun; hoş, şimdi de kandil yok; artık ampul gecesi, floresans gecesi
denmeli).
İnsanlar, Allah'ın
gönderdiği dini tahrif etmeden yaşamayı değil de; kolay yoldan Cennete
gidivermeyi, bir-iki gece nâfile namazla, bir-iki geceyi ihyâ ile tüm senenin
ibâdetlerini unutturuvereceklerini düşünüyorlar. Bir dahaki seneye kadar da
yine câhilî hayatlarına devam edip sonraki kandil geceleriyle işi halletmeyi
hedefliyorlar. Bu konuda nice yarım hoca da, bu yanlışa ortak oluyor, hatta
böyle tahrif edilerek basitleşmiş din anlayışını, bol keseden sevap ve ucuz
cennet vaadini onlar icat ediyorlar. Bu konuda vâizlerin dilinden düşmeyen, Peygamber
hadisi diye takdim edildiği halde uydurma
olduğu kesin bazı rivâyetleri hatırlatalım:
“Gecelerin en büyüğü dörttür: Recep
ayının ilk gecesi, Şa’bân ayının on beşinci gecesi, Ramazan ve Kurban Bayramı
geceleri.”
“Cennette Receb adında, sütten daha beyaz,
baldan daha tatlı bir nehir vardır. Kim Receb ayında bir gün oruç tutarsa Allah
(c.c.) onu bu nehirden sulayacaktır.”
“Receb ayının ilk gecesinde on rekât
namaz kılınır. Her rekâtta Fâtiha, Kâfirûn ve üç İhlâs okunur.”
“Receb ümmetimin ayıdır. Onun diğer
aylardan üstünlüğü, ümmetimin diğer ümmetlerden üstünlüğü gibidir. Şâbân benim
ayımdır. Onun diğer aylardan üstünlüğü benim diğer peygamberlerden üstünlüğüm
gibidir. Ramazan Allah’ın ayıdır. Onun üstünlüğü ise Allah’ın, mahlûkatı
üzerine üstünlüğü gibidir.”
"Reğâib namazı on iki rekâttır.
Receb ayının ilk Perşembe günü oruç tutulur. O gün akşamla yatsı arasında on
iki rekât namaz kılınır. Her iki rekâtta selâm verilir. Her rekâtta Fâtiha'dan
sonra üç defa Kadir Sûresi ve on iki defa da İhlâs okunur. Namazdan sonra şu
salevât okunur: 'Allahumme salli alâ Muhammedini'n-Nebiyyi'l-ümmiyyi ve alâ
âlihî ve sahbihî ve sellim.' Sonra
secdeye varır ve yetmiş kerre 'Sübbûhun Kuddûsun Rabbu'l-melâikeh' der. Başını
secdeden kaldırır ve şöyle duâ eder: 'Ey Rabbim, beni affet, bana acı. Bildiğin
hatalarımı bağışla. Çünkü Sen çok güçlü ve kerem sahibisin.' Tekrar secdeye
varır. Tesbihi tekrarlar ve secdede iken Allah'tan ihtiyacını ister. Tesbihi
tekrarlar ve secdede iken Allah'tan ihtiyacını ister. Böyle yaparsa inşaallah
isteği yerine gelir."
"Receb ayının ilk Cuma gecesi olan
Reğâib gecesinde kılınan namazdan sakın gaflet etmeyin. Kim o gecede namaz
kılarsa, Allah (c.c.) ve melekleri ertesi yıla kadar ona rahmet ve duâda
bulunur. O kişi dünyada İslâm ile yaşar, iman ile buradan ayrılır ve kıyâmette
iyilerle beraber haşrolur.
"Kim Receb ayının bir gecesinde,
akşam namazından sonra, yirmi rekât namaz kılar, her rekâtta Fâtiha ve İhlâs
sûrelerini okur ve on selâmda bu namazı edâ ederse, Allah o kimseyi, âilesi ve
yakınlarını belâ ve musîbetlerden korur."
"Miraç namazı, Receb ayının yirmi
yedinci gecesi Fâtiha ve İhlâs Sûresi ile on iki rekât olarak kılınır. Sonra,
yüz kere 'Sübhânallahi ve'l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber',
yüz kere istiğfâr ve yüz kere salevât-ı şerîfe okunur. Sonra da kişi kendisi
için duâ eder ve oruçlu olarak sabahlar."
