Vuslat, Sayı 50-52, Ağustos 2005
Çeyrek Tesettür Gerçek Tesettüre
Karşı ya da Başörtülü Çıplaklar
Biraz da etki-tepki
meselesi olsa gerek. Egemen güçlerin bunca saldırısı ve zulmüne rağmen
çarşılara, pazarlara baktığımızda başörtülü kızlardan geçilmiyor. Bardağın
neresine bakalım? Hiç yoktan başı örtülü bayanların sayısı hâlâ çok sayıda diye
sevinelim mi; yoksa, başörtüsü, rûhundan giderek soyutlandı, çarşılar başörtülü
mankenlerin boy gösterdiği podyuma döndü, örtü sokağa (ayağa) düştü diye
üzülelim mi?
Sürpriz olan hangisi?
Az-çok kültürlü kızların başörtülü olabilmesi mi, yoksa her yönden gayrı İslâmî
yaşama biçiminin kuşattığı ve modern Batı standartlarını içselleştirmiş,
özgürlük putunun kurbanı ve sosyal hayatın, sokak ve çarşının tutsağı olmuş
başörtülü kızların her aklı başında müslümana “bu kadar da yozlaşma olmaz!”
dedirtecek anormallikleri mi? Okullarda karma eğitimin tezgâhından geçmiş,
televizyon dizileriyle büyümüş, kadın-erkek eşitliğini ve kadın özgürlüğünü
bayraklaştırmış, dünyevileşmiş, İslâm’ı yeterince bilmeyen, bildiklerini
tümüyle yaşamanın getirdiği bedellere hazır olmayan kızların çeyrek tesettürü
mü?
Şuurlu müslümanların
başörtüsü mücâdelesini önemli bir cihad gibi görmelerinin sebebi, onun
Kur’an’ın bir emri, tesettürün ayrılmaz bir parçası, İslâmî inanç ve yaşama
biçiminin dışa yansıyan bir göstergesi, müslüman hanımın hayâ ve iffetinin bir
işareti olduğu içindi.
Müslüman hanımın
başörtüsüyle birlikte dış kıyafetinin özelliklerini özetin özeti mâhiyette
hatırlatalım: Müslüman
bir kadının yabancı erkeklere ve müslüman olmayan bayanlara karşı yüzü,
bileklere kadar elleri dışında vücudunun tamamı avrettir, örtmeleri gerekir.
Hanımların, ev dışında veya yabancı erkeklerin yanında normal ev içi
elbisesinin üstüne bir dış elbise daha giymeleri gerekir. Âyette şöyle
buyurulur: "Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin
kadınlarına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu onların tanınıp,
kendilerine sarkıntılık edilmemesi için daha uygundur. Allah çok bağışlayan ve
çok merhamet edendir." (33/Ahzâb, 59).
Örtünün sık dokunmuş
ve altını göstermeyen kalınlıkta olması gerekir. Cildin rengini gösterecek
derecede ince olan elbise ile avret yeri örtülmüş sayılmaz. Elbise şeffaf ve çok
ince olmamasına rağmen uzuvları belli edecek şekilde darsa ve organların
şeklini ortaya koyarsa yine tesettür gerçekleşmemiş olur. Giyilen kıyafetin,
örtünen başörtüsünün, erkeklerin dikkatini çekecek şekillerde olmaması, cinsel
câzibeyi ortaya çıkarmaması gerekmektedir. (O yüzden şekil ve renk olarak sade,
daha çok koyu -siyah- renkte giysi ve örtü, yirminci asra kadar bütün dünya
müslümanlarının riâyet ettiği ölçü kabul edilmiştir.)
Kim ne yorum yaparsa
yapsın; başörtüsü Kur’an’ın emridir: “Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini
korusunlar, nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ
olmak üzere, ziynetlerini (süslerini ve süs taktıkları organlarını) teşhir
etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…” (24/Nûr,
31). Başörtüsü teferruat değildir. Allah’ın Kur’an’da emrettiği bir farz
teferruat, ayrıntı kabul edilemez. Bu mantık(sızlık)la, eğer başı örtmek
teferruat ise, meselâ göğsü örtmek de teferruattır; çünkü o da aynı şekilde
farzdır. Başörtüsü, çarpık yorumlarla önemsiz ve hizmet(!) için tâviz verilecek
basitlikte görülemez, olmazsa da olur denilecek bir husus kabul edilemez.
Müslüman hanım, Ahzâb
sûresi 59. âyete göre sadece vücudunu ve başını örtmekle emrolunmamış, aynı
zamanda yabancı erkeklerden eziyet görmeyecek ölçüde ve iffetli olduklarını
gösterecek biçimde cilbab (çekici olmayan ve baştan ayağa örten geniş ve kalın
bir dış giysi) ile örtüneceklerdir. Bu özellik, başörtüsünün şeklini de,
başörtüsü dışında dış giyimin nasıl olması gerektiğini ve bunun hikmetlerini de
içermektedir. Vücudu örttüğü halde dış giysinin (cilbabın) içindeki bol elbise,
-cilbabsız olarak- nasıl dışarıda tesettür için yeterli görülmüyorsa, aynı
şekilde elbise desenlerinden daha çekici, allı güllü, bol süslü eşarplar ve
kadını câzip gösteren kıyafetlerin de tesettürdeki temel espri ve hikmeti
taşımayacağı bilinmelidir.
Bilindiği gibi, Nur
sûresi 31. âyeti, kadınlara -istisnâ edilen şahıslar dışında- hiçbir erkeğe
ziynetlerini göstermemelerini emretmekte. Ziynet, kadını güzel gösteren saç,
makyaj, parfüm, takı, mücevherât ve elbise gibi şeyleri içine almaktadır.
Güzel kokudan
(parfümden) kaçınmak şarttır: “Bir kadın, güzel koku sürerek bir topluluktan
geçer, onlar da ‘onun kokusu şöyle şöyleydi’ diye konuşurlar. Böyle (koku
sürünmesi ve) söylenmesi çirkindir.” (Ebû Dâvud, hadis no: 351). Konuşurken
ciddî olma mecbûriyeti vardır: “...Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı
erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan
kimse ümide kapılır...” (33/Ahzâb, 32). Müslüman hanımın davranışı,
yürüyüşü ağırbaşlı olmalı, dişiliğini, cinselliğini öne çıkarmamalıdır: “...
Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar
(dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümesinler).” (24/Nûr, 31).
Tesettürdeki gâye ve
hikmet, ulemânın ittifakı ve ümmetin icmâı ile, kadının yabancı erkeklere karşı
cinsî câzibesini gizlemektir. O yüzden, kadının bileğindeki altın bileziğin
gözükmesine izin vermeyen din, kadını daha süslü gösteren bir eşyanın, bir aksesuar
veya başörtüsü ya da giysinin kullanımına da izin vermez. Nûr Sûresi, 31. âyet,
kadının yabancı erkeklere ziynetlerini/süslerini (ve ziynet yerlerini)
göstermesini yasaklar. Halbuki şimdiki başörtülerin ve dış giysilerin büyük
oranda ziynet/süs unsuru olması, aranacak ilk vasıf sayılabiliyor, ziyneti
örtmesi gereken şeyin kendisi tümüyle ziynet özelliğine uyuyorsa bu nasıl
tesettür olabilir? Tuz yiyeceği kokmaktan korur; tuz kokarsa o yiyeceğin hali
ne olur?
Başörtüsü, mü’min
hanımlara sadece üniversitede farz olmamakta, bülûğa erdiği andan itibaren farz
olmaktadır. Ayrıca üniversite gibi resmî kurumlarda ve erkeklerle kızların
karma eğitim yaptıkları ya da içli dışlı oldukları yerde sadece başörtüsü
değildir farz olan; onu tamamlayan diğer giysiler ve cinsî özellik ve
câzibelerin tümünden arınmış, fitne ortamına hiç yer vermeyecek davranışlar da
şarttır.
Müslüman bayan,
erkeklerin de bulunduğu sosyal hareketlere katılır veya yabancı erkeklerle
meşrû ölçüler içinde konuşurken, her şeyden önce dişiliğiyle değil; kişiliğiyle
bulunmalıdır. Bir kadın için, sosyal hayatta tesettür her şey değil; bir
şeydir. Onsuz olmaz ama, onunla da her şey tamamlanmış değildir. Kahkaha gibi
aşırı ve sesli gülme, yabancı erkeklerle şakalaşma, gereksiz samimi tavırlar,
kadınsı işveler, yapmacık edâ ve sesin güzelleştirilmesi için doğal olmayan
çabalar vb. iffetli müslüman bir hanıma yakışmayacak ve müslümanlarca
yadırganacak ya da farklı gözle değerlendirilecek her türlü tavırdan
kaçınılması gerekir. Müslüman hanımın bu ölçülere riâyet etmeden sosyal hayatta
yer alması ya da erkeklerle konuşması, hem kendine, hem dâvâsına, hem
tesettürlü hanımlara, hem İslâm’a ve hem de müslüman kadınların toplumda
müslümanca yer etmesi için gereken ortamın ve örfün oluşması önündeki zincirlerin
kırılma çabalarına çok büyük zararlar verecektir.
