Bid'at Nedir?
Günümüzdeki mescidleri
doğru değerlendirebilmek için, önce "bid'at" konusunu bilmek
gerekmektedir. ‘Bid’at’, ‘ibdâ’ kökünden türemiştir. İbdâ, önceden yapılmış bir
şeyi örnek almaksızın yapma ve icat etme demektir. Buna göre ‘bid’at’ sözlükte,
daha önceden bir örneği olmaksızın yapılan, sonradan icat edilen şey (muhdes)
demektir.
Kavram olarak
‘bid’at’; Şeriata karşıt olması sebebiyle onunla ters düşen ve onda bir
fazlalık ya da noksanlığa neden olan şeydir. Bid’at Sünnetin zıddı olarak
kullanılmaktadır ki, Şârî’nin (din koyucunun) açık ya da dolaylı, sözlü ya da
fiilî izni olmaksızın, dinde sahâbeden sonra ortaya çıkan eksiltme ya da
fazlalaştırmadır.
Peygamberimiz (s.a.s.)
şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya
çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı
ateşe sürükler.” (Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867, 2/592; Ebû Dâvûd, Sünne
hadis no: 4606, 3/201; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46, 1/17; Nesâî,
Iydeyn 22, 3/153) “Allah (cc) bid’at
sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, (hayır
yoluna) harcamasını, şâhidliğini kabul etmez. O kılın yağdan çıktığı gibi
dinden çıkar.” (İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49, 1/19)
Bu kadar
tehlikeli ve imandan ayırıcı olan bid’at konusunda müslümanların doğal olarak
duyarlı olmaları gerekir. Allah (c.c.) kendi dini olan İslâm’ı peygamberinin
tebliği ile insanlara ulaştırmış ve onu tamamlamıştır (5/Mâide, 3). Hz.
Muhammed (s.a.s.) yaşayarak ve uygulayarak İslâm'ın ne olduğunu ortaya
koymuştur. Hiç bir insanın bu dine müdâhale hakkı yoktur; kimse ne dinden
eksiltme yapabilir ne de ona bir şey ilâve edebilir. Sonradan ortaya çıkan ve
yetkili ilim adamları tarafından yapılan ictihâd (fetvâ verme) ise, dine ilâve
değil; dinî hükümleri sistemleştirme ya da yeni sorunlara Kur’an ve hadislerle
cevap bulabilme gayretidir.
Ancak, değişen zamana
göre, gelişen ilimler doğrultusunda yeni yeni şeyler icat edilir, yeni buluşlar
ve teknikler, hatta yeni görüşler ortaya çıkabilir. Bid’at’ın sözlük anlamına
takılarak, yeni ortaya çıkan her şeye bid’at demek mümkün değildir. Bu hem
Din’i anlamamak, hem de Din’in mübah (helâl) alanını haksız olarak daraltmak,
Din’in uygulanmasını zorlaştırmaktır.
Bid’at’ı bu şekilde
anlayanlar günlük hayata biraz da zorunlu olarak giren yenilikleri bid’at
kelimesiyle bağdaştırmanın yoluna gittiler ve bid’at’ı, ‘hasene-güzel’ ve
‘seyyie-kötü’ diye ikiye ayırdılar. Hatta bazı bilginler daha da detaya inerek
bid’atları; vâcip, haram, mendup, mekruh ve mübah olmak üzerer beş kısma
ayırmışlardır.
Bid’at’ı dar kapsamlı
olarak, yani kavram anlamıyla alanlar, onu inanç ve amellerde dine yapılan ekleme
ve eksiltme olarak tanımlamışlardır. Böyle düşünenlere göre, dinî bir özelliği
olmayan, insanların dünyalık işleriyle ilgili, İslâm’ın mubah dediği alana
giren şeyler bid’at kapsamında değildir. İnsanların örf olarak yaşattıkları Din’e aykırı olmayan âdetler, sonradan gerek
bir ihtiyacı karşılamak, gerekse ilmî araştırmalar sonucunda geliştirilen
icatlar, üretimler, bazı kurumlar, ya da fikirler bid’at alanının dışındadır.
Kimileri, hasene
(güzel) dedikleri bid’at’ı, Din’e bir ekleme olarak ele almazlar. Bunu
Peygamberimizin haber verdiği ‘güzel bir çığır açma’ hadisine dayandırırlar. “Kim benden sonra terkedilmiş bir sünnetimi
diriltirse, onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye sevap verilir, hem
de onların sevabından hiç bir şey eksiltmeden. Kim de Allah ve Rasûlünün
rızasına uygun düşmeyen bir sapıklık bid’at’ı
icat ederse, onunla amel edenlerin günahları kadar o kişiye günah
yüklenir, hem de onların günhlarından hiç bir şey eksilmeden.” (İbn Mâce,
Mukaddime 15, hadis no: 209-210, 1/76. Bir benzeri için bkz. Müslim, İlim 16,
hadis no: 2674, 4/2060; Tirmizî, İlim 16, hadis no: 2677, 5/45)
Onlar, teravih namazını cemaatle ve yirmi rek’at kılınmasına bid’at
diyenlere ‘ne güzel bid’at’ demesini delil olarak alırlar. Halbuki Hz. Ömer
(r.a.) bid’ate güzel demedi, tam tersine; ‘teravihin bu şekilde kılınması
bid’at değildir. Eğer siz kendi fikrinize göre ona bid’at diyorsanız, o zaman
bu ne güzel bid’at’tır’ demek istemişti.
Onlara göre “Her yeni uydurma bid’at’tir” hadisinden, Dinin esaslarına, Hz.
Peygamber’in ve O’nun ilk dört halifesinin yollarına uymayan şeyler
anlaşılmalıdır. Bu bid’atler, Hz. Peygamber’in Sünnetinin ortaya koyduğu
ilkelerle uyuşmaz, onlara aykırıdır. Hatta bu bid’atler, bir şer’î (dinî) hükmü kaldırırlar, yerine
kendileri yerleşirler.