"Kim, Berat gecesinde yüz rekât
namaz kılar, her rekâtta Fâtiha ve on beş kerre İhlâs sûresi okursa, Allah
Teâlâ, onun üzerine beş yüz bin melek indirir. Her melekte nurdan bir defter
vardır. Kıyâmete kadar onun sevâbını yazarlar."
“Allah (c.c.) Ramazan ayının ilk günü
sabahında, hiçbir müslümanı bırakmadan hepsini mağfiret eder.”
Tekrar
belirtelim; örnek olarak verdiğimiz bu on rivâyet ve benzerleri, hadis değil,
uydurmadır. Daha bunlar gibi nice
uydurmalar Peygamberimiz'e, dolayısıyla Din'e iftirâ edilerek sevap niyetiyle
cehenneme minder taşınmakta, tamamlanmış Din'e ilâve ibâdetler eklenerek bid'at
ihdâs edilmektedir.
Vuslat: Halkın bu tarz
dinî algıları boşa çıkartılırsa, zaten her geçen gün dinin etkisini üzerinde
hissetmeyen insan tipiyle karşılaşıyoruz. Peki, bunun yerine dinî olanı nasıl
vereceğiz?
Bu yaklaşım, Peygamberimiz "her
bid'at, insanı ateşe sürükleyen dalâlettir" dediği halde, tarihte bid'atleri
ikiye ayırıp bazılarını bid'at-i hasene yakıştırması ile kutsayan bir
anlayıştır. ‘Bid’at’ sözlükte, daha önceden bir örneği olmaksızın yapılan,
sonradan icat edilen şey (muhdes) demektir. Kavram olarak ‘bid’at’; Şeriata
karşıt olması sebebiyle onunla ters düşen ve onda bir fazlalık ya da noksanlığa
neden olan şeydir. Bid’at, Sünnetin zıddı olarak kullanılmaktadır ki, Şârî’nin
(din koyucunun) açık ya da dolaylı, sözlü ya da fiilî izni olmaksızın, dinde
sahâbeden sonra ortaya çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmadır. Peygamberimiz
(s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde)
Sonradan ortaya çıkan her şey bid’attir; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve
sapıklık insanı ateşe sürükler.” (Müslim, Cum'a 43, h. no: 867; Ebû Dâvûd,
Sünnet, h. no: 4606; İbn Mâce, Mukaddime 7, h. no: 45-46; Nesâî, Iydeyn 22) “Allah (c.c.) bid’at sahibinin, orucunu,
namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, infâkını (hayır yoluna
harcamasını), şâhitliğini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi dinden
çıkar.” (İbn Mâce, Mukaddime 7, h. no: 49)
Bu kadar tehlikeli ve imandan ayırıcı olan bid’at konusunda
müslümanların doğal olarak duyarlı olmaları gerekir. Allah (c.c.) kendi dini
olan İslâm’ı peygamberinin tebliği ile insanlara ulaştırmış ve onu tamamlamıştır
(5/Mâide, 3). Hz. Muhammed (s.a.s.) yaşayarak ve uygulayarak İslâm'ın ne
olduğunu ortaya koymuştur. Hiç bir insanın bu dine müdâhale hakkı yoktur; kimse
ne dinden eksiltme yapabilir ne de ona bir şey ilâve edebilir. Ancak, değişen
zamana göre, gelişen ilimler doğrultusunda yeni şeyler icat edilir, yeni
buluşlar ve teknikler, hatta yeni görüşler ortaya çıkabilir. Bid’at’ın sözlük
anlamına takılarak, yeni ortaya çıkan her şeye bid’at demek mümkün değildir. Bu
hem Din’i anlamamak, hem de Din’in mubah (helâl) alanını haksız olarak
daraltmak, Din’in uygulanmasını zorlaştırmaktır.
