Vuslat, Sayı 22; Nisan 2003
Cemaat ve Tebliğ
Çalışmalarında Usûl
Ahmed KALKAN
Batı, felsefe mirasına sahip olduğu
ve her filozof, kendinden önceki filozofu tenkit edip onun doğru olarak ileri
sürdüğünü eleştirip delillerini çürütmeye çalışmış olduğu için Batılılar,
hakikati bulamamışlar ve bulduklarını iddiâ
etmeyecek/edemeyecek durumdalar. Demokrasi, biraz da bu anlayışın ürünüdür.
Göreceli doğrulara, değişken gerçekliğe sahip olan farklı görüşler değişik
partiler şeklinde temsil edilir ve halkın çoğunluğu hakem tâyin
edilerek bu göreceli doğrulardan bir veya birkaçı öne çıkar, kimsenin
kesin/mutlak doğrusu olmadığından buna itiraz eden çıkmaz. Herkes,
karşısındakinin olduğu kadar kendi doğrularının da göreceli olduğunu benimser.
Bu tavırda aşırılık sözkonusudur, çünkü onlara göre
insanların uymak zorunda olduğu mutlak hakikat diye bir şey yoktur ve herkesin
doğrusu kendisinedir. Buna karşılık Doğulular, tenkit mirasına değil, şerh geleneğine
sahiptir. Şerh geleneği ve velî kültü, şahısları ve
onların görüşlerini yüceltme tavrına götürmüştür. Filozofların tam aksine,
kendi acziyetini kabul eden halef, hep seleflerini
yüceltme gayretindedir. Bu tavrın da mâkul ve meşrû
bir tavır olmadığı, farklı bir aşırılık ürünü olduğu rahatlıkla Kur’an’dan yola çıkarak değerlendirilebilir.
Müslümanların, modernizmi
olduğu kadar geleneklerini de sorgulamak zorunda olduğu gibi, aynı zamanda hem
birey, hem cemaat olarak yaptıklarını gözden geçirip sık sık
otokritik yapmaları, metot ve söylemlerini masaya yatırmaları gerekmektedir. Bu
muhâsebeyi yap(a)mayan fert ve cemaatler, hedeften
sapma ve amaçlara uygun araçlar kullanamama yüzünden sadece kendi veballerini
değil; ümmetin vebâlinden paylarına düşeni de yüklenme riskiyle karşı karşıya
kalacaklardır.
Sadece iyi niyetin yeterli olmadığı, usûl ve yöntemin büyük önemi olduğu inkâr edilemez. Bu dâvâya sadece akıllı geçinen düşmanlar değil, akılsız
dostların iyi niyetli ama yanlış tavırları da büyük zararlar vermektedir.
Her konuda “doğru” tek değildir; bu,
özellikle beşerî doğrular için böyledir. “Doğru”nun iki kaynağı, ölçüsü vardır:
İlki, bir adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk’a ait doğru;
diğeri de insan aklı, ilmi, mirası ve tecrübesine ait doğru. Birincisi, müslümana (Allah’a teslim olana) göre mutlak doğrudur.
Yani, her zamanda ve her yerdeki her insana/müslümana
göre doğrudur; değişmeyen, tartışılamayacak ve teslim olunacak doğru. İkincisi
ise beşerî doğrudur. Yani, göreceli, zannî, ictihâdî, yoruma dayanan,
tarihe, coğrafyaya, kişiye göre değişebilecek olan doğru. Kur’an’da
muhkem ve yoruma yer bırakmayacak açıklıkta verilen bilgiler, emredilen veya
yasaklanan hükümler mutlak doğrudur, hak ve hakikattir. Kur’an’da
farklı anlamaya müsâit yoruma açık hükümler ya da Kur’an ve sahih sünnette yer almayan doğrular ise ikinci
çeşit doğrulardır. Bunlar, delillere sahip olmaya, deliller arasında tercih
veya delillerin sağlamlığı konusunda iknâ olmaya göre
farklılık arzedebilecek göreceli doğrular, değişken
gerçeklerdir.