Bid’atı, iyi ve kötü diye ikiye ayırmayan, onu dar kapsamlı yani kavram
anlamıyla alanlar bu yorumlara katılmayarak derler ki; Yukarıda geçen ‘Sünnetin
diriltilmesi (ihyâ edilmesi)’ yeni bir şey icat etmek değildir. Unutulmuş bir
sünneti yeniden hayata kazandırmaktır. Hz. Ömer (r.a.)'in terâvih namazıyla
ilgili uygulaması da yeni bir ibâdet çeşidi veya sonradan ortaya çıkmış bir
uydurma değil; örneği Peygamber'in hayatında görülen ve O’nun tavsiye ettiği
bir ibâdetin sürekliliğini sağlama düşüncesidir.
Bid’at Din’de temeli
olmayan inançları ve ibâdet şekillerini İslâmî bir kılıfla İslâm’a yamamaktır.
İslâm dışı görüş, inanış ve tapınmaları İslâm'a mal etmektir. Bunları yapanlar
yaptıkları işin Din’e aykırı olduğunu
bile kabul etmezler. Bundan dolayı Süfyân-ı Sevrî ve bazı âlimler şöyle
demişlerdir: “Bid’at, İblis’e, mâsiyetten (günâh işlemekten) daha
sevimlidir. Çünkü bid’atin tevbesi olmaz, halbuki kişi günâhından dolayı tevbe
edebilir." "Bid’atin tevbesi olmaz" sözünün manası şudur: Allah
(c.c.) ve Rasûlünün (s.a.s.) ortaya koymadıkları bir şeyi din edinen kimseye
amelleri süslü gösterilir. O yaptıklarını doğru zannetmeye başlar. Kötü
amellerini güzel görmeye devam ettiği sürece de tevbe etmiş olmaz. Her şeyden önce tevbenin başlangıcı; kişinin
işlediği fiilin tevbe etmesi gereken kötü bir amel olduğunu kabul etmesi, ya da
tevbeyi gerektirecek denli vâcip veya müstehab bir dinî emri terkettiğini
bilmesidir. Bir kişi, kendi yaptıklarını güzel görmeye devam ettikçe tevbeye ihtiyaç
duymaz.
Bid’at ehlinin tevbe etmesi, Allah’ın ona hidâyeti göstermesi ile
mümkündür. Bu da ancak kişinin bildiği Hakk’a uyması ile gerçekleşebilir. “Bildiği ile amel edene Allah (c.c.)
bilmediği şeyleri de öğretir.” (Ebu Nuaym, Enes b. Malik’ten, nak. Ibni
Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14). Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Doğru yolu bulanların Allah hidâyetlerini
artırmış ve onlara takvâlarını (Allah’tan korkup sakınmalarını) vermiştir.” (47/Muhammed 17; ayrıca bkz. 4/Nisâ, 66-68;
57/Hadîd, 28; 5/Mâide, 16)
Peygamberimiz'in deyişiyle bütün bid’atler merduttur (reddedilmiştir). Hiç
birinin İslâm'a göre bir değeri ve hükmü yoktur. Çünkü böyle bir şey, İslâm’da
eksiklik veya fazlalık olduğu düşüncesine dayanır. Halbuki Din Allah (c.c.)
tarafından insanlar için beğenilip gönderilmiş ve tamamlanmıştır. Onda eksik
veya fazla bir şey yoktur. Bid’atçıların
bir kısmı Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı inanç ve amelleri uydurup İslâm'a
sokarlar, onları Din'denmiş gibi sunarlar. Bazıları da İslâm'ı daha iyi yaşamak, daha dindar bir müslüman olmak amacıyla yeni ibâdet ve inanış türleri
uydururlar. Her iki tutum da yanlıştır. İnsanlara düşen görev, İslâm'ın
eksikliklerini bulup kendi akıllarınca o eksiklikleri gidermek değil; İslâm'a
hakkıyla teslim olarak ellerinden geldiği kadar onu yaşamaktır. Unutmamak
gerekir ki hiç kimse İslâm'ı Hz. Muhammed (s.a.s)’den daha güzel yaşayamaz,
O’ndan fazla dindar olamaz.
‘Güzel bid’at, kötü bid’at’ tanımları net değildir. Hangi inanış, hangi
amel ve âdet bid’attır, hangisi güzeldir, hangisi kötüdür? Bu gibi
değerlendirmeler kişilere ve kültürlere göre değişebilir. Bid’atın sınırlarını
kim ve nasıl çizecek? Tarihte ve
günümüzde hemen hemen her grup (hizip) kendi düşündüğünün ve yaptığının doğru,
diğerlerinin yaptıklarını yanlış görmektedir. Herkes görüşlerini ve eylemlerini
Kur’an ve Sünnete dayandırma iddiasındadır. Hiç kimse de yaptığının bid’at
olduğunu kolay kolay kabul etmez.
Onun için bu konuda da dikkatli
olmak ve her şeye bilmeden ‘bid’at’ demek, ya da o şey gerçekte bid’at ise onu
da İslâm'dan sayma yanlışlığına düşmemek gerekir. Kur’an’ı ve Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in yaşayıp tebliğ ettiği Din’i iyi bilirsek; bid’atleri daha iyi
tanıyabiliriz. Peygamberimiz'den sonra ortaya çıkan bütün fikirlere, icatlara,
kurumlara, yani her şeye -kavram anlamında- bid’at demek yanlış olduğu gibi,
din kılıfı geçirilmiş sonradan ihdas edilmiş şeyleri de kabul etmek mümkün
değildir.