Peygamberimiz'in
deyişiyle bütün bid’atler merduttur (reddedilmiştir). Hiç birinin İslâm'a göre
bir değeri ve hükmü yoktur. Çünkü böyle bir şey, İslâm’da eksiklik veya
fazlalık olduğu düşüncesine dayanır. Halbuki Din Allah (c.c.) tarafından
insanlar için beğenilip gönderilmiş ve tamamlanmıştır. Onda eksik veya fazla
bir şey yoktur. Bid’atçıların bir kısmı
Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı inanç ve amelleri uydurup İslâm'a sokarlar, onları
Din'denmiş gibi sunarlar. Bazıları da İslâm'ı daha iyi yaşamak, daha dindar bir müslüman olmak amacıyla yeni ibâdet ve inanış türleri
uydururlar. Her iki tutum da yanlıştır. İnsanlara düşen görev, İslâm'ın,
olmayan eksikliklerini bulup kendi
akıllarınca o eksiklikleri gidermek değil; İslâm'a hakkıyla teslim olarak
ellerinden geldiği kadar onu yaşamaktır. Unutmamak gerekir ki, hiç kimse
İslâm'ı Hz. Muhammed (s.a.s.)’den daha güzel yaşayamaz, O’ndan fazla dindar
olamaz.
‘Güzel
bid’at, kötü bid’at’ tanımları net değildir. Hangi inanış, hangi amel ve âdet
bid’attır, hangisi güzeldir, hangisi kötüdür? Bu gibi değerlendirmeler kişilere
ve kültürlere göre değişebilir. Bid’atın sınırlarını kim ve nasıl çizecek? Tarihte ve günümüzde hemen hemen her grup
(hizip) kendi düşündüğünün ve yaptığının doğru, diğerlerinin yaptıklarını
yanlış görmektedir. Her grup, kendi görüşlerini ve eylemlerini Kur’an ve
Sünnete dayandırma iddiasındadır. Hiç kimse de yaptığının bid’at olduğunu kolay
kolay kabul etmez. Her bir bid’at, müslümanın hayatından bir sünneti alıp
götürür. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Sünnetini iyi tanıyanlar ve onu bir hayat
olarak yaşayanlar bid’atlerin tuzağına düşmezler. (1)
Bu açıklamadan sonra, sorunuzun
cevabına geçebiliriz: "Halkın bu tarz dinî algıları boşa çıkartılırsa,
dinin etkisini pek az hisseden insan tipine, dinî olanı nasıl vereceğiz?" Din, Din'in istediği
şekilde verilmediği, bid'at ve hurâfeden arındırılmadığı, hakka bâtılın
karıştırıldığı, hakkın ketmedildiği, halk veya yönetimin yanlış din anlayışına
karşı çıkılamadığı için tebliğin bereketi olmuyor. Din adına neyi vereceğimizi
bildiren Din, nasıl vereceğimizi de bize açıklar. Kur'an okumayan, sahih
Sünnetle ilgisi olmayan kimseler, iyi niyetle de olsa, Dine, topluma ve kendine
zarar verirler. Kaş yaparken göz çıkarmak buna denir. Yarım hoca olup din
yapmak adına din yıkmak, Dini Kur'an ve Sünnet çizgisi dışına çıkartmak ya da
çıkaranlara duyarsız kalmakla olmaktadır.
Vuslat: Hocam, Ramazan
ayı kapımızı çalmak üzere. Sizce Ramazan’dan kastedilen şey nedir? Neden
Müslümanlar aç kalırlar? Bunun hikmeti ne olabilir? Sadece aç kalmakla insanlar
oruç tutmuş mu olurlar? Toplum olarak Ramazandan ne anlamalı, hangi duygular
içinde olmalıyız? Allah bizden bilinçli bir mü’min olarak Ramazanı nasıl
geçirmemizi, nasıl anlamamızı ve hangi duygular içinde olmamızı istemektedir?
Ramazan ayı,
mü’minler için bir eğitim ve öğretim ayıdır. Bu ay, ibâdetler ve hayırlar için
özel ve verimli bir aydır. Kur’an’ın indirilmeye başlandığı bu aydaki bu
hâtırayı ebedîleştiren İslâm Dini, inandıkları Kur’an’ın sunduğu hayat düzenini
yaşayabilmeleri için, mü’minlerin muhtaç olduğu bedenî ve ruhî eğitimi bu
feyizli aya tahsis etmiştir. Ramazan ayını incelediğimizde, onun dünyamızın
amelî eğitim yaptıran çok güçlü bir mektebi olduğunu görürüz. Bu yüce mektebin
namaz, oruç, fitre, Kur’an okumak ve dinlemek, çok çok zikir yapmak gibi
müfredâtını uygulayan, geçmiş on bir ayın muhâsebesini yapan ve gelecek on bir
aya bedenen ve rûhen hazırlanan ve böylece İslâm Dininin hayat düsturlarını yaşama
coşkusuyla dolan mü’minler Yüce Mevlâ’mızdan rahmet ve rızâ diploması alırlar.
