Vuslat, Sayı 31, Ocak 2004

 

 

 

  En Büyük Fethin Yıldönümü Münâsebetiyle; Fetih, İşgal ve Terör

 

                                                                                              

 

1 Ocak tarihi, müslümanlar için önemli bir gündür. 31 Aralık gecesinde şuurlu müslümanlar bir kutlamaya katılırlar; Kutlamaya ve muhâsebeye. Elbette noel değildir kutlanan. Hıristiyanların tanrı kabul ettikleri bir zâtın doğum günü değildir değerlendirilen. 1 Ocak, müslümanlar için bir senenin israf edilip defterinin dürülmesi ve yeni bir yılın başlangıcının delice kutlanılması değil; Câhiliyye denilen karanlık bir çağın kapatılıp yeni bir çağın açıldığının bütün dünyaya ilânı olan en büyük fethin, Mekke fethinin yıldönümü ve fethin değerlendirildiği  gündür.  

 

İnsanları hayra yönelterek hayırlı ümmet olma şuurunu ve yeryüzünün halîfesi olma sorumluluğunu kuşanan fetih rûhuna sahip müslümanlar, gündem oluşturmak zorundadır. Başkalarının tâyin ve tespit ettiği gündemlerin arkasından koşan basit taklitçiler durumuna düşmemelidirler. Gündemimiz: Yılsonu, yılbaşı değil; Mekke fethidir.

 

Nedir Fetih?

Fetih, kalplerin ve kapıların açılmasıdır. Fetih, kelime-i tevhidin, içine girip fethettiği gönlün, heyecanını dışa taşırıp başkalarını da kuşatıp yararlandırmasıdır. Şâirin; "Ballar balını buldum / Kovanım yağma olsun!" dediği cinsten, tattığı güzellikleri, başkalarına ikram etmektir fetih. Fetih, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur!" diyen muvahhidin, tüm ilâh taslaklarına ve tüm putlara meydan okumasıdır. Karşısındaki, hangi dilden anlıyorsa, o dilden anlatmaktır. En büyüğün, sadece Allah olduğunun dünyaya ilânıdır fetih.

 

Fetih, küfür kalelerinin İslâm'a açılması demek olduğu kadar, gönül kapılarının da hidâyete açılmasıdır. İster dış, ister iç fetihten, isterse her ikisinden beraberce bahsedelim, cihadsız, mücâhedesiz fetih olmaz.

 

Fetih, Allah'ın kullarını kullara kulluktan kurtarıp sadece Allah'a kul etme eyleminin zaferle sonuçlanmasıdır.

 

Fetih, toprakları ele geçirip işgal etmek değil; tam tersine, her şeyi sahibine iâde etmektir. İçimizde ve çevremizdeki işgalleri kaldırmaktır.  

 

Fetih, müslümanların ülke veya şehirleri i'lâ-yı kelimetullah amacıyla İslâmiyet'e açmaları, İslâm devleti idâresine almaları demektir. Arapça'da "açma, yol gösterme, hüküm verme, gâlibiyet ve zafere ulaştırma" anlamlarına gelen feth, terim olarak İslâm'da meşrû görülen savaşlar hakkında cihad kavramına benzer şekilde, müslümanların gayrı müslimlerden gerçekleştirdikleri toprak kazançlarını tarihte ve günümüzde bilinen diğer istilâ ve sömürü savaşlarından ayırmak amacıyla kullanılmıştır.

 

Fetih, öncelikle ve daha çok, kalbi ve aklı İslâm gerçeğine açmak, ikinci olarak da İslâm mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak anlamına gelir. Medine'nin savaşsız fethedilmesi ve İslâm'a kazandırılması hakkında Rasûlullah'ın "Ülkeler ve şehirler zorla alınır: Medine ise Kur'an ile fethedilmiştir" dediği kaydedilir (Belâzûrî, Fütûhu'l-Büldân, I/6). "Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsân ettik" (48/Fetih, 1) meâlindeki âyet, askerî bir zaferin değil; Mekke'li müşriklerle hicrî 6, milâdî 628 yılında yapılan Hudeybiye Antlaşması'nın arkasından inmiştir.

 

Fetih sûresinin 18 ve 27. âyetlerindeki "fethan karîbâ/yakın fetih" ibâresi Hudeybiye Antlaşmasından sonraki Hayber'in fethine, Nasr sûresinin 1 ve Hadîd sûresinin 10. âyetlerindeki "el-feth" kelimesi ise, Mekke'nin fethine işâret etmektedir. Böylece Kur'ân-ı Kerim'de fethin hem savaş, hem dâvet ve tebliğ yoluyla gerçekleştirilebileceği açıklanmış bulunmaktadır.

 

En mübîn, en büyük fetih olan Mekke'nin fethi ise; Allah'ın hükmünün yeryüzünün kalbine nakşedilmesi; Lâ ilâhe illâllah mührünün dünyanın merkezine vurulmasıdır.