Meselâ, mezar ziyareti ibret verici
ve sevaptır; ama, türbeye veya mezarın yanındaki bir şeye çaput bağlamayı,
mezardaki ölüden bir şey dilemeyi nereye koyacağız? Zikir yapmak, Allah’ı her
an ve bütün ibâdetlerle anmak, hatırlamak Kur’an’ın emridir; ama, kolkola
girerek, yatarak-kalkarak, ayılıp-bayılarak, kendinden geçerek, feryat ederek
zikretme(!) davranışlarının delilini nerede bulacağız? Âlimleri dinlemek,
derslerinden, sözlerinden, ahlâklarından ve ilimlerinden faydalanmak güzeldir,
gereklidir de. Ancak "bir âlime, bir şeyhe bağlanılmadan, ömür boyu onun
peşinden gidilmeden İslâm yaşanmaz", "şeyhi olmayanın mürşidi
şeytandır" gibi iddiaları nereye
koyacağız? Ölünün arkasından duâ etmek, onu hayırla anmak güzeldir. Ama onun
arkasından yapılan kırkıncı, elli ikinci gece ve mevlid merasimlerini hangi
âyete ve hadise dayandıracağız? İslâm'da biat (seçim), şûrâ, din hürriyeti,
hoşgörü ilkelerinden hareketle; şirk ve zulüm
düzenlerini, İslâm'a aykırı yapılanmaları İslâmî sayabilir miyiz?
Hoşgörünün sınırları; sapıklıkları, isyanları, Din’e hakarate varan tavırları kabullenmek
midir?
İslâmî
olmadığı halde Islâm kılıfıyla sunulan bütün inanç, amel, tavır ve anlayışlara
karşı duyarlı olmak zorundayız. Bunlar Din’den olmadığı halde ona sokulan
bid’at ve hurafelerdir. Her bir bid’at, müslümanın hayatından bir sünneti alıp
götürür. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Sünnetini iyi tanıyanlar ve onu bir hayat
olarak yaşayanlar bid’atlerin tuzağına düşmezler. (1)
Mescidlerdeki
Bid'atler
Mescidlerle ilgili birçok bid'at, İslâm'a ve müslümanlara
rağmen maalesef hâlâ yaşamaktadır. Gayrı meşrû bid’atlerin arasında, sünnet ve
müstahap olarak işlenen bazı sevaplar, bid’atlerin günahını ödemez. Usûl-i
Fıkıh’ta bir kaide vardır: “Bir ibâdette müstahap veya sünnet ile bid’at
birleşirse, bid’ati işlememek için sünnet fedâ edilerek o ibâdet işlenemez.”
Hatta, böyle bir durumda vâcibin terkinde ihtilâf edilmiştir. Bid’atten o
derece sakınılması tavsiye edilmiştir. Câmilerde görülen bid'atleri saymaya
çalışalım:
a- Mescidlere
kadın-erkek her müslüman girebilir. Asr-ı saâdette böyle olmuştur.
Peygamberimiz'in sünnetinde kadınların mescide devam etmelerinin kısmen veya
tamamen engellenmesi diye bir şey yoktur (bkz. Ahmed bin Hanbel, 6/66, 90, 154;
Müslim, Salât 137; Tirmizî, Cum'a 48; Buhârî, Cum'a 13).
Kadınların mescide
gelip namaz kılmaları sünnettir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın
mescidlerinden men etmeyin." (Buhârî, Cum'a 13; Müslim, Salât 16; Ebû
Dâvud, Salât 13; Tirmizî, Cum'a 64; Ahmed bin Hanbel, 5/17). Hz. Âişe (r.a.),
mü'minlerin kadınlarının, şafak vakti çıkıp Allah'ın Rasûlü ile birlikte sabah
namazını kıldıklarını söylemiştir (Buhârî, Mevâkît 27). Dolayısıyla günümüzde
kadınlara mescid yolunu göstermemek, onları mescidlerden uzaklaştırmak, en
azından bid'at olacaktır. Onlar,
özellikle Cuma günü ve benzeri özel günlerde câmideki hitâbe, öğüt ve
vaazlardan hisse almalı, cehâlet karanlığından kurtulmalıdır.
b- Pis kokular
yayanların mescide girmelerini Rasûlullah yasaklamıştır. Hatta helâl ve
şifalı bitkiler olan soğan sarımsak gibi hoş olmayan kokulara sebep olan
gıdaları yiyenlerin mescide gelmemelerini istemiştir (bkz. Buhârî, Ezan 160;
Müslim, Mesâcid 68, 69, 71; Ahmed bin Hanbel, 2/20, 266, 429; İbn Mâce, İkamet
58). Fosur fosur sigara içen ve sigarasını lütfen câmi kapısında söndürüp atan
ve sigara içmeyenleri, soğan yiyenlerin kokusundan rahatsız olduğundan çok daha
fazla etkileyen kişi, durum değerlendirmesi yapmalıdır. Tabii, birini tercih
etmesi gerekiyorsa neyi tercih edeceğine de karar vermelidir.
c- Mescidler,
imkânlar zorlanarak asr-ı saâdetteki fonksiyonlarına yaklaştırılmalı, faâliyet
alanlarını genişletmelidir. Mescidlerin çok yönlü faâliyetlere merkezlik
teşkil etmesi yüzünden, insanlar oraya daha fazla gelecektir; mescid, sosyal
hayatın merkezi, en vazgeçilmezi olacaktır. Çok yönlü hizmetleri yüzünden cemaatle kılınan namaz, 25 veya 27 derece
daha üstündür. Mescidin bu çok yönlü fonksiyonunun kalktığı, kardeşlik ve
kaynaştırmanın yerini hizip ve politik çekişmelerin, dedikoduların aldığı için,
günümüz cemaatlerinde bu derece sevap
fazlalığının bulunduğunu söylemek zordur. Şimdi ne o takvâ mescidi, ne de
bir namazı 27 derece yükselten erdem sahibi cemaat...