Ramazan okulunda arzedilen bu olumlu neticeyi alabilmek için Ramazan eğitiminin
tek hedefi, mü’min hayatının biricik gâyesi olan ibâdetlerle, ciddî bir İslâm
insanı olarak kaynaşmak lâzımdır.
İbâdet; Yüce
Rabbimizin namaz, oruç, zekât, hac, Hakk’a çağrı, mü’minlerle beraberlik,
adâlet ve cihad gibi her bir emrini uygulamaktır. Peygamberimizin öğütlediği
af, merhamet, tevâzu, sevgi ve saygı gibi ahlâkî güzellikleri yaşamaktır. Fâiz,
zinâ, içki, kumar, bencillik, zulüm, riyâ ve yalan gibi İlâhî yasaklardan
sakınmaktır. Hayatının her bir safhasında gerçekleştirmekle emrolunduğu ibâdet
hayatını mü’min, özellikle Ramazan ayında tabiîleştirecektir. Dinimizin, tatbik
etmediği emirlerini îfâ etmek, kaçınmadığı yasaklarından sakınmak için nefsini
kontrol altına alarak ciddî bir eğitime tâbi tutacaktır. Ramazan bir eğitim ayı
olduğu için, çeşitli kusurları ve faydasız alışkanlıkları olan mü’minler bu
mübârek ayı nefisle cihad mevsimi bilmelidirler. Her çeşit haram ve kötü
alışkanlıklardan kaçınma ve ihmal ettikleri İslâmî görevlerini yeniden hayata
geçirme hususunda nefsiyle sıkı bir savaş vermelidirler.
Hayat nizamı olan
Kur’an’ın Peygamberimize indirilmeye başlandığı Ramazan ayında mü’minler,
nefislerine Kur’an terbiyesini tatbik etmelidir. Nefislerini fiilen Kur’an
hayatına intibak ettirirken Kur’an’la fikrî bağlarını geliştirmeye
çalışmalıdır. Peygamberin sünnetini izleyerek Ramazan ayında özellikle Kur’an’ı
okumaya, dinlemeye, anlamaya, yaşamaya önem vermelidir. Kur’ân-ı Kerim’in
Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar olarak Kur’an âyetlerini bu Ramazan
ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli ve üzerinde
tefekkür etmelidir. Ramazan ayı, her şeyden önce Kur’an ayıdır, her dönem ve
her yerdeki müslümanlar açısından böyle kabul edilmeli ve gereği yapılmalıdır.
Kur’an okumasını bilmeyenler, Ramazan gecelerini bu öğrenime ayırmalıdır.
Kur’an okumasını bilenler de Kur’an’dan dersler tâkip etmeli, fakat yalnız
yüzünden okuma ile yetinmemelidir. Kur’an mealleri ve tefsirleri veya Kur’an
âyetlerini açıklayıcı değişik konulardaki mûteber eserleri okumalı, vakitlerini
değerlendirmelidir. Öz ifâdeyle Ramazan, mü’minler için bir eğitim ayı olduğu
gibi bir öğretim ayı da olmalıdır. (2)
Günümüzde
Ramazanlar, dinî ve mânevî özelliklerinden soyutlanarak folklorik planda hayata
yansıtılmaktadır. İnsanımızı yönlendiren düzen ve kurumları, belediyeler ve
özellikle medya Ramazanı "ibâdet ve mâneviyât ayı" olmaktan çıkarıp
eğlence ayı olarak değerlendirmektedir. Ramazan çadırları konser salonu görevi
de yapmakta, müzik parçaları bu ibâdet ayında teravihlerdeki salevatları
bastırmaktadır. Televizyonlar, diğer zamanlardan daha fazla eğlenceye,
tiyatromsu şeylere, ortaoyunu ve kuklalara... yer ayırmaktadır.