 

Yeryüzünde halîfe olabilmek için, tüm kulluk ve kölelikleri reddedip sadece Allah'a hakkıyla kulluk yapmak şarttır. Kulluk yapmak, yani ibâdet etmek için yöneleceğimiz bir kıbleye ihtiyacımız olacaktır. Aynen başkalarına kulluk yapanların kıblelerinin Washington, Çankaya, Medya... olduğu gibi. Bizim kıblemizi tâyin eden Rabbimiz: "Yüzünü Mescid-i Harâm'a çevir" buyuruyor (2/Bakara, 144). Bu emre uyarak kıblemize yüzümüzü çevirip dikkatlerimizi Mekke'ye yöneltmeli, oraya doğru "Allahu ekber!" diyerek kıyâma durmalıyız. Bugün Mekke'miz ne durumdadır? Yeniden fethi bekleyen Mekke'mize yüzümüzü çevirip kıyâmımızı bekleyen başka Mekke'lerimiz olup olmadığını değerlendirmeliyiz. İslâm âleminin kalbi durumunda olan Kâbe ve Mekke ile, yine işgal altındaki kendi kalplerimizi mukayese etmeliyiz. Asr-ı Cehâlette Ebû Cehiller tarafından, arzın kalbi Kâbe ve Mekke nasıl işgal edildi ve putlarla doldurulduysa; arzın halîfesi olması gereken insanımızın kalbi de işgâle uğrayıp putlarla dolduruldu. Önce, bu putlardan uzaklaşmalı, hicret edecek Medine'ler bulmalı; sonra Mekke'lerimizi fethedip oraların sadece Allah'a kulluk yapılacak yerler olmasını sağlamalıyız.

 

Bu anlamda fetihler bekleyen Mekkelerimiz: Gönüllerimiz, evlerimiz, çevremiz ve halîfesi olduğumuz/olmamız gereken tüm dünyamızdır.

 

Allah'a ibâdet eden, Kâbe'ye, Mekke'ye yönelmiş müslümanlar, ilk kıblelerinin de halini düşünmek zorundadır. Kudüs'ümüz, Mescid-i Aksâ'mız ne durumda? O da fetih beklemiyor, yeni Salâhaddin'leri imdâda çağırmıyor mu?

 

Cemaat halinde dünya müslümanları gerçekten kıblelerine yönelip kıyâma dursalar, bu işgal, yerini fethe kısa bir anda bırakmaz mı? Cemaat ve ümmet bilinci içinde dünya müslümanları olarak hepimiz, fetih şuuruyla Mekke fâtihleri gibi davransak; Filistin'deki zulüm, Irak'taki vahşet, karşımızda kaç dakika dayanabilir?

 

Kimdir Fâtihler ve Fâtih Adayları?

İnsan, yeryüzünün halîfesi olarak, ahsen-i takvîm üzere (en güzel biçimde) yaratılmıştır (2/Bakara, 30; 95/Tîn, 4). Bu kerem vasfını, ancak müslümanlar devam ettirmiş, diğerleri dört ayaklılardan aşağı seviyeye düşmüştür (95/Tîn, 5; 7/A'râf, 179). Peki, müslümanların hepsi, Allah katında aynı değerde midir? Hucurât sûresinde; "Allah yanında sizin en üstününüz en takvâlı olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır." (49/Hucurât, 13) buyrulurken, Nisâ sûresinde; "Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı... Allah mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle fazîletli kıldı." (4/Nisâ, 95) buyurulmaktadır. Zümer sûresinde ise üstünlük konusunda şöyle denilir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (39/Zümer, 9). Demek ki bilenler, yani âlimler bu âyete göre üstün ve fazîletli kimselerdir. Bu üç âyette üç ayrı şahsiyetin fazîleti ifâde edilmektedir. Peki, en kıymetli kimse, Kur'an'a göre kimdir, düşündünüz mü? Yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak cevaplayabiliriz: Takvâ sahibi, cihad eri âlim. Ya da ilim erbâbı, müttakî mücâhid. Veya cihad rûhuna sahip, ilimde derinleşmiş, müttakî gönül adamı.

 

Bilindiği gibi, takvâ kalptedir; ilim kafada, cihad da bilekte, kas gücünde. Fazîletin esası, bu üç gücü dengeli bir şekilde birleştirmektedir. İlim olmadan kaba kuvvet, sahibini kolayca zâlim ya da terörist yapabilir. Takvâ olmadan bilgi, hatta vahye dayalı ilim bile müşrik düzenin destekçisi Bel'am yapabilir kişiyi. İlim olmadan da takvâ gerçekleşmez. Çünkü Allah "Kulları içerisinde ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar." (35/Fâtır, 28) buyurmaktadır. Dolayısıyla öğrendikleri, kişiyi Allah'tan, daha fazla huşû ile korkutup takvâya meylettirmiyorsa, öğrenilenler ilim; öğrenen kişi de âlim değildir.