ç- Mescidlerde
konuşulmayacağı, dünya kelâmı edilmesinin yasak olduğuna dair hiçbir şer'î
hüküm yoktur. Yasak olan, lağvdır/boş söz, gereksiz lakırdıdır,
mâlâyanidir, ki bir hayır amacına ulaştırmayan bu gereksiz söz, sadece mescidde
değil; her yerde yasaktır (bkz. Mü'minûn, 3).
Bütün evren secde halinde olduğundan arzın her yeri mescid hükmündedir. İnsanlık açısından mescid olma
hali ise o mekânda secde edilmesine bağlıdır.
d- Belirli mekânları
mescid edinip başka yerde namaz kılmamak veya kılınamayacağını iddia etmek de
bid'attir, yanlıştır. Evleri de kabir haline getirmemek, oralarda özellikle
farz dışındaki namazları edâ etmek Peygamber tavsiyesi ve uygulamasıdır.
e- Bugünkü câmiler,
dolaylı yoldan da olsa devlet kanunlarıyla yönetildiğinden, imamlar bazı dinî
emirleri de uygula(ya)mamaktadır. Örnek olarak, müslüman olmadığı bilinen,
hatta din düşmanı olarak tanınan bir kimse öldüğünde hangi görevli, “ben bunun
cenaze namazını kıldırmam!” diyebilir? Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dininden
hoşlanmayan fâsıkların, kâfir ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını,
mezarları başında durulmamasını isterken, tâğut ve zâlimler için duâlar
edildiğini görüyoruz. “Onlardan ölen
hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında durma. Çünkü onlar, Allah ve
Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler.” (9/Tevbe, 84)
f- Farz namazdan
sonraki müezzinlik fasılları bid'attir. Müezzinin namaz esnasındaki görevi
ezan ve kametle sınırlıdır. Farz
namazlarından evvel veya Cuma namazında hutbe öncesinde İhlâs sûreleri veya
başka âyetler okumak sünnette olmayan bir davranıştır.
g- Kur'an ve sünnetin
belirlemediği uydurma ibâdet veya bereket unsuru kabul edilen şeylerin mescide
sokulması bid'attir. Tesbih adı altında câmiye sokulan bazı araçlar,
onların cemaat arasında ona buna atılması huzur bozan bir davranıştır. Câminin duvarlarına, kubbesine
levhalar, yazılar yazmak, dikkat çekici
süsler yapmak da bid'attir. İmam Mâlik gibi nice âlimler câminin mihrabına
bir Kur'an âyetinin yazılmasına bile karşı çıkmıştır.
h- Namaz kılan cemaatin secde ettiği yerden daha yüksek ve câmide çıkıntı olacak şekilde
mihrap yapmak da doğru değildir. Hatta mihrabın Emevîler döneminde câmiye
konmaya başlandığından, Peygamber mescidinde bulunmadığından tümüyle bid'at
olduğu değerlendirilir.
ı- Mescidlere para
toplamak için konan "sadaka sandıkları"na İmam Mâlik karşı çıkmış,
"Allah, mâbedleri dünyalık toplama yeri yapmadı" demiştir. Câmiler dilencilik yapılacak yerler
olmamalı; imamlar ve vâizler de dilenci. Cuma’dan cumaya câmiye gelen
adamdan para isteme ve fâsıkların, hatta müslüman oldukları şüpheli olan
insanların, haram olduğu halde câminin îmârına katkıda bulunması (9/Tevbe, 17)
isteniyor; namazsızlar veren el olduklarından aziz, câmi ve görevliler isteyen
ve alan el oldukları için altta ve zelil oluyor. Denilebilir ki, “efendim, ne
yapalım, câminin halıları değişecek, süslü âvizeler alınacak, paraya ihtiyaç var...”
Halbuki Cuma ve bayram namazında câmiye gelenleri, kayıp
çocuklarımız ve misafirlerimiz olarak kabul etmeli, onlara biz birşeyler
verebilmeliyiz. Onlar ayakkabı çalınma riskinden veya yine para isterler
anlayışından dolayı câmiden kaçma yolu arayan değil; câmide dağıtılacak
hediyelerden ve sunulan imkânlardan yararlanmak için de olsa aramıza
katılabilmeli. Câmiye çok nâdir gelen Cuma cemaatine kitaplar, broşürler,
dergiler, kasetler, başka hediyeler verebilmeli, ondan bir şey kesinlikle
istememeliyiz. Cebine değil, gönlüne hitap etmeli, gönlünü ve gözünü
doyurabilmeliyiz. Hemen bütün peygamberlerin toplumlarına bir hitabı vardır: “Sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim
ücretimi (ecrimi, mükâfatımı) verecek olan ancak âlemlerin Rabbi Allah’tır.” (26/Şuarâ,
109, 127, 145, 164, 180...)
i- Yine, bir câmi
inşaatı için elde makbuz, çarşı pazar geziliyor, önüne çıkan dinli dinsiz
herkesten câmi için yardım isteniyor. Bunun, dini ve câmileri küçülten bir
tavır olduğu kadar, Kur’an’ın yasakladığı (9/Tevbe, 17) bir tavır olduğunu
belirtmek gerekiyor.
j- Mescidlerde
ticaret yapılması da çirkin bir bid'attir. Özellikle Diyanet, kendi
kasasını şişirmek için kendi memurlarına, kendi yayınlarını câmide
pazarlamalarını emretmektedir. Takvim, dergi, kitap ve makbuzlarının satılması
şeklinde örneklerini gördüğümüz ticaretle ilgili işler için mescidin
kullanılması Hz. Peygamber'in bizzat yasakladığı hususlardandır.
