Evlât Katili Bir Babanın İtirafları
Ahmed KALKAN
Bir evlât katiliyim
ben. İşlediğim cinâyetin farkına yeni varan bir sarhoşluk içinde, et-kemik
yığını ruhsuz bir ceset karşısında avazım çıktığı kadar bağırıyorum:
"Yavrum, seni ben öldürdüm; Affet beni evlâdım!.."
Aman Allah'ım, evlât
katili olmak! Ne fecî şey yâ Rabbî! Katil olmak, hem de çok sevdiği, doğunca
dünyaların kendisinin olduğu, yiyeceğinden kesip yedirdiği, yetişmesi için her
şeyini seferber ettiği evlâdının, öz çocuğunun katili olmak...
Nasıl mı oldu bu iş?
Anlatmaya çalışayım: Efendim, aslında çok farklı şey değildi yaptıklarım.
Anlayacağınız, uydum kalabalığa, el ne yapıyorsa ben de onu yaptım; ne bir
fazla ne bir eksik. Ele baktım, onlar ne yapıyorsa ben de yaptım, doğru yoldan
öyle saptım. Nereden bilebilirdim işin sonunun böyle fecî bir cinâyetle
noktalanacağını? Ne bileyim herkesin bal dediği, benim de câhil olduğum için
kanıp öyle zannettiğim şeyin aslında zehir olduğunu? Kendi ellerimle yavaş
yavaş çocuğuma o zehirden içirdim. Sonra, bir de baktım ki tümüyle zehirlenmiş
çocuğum.
"Çocuğun sağ,
ölmedi ki, nereden çıkarıyorsun bunları?" mı diyorsunuz? Şu zibidi mi, şu
ruhsuz zavallı mı, şu canlı cenâze mi, şu hayat süren leş mi benim çocuğum?
Hayır, hayır yanılıyorsunuz! Çoktan öldü, daha doğrusu öldürüldü benim çocuğum.
Hem de katillerden biri ve en büyüğü benim, ben! Evet, asacak mısınız, kesecek
misiniz, her cezaya hazırım; bu evlât ölü, ben de katilim. Daha onun ölü
olduğunu hâlâ anlayamıyorsanız -ki dün ben de farkında değildim- öyleyse...
Evet, evet, öyleyse siz de evlât katili ve benim de suç ortağımsınız.
İlk câhiliyye asrında
çocuklarını diri diri toprağa gömüyormuş câhil Araplar. Sizi bilmem, ama artık
ben ayıplayamıyorum onları. Çünkü yeni yeni anladım kendi yaptığımın daha fecî
olduğunu. Onlar, çocuklarının sadece maddesini öldürüyormuş; bense mânâsını
öldürdüm. Onlar, çocuklarının üç-beş günlük dünya hayatlarını yok ediyorlarmış;
bense âhiretlerini mahvettim. Onlar, sadece kız çocuklarını öldürüyorlarmış;
bense kız-erkek hepsini öldürdüm. Gerçek katillik, asıl barbarlık câhiliyye
Araplarının yaptığı gibi değil; benim yaptığım gibi olur. Onlar, çocuklarını
günahsız yaşta öldürerek, onları cehennemlik olmaktan farkında olmadan
kurtarıyorlarmış. Çocuklar için gerçek ölüm değil; kurtuluşmuş bu. Bense kendi
ellerimle ateşe ittim onları, hem de bu dünyanın basit ateşine değil, cehenneme
sürükledim, oraya ellerimle attım onları... Çocuklarım da şimdi beni oraya
çekiyorlar, bana kendi yanlarında yer ayırmışlar, dâvetiye üstüne dâvetiye
gönderiyorlar. Bilmem bu çağrıyı geri çevirebilecek miyim?
Evlâdım! Senin
terbiyenin, daha senin anneni seçmekle başladığını, bülûğ yaşına kadar tümüyle,
ondan sonra da tavsiyelerle, yetişmen için bütün sorumluluğun bana ait olduğunu
nereden bilebilirdim o zamanlar. Beni câhil bırakanlar, İslâm'dan habersiz
yetiştirenler, hele hele anneni daha bir câhil bırakanlar, gâvur gibi yaşamamız
için çabalayanlar da benim kadar suçlu değil mi? Ama, esas suçlu yine de benim,
ben! Affet beni evlâdım... Sana ilk kelime olarak ALLAH demesini
öğretmeliymişim. Yeni yeni öğrendim bunu. Gerçi sık sık duyardım sana helâl
lokma yedirmenin şart olduğunu. Ama nereden, nasıl, ne kadar helâl bulacaktım?
Düzen buydu, mutlaka helâla haram da karışıyordu. Eh ben de tümüyle dikkat
edemezdim; zâten kim ediyordu?
İşimden başımı
kaşıyamıyordum, eşim de başından savmaya bakıyordu. Sağolsun (yok, sözün gelişi
dedim, "yok olsun!") bizim yerimize çocukla ilgilenenler oluyordu:
Sokakta birçok fesat, evde televizyon denen âlet, çocuğu avutuyordu. Sonradan
anladım ki, avutmuyor, eğitiyor, öğütüyordu. Ağaç yaşken eğilirdi. Benim körpe
fidanım da yaşken her yana yamuluyor, küfrün her boyasıyla boyanıyordu, hem de
hayat boyu çıkmayacak boyayla. Artık; inancı, fikirleri, düşünce ve davranışlarıyla,
her şeyiyle müslüman çocuğuna hiç benzemiyordu. Bir gâvurun çocuğuyla yan yana
konulsa, benimkinin müslüman olduğunu, diğerinden farklı bulunduğunu nesiyle
isbat edeceklerdi? Mümkün değildi mü'min olanını ayırdetmek. Beş bilinmeyenli
denklem uğraşılarak çözülebilirdi, ama bu sorunun altından kalkmak her
babayiğidin, hatta Pentium 4 PC'nin harcı değildi. Halbuki her temel esasta çok
farklı bir inancı, yaşayışı ve ahlâkı olacaktı; böyle istiyordu Mevlâ. En güzel
boya Allah'ın boyasıydı. Boyacılar da çocuk babası, sonra çocuğun hocasıydı,
böyle olmalıydı.