Ümmetin ihtilâf edegeldiği
mezhebî/ictihadî, fıkhî doğrular da bu gruba girer. Meşhur
abdest örneğinde olduğu gibi. Mâlikîlere göre doğru olan başın tümünün meshedilmesidir, bu farzdır. Hanefîlere göre doğru, başın
dörtte birinin meshedilmesinin farz olduğu, Şâfiîlere göre ise saçın birkaç telinin. Bu ictihâdî doğrulardan kalkarak bir mâlikî
hanefîye, hanefî de şâfiîye abdestsiz, dolayısıyla namazsız diyemez veya bu
gerekçe ile arkasında namaz kılınmasının câiz olmadığını ileri süremez. Yoksa, mü’minlerin kardeşliğinden
bahsetmek mümkün olmaz. Ağız ve burnun Hanefîlere göre dış organ sayıldığı için
gusülde yıkanmasının farz olduğu, Şâfiîlere göre ise
iç organ kabul edilerek yıkanmasının gerekmediği örneği de bunun gibidir. Cuma
namazının sıhhat şartları konusunda da mezheplerin doğruları birbirinden çok
farklıdır. Hatta aynı mezhebin farklı müctehidlerinin
de farklı ictihadları vardır. Bu ve bunun gibi ictihâdî doğruların hangisinin delili bir kimseye kuvvetli
gelirse, o görüşü din kabul
etmemek, farklı ictihadları suçlamamak
şartıyla benimser, yaşar. Ama unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın
emrettiği bir ibâdeti hiçbir ictihad
yasaklayamaz, haram kıldığını da mubah kılamaz. Çünkü,
hakkında nass olan bir hüküm, ictihad
konusu değildir, olamaz. “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur” (Mecelle, Madde 14). Yani, âyet
ve sahih hadis olan yerde ictihad yoluna gitmez câiz
değildir. Unutmamak lâzımdır ki, ictihadla sâbit olan bir şeyin hükmü kesin değil; zannîdir.
Hele, “ben müctehid değilim” diyenlerin dini
yorumlaması, sadece kendini bağlar. Allah, falan veya filan zâtların
dinî yorumlarına itaat edip etmediğimizden değil; kendi Kitabına uyup
uymadığımızdan soracaktır.
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat
onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler...” (11/Hûd, 118). Görüş
açılarındaki farklılık, müslüman akla görüş
zenginliği kazandıracak, farklı düşünceleri incelemesini, olayları bütün boyut
ve cepheleriyle kavramasını, aklı akla katmasını sağlayacak bir sıhhat alâmeti
olacağı yerde; bu durum, bozuk çağın müslümanında iç
çekişmelere ve dövüşme fırsatına dönüşmüştür. “Kendi ayıplarının, başkalarının ayıplarını görmesini engelleyen kişiye
ne mutlu!” denildiği halde, bizler iç dünyamıza, kişisel ve toplumsal
kusurlarımıza pek az bakıyoruz. Başkalarının ayıplarıyla uğraşıp onları
sergilemek, onları ha bire eleştirmek, fırsat bulursak bize göre hatalarını
yüzlerine vurmaktan, kendimizi düzeltmeye fırsat kalmıyor. Bazı müslümanlara göre, liderlerinin bir bildiği, yaptıklarının
bir hikmeti olduğundan, her şeye te’vil gözlüğünden
bakılabildiğinden kendi liderlerinin veya gruplarının yanlışı, başkalarının
doğrusuna tercih edilebiliyor.
Günlük
hayatta ve Din’i anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların olması
normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması bir faydadır, bir kolaylıktır. Burada
dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevâsına göre
anlama, sonra da kendi anladığını din haline getirme yanlışlığıdır. Din’in
özünü zedeleyecek yanlış yorumlar ve bunların inanç haline getirilmesi bir
anlamda ‘bağy’ dir ve
tefrikaya yol açar. Müslümanlar arasındaki vahdetin en büyük düşmanı, yanlış
din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup, siyasi rejimler, mezhep ve tarikat
taassubudur. Halbuki bütün bunlar tefrikaya sebep
olmaz, aksine müslüman toplumların entegre olmasına
yardımcı olurlar.