k- Günümüzde, mescidlerle ilgili bir başka yanlışlık da,
çoğu müslüman halk tarafından yapılıyor: Filan vilâyet veya uzak semtten Sultan
Ahmet Câmiini veya câminin içindeki Konya’ya Mevlâna müzesini ya da başka bir
câmiyi ziyaret etmeye gidiyorlar. Câmi ziyaret edince sevaba girdiklerini
zannediyorlar. Halbuki câmi ziyareti
kasdıyla yapılan bu davranışlar, yanlıştır, yasaktır, vebaldir. Çünkü
yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek
ancak üç mescid vardır. “Üç mescidden
başka bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz;
Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.” (Buhârî, Fedâilu’s-Salât
-Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Müslim, Hacc 74; Ebû Dâvud, Menâsik
hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243,
hadis no: 326) Bugün müslümanlar,
maalesef Mescid-i Aksâ’yı ziyaret edememektedirler. Hiç olmazsa hacca
gidenlerin yol üzerinde uğrayıp ziyaret edebilecekleri ilk kıblelerine gitme
yollarını bulmak bedel istiyor; insanımız da kolay sevap istediği için bedele
yanaşmıyor.
l- Peygamberimiz'in her Ramazan'da mutlaka yaptığı mescidde i'tikâf sünneti unutulmuş, câmiler
i'tikâfsız/coşkusuz kalmıştır. İtikâf, bilindiği gibi, dünya işlerinden
arınıp bir mescidde özellikle Ramazan ayının son on günü ibâdete çekilme
demektir. Bu kuvvetli sünnetin terk edilmesi, mescidlerimiz açısından önemli
bir eksikliktir. İ'tikâfın ihyâ edilmesi gerekmektedir.
m- Bid'at
unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme hakkı olan mü'minlerin, şirk
unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme zorunluluğu vardır (Bkz. 7/A'râf,
29; 9/Tevbe, 107-109; 72/Cinn, 18).
n- Mescidin dırar
olması/zararlı mescid haline gelmesi, mescidin sadece o niyetle yapılmasını
gerektirmez. Mescid-i Dırarla ilgili âyet-i kerimede (9/Tevbe, 107), yapmak
ve kurmak anlamında bir kelime kullanılmamış, "ittihaz (edinme)"
kelimesi kullanılmıştır. Bu demektir ki, bir mescidin zarar vermesinden söz
etmek için, daha yapılırken o niyetle yapılmış olması şartı aranmaz. İlk
zamanda, hatta yüzyıllarca iyi hizmetler verdiği halde günün birinde
"zarar veren mescid" haline dönüşen binalar olabilir.
o- Mü'minleri
fırkalara bölmek, tefrika çıkartmak için mescid yapmak veya yapılmış mescidleri
bu maksatla kullanmak, dırar mescidinin özelliğidir. Avrupa'da Türkler
tarafından mescid haline getirilen yerlerde çok net sırıttığı gibi, her
fırkanın kendine has bir câmisi vardır. Câmiler, sadece Allah'ın olması
gerektiği (72/Cinn, 18) halde, falancıların mescidi, filancıların câmisi diye
câmiler gruplarıyla bilinir ve çoğu mescidde ırklar ve uluslar arası ayrım
özelliğine işaret anlamına gelecek tarzda Türk bayrakları, hem de mihrab veya
minber civarında bulunur. Sadece kendi gruplarına ait mescidlerde toplanıp
namaz kılanlar, öteki câmilerde namaz kılmaz ve o mesciddekilere müslüman
gözüyle bakmaz. Hemen hepsi, birbirinin gıybetini etmeyi cihad zanneder.
ö- Rus işgali dönemindeki
Afganistan'da ve günümüzde nice yerlerde örnekleri görüldüğü şekilde, câminin
İslâm düşmanı olanlara, dini kullanmak ihtiyacı duyan ikiyüzlü kişilere barınak
yapılması da bid'at olmaktan öte şirk unsurudur, dırar özelliğidir.
Senelerce kahır ve zulüm altında inlettikleri müslümanların mâbedlerini, onları
sömürmek, kontrol etmek ve birbirine düşürmek için kullanma alçaklığının İslâm
tarihinde ilk temscilcileri Emevî hânedanıdır. Onlar, İslâm'ın zaferi önünde
eğilmek zorunda kaldıklarında, müslüman kanı damlayan kılıçlarını kınlarına
soktular ve o kılıçlarla dize getiremedikleri müslümanları, musallat oldukları
mâbedlerinden vurdular. Bu öyle bir vuruştu ki, en büyük kahrını, dinin
tebliğcisi Peygamber'in evlâdı üzerinde gerçekleştirdi. Onları zehir ve kılıçla
yok etmekle yetinmedi, tevhidin mâbedinden yaklaşık bir asır o aziz Rasûl
evlâdına ezan ve hutbelerden lânet okuyarak o Peygamber'in ümmetine âmin
dedirtti. Ömer bin Abdülaziz (ölümü; 102/720), Rasûl evlâdına okunan bu lâneti
mescidlerden kaldırdığında, kavramları tersine çevirmeye örnek olarak onu şu
şekilde itham etme çarpıklığına gidebildiler: "Sünnete muhâlefet
ediyor..."
p- Mescid yapımında,
Allah rızâsı ve takvâ kaygısından başka herhangi bir kaygının rol oynaması da
Dırar mescidinin temel özelliğidir. Kişisel menfaat, şöhret hırsı, grup ve
parti çıkarı, ekonomik rant vb. bu özelliklerdendir.