Ben bunları o zamanlar
hiç görmüyor, düşünmüyor, çaresini aramıyor değildim. Çevremde namazlı niyazlı
insanlar çocuğunun dini için, ne yapıyorsa, ben de onu yapmaya karar verdim.
Ben din bakımından câhil sayılırdım. Anası ise ooo, zır câhil. Kendimiz ne
öğretecektik çocuğa. Hocaya gönderdim yaz tatilleri, bazen de hafta sonları
Pazar günleri. Çocuk hocadan şikâyetçiydi, önemsemedim şikâyetlerini. Ama niye
çocuk, öğretmeninden hiç şikâyetçi olmadığı halde, hocadan hiç hoşlanmıyordu.
Kafama takılıyordu bu. Çocuğun dediğine bakılırsa hoca pek bir şey öğretmiyor,
bir sürü çocuğu ancak zorla susturuyor, çok da dövüyormuş... Olsun, yine de
gidecekti çocuk hocaya. Çünkü evlâdım dinini iyi bilsin istiyordum. Nereden
bilebilirdim o zamanlar dinin üç-beş gün hocaya gitmekle öğrenilmeyeceğini. Ben
hocaya yardımcı olmadan, düzen her kurumuyla, çevre de her yönüyle hocanın
vermek istediklerini bozup tam tersini her türlü zengin imkânlarıyla vermeyi
terk etmeden mümkün müydü çocuğa dinini gerçekten öğretmek, öğrendiği dini
yaşatmak? O zamanlar bilemezdim bunları.
O zamanlar biliyordum
çocuğun nasıl dindar olacağını, dinini nasıl öğreneceğini: Hocaya/câmiye arada
sırada gönderirsem iş tamamdı. O öğretirdi nasıl olsa çocuğa dinini. Çocuk
böylece otuz iki farzı ezberleyecek, Kur'an'ı hatim edecekti. Namaz kılmasını
da öğrenince, eh ne kaldı geriye, iş tamamdı. Ben böylece vazifemi yapmış
olurdum. Allah bana "çocuğunu niye okutmadın?" demez, kurtulurdum.
Mes'ûliyetten kurtulmak(!) için çok gayret ederek, zorla da olsa, çocuğu hocaya
gönderdim. Bazen kaytarıp kaytarmadığını takip edemedim, ama başkasından daha
çok uğraşarak, çocuğun oyunundan, eğlencesinden kısarak câmiye gitmesine
çalıştım. Bir gün olsun, çocuk ne okuyor, hocanın şikâyeti var mı, merak ederek
sorup kontrol etmedim, ama yıllarca tatilleri hep gönderdim. Veee sonunda,
zorla da olsa, unutup unutup tekrar elife dönse de hatim ettirdim. Otuz iki
farzı da su gibi sayacak şekilde kerataya ezberlettim. Ehh, artık görevimi
yapmış olmanın mutluluğu vardı bende. Çocuk dinini de öğrenmiş, benden
sorumluluk da gitmişti. O zaman bana göre din bundan ibâret, çocuğu yetiştirmek
için bunlar gerekti. Bunları da senelerce uğraştan sonra halletmiştim. Çok
sonraları anlayacaktım ki, bunlar,
vicdanımdaki din yarasını pansumana yarayan fantezilerden ibaretti. Hiç
yoktan iyiydi ama çocuğumu İslâmlaştırmaya, fıtratını korumaya, keferenin
istediği ve şekillendirdiği yapıyı kökten değiştirip çocuğun hayatını
yönlendirerek âhiretini kurtarmaya kâfi gelmekten öyle uzaktı ki... Ve benim
sorumluluğumu gidermekten...
Çocuğuma hatim
ettirdiğim halde, hayret! Benim de ara-sıra hatırlatmama rağmen çocuk hiç namaz
kılmıyordu. "Oğlum, hiç olmazsa Cuma'ya git, Cuma akşamları dedelerine Kur’an
oku!" Nerdeee? Peki, “ben günahkârım, çocuğum arkamdan Kur’an okusun, ben
de onun yüzünden kurtulayım” diye -aslında kendim için- okutmuştum onu, şimdi
hiç Kur’an okumadığına göre, ben ölünce arkamdan, herhalde elinden düşürmediği
romanları okuyacaktı. Öğrendiği halde
Kur’an okumuyor, nasıl kılınacağını bildiği halde namaza yaklaşmıyordu. Ne
yapsam nâfile! (Gerçi, söz aramızda, fazla da bir şey yap(a)mıyordum ya...)
Yavaş yavaş delikanlı olmaya başlıyordu, ama cennetle müjdelenen gence,
Peygamberimiz'in ashâbına, hatta sıradan bir ümmetine, İslâm tipine hiç benzer
yanı yoktu bizim delikanlının. Kızım da başını zorla kapatıyor, ben olmadığım
veya zorlamadığım zaman biliyordum ki başını hiç örtmüyordu. Senelerce
alıştırmış olacaklar, körpe fidanımı iyice bükmüş olacaklar, sevdirmiş
olacaklardı benim yerine çocuğa yön verenler. Bu ortamı ben hazırlamış, ben
vekiller tutmuştum. "Her doğan çocuk
İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ana-babası onu gâvurlaştırır." Buna
yakındı hadis meâli. Çocuğun gâvurlaşmasından, önce ana-baba sorumluydu. Evet
suç benimdi; affet beni Allah’ım!