Açlık ve sabır ayı
olan Ramazan, halk açısından tıkınma ayıdır. Günler öncesinde piyasa canlanır,
koşturmacalar başlar, gıdalar Ramazanda midelere havâle edilmek için evlere
yığılır, depolanır. Kadınlar, Kur'an okumaya ve nâfile ibâdete, kültürlerini
arttırmaya vakit ayıramasınlar diye mutfaklara hapsedilir; yağlılar, börekler,
çörekler, Ramazan yemekleri adı altında bitmeyen uğraşlarla meşgul edilir. Oruç
insanda sabır kapılarını sonuna kadar açar, açlık da insanı olgunlaştırırken
bazılarımız bırakın oruç tutmanın hakkını verip tüm organlarına oruç
tutturmayı, aç bile kalamamış, akşam tıka basa yedikten sonra sahurda da gün
boyu hazmedilemeyecek yağlı ve hamur işleriyle kilo artırmaya çalışmıştır.
Halbuki Ramazan,
her şeyden önce Kur'an ayıdır, tefekkür ve muhâsebe ayıdır, diriliş ve devrim
ayıdır, arınma, yenilenme ayıdır. İlim ve kültürle değerlendirilen, ibâdeti
günün ve gecenin her dakikasına yayma gayreti gösterilen, mânevî özelliklerin,
takvâ, sabır ve tevbenin öne çıktığı aydır. Namazlarını aksattığından mü'min
olduğu tartışılabilecek kişinin, Ramazanla iman tazeleyip namazlı mü'min hale
geleceği, namazlıların, namazı huşû ile ikame etmeye ve nâfile ibâdetlere
alışabileceği bir ortamdır. Evet, Ramazan güzel alışkanlıkların edinileceği
aydır. Terâvihler, nâfile ibâdetlere, sahurlar teheccüd saatinde kalkıp gece
namazına alışmak için büyük bir fırsat olduğu gibi, mukabeleler, Kur'ansız ve
Onun anlaşılması ve yaşanması için gayretsiz günün geçirilmemesi gerektiğini öğretir,
alıştırır. Giderek dünyevîleşen, bireyselleşen insanımızın unutmaya yüz tuttuğu
ikrâmı, misafir ağırlamayı, infakı hatırlatır ve yeniden alışkanlık haline
getirtir Ramazan; iftarlarla, sadaka-i fıtır ve zekâtlarla bu ayda fakirlere
ekstra yapılan yardımlarla... Ramazan, kötü alışkanlıkları bırakmak için
bulunmaz bir fırsattır. İçkiciler bile Ramazanda içmez veya çok azaltır.
Cehennem kapıları kapandığı gibi, meyhane ve kimi haram eğlence yerlerinin
kapılarına da Ramazanda kilit vurulur. Bir mü'min açısından Ramazan, hâlâ
sigara gibi kötü alışkanlıkları varsa, sabahtan akşama kadar içmediğine göre,
akşamdan sabaha kadar da içmeyebileceğini, irâdesine sahip olmanın çok da zor
olmadığını kendisine öğretir. Sık sık çay içmeden, kahve keyfi yapmadan, çerez
ve benzeri abur cubur atıştırmadan yapamayanlara, sık sık yiyip içmeden
edemeyenlere, bu alışkanlıklarından vazgeçmeleri için en güzel imkânları
gösterir Ramazan. Az yemeyi, diyet ve rejimi, iştahı kontrol edebilme, yeme ve
içme irâdesine sahip olabilme alışkanlıklarını kazandırır/kazandırmalıdır.
Oruç, riyânın en az karışacağı bir
ibâdet olduğu için sevâbı en fazla olan ibâdetlerden sayılmıştır.
Peygamberimiz’den nakledildiğine göre, orucun bu yönüne ilişkin olarak Allah, “Oruç Benim içindir; onun karşılığını Ben
vereceğim” (Buhârî, Savm 2, 9; Müslim, Sıyâm 30) buyurmuştur. Bu bakımdan
oruç tutmanın sevap olarak karşılığı oldukça yüksektir. Cennetin özel olarak
oruç tutanların girmesi için ayrılmış bulunan “Reyyân” adlı kapısından girme
hakkı (Buhârî, Savm 4) bu karşılığın mukaddimesi sayılmıştır.