 

Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir.

 

Bugün İslâmî çalışma yapanların başarısızlıkları, saâdet asrının yıldızlarına çağdaş ayna olamaması, bu altın sentezi yapamamaları, bu bütüncül bileşim için ciddî gayret göstermemeleriyle ilgilidir. Bileği güçlü ve cesâreti, ya da maddî imkânı olan müslümanın ilmi yetersiz kalmakta; dışından takvâ sahibi olduğu zannedilen kişiler, ellerine gücü, kafalarına bilgiyi yerleştirememektedirler. Âlim zannedilen kişilerin çoğu ise, cihad rûhuna yeterince sahip olamadıklarından, korkup İslâm'ı ketmetmekte/gizlemekte, kafaları kadar gönüllerini doldurmayı da düşünmemekteler. Fili olduğu gibi tanımlaması gerekenler, tuttuğu parçayı fil zannetmekle kalmamakta, başkalarını da bu organın fil olduğuna inandırmaya çalışmakta, hatta gözü açık olanların da bu körebe oyununa katılmasını istemekteler.

 

Fetih rûhuna sahip olmanın önündeki en önemli engel bu olduğuna göre, fâtih olmanın yolunun da nereden geçtiği ortaya çıkmaktadır. Kur'an'a bakıyoruz; İman ve küfrü, tevhid ve şirki, bunların aralarındaki savaşı görüyoruz. Tarihe bakıyoruz; tarihin hak ve bâtıl mücâdelesinden ibâret olduğunu görüyoruz. Günümüze bakıyoruz; manzara yine aynı: İşgalci müstekbirler ve zulme uğrayan müstaz'af kalabalıklar.                       

 

  Anadolu, 10. ve 11. yüzyıllarda gönül ve kafa yoluyla fethedildi; kılıçla değil. Moro, Malezya, Endonezya gibi ülkeler, İslâm'ı yeterince bilen, bildiğini yaşayan, yaşadığını tebliğ eden müslüman tüccarlar tarafından kılıçsız fethedildi. Aynen kan dökülmeden fethedilen Mekke gibi. Mekke; fetihte de önder şehir. En büyük fetih, Mekke'nin fethi; en büyük fâtih de Hz. Muhammed (s.a.s.). O, Mekke'nin, Medine'nin, Tâif'in, Hayber'in, tüm Arap yarımadasının fâtihi olduğu gibi, O'nun öğrencileri, O'nun izini tâkip ederek 30 sene içinde o günkü dünyanın iki süper devletinin ikisini de fethetti. Fetihler, Mekke'nin fethine benzediği oranda fetih, fâtihler de  Peygamber'e benzediği ölçüde fâtihtir. Gönülleri fethetmeden yapılan ülke fetihlerinin ne kadar fetih özelliği taşıdığı tartışılabileceği gibi, bunlar uzun süreli de olamaz. Başlarında büyük fâtihin izini tâkip eden yöneticiler olmaksızın ele geçirilen yerler, fetihle ihyâ edilen yerler değil; işgal ile imhâ edilen topraklar olacaktır.

 

Fetih; açmak demektir, yani kapalılığı gidermek. Bir memleketin fethi de, savaşla veya savaşsız Allah'ın hâkimiyetine boyun eğdirilmesi demektir. Kalbin fethi ise, kalbi "lâ" süpürgesiyle temizleyip "illâ Allah"ı o tertemiz gönül sarayına yerleştirmektir. Fetih, önce gönüllerimizde olmalı; sonra dalga dalga çevreye yayılmalı. Gönüller her türlü şirkten ve her çeşit puttan arınmalı öncelikle. Önce kalbimizin burçlarına dikmeli ve orada her an dalgalandırmalıyız tevhid bayrağını. Kurtulmayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır. Allah bir göğüste iki kalp yaratmadığı için (33/Ahzâb, 4), bir kalp ya Allah'a tahsis edilmiştir, ya da başka bir şeye. Kalp Allah'a tahsis edilmişse, o kalp Beytullah olur (50/Kaf, 16; 8/Enfâl, 24). Böyle bir kalp artık Kâ'be'ye, bu mukaddes evin bulunduğu Mekke'ye dönmüştür. İşte o zaman Mekke'mizi fethetmiş, işgalcilerden, putlardan temizlemiş oluruz. Mekke'nin şehirlerin anası (6/En'âm, 92) ve dünyanın merkezi olduğu gibi; vücudun başkenti de kalptir. Kalbin fethi, insanın fethidir; insanların fethi de ülkenin ve dünyanın.