Bir tavuk kadar bile
olamadım. Allah'ın emânetine onun kadar bile sahip çıkamadım. Bir tavuk, yavru
civcivine zarar verecek bir düşman, yavrusunu (ç)almaya kalksa, hayatını
tehlikeye atarak, atılırdı düşmanının üstüne. Ölümü göze alırdı da vermezdi
yavrusunu hiçbirine. Bense, yapamadım bu kadarını bile. Hiçbir hayvanın
yapamayacağı vahşîliği yaptım. Çocuğumu düşmanın önüne kendim attım.
Bir hırsızlık olayı
ile karşı karşıya idim. Hem de en sevdiğim dünya nimeti olan yavrumu
çalmışlardı. Kimler mi? Hırsızların kiminin adını bile anamıyorum, çevre deyip
geçeyim; sokaklar, kanallar, gazeteler, kitaplar, partiler, topçular,
popçular... Evet, hem de göz göre göre çalmışlardı çocuğumu herkes seyirciydi
sadece. Sessiz çığlığımla ciğerlerimi yırtarcasına bağırıyorum: “Geri verin
çocuğumu! Geri verin çocuğumun dinini, imanını, ahlâkını. Geri verin onun
ruhundan, gönlünden kopararak çaldıklarınızı. Geri verin namazını, niyazını.
Geri verin! Geri verin!...” Ama nâfile. Siz vermek isteniz bile veremezsiniz
ki! Çocuk istemiyor geri vermenizi. Babasından (daha önemlisi Rabbından)
koparılan çocuğum hırsızlarla işbirliği içinde, onların safını seçmiş... Aman
Allah'ım, benim elimde cennetin yollarını öğrenmesi ve o yola koyulması için
bana emânet olarak verilen yavrum, cehenneme doğru son sürat gitmekten o kadar
memnun ki...
Çalmışlardı çocuğumu.
Çalarken bahane de bulmuşlar, minareyi çalanların kılıf hazırladığı gibi kılıf
da uydurmuşlardı: Güya beni ve çocuğumu düşündükleri için, çocuğumu kurtarmak,
yetiştirmek içindi bu yapılanlar. "Bırakın benim çocuğumu, kurtulmasını
istemiyorum ben!" diye ortalığı birbirine katmak geliyor içimden. Çocuğun,
insanın âhiretini mahvetmenin, esas kurtuluşunu engellemenin adı olmuş
kurtarmak, yetiştirmek, eğitmek. Çalmışlardı çocuğumu ve onun yerine başka
birini: "Al, senin çocuğun bu!" diyerek, zibidi bir genci teslim
etmişlerdi bana, daha doğrusu beni teslim etmişlerdi ona. Ama, hayır, bin defa
hayır! Bu değildi benim çocuğum. Hiç bana, dedesine benzer yanı yoktu bunun.
Müslüman çocuğu olamazdı bu, Peygamberime benzeyen hiçbir tarafı yoktu bu
yabancının. Benim çocuğum değildi bu. Ölmüştü benim çocuğum.
Vatan dediğin bir
toprak parçası; evlât ise toprağın gülü; o yüzden vatanla ilgili meşhur beyti
şöyle değiştirebiliriz: "Sahipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sahip
çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!" Ben sahip çıkmadığım içindi bütün
bunlar. Çalmışlardı çocuğumu. Kimlerin çaldığını öğrenmiş, hırsızı da yakalamıştım.
Ama, “yakaladım” hırsızı derken, aslında benim yakam hırsızın elindeydi, asıl o
beni bırakmıyordu. Ne? Beni de mi çalmışlar? Biriktirdiğim üç-beş kuruşumu
çalsalar, oturduğum evimi beni kandırarak elimden alsalar, her tarafı velveleye
verir, ciyak ciyak bağırır feryad ü figan ederdim. Çocuğumu çaldılar, bunları
bile yapamadım. Demek beni de çalmışlar çalanlar ki, sesimi bile çıkaramadım.
Çalınan çocuğumu geri vermediler, veremezlerdi tabii. Çünkü ölmüştü artık o.
Öldürmüşlerdi onu. Ama katillerden biri, hatta en büyüğü bendim: Ben öldürdüm
onu, ben, ben, ben... Hem de Firavun'un erkek çocuklarını doğramasından daha
fecî bir şekilde öldürdüm. Modern bir şekilde, incitmeden, nâzikçe; ama bu
idamların en vahşîcesiydi. Çağdaş câhiliyye döneminin yöntemiyle.
Çocukların et ve
kemiklerinden çok kıymetli olan dinini, imanını, hayâ ve iffetlerini, nâmus ve
faziletlerini, âhiretlerini, topyekün onları insan yapan her şeylerini
öldürmüştüm. Bu cinâyetin en büyük suç ortağı benim, ben! Ben yardım
etmeseydim, ben râzı olmasaydım dönemezdi bu zulüm çarkları. Gerekirse cesedim
bile durdurmaya yeterdi onları. Ölümüm bile işe yarardı. Direnmeliydim sonuna
kadar. Kâfir babası olmaktansa, hatta onun yüzünden küfre yaklaşmaktansa, büyük
sıkıntılar çekmem, ölmem elbet daha iyiydi. Benim gibi korkak babalar, büyük
zulümlerin suç ortağı babalar yüzünden değil miydi bunca cinâyetler?