Allah’ın emirleri ve yasakları,
kulların iyiliği içindir. İslâm âlimleri, bütün hükümlerin insanların
faydalarını gerçekleştirme amacına yönelik olduğu konusunda görüş birliği
etmişlerdir. Bu bakımdan, Allah’ın yapılmasını istediği şeylerde kullar için
çok büyük faydalar, yasakladığı şeylerde ise büyük zararlar bulunduğu kesindir.
Kur’ân-ı Kerim’de akla aykırı hiçbir emir ve yasak bulunmamakla birlikte, bütün
emir ve yasakların yarar ve hikmetlerini bilmek de mümkün değildir. Kaldı ki,
ibâdetler dinin bir yönüyle akıl üstü ve bir yönüyle sembolik törenleri
kapsamında değerlendirildiği vakit, o dinin mensupları, benimsemiş oldukları
dinin bu gereklerini bir hikmet, bir yarar arama telâşına düşmeden yerine getirmek
durumundadırlar. Bununla birlikte öteden beri İslâm bilginleri çeşitli
ibâdetlerin yarar ve hikmetleri konusunda kafa yormuş, bunların kişisel pratik
yararlarından çok, insan nefsinin arındırılması ve yükseltilmesi yolunda
fonksiyonel hale getirmeye çalışmışlardır. İbâdetleri, bir hedefe erişmenin
yolu olarak görebilenler için bu kulluk görevleri, artık sırtta taşınan ve bir
an önce indirilmeye çalışılan bir yük olmaktan çıkar ve âdeta üzerinde
yükseklere ulaşılan bir araç haline gelir. İbâdet esâsen Hakk’ın emrine riâyet
olduğu gibi, sonuç itibarıyla, halkın hakkına riâyeti de içerir. Bu sebeple de
ibâdette Hakk’ın ve halkın hukukuna riâyet birlikte gerçekleşir.
İmam Gazzâlî, orucun üç derecesinden
bahsederken, bedende iştah ve şehvetin tatmin yeri ve aracı olan iki âzâyı,
yani mide ve cinsel organı, iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmekten
ibâret olan orucu, “sıradan insanların orucu” (avam orucu) olarak; buna
ilâveten gözü, kulağı ve diğer âzâları günahtan korumayı “özel kişilerin orucu”
(havas orucu) olarak ve tüm bunlara riâyet ettikten başka, kalbini düşük
emellerden, dünya düşüncelerinden kısaca, mâsivâdan arıtarak bütün varlığıyla
Allah’a bağlanmayı ise “daha özel kişilerin orucu” (ehassü’l-havâs orucu) diye
tanımlar. Orucun hangi derecesi alınırsa alınsın, ibâdetin bireysel olgunluğa
ve toplumsal ilişkilere, sosyal hayata, kısaca “huzur” ve “iyi geçim”e yönelik
olumlu sonuçları açıkça görülecektir.
İnsanların arasındaki çekişmenin,
haksız kavganın temel sebeplerinden biri insanların, iştah ve şehvetlerini
ölçüsüzce tatmin etmeye çalışması ve belki bu amacı gerçekleştirmek üzere mal
ihtiraslarıdır. Birinci kademedeki oruç bile, bu ihtirası dizginlemenin, iştah
ve şehveti kontrol altına almanın bizzat gerçekleştirilen ve tecrübe edilen bir
yolu olmaktadır. İştah ve şehveti alabildiğine ve ölçüsüzce tatmin peşinde
koşmak şeytanî bir tutum olup oruç tutmak bu anlamda şeytanı zincire vurmak
anlamına gelir.
Peygamberimiz’in orucun ikinci yönünü
vurgulayan “Oruç bir kalkandır; sakın,
oruçluyken câhillik edip de kem söz söylemeyin. Birisi size sataşacak veya
dalaşacak olursa, ‘ben oruçluyum, ben oruçluyum’ deyin” (Buhârî, Savm 9;
Müslim, Sıyâm 30) sözü, izaha gerek bırakmayacak şekilde, “iyi geçim”i
vurguluyor. Oruç, sadece iştah ve şehveti dizginlemek değildir, ayrıca ağzını
ve dilini kötü ve çirkin söz söylemekten korumaktır.