Bugün çarşıda,
pazarda, tezgâhta, masa ve kasa başında, başörtülü bayanların “örtülü çıplak”
diye tanımlanabilecek başörtülü yozlaşmanın görüntülerini de şöyle özetleyelim:
Çarşaf ya da bol ve
uzun pardösü benzeri bir dış giysinin tamamlamadığı bir kıyâfet. Dış giysi
cinsinden bir şey olmaksızın sadece başörtü, altına etek veya pantolon, üstüne
bluz, elbise cinsinden bir şey giyerek çarşı pazarda dolaşma veya işyerlerinde
ya da okullarda bu kıyafetle yabancı erkeklere (iş arkadaşlarına, sınıf
arkadaşlarına, müşterilere…) gözükmek.
Yasak savma cinsinden
bile kabul edilemeyecek tarzda, çok ince veya çok kısa ya da çok dar pardösümsü
bir dış giysi.
Başörtünün altından
sırıtan çirkinlik: Yüzde makyaj, dudaklarda ruj, yanaklarda allık, gözlerde
boya ve hatta başörtüsünün rengine uygun özel lens, kaşlarda inceltme ve
vücutta ağır parfüm kokusu gibi acâyiplikler.
Yani, başörtülü
sekreter ve başörtülü tezgâhtar bayanların büyük çoğunluğu başta olmak üzere ev
hanımı veya ev kızı olmadıkları imajını her haliyle yansıtmaya çalışarak entel
takılan genç bayanların da önemli bir kesiminin çarşıda, okulda, işte…
başörtülü mankenlere benzeme gayreti. Üstü kapalı altı havalı, uygunsuz etek
üstü türban, altta dar kot pantolon üstte başörtüsü, bacakları açık ama başı
kapalı tipler; Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu dedirtecek şekilde, altı
kaval üstü şişhane görüntüsü…
Süslü kubbesi olan bir
câminin alt katının tapınak olarak kullanıma açılması gibi bir şey. Başında
sarık, ayağında mayo olan imam kıyâfeti ne ise onun gibi. Ne var bunda demeyin,
sarıklı imamın giydiği mayonun HaŞeMa yani, Hakiki Şeriat Mayosu değil;
Batılıların giydiği cinsten iki parmaklık mayo olduğunu düşünün. Sakallı ve
başında sarığı olan genç bir imamın sosyete plajında bakınarak gezinmesi ne
ise, aynı ve belki daha ağır değil midir, çarşı ve pazarda (hal diliyle “şişşt,
baksana bana!” diye konuşan giysi içinde) kendine baktırarak gezinen başörtülü
kız.
İkişer kelimelik kısa
tanımlarla özetlersek: “Başörtülü açıklık”; “örtülü çıplaklık”; “tesettürsüz örtü.” Şunlar da üçer kelimelik: “Cilâlı baş devri”;
“cennetle cehennem koalisyonu”; “sulandırılmış İslâm’ın görüntüsü”; “zakkum
aşılanmış çiçek”; “zehir karıştırılmış bal.”
Konserlerde alkış ve
ıslıkla da yetinmeyip dans eder gibi hareketlerle tempo tutup sanatçının
ezgisine/şarkısına koro elemanı gibi katılan başörtülü kızlar kimse tarafından
yadırganmıyor artık. Çarşılarda özgürce gezmekle tatmin olmayan başörtülü
bayanların bir kısmı, deniz kenarlarında, park ve pastanelerde özgür
takılıyorlar, herkesin içinde şuh kahkahalar atabiliyor, çarşıda (şimdilik) kız
arkadaşlarıyla öpüşebiliyor, çok rahat tavır ve cıvık cinsellik kokan
davranışlardan, bazen kol kola bir yabancı erkekle fingirdeşmekten bile
çekinmiyorlar.
Peygamberimiz
(s.a.s.)’in “giyinik olduğu halde
çıplak gibi görünen kadınları, Cehennem ehlinden” saymasının (Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128) sebebi üzerinde
düşünülüyor mu dersiniz? Hz. Peygamber, bunların Cennete giremeyeceği gibi,
Cennetin kokusunu dahi alamayacağını belirtmiştir. Kimdir bu örtülü çıplaklar?
Bunlar şeriatın koyduğu ölçülere uymayan, yani ince, dar ve uzuvları gösteren
elbiseler giyen ya da vücudunda örtmesi gereken yerleri örtmeyen kadınlardır.
Kadınların bu şekilde giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz. Peygamber,
onları Cehennem ehlinden saymaz, Cennetin kokusunu dahi alamayacaklarını
söylemezdi. Farzedelim ki, sözkonusu şekilde giyinmek, küçük günahlardandır. Bu
durumda küçük günahlarda ısrar etmenin, günahı büyüteceğini bilmiyorlar mı?
Bilinmelidir ki, “sürekli yapılan hiçbir günah, küçük; tevbe edilen hiçbir
günah da büyük değildir.”
Hasan Basri gibi: “Siz
sahâbeyi görseydiniz deli (öcü) derdiniz, onlar da sizi görseydi müslüman
(tesettürlü) demezdi” demeyeceğim; daha hafifini tercih edeceğim: Günümüz Mekke
ve Medine’sinde, hatta Tahran’ında, Afrika’nın nice ülkesinde, Malezya’da…
erkek ve hanım müslümanlar, bu giysi ve davranış sahiplerine hiç duraksamadan
kötü kadın damgası vurabilirler, kendilerinden saymayacakları gibi,
hicaplı/tesettürlü sınıfı küçük düşürdükleri için ajan muâmelesi yaparlar. Ama
Batı ülkelerinde bu kıyafet ve tavrın, tepki almadan kabul göreceğinden emin
olabilirsiniz. Başörtüsü dışındaki bu giysi ve davranışı kendi standartlarında
gördüklerinden, “herhalde başı keldir de kapatma ihtiyacı duyuyordur veya
başına bir bez bağlamaktan zevk alıyordur, imaj anlayışıdır, bu tür
değişiklikle dikkat çekmek istiyordur” şeklinde değerlendirmeler yaparlar.
Türkiye’deki fanatik laikler ve Kemalistler gibi (çoğunluğun tavrı ve çoğu
özelliğiyle) âhı gitmiş vâhı kalmış başörtümsü cicili bez karşısında katı ve
uzlaşmaz tavır takınmazlar.
“Bunlar (iki inanç,
iki grup) arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara (bağlanıyorlar, benziyorlar)
ne bunlara. Allah’ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın.” (4/Nisâ, 143). Hem Allah’ı, hem
şeytanı râzı etmeye çalışmak, sadece şeytanı râzı edecek gülünç tavırlara,
aldatış ve aldanışlara götürür insanı. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına
inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezâsı ancak
dünya hayatında rezillik, rüsvaylıktır; Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba
itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.”(2/Bakara,
85) “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri şeriat (dinî
kaide) kılan şirk koştukları ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü
olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz
zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21). Hakla bâtılın
koalisyonu, güzel bir içeceğin zehirle karıştırılmışı gibidir. Altısı içinden,
altısı dışından tavırlar dinle alay etme gibi değerlendirilebilir. Müslümanlığı
çok kötü temsil eden kimselerin zararları, müslüman olmayanlarınkinden daha büyük
olur çoğu zaman; akılsız dost ve akıllı düşman misali. İslâm’a en büyük zarar,
tarih boyunca hep içeridekilerden gelmiştir. Dini yanlış temsil ile
“müslümanlar işte böyle!” dedirtecek tavizci anlayışa ve kötü örnek olarak dini
de küçük düşüren tavırlara kimsenin hakkı yoktur.
Bütün bunların yanında
saçının tekinin bile gözükmemesine ciddi özen gösterilerek takınılan ve
çoğunlukla “bone”li başörtüsü; rengârenk, bin bir desen, cıvıl cıvıl.