Doğduğunda kulağına
ezan okunmuş, Allahu Ekber denmişti. Öldüğünde yine "En büyük sadece
Allah'tır, O her şeyden daha büyük ve daha önemlidir" denilecek, arkasında
namaza durulacaktı. Ama doğumla ölüm arasındaki tüm hayatı ezan ve Allah
kelimesinden, bu mânâlardan çok uzaktı. Ben bir baba olarak, sadece doğarken
mi, şimdiki gibi ceset haline geldikten sonra mı, ölünce mi hatırlatacaktım
çocuğuma Allah'tan başka büyük olmadığını, diğerlerinin değer olmadığını?
Başkaları başkalarının büyüklüğünü değerini anlatmışlardı Allah'ın büyüklüğü
yerine ona; ben de dolaylı da olsa yardımcı olmuştum buna. Artık şimdi o,
ezandan, namazdan değil; castık-custuk seslerinden zevk alıyor. Allah'ın
karşısında eğilmeyen vücudu tâğutlar, cıvık kızlar karşısında eğiliyordu. Şimdi
artık, çocuğumun taparcasına sevdikleri artistler, şarkıcılar, futbolcular,
biraz da kızlardı. İlâhların kurbanıydı benim yavrum. Benim ellerimle kanı
akıtılmış, sahte tanrıların önüne atılmıştı. Esas suçlu bendim, ben, ben!
Affet beni evlâdım!
Gerçi sen, şimdi henüz beni suçlamıyorsun ki affedesin. Ama yarın... Ahzâb
sûresinin 66-68. âyetleri aklıma geliyor sık sık. Özellikle geceleri, devamlı senin
suçlamaların, yakama yapışıp hesap sormalarınla sıçrayıp uyanıyorum. Şöyle
buyuruyordu o âyetlerde Cenâb-ı Hak, senin gibi mazlum kurbanların fecî
durumunu anlatırken: "O gün yüzleri
ateş içinde kaynayıp çevrilirken: 'Vah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik,
Peygamber'e itaat etseydik!' diyecekler. Yine şöyle diyecekler: 'Ey Rabbımız!
Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza ve
diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola)
götürdüler. Ey Rabbımız! Onlara azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir
lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır)." Bu âyetlerin meallerini
öğrendim, bir de tefsirlere baksam, âhiretteki o acıklı sahneyi düşünerek iyice
kahrolacağım. Ama dünyada kahrolmak belki benim kurtuluşum, âhiret cezam için
keffâretim olacak.
Hele yatağa girip
gözlerimi yumayım, hemen bir tablo çıkıyor karşıma: Çocuklarım yakama yapışmış
beni cehenneme doğru sürüklüyorlar. "Esas suçlu bu!" diye zebânîlere
beni gösteriyorlar. Lânetlerin en büyüğünü yapıyor, kendi çektikleri azâbın iki
mislini çekmem için Allah’a yalvarıyorlar. Kızamıyorum onlara. "Dünyada
ben sizin için ne fedâkârlıklar yaptım, şimdi niye bana böyle davranıyorsunuz?
Bırakın yakamı, ben size ne yaptım?" diyemiyorum. Çünkü çok şeyler yaptım,
çok şeylerini yıktım, mahvettim biliyorum. Esas suçlu ben olmasam, Cenâb-ı Hak
onların bu davranışlarını anlatıp beni ikaz etmezdi zaten. Evet, esas suçlu
benim, ben! Affet beni evlâdım. Sen affetmezsen, Cenâb-ı Hak da herhalde
affetmeyecek. Senin affetmen de dilinle değil; imana ve sâlih amele dönüşünle
olacak. Affet beni evlâdım! Seni yarının bile haram ve şirklerinden koruyacak
köklü bir iman vermeliydim. Böyle tavsiye ediyordu Hz. Ali. Fakat sen bugünlere
bile dayanamadın. Ne ektim ki onu biçeyim, ne verdim ki iman nâmına, küfre ve
haramlara silâh adına; bugün senden ne bekleyeyim?
Senin istikbâlin için
câhillerin mektep ve sokağına, iş tezgâhlarına, gazete ve televizyonuna seni
teslim etmiştim. İnan, senin istikbâlini düşündüğüm içindi bunlar. Halbuki yeni
yeni anlıyorum ki, istikbâl gelecek demekti. Gelecek de âhiret ve âkıbetti,
dönüş Allah'a idi. Senin geleceğini, âhiretini düşünseydim, senin değerlerini
parçalayacak olan canavarların önüne seni atar mıydım? Âhiretini üç-beş kuruşa
satar mıydım? "Otuz iki farzı öğrettim, Kur'an'ı hatim ettirdim"
diyerek yan gelip yatar mıydım? Sonra da "vah benim yavrum!" deyip
ortalığı velveleye katar mıydım? Seni cehenneme ellerimle atar mıydım?
Söyleyin, çocuğumun istikbâlini gerçekten düşünseydim, bütün bunları yapar
mıydım?
"Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüz sürüden
mes'ulsünüz." Böyle
buyuruyordu o sözlerin en güzelini, en doğrusunu konuşan. Çobanlık yapabilmiş
miydim? Allah'ın yasakladığı, sınır koyduğu hudûdu aşarken o ekin tarlasından
çıkarabildim mi onu? Yoksa ben mi o yasak yerlerde otlattım çocuğumu? En
azından göz yummadım mı o yasak ekinlerde otlamasına? Öyleyse güttüğüm sürünün
değil; suç benim gibi çobanındı. Kabahatin çoğu evlâdın değil; babanındı.