 

Allah'tan gayrıya tahsis edilmiş, Allah'ı sever gibi başka sevgilerle dolmuşsa, işgal edilmiştir gönül. Şeytanın, tâğutun, hevânın işgali altındadır. Veya para, kadın, sanat, spor, makam gibi putlar tarafından işgale uğramış demektir. Böyle bir gönül, ne Mekke'nin fethini, ne de başka fethi anlayabilir. O kalp ve sahibi için 31 Aralık gecesi Fetih gecesi değil; yılbaşı gecesidir. Beytullah olması gereken kalpte putlar varken, orayı fethedip özgürlüğüne kavuşturmadan Mekke fethini ve Beytullah Kâ'be'deki putları deviren en büyük fâtih Rasûlullah'ı nasıl an(lay)acağız? Beytullah da, Mekke de içimizde. Fetih önce gönülde ve kafada olmalı. Sonra evimizde, iş yerimizde, çevremizde...

          

Günümüzde istismar edilmeyen kavram kalmamış, ifrât veya tefrîte kurban edilmeyen  erdemden söz edilemez olmuştur. Fetihle işgal, ıslâh ile ifsâd, amel-i sâlih ile eylem, cihad ile terör, huzur ile anarşi, özgürlük ile başıboşluk, sabır ile zillet, tedbir ile korkaklık, cesâret ile delilik, tedrîcilik ile ihmalkârlık, ilim ile faydasız bilgi, takvâ ile şekilcilik, tebliğ ile propaganda, dâvet ile çığırtkanlık, denge ile aşırılık, istikrar ve sebat ile anlık heyecan ve geçici heves birbirine karıştırılmıştır. Gönül, kafa ve bileklerin dengeli beslenmediği ve birbirleriyle uyumuna önem verilmediği ortamlarda bu karışıklıktan başka bir şey beklemek zâten cehennemde saraylar aramaya kalkmak demektir.

 

Terör: Silâh Olarak Kullanılan Kaypak Bir Kavram

Kendileri fesatçı/terörist birer zâlim olan Firavun ve yandaşları, kendilerini ıslahatçı olarak görüyor, toplumu ıslah etmek isteyen Mûsâ (a.s.)'ya fesatçı/bozguncu/terörist damgası vuruyor ve halkı onun aleyhine kışkırtıyorlardı. Derin devletin yetkilileri Firavun’a şöyle baskı yapıyordu: "Mûsâ'yı ve milletini, seni ve tanrılarını terk edip yeryüzünde bozgunculuk/terörizm yapsınlar diye, bırakacak mısın?" (7/A'râf, 127). Firavun da şöyle demişti: "Bana izin verin de Mûsâ'yı öldüreyim. O, Rabbine yalvaradursun. Onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde fesat çıkaracağından (terör uygulayacağından) korkuyorum." (40/Mü'min, 26)

 

Her farklı inanç mensubu, kendisine göre bir “terör” tanımı yapar; her görüşün farklı bir “terörist”i, daha doğrusu bu damgayla yaftalandırdığı farklı kimseler vardır. “Öteki” kavramı, bazı saldırgan düşüncelere sahip müstekbirlerde “terörist” demektir. Yani ya dostları, kendi çıkarlarına ters düşmeyen yardakçıları vardır; ya da teröristler. Her çeşit terör eylemleri yapan bir kimse, kendi çıkarlarına ters düşmüyor, hele hele kendi düşmanlarına karşı bu eylemleri sürdürüyorsa, o terörist değildir; o bir “özgürlük savaşçısı”dır. Ama, terör saldırılarına karşı kendini savunan “öteki” hemen damgayı yer: Terörist! Ülkeler için de damgalandırma bundan farklı değildir: Terörist ülkeler ya da teröre destek veren ülkeler diye listeye alınanlar, emperyalist ABD’nin çıkarlarına ters düşen ülkelerdir daha çok. Ve hiçbir zaman en büyük terörist devlet İsrail nedense bu listede yer almaz. Tâliban, Hizbullah, Filistin’deki İntifâda hareketi, istişhâdî (gönüllü şehidlikle ilgili) eylemler kesin bir şekilde terörist ilân edilirken BBC, CNN ve her ülkedeki kukla medya tarafından; İsrail’in yaptıkları terör filân değil; meşrû müdâfâdır, terörist avıdır, savaştır. Amerika’nın Irak’taki, Afganistan’daki, Afrika’daki sivil halka bombalar yağdırması hiç de terör diye damgalanmaz. Çıkarlarına uygunsa Apo ve benzerleri bir özgürlük gerillası; değilse, terörist oluverir. Terörü yerinde cezâlandırmak için yapıldığı söylenen Irak savaşı esnâsında ve sonrasında Irak'taki PKK'ya tavır alınmaz, hatta yardım edilir. Kimlerin planlayıp icrâ ettiği hâlâ netlik kazanmayan 11 Eylül 2001 saldırısının terörist eylem olduğu konusunda kimsenin şüphesi yoktur ama; bu olay bahanesiyle Afganistan'ın yerle bir edilmesi, Irak'ta petrol yerine oluk oluk insan kanının akıtılması ve söz konusu eylemle hiç ilgisi olmayan binlerce sivilin savaş, intikam, suçluların cezâlandırılması gibi sloganlarla vahşîce öldürülmesinin terörizm kavramıyla ilişkisi sorgulanmaz. 