r- Mescidlerde
Allah'ın dışında herhangi bir kişiye sığınılması, yakarılması, herhangi bir
kişinin Allah ile kul arasında vesîle ve aracı yapılması da, mescidin takvâ
mescidi özelliğinin kalkması demektir (72/Cinn, 18). Bu durum, ulûhiyet
şânından olan özelliklerin Allah dışında bir varlığa verilmesini ifade ettiği
için şirktir. Allah'ın dışında kişi veya kişiler için çağrıda bulunulması,
övgüler dizilmesi, propaganda ve reklâm yapılması da mescidlerdeki çirkin
davranışlardandır. İslâm'ın temel kabullerine zıt unsurların sokulduğu
mescidlerdeki bu durumlara karşı çıkılmalı, tavır alınmalıdır.
s- Mescidlerin
vazgeçilmez fonksiyonlarından biri, oradaki cemaatin birbirlerinin dertleriyle
dertlenmesi ve istişâre etmesine zemin olmasıdır. Bu ibâdet ve meşveret
yerlerinde müslümanlar, eşitlik kuralına uyarlar. Kimsenin kimseye meslek,
maddî güç, makam vb. açıdan üstünlüğü olamaz. Bu ayrımlara göre saflar düzenlenip
bazılarına ayrıcalık verilemez. Herkes aynı safta ve omuz omuzadır. Bu
yüzdendir ki, imamın da cemaatten yüksek bir yerde namaz kıldırması doğru
değildir; hatta bunu câiz görmeyenler bile vardır (Ebû Dâvud, Salât 67). Hatta
bazı ülkelerde günümüzde de uygulandığı şekilde, mihrabdaki imamın cemaatten
daha yüksek yerde namaza durarak gurura kapılmaması için, mihrab câmideki
cemaatin secde ettiği zeminden daha aşağıda olmasının daha faziletli olacağı
değerlendirilebilir.
ş- Cemaatteki bu
eşitlik, ancak bir noktada bozulur; o da ilim ve ibâdet noktasıdır. Mescidde,
ilk safta ilim ve takvâ bakımında önde olanlar bulunur. Bunlar, imâmet ve
riyâset namzedi oldukları gibi, müzâkere ve müşâverede de reylerinden en fazla
yararlanılan kişilerdir. İmamın, namazdan sonra arkasını mihraba, yüzünü
cemaate dönüp oturması, duâ için olmayıp, kendisini imam seçen veya imam olarak
kabul eden cemaatle istişâre ve tartışmaya başkanlık etmek içindir. “Benim hemen arkama sizden dirâyet ve akıl
sahipleri dursun! Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenler
dursun! Çarşıların karışıklığından sakının!” (Müslim, Salât 123; Ebû Dâvud,
Salât 96; Tirmizî, Salât 168) “Üç kişinin
namazları kabul olmaz; bunlardan birisi cemaat istemediği halde imamlık yapmak
isteyen kişidir...” (Ebû Dâvud, Salât 63; Tirmizî, Salât 266)
t- Bu ölçüler dahilinde câmilerde
istişârenin terk edilmesi, cemaatin birbiriyle kaynaşmaması, imam-cemaat
ilişkisinin sağlıklı olmaması ciddî problemlerden biridir. Takvâ ve ilim durumuyla öne çıkmadığı halde
ön safı ve imamın arkasını âdetâ parselleyen kimselerin bu tavırları da sünnete
uymaz. Aslında imamın cemaat tarafından seçilip öne çıkartılması gibi,
imamın arkasına geçecek insanları da cemaat belirlemeli, lâyık olanları namaza
durmadan oraya dâvet etmelidir.
u- Vaaz ve hutbelerde, müezzinlik ve
imamlıkta, normal olarak ses duyulduğu müddetçe, gereksiz yere hoparlör kullanmak ve kulağı tırmalayacak şekilde
bağırmak da çok yanlıştır, çirkin bir bid’attir.
ü- Duânın kabulünün
bir şartı, samimiyet ve sessizliktir. “Rabbınıza
tazarrû ile yalvara yakara, gizlice duâ edin. Bilin ki O, haddi aşanları
sevmez.” (7/A’râf, 55) Duâ, tevâzu
ve zillet ile, fakirane, gizlice ve çok yavaş sesle yapılmalıdır. Yoksa,
duâ, tevâzunun tersine bağırma ile, yarış edercesine, edebiyat gösterişi
şeklinde, kafiyeli ama samimiyetsiz sözlerden oluşan tarzda olduğu müddetçe o
duâ, câmi kubbesinin dışına yükselmeyecektir. Hele bir de zâlim ve tâğutlar
için de rahmet istenerek duâ edilmesi, duâda câiz olmayan vesîleler, ırk
asabiyetine dair övünmeler de varsa, böyle duâya el açıp âmin diyenlerin de
durumu, Akaid ilmini ilgilendirir.
v- Cuma namazlarında
hutbeyi kısa, namazı uzun tutmak sünnet olduğu, aksi bid’at olduğu halde, hutbeler
çok uzun ve namazlar çok kısa edâ ediliyor.
y- Mescidlerden yola çıkılarak, oradan İslâm'ın öğrenilip
yaşanması, hâkim olması halka halka yayılarak toplumu hükmü altına alması
gerektiği halde; bugünkü mescidler, aslî
görevlerinin çoğunu yerine getirmemektedir. Tâğutlar ve onların rejimleri,
çeşitli baskı ve dayatmalarıyla İslâm dünyasındaki mescidlerin çoğunu mahkûm
etmiş, hapishaneye çevirmiştir.
Câmiler, müslümanların her çeşit ibâdet, buluşma ve görüşme,
önemli meselelerini müzâkere etme, dinin emir veya tavsiye ettiği birtakım
hizmetleri gerçekleştirmek üzere faâliyetlerde bulunma yerleridir. Bu kutsal mekânları laik devletin kontrol
altına alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması;
dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların ve hutbelerin
devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından hazırlanıp papağan yerine
konanların eline tutuşturulması, kesinlikle din özgürlüğüne müdâhale anlamı
taşır.