En kıymetli varlığıma,
Allah'ın emânetine ne yaptım? Emânete ihânet etmeden koruyabilmek için emâneti
iyi tanımak ve nasıl korunacağını bilmek şarttır. Emâneti niçin vermişti esas
sahibi? Hâin olmamak için nasıl koruyacaktım, onu öğretmemiş miydi âlemlerin
Rabbi? Târifesi yok muydu bunun? Öyleyse emânete ihânet eden hâin damgası
yemeyi hak eden bendim, ben, ben! Enfâl sûresi 27-28. âyetlerde öyle denmiyor
muydu? "Ey mü'minler! Allah'a ve
Peygamber'e hâinlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emânetlere de hâinlik
etmeyin. Bilin ki, mallarınız ve evlâtlarınız ancak bir fitnedir (sizi günaha
sokmaya sebeptir). Allah yanında ise büyük mükâfat vardır." Teğâbün
sûresinin 14 ve 15. âyetleri ise şu mealdeydi: "Ey iman edenler! Zevcelerinizle evlâtlarınızdan bir kısmı (sizi
ibâdetten alıkoymak, emirlerinize uymamak sûretiyle) size (bir nevî) düşmandır.
O halde onlardan sakının (kötülüklerinden emin olmayın). Mutlaka mallarınız ve
çocuklarınız (sizin için) bir fitnedir (belâ ve imtihandır; çünkü sizi birtakım
günahlara sokabilirler). Allah ise, büyük sevap O'nun katındadır."
Affet beni evlâdım!
Okuduğun kitapları, gazeteleri, konuştuğun arkadaşlarını, sana terbiye ve
eğitim verenleri, seyrettiğin filmleri, oynadığın oyunları... kontrol altında
tutamadım; gerektiğinde ambargo koyamadım. Kalbine ve kafana gireceklere
gümrüksüz gel geç dercesine tavrımla, bahçedeki korkuluk kadar bile olamadım.
Bütün bunları benim yerime ve benden daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan
bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştiremedim. Gecemi gündüzüme katıp, seni
"nasıl müslümanca yetiştirebilirim?" diye planlar, programlar
yapamadım. Dinim seni nasıl yetiştirmemi emrediyor, öğrenip uygulayamadım. Ben
suçluyum Rabbim, Affet beni Allah'ım!
Bir zamanlar bana
karşı yeterince hürmetli ve saygılı davranmıyor, emirlerimi yapmıyorsun diye
kızıyordum sana. Şimdi ise o kızdığıma kızıyorum yavrum. Öyle görmüştük biz
çocukluk ve gençliğimizde: Zerre kusur etmezdik saygı ve hürmette atalarımıza,
hatta yaşça büyük herkese. Ben de bir zamanlar senden bunu bekliyordum. Çok
önemliydi o demler, çocuğumun beni sayıp hürmet etmesi. Şimdi kızarak gülüyorum
bu halime. Allah'a saygısız olan, O'nun emirlerini çiğneyen, Kur'an'ın
hükümlerini umursamayan çocuk bana saygı gösterse ne olurdu? Allah'a saygı mı,
bana saygı mı, hangisi daha önemliydi? Bir çeşit ilâhlık taslamış oluyordum o
zamanlar. Allah'a saygıdan çok kendime hürmet istiyordum. Ölçü bendim, önce
kendime istiyordum itaati ve saygıyı. Önce benim sözüm tutulacak, emirlerim
yerine getirilecekti. Allah'ın emirlerinin tutulup tutulmaması benim için o
günler önemli değil; benimki önemliydi. Şimdi kızarak gülüyorum bu halime; ben
neydim ki Allah'ın yanında, zerre bile olabilir miydim? Ben neydim ve neyim ki,
Yaratan'a isyan ederken çocuk, ben kendimi düşünüp bana itaat ve saygı
isteyeceğim?
Ana-babanın veya başka
bir beşerin koyduğu kurallara karşı gelenler isyankâr olur, anarşist kabul
edilir de, Allah'ın kanunlarına boyun eğmeyen, her şeyiyle isyan edip baş
kaldırana anarşist ve isyankâr denmez de ne denirdi? Esas anarşist ve isyankâr,
benim namaz kılmayan oğlumla, İslâmî örtüye bürünmeyen kızımdı. Anarşiyi batılı
ve bâtıl rejimler üretiyordu ama gençleri kurban eden bu rejimleri besleyen,
anarşist yapanlara fırsat veren biraz da bendim, ben. Anarşist babasıyım ben!
Zehirli yılanları iyice besleyip büyüttükten sonra sokağa salıveren insan,
yılandan daha suçlu, daha zararlı değil miydi? Kendi elleriyle yılanın
zehirlerini takviye eden, ettiren terbiyeci, hele benim gibi tedbir de
al(a)mamış ise, kendisi de zehirlenip ölecekti. Keşke büyüttüğüm yılan,
zehriyle sadece bana zarar verip beni öldürseydi de dâvâma saldırmasaydı,
toplumu ifsâd etmeseydi!
Pek önemsemiyordum
eskiden evlât terbiyesini. Birkaç beylik lâfla oluverecek zannediyordum:
"Oğlum namaz kıl, kızım başını ört!" Niçin kılacaklardı namazı,
başını niye örtecekti kızım? Öğretmiyor, öğretemiyordum. Öncelikle Allah'ın her
şeyden fazla sevilip emirlerine itaat edilmeye lâyık biricik Rabbımız olduğunu,
emirlerinin hikmetini, dünyâ ve âhiret saâdetine eriştireceğini... Şimdiki
gençler öyle bir toplum içinde yaşıyorlar ki, namaza, örtüye giden yollar
tümüyle tıkalı. Kolay mıydı bu devirde gencin namaz kılması, ahlâklı-iffetli
olması, başını örtmesi? Köklü, çok sağlam bir iman olmadan mümkün müydü bunlar?