 

Birey ve gruplar terörist kabul edilirken, devletler çoğunlukla bu tanımın dışında tutulur. Halkın zâlim devlete karşı tavrı terördür de, devletin kendi halkına her türlü zulmü revâ görmesi veya başka ülkelerdeki halkları toplu kıyımlara uğratması terör kabul edilmez. Halbuki fesat anlamındaki terör, en büyük çapta ve en yoğun şekilde devletler tarafından sürdürülmektedir. İki dünya savaşında mâsum halkların acımasızca öldürülmesi, atom bombalarıyla iki şehrin yerle bir edilmesi ve hemen devamlı olarak sürdürülen müslüman halklara karşı katliâmlar, haksız saldırı ve savaşlar, terör örgütü diye tanımlanan dünyanın tüm bireysel ve grupsal eylemleriyle kıyaslanamayacak kapsamdadır. İsrail ve onun müstemlekesi durumundaki ABD ve onlara destek veren ülkelerin yönetimindeki zihniyet ortada durduğu müddetçe, dünyada haksız savaşlar, yani terör ve fesat ortadan kalkmayacaktır. Haksız savaş en büyük bir terör şekli olduğu gibi, terör de bir savaş şeklidir. Terör, daha çok; askersiz ve toprak sınırı olmayan bir savaştır. Günümüzde en etkili ve önemli terör, emperyalist devletlerin yapmış oldukları terördür.

         

Devlet erki, askerî saldırganlığa karşı yapılan direnişe terörizm adını vermektedir. Sözgelimi, İsrail, BM tarafından Lübnan ve Filistin bölgelerini yasadışı bir şekilde işgal ettiği için sürekli kınanmasına rağmen, İsrail devleti bu işgale direnenlerin eylemlerini terörizm olarak tanımlamaktadır. Şartları ne olursa olsun Lübnanlı ve Filistinlilerin direnişleri istisnâsız terörist hareketler olarak isimlendirildiği halde, İsrail'in, Amerika'nın ülkeleri işgali, yamyamlık ve barbarlığı terör kapsamına sokulmaz!

 

Filistinliler, evlerinin yıkılmasına ve siyonist işgale karşı direniş yapma hususunda uluslararası tanınmış bir hakka sahiptirler. Batı medyası hiçbir zaman dile getirmese de İsrail bir devlet terörü uygulamaktadır. Bu şekliyle terörizm, siyasi olarak kendisine anlam yüklenen bir terimdir. Batı medyası, terörizm kelimesini müttefiklerinin ve yandaşlarının muhâliflerine karşı kullandığı zaman adâletsiz davranmakta ve haksızlığın en büyüğünü de direnişin kendisine yapmaktadır. Medya kurbanları, akı kara ve karayı ak gösterme konusunda büyülü güç olan medyanın yönlendirdikleri, Filistinlilere karşı saldırganlıklarla dolu bir tarihe sahip olan İsrail’in nasıl oluyor da terörizmin ana kurbanı olarak gösterilebildiğini eleştirel bir şekilde düşünemezler. Sözde bilgi(!) çağında güç, kelime ve imajlardadır. Bugünün savaşları daha çok kelimeler ve kavramlarla yapılıyor. Silâh yerine medya bombardımanı kullanılıyor. Bütün olay, saldırganların kurbanlarını terörist olarak tanımlamasıdır. Fiilî olarak uzlaşılmayan tanımlamaların propaganda yoluyla normalleşmiş tanımlar ve kavramlar olmasına, eleştirel düşünceye sahip olamayan ve düşünme yerine seyretmeyi seçen medya yönlendirmesine açık izleyicilerin çoğunun katkıda bulunduğunu görüyoruz.

 

Aynen laiklik ve demokrasi gibi batının çoğu kavramları kaypaktır. İçlerini işlerine geldiği gibi doldururlar. Helvadan putlarıdır bu kaypak kavramlar modern putperestlerin, aynı zamanda da Truva atları. Terörizm kavramı, terör suçlaması da terör kadar tehlikeli bir silâhtır.