Câmiler ilk kuruluşundaki örnek uygulamaya göre birden fazla
iş ve ihtiyaç için kullanılırdı. Eğer biri çıkar da "bunlar tarîhîdir, o
günkü ihtiyaç ve imkânsızlıklara bağlıdır, bugün bu işler için ayrı mekânlar ve
kurumlar vardır" diyecek olursa, kendisine şu cevap verilir: Bunlar doğru
olabilir, ancak, bu tarihî uygulama iki şeye kesin delildir: 1- Câmiler
yalnızca namaz kılmak için değildir. 2- Müslümanların din işleri, dünya
işlerinden ayrı değildir; din ile dünya iç içedir. Kur'an ve Sünnet, hem din
hayatını hem de dünya hayatını düzenlemek, yönlendirmek, yönetmek için
gönderilmiştir.
z- Câmilerde; farzmış, namazdan bir parça imiş gibi, Haşr
sûresinin son âyetlerinin sabah ve akşam namazlarında imam veya müezzin
tarafından mutlaka okunması, tesbihlerin komutlarla ve hiç ihmal edilmeksizin
ve mescidin dışındaki hayata yayılmaksızın câminin ve namazın olmazsa olmazı
gibi okunması da bid’attir. Bakara sûresinin son iki âyetinin de yatsı
namazından sonra, başka âyetler okunmaz veya hiç terkedilmemeli gibi kıraati
için de aynı şey söylenebilir.
Aslında, okunan aşır veya sûrelerin meal ve tefsirleri
verilmeli, hatta güncel konularla, câmi dışı hayatla ilgili hükümleri,
tavsiyeleri içeren âyetler seçilmelidir ki, okunanlar yerini bulsun, gerçek
sünnete ve istenilen seevaba ulaştırsın. Ezanın, müezzinliğin haydi neyse, hele
Kur’an’ın namaz veya namaz dışı okunmasında teğannî, şarkı okur gibi gereksiz,
yersiz ve hatta yanlış uzatmalar ve ses dalgalandırmaları, sesin alçaltılması
gereken yerlerde yüksek sesle okunması ve tersi uygulamalar, cehâlet kaynaklı bid'atlerdendir.
Kur’an kıraatinin ağlayarak, hiç olmazsa ağlar gibi yapılarak hüzünlü bir
şekilde okunması gerekirken, ses sanatkârı gibi ve değişik makamlarda okumanın
da doğru olmadığını belirtelim.
Yine, müezzinlik gereği zannedilen tesbih duâları için
komutlarda ve mevlid vb. okuyuşlarda Kur'an makamıyla, Allah'ın âyetleri
dışındaki şeylerin okunması büyük yanlışlardan ve bid'atlerden biridir.
Kamet getirilirken bazı müezzinlerin ellerini namazda imiş
gibi bağladığı görülüyor; bu da bid’attir. Mevlid okunurken de, Peygamber’in
doğum zamanı anlatılırken, namaza durur gibi cemaatin ayağa kalkması ve
ellerini namazda bağlar gibi bağlamaları da yanlış üstüne yanlıştır.
Namazdan sonra veya câmiden çıkmak üzere cemaatin
birbirleriyle sanki namazın bir tamamlayıcısı gibi her zaman tokalaşmaları,
bunu âdet haline getirmeleri de bid'attir. Ama arada bir yapılyor, olmasa da
olur deniliyor ve özellikle birbirlerini az görenlerin arasında uygulanıyorsa,
bunda sakınca yoktur.
Ramazanlarda câmilerde kılınan teravih namazları, İstanbul
boğazında sürat teknelerinin tehlikeli yarışlarına benziyor. Kıraat, rükû,
secde hep yarım yapıldığı gibi, ta’dîl-i erkâna riâyet edilmiyor. Böyle,
dostlar alışverişte görsün hesabı 20 rekât kılınacağına, sünnette olduğu gibi 8
veya 12 rekât kılınsa, ama hakkını vere vere kılınsa bid’at ve hatalardan
uzaklaşılmış olur. Ama, Hz. Ömer devrinde sahâbe 20 rekât da kıldığından,
usûlüne uygun şekilde isteyen elbette 20, hatta daha fazla kılabilir. Ama,
tavuğun yem topladığı gibi kılınacaksa, 100 rekât da kılınsa, gerçek sünnet
sevabı elde edilemez. Teravihlerin devamlı cemaatle ve câmide kılınması da
Peygamberimiz’in sürekli yapmadığı bir davranıştır.
Câmilerde Bir Büyük
Bid'at; Mevlid
Mevlid, doğum zamanı ve doğum yeri anlamındadır. Zamanla
doğum tarihini kutlamak anlamı kazanmıştır. Mevlid, bugün özellikle câmilerde
kullanıldığı şekliyle, Peygamberimiz'in doğumunu anmak ve kutlamak şeklinde
uygulanan tören ve okunan şiir anlamında kullanılmaktadır. Osmanlı şâiri
Süleyman Çelebi'nin (ölümü, 1422) Vesîletü'n-Necât adlı şiir kitabı bu adla
yapılan törenlerde özel bir makam ve usûlle okunduğu için, mevlid dendiği zaman
o şiir kitabının okunduğu merâsim akla gelmektedir. Peygamberimiz'in doğumunu anma
esprisi de unutulmuş, Peygamber için
yazılan bu şiirin okunması kendi başına bir dinî törene, bir ibâdet kabulüne
dönüşmüştür. Bugün birçok aile, ölüleri için sevap, hatta mutlaka yapılması
gerekli dinî vecîbe gibi düşünmektedir. İbâdetler,
Allah'a nasıl yaklaşıp hangi uygulamalarla sevaba girileceği nassların hükmü
ile belli olur. Yani ibâdetler, fıkhî deyimiyle "taabbudî alandır,
tevkîfîdir, vahyîdir. Din tamamlanmıştır, artırma da eksiltme de yapılamaz. Rasûlün ve ashâbın hayatında mevlid diye
bir uygulama kesinlikle mevcut değildir. Mevlidi savunanlar şöyle derler:
"Mevlid bir vesîledir, biz bu vesîleyle Kur'an okuyoruz, salât ve selâm
getiriyoruz, duâ ediyoruz; esas amaç da bunlardır." Cevap olarak deriz ki:
Mevlid dışında sayılanların kendi başlarına okunmaları halinde hangi zorluk ve
eksiklik çıkıyor da Süleyman Çelebi'nin şiirine sığınılıyor? Süleyman
Çelebi'den önce Kur'an okuyanların okudukları boşa mı gitti?