Gerçek iman olmadan sâlih amel olmayacak, tevhidî imanın adına ise düzen irticâ
koyacak, toplum da bu zokayı yutacak... Her şeyin başı imandı. Motor olmadan
veya motora enerji konmadan araba çalışabilir miydi? İnsanın motoru da kalbi
idi; Kalbin ihtiyacı da iman. Kalp motoru, iman enerjisi olmadan elbette
çalışamazdı. Kalp bütün vücuda kan pompalayacak güçte olmalıydı. İman da her
uzvu sâlih bir şekilde harekete geçirecek yeterlikte/sağlamlıkta olmalıydı.
İman olmadan ya da yeterliliği bulunmadan hareket/amel/ahlâk beklenebilir
miydi? "Kalp sağlam olursa bütün
vücut sağlam olur" diyordu Allah'ın Rasûlü. Kalbi/imanı
sağlamlaştırmalıydı her şeyden önce.
Sonraları anladım,
işin hiç de kolay olmadığını. Yaptıklarımın kendimi avutmak, içimden gelen duyguları,
vicdanımı bastırmak olduğunu; çocuğa hatim ettirmekle işin bitmediğini, belki
başladığını. Çocuğum yedi yaşına girince namaz ve örtüyle emredecek, emrimi
yerine getirtmek için bir komutan edâsı takınacak; on yaşlarına geldiklerinde
artık namaz ve tesettürün karşısındaki tüm iç ve dış engelleri kaldıracak, her
nasılsa bunları hâlâ yapmazlarsa, onları hafifçe dövecektim; Böyle emrediyordu
Yüce Peygamberim. Namaz ve örtü prototipti, bir baş örnekti. Diğer İslâmî
emirler için de terbiye yolu bu idi. Yapmış mıydım bütün bunları? İslâm'ı
yaşamaya engel olacak kültürel, siyasal, sosyal, psikolojik tüm baskı ve
engelleri ortadan kaldırmış mıydım? Ona müslümanca yaşayabileceği bir çevre
hazırlamış mıydım? Hayır! Öyleyse esas suçlu bendim, ben!
Biri bana materyalist
deseydi, kızardım eskiden. Ama şimdi, eski hayatıma kendim bu sıfatı takıyorum.
Maddeci olmasaydım, çocuklarımın evvelâ rızıklarını mı düşünürdüm, yoksa
müslümanca yetişmelerini mi? Ancak bir maddeperest yapabilirdi benim
yaptıklarımı. Yorgun argın, posam çıkmış vaziyette, dilim bir karış dışarıda
işten eve dönüyordum. Çocuklarla meşgul olacak zaman bile bulamıyordum (gerçi,
söz aramızda; televizyona, kahveye yer yer vakit bulabiliyordum). “Bu kadar
çalıştığım, sadece çocuklarım için” diye teselli buluyor, çocuklarımı
düşündüğümü sanıyor, kendimi kandırıyordum. Çocukların midesini düşündüğüm
kadar dinlerini düşünseydim, en az karınları kadar ruhlarını doyurmanın babanın
esas görevi olduğunu hesap etseydim, herhalde sekiz saat de onların dinleriyle
uğraşırdım; sekiz saat rızıkları için çalıştığım gibi. Ama, dedim ya
materyalistmişim, maddeye tapıyormuşum o zaman.
Çocuk, çocukluk yapıp
elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette engellerdim; ille de yanmak
istese de kendi haline bırakmaz, müsâade etmez, gerekirse, yanmasın diye,
şefkatle tokatlardım onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını
bilemezdi. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem
ateşine elini uzatıp, çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla kendini ebedî
alevlerin içine atarken seyirci kalmam, hatta bu yanma olayına yardımcı olmam
neyle izah edilebilirdi? Evlâdımı sevseydim, ama Allah için ve gerçek sevgiyle
sevseydim, onun cehenneme doğru yuvarlanmasına seyirci kalmaz, göz yummazdım.
Demek ki sevmiyormuşum seni; affet yavrum beni!
Sahibi bulunduğum bir
sığır, bir koyun eve akşam birkaç saat gelmeyince, merak eder, aramaya çıkardım
onu. Evlâdım akşam eve geç geldiğinde bu kadar bile merak etmemiştim. Koyunumu
bir canavar, bir kurt yemesin diye araştırıp tedbir alıyordum da, evlâdımı nice
kurtlar ve canavar tehdit ederken boş veriyor, hatta bazı kurtların eline
kendim teslim ediyordum. Kuzuyu kurttan çoban korur, ya çoban kurt olursa o
sürünün hali ne olur? Bunu düşünmüyordum. Hem kurtları kendi sürüme saldırtıyor,
onlara fırsat veriyor, hem de güya çobanlık yapıyordum!.. Aslında çocuğun pek
suçu yoktu. O taklit etti yanlışlarımla beni, benim vekillerimi. O örnek aldı;
kanallarda seyrettiği artistlerin, şarkıcıların, futbolcuların hayatını. Kızım,
yıldız diye göklere çıkartılan şıfrıntıların kıyafetini, modasını, dansını.
Çocuk su gibi renksiz ve temiz geliyordu hayata. Hangi kaba koyarsan onun
rengini ve şeklini alıyordu. Bendim, o suyu kirleten, o suyu çirkin boyalı pis
bir kaba koyan. Oğlum! Sana peygamberini ve ashâbını tanıtıp sevdiremedim;
topçuları ve popçuları sevdirdiğim kadar. On
tane ashâbın adını
sayamazdın ama, onlarca belki tonlarca futbolcu ve sanatçıları sayar,
hayat hikâyelerini anlatırdın. Ben hazırladım bu ortamı sana; televizyon adındaki
öğretmeni ben tutup getirmiştim eve, sana bunları belletsin ve sevdirsin diye.