 

ABD, komünizmin çöküşünden sonra dünya egemenliğini sağlamak için etki alanına çeşitli dayanaklar getirmeye çalışmaktadır. Batı, terörizm ve fundamentalizmden korktuğundan daha çok İslâm’dan korkmakta ve dünyayı korkutmaktadır. Çünkü Batı bu iki özelliği de kendi bünyesinde barındırmaktadır. Batıyı asıl korkutan İslâm’ın kendine has bir dünya görüşüne sahip olmasıdır. Kendi zâlim düzenlerinin tek alternatifi, istikbalde en büyük açılımlara aday tek nizam İslâm olduğundan, İslâm'ı ve müslümanları terörize etmek, tek "kurtarıcı din"i "mahvedici din" diye gösterip "İslâmî terör" yaftasıyla insanların gözünden düşürmek istemektedirler.  Allah'ın diniyle kendilerine yakışan tarzda kahpece savaş açmaktadırlar: Allah'ın râzı olduğu tek din İslâm olduğu için bu tâbir, öncelikle Allah'a yapılan en büyük hakarettir, O'na savaş açmak, O'nun nûrunu üfleyerek söndüreceğini sanmaktır. İRA’yı veya Batıdaki bir terör hareketini “Hıristiyan terörizmi” diye, İsrâilli siyonistlerin vahşetini "Yahûdi terörü" diye adlandırmazlar. Hiç “yahûdi terörizmi” “siyonist terörist” yoktur; ama “müslüman terörist”, “İslâmî terör örgütleri” vardır bu yaftalamada.    

 

Batı tarihi eleştirel bir şekilde incelendiğinde İslâm’ın her yerde karşısına çıktığını görecektir. Batının kendini tanımlamasında şiddet, merkezî bir rol oynamaktadır. Batı inanılmaz derecede şiddet mirasına sahiptir. Batılılar tarafından yalnızca 20. y.y.da, kendilerinin sebep olduğu iki dünya savaşında ve icat ettikleri irili-ufaklı savaşlarda bir milyondan fazla insan öldürülmüştür. Bu şiddetin meşrûluğu ciddiyetle ele alınıp tartışılmadığı için Batı, suçlarını ve güvensizliğini terörist damgasıyla müslümanlara yansıtmaktadır. 

 

Terörizm birtakım siyasî ve askerî kazanımlar elde etmek için sivillerin öldürülmesi ya da sindirilmesi şeklinde tanımlanabilir. Fakat bu tarz bir tanımlama Batı için tehlikelidir. Çünkü bu tanımı duyan birisi kalkar, Hiroşima’daki, Nagazaki’deki sivillerin bombalanmasını, ya da Dresden, Kamboçya, Vietnam, Afganistan, Irak... bombalamalarını tartışmaya açar ve bu bombalamaların hepsini terörizm olarak isimlendiriverir. O yüzden böyle bir tanımlama medyada kullanılmaz. Egemenler için belirsiz, kesin olmayan, sık sık değişen kavramlar daha faydalıdır.

 

“Terörizm”, bu geç modernite döneminde Batı dünyası için gerekliliktir. Teröristler “kötü öteki”yi temsil etmektedirler. Onlar bitmez tükenmez kötü kişilerdir. Teröristler soğuk savaş dönemi savaşçılarının mesleklerini kaybetmemelerini sağlarlar ve hatta millî güvenlik organlarına, silâh ve mühimmat sanayilerine canlılık getirirler. Öyle ya, gerçek terör olmasa, sanal terörizm insanlara öcü gibi gösterilmese, Batının dev silâh teknolojisi ve silâh ticareti nasıl gerçekleşecek? İslâm'ın önlenemeyen yükselişi, hıristiyanların dinlerini sorgulayıp müslümanlığı seçişi nasıl frenlenecek?

 

Irak Savaşı adlı büyük terörizmden sonra orayı işgal eden terörist Amerika, oradan Ortadoğuyu tümüyle kontrol etmek ve kendine göre terörist kabul ettiği İslâmî hareketlere müdâhale edip, Amerikancı İslâm(!) anlayışını, o ülkelerdeki kendi piyonu konumundaki yöneticilerin de yardımıyla halka dayatmak istemektedir. 

 

İslâm'ın Cihad Anlayışı

İslâm’ın cihad anlayışı, bambaşka bir şeydir. Cihad; cehdin, yani hayırlı hedefe ulaşmak için tüm gayretin seferber edilmesinin belirişi, insanı insan yapan değerlerin çiğnenmesi durumunda başvurulan her türlü kavga ve savaşın adıdır. Şartları doğmuş bir savaş, insanın yolunu tıkayan engelleri aşmanın olmazsa olmaz şartıdır. Bütün mesele, savaşın şartlarının doğup doğmadığının iyi belirlenmesi ve seyrinin Kur'anî ruha uygun biçimde ayarlanmasıdır.

 

Cihad ve savaşta birinci gâye, âhiretimiz için bir ticâret yapmaktır (61/Saff, 10-11). Cihadın ve savaşın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da, bunlar, insanın acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için gerekirse İbrâhim gibi dünya ateşlerine atılmak, dinimizin izzeti için canımızı incitmek, birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Dolayısıyla canla cihad, yani Allah için savaş, başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır. Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa bunlarla savaş yapmak da cihaddır. Yeryüzünü sadece Allah’a kulluk yapılan bir mescid haline getirmek için tüm coğrafyalarda zulmün her çeşidine dur demek,  globalleşen küfre karşı intifâdayı küreselleştirmektir.