Anadolu’daki fazla kültürlü olmayan bayanların kıyafetinin diğer bölümlerinde
bu denli yozlaşma olmamasına rağmen, başörtü bağlama konusunda biraz
ihmalkârlık biraz alışkanlık gereği, yer yer saçlarından bir kısmının bazen
veya devamlı gözükebilecek şekilde başörtüsünde gevşek davranmalarına tam ters
bir uygulamayı andırıyor, büyük şehirlerdeki bu fotoğraf. Çok kültürlü olmayan
halk sınıfından geleneksel örtünmeyi sürdüren bayanlar, başörtü örtme biçimine
kadar örfleştirip âdetleştirdikleri şuursuzca örtünme görüntüsü sergilerken,
onlardan ayrıldığını gösterme ihtiyacı duyan ve kültürlü olduğunu düşünen
modern örtülü bayanlar da, saçlarını örtme konusunda gösterdikleri titizliği;
başörtüsünün süslü câzibiyetinden kaçınma hususunda, başörtüsü dışındaki giysi
ve tavır konusunda (sanki bilinçli ve kasıtlı bir tavırla) göstermekten
kaçınıyorlar.
Renk-renk, moda moda
başörtüler, atlası, ipeği, yerlisi, ithali, bin bir çeşit… Ama, farklı
etiketlere, değişik firma isimlerine aldanmayın; hepsinin markası tek: “Bak
bana!” marka.
Dışı kâfirleri hâlâ
yakmayı sürdüren başörtüsü, içi müslümanları yakmaya başladı. Bâtıl cephesinde
yeni bir şey yok; ilkeli de çağdaşı da aynı. Batının ve her çeşit bâtılın
geleneksel tavrı değişmiyor: Zorla hakkından gelemediği hakkı, hile ile
yozlaştırıp tahrif etmek. Yaşadığımız coğrafyada da bu filmin başörtülü
versiyonu vizyona kondu; kanun ve baskılarla alt edemedikleri, önünü
alamadıkları başörtüsünü cıvıklaştırarak yozlaştırdılar. Light İslâm,
sulandırılmış, kitabına uydurulmuş, ılımlı müslümanlık diye dillendirilen
İslâmizasyon anlayışının ne ölçüde tutacağını başörtülüler üzerinde test etti
global ifsat çeteleri ve maalesef umutlanacakları netice aldılar.
İmanla, tevhidle bağı
koparılan, hiç değilse zayıflatılan ibâdetler, âdetlere dönüşür. Başörtüsü de
öyle oldu. Kültürsüz halk kesiminde ninelerin, hizmetçilerin, temizlikçilerin
ya da köylü kadınların geleneksel başörtüsü, âdet kabilinden değerlendirildiği
için egemen güçlerin bunu hoşgörüyle (en azından düşman olunmaya gerekli
olmayan, tahammül edilebilir şekilde) karşıladıkları bilinen husus. Şehirli
bayanların, kültürlü kesimin de başörtüsü, çok yönlü yönlendirmelerle âdete
dönüştürülüyor. Böylece derin egemen güçler, onu irtica (yeni adıyla
siyasal/İslâmî) simge görmeyecek, âdete dönüşen başörtüsüyle uzlaşacaklar.
Yeter ki imanın yansıması olarak örtülmesin örtü, yoksa bir kimlik alâmeti ve
müslümanlık sembolü olmaktan çık(arıl)mış bir bez parçasıyla kimsenin bir alıp
veremediği olmaz. Bizim açımızdan, yukarıda resmedilen şekliyle sorun ne kadar
büyürse, zâlimler için de o oranda sorun olmaktan çıkacaktır başörtüsü. Bu
değerlendirme ışığında, çok yakın bir zamanda başörtüsü meselesi çözülmüş
olacak. Az kaldı, yozlaşmanın çapı ve şümûlü tamamlansın; başörtüsü AB
standartları ve Batılı modern bayanların tüm olumsuz imajlarıyla arasında çok
az kalan farklılıkları kaldırsın, başörtüsü sorun olmaktan çıkacaktır. Derin
devlet, yani formalite icabı hükümette olanlar değil; devleti fiilen yöneten
iktidar gücü her ne kadar şimdiye kadar hiç taviz vermiyor görünse, on yıl
sonrasına bile yeşil ışık yakmayacak izlenimi verse de, tek taraflı olarak
başörtülülerin kaahir ekseriyeti, her çeşit tavizi vermeye hazır olduğunu
gösterdi. Ruhu soyutlanmış, tesettür görevi yaptığı çok şüpheli hale gelmiş
başörtüsüne İslâm düşmanları niye taviz vermesin ki!? Hele o verecekleri taviz,
bundan sonra alacakları muhtemel taviz yanında çok az kalıyorsa. Ama,
dejenerasyonun yeterli olmadığını düşünüyor o çevreler besbelli. Taviz tavizi
doğurur, “du bakalim n’olicek?” diye bekliyor sadece başörtüsü vurgusu yapan
çevreler. Öteki taraf, başörtüsüzlerin her türlü olumsuz giyim ve tavırlarına
bulaştırdıkları başörtülüleri “bu müslümancıklar, açık göbek modasına ve
başörtüsü altına mayo ya da mini etek garâbetine kadar işi vardıracaklar mı”
diye test etmeye devam ediyor ve sebep oldukları bu tablodan sadistçe zevk
alıyorlar. Başörtüsü, modern giyim(sizlik) tarzıyla, Batılı modern tavırla,
vücudun diğer giysilerdeki cinselliği açığa vuran çağdaş özelliklerle uyuştuğu
oranda modern güçler ve düzen de başörtüsüyle uyuşacak. Başörtülü; Kur’ânî
çizgi, takvâ giysisi ve yaşama biçiminden ne kadar taviz verip uzaklaşırsa,
kendini doğuran bağla irtibatını koparırsa, o oranda İslâm düşmanı çevrelerin
tavizini görecek. Görünen maalesef o ki; başörtülülerin kaahir ekseriyeti,
bugünkü halleri ve gelecekte sergileyecekleri daha büyük yozlaşma sürecine
girmeleriyle kendilerine taviz verilmeyi hak ettiler. Ama yine de Kenan
Evren’in tabiriyle “sinek küçük ama mide bulandırır” diye düşünüyorlar. Kur’an
bu güçlerin portresini şöyle çiziyor: “Sen onların dinine uyuncaya kadar
Yahûdiler de Hıristiyanlar da (onların izinden giden müşrikler de) senden asla
râzı olmazlar.” (2/Bakara, 120). Başörtüsünün imanla irtibatının çoğu
kızımızda çözüldüğünü gören âyette belirtilen sınıflar, başörtüsü problemini
çözmek için girişimlerine başlama sinyalleri verdi biliyorsunuz. İktidar
değişimlerini finanse eden dolar milyarderi Amerikalı yahûdi Soros, kendi emir
kulları olan radikal laik çevrelere “yeter artık, bu kadarı kâfi” demeye
başladı; ve ekledi: “Başörtüsü sorununu ben çözeceğim.” Bu sözü, tabii ki,
kendi adına değil, Batı, Amerika adına, yani çoğunluğu Hıristiyan olduğu
değerlendirilen kesim adına, Hıristiyan Batıyı temsilen dillendirdi. Ve, üstüne üstlük; kısa zaman
önce, başörtüsü sorununun çözümünün İsrail’den geçtiği yetkili ve etkili
çevrelerin ağzından dökülmeye başladı. Demek ki, başörtülülerin bu
yozlaşmasından râzı oldular, neticesi alındığı için artık baskının kalkması
gerektiğine karar verdiler. Bakara 120’nin ışığında bu durumu yorumladığımızda,
işin vehâmeti daha iyi anlaşılacaktır. Bu demektir ki, kendini tesettürde
zannedenlerin çok önemli bir bölümünün taktığı başörtüsü, Allah’ın râzı
olmayacağı şekle geldi. İsrail’in, ABD’nin râzı olduğu başörtüsü, artık Avrupa
Birliği’ne girmek üzere. Onlardan yeşil ışık yakılmaya başlandığına göre,
onların emir kulları egemen güçler de kamusal alan dedikleri etkin yerlerde
değilse de, sözgelimi bazı üniversitelerdeki kırmızı ışıkların bir bölümünü
söndürecekler. Yoksa, radikaller “İslâm’ın en önemli emirlerine bile yasak
koyan üniversite, diğer okul ve resmî kurumlar ve de buraları bu hale getiren
düzen olmaz olsun!” deyip uzlaşmayı tümüyle reddedebilirler; küçük de olsa
böyle bir ihtimali hesap eden Batılı güçler, büyük tâvizler alındığına emin
olduğu için küçük tâviz vermekten yana.
Amerika’lardan
fetvâlar veren “teferruat”çılar, hizmetin (kime, neye ve nasıl hizmetse?!)