İbâdetlerin sırlarını, gerçek mânâ ve
önemini kavrayan kimi âlimler namaz kıldığı, oruç tuttuğu halde, hâlâ çirkin
işler yapan ve fenâlıktan sakınmayan kimseyi, abdest alırken yüzünü, eline su
almadan üç kere yıkayan (yıkar gibi yapan) kimseye benzetmişlerdir: Uzaktan
bakan onun abdest aldığını zannetse de o gerçekte abdest almamaktadır.
Peygamberimiz “Oruç tutan öyle insanlar
vardır ki, kârları sadece açlık ve susuzluk çekmektir.” (İbn Mâce, Sıyâm
21) derken bu durumu kasdetmiş olmalıdır.
Oruç, nefsin isteklerinden irâdî olarak
uzak durma olması yönüyle bir irâde eğitimine, açlık ve susuzluğun verdiği
sıkıntıya dayanma yönüyle de bir sabır eğitimine dönüşmektedir. İnsanın hayatta
başarılı olabilmesi için irâde hâkimiyeti ve güçlükler karşısında dayanabilme
gücü de önemli bir role sahiptir. Nefsin isteklerinin kontrol altına
alınmasında, ruhun arındırılıp yüceltilmesinde de oruç etkili bir yoldur. Bu
orucun değişik biçimlerde de olsa hemen bütün din ve kültürlerde riyâzet ve
mücâhede yolu olarak mevcut olmasını da açıklar.
Toplumsal hayatta huzursuzluklara yol
açan taşkınlıklar, büyük ölçüde insanın hayvanî yönünü tatmin eden maddî
zevklere düşkünlükten kaynaklanır. Maddî zevk deyince de akla, yeme içme ve
cinsel ilişki gibi zevkler gelir. İşte oruç, insanı maddî zevk ve şehvetler
peşinde koşturan, dolayısıyla da, Allah’ın haklarına riâyet edemediği için
onlara zulmetmesine sebep olan nefs-i emmâreyi teskin etmenin de bir ilâcı,
aşırılıkları törpülemenin de bir çaresidir.
Oruç, yoksulların durumunu daha iyi
anlamaya, dolayısıyla onların sıkıntılarını giderme yönünde çaba sarfetmeye de
vesile olur. “Tok, açın halinden anlamaz” atasözü de bunu ifâde eder. Orucun,
dinimizde önemli bir yeri olan sabır konusuyla irtibâtı da burada
hatırlanmalıdır. “Namaz ve sabırla yardım
isteyin” (2/Bakara, 153) ve “Sabredenlere
ecirleri hesapsız olarak tastamam verilir” (39/Zümer, 10) gibi âyetler, “Oruç sabrın yarısıdır” (Tirmizî, Deavât
86) diyen ve orucun Allah için olup mükâfatını da Kendisinin hesapsız olarak
vereceğini bildiren hadislerin ortak anlamı, orucun sabır boyutunu ve bunun
fazîlet ve sevâbının yüksekliğini anlatır.
Bütün bunlara ilâveten orucun sağlık
açısından pek çok yararları bulunduğu da uzman hekimler tarafından ifâde
edilmektedir. Ramazan orucu zâhiren bakıldığında, bir yıl boyunca çalışan vücut
makinesinin dinlenmeye ve bakıma alınması gibidir. Oruç, özellikle mide ve
sindirim organlarının dinlenmesi için iyi bir moladır.
Biz ibâdetleri, dünyevî faydalarından
dolayı değil; Allah emrettiği için yaparız. Fakat şu da muhakkak ki Allah, her
zaman yararımıza olan şeyleri yapmamızı emreder, zararımıza olan şeyleri
yasaklar. Oruçta gerek ruhumuz, gerek bedenimiz için pek çok fayda vardır.