Kur'an ve sünnet,
ibâdet anlayışı ile böyle şiir okuyarak sevap kazanılacağı bir ibâdetten
bahsetmez. Ayrıca, mevlid şiir gibi değil; Kur'an okunur gibi Kur'an makamıyla
okunmakta, Kur'an dinlenir gibi dinlenmektedir. Mevlid türünden kutlamalar, din
kaynaklı değil; folklor ve âdet kaynaklıdır. Bu kutlamalar, câmide olmadığı sürece, ibâdet ve
sevap kabul edilmemek şartıyla, Kur'an makamıyla ve kutsal metinmiş gibi icrâ
edilmediği özelliklerde, salt şiir okur gibi okunursa bir sakıncası olmaz. Bugünkü şekliyle ise, en azından büyük bir
bid'at ve hurâfedir. Bugün, bir şiir, ölülere rahmet ve cennete ulaşma
vesilesi gibi kabul edildiğinden, Kur'an'dan öne çıkarıldığından, dinin temel
ilkeleri açısından çeşitli sakıncalar içerir. Örf dinleşince, din de örfleşir. Örfün kutsallaşmasına seyirci kalmak, dinin
tahribine seyirci kalmakla eş anlamlıdır.
Kur'an şöyle buyuruyor: "Allah
yalnız başına anıldığında, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle ürperir;
O'nun berisindeki ilâhlaştırılmış kişiler anıldığında ise hemen müjdelenmiş
gibi sevinirler." (39/Zümer, 45) Tevhid, ibâdet kasdıyla "Allah'ı
da anmak" dini değil; "sadece Allah'ı anmak" dinidir. Câmiye
sokulup ibâdet kasdıyla okunan mevlidin, sadece bid'at olarak kalmayacağı, bu
anlayış ve kabulün şirk kapsamına girebileceğini bu riski taşıdığını
belirtelim.
Bir Büyük Bid'at Daha;
Mescidlerin Süse Boğulması
Mescidin meşrû ve
makul süsü, orada bolca secde edilmesi, çokca insanın ibâdetle mescidi
şenlendirmesidir. Asr-ı saâdette mescide biçilen roller, ne oranda
uygulanabilirse onları icrâ etmekle mescidlerin yüzü gülecektir. Mescide gidenlerin süslenmeleri,
temiz ve güzel giyinmeleri Kur'an'ın tavsiyesidir (7/A'râf, 31). Ama mescidleri, hem de gözü meşgul edecek,
ibâdetteki huşûya engel olacak şekilde süslemek, abartılı tarzda ziynetlere,
desen ve boyalara boğmak din açısından yanlıştır. Konuyla ilgili hadis-i
şeriflerde şöyle buyrulur: "Mescid
yükseltmekle, mescid süslemekle emrolunmadım." (Ebû Dâvud; et-Tâc,
1/243). "İnsanlar, mescid yapma
yarışına girip bununla övünmedikçe kıyâmet kopmaz." (İbn Mâce, Mesâcid
2) "Sizin benden sonra, yahûdilerin
havralarını, hıristiyanların da kiliselerini süsleyip püsleyerek yükselttikleri
gibi, mescidlerinizi süsleyip püsleyeceğinizi görür gibiyim." (İbn
Mâce, Mesâcid 2) "Bir topluluk,
mâbedlerini süsleyip püsleme hastalığına tutulmadıkça, ameli çirkin ve zararlı
hale asla gelmez." (İbn Mâce, Mesâcid 2) Sahâbî fakîhlerinden İbn
Mes'ud (r.a.) Kûfe'ye ilk geldiğinde süslü, nakışlı bir câmi gördü ve şöyle
dedi: "Bunu kim yaptıysa Allah'ın malını O'na isyanda harcamış."
Olayın israf boyutu da
önemlidir. Mescidin
gereksiz süslerine, kubbelerine yatırılacak para ile cemaat bulunup,
oluşturulan cemaatin seviyelerini arttırmaya, İslâm ve müslümanlar için zarûri
ihtiyaçlara kullanmak çok daha faziletli olacaktır. Paraları gereksiz taşlara
ve süslere yatırmak yerine; dâvâya, insana, cemaate yatırmak dinin maslahatı
açısından önemlidir. Mescidleri çok görkemli yapmışsın, süslemişsin, cemaati
olmadıktan sonra neye yarar? Sağlam yetişen cemaat ise, bulunduğu her yeri
mescid yapabilir, her yerde ibâdetini yerine getirebilir.
Tüm bid’atlerden şeytandan kaçar gibi kaçmaya çalışan,
câmilerimizin asr-ı saâdetteki takvâ mescidlerine benzemesi için gayret
gösteren, câmilerine sahip çıkan, gönlü câmilere bağlı şuurlu müslümanlara
selâm olsun!
1- Hüseyin K. Ece, İslâm’ın
Temel Kavramları, Beyan Y. s. 87-91
2- Abdurrahman
Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, İşaret/Ferşat Y. s. 33-35; 48-49
3- Hasan Turâbi, Namaz, Risale Y. s.
141-148