Allah’ın emrinden daha önemli olduğunu bağlılarına ve sempatizanlarına
duyurdular. Üniversitelerdeki öğrenciler veya eğitim kurumları başta olmak
üzere kimi alanlarda çalışan bayanlar başörtüsünü çözerek problemi çözmüş
oldular. Yirmi sekiz şubat sonrası psikolojik baskılar başörtüsü bedelinin
hafif olmadığını gösterdiği için bazı başörtülüler kolay yolu tercih etti.
Hemen açılmakta zorlananlar, büyük bir buluşa imza atarak bere ile, peruk ile
tesettür olabileceğini icat ettiler. Derken çığır açıldı, iş çığırından çıktı.
Hâlâ başörtüsünü çıkarmayanlar da başörtüsündeki rûhu çıkardı. Bunun yanında,
özellikle büyük şehirlerdeki “ben de müslümanım” diyenlerin en az yarısı zâten
ne başörtüsünü, ne de başörtüsünü emreden İlâhî emir ve yasakları takıyor. Eh,
tâvizi hâlâ hak etmesinler mi Batılıların gözünde.
Evet, üç vakte kadar
(bu üç vakit, üç ay mı olur, üç yıl mı, başörtülülerin dejenerasyonunun ve
düzene uygun yaşam tarzının yeterli görülmesine bağlı) başörtüsü sorunu
çözülecek. Rûhundan soyutlanmış, aksesuara dönüşmüş modern başörtüsü artık
kamusal alanda tümüyle değilse, yavaş yavaş müsaade edilir hale gelecek. Bu
ülkedeki hayranları tarafından yadırgansa da, Avrupa Birliği veya Kirliliği
denilen İslâm düşmanı birlik standartları da zâten bunu gerektirmektedir. Buna
rağmen, bunun çok kısa zamanda gerçekleşeceğini de düşünmüyorum. Çünkü bu coğrafyadaki
örtü düşmanı egemen çevreler, kendi
dinlerine tavizsiz bağlı fanatik İslâm düşmanı oldukları ve müslümanların dışa
yansıyan en basit, en mâsum, şirk düzenine de hiç zararı olmayan görüntülerine
karşı bile acımasızlar. Evet, er-geç başörtüsü sorunu çözülecek, çözülüyor;
sevinin müslümanlar, sevinebilirseniz! Bu, başörtüsü mücâdelesinin bir zaferi
midir, 28 Şubat süreciyle hızlanan light İslâm’ın Kur’an ve Sünnet İslâm’ına
-şimdilik- bir galebesi mi, değerlendirin. Müslümanlar başörtüsünü şeklen değilse
rûhen çözdüler, sıra örtü düşmanlarının lütfedip çözmesine kaldı. İktidarda
olduğu sanılan sanal hükümet mi? Güldürmeyin adamı, onlar kendi karılarının
başörtülerini bile savunamıyorlar; İslâm’ın İ’sini ağızlarına alamıyorlar (Eee
n’apsınlar canım, yoksa gerginlik çıkar…). “Biraz daha zamanı var, zamanı
geldiğinde gerginlik çıkmadan, konsensusla bu sorunu çözeceğiz” diyen hükümetin
başının bu sözünün anlamı, bu açıklamalar ışığında daha iyi anlaşılmıştır
herhalde.
Gazinoda, pavyon veya
plajda, yani en azından gözlerin haramlarla meşgul olduğu bir mekânda başında
“imam sarığı” ile dolaşmanın durumuna benziyor; çarşı pazardaki dikkat çekici
tavırlarıyla başörtülü kızın tavrı. İmamın sarığı beyaz olduğundan, en küçük
bir leke kaldırmadığı ve hemen göze battığı gibi, taç gibi başlara yerleşen ve
sarık kadar simgesel ve ulvî değeri olan başörtüsü de, takılan başı baştan
aşağı güzelleştirmeli. Yoksa, sarığı ve başörtüsünü kirletenler, farkında
olmadan da olsa “din”e düşman kazandırmanın vebâlini taşımış olurlar başlarında
örtü yerine. İslâm’ı yanlış tanıtıp kötü örnek olarak bu modern başörtülü
kızlar, bilmeden ve istemeden de olsa İslâm’a zarar veriyorlar. Buna rağmen,
“Ne biçim “müslüman kız” bunlar, müslüman “kız bunlara!” diyemiyoruz. Kendimiz
kız(a)mıyoruz, acıyoruz, bu kızlarımıza. Bunların konumu, müslümanlığın bu
ülkede ne hale getirildiğini gösteriyor. Câhil bağlılarının ya da kendini bağlı
zanneden mensuplarının dine bakışını ele veriyor. Yozlaştırılmış,
sulandırılmış, ılımlılaştırılmış dinin başörtü versiyonu da böyle oluyor demek
ki. Amerikancı müslümanlığın, düzene uygun demokrat müslümanlığın, fri
takılmanın, özgürleşmenin yansıması bunlar. Dine karşı din, başörtüsüne karşı
başörtüsü. İçi boşaltılmış tesettür. Vitrinci, slogancı tavrın neticesi. Modern
muharref müslümanlığın göstergesi, hakla bâtılın giysideki koalisyonu.
Çeyrek tesettür
anlayışı, çeyrek din anlayışı demektir. Aslında, kadınıyla erkeğiyle günümüz
Türkiye müslümanı, çoğunlukla diğer dinî algılayış ve yaşayış konularında da
benzer tavır içinde. Başörtüsü, başların üstünde olduğu ve sokakta çarşıda
(sevinemiyoruz maalesef) çokça başörtülü boşta gezen (ya da görücüye çıkıp bir
şeyler arayan) kız olduğu için göze batıyor da ondan. Hani bir zamanlar yetkili
bir Türk büyüğü(!), öyle diyordu ya: “Bu memlekete komünizm gelecekse onu da
biz getiririz.” Bu sözdeki komünizm kelimesini başörtüsüyle değiştirerek aynı
sözü söylüyor şimdiki etkili ve yetkililer. Ve getirdikleri başörtüsü de bu.
“Olmaz olsun böyle başörtüsü!” dedirtmek istiyorlar topluma. Önceleri sosyete
çıplakları şöyle diyordu: “Biz ne çarşaflılar gördük, ne haltlar ediyorlar…” Bu
cümleden sonraki ifadeleriyle % 99,9 yalan söylüyorlardı. Ama, şimdi artık
sadece sosyeteler değil, halkıyla elitiyle, her kesimden insan hem de nice
gerçek olaylar ve gerçek görüntülerle delillendirerek “biz ne başörtülüler
gördük, ne haltlar ediyor…” diyebiliyor, hiçbir müslümanın onaylayamayacağı
cinsten aşırı özgür tavırları, yanındaki erkekle fingirdeşen başörtülüleri ve
cıvık davranış ve başörtüsüyle taban tabana zıt giysi veya giysisizlikleri,
makyajlı rujlu, allıklı pudralı, manken yürüyüşlü başörtülüleri gösteriyor.
Güler misiniz, ağlar
mısınız? Ben ağlanılması gerektiğini, ama ağlamaya bile vaktimizin olmadığını,
bunların bizim insanımız, en azından bizim mesajımıza düşman olmayan, bize
yakın insanlar olduğunu değerlendirmekten yanayım. Bütün bu yanlış/çirkin
tavırlar gösteriyor ki, şuurlu müslümanlara, hepimize çok iş düşüyor. Eğer biz
yeterince İslâm’ı, tevhidi, Allah’ı, O’nun emir ve yasaklarını, bütüncül olarak
doğru bir şekilde anlatabilseydik, söylediklerimizi yaşayabilseydik,
çevremizdeki çirkinlikleri nehy edebilseydik bu anormal manzaralarla kesinlikle
karşılaşmazdık. Nitekim, din eğitimi yönüyle temeli sağlam atılmış olan köklü ve
sahih din/tevhid öğretimi ve eğitimi/terbiyesi alan kızlarda savrulma daha az
olmakta.