 

Savaşta maksat ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını iki maddede özetleyebiliriz: "Bize saldıran yahut saldırıya hazırlanan düşmana karşı kendimizi müdâfâ etmek" ve "zâlim devletlerle savaşarak, insanlığa hürriyet ve hidâyet yolunu açmak." "Dinde zorlama yoktur." (2/Bakara, 256). Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlere karşı da cihaddan, kıyâmdan başka çare yoktur. Bununla birlikte, sulh/barış daha hayırlıdır (4/Nisâ, 128). İslâm'ın anlamlarından biri de barış ve selâmettir, esenlik ve huzurdur. 

 

Canla cihadda, yani Allah için savaşta hedef, öldürmek değil; diriltmektir. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırma gayretidir cihad. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da "evet" dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Elmalılı Hamdi Yazır, savaşı, ıslah harbi ve ifsâd harbi diye ikiye ayırır ve mü'minlere emredilen savaşın ıslah harbi olduğunu beyan eder. Cihada çıkan mü'minleri de "azâba hak kazanmış bir kavme Hakk'ın azâbını tatbik etmeye memur bir el" olarak görür. O halde, savaşı bir ibâdet anlayışıyla yapmak ve bu ibâdetin kurallarına en ince ayrıntılarına kadar uymak gerekiyor. "Antlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin." (16/Nahl, 91) emrine uyulacaktır. "Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah'ın koyduğu) Sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez." (2/Bakara, 190) fermânına kulak verilecek, his ve hevese kapılmaktan, aşırı gitmekten sakınılacaktır (Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, Zafer Y. 2/162).        

           

 

Terör ile Cihadın Birbirine Karıştırılması

Birbirinden çok farklı şeyler olan, biri beşerî biri Rahmânî, biri yıkma biri yapma, biri ifsâd biri ıslah anlamında biri cehennemi biri cenneti çağrıştıran çok farklı iki kavramı bile maalesef birbirine karıştırma becerisini(!) gösteren insanlar çıkabiliyor. Terör ve cihad/kıtâl kavramları biri İslâm'ın düşmanları, diğeri İslâm’ın akılsız dostları tarafından olmak üzere iki şekilde karıştırılmaktadır. İslâm ve hak düşmanları, müslümanların saldırgan ve işgalci düşmanlara karşı kendilerini ve dinlerini savunmalarını terör diye damgalarken, cihadla terörü karıştırmış olmakta veya kasden birbirine tümüyle zıt iki şeyi aynı göstermeye çalışmaktalar. Bazı akılsız dostların iyi niyetle de olsa cihad zannıyla bazı terör olaylarına bulaştıklarını veya bu iki farklı konuyu zihinlerinde kesin hatlarla tam ayıramadıkları da görülen bir vâkıadır. Bir müslüman; terör, fesat, anarşi ile cihad ve kıtâli karıştırmaz, karıştırmamalıdır. Günümüzde İslâm’ın cihad hükümlerini de, ülkenin durumunu da, “savaşçı” ve “savaş alanı” konusunu da, safların ayrılmamış ve karmakarışık oluşunu da doğru ve yeterli şekilde yorumlayamayan çok az sayıdaki bazı gençler, cihad eylemi diye iyi niyetle terör eylemlerine girişebiliyor, en azından oyuna getirilip kullanılabiliyorlar. Bu, hem kendilerinin vebali, hem de İslâm’ı itham altına bırakıcı, tebliğin önünü tıkayıcı işlevleri yönüyle İslâm'a gölge etme vebalidir.  

 

Medyanın ve resmî makamların verdiği haberler iyice araştırılmadan doğruluğu tasdik edilmemelidir (49/Hucurât, 6). Bu konuda ihtiyat payı bırakarak olayların zâhirinden veya kamuya gösterildiği şeklinden yola çıkıldığında, ikiz kuleler konusunda ve İstanbul'daki bombalama olaylarında bazı müslümanların piyon olarak kullanıldığı anlaşılıyor. Arkalarında bulunan derin ve karanlık güçlerin, büyük istihbârât örgütlerinin oyununa gelen yarım bilgili ve yarım akıllı gençlerin kullanılmasıyla hem terörle mesajlarını veriyor, hem de suçu İslâm'a yükleyebiliyorlar. Bu gençlerin İslâm'a ve müslümanlara verdikleri zararı düşünemeyecek kadar yetersiz oldukları ve kullanıldıkları görülmektedir. Bu tür eylem hayalinde olanlar, İslâm'ın kesin hükümlerinin, peygamberlerin tavırlarının meşrû savaş dışında böyle cinâyetlere cevaz vermek bir tarafa, büyük bir suç kabul ettiğini unutmamalılar. Bu tür olaylara açıktan cevaz veren İslâm âliminin hemen hiç bulunmadığını, bulunamayacağını düşünmeliler. Üzerinde çokça spekülasyon yapılan terörün mesajı ve hedefi açık: Hedef İslâm ve müslümanların kötü gösterilmesi. Bu olaylardan en büyük zararı müslümanlar ve dinleri gördüğüne göre, planlayanların ve esas gücün müslümanlar olamayacağı, onların düşmanlarının olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. 