Oruç, nefsin şehvetlerini kırar, önüne geçilmez ihtiraslarını, azgınlıklarını
dizginler. Oruç tutmadığı zaman insan, canının çektiğini yemek ister, ama
oruçlu bunu yapamaz. Harama bakmaya meyleden nefsi, oruç bundan men eder,
zinânın ve diğer haram hususların sebeplerinden uzaklaştırır; nefsin bayağı
iştahlarını kırar. Bundan dolayı Peygamberimiz, orucun kötülüklere karşı bir
kalkan olduğunu söylemiş (Buhârî, Savm 9) ve demiştir ki: "İçinizden kimin evlenmeğe gücü yeterse evlensin. Çünkü evlenmek,
gözü haramdan korur. Buna gücü yetmeyen oruç tutsun. Çünkü oruç, onun şehvetini
kırar." (Buhârî, Savm 10)
Enes (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre,
Şâban ayının son günü Allah’ın Rasûlü ashâba şöyle hitap buyurdu: “Ey insanlar! Büyük ve bereketli bir ay
gölgesini üzerinize saldı. Bu ayda bin aydan daha hayırlı olan bir gece (Kadir
gecesi) vardır. Allah bu ayın orucunu farz kıldı. Gecelerini ibâdetle
(değerlendirmeyi) öğütledi. Allah’ın sevgisine ermek için kim bu ayda bir hayır
yaparsa Ramazanın dışında yetmiş farz yapan kişi gibi sevap kazanır. Kim de bu
ayda bir farz yaparsa bu ayın dışında yetmiş farz yapan kişi gibi sevap alır.
Bu ay sabır ayıdır. Sabrın mükâfâtı ise Cennettir. (Bu ay) yardımlaşma ayıdır.
Mü’minlerin rızıklarının arttırılacağı aydır. Kim bu ayda bir oruçluya iftar
verirse, bu onun günahlarının bağışlanmasına ve nefsinin Cehennemden
kurtulmasına (sebep) olur. Ayrıca, oruçlunun sevabından bir kısmı
eksiltilmeksizin ona oruçlunun mükâfâtı gibi mükâfât verilir. Bu ay, evveli
rahmet, ortası mağfiret/bağışlanma ve sonu da Cehennemden kurtuluş olan bir
aydır. Her kim, yönetimi altında bulunan kişinin işini azaltırsa Allah onu
bağışlar ve onu Cehennemden kurtarır. Bu ayda dört ameli çok yapınız.
(Bunlardan) İkisi ile Rabbinizi râzı edersiniz. İkisini yapmaya ise daima
muhtaçsınız. Rabbinizi râzı edeceğiniz iki amel Allah’tan başka hiçbir ilâh
olmadığına şehâdet (etmeniz) ve O’ndan affınızı dilemenizdir. Yapmaya muhtaç
olduğunuz iki amel ise, Allah’tan Cenneti istemeniz ve Cehennem ateşinden O’na
sığınmanızdır. Her kim oruçluya su içirirse, Allah ona benim havzımdan su
içirir ve o Cennete girinceye kadar bir daha susamaz.” (et-Terğîb,
II/94-95; Hayâtu’s-Sahâbe, 3/384)
Vuslat: Son olarak okuyucularımıza herhangi bir mesajınız
var mı?
Yaratıcımız Allah’ın ve önderimiz
Rasûlullah’ın ölümsüz mesajları varken, benim mesajım kaç para eder? Mesaj
isteyen Kur’an’ın hazinelerine mürâcaat etsin. Bireysel ve toplumsal, maddî ve
mânevî, siyâsî ve her türlü sorunun çözümü, dünya ve âhiretin güzelliklerine
götüren yol, yani sırât-ı müstakîm ve hidâyet Kur’an’dadır. Mesajım; esas
mesaja havâle etmek olacak. Zâten tebliğciler bir trafik görevlisidir;
tehlikeyi, kırmızı ışıkları gösterip yasaklar ve yeşil ışığı, doğru yolu işaret
edip gösterirler. Tek yol: Kur'an yolu ise, şimdi iniyor gibi Ramazan'da,
öncesinde ve sonrasında haydi Kur'an'a; O'nu okumaya, inanmaya, anlamaya,
yaşamaya, hayata geçirmek için gayrete... Ey iman edenler, (gereği gibi ve
yeniden) iman edin! Ey oruç tutanlar (tuttuğunu zannedenler), gereği gibi oruç
tutun! Ey Kitabım Kur'an diyenler, Kitabınıza sarılın!
1- Geniş bilgi
için bkz. Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 87-91
2- A. Rıza
Demircan, İslâm Nizamı, I/330-333