İçinde bulunulan
mekânın inanca ve yaşayışa büyük tesiri vardır. Câhilî eğitim veren kurumlara,
câhiliyye köle pazarlarını andıran çarşı ve pazarlara salıverilen insanların da
bulunduğu ortamdan etkilenmemesi için çok ama çok sağlam bir tevhidî şuura, her
bedelini ödemeye hazır güçlü bir imana ihtiyaçları vardır. Meyve veren her
bitkinin her toprakta yetişmediğini, bazı yerlerin ayrık otlarına, kaktüs ve
zehirli bitkilere çok müsait olduğunu hatırlayalım. Başında güzel meyve
cinsinden başörtüsü bulunduran kızlarımız birer fidandır. O fidanın her bir
yanını ahtapot kollarıyla zehirli sarmaşıklar sarıyor ve meyve verecek özünü
vampir dişleriyle emmeye çalışıyorsa, öyle bir genç ağaçtan güzel bir meyve
bekleme şansımız pek olmayacaktır. Balık için su ne ise, tesettür de müslüman
hanım için odur. Su, balığın, içinde yaşayamayacağı oranda pislenmiş, zehirli
atıklarla bulanmış ise balığın hali ne olur? Tâğûtî düzeni ve kurumları
reddetmeden, çocukların aldıkları çarpık eğitimi hatta onaylayan bir tavır
içinde, televizyonun yetiştirmesine açık şekilde ve nefsânî tarzda özgürce,
yani başıboş tarzda caddelerde, sokaklarda gezip tozmayı, bakıp baktırmayı
ihtiyaç sayan kızlarımız yetişirken sonucun böyle olacağını hesap etmemiz
gerekiyordu. Uzun da olmayan etekleriyle diz altlarını, hele yırtmaçlı
etekleriyle bacaklarını, kot ve benzeri pantolonla vücut hatlarını, bluz veya
tişörtle göğüs çıkıntılarını, üstünde hâlâ duruyorsa pardösü demeye bin şâhit
isteyen mont türünden ve daracık dış giysisiyle belinin inceliğini göstermekten
çekinmeyen başörtülü kızlarımız, başı açıklara geç de olsa uyarak düşük
pantolon ve açık göbek modasına da uyar ve teşhirciliğin bu kadar rezilcesine
de atılırsa şaşmamak lâzım. Başında başörtüsü var ya yeter, o kendini kapalı
sayıyor. Zaten yozlaşma ve dejenerasyon yavaş yavaş büyüdüğünden toplum
şaşmıyor, yadırgamıyor, doğal karşılıyor bütün bunları.
Hicabın, tesettürün
içi boşaltılmış, sadece başörtüsü, varsa yoksa türban kalmış. Onun da suyunu
çıkartarak cıvıttılar; örtüsüz örtü gibi zıtlık ve tuhaflıklar ortalığı
kapladı. Her şeye rağmen başörtülü kızlar bu ülkenin gülleri, fidanları, meyve
vermesi beklenen ağaçları. Kökü kuruyan ağacın yaprakları da tabii kısa zaman
sonra kuruyacaktır. Ağacın kökü iman idi, sulanmadı, beslenmedi, gıdasız
bırakıldı bu ağaç. Hatta su diye kurutacak zehir verildi özellikle resmî
kurumlarca. Kuruyan kökün başörtüsü şeklindeki yaprakları döküldü. Sulanması
gereken bazı fidanlar ise sulanmadı, ama sulandırıldı; câhiliyye kültürünün
hormonlu bilgi kirliliğiyle yetişen körpe fidanlar çürümeye başladı. Hormonla
ve yanlış aşılarla özü kaybettirilen, genlerine/fıtratına müdâhale edilen
ağaçların meyveleri durumundaki başörtüleri de kanserojen özellikler taşımaya
başladı. Çöplükte gül bitebilir, ama gübrelikte gül bitmez; bitse bile kokusu
da aldığı gıda cinsinden olur; başörtüsü gibi açan goncası/çiçeği huzur vermek
yerine, çirkin görüntüsü ve kocaman dikenleri göze batar.
Türkiye’de İslâm’la
savaşan laik putperestler, İslâm’ın hayata yansıyan ve kimlik görüntüsü veren
özelliğinden dolayı başörtüsüne tavizsiz bir düşmanlık göstermektedir. Bu
topraklarda hakla bâtıl arasındaki savaş, bazı simgesel alanlarda yapılıyor. O
alanlardan biri de başörtüsü denilen savaş alanı. Başörtüsünü teferruat gören
ve açmanın en fazla küçük bir günah olduğunu düşünenler, başörtüsünün simgesel
konumunu, yani İslâm’ın günümüzdeki önemli bir sembolü olduğunu görmezden
geliyorlar. Sancağın/bayrağın basit bir bez parçası olmadığını, onun çok önemli
bir misyonu temsil ettiğini kabul eden kimseler, başörtüsünün de dâvâ açısından
bundan farksız olduğunu unutuyorlar. Bu topraklarda her müslüman, başörtüsünü,
belki normal ülkelerde ve normal zamanlarda olduğundan daha fazla (râyet/sancak
gibi) önemsemek zorundadır. Tamam da, bu simgesel özelliğin abartılıp
putlaştırılmasına da olumlu bakmamız herhalde beklenilmemelidir. Tevhidî
bağlamından koparılmış dinî özelliklerin insanı ve toplumu kurtarması
beklenemez. İbâdetlerin âdetleşmesi, ya da modern seküler hayatın bir parçası,
kapitalizmin işleyen bir çarkı konumuna girmesi, insanı da yozlaştıracak ve
yobazlaştıracaktır. Olan da budur. Sanıldığının aksine; yozluk yobazlık da
modern insana geleneksel kişilerden çok daha yakındır.
İfrat ve tefrit hemen
bütün insanımızı kuşatmış. Herkes başörtüsünün bir tarafını çekiştirdi.
Başörtüsünün abartılı düşmanlarına karşı, bizim mahallede bazıları onu
teferruat sayarken, bazıları da onu fazla abarttı ve sloganlarının başına
çıkardı. Giderek başörtüsü putlaştırılmadan da yakasını kurtaramadı. Sanki
başka zulüm yokmuş, daha önemli başka farzlara baskı yokmuş gibi bir tavırla,
başörtüsüne gereğinden fazla vurgu yapıldı. Üniversitelerden istenilen tek
istek o idi. Altyapıya önem vermeden, iman ve tevhid vurgusu yapılmadan,
takvânın gereği olarak hayâ ve edebe atıfta bulunulmadan; tam tersine
“demokratik hak”, “insan hak ve özgürlüğü”, “anayasanın verdiği onay”, “Zübeyde
Hanım’ın da yaptığı/taktığı gibi” referanslarla ve onu doğuran temel değerden
yalıtılmış şekilde ve sloganlaştırılarak yalnızlaştırılan “başörtüsü” evet,
itiraf edilip dillendirilmesi zor olsa da putlaştırmış oldu. Allah’tan bağımsız
peygamber sevgisi dâhil, her çeşit aşırılık putlaştırma olur da başörtüsü gibi
baş tâcı putlaştırılmaz mı? Varsa yoksa başörtüsü diyen ve başka hiçbir talebi
olmayanlara cevap da hak ettikleri cinsten oldu: Öyleyse alın size başörtüsü;
sosyal alanlardaki sulandırılmış şekliyle alın başınıza çalın!
Parçacı yaklaşım,
uzlaşmacı yaklaşımdır. Parçayı bütün sanan, bütünü asla aramayacak, bütünü
hepten yitirecek, bütünle bağlarını koparacaktır. Bu, hikmetin yitirilmesi
değildir sadece; dinin de yitirilmesine giden yoldur aynı zamanda. Parça,
bütünden koparılınca bütünün değerlerini kaybeder. Ağaçtan koparılan bir dal,
bitkiden koparılan bir çiçek, insandan koparılan bir el, göz, kulak veya baş
kısa zamanda ne duruma düşerse, tesettür ve takvâ örtüsünden, ona alt yapı olan
iman ve Allah korkusundan koparılan başörtüsü de o duruma düşer/düştü. Başörtüsü,
diğer İslâmî kıyafetle birlikte ve imana dayanan bir davranış/yaşayış biçimiyle
değerini alır; bunlardan bağımsız başörtüsünün Hindistan’ın millî kıyâfetinden
farkı olmaz. Şuurlu ümmete “bu şekliyle başörtüsü, uğrunda can verilecek bir
değer değildir” dedirtir, sahibine Allah indinde rızâ ödülü kazandırmaz.
Hakları kalmasın, bu
manzarada yeşil sermayenin, “başörtülü tezgâhtar aranıyor” diye kapısına yazı
yazan yeşil holdingden hacı amca tuhafiyecisine kadar esnafın, manken tipli
başörtülü eleman arayanların, başörtülüleri plajlara alıştıran Kapris Oteli ve
benzerlerinin, tesettür mayolarının, bu sektörden geçinen çeşitli alandaki iş
piyasasının, özellikle tekstil firmalarının, ha bir de Tekbir(!) giyim ve
benzerlerin, onların icadı başörtü defilelerinin büyük rolü var. Ama bu roller
içinde en önemlisi, başörtüsüz ve başka örtüsüz resimlerin yer aldığı boyalı
basında bile eleştiri almadan iki-üç günde bir farklı bir giysi ile boy resmi
çıkan först leydi Emine Hanım’ın rolü ve çeşitli belediye kuruluşlarında boy
gösteren başörtülü kızların figüranlığı. Olumsuz değişim rüzgârı bu konuda da
iktidar cephesinden esti. Avrupa Birliği araştırıp öğrense başörtüsünü Avrupa
kriterlerine uydurdukları için bunlara ne tür ödül vereceğini şaşırır.