Müslümanlar farklı mezheplere, meşreplere, düşüncelere, ülkelere,
ilkelere sahip olabilirler, farklı coğrafyalarda yaşayabilirler, farklı gruplar
içerisinde bulunabilirler. Bunlar normal şeylerdir. Ancak herkes kendi
anladığını, kendi meşrebini, kendi mezhebini, kendi tarikat veya partisini din
haline getirirse; işte bu Din’de tefrikadır. Unutulmamalıdır ki, Din
Allah’ındır ve Kur’an’da anlatılmıştır; Peygamberimiz
Hz. Muhammed (s.a.s.) de bize tebliğ etmiş, hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne
anlaşılması gerektiğini göstermiştir. Âlimlerin, mezheplerin, grupların Din’den
anladıkları, yalnızca bir yorum veya
Din’i daha iyi yaşama noktasında bir çaba gibi görülmelidir. Onların
anladıkları hiç bir zaman Din’in kendisi değildir. Bir gruba, bir mezhebe, bir
meşrebe bağlı olmak mümkündür ve bazen ihtiyaçtır. Ancak, sadece kendi
meşrebini, kendi grubunu hak, diğerlerini bâtıl görme
anlayışı ‘tefrika’ mantığıdır. Mezhepli olmak ihtiyaç, mezhepçi olmak
yanlıştır. Bir meşrepten olmak doğal, ama meşrepçi olmak doğru değildir. Bir
gurupla faydalı çalışma yapmak üzere bir araya gelmek, bu amaçla bir cemaate
mensup olmak iyi, ama grupçu olmak sakattır. Bütün bu yanlışlar tefrika
sebebidir (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 690).
Bu anlamdaki hadis rivâyeti uydurma da olsa, ihtilâflar rahmet olabilir; eğer
ihtilâfa konu olan beşerî alanla mutlak hakikat ayrımını doğru yapar, ihtilâf
edebiyle imtihan edildiğimizi farkeder ve nasıl
ihtilâf edeceğimizi bilirsek... Yoksa, her grup kendi mezheb veya meşrebini, cemaat prensiplerini Din haline
getirir ve onlarla övünmeye kalkarsa (23/Mü’minun,
53;30/Rûm, 32) bu, rahmete ulaştıran ihtilâf sınırını aşar, azâb
sebebi tefrikaya dönüşür.
Kendisinin müctehid
değil; taklitçi olduğunu söylediği halde, müctehidlerin
bile vermediği fetvâları, güya onların ictihadlarından yola çıkarak cesâretle vermek, kraldan
fazla kralcılıktır. Kur’an’dan başka kutsal kitaplar,
Peygamber (s.a.s.)’den başka sözü eleştirilemez insanlar kabulü diye
tanımlanacak problemlerle müslümanlar dünyada rahmet
ve devlete, âhirette cennete zor kavuşur.
Bir âlimin, bir müctehid
veya müfessirin yorumunu tercih etmek başka, o yorumu mutlak doğru olarak Din
kabul etmek daha başkadır. Aksi halde, ondan önce yaşayan, onu tanımayan müslümanların, ya da o doğruları farklı yorumlayan veya çok
değişik tarih, coğrafya ve şartlarla çevrili kimselerin durumu ne olacaktır?
Deliller bırakılarak şahısların ve onların söylemlerinin bayraklaştırılıp
tereddütsüz kabulü ve herkesin kabul etmesi gerektiği anlayışı, "ya hep ya
hiç" şeklindeki kumarbaz beklentisidir. “Men lâ yüdrakü
küllühû, lâ yütrakü küllühû” “Bir şey bütünüyle elde edilemezse, tümüyle de
terk edilmez.”
Bugün insanlara sunulan din; büyük
oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin
tartışmalı doğruları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, mezhebî
ictihad ve kelâmî
değerlendirmeler, hatta bazen Kur’an’ın bazı emirlerini
yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın
önemsediği konular yerine, hiç yer vermediği konular din adı altında topluma
kabul ettirilmek istenmekte, mesajın başına oturtulmaktadır. Fili farklı
yerlerinden yakalayıp bu parçayı fil diye tanımlama tavrı, basarla birlikte basîreti, alnındaki gözüyle beraber göğsündeki gözü de
kullanması gereken, gözleri açık ve her dem uyanık bulunması icap eden müslümanların maalesef tavrı olabiliyor. Dini, bazıları
şekilsel özellikler, bazıları sarık, sakal, cübbe ve çarşaftan ibâret sayarken,
bazıları sadece falan zâtın
kitaplarını okuyup açıklamak, bazıları ise tesbih
çekmekten, bazıları sadece cihad veya siyasal
yorumlardan, haftalık ders ve sohbetlere katılmaktan, bazıları dergi çıkarmak
veya radyo imkânlarından ibâret sayabilmektedir. Bundan da daha fecîsi, Kur’an’ın ısrarla
emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla
yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte ve Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur'ânî bir emrin, farîzanın terkini, fâiz gibi bir haramın
mubahlığını cihad yorumu ve dâru’l-harp
mantığı ile topluma empoze etmektir.