 

Haklarına, hürriyet ve canlarına kastedildiği her yer ve zamanda müslümanların cihad halinde olmaları en doğal hakları ve hatta görevleridir. Bu bakımdan İslâmî kurtuluş hareketi ve mücâdelelerini terörizm olarak değerlendirmek, gerçek terörizmi ve teröristleri himâye etmektir.

         

İslâmî ıstılahta ve Kur’an’da terör kelimesi “fesad” ve “ifsâd” kavramıyla karşılanır. Kur'an penceresinden baktığımızda Allah'a isyan eden her müşrik ve müslüman geçinen her münâfık fesatçıdır, yani terörist. Allah'a açıkça isyan, yeryüzünü fesada vermek, yani terörizm olarak kabul edilmiştir. Çünkü İslamî hükümler, insanların huzuru için vaz' olunmuş kanunlardır.   İnsanlar   bu  hükümlere   sımsıkı   sarıldıkları   zaman,  düşmanlık ortadan  kalkar  ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Böylece hem yeryüzünün/doğanın, hem de orada yaşayan  insanların  salâhı  gerçekleşir.  Ancak,  insanlar  İslam'a  sarılmayı  bırakıp, herkes kendi nefsinin arzuladığı şeyleri yapmaya başlarsa, o zaman fesat/terör ortaya çıkar. Mesele bu açıdan ele alınırsa, yeryüzündeki fesadı ve fesadın kaynağını tespit etmek kolaylaşır. Kâfirler ve münâfıklar, gayr-ı meşrû tüm amelleriyle fesat üretmektedir.     

 

Özellikle zâlim yöneticiler ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen politikacılar, toplumlarında kötülüğü ve fesadı yaygınlaştırırlar. Firavun ve yandaşları fesatçı/terörist oldukları halde (28/Kasas, 4; 7/Arâf, 103); Firavun düzenine karşı çıkan ve sosyal ıslah programı öneren Hz. Mûsâ, karşı çıktığı düzen tarafından bozgunculuk suçlamasıyla, fesatçı/terörist diye damgalanıyor (7/A'râf, 127; 40/Mü'min, 26);  vatan hâini, bölücü olarak görülüyor; halka böyle gösterilmek isteniyordu. Her devirde kâfirlerin tavrının farklı olmadığı, küfrün tek millet olduğundan aynı tavrı sahnelediği, günümüz dünyasındaki belirgin benzerliklerle değerlendirilebilir.

 

Kur'an, fesat üreten birey ve kitlelerin, insanların karşısına barışçı ve ıslah edici rolünde çıkabileceklerini   de   söylemektedir  (2/Bakara, 11). Sulh/barış   taraftarı  gözüken  nice  sahte barışçılar vardır. Bunlar barışçı kimliğiyle savaşların en   gaddarcasını   yapmakta,  ıslah  adına  yeryüzünü ifsat etmektedirler. İnsanları mahvetmenin adına kurtarmak denilebilmekte, Firavunlara Mûsâ adı verilmekte, nice sahte kahraman ve sahte kurtarıcılar insanları ifsat etmektedir. İsrâil örneğinde görüldüğü gibi terör devlet tarafından yapılabildiği gibi, Amerika örneğinde olduğu gibi savaş adıyla da yapılmaktadır. Medya, sanat, fikir, ahlâk yoluyla, ekonomi, teknoloji ve en önemlisi politika yoluyla yapılmaktadır. Üç-beş gencin işgalci ve savaşçı olmayan, halktan üç-beş kişiyi haksız yere öldürmesi elbette İslâm'ın onaylamayacağı bir terördür. Ama bundan çok daha tehlikeli terör, milyonlarca insanın âhiretini mahvedecek tarzda onların gönüllerini ve kafalarını işgal etmektir. Fesâdın yaygınlaşması konusunda tâğûtî düzenlerde alabildiğine yarış vardır. Zâlim politikacılar, fitne ve fesat kumkuması boyalı basın, ahlâksız kanallar, câhiliyye özelliklerini savunan çoğu kurumlar, fesat yarışında şeytanı bile geride bırakma gayretindedirler. Münkir-müşrik kâfirler ve "ben de müslümanım" diyen münâfıklar, gayr-ı meşrû amelleriyle fesat üretmektedir.

 

Fesâdın her türünden, terörizmin her çeşidinden, saldırganlık, işgal ve çirkin savaşın her görünümünden kurtulmak için, tek bir yol vardır. Dünya barışı, salâh ve îmârının, bireysel ve toplumsal huzurun tek bir kaynağı vardır. O da bir adı barış ve selâmet olan İSLÂM.