Giysisiyle kültürlü olduğunu
göstermek istiyor kızlarımız; tabii bu kültürün İslâmî bir kültür olmadığını
önemsemeden. Kimlere benzemeye çalışıyorsa onlardan sayılacağını unutuyor. Genç
ve özellikle güzel gözükmek istiyor sokaktaki ve iş hayatındaki bayanlar.
“Örtülü isek, bizim de güzel gözükme hakkımız yok mu?” diyorlar; müslüman
hanımın cehenneme gitme (erkekleri de itme) hakkı araması gibi bir şey bu.
Şeytânî düzenlerin oyununa geldi insanımız. “Başörtülü bayanlar yeter ki
çarşıya pazara dökülsünler, zarûret olmaksızın ve uygun ortam aranmaksızın
çalışma hayatına girsinler, lisesi üniversitesi ve diğer kurumlarıyla düzenin
çarkları arasına sıkışsınlar, moda oltasına takılsınlar… gerisi kendiliğinden
gelir” hesabıyla tuzaklar kuruldu ve kolay avlandı kızlarımız. Cennetin bedelini
unuttular, ellerindeki Paris biletiyle Mekke’ye gideceklerini umdular.
Müslüman, İmam
Hatiplerde ve üniversitelerde fazla bir şey değil, sadece başörtüsü istiyor
artık. Kitabın tümüne inanması, İlâhî hükümlerin hepsine teslim olması gereken
müslüman, imandan da önce gelen tâğutun kurum ve kurallarını, câhiliyye anlayış
ve uygulamalarını tümüyle reddetmiyor, tam tersine içselleştiriyor.
Hakkını, hem de insan
ve müslüman olmanın gerektirdiği binlerce haktan küçük bir hakkını, müslüman;
mücâhide has bir üslûpla değil; demokratik yollardan, sadece imza toplayarak,
telgraf çekerek, yürüyüş yaparak istemeyi tercih ediyor. Kâfirler de canları
isterse, bir lütuf ve bağış olarak, karşılığında, müslümanlardan nicelerini
kendi saflarına çekme ve nice tâvizler alıp, müslümanları iğdiş etme pahasına
lütfen kabul edecekler. Etmeseler ne olacak? Hiiiç! Ayrıca, bugünkü düzen
içinde ve bu eğitim sisteminde başörtüsü tümüyle serbest olsa iş bitecek,
sorumluluk gidecek, istekler sona erecek, din tamamlanacak mıdır? Müslüman,
nelere rızâ gösteriyor, neleri savunma durumuna geliyor, ne için çırpınıyor, ne
isteyip nelerle yetiniyor, kimin rızâsı için ne yapıyor... Kur'an ışığında
bunları iyi düşünmesi lâzımdır.
Tesettür anlayışı
konusunda İslâm'la bugünkü müslüman arasında dağlar kadar fark oluşmuş durumda.
İslâm, sadece başörtüsünü, sadece türbanı emretmiyor elbette. Tesettür bununla
bitmiyor. Sınıflarda pardösü çıkarılarak etek-bluzla oturan; kanı kaynayan genç
erkeklerin ve öğretmenlerin her türlü bakış ve tavırlarına, sözle ve gözle
saldırılarına muhâtap korumasız bir kızcağız. Evinde erkek misâfirlere bile
gözükmeyen hacı, hoca çocuğu bu müslüman kızların, amfi ve sınıflardaki,
kantinlerdeki kızlı erkekli karma eğitim ve eritim içinde bulunmasının nasıl
bir tezat teşkil ettiği kimsenin eleştirisini bile almıyor.
Bir müslüman kızın
başörtüsüne, hayâ ve nâmusuna Alman gâvurundan da fazlaca saldıran bir
zihniyet; özellikle eğitim adına gencin imanına, ahlâkına... zarar vermiyor,
saldırmıyor mu dersiniz? "Bir kızın üniversitede başının açılması basit
bir olay mıdır, tepki gösterilmesin mi yani?" denebilir. Evet, bu büyük
bir haram, vahşî bir cinâyettir. Fakat ondan daha önemlisi odur ki: Kâfirlerin
işgaline uğramış olan müslümanların yaşadığı hemen tüm ülkelerde mü'minlerin
okullarda imanına müsâade edilmiyor. Putlar ister istemez sevdiriliyor,
övdürülüyor. Ders diye nice terslikler oluyor, küfür kelimeleri
söylettiriliyor, en azından dinlettiriliyor, puta tapma törenleri icrâ
ettiriliyor... Bunlara normal gözle bakılır, ses çıkarılmaz, tepki
gösterilmezken, tesettür ve hicab görevini ne kadar yaptığı da şüpheli olan
salt türbana hücum mu sadece tepki gösterilmesi gereken? Din ve imandan daha mı
önemli bu?
İnsan sadece diliyle
konuşmaz. Eskilerin hâl dili dediği iç lisânı da vardır. Beden dili denilen,
vücudun aldığı şekille, organlarının gösterdiği özel tavırla da konuşur.
Araştırmaların gösterdiği çarpıcı sonuç; beden dilinin, konuşma dilinden çok
daha etkili olduğu şeklindedir. Beden dili, sadece organların değil, aynı
zamanda organların örtüldüğü giysi ile de yakından ilgilidir. Yani, insan
üzerindeki elbisenin de bir dili vardır, o da konuşur. Dâvet eder, mesâfe
koyar, karşısındaki ile samimiyet veya resmiyeti ifâde eder. Elbise, aynı
zamanda bir kimliktir, şahsiyet belirtisidir, örfün tercümanıdır. İnsanın
temizliği, pejmürdeliği, düzeni, zevki, kültürü, muhâtaplarına verdiği değer ve
saygısı da giysisinden anlaşılabilir. Her şeyden önemlisi, elbise bazen insanın
hangi dini tercih ettiğini, ya da
diniyle ne tür bir ilişki içinde olduğunu da belirtir. Mesajdır giysi,
çağrıdır, ya da korunmadır.
Giysinin temel olarak
üç özelliği vardır: Tesettür/örtme, koruma ve süs. Bunlar içinde en önemlisi,
giysinin insanı örtme özelliğidir, yani tesettür. Giysiden mahrum kalmak,
çıplaklık, insanı cennetten çıkaran isyanın görüntüsü olduğu gibi, şeytanın bu
yolla insanı belâya uğratıp cennete girmesine engel olmasına fırsat vermektir.
Şeytan Cennette Hz. Âdem ve eşinin çıplak olması için bütün planlarını kurmuş
ve onların cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştu. Onlar da birlikte Rablerine
yönelip af talebinde bulundular, örtündüler ve Allah da onları affetti. “Ey
Âdem oğulları! Şeytan, ana ve babanızı (Âdem ve Havvâ’yı), çirkin yerlerini
kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi sizi
de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları
göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları iman etmeyenlerin
dostları kıldık.” (7/A’râf, 27). Hz.
Âdem ve Havvâ’da isyanın sonucu, Cennetten çıkarılmanın alâmeti olarak ortaya çıkan çıplaklık, bu kişilerin
nesillerinde Cennete girmeye engel sebeplerden biri, isyanın görüntüsü, şeytana
uymanın özelliğidir.
Bir başörtüsü sektörü
oluştu; kapitalizmin örtülü versiyonu olarak türban rantı ortaya çıktı. Bin bir
çeşit desen ve renk cümbüşüyle Doğu zevkine hitap edip başörtüsü üreten
yüzlerce yerli ve yabancı firma, ithâlatçılar, sadece başörtüsü satan
mağazalar, başörtü modaları, başörtü defileleri, başörtülüler için özel mayolar…
İçinde müslümanların da yaşadığı kapitalist düzenlerde finans kurumları nasıl
bir görüntüyle, hangi görevi yerine getirmek için kurulmuş ve düzen açısından
nasıl sakıncasız (hatta faydalı) görülmüşse; başörtülü kızlar da o amaç için
“Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler olan” (Müslim, Mesâcid 288) çarşı ve
pazarlara çıkarılmıştır.