Kızım! Sana da Hz. Âişe'yi, Hz. Fâtıma'yı tanıtıp örnek gösteremedim. Sen
Sümeyye'leri, Sümeyrâ ve Rümeysâ'ları nereden bilecektin? Kim öğretecekti,
evdeki o özel öğretmen mi? Onları değil; sanatçıları(!) örnek almana ben sebep
oldum. Evdeki ekrandan tepinme (pardon dans) dersini ve bin bir çeşit
ahlâksızlık/hayâsızlık derslerini tâkip etmene ben seyirci oldum, ben sebep
oldum, ben! Sen tabii, çocuk olarak, gözünle düşünecektin; aklınla değil. Ve
gördüklerine uyacaktın; dinine değil. Onları gördün, onları belledin, onlara
benzedin. Artık ne hayâ kaldı, ne din...
Televizyon ilk
öğretmenindi. Sen büyüdükçe öğretmenlerinin dereceleri de büyüyordu. Tv.
Kanallarının öğretemediklerini de öğretsin diye video, sonra video CD player
adlı özel ders veren öğretmeni eve getirdim; seni iyice eğitsinler, benim
yerime yetiştirsinler diye. DVD ve VCD adlı yabancı öğretmenler özel kitaplarla
ders veriyordu: Özel filmlerle ev bir sinemaya, özel cliplerle gazinoya
benziyordu. Hayat, bir filmden, bir oyundan, müzikten ve futboldan ibâretti
çocukların gözünde. Böylece hem vakitlerini, hem kendi inanç ve ahlâklarını bu
yabancı markalı silâhlarla öldürüyorlar, bir anlamda intihar ediyorlardı çocuklar.
Baba olarak ben kahveden çıkmazsam, çocuklarım da tabii bana, benim modern
tarzıma benzeyeceklerdi.
Öyle bir ortamda, öyle
bir çevrede büyüttüm yavrum seni ki, o yerlerde haramlar şiirleşmiş, günahlar
süslenmişti. Buradaki yollarda trafik işaretleri “geri dönülmez (tevbe
edilmez), yasaktır”, “tek yönlü yol” gibi işaretlerdi. Ama “tehlike!” ve
“kaygan yol!” tabelalarına, hele “çıkmaz yol!” işaretine aldıran, hatta onları
gören de yoktu. Mecbûrî istikamet okları hep şirk ve isyanı gösteriyordu.
Hırçın dalgaları olan canavar bir denize, yüzmeyi öğretmeden, can simidi
takmadan ben bıraktım seni! Nasıl tahammül edecektin buna? Boğulunca seni
suçlamaya başladım. Ama yeni yeni anladım: Esas suçlu sen değil; bendim, ben!
Uykusuz geceler
geçiriyorum hep, Allah’a isyankâr birinin babasıyım diye. Artık dünyanın hiçbir
zevki önemli değil, İslâmî örtüden nefret eden bir kızın babasıyım çünkü.
Diyebilirsiniz ki; “Hz. Nuh’un ve bazı başka peygamber ve kâmil mü’minlerin de
çocuğu iman sahibi, ahlâklı kişiler değildi!” Ben de derim ki: Onlar mes’ul
değiller; çünkü terbiye ve tebliğ görevlerini tümüyle yaptılar. Ondan sonrası,
yani hidâyeti vermek Allah’a âitti. Mesele, çocukların şöyle veya böyle
olmalarından daha çok; benim, vazifemi, bu konudaki dinimin tüm emirlerini
yapıp yapmadığım idi. Ve ben görevimi hemen hiç denilecek kadar yapmamıştım.
Suçluydum ben, suçluyum ben; Affet beni Allah’ım!
Ah! Şimdiki aklım ve
imanım olsaydı... Ah bir olsaydı, çocuklarımı nasıl yetiştireceğimi bilirdim.
(Bilirdim ama; çevre, sosyal ve siyasal yapı, kapitalist ilkelere uyan çalışma
şartları, eğitim... düzelmeden kendine bile sahip olamıyorsun ki çocuğuna sahip
olasın. Çöplükte belki, ama, gübrelikte gül yetiştirmek mümkün mü? O yüzden
gübreliği temizlemeye, gül devrini oluşturmaya çalışırdım bir yandan.
Sivrisinekle mücâdelenin kesin yolu, bataklığın kurutulmasıydı çünkü.)
Gerekirse hicret ederdim sırf bu yüzden; hiç olmazsa olumsuz çevreden, sürüden
ayrılırdım. Ben hayvan değilim ki... Ne işim var sürüde? Uydum kalabalığa
demezdim o zaman. İnsanların çoğuna uyarsa, Peygamberimiz’i bile çoğunluğun
saptıracağını söylüyor Kur’an En’âm sûresi 116. âyette. Kalabalıkların
yaptıklarını değil; yapılması gerekeni, yani Rabbımın yap dediklerini yapardım
o zaman. Teslim etmezdim kâfirlerin ve küfrün eline en kıymetli varlığımı.
Sahip çıkardım İlâhî emânete, birinci işim o olurdu, her şeyden önce gelirdi
onları müslümanca yetiştirmek. Çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi,
Peygamber sevgisi verirdim; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî
emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatır, her konuda
şuurlandırmaya çalışır, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini,
anlamını, namaza niçin ihtiyacımız bulunduğunu... öğretir ve sevdirirdim ona.
Allah ve Peygamber sevgisini, Kur’an ve ibâdet şuurunu verince, bu konuyla
ilgili aradan engelleri kaldırınca, evet o zaman zorlayan olsa da sevemezdi
Allah ve Rasûl'ün sevmediklerini;
benzemek istemezdi dinsizlere, donsuzlara. Nefret ederdi o zaman küfür ve
kâfirin her çeşidinden. Ya kendim İslâm’ı iyice öğrenip öğretirdim çocuğuma (ki
en güzeli buydu), ya da aldığım aylığın yarısını, hatta daha fazlasını seve
seve gerekirse verirdim uzmanına, özel hocalar tutardım. Evet, şimdiki aklım
olsa mutlaka bunları yapardım.
Aslında, zamanımızda
ilim konusunda müslümanın işi çok kolaydı: Her konuda çeşit çeşit güzel
kitaplar yazılıyor, nice konular araştırılarak hazır lokma haline getirilip
kitap diye, dergi diye, CD diye sunuluyordu. Evlât terbiyesi, çocuk eğitimi
konusunda da onlarca kitap vardı; alır okurdum birini, nasıl terbiyeyi
emrediyordu İslâm, öğrenir, tatbik etmeye çalışırdım.
Uğraşır mıydım bu
kadar onların sadece dünyada çokça rahat etmeleri, çokça karınlarını
doyurmaları için? “Daha çok para kazanıp onlara bırakayım da, benden sonra daha
çok haramları daha kolayca işlesinler” diyebilir miydim? Bırakacağım mirasla
(eğer dinlerini, yaşayışlarını kuvvetlendirmemişsem) onların, kolaylıkla bir
sürü günah işlemelerine fırsatı böylece ben vermiş olmaz mıydım? Şimdiki aklım
olsaydı böyle düşünürdüm tabii. Beşinci büyük halîfe kabul edilen zâtın
hayatını öğrendim yeni yeni. Öyle diyordu Ömer bin Abdülaziz ölüm döşeğinde,
“her şeyini infak ettin; iyi de, çocuklarına bir şey bırakmadın. Onları hiç
düşünmedin mi?” diyen yakınlarına: “Onlar müslüman iseler ne âlâ! Onlara
Allah’ı bırakıyorum sadece; yetmez mi? Onları müslüman olarak yetiştirmişim;
Allah da, onlar da bunu kâfi görür. Yok, onlar kâfir iseler, ben onları
müslüman olarak yetiştiremediysem, onlardan bana ne? Ne yiyecekler, ne edecekler,
bana ne o gâvurlardan? İster benim evlâdım olsun, ister yabancı, kâfirlere mal
bırakıp daha mı azdıracaktım? Benim bıraktığımla işledikleri haramdan ben mi
sorumlu olacaktım? Bunu mu isterdiniz?”
Evet, böyle diyordu o zât. Ben de onu örnek alır, ben de öyle derdim.
Çünkü öğrendim ki Yüce Peygamberimiz “Hiç
bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz”
diyordu. Ben de onlara dünyalık bırakacağım diye çokça rezillik çekip çokça
yorulmaz, hem de esas olarak, âhiret azığı olacak terbiyeyi verirdim olanca
gücümle. Hem onları, hem kendimi kurtarırdım böylece. Ne bırakmıştı o merhamet
peygamberi kendi çocuklarına; onu düşünürdüm. O ne yaptıysa güzel yapmıştır
derdim. Nerelerde yetiştirdi, kimlerin eline teslim etti sahâbeler çocuklarını,
inceler, o yıldızlardan ışık alırdım.
Yaşatamıyorsam
müslümanca çoluk-çocuğumu, giderdim daha müslümanca yaşayabileceğimiz bir yere;
Göçerdik âilece. Değmez miydi bunca çile Allah’ın güzel bir emâneti olan
bebelere? Ve duâ ederdim çocuklarım için devamlı; onların ıslâhı, ihlâsı...
için. Bir hadis-i şerifte: “Ana-babanın
çocuklarına duâsı, Peygamberlerin ümmetine duâsı gibidir (Geri çevrilmez, kabul
olunur).” buyuruluyor. Maddî tedbirlerimi alır, terbiyesi için son imkânıma
kadar uğraşır, gerisini Allah’a bırakır, O’ndan yardım beklerdim. Bilirdim ki
ben O’nun için bir adım atsam, O bana doğru koşarak gelecek, kapılarını
açacaktır.
Bugünkü ölümden beter
hayatın zilletine katlanıp kâfirlere benzer şekilde, hayvan gibi yaşayıp
ölümden sonraki azâba hazırlanacağıma, ölümsüzleşirdim böylece. Öldükten sonra
yaşamak, ecir almaya devam etmek mümkündü; canlı cenâze olmanın mümkün olduğu
gibi. Amel defteri kapanmayan müslümanlardan biri, hadis-i şerife göre, “arkasından duâ edecek hayırlı bir evlât
yetiştiren” olacaktı. Ben öldükten sonra bile sevâbım artmaya devam
edecekti. Sevaplarla yaşayacaktım çocuğum yaşadıkça...
Ve... olmadı bütün
bunlar. Affet beni Allah’ım!
Hayâl-meyâl seni
gördüm yavrum az önce bir sis perdesi arkasında, bulutların arasında. Benim
sapladığım modern bıçakla kanlanan kefen içinde. Ayaklarına kapanmak istedim
yavrum senin: “Affet beni!” diye. Sen, hem benden korkarak kaçıyor, hem
“dosdoğru inan ve inandığın gibi yaşa!” diyordun. Demek, suçumun keffâreti
buydu. Affedebilmen, affedilebilmem için dediğini yapmalıydım; onu
anlatıyordun. Gerçek mü’mine yakışır şekilde yaşayacağım, müslüman olarak
ölmeye çalışacağım... Söz veriyorum, söz veriyorum yavrum!
8)
Vuslat, Sayı 11, Mayıs 2002