Güzel insan olmamız ve mesajımızın
güzel olması için, insanları başka şeye, tartışmalı teferrruata
değil; sadece Allah’a, Allah'ın mutlak doğrularına, yani hakka dâvet etmemiz ve bunu herhangi bir hizip adına değil, “müslüman” isim ve sıfatımızla, İslâm’ın hizipler üstü temel
prensipleri adına yapmamız gerekmektedir: “(İnsanları)
Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır.” (41/Fussılet, 33). Müslüman dâvâ
adamı, âyetlerdeki bütüncül çağrıya rağmen; parçacı, hizipçi, cemaatlerinin
yorumunu öne çıkaran bir yaklaşım sergileyerek kınanacak bir tavra düşebiliyor:
“Onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri
de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka,
kendi yanındakiyle sevinmektedir.” (30/Rûm, 32).
Bugün kimi cemaat mensubu kişiler, insanlara Kur’an’ın
önceliklediklerini, mutlak hakikatleri, Kur’an’ın muhkem doğrularını anlatacaklarına, İslâm’ın
temel esaslarına dâvet edeceklerine; kendi
tartışılabilecek doğrularına çağırmaktadırlar. “Dinlerini parça parça edip gruplara
ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak
Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” (6/En’âm, 159)
İslâm
inançları (Akaid), beşerî görüşlere ve şahsî
anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve
hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen
ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy
olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya
müsâit olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz.
İslâm inanç esasları, delâleti ve sübûtu kat’î olan vahyin itikadî
hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların
kabul etmek zorunda olduğu sâdık ve mütevâtir
haberlerdir.
İslam akaidi, şüpheye, zanna, beşerî
görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi
için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz’ü reddedildiğinde
kişiyi küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii
ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe bulunmayan mütevâtir haberlerdir. Yani, Kur’an
ve mütevâtir
hadislerdir. Bunlara sübûtu kat’î
deliller denir. Akaidde bağlayıcı bir hükmün, delâletinin
de kat’î olması gerekir. Âyet
veya mütevâtir hadislerdeki bazı ifadelerin hangi
mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delaleti zannî,
yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını, ya
da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak
dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri
tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.
Bazı kaypak
kavramları, karşımızdaki müslümanın dinle ters
düşmeyecek şekilde farklı anlam yükleyerek onu savunması veya bazı kurallarını
uygulaması hiç dikkate alınmadan, te’vil etme
özgürlüğünü onlara vermeden, kendi anladığımız biçimde küfür olduğuna
hükmetmek, hatta bir adım daha ileriye gidip onlara kâfir demek, göreceli doğrularımızı
mutlak hakikat yerine koymak demektir. Kendisi de şu veya bu ölçüde, ama
mutlaka düzenin şu veya bu kurumundan geçtiği halde, alternatif bulamadığı için
o kurumlara şu veya bu şekilde takılanlara müslüman
gözüyle bakmamak... Bu gibi durumlar, karşısındakine
ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat
görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne
anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını),
râhiplerini rabler edindiler...” (9/Tevbe, 31). Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına
geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy:
“Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar
din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram
yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy:
“Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir/tapınmadır.”
(Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292)
Din, özellikle akîde,
haram-helâl ölçüsü ve ibâdet hükmündeki ahkâm, mutlak doğrulara dayanmak
durumundadır. Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî
yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya
filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına
ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun,
İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde
olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için
problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad,
lider ve âlimlerinin yorumlarını din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların
temelini teşkil ediyor.
Mevcut düzen ve toplum yapısının belvâ-yı âmm
(toplumsal belâ) niteliğindeki dayatmalarına karşı tavır alamayan insanlara
alternatif göster(e)meden onları dinin dışına itmek,
Din’i yanlış yorumlamaktır. Ayağı yere basmayan idealist yaklaşımlar, İslâm’ı,
günlük hayatta uygulanamayacak soyut görüşlerden ve ütopyadan ibâret saymaktır. "Dinde
aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü
helâk oldular." (Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/127, V/318, 330)
Şu kadar cemaat ve ilim adamının
melekleri sevindirecek ve şeytanları ürkütecek kapsamda hayırlı faâliyetler, ses getirecek tavır ve eylemler ortaya
koyamadıklarının sebebi, biraz da bu usûl, yöntem hatalarından, dine bakıştaki
eksik veya yanlıştan kaynaklanıyor diye düşünüyorum.
Konumuzla ilgili empati;
muhâtaplarımızı, “öteki” insanları, öteki cemaatleri, onların dünyasından
bakarak değerlendirmektir. Bu yapılamadığı zaman, gerçeğin bir kısmı
kaybedilecektir. Nisbî/göreceli doğruları, beşerî
yorumları, Din ve mutlak hakikat gibi değerlendirmemeli; insanları kendi
doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metot, dernek, vakıf ve faâliyetlerimize
dâvet etmek yerine, İslâm’ın doğrularına dâvet etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf
edeceğimiz konulardan ziyade ittifak halindeki konulardan yola çıkarak asgarî
müşterekleri giderek artırmak önemsenmeli, dostluk ve sevginin giderek
samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi hedeflenmelidir. İnsanların olduğu her
yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İslâm’ın aslî meselelerinde müslümanlar ihtilâf edemez. İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih hakkı verdiği meselelerle ilgili
ihtilâflar, mâkul ve normal karşılamamız gereken
ihtilâflardır. Müslüman cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine
gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda birbirimizi mâzur
görmeliyiz. “Sadece benim mezhep, cemaat, teşkilât, metot, lider ve görüşüm
hak; diğerleri bâtıl!” demekten sakınıp kendi doğrularımızın "yanlış
ihtimali olan göreceli doğru" olduğunu, muhâtap mü’minlerin
de "doğru ihtimali olan yanlış" görüşleri olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir’den fazla
olabileceğini unutmadan olgun mü’mine yakışan şekilde
değerlendirebilmeliyiz. “Dinleyip de
sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet
edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.”
(39/Zümer, 18)
Önemli Not: Bu yazıda hiçbir cemaat
ve hiçbir lider kast edilmemekte; ama aynı zamanda, anlatılan hatalar varsa,
her cemaat ve her liderin kendi prensiplerini sorgulaması, değerlendirme
yapması ve gerekiyorsa yeniden yapılanması istenmektedir. Mü'min
kardeşine hüsn-i zanla yaklaşmak zorunda olan müslümanların birbirine ayna olduğu hükmünden yola
çıkılarak ayna karşısında yazılan bu yazının, ayna bilinciyle okunması sâyesinde bu yazı yerini bulabilir. Bu yazıların yer aldığı
derginin, değişik cemaatlere mensup veya sempatizan ya
da bağımsız tüm kesimlere hitap etmesi ve bağnazlığa prim vermeyen tevhid ve vahdet çizgisinde yayın yapması, bu konuların
tartışılmasına müsâit bir platform olabileceği beklentisiyle dertleşme
şeklindeki bu yazıya cür'et ve cesâret vermiştir. Bu
uyarılar, bizim içimizde sağlıklı şekilde yapıl(a)mayınca, o zaman, bu
tavırlara savaş açmak; iyi niyetlerinden şüphe edilen bazı İlâhiyat
onbaşılarına kalır (dekan, onbaşı demektir). Onlar da, karşı mahallenin
hesabına gol olarak kaydedileceğini bile bile,
kendilerini kullanan gazete ve kanallarda, İslâm düşmanlarını sevindirecek
şekilde çirkin bir üslûpla cemaatlerin bazı yanlışlarını dile getirecektir.
Müslümanlar arasındaki bazı
problemlerin medya aracılığıyla tartışılıp tüm mahremiyet ve çıplaklığıyla
dost-düşman her kesimden insana deşifre edilmesi, çok ciddî sakıncalara sebep
olabiliyor. Bunun yanında, müslümanların hassas konularını
da tartışıp münkerden nehyetmek
için birbirlerine ikaz ve tavsiyelerde bulunmaları, hüsrandan kurtulmaları için
şart oluyor. Bu ikisi arasında denge tutturmak da pek kolay olmuyor. Bu yazı da, bu zorlukların bir ürünü. Konuyu muşahhas örneklerle açıklayamama, genelleştirip yer yer kuş dili kullanma mâzur
görülmeli ve "leb" şeklinde yazılanın "leblebi" anlamına
geldiği değerlendirilmelidir.
Bir dahaki sayıda konunun açılımı ve
devamı mâhiyetinde vahdet ve tefrika konusunu gündeme
getirmek niyet ve dileğiyle...