Kapitalizmin nimetlerinden(!) mahrum olmadan fâizden kaçmak isteyen kimselerin
paralarını piyasaya, dolayısıyla kendi kasalarına çekmek isteyenlerin finans
kurumları aracılığıyla bu işi yaptıkları gibi; açık saçıklardan biraz rahatsız
olanların paralarını ve ilgisini çekmenin kapitalistçe yolu oldu başörtülü
tezgâhtarlar, başörtülü sekreterler. Bunca işsiz erkek varken, bu kızlar, hangi
özellikleriyle tercih ediliyor dersiniz? Ya da ille bayan gerekiyorsa, niye
özürlü bir bayan, yaşlı bir bayan değil de; manken ölçülerine uygun yapıda genç
bayanlar isteniyor? Telefona bakmak, ya da müşteriyle ilgilenmek için manken
gibi olmanın avantajını insanî akıl ve
İslâmî kültür mü, yoksa şeytânî düzen ve sömürücü görüş mü söylüyor? Kime ve
neye hizmet ettiğini, neyi âlet edip sömürdüğünü para denilen câzip şeytan
haydi işverene düşündürtmüyor; ya siz başörtülü kızlar, bunların sizi sömürüp
kullanmasına, bundan da kötüsü sizin örtünüzü istismar etmesine, güzelim örtüyü
sizin elinizle katran kazanına koymalarına, dünyada izzetinizin, âhirette
cennetinizin çalınmasına nasıl rızâ gösteriyorsunuz? Değer mi üç kuruş para
veya meymenetsiz insanların keyfi/beğenisi için bunlar? Özgürlük mü zannediyorsunuz
bu köleliği, bu kullanılmayı, bu metâ ve nesne haline getirilmeyi; hâlâ
akletmiyor musunuz? Başörtüsünü başınıza aldığınız gibi aklınızı da başınıza
alın, şeytanın ve şeytanlaşanların oyuncağı, kölesi olmayın.
Düşünebiliyor musunuz,
İslâm’ın cihad bayrağını dalgalandırma şerefi gibi hanımlara üstünlük verdiren
o başların tâcı, kapitalizmin hizmetinde, daha kötüsü (söylemesi zor da olsa
söyleyelim:) cinselliğin, göz zinâsının hizmetinde.
Kapitalist ve
materyalist dünya her şeyi o denge(sizlik)de tutuyor: Arz talep. Üretim ve
tüketim için bu böyle olduğu gibi, çeyrek tesettürlü bayanlar konusunda da bu
böyle: Çıplaklardan hoşlanmayan, hele onlarla asla evlenmek istemeyen çok
sayıda muhâfazakâr genç erkek var; bunlar için de çarşıda pazarda delikanlıların
ilgisini kendisine çekmeye çalışan ve bu erkeklerin zevkle bakıp (tabii iyi
niyetle canım, ona ne şüphe!) hoşlanacağı tipler gerekli. Piyasa şartları böyle
oluşacak, bir taraftan fitne kazanı kaynarken, bir taraftan başörtüsü sektörü
piyasaları canlandıracak, her çeşidiyle sömürü artmış olacak. “Günün hatta
akşamın her saatinde bunca başörtülü kızın çarşıda sokakta ne işi var?” diyen
bile artık yok. Evi hapishane gibi gören kızlar ve genç kadınlar artık
sokaklarda göz hapsinde yaşadıklarını, özgürlük adına erkeklerin göz zevklerine
gönüllü kölelik yaptıklarını ya düşünmüyor, ya da bundan şeytânî şekilde zevk
alıyorlar. İslâmî ahlâkın sokaklara hâkim olmadığı bugünkü çarşı ve pazarlar,
hanımıyla erkeğiyle müslümanların, özellikle gençlerin ancak çok zarûrî bir
işleri varsa, zarûret miktarı çıkıp dönecekleri (benzetme yerinde ise tuvalet
gibi) mekânlardır. Kapitalistleşen ve Allah korkusundan sıyrılan insanların
mâbedi ve köle pazarı haline gelen, kapitalizmin can damarı çarşı ve pazarların
Allah nazarındaki yerini Peygamberimiz belirtiyor: “Allah’ın en çok sevdiği
yerler mescidlerdir. Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve
pazarlardır.” (Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671)
Makyajın rengine uygun
başörtüsü ya da başörtüsüne uygun renk ve biçimde kıyafet; başörtüsü modası
denilen yeni moda türedi. Her dışarıya çıkmadan önce ütüden geçirilen, ayna
karşısında yarım saat uğraşılarak takılan, kendisine verilen para ile Afrika’da
bir kadının hayat boyu kendini tümüyle örtecek giysi alabileceği bir aksesuar.
Bu tavırlara bakarak
“bu hanımlar kapanmak, Allah rızâsına uygun şekilde örtünmek için, nâmahrem
bakışlara dur demek için başörtüsü takıyorlar” diyenler beri gelsin; Allah
sorarsa bu tavırlara olumlu şâhitlik yapabilecek kaç kişi çıkar dersiniz?
Cinsel çekiciliği/câzibeyi kitabına/eşarba uydurup gözü (haramlara) açık
safları kandırmak isteyen şeytan, insana sağdan yaklaşırken başörtüsü şeklinde
flama kullanıyor olmasın? Yoksa bu yozlaşmış acınası başörtülüler, erkeklerin
dikkatini bu şekilde daha çok çekmek için başörtüsünü yem ve istismar aracı mı
görüyorlar? Hayır, başörtüsü erkek alıkları avlamak için volta atanların oltaya
taktıkları av olamaz, olmamalıdır!
Hayır, bin kere hayır!
Medine’de Kaynuka Oğullarından yahûdilerin, yüzünü açmak istedikleri ve onu
savunan müslümanın bu zulmü yapanı öldürüp sonra şehid edilmesine sebep olan ve
Rasûlullah’ın bu olay akabinde uğrunda savaş verdiği hanımın örtüsü böyle
değildi.
Maraş’ta savaş
pahasına savunulan başörtüsü bu tip başörtüsü değildi.
Nur sûresi 31. âyette
mü’min hanımlarının yakalarının üstüne örtmeleri emredilen ‘humur/hımâr’ bu
başörtüsü değildir.
Ahzâb sûresi, 59.
âyette mü’min hanımlara emredilen cilbâb; üstlerine giymeleri gereken dış
elbise, şu çarşı pazarda boy gösteren bayanların giydiği pardösümsü giysi
değildir, hayır!
Hz. Âişe annemizin,
ensar kadınlarının özelliği olarak anlattığı, başörtüsü emrinin hemen ertesi
sabahı, sanki başları üstünde karga var gibi örtüler içinde sabah namazına
gelen kadınların örtüleri değildir bu başörtüsü.
Yirminci asrın
ortalarına kadar dünyanın hiçbir yerinde ve Osmanlı’da mü’mine hanımların
örtülerinin benzeri değildir bu çeyrek örtüler, namaz örtüsüne benzemiyor bu
başörtüler.
Doğuda, insanlar
geniş/bol, uzun elbise giyerler, başlarını örterler iken; Batıda tam tersi dar,
kısa giyerler ve başları açıktır. Günümüz dünyasında Batı ile Doğu özellikleri
kaybolup dünya globalleşir/küreselleşirken, Batı Doğuyu her konuda kendine benzetip
kendi kültürünü dayatarak farklılıkları imhâ ettiği halde, yine de giysilerdeki
bu farklılıklar kısmen korunmakta, özellikle dinin bu farklılıkları korumada
özel konumu hâlâ direnci canlı tutmaktadır. Bir köyün, bir şehrin müslüman
beldesi mi, hıristiyan yerleşim yeri mi olduğu daha uzaktan görünen
minâresinden ya da çan kulesinden belli olduğu gibi; elbise de bir kimsenin
mü’min mi, kâfir mi olduğunu zâhiren yansıtma özelliğini gösterebilir. Zâhirle
bâtın, dış ile iç, kalıp ile kalp arasında zannedildiğinden çok fazla ilişki
vardır. Bu ilişki, eğer uyum içinde değilse; birinin tümüyle ötekine baskın
çıkıp aradaki uzlaşmazlığı kaldırıncaya kadar sürer. Elbisenin sadece dinin
zâhiri ile, dinin emirlerine şeklen teslimiyet ve fetvâ ile değil; aynı zamanda
dinin özü olan takvâ ile de yakın irtibatı vardır. İnsan, takvâ adlı elbiseye
bürünmemiş ise, her tarafını çok kalın giysilerle tümüyle örtse bile bu giysi
ona yeterli gelmeyecek, kendisini ve muhâtaplarını haramlardan korumaya
yetmeyecektir. Edep, hayâ, iffet gibi kelimelerle de ifâde edilen bu durum,
Arapça’da hicab kelimesiyle ifâde edilir. Bu özellik, giyinmenin arka planını
ortaya koyduğu için, “giysili çıplak” olmaya giden yolu tıkayacak, sözgelimi
kadının cinsel tahrik unsuru olarak ayakkabı veya terliklerini kadınsı bir edâ
ile tahrik edecek şekilde ses çıkararak kullanmasına, tahrik edici parfümler
kullanmasına engel olacaktır. Haramlara dâvet edici şuh kahkahalar, kadınsı
cilve, kırıtma ve aşırı rahat/özgür tavırlar ile sadece dış giysinin kapatamadığı
şeytanî güzellikleri, yani çirkinlikleri ancak takvâ giysisi kapatır.
Takvâ giysisi, edep,
iffet ve hayâ günümüzün gençlerine doğal ortamda, evde, çevrede ve özellikle
okullarda çocukluğundan beri veril(e)mediği için çeyrek tesettürlüler, yani
“örtülü ama tesettürsüz” kimseler ortalığı kaplamaya başladı. Takvâ giysisinin
önemsenmemesine, biraz da diğer tamamlayıcı unsurlardan yalıtılmış şekilde,
sadece “başörtüsü” vurgusunun sebep olduğu değerlendirilmelidir. İş, bırakın
takvâ giysisini, fetvâ boyutunu bile hiçe sayan, sanki İslâm’ın tesettür ve
hicap emriyle dalgasını geçen bir tuhaflığa, hatta maskaralığa bile
dönüşebilmektedir. İşin sadece fıkhî/şekilsel boyutunu ele alan, ama takvâ
giysisinden soyunmuş bir bayan sözgelimi parmağını göstermenin fıkhen câiz
olduğundan yola çıkarak yabancı bir erkeğe parmağıyla işaret ederek parmağına
“haydi gel!” dedirtebilir, gözünü göstermenin câizliğinden yola çıkarak göz
kırpabilir. Bu tür problemlerin ne kadar yaygın olduğunu belki sokağı, caddeyi,
okulu, gezinti yerlerini tanımayan kişiler bilmeyebilir, ama iş gerçekten
çığırından çıkmış vaziyettedir. Sadece başörtülü olan, diğer giysileri ve
tavırlarıyla takvâ giysisine hatta düşman olan, ya da şeklen tesettürlü olduğu
halde İslâmî edebe, hayâ ve iffete yeterli derecede sahip olmadığı hemen belli
olan kişinin kapalı kıyâfeti de artık yadırganmamakta, her iki farklı, hatta
birbirine düşman tavır normal görülebilmektedir.
Elbise de konuşur.
Evet, kişi, dili aracılığıyla konuştuğu gibi, elbisesi aracılığıyla da konuşur.
“Bana, benim dişiliğime bakma, ben Allah’tan korkan bir müslümanım. Toplumun
ve/veya kendimin ihtiyacından dolayı bulunduğum sosyal hayatta şu anda ben bir
dişi olarak değil, kişi olarak varım. Sahip olduğumu düşündüğüm her şey gibi
kendi vücudum da bana emânettir, Allah’ın emâneti. Onu nasıl kullanmam, nasıl
örtmem gerektiğini de Sahibi bilir. Yanlış kıyafetim ve hatalı davranışım
yüzünden de başka erkekleri günaha dâvet ederek mülkün sahibine ihânet edemem!
Kıyâfet tercihimle ilân ediyorum ki, yabancı erkeklerin bana bakmasını
istemiyorum” şeklinde kibarca mesaj vermesi gereken başörtüsü, bugün göz alıcı
renk ve desenleri, diğer tamamlayıcı giysi ve tavırlarıyla cıyak cıyak
bağırıyor: “Hey erkekler, ben buradayım, baksanıza! Sizin dikkatinizi ve ilginizi
çekip kendime baktırmak için ben ne paralar sarfettim, kaç mağaza gezdim, ne
uğraşlar verdim. Nasıl, yakışmış mı başörtüm, uyum sağlamış değil mi diğer
giysilerimle. Karar veremedinse tekrar bak, bir daha bak! Ha, nasıl olmuşum,
güzel miyim, bu giysilerimle daha da güzelleşmiş miyim? Cevabını şimdilik
gözlerinle ver, e mi?”
Örtünmenin amacı
başkasının bakışlarından korunmak ve ırzı meşrû olmayan cinsel isteklerden ve
ona yaklaştıran olumsuzluklardan sakınmak ve sakındırmaktır. Erkeklerin
gözlerini sakınması, hem kendilerinin ve hem hanımların iffetini korumak
içindir. Bugünkü çeyrek tesettürün bunları hakkıyla yerine getirdiğine bin
şahit lâzım. Bir şey, maksadından soyutlanarak algılanırsa işte böyle
sulandırılır, yozlaştırılır.
Tesettür, kadının kimliğini
öne çıkaran bir onurdur. Müslüman hanımın, toplumda dişiliğiyle değil,
kişiliğiyle yer edinmesini sağlayan, kadının sömürülmesine ve eziyet edilmesine
karşı, koruyucu bir kalkandır. Kadının teniyle, derisiyle değil; insanî
özellikleriyle topluma katılma arzusudur. Bir bilinçtir, bir cihaddır, bir
ibâdettir tesettür. İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman
kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların
dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı
başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam Hatip'te,
üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya âhiret tercihi ve
cihadı da başörtüsü bayrağında ve onunla bütünleşen tesettür ve müslümanca kişilikte
düğümleniyor. İslâmî örtünme iman alâmetidir. Ruhumuz gibi vücudumuz üzerinde
de Allah'ın hâkimiyetini kabul edişin belgesi olan bir ibâdettir. Örtünme,
çağımızın zulüm egemenliğine karşı kadınımızın cihadı, örtü de gerçek özgürlük
bayrağıdır. Materyalist modern insan; imajı, vitrini, kaportayı, yani madde
cinsinden ve göz boyayacak şeyleri özün yerine koydu. Bunun kadın açısından
durumu da şu: Fark edilip beğenilmek isteyen bir kadın; teniyle, çekici
kıyâfetiyle, dişiliğiyle bunu gerçekleştirecek, toplumda bu özelliklerle yer
edinecektir. İnsanî erdemlerle, hizmet ve hayırlı çalışmalarla kendini
ispatlamak, ancak kulluk şuuruyla, İslâm kimliğiyle ve gerçekten hür kadınlar
için sözkonusu olabilir. Kadın edilgenlikten, sömürüden, metâlaşmaktan, nesneleşmekten,
kendi nefsine köle olmaktan veya kendi nefsine köle olanlara kölelikten
kurtulmak ve erkek egemen dünyada hak ettiği saygın yeri almak istiyorsa, bunun
yolunun kesinlikle tesettürden, hicaptan, Allah korkusuna dayalı bir
yaşayıştan, İslâmî bir aileden geçtiğini unutmamalıdır. Kadının huzur ve
mutluluğuna giden yol, çarşı ve pazardan geçmemektedir. Sokakta bulunanlar veya
bulunduğu sanılanlar, yine bir sokakta kaybedilecek şeylerdir. O olmadan
tesettürün de olmayacağı, ama sadece kendisiyle işin bitmediği bir başlangıç
olan baş tâcı başörtüsü, dişiliğin örtülmesi olarak görüleceği yerde, dişiliği
öne çıkarmanın çarpık bir aracı haline d(ön)üşmüşse, artık tesettürün bir cüzü
bile olmayan bu bez parçasını başına koyan örtülü çıplak, Allah’ın değil; hevâsının/hevesinin,
ins ve cin şeytanlarının kulu olmuştur.
Sağduyu sahibi her insanın kabul edeceği gibi, İslâm’ın istediği gibi
örtünmemek ve bunun sonucunda karşı tarafı tahrik etmek bir eziyettir.
Bayanlara yönelik cinsel tâciz elbette bir eziyettir, zulümdür; ama buna sebep
olan cinsel tahrik de erkeklere yönelik bir eziyet ve zulümdür. İslâm’ın
istediği gibi tesettüre, hayâ ve edebe, takvâ giysisine özen göstermeden toplum
içine çıkan bayanlar, özellikle nâmuslu müslüman erkeklere yönelik bir eziyet
yapmakta, onların vebalini almakta, günahlarına vesile olmaktadır. Gereği gibi
tesettür ve edep içinde olmayan bayanlar, kendilerini ister istemez gören
erkeklerin haklarını gasp etmektedirler; en doğal hakları olan namuslu olma,
Allah’a kulluk yapma, haram işlemeden yaşama hakkını çiğnemektedirler. O yüzden
tesettüre ve hayâya tam dikkat etmeyen bayan, kendisine gözüktüğü tüm erkekleri
taciz ederek kul hakkı suçu işlemektedir.
Örtü bir kalkan oluyor. Karşı tarafı tahrik edecek unsurları perdeliyor.
Karşı tarafa karşı caydırıcı bir özellik taşıyor. Ve örtülü bir kadın böylece
çok yