Yine yaptılar
yapacaklarını! Bu Ramazan’ı da müslümanlara zehir etmenin yolunu buldular. Her
Ramazan’da biraz sansasyon, biraz iftira, biraz istismar ve biraz da irtica
adıyla İslâm düşmanlığının tezgâhlandığı medya pazarında bu Ramazan da iftarlık
olarak, hem de hiç kupon biriktirmeden “sahte peygamber dolması” eşantiyon olarak veriliyor; yutanlar yutsun,
yutmayanların boğazına dizilsin diye.
Daha önceki Ramazanlardaki menüde; Oruç yiyen gencin dövülmesi, Fadime
Şahin, Müslim Gündüz, Türkçe Kur’an, kadınların cenaze namazına ön safta
erkekle durması, Mehmed Âkif’lere hakaret... vardı. Aylar öncesi ortaya atılmış
bir iddia olduğu halde, Mezarcı olayı, medya tarafından hemen piyasaya
sürülmeyip, bir taşla üç beş kuş vurulacak zamanı beklenerek Ramazan’a tehir
edildi. Ramazan geldi, din ticareti de dine hakaret piyasası da, iyi iş
yapardı; televoleci kanallar ve boyalı basın, bu avı kaçırır mıydı? Aslında
“mütenebbî dolması”nın Almanya’da pişirilip sofraya konulmasının üzerinden altı
aydan fazla zaman geçmişti. Olsun, hipnotize edilmişçesine kendinden geçmiş ve
etkilenmeye hazır, ağzı açık müşterilere sihirli kutunun yalancı aynasından
geçirilen ne bayat ve kokmuş dolmalar, taze diye yutturulmuyordu ki... Zaten,
hangi bâtıl düşünce tazedir? Şirk cephesinde eski câhiliyenin yeni makyajla
sunulmasından başka orijinal hiç bir şey yoktur ve olmayacaktır.
Peki, hırsızın
kabahati var da, ev sahibinin hiç mi yok? Müslümanlar, toplumsal suçların
tümünü bir zamanlar komünistlere ve yahûdilere yüklerlerdi; şimdi de, düzene ve
medyaya atarak, sütten çıkmış ak kaşıkla önüne konan yemeği hazımsızlık
yapacağını bile bile yiyorlar. Ramazan sofraları, çoktandır, çadır
eğlenceleriyle yer değiştirdiğinden, biraz da canbaz ve palyaçoların etkisiyle,
maalesef bu dolmaların müslüman kabul
edilen aşçılar tarafından ve müslümanların mutfaklarında piştiğini görmezlikten
gelebilen ucuzluğa meylediyorlar. İslâm düşmanlarına, müslümanlara karşı
girişecekleri savaş için silâh ve harp malzemelerinin çoğunun (belki tümünün),
tarihten bugüne müslümanlar veya müslüman kabul edilenlerden geldiği
unutuluyor/görmezlikten geliniyor. Salman Rüşdi’lere kızarken, onlara temel
malzemeyi veren “Garanik olay” diye bilinen İsrâiliyat hurâfelerini eserlerine
geçiren âlimler görülmek istenmiyor. Kadın hakları konusunda İslâm’a çatanlar
değerlendirilirken, kadına zulmü dine rağmen, ama din adına emir ve teşvik eden
âlim kabul edilen câhiller değerlendirme dışında tutuluyor. Örnekleri çoğaltmak
mümkün. Mezarcı olayı da böyle. Hâlâ, müslümanlar, bu konuda suçu düzene,
düzenin işkencelerine ve medyaya atarken, klâsik kabulleri tahlile tâbi tutmaya
yanaşmıyor, malzemenin çıkış noktasını dikkatlerden kaçırıyor. Elbette, İslâm
düşmanı düzenin ve irticâ yaygaraları ile buna çanak tutan medyanın her konuda
olduğu gibi bu olayda da suçunu hiç kimse küçük göremez. Ama, bu meselenin arka
planını görmemize engel olmamalı.
Bu olayı, müslümanlar
cephesinden değerlendiren bazı yetkili ve etkili kimseler, olayı yumuşak
üslûpla ve suçu İslâm düşmanlarına çatmakla geçiştiriyorlar. Sahte peygamberlik
iddiasında bulunmayı ve bunun fikrî alt yapısını oluşturan yanılgıları,
muvahhid müslümanlar olarak biz açık yüreklilikle, hak ve hakikat adına gündeme
getirmeyince bazı Bel’amlar ve medyatik din tüccarları da tam tersine rol
üstleniyor, boşluğu dolduruyor. İlâhiyat dekanları boy gösteriyor: “Sahibinin
sesi” stüdyolarında, ifratla tefrit yer değiştiriyor. Bu sefer de, İslâm
düşmanlarının suçu örtbas edilerek farklı yanlış alternatifler sunuluyor, kaş
yapılırken bu sefer de göz çıkarılıyor. Bir bâtıla/hurâfeye başka daha büyük
bâtıl/tâğûtî düzen adına karşı çıkılıyor.
Tarihte birçok sahte
kurtarıcılar, mehdiler, Mesihler ve yalancı peygamberler çıkmıştır. Bu gidişle
daha çok da
çıkacaktır. Hz. Muhammed
(s.a.s.), peygamberlerin sonuncusudur, onunla peygamberlik
mühürlenmiştir (bkz. 33/Ahzâb, 40). Buna rağmen, daha peygamberimizin
sağlığında yalancı peygamberler çıkmaya başlamıştır. Müseylime’den sonra da
nice müslümancıklar, câhil müslümanların kafasını karıştırmaya çalışmışlardır.
“Mütenebbî” denilen
bu sahte peygamberler, ya şöhret
düşkünü insanlardır veya dünyevî menfaat için dini satan bezirgânlar; ya da
deliler. “Deli” deyince biraz durmak lâzım. Evet, delinin biri,
bir kuyuya bir
taş atar, kırk milyon akıllı
çıkarmak için uğraşır durur. Ama, bu kavramda durmak lâzım: Televizyon
ekranlarında saatlerce konuşturulan Mezarcı, kendisine “deli!” diyenlerin bu
suçlama mı, suçsuzlaştırma mı olduğu tartışılması gereken iddianın ne kadar
yanlış olduğunu ortaya seriyor. “Deli” suçlamasıyla Kemalistler, Atatürk’e
hakaret edenlerin “meczup” ve “deli”
olduğunun sağlaması ve müslümanlar tarafından da itirafı olarak görüyor,
İslâmcılara bir gol atmaya çalışıyor. Deli denen cin akıllı ise, bu
“suçsuzlama”yı iddiasına delil diye kullanıyor: “İnanmayan insanlar, her
peygambere ‘deli’ demişti; Deli denilmem, benim peygamberliğimin delilidir.”
Ahmed Kadıyani, Reşad
Halife, Evrenesoğlu, M. Ali Ağca ve şimdilik en son da Hasan Mezarcı. Bunlara
deli deyip meseleyi hallettiğini zannedenler, aslında çöpleri halının altına
koyup geçici ve iğreti bir temizlikle iş yaptıklarını sanıyorlar. Delilikte
ölçü nedir? Hangi verilerden yola çıkılarak birine deli deniyor?
Kendi tezi ve
savunması doğrultusunda tutarlı, mantıklı, muhâtaplarının oyunlarına düşmemeye
çalışan, ikna etme gayretinde aklının öne çıktığına şahit olduğumuz birine deli
demekte kullandığımız ölçü nedir? Hangi verilerden yola çıkılarak deli deniyor?
Bu, peygamberlik iddiasını ciddiye almamak için yapılıyorsa, hem yalan, hem de
yanlış olur ve eski müşriklerin tavrına benzer. İtirazlar, çürütülebilecek
zayıflığa indirgenir. Zaten medya ciddiye alıyor veya işlerine öyle geldiği
için ciddiye alıyor gözükerek kullanıyor. Hz. Peygamber’in bi’setinde, o günün
medyası konumundaki çıkar çevreleri ve egemen güçler Nebî’yi ciddiye almıyor,
deli diyorlardı; iyi niyetli insanlarsa ciddiye alıyor, dinliyorlardı; şimdi
tam tersi: Medya ciddiye alıyor, samimi müslümanlar deli diyor. Bu tâbir, ona
direkt tavır almayı önlemek için kullanılıyorsa, bu doğru mudur, hangi şer’î
ölçüler yüzünden ve niçin? Bu tür hüsn-i zannı (deli demek, bazen insan için
hüsn-i zan olabiliyormuş, buna da şahit olduk!) uluorta herkes için kullanırsak,
kimseyi tekfir edemeyiz, istismarcı ve sahtekârları önleyemeyiz. Allah, bizimle
savaşan İslâm düşmanlarına karşı savaşırken bile, aşırı gitmemizi yasaklar
(2/Bakara, 190). Kur’an’da herkese karşı adâletli ve hakkın şahitleri olmamız
emredilir. Bu yasaklar, olayın diğer yönünü de kapsar. Müslümanın ölçüsü
bellidir; Allah için sevmek, Allah için buğzetmek.
Küfür, şirk, Allah'a
iftira, kimden gelirse gelsin karşı çıkmak, Allah dostlarının temel ölçüsü
olmalıdır. Dost kabul edilenlere, dün bizden olduğunu gördüğümüz veya öyle
sandığımız insanlara karşı da ölçülü, adâletli ve hakkın şâhidi olmalıyız.
Yalan, iftira hele Allah'a karşı yapılıyorsa, hiçbir müslümanın hiçbir gerekçe
ile bunu temize çıkartmaya çalışması yakışık almaz. Unutmayalım ki, şeytanın
varlığı günaha mâzeret olmadığı gibi, İslâm düşmanlarının varlığı ve zulümleri
de Allah'a iftira atıp insanları ifsâd etmenin mâzereti olamaz.
İslâm mı öncelikli;
müslüman mı? Müslümanı (ya da daha önce müslüman olduğunu zannetttiğimiz
kimseyi) temize çıkarırken İslâm dâvâsını lekelemiş oluyorsak, bu, iyi niyetle
de olsa işlenmiş bir cinayet değil midir? Bir kimseye “deli” deyip yeterli ve
net tepki göstermediğimiz için, onun etkisinde kalan tek bir kişinin bile
İslâm’dan sapmasına vesile olur, ya da seyirci kalırsak, bunun bedelini nasıl
öderiz? Bir kavme düşmanlığımız haddi
aşmaya sebep olmamalı, bir kimseye sempatimiz de, İslâm’ın korunması gerekli
sınırlarının çiğnenmesine yol açmamalı. “Eskiden samimi müslümandı” diye, bir
zamanlarki tebliğinin ve dâvâ adamı
olmasının bedelini dinin
ödemesine rızâ mı gösterelim? Sahâbenin içinden bile irtidat edenler
çıktı, Habeşistan’a hicret
eden ilk müslümanlardan hüsn-i
hâtime ile hayatını noktalayamayan hayli insan vardı.
Hele şirkin hâkim ve İslâm’ın mahkûm olduğu yerlerde müslüman olmaktan daha
zordur müslüman kalmak ve müslüman ölebilmek. Hz. Yûsuf gibi biz de duâ
ediyoruz: “Ey gökleri ve yeri yaratan!
Sen dünyada da âhirette de benim velimsin/sahibimsin. Beni müslüman olarak
öldür ve beni sâlihler arasına kat.” (12/Yûsuf, 101)
“Deli” deyimini bir
başka açıdan ele alırsak, her şirk koşanın, inkârcı kâfirin de deli olduğunu
söyleyebiliriz; hem de Kur’an’dan delil getirerek: “Onların (müşriklerin, inkârcıların) kalpleri vardır, ama onunla
akletmezler/gerçeği kavramazlar...” (7/A’râf, 179) Elbette her müşrik, bu
anlamda delidir; ama bu, onun sorumluluğunu kaldırmaz. Yalancı
peygamberliklerini iddia edenler için de hükmümüz daha farklı olamaz. Mutlak
doğru, yani hak, herkes için ve her konumda doğrudur; beşerin doğruları gibi
göreceli değildir. “Onlar akletmiyorlar”
ama, biz, zâhire göre hükmetmek zorundayız. Kimsenin kalbini yarıp
bakamayacağımız gibi, beynini de açıp göremeyiz. Dünyevî çıkarları konusunda
aklını kullananlara, delilere tanınan dünya ve âhiretteki cezadan kurtulma
avantajlarından yararlandırma hakkını
veremeyiz. Elbette Allah’ın âhiretteki hükmünü bilemeyiz. Allah, bizim
bilmediğimiz tüm sırları da bilendir, hüküm O’nundur, O, ceza gününün yegâne
sahibidir. Düzene muhâlefet açısından
iyi bir bahane olsa da, gerçekliği tartışılacak şekilde hakka bâtılı, bâtıla da
hakkı karıştırmamalı; gerçek zâlimlere, çürük delillerle onları mâsum kılacak,
ispatlanamayacak isnadlarda da bulunmamalıyız. Gerçek zulümleri yeterli, İslâm
düşmanlarını ve zulüm düzenlerini dışlamak için. Sonra, her içeri girip çıkana
deli diyecek olursak, nice tevhid eri olan fikir adamı, âlim bundan payını
alacak; kimseyi ciddiye alamayacağız. Onların ciddi çalışmalarına da şüphe ile
bakacağız.
Olayın adını doğru koyalım, atlas veya ipek kostümler
içinde, üç dini temsil ettiğinin simgesi olduğunu söylediği üç parmak havada
işaretiyle, Türk bayrağının yanında, ordu ve devlet düşmanı olmadığını ısrarla
vurgulayan, devletin hak ettiği emekli maaşını vermediğini, bunu almak için
uğraş verdiğini sızlanarak anlatan
peygamber(!) fotoğrafını doğru okuyalım: Bu, her şeyden önce Allah'a
apaçık iftiradır. “Beni peygamber kıldı, bana vahyediyor, benim mûcizelerim
var, ben Meryem oğlu İsa Peygamber’im” demek, nice câhil müslümanın kafasını
karıştırmak; hafife alınacak, yumuşakça geçiştirilecek bir suç olmamalı... Buna
cevap verirken de Hz. İsa’nın nüzûlüyle ilgili Kur’an’la sağlaması yapılamayan
rivâyet ve ihtilâfları gündeme getirmek ve bu çelişkilere sahip çıkmak da, hem
bu olayların temel sebebi olması ve hem de bunlara rağmen istismarlara dur
denecek ve onları suçlayacak çözüm bulunulamaması yönüyle büyük
yanlışlıklardır...
“Kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim olabilir?
Onlar (Kıyâmet gününde) Rablerine arz edilecekler, şahitler de: ‘İşte bunlar
Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir’ diyecekler. Bilin ki, Allah’ın lâneti
zâlimlerin üzerinedir. Onlar, (insanları) Allah’ın yolundan alıkoyan ve onu
eğri göstermek isteyenlerdir. Âhireti inkâr edenler de onlardır.” (11/Hûd, 18-19)
“Allah'a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey
vahyedilmemişken, ‘bana da vahyolundu’ diyenden ve ‘ben de Allah’ın indirdiği
âyetlerin benzerini indireceğim’ diye söyleyenden daha zâlim kim vardır?! O
zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara:
‘Haydi (bakalım bizim elimizden) canlarınızı kurtarın, Allah'a karşı gerçek
olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan
ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız!’ derken onların halini
bir görsen!”
(6/En’âm, 93)
Hâtemu’l-Enbiyâ, yani
peygamberlerin sonuncusu Hz.
Muhammed (s.a.s.)’dir. “Muhammed sizin
erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın rasûlü ve
peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.” (33/Ahzâb, 40)
Şimdi, Hz. İsa’nın
ölüp ölmediği, göğe kaldırılması ve kıyâmete yakın yeryüzüne inip inmeyeceği
konusunu delillerle inceleyelim:
Hz. İsa’nın Ref’i ve
Nüzûlü Meselesi
Hıristiyan kaynaklarına göre Hz. İsa, yahûdilerin şikâyeti
üzerine, Romalılar tarafından çarmıha gerilmiş ve haçta insanların günahı için
ölmüştür. Gömülmesinden üç gün sonra kıyam etmiş, havârilerine görünmüş,
onlarla yemek yemiş ve sonunda göğe yükselerek Allah’ın yanına çıkmış, O’nun sağına yerleşmiştir.
Kıyâmetten önce dünyaya gelecek, dünyayı sulh ve adâletle dolduracak, kendisine
inanmayanlardan öç alacak ve saltanatı ebedî olarak sürecektir (Korintoslulara
1. Mektup, 15/22 vd.).
Kur’an, Hz. İsa’nın öldürüldüğü ve çarmıha gerildiği tezini
reddetmektedir. O öldürülmemiş, çarmıha gerilmemiştir. Allah onu kendi katına
“ref” etmiş, yüceltmiş ve yükseltmiştir (4/Nisâ, 157-158). Hz. İsa’ya ait bu
yüceltme ve yükseltme işinin beden ile mi, yoksa ruh ile mi; beden ve ruh diri
olarak mı, yoksa beden ölü olup yalnız ruh olarak mı gerçekleştiği hususu
müphemdir. Bu konu, asırlar boyu Kur’an yorumcularını meşgul etmiştir. Bunu
aydınlığa kavuşturmaya çalışan tarih ve kıssa yazarlarıyla müfessirler belli
ölçüde yahûdi ve hıristiyan kaynaklarından ve onların sözlü geleneğinden
etkilenmişlerdir. Kezâ Hz. İsa’nın nüzûlü ve kıyâmetten önce dönüşü konusu da
tartışılmaktadır. Eldeki rivâyetlerin gözden geçirilerek değerlendirilmesinde
fayda vardır. Hadis rivâyetlerinde yer alan Hz. İsa’nın dönüşü konusu
müfessirleri, âyetlerde geçen (3/Âl-i İmrân, 55; 4/Nisâ, 156-159; 5/Mâide, 117)
kelimeleri yoruma (te’vil) zorlamış ve “âhad” olsalar da hadisleri
değerlendirmeye almışlardır. Gerçekten de bu haberlerde, oldukça detaylı
bilgiler yer almaktadır. İki asırdan beri hıristiyan ilâhiyatçıların ve
oryantalistlerin Hz. İsa’nın dönüşü konusunu değişik metodlarla müslüman câmia
içinde yayma gayretlerinin doğurduğu antipatinin de tesiriyle İslâm dünyasında
konu bazı bilginlerce yeniden ele alınmış ve selef çığırının dışına taşan
tartışma ve yorumlara neden olmuştur. (1)
Bazı müfessir ve âlimler, bu konuda fazla yorum yapmak
istemezler. “Allah buyurmuştu ki: ‘Ey
İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden
arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım.
Sonra dönüşünüz Bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında
aranızda Ben hükmedeceğim.” (3/Âl-i İmrân, 55) Seyyid Kutub, bu âyetin
tefsirinde şunları söyler: “Onun vefatı ve ref’ edilmesi mugayyebâta ait bir
husus olup, te’vilini Allah’tan başkasının bilemeyeceği müteşâbih
meselelerdendir. Zaten bunun ötesinde akîdeye ve şeriata müteallik, fazla bir
mesele de yoktur. (2)
Mevdûdî, Nisâ, sûresi, 158. âyetindeki “Allah
onu kendisine yükseltti” ifadeyi tefsir ederken şöyle der: Burada Allah,
meselenin gerçeğini anlatıyor. Kur’an yahûdilerin Hz. İsa’yı öldürmeyi
başaramadıklarını, Allah’ın onu kendisine yükselttiğini açıkça söyler; fakat
meselenin nasıl olduğunu ve ayrıntıları konusunda sessiz kalır. Ne Allah’ın onu
bedeni ile birlikte yeryüzünden gökteki bir yere yükselttiğini, ne de onun
diğer insanlar gibi ölüp rûhunun göğe yükseltildiğini belirtmez. Mesele o kadar
kapalı bir dille anlatılmıştır ki, olay hakkında, olayın olağanüstü mûcizevî
olduğunu söylemekten başka bir yorum yapmak imkânsızdır. (3)
Aynı âyetle ilgili Muhammed Esed, Hz. İsa’nın beden olarak
semâya yükseldiğini kabul etmez ve şu açıklamayı yapar: “Allah onu kendi katına yükseltti” (4/Nisâ, 158) “Âyette Allah, Hz.
İsa’ya ‘Seni ölüme yollayacağım ve katıma yücelteceğim’ buyurur. ‘Refaahû’
(lafzen, onu yüceltti, yahut onu yukarı çıkarttı), bir insanın ref’ edilmesi
fiili, ne zaman Allah'a atfedilmişse, her zaman “onurlandırma”, yahut
“yüceltme” anlamlarına gelir. Kur’an’ın hiçbir yerinde, Allah’ın Hz. İsa’yı
yaşadığı sırada bedensel olarak cennete “yükselttiği” şeklindeki yaygın
inancı destekleyen bir
beyan yoktur. Yukarıdaki
âyetteki “Allah onu kendi katına yüceltti” ibâresi, Hz. İsa’nın Allah’ın
özel rahmeti mertebesine yükseldiğini gösterir;
“rafe’nâhu (onu yücelttik)”
fiilinin İdris Peygamber ile bağlantılı olarak kullanıldığı 19/Meryem, 57.
âyetinden açıkça anlaşılacağı gibi bu, bütün peygamberlerin yararlandıkları bir
lütuftur. (4)
Müfessirlerden çoğunun kanaatine göre Hz. İsa, rûhu ve
cesediyle birlikte göğe yükselmiştir ve âhir zamanda tekrar yeryüzüne
inecektir. Bir kısım müfessirlere göre de göğe yükseltilen, İsa (a.s.)’nın
cismi değil; rûhudur. Kur’an’da ifade edilen “Seni Bana yükselteceğim” (3/Âl-i İmrân, 55) hitabıyla kast edilen,
Hz. İsa’nın rûhudur. Çünkü rûh, insanın hakikatidir. Ceset, emanet elbise
gibidir, artar eksilir. Değişmeyen insanın rûhudur (Tefsîru’l-Menâr,
3/316-317). Yine Hz. İsa’nın göğe kaldırıldığı kabulünün müslümanlara
hıristiyan inançlarından geçtiği belirtilerek bu olay şöyle değerlendirilir:
Gök ile kast edilen, maddî gök ise bu, yıldızlardan, galaksilerden ibarettir.
Yani İsa, şu yıldızlardan birine mi çıkarılmıştır? Eğer kast edilen mânevî gök ise
oraya ceset gitmez, rûh gider; çünkü orası maddî değildir (S. Ateş, Kur’an Ans.
10/206).
Kur’an, İsa (a.s.)’nın göğe yükseltildiğini değil; Allah'a
yükseltildiğini söyler: “Bel
rafaahu’llahu ileyh” (4/Nisâ, 158) cümlesi: “Allah, onu göğe yükseltti”
değil; “Allah, onu kendisine yükseltti”
anlamındadır. Bu konuyla ilgili diğer âyette de aynı ifade vardır (bkz. 3/Âl-i
İmrân, 55). Göğe yükseltmek başka, Allah'a yükseltmek başkadır. Allah’ın onu
kendine yükselttiği mecburen kabul edileceğine göre, onun göğe yükseltildiğini
söylemek, Allah'a belli bir mekân tahsis etmek olur. Oysa Yüce Allah her
yerdedir. İsa’nın Allah'a yükselmesi için göğe çıkması gerekmez. Allah,
göklerin de yerin de ilâhıdır. Allah’ı gökte imiş gibi düşünüp Allah'a
yükseltilen İsa’nın göğe yükseltildiğini söylemek, âyetin ifadesine
uymamaktadır. Âyetin anlamı, İbn Cüreyc’in dediği gibi, Allah’ın İsa’nın rûhunu
yüceltmesi, şânını yükseltmesi, katında O’na değer vermesi demektir.
Yüce Allah, Hz. İsa’yı saldırganların elinden kurtarmak
suretiyle mânevî derecelere nâil eylemiş, şânını yüceltmiştir. Nitekim “Kıyâmet gününe kadar sana uyanları, inkâr
edenlere üstün kılacağım” (3/Âl-i İmrân, 55) âyetinden bu anlam
anlaşılmaktadır. Gerçekten Hz. İsa’ya
uyan ve ona yakın olanlar yahûdilere hâkim olagelmiştir. Bu da onun
Allah katındaki şânının yüceliğini gösterir.
Müfessirlerin “Seni
vefat ettireceğim, Bana yükselteceğim” (3/Âl-i İmrân, 55) âyetini,
genellikle İsa’nın göğe çıktığı şeklinde tefsir etmelerinin başlıca iki etkeni
vardır: Bunlardan birincisi ve en önemlisi, hıristiyanlar ve yahûdiler
hakkındaki âyetlerin izahı için İslâm’a yeni girmiş olan yahûdi ve hıristiyan
âlimlerine başvurmaları ve onların söylediklerini tam gerçek kabul edip
aktarmalarıdır. İkinci etken de, İsa (a.s.)’nın göğe çıktığı ve âhir zamanda
yere inip Deccal’ı öldüreceği, haçı kıracağı ve İslâm şeriatıyla amel edeceği
hakkında anlatılan hadis rivâyetleridir.
Âl-i İmrân 55. âyetiyle Mâide, 117. âyetine göre Hz. İsa’nın
bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsa’yı başkaları öldürmemiş,
Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun mânevî derecesi,
Allah’ın katına çıkan rûhudur. Zaten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın
huzuruna çıkar, O’ndan ikram görür. Hz. İsa’nın vefatını haber veren âyetleri,
âhad haberlere dayanarak te’vil etmek yerine bu hadisleri te’vil etmek daha
doğrudur. Bu hadisler şöyle te’vil edilir: İsa’nın rûhu, yani ümmeti
mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat kıyâmetten önce bu rûh, yani İsa ümmeti,
İslâm’a dönecektir. Bu hadislerden, hıristiyanların bir gün müslüman olacakları
değerlendirilebilir. Said Nursi bu kanaattedir. Meşhur müfessirimiz Elmalılı
Hamdi Yazır da yaklaşık bunu söylemektedir:
“Her peygamberin rûhânî eceli, ümmetinin ecelidir. Rûhânî
ecelleri tamam olmuş nice peygamberler var ki Kur’an’da zikredilmemişlerdir.
Allah’ın seçkin peygamberleri içine giren büyük peygamberlerin, derecelerine
göre rûhânî semâda bekaları devam etmektedir ki bunlar da İbrahim âilesidir.
İmrân âilesi de bunlardandır. İsa’nın cesedi Allah'a kaldırılmış, fakat İsa’nın
rûhu da kabzedilmemiş, yani ümmetinin eceli gelmemiş, İsrâiloğullarının sû-i
kastı, hilesi ile hıristiyanlık mahvolmamış, yaşamış ve İsa’nın rûhu, Mûsâ
maiyetinde (beraberliğinde) yaşamıştır. Bunun için mahvoldu zannedilen bir avuç
tâbileri, bu rûhtan istifade ederek kısa bir zamanda yahûdilerin üstünde bir
hayata kavuşmuşlardır. Ve nihayet Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gelmesiyle hepsi,
Hz. Muhammed’in rûhunun emri altına geçmiştir. Artık bundan sonra İsa da diğer
peygamberler gibi, Muhammed (s.a.s.)’in rûhu maiyetindedir. Bir gün gelecek,
ümmet-i Muhammed’in daraldığı bir devirde, Allah’ın garib bir kelimesi olan
İsa’nın rûhu ortaya çıkacak, Muhammed’in rûhu maiyetinde hizmet edecek ve fakat
kıyâmetten evvel vefat eyleyecektir.” (5)
Muhammed Abduh da bu konuda şöyle diyor: “Bu te’vile göre
İsa’nın zamanı, insanların İslâm şeriatının rûhuna bağlanacakları ve şekilleri
bırakıp içleri ıslah için İslâm şeriatının özüyle amel edecekleri zamandır.”
(6)
Müfessirlerden bir kesimi, Hz. Peygamberimiz’in Miraç’ta Hz.
İsa ve Hz. Yahyâ’yı ikinci gökte görmüş olmasını Hz. İsa’nın rûhu ve cesediyle
göğe çekilmesiyle ilgili delillerden biri sayar. Eğer Hz. Peygamber’in Miraç’ta
görmesi Hz. İsa’nın cesediyle göğe çıktığına delil ise, Hz. Yahyâ’nın ve diğer
peygamberlerin de cisimleriyle göğe çıktığına delildir. Çünkü Hz. Peygamber,
öteki peygamberleri de çeşitli göklerde görmüştü. Oysa hiç kimse, başka bir
peygamberin rûhu ve cesediyle birlikte göğe çıktığını ileri sürmemiştir. Zaten
bütün peygamberlerin rûhları yücelere, melekût âlemine yükselirler.
Hz. İsa’nın nüzûlü, Kur’an’da geçmez. Bu konudaki kabul,
mütevâtir olmayan hadis-i şerif rivâyetlerine, yani haber-i vâhide (âhad
hadislere) dayanır. Bu hadislerin sahih olduğu kabulünden dolayı, bazı âyetler
bu hadisler çerçevesinde yorumlanmış, te’vil edilmiştir. Aslında hadislerin
Kur’an’a arzedilmesi, Kur’an âyetlerine göre tashih, te’vil ve yorumlarının
yapılması daha doğru bir yol kabul edilseydi, bu zorlama te’viller yapılmazdı.
Bu konuyla ilgili bazı hadis rivâyetlerini görelim:
Hz. İsa’nın Gökten
İneceğini İfade Eden Hadis Rivâyetleri
“Nefsim kudret elinde
olan Allah'a yemin ederim ki, muhakkak yakında Meryem oğlu İsa, âdil bir hâkim
olarak inecektir. O, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. O
zaman, mal o kadar artacak ki, onu kimse kabul etmeyecek. Artık Allah'a bir
kere secde etmek dünya ve dünyanın içinde olan her şeyden daha hayırlı
olacaktır.” (7)
“Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücadeleye
Kıyamet gününe kadar devam edecektir. O zaman İsa ibn Meryem de iner. Bu
müslümanların reisi: ‘Gel bize namaz kıldır!’ der. Fakat İsa (a.s.): ‘Hayır!’
der, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize emîrsiniz.” (8)
“İbn Meryem gökten sizin yanınıza indiği zaman devlet
reisiniz kendinizden, namazda imâmınız olduğu (İsa da imâmınıza uyduğu) halde
bakalım nasıl olursunuz?” (9)
“Meryem oğlu (İsa a.s.), Feccu’r-Ravhâ adlı mevkide, hac
yapmak veya umre yapmak, yahut da her ikisini de yapmak için telbiye
getirecektir.” (10)
Bir hadis rivâyetinde “Meryem oğlu İsa kıyâmetin 10
alâmetinden biri” sayılmakla beraber onun gökten ineceğinden söz edilmez
(11), Bazı hadis rivâyetlerinde, “Şam’daki beyaz minareye iner”
(12); “Hz. İsa inmeden kıyâmet kopmaz”
(13). “O indikten sonra kırk yıl kalır” (14).
Bir rivâyette İslâm ümmetine imamlık yapmaz, İslâm kumandanı Mehdî’nin cemaati
olurken, başka bir rivâyette “Rumları yenen, İstanbul’u fetheden askerler,
orada zeytin ağaçlarına kılıçlarını asmış vaziyette ganimetleri bölüşürken
şeytanın ‘Mesih evlerinize sahip oldu’ diyeceği, Bunların Şam’a gelerek
savaşmak için kılıçlarını düzeltirken
namaz kılacağı, namazlarında İsa’nın inip onlara imam olacağı, Allah’ın
düşmanı Deccal’ın onu görünce tuzun suda erimesi gibi erimeye başlayacağı” (15)
söylenir. “O, Deccâl’ı Ludd kapısında
öldürecektir” (16). Deccâl’dan
bahseden bir hadis rivâyetine göre, Meryem oğlu İsa’nın geleceği, Allah’ın onu
Deccâl’dan koruyacağı, Allah’ın vahyiyle mü’minleri Tur’a çıkaracağı, sonra
Ye’cûc ve Me’cûc’un zuhur edip Taberiye Gölüne doğru yürüyecekleri, İsa ve
adamlarının kuşatılacağı, sonra İsa ve adamlarının dağdan yere inecekleri,
yerde her şeyin bollaşacağı, nihâyet kıyâmetin kopacağı” (17) anlatılmaktadır.
Hadis rivâyetlerinde bunlar gibi daha birçok detay bilgiler
verilmektedir. Rasûlullah (s.a.s.)’ın kendi zamanında İsa’nın inme ihtimalinden
bahsedilir: “Ben, ömrüm uzarsa Meryem
oğlu İsa’ya ulaşacağımı umuyorum. Eğer ecelim acele gelirse, sizden ona ulaşan
selâmımı söylesin” (18)
Lâfızları, birbirinden hayli değişiklikler gösteren bu hadis
rivâyetlerinin, manalarında da bir birlik yoktur. Birinde İsa zuhur edince çok
bolluk olacağı, Deccâl’ı öldüreceği belirtilirken, ötekinde İsa ve adamlarının,
Ye’cûc ve Me’cûc tarafından kuşatılacağı, bir süre çok darlık çekecekleri
söylenmektedir. İsa’nın ineceği ifade edilen bu rivâyetlerde, iniş safhalarının
birbirinden farklı anlatıldığı görülür. Hadis rivâyetlerinde geçen İsa’nın
bütün kiliseleri yıkacağı ifadesi de 22/Hacc, 40 âyetine aykırıdır. Bu âyette
Allah’ın koruduğu ve kulları vasıtasıyla savunduğu Allah’ın adı anılan
mâbedleri İsa nasıl yıkar? Âyete göre Hz. İsa’nın bu mâbedleri koruyanların
başında olması gerekir.
Ayrıca bu rivâyetlerde müslümanların kılıçlarını
düzelteceklerinden söz edilmektedir. Bu, asırlar öncesi savaş silâhını ifade
eder ama Deccâl’ın çıkacağı kıyâmete yakın zamanların silâhını ifade edemez.
Herhalde modern çağlarda müslüman askerleri, silâh olarak kılıç değil; modern
silâhlar taşırlar. Ayrıca bu istikbal haberleri, Allah’tan başka kimsenin gaybı
bilemeyeceği hakkındaki âyetlere (7/A’râf, 188; 27 Neml, 65; 10/Yûnus, 20;
11/Hûd, 123; 6/En’âm, 50, 59) aykırıdır.
İsa’nın ineceğine inanmak, itikadî bir meseledir. İtikad,
şek üzerine kurulmaz; yakîn ve mütevâtir nass üzerine kurulur. Hz. İsa’nın göğe
çıktığına ve âhir zamanda ineceğine dair yakîn (kesin bilgi) ifade edecek
herhangi mütevâtir bir haber yoktur. Bu konudaki rivâyetlerin hepsi âhad
haberlerden ibarettir. Hz. İsa’nın ineceği hakkında anlatılanlar, Ehl-i
Beyt’ten Mehdî adındaki âdil bir imamın geleceğine dair anlatılan rivâyetlere
de çok benzerlik gösterir. Mehdî
hakkındaki rivâyetlerde de bir kesinlik yoktur. Bu rivâyetler, mütevâtir olmadığı
gibi meşhur bile değildir. Hadisçiler katında sahihin altında bir derece olan
“hasen hadis” kabul edilmiştir. Kesinlik
ifade etmeyen bu hadis rivâyetleriyle itikad kurulamaz.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Muhammed (s.a.s.)’den önce hiçbir
insana ebedî yaşama verilmediği, ondan
öncekilerin hepsinin öldüğü belirtilir: “Biz,
senden önce de hiçbir beşere ebedîlik
vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar? Her canlı, ölümü
tadacaktır. Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz,
ancak Bize döndürüleceksiniz.” (21/Enbiyâ, 34-35) Peygamberimiz’in de bir
gün öleceği vurgulanan bu âyetlere göre Hz. Hz. İsa’nın öldüğüne inanmak
gerekir. (19)
Ahmet Keleş, “Hadislerin Kur’an’a Arzı” adlı kitabında Hz.
İsa’nın ref’i ve nüzûlüyle ilgili hadislerin Kur’an’a arzedilmesini tavsiye
eder ve şöyle der:
Bazı âlimler, Hz. İsa’nın nüzûlünün Kur’an’da da
zikredildiği, bir kısım âyetlerin bu konuda bilgi verdiği gerekçesiyle, söz
konusu hadislerin Kur’an’a da uygun olduğunu iddiâ etmiştir. Bu konuda delil
kabul edilen âyetler şunlardır:
“Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman
edecektir. Kıyamet gününde de o, onlara şâhit olacaktır.” (4/Nisâ, 159)
“Şüphesiz ki o, kıyâmet için bir bilgidir. Sakın onda
şüpheye düşmeyin ve Bana uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur.” (43/Zuhruf, 61) Bu âyette geçen “o”,
Hz. İsa olarak kabul edilmiş ve âyette geçen “ilm” kelimesi, kırâat farklılığı
olarak “alem” şeklinde de okunmuştur. O zaman âyetin anlamı şöyle olur: “O (İsa), kıyâmet için bir
alâmet/işarettir.”
Bu iki âyetten hareketle
kıyâmetten önce Hz. İsa’nın geleceği söylenmiştir. Ancak bu âyetlerdeki
işaretler sarih/açık olmadığından dolayı, onlar için bu iddianın, açık bir
delil olması söz konusu değildir. Bazı müfessirlerin bu kanaate varmalarında
hadis rivâyetlerinin önemli ölçüde rolü olmuştur. Çünkü Elmalılı, bu konuda
yaptığı tefsirinde; “Yâ İsâ! Seni
öldüreceğim ve kendime yükselteceğim.” (3/Âl-i İmrân, 55) âyetini
açıklarken, bu âyetteki “öldüreceğim” anlamındaki
“müteveffîke” kelimesini başka anlama
te’vil etmenin câiz olmadığını, sarih anlamıyla anlamak gerektiğini ifade
etmektedir.
Ancak, hadislerdeki
Hz. İsa’nın tekrar ineceğini bildiren haberlerden dolayı bu âyeti uygun bir
şekilde te’vil etmek gerektiğini söylemektedir (Elmalılı, Eser Y. II/372). Bu
ifadeler bize, “şayet bu rivâyetler olmamış olsaydı, müfessirler bu âyetlere
böyle mana vermeyeceklerdi” kanaatini vermektedir. Âyete verilen anlamda
rivâyetlerin rolü gayet açıkça görülmektedir. Ancak, sahâbenin Kur’an ilimleri
ve tefsiri konusunda en meşhuru, bu âyetteki kelimeye farklı anlam vermez: İbn
Abbâs (r.a.): “Ey İsa, şüphesiz ki seni
vefat ettirecek olan (onlar değil) Benim” (3/Âl-i İmrân, 55) âyetindeki “müteveffîke” ibâresini “seni öldürecek olan” diye açıklamıştır.
Bu rivâyeti Buhârî, bab başlığında kaydetmiştir (Buhârî, Tefsir, Sûretu’l-Mâide
13; Küt. Sitte Terc. c. 3, s. 365)
Bu âyetlerden söz
konusu “nüzûl/inme”nin anlaşılmayacağı üzerinde de durulmuştur. Hz. İsa’nın
öldüğünü, tekrar gelmesinin söz konusu olamayacağını, bu konudaki âyetlerin
yanlış anlaşıldığını ifade eden âlimler de olmuştur. (20)
Zeccâc, “ölümünden önce ona mutlaka bütün ehl-i
kitap inanacaktır” (4/Nisâ, 159) âyetindeki “ona” ifadesindeki zamirin, hem Hz. İsa’ya, hem de Hz. Muhammed
(s.a.s.)’e râci olabileceğini, her iki anlamının da doğru olduğunu
söylemektedir. Çünkü ona göre, bu âyetin ifade ettiği anlam şöyledir: “Her
peygamberi inkâr edenler, ölümlerinden önce gerçeği görmek sûretiyle yanlış
yolda olduklarını anlar ve peygamberin getirdiklerinin doğruluğuna inanırlar.”
(Zeccâc, Meâni’l-Kur’an, II/129-130). Yine müellif; “Bu âyetten Hz. İsa’nın
gökten inip de bütün ehl-i kitabın ona inanacağını anlamaya dil müsâit
değildir. Çünkü âhir zamanda olanlar ona inanacaklardır, diyelim; o zamana
kadar olanları ne yapacağız? Doğrusu bu âyetten böyle bir mana çıkarmak doğru
değildir” demektedir (a.g.e. s. 130).
“O, kıyâmet için bir bilgidir/alâmettir” (43/Zuhruf, 61) âyetinin de, Hz.
İsa’ya delâletinin kat’i olmadığını bildirmişlerdir. Zeccâc, buradaki alâmetin
Kur’an olması da mümkündür demektedir (a.g.e. 4/417). Taberî, her iki anlamı da
birçok müfessirden naklettikten sonra, kurrânın ekseriyetinin bu kelimeyi “ılmun” şeklinde okuması nedeniyle,
kıyâmete âit bilginin “Kur’an” olması görüşünü tercih etmiştir. Çünkü Kur’an,
kıyâmetin bilgisini vermektedir.
Bu iki âyetin ifade
ettikleri anlamlara arz ederek Hz. İsa’nın ineceğine dair hadisleri tashih
etmek, arz usûlü olarak belirtilen prensipler muvâcehesinde mümkün değildir.
Şimdi, Kur’an’da zikredilen âyetlerin Hz. İsa’nın her ölümlü gibi öldüğüne,
tekrar dünyaya gelmesinin imkânsız olduğuna dair Kur’an metinlerini görelim:
“Her nefis/can, ölümü tadacaktır. Sonra da Bize
döneceksiniz.” (29/Ankebût,
57; ayrıca bkz. 3/Âl-i İmrân, 185; 21/Enbiyâ, 35)
“Biz onları (peygamberleri), yemek yemez birer (cansız)
ceset olarak yaratmadık. Onlar (bu dünyada) ebedî de değillerdir.” (21/Enbiyâ, 8)
“Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni
nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları
kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz Bana olacak. İşte o
zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda hükmü Ben vereceğim.” (3/Âl-i İmrân, 55)
“Allah’ın rasûlü Meryem oğlu İsa’yı öldürdük, dediler.
Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi
gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir
kararsızlık/şüphe içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam)
bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilâkis Allah onu (İsa’yı)
kendine yüceltmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (4/Nisâ, 157-158)
“(İsa:)Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden
kaldırılacağım gün selâm/esenlik banadır.” (19/Meryem, 33)
“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de
Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum
müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine
gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.” (5/Mâide, 117)
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası
değildir. Fakat O, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her
şeyi hakkıyla bilir.” (33/Ahzâb, 40).
Bu Kur’an âyetleri
açık bir şekilde ve muhkemât olarak Hz. İsa’nın öldüğünü bildirmektedir. Bu
âyetler, mezkûr hadislerin tesirinde kalmadan anlaşılınca bu anlam, sarih
olarak anlaşılacaktır. Bu nedenle, önceki âyetler, bu konuda vârid olan
hadisler için arz metnini oluşturmazken, bu âyetler anlamlarındaki açıklık ve
kat’ilik nedeniyle arz metnini oluşturmaktadırlar.
Âyette ifade edilen,
yahûdilerin Hz. İsa’yı öldürememeleri, asamamaları, Allah’ın da onu
öldürmediğine bir delil sayılamaz. Çünkü Allah diğer âyetlerinde onu
öldürdüğünü açıklamıştır. Ayrıca, Hz. Muhammed’in son nebî olması da onun
tekrar gelmesine engeldir. Hz. İsa’nın peygamber olarak gelmeyeceği görüşü de
kabul edilemez. Çünkü Hz. İsa’nın geleceğini kabul edenlerin en önemli
gerekçeleri, ehl-i kitabın ona
inanmasıdır. Ehl-i kitap ona ne olarak inanacaklardır?
Müslümanlar “mehdîye tâbi olur” şeklinde bir yorumla problemi çözmüş
görünmektedirler ama, işaret edilen nokta, göz ardı edilmiştir. Hz. Mesih’in,
ehl-i kitabı Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inandırmak için geleceğini kabul etmek ise
kabul edilir bir görüş olamaz. Hangi şekilde gökten inecek bir Mesih,
hıristiyan dünyayı müslüman edecektir? Onları imana zorlayacak açık bir
mûcizeyle gelmesi, herkesin zorunlu olarak ona inanması, dinin imtihan sırrına
muhâliftir, kabul edilemez. Böyle zorunlu bir inandırma, ne Hz. Mesih’in kendi
sağlığında ne de başka peygamberin hayatında gerçekleşmemiştir. Gerçekleşmesi
de Kur’an’ın bildirdiği imtihan mantığına aykırıdır.
Şayet böyle bir açık
mûcizeyle gelmez ise, kimse ona inanmayacaktır. Sıradan bir insan çıkıp da “ben
Mesihim” dese buna kim inanır? Nitekim; 1340’da Nahcivan’da doğan Fazlullah
Esterâbâdî, 1819’da Hindistan’da doğan Mirza Ali Muhammed ve 1830’da
Hindistan’da doğan Ahmed Kadıyânî gibi kimseler, Mehdî ve İsa olduklarını söylemişler
ve kendilerine inananlar da olmuştur, ama bu inanma hiçbir zaman hadislerde
anlatılan gibi olmamıştır.
Hz. İsa’nın tekrar
dünyaya gelmesini, hem de tekrar dünyevî ceset giymesini, gerçekten ölmüş bile
olsa gerekli görenler, Hz. İsa’yı yere indiğinde “iman nuru” ile kendisine çok
yakın olanların tanıyabileceğini söylemişlerdir (bkz. Said Nursi, Mektûbât). Bu
ifadeler de Hz. İsa’nın inmesi konusunda zikredilen rivâyetler ile, delil
sayılan âyetlerin, reel olarak anlaşılabilmesinin ve tahakkukunun imkânsız
olduğu kanaatini vermektedir. Çünkü, birkaç kişinin tanıyacağı bir Mesîh,
hadislerde anlatılan misyonu üstlenemez. Ayrıca bu şekilde “kurtarıcı”
beklentilerinin, müslüman irâdeyi ve İslâmî aktiveteyi nasıl etkileyip
körleştirdiği, her biri bir Mesîh ve Mehdî görevi üstlenmesi gereken
mü’minlerin, bu kutsal tebliğ görevinden kendilerini, haber verilen bu
“muntazar/beklenen” şahıslar yüzünden devre dışı tutmakta ve bu dini, bütün
insanlığa ve ehl-i kitaba tebliğ etmek görevini üstlenip de yerine getireceklerine,
gökten inecek Hz. İsa ile Hz. Mehdî’ye bırakmakla yetinmektedirler. Söz konusu
hadislerin müslüman dünya için oluşturduğu bu fâsit telakkî bile bu rivâyetleri
reddetmek için yeterli bir neden sayılmalıdır.
Bu konuda zikredilen
hadislerin İsrâiliyat kaynaklı olmasını
ve İslâmî literatüre de hıristiyan öğretisinden geçmiş olacağını da vurgulamak
gerekir. Bu konuda Pavlos’un II. Mektubunun II. babında ve Müşâhedât’ın 19.
babında Hz. İsa’nın Deccâlı öldüreceği yazılıdır. (21)
Bazı araştırmacılara
göre Şiî müslümanların Muntazar İmam Mehdî, sünnî müslümanların çoğunluğunun da
Mehdî inancı, hıristiyanların, halen yaşadığına inandığı ve bir gün yeryüzüne
inip kurtarıcı krallık yapacağını beklediği Hz. İsa inancından kaynaklanmaktadır. Çünkü ölmediği, maddî
bedeniyle göğe çıktığı, binlerce, belki milyonlarca yıl bedeniyle göklerde
kaldıktan sonra yeryüzüne ineceği sanılan İsa ile, Muntazar imam aynıdır.
Yalnız isim değişmiş; İsa yerine imam veya Mehdi denmiş, bazen de ikisi aynı
şahıs kabul edilmiştir. (22)
Hz. Mesîh’in tekrar
dünyaya geleceğini bildiren rivâyetler, Kur’an’ın bu konudaki açık nasslarıyla
çeliştiğinden, tekrar dünyaya gelmesinin İslâm’ın getirdiği mesaj ve tebliğ ile
uyumunun bulunmamasından dolayı kabul edilmesi zordur. Ancak, Hz. Mesih’le ve
mehdiyle ilgili hadisler birer sembol kabul edilerek zâhirî anlamlarıyla
değerlendirilmeyip “bunlar müteşâbih hadislerdir, bunlarla kast edilen başka
anlamlar vardır” denilir ve ne itikadî ve ne de amelî bir bağlayıcılığı olmamak
ve herhangi bir mükellefiyet de getirmemek kaydıyla kabulünde ve zikrinde
mahzur olmayabilir. (Âhir zamanda zuhur
edecek bu tür
haberlerin sembol olduğu görüşü için bkz. Said Nursî, Lem’alar, s. 112;
Şualar, 5. Şua, s. 459-471; Reşid Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, III/317-318) Bu
müteşâbih olanlardan ilimde rüsûh sahibi olanlar, kendileri için bir mesaj
alıyorlarsa, bu öznel anlamaya bir şey denilemez. Fakat, genel olarak âhir
zaman telakkîsi ve dine hizmet, bu rivâyetler üzerine binâ edilemez. (23)
Hz. İsa’nın eceliyle
ölmüş olduğunu Kur’an’ın açık naslarına rağmen kabul etmek istemeyenler, iki bin yaşını çoktan geçmiş olarak,
(hıristiyanların inancının bir benzeri şekilde, göğe kaldırılıp orada)
yaşadığını ve dünyaya geleceğini değerlendirirken, hadis rivâyetlerinin
dışında, delil olarak sadece şu âyeti gösterirler: “Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine yükseltmiştir (rafeahû).” (4/Nisâ,
158) Bu âyette kullanılan “rafea
(kaldırdı, yükseltti)” kelimesi, aynı şekilde meselâ, İdris (a.s.) için de
kullanılmıştır: “Kitapta İdris’i de an.
Hakikaten o, pek doğru bir insan, bir peygamberdi. Onu üstün bir makama
yükselttik (rafa’nâhu).” (19/Meryem, 56-57) “Allah onu kendisine yükseltmiştir” ifadesini tek başına ele alıp
“Hz. İsa ölmedi, o halen yaşıyor” diyebiliyorsak, aynı ifadeden hareketle Hz.
İdris de ölmemiştir, halen yaşamaktadır, Allah onu da göğe yükseltmiştir”
dememiz gerekmektedir. Hz. İdris için, yükseltme, “Allah indindeki makamı
yükseltildi; manevî derece olarak Allah katında mertebesi yükseltildi” denilirken
aynı kelime kullanıldığı halde, Hz. İsa için niye mecazî anlam olarak, “Allah
katında manevî makamı yükseltildi” anlamı verilmez ve bu çelişki nasıl izah
edilir? Bu çelişkiden daha büyük yanlış, -hâşâ- Allah’a mekân isnad etmektir.
Âyette “Allah onu kendi nezdine
yükseltmiştir” ifadesinden “göğe yükseltilme” anlamı nasıl çıkacaktır?
Allah, hâşâ gökte midir ki, kendine yükseltmesi, göğe kaldırma olarak
değerlendirilebilsin?!
Eski Ezher şeyhi
Mahmut Şeltut, bu âyetle ilgili olarak şunları söyler: “Bilakis
Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine yükseltmiştir (rafeahû).” (4/Nisâ, 158) Bu
âyet, Hz. İsa’yı kesin olarak öldürmediklerini anlatan ifadeden sonra
gelmiştir. Ref’ (yükseltme)den maksat, İsa (a.s.)’yı düşürmeyi amaçladıkları
şeye engel olmak suretiyle İsa’nın derecesinin ve konumunun yükseltilmesidir.
Böylece mana şu şekilde olmaktadır: “Allah İsa’yı onlardan korumuştur. Onlar
onu öldürmeyi gerçekleştirememişlerdir. Hatta Allah onların tuzaklarını boşa
çıkarmış ve onu kurtarmıştır. Ve onu eceliyle vefat ettirmiş; böylece de onun
derecesini yükseltmiştir. Böylece âyet, Allah Teâlâ’nın şu sözüyle tamamen
uyuşmaktadır: “Seni vefat ettirecek, seni
Bana yükseltecek (ref’) ve seni küfreden kimselerden tertemiz kılacağım.” (3/Âl-i
İmrân, 55). Bu âyet, onların İsa’nın cismiyle, diri olarak ref’i konusundaki
tezlerini çürütmektedir. İmam Fahreddin Râzi, tefsirinde şöyle demektedir:
“Seni tertemiz kılacağım. Yani seni onların arasından çıkaracak, seninle
onların arasını ayıracağım. Kendisine ref’ (yükseltme) lafzıyla şânının
büyüklüğü anlatıldığı gibi, tertemiz kılma (tathir) lafzıyla da arındırma
manası bildirilmiştir.
Tüm bunlar, onun
şânının ve derecesinin yükseltilmesindeki mübâlağaya işaret etmektedir. Alla
Teâlâ’nın şu sözünün anlamı hakkında da şöyle demektedir: “Sana tâbi olanları küfreden kimselerin üstünde kılacağım.” (3/Âl-i
İmrân, 55) Buradaki “üstünde”likten
kast edilen hüccet ve burhan ile olmasıdır. Bil ki, âyet-i kerimedeki ref’ine
delâlet eden “seni Bana yükselteceğim”,
derecenin ve şânın yükseltilmesidir. Yoksa yön ve mekânla ilgili değildir. “Üstünde” kılmada olduğu gibi mekânla
ilgili bir durum değil; tamamen derece ve şânın yükseltilmesi ve
yüceltilmesidir.” (24)
“Ben onlara, ancak
bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a
kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim.
Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her
şeyi hakkıyla görensin.” (5/Mâide, 117) Bu âyet, dolaylı yoldan başka bir tevhid gerçeğine
dikkat çekmektedir: Peygamberlerin, ölümlerinden sonra artık dünya üzerinde
tasarruf imkânlarının kalmadığı. Böyle bir tasarruf sözkonusu olduğunda akla
gelecek ilk isimlerden biri olan peygamber Hz. İsa’ya: “İçlerinde bulunduğum
müddetçe onlar üzerine kontrolcü/tanık idim. Beni vefat ettirince artık onlar
üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun” diye söyletilmesi gösteriyor ki, hiçbir
insan, ne kadar büyük olursa olsun, ölümünden sonra, dünya üzerinde tasarruf
sürdüremez. Böyle bir şey, beşer olmakla çelişir. Ve tüm peygamberler de
beşerdir. Buradan hareketle tasavvuf bünyesine sokulan “ölüm sonrası evliyâ
tasarrufları” anlayışının Kur’an dışı olduğunu rahatlıkla fark ederiz. Bu
tevhid dışı anlayış, asırlarca kabirleri, ölüleri, ölülerin eşyasını tanrılaştırma
illetinin kucağına itmiş, vahyin rahmetiyle aramıza engeller koymuştur.
Hz. İsa’nın ineceğine ve İslâm şeriatıyla amel edeceğine
dair hadis rivâyetleri şöyle te’vil edilebilir: Bir peygamberin dini yaşadıkça
kendisi mânen yaşamaktadır. İsa (a.s.)’nın fikriyâtını yahûdiler
öldürememişlerdir. Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe egemen
olmuştur. Onun rûhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa bile, mânen Hz.
Muhammed (s.a.s.)’in fikriyâtını benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar,
görünürde hıristiyan olsalar bile, uygulamada İslâm’ın özüne mensup olacaklar
veya bunlar, tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a döneceklerdir. Nitekim, 21.
asrın başlarında Avrupa ve Amerika’da İslâm’ın sesi soluğu duyulmaya başlamıştır,
Afrika ve Amerika’da İslâm süratle yayılmaktadır. İslâm, olduğu gibi
anlatıldığı takdirde dünyanın her yerinde hak dinin hâkim duruma geçeceği
şüphesizdir. Bu gün değilse yarın; işte bu, Hz. İsa’nın rûhunun dirilmesi, onun
mesajının hâkim olması, onun Muhammed ümmetine tâbi olması (hizmet etmesi),
haçın kırılıp domuzun öldürülmesi demektir. İslâm, kıyâmete kadar bâkî olacak
hak dindir. Onun güçlenmesine yardım eden, bu uğurda canını fedâ etmeğe hazır
olan her müslüman, İsa’dır, Mehdîdir, imamdır. İslâm düşmanları ve onların
hakkı bâtıl, bâtılı da hak gösteren araçları (özellikle televizyonun bu amaçla kullanılışı) da Deccâl
ve onun silâhlarıdır.
Kur’ân-ı Kerim, Hz. İsa’yı bir peygamber olarak tanıtır.
Onun peygamberliği, daha doğumunun ilk gününde ilân edilmişti: “Çocuk şöyle
dedi: ‘Ben Allah’ın kuluyum. O, bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı.”
(19/Meryem, 30). Hz. Muhammed (s.a.s.) ise, peygamberlerin sonuncusudur:
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın
rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.”
(33/Ahzâb, 40). Hz. İsa’nın Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra dünyaya gelmesi, bu
âyetler ışığında değerlendirilince mümkün değildir. Gelmiş olsa, son peygamber
Hz. Muhammed değil; Hz. İsa olur.
İkinci gelişinde Hz. İsa’nın peygamber olmayacağını iddia
etmek, İsa’nın peygamberliği ile ilgili âyetleri inkâr anlamına gelebilir. Hz.
İsa geldiğinde Kur’an âyetlerini inkâr etmeyeceğine göre kendisinin peygamber
olduğunu bildiren âyetlere de inanacaktır. Bu durumda Hz. Muhammed (s.a.s.)’in
son peygamber oluşunu inkâr etmiş duruma düşmeyecek midir? Hz. İsa, Kur’an’ın
tanıttığı şekliyle bir peygamberdir. Peygamberliği olmayan bir İsa’nın diğer
insanlardan farkı, etkisi, inandırıcılığı ve gücü ne olabilir? Yine Hz. İsa’nın
nüzûlü ile, bazı haramları helâl edeceğine dair hadis rivâyetleri, İslâm
dininin tamamlandığını bildiren “...
Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için
din olarak İslâm’ı beğendim.” (5/Mâide, 3) âyetiyle çelişir.
Kendisinin İsa olduğunu iddia eden nice insanlar çıkmış,
çıkmakta ve çıkacaktır. Gerçek İsa (a.s.)’yı insanlar nasıl tanıyacaktır; daha
önce gösterdiği gibi mûcizeleri de, peygamber olarak gelmeyeceği için
gösteremeyecektir. Yok, peygamber olarak gelirse, (ki Mezarcı o iddiadadır.) o
zaman da Kur’an’ın Hz. Muhammed (s.a.s.)
için, “peygamberlerin sonuncusu”
(33/Ahzâb, 40) olduğunu bildiren âyeti ve buna dayanan İslâm itikadı inkâr
edilmiş olacaktır. Ayrıca dinin tamamlandığını bildiren âyet (5/Mâide, 3)
reddedilmiş olacaktır. Bu da kendisinin Mehdi olduğunu iddia edenler gibi
istismar konusu olacak, sahte Mesihlerin insanları kandırma yolu ardına kadar
açılmış olacaktır. Bilindiği üzere, Papa suikastçısı M. Ali Ağca bile, tarihin
çöplüğünde yer almış yüzlerce sahtekâr kişi gibi, kendisinin Mehdi ve İsa
olduğunu iddia edebilmektedir. Şimdi de
eski bir müftü ve milletvekili olan Hasan Mezarcı, kendisinin Hz. İsa olduğunu
ve gökten indiğini iddia etmeye başladı. Hz. Peygamberimiz zamanında minare
olmadığı halde, Hz. İsa’nın Şam’daki beyaz minareye ineceği iddia
edilebilmektedir. Hatta Adıyaman’daki meşhur şeyhin bulunduğu câminin minaresi
bembeyaz renge boyanmış, Hz. İsa’nın oraya ineceği iddia edilerek, köye
“inilecek yer” anlamına gelen “Menzil” adı verilmiştir. Örnekleri çoğaltmak
mümkün. Bunlar, ne ilk ve ne de sondur. Bunun gibi nice beklentiler,
oyalanmalar, kurtarıcı bekleyip sorumluluktan kaçmalar ve istismarlar söz
konusu olduğu gibi bu gidişle çok daha olacaktır.
Mehdî
Olayına da kısaca değinirsek; Mehdi’nin günün birinde geleceğiyle ilgili
hadis kitaplarında âhad (tek râvi kanalıyla gelen) hadisler bulunmaktadır ama
bunların içerisinde birbiriyle çelişen haberler vardır. Buharî ve Müslim’in
kitaplarında ise mehdi kelimesi geçen bir hadis yoktur. Kur’an’da mehdi’yi
gösteren en ufak bir işarete de rastlamak mümkün değildir.
İlk dönem itikat
kitaplarında mehdi konusu yer almamıştır. Ancak daha sonra yazılan Akaid
kitaplarında mehdiden bahsedilmektedir. Mehdiden bahseden hadisler mütevâtir
olmadığı için, bu konu iman konuları içerisinde yer almaması gerekir. Ancak,
İslâm tarihinde mehdi iddiasıyla bir çok insan çıktı, insanlar bazılarına mehdi
diye uydular ve bir çoğu da bir mehdi beklentisi içerisinde oldular.
Anlaşıldığı kadarıyla mehdi inancı siyasî olayların müslümanları
fırkalara ayırmasından sonra daha çok gündeme gelmeye başlamıştır. Âhad ve
zayıf haberlerin dışında sağlam dayanağı bulunmamaktadır. İslâm tarihinde bir
çok mehdi çıkmıştır. Çevresine adam toplayıp saltanat sürmek isteyen niceleri
veya zâlim yöneticilerle mücadele etmek isteyen iyi niyetli önderlerin bir
kısmı bu mehdi beklentisinden yararlanmıştır.
Tarih boyunca nice sahtekârlar,
çıkar sağlamak ve halkın üzerinde etkili olabilmek için mehdilik inancını
istismar etmişlerdir. Günümüzde bile
bazı açık gözler zaman zaman bu beklentiden yararlanmayı deniyorlar.
İşin garibi bu gibi konuların istismarcısı bulanabileceği bilinmesine rağmen
‘mehdiyim’ diye ortaya çıkanlar çevrelerine adam toplamayı hâlâ
başarabiliyorlar.
Mehdi ve Hz. İsa’nın
gökten inme beklentisi, birçok müslümanı ümitsizliğe ve görevini yapmamaya sevk
etmiştir. Öyle ya, nasıl olsa mehdi gelecek ve dünyayı düzeltecek, zulümleri
önleyecek, insanlara hidâyet dağıtacak… Bu hayal nicelerini boş beklentilere
sevk etmiştir. Niceleri bu umut sebebiyle yapması gereken en basit görevleri
bile savsaklamış, kendisine zulmedenlerle mücadele etmeyi terk etmiş, zâlimlere
karşı çıkma görevini gelecek mehdiye bırakmıştır.
Allah (c.c.) dilediği
araç ve insanla dinini destekler. O dininin yaşanabilmesinin araçlarını
dilediği gibi yaratır. Hidâyet O’nun elindedir, dilediğine verir. O’nun
gönderdiği Kur’an-ı Kerim kıyamete kadar değişmeden kalacaktır. O Kur’an ki en
büyük hidâyet aracıdır. İnsanlara düşen, Kur’an’ı anlamak ve O’na uymaktır.
Hayalleri (ümniyye’yi) bir tarafa bırakıp
yapması gerekeni gücü
yettiği kadar yerine
getirmektir. Mehdi beklentisi, müslümanların ne imanlarını
artırır ne de sâlih amellerini. Müslümanlar işlerini ve çalışmalarını, gelmesi
muhtemel mehdilere göre ayarlamazlar. Onlar, inandıklarını hayatlarında
uygulamaya çalışırlar. Sonuç Allah’a aittir.
Şimdiye kadar çıktığı iddia edilen
ve hâlâ çıkmaya devam eden bu mehdilerden acaba hangisi gerçek mehdidir?
Kaynaklarda bir sayı ve zaman verilmediğine göre hepsini de mehdi olarak kabul
edecek miyiz? Bundan sonra ortaya çıkan mehdi adaylarına karşı nasıl bir tavır
takınacağız? İşin garibi tarihten beri ortalıkta bu kadar mehdi adayı ve mehdi
taslağı olmasına rağmen müslümanların durumlarında pek bir değişiklik
görünmemektedir. Ne mehdinin mesajını anlayıp kendini düzeltenler var; ne de
zâlimlerin zulmünün son bulması. Bu mehdi adaylarının bir mârifetleri varsa,
müslümanların saf inançlarını maddeye
çevirme işlerinden vazgeçsinler de biraz da asıl işlerine(!) dönsünler. İslâm
ümmetinin dertlerine bir çözüm bulsunlar,
İslâm ülkelerindeki tâğutların hâkimiyetlerine ve zulümlerine dur
desinler.
Kur’an, müslümanlara mehdi
beklemeyi değil; hakiki anlamda iman etmeyi ve imanın gereğini yapmayı tavsiye
ediyor. Bunu yapmayanlar ise zarar edeceklerdir (bkz. Asr Sûresi). Eğer mehdiyi
hidayete götüren, hidayet veren şeklinde anlarsak; Kur’an en büyük mehdîdir
(hâdî-hidâyete erdiricidir). İnsanlar bu mehdiye uyarlarsa doğru yolu bulurlar
ve kurtuluşa ererler. Kur’an’ın kendisi de insanları sürekli bu kurtuluşa dâvet
etmektedir. (25)
Hz.
İsa, ruha önem verilmeyen bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme
yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Ölüleri diriltme, hastaları iyileştirme,
körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu
rûhî özellikleri ihyâ eden İsa nefesli
insanlara ihtiyaç var. Böylece yahûdilerin katı kapitalist etkileriyle
ruhları, rûhî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve
ruhları dirilsin, ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta
kalpler ve ruh hastalıkları iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret
ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah’ın nuruyla bakabilsin. Sadece
görünenleri değil; perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli
dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa’nın
gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz. Mûsâ’nın
asasına, Hz. Muhammed’in Haktan getirdiği mesaja mirasçı sensin. Kurtuluş
istiyorsan kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem
toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman! (26)
İsa veya Mehdi bekleyerek kendi üzerine farz olan görevleri,
kurtarıcılara havâle edip ertelemek, Allah erine yakışmaz. Biz, İslâm’ı yaşayıp
çevremize hâkim kılmaya çalışalım. Gerisi bizi fazla ilgilendirmemelidir. Allah
da zaten bizi bazılarını beklemeye çağırmıyor. Her şuurlu müslümanın hidâyete
götüren, hidâyet veren anlamında en büyük mehdî olan Kur’an’a uyması
kurtuluş için yeterlidir. Her tebliğcinin de, mânen ölmüş canlı cenaze
durumundakilere İsa nefesiyle hayat vermeye gayret etmesi gerekmektedir.
Kurtarıcı beklemeyi bırakıp kendimiz kurtarıcı olmaya çalışmalı, böylelikle hiç
değilse kendimizi kurtarmanın yolunu bulmalıyız. O zaman Deccallar da bize
zarar veremeyecektir: “Ey iman edenler!
Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olduğunuz müddetçe dalâlette olanlar
(sapıklar) size zarar veremez.” (5/Mâide, 105)
1.
Abdullah
Aydemir, Peygamberler, D.İ.B. Y. s. 254
2.
Seyyid
Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, Hikmet Y. c.1, s. 297
3.
Mevdûdî,
Tefhîmu’l-Kur’an, İnsan Y. c. 1, s. 380
4.
Muhammed
Esed, İslâm Mesajı, İşaret Y. c. 1, s. 177
5.
Elmalılı
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1112-1114
6.
M.
Reşid Rızâ, Tefsîru’l Kur’âni’l-Hakîm, c. 3, s. 317
7.
Buhârî,
Büyû 102, Mezâlim 31, Enbiyâ 49; Müslim, İman 242, hd. no: 155; Ebû Dâvud,
Melâhim 14, hd. no: 4324; Tirmizî, Fiten 54, hd. no: 2234; Ahmed bin Hanbel, II/240, 294, 538; Tecrîd-i
Sarih Terc. c.6, s. 532
8.
Müslim,
İman 247; Küt. Sitte, 14/274
9.
S.
Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 182
10. Müslim, Hacc 216, hd. no: 1252; Küt.
Sitte Terc. c. 13, s. 152, Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. c.2, s. 431
11. Ebû Dâvud, Melâhim, bâbu
Emârâti’s-Sâah
12. Ebû Dâvud, Melâhim 14; İbn Mâce,
Fiten 33
13. Buhârî, Mezâlim 31; İbn Mâce, Fiten
33
14. Hindî, Kenzu’l-Ummâl, 14/336
15. Müslim, Kitab 52, bab 9, hadis 34
16. Tirmizî, Fiten 62
17. Müslim, Kitab 52, bab 20, hadis 110
18. Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/298-299
19. S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba
Y. c. 10, s. 216-218
20. Bkz. Mahmut Şeltut, İsa’nın Ref’i;
S. Ateş, Y. K. Ç. Tefsiri, II/396-410; A. Hatîb, Mesîh fi’l- Kur’an, s. 532
21. Geniş bilgi için bkz. Zeki
Sarıtoprak, İslâm’a ve Diğer Dinlere Göre Deccâl, Nesil Y. s. 25-48
22. S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba
Y. c. 10, s. 222
23. Ahmet Keleş, Hadislerin Kur’an’a
Arzı, İnsan Y. s. 220-223
24. Mahmut Şeltut, Hz. İsa’nın Ref’i
Hakkında, Haksöz Dergisi, sayı 20 (Kasım 92)
25. Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel
Kavramları, Beyan Y. s. 390-392
26. Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, Denge Y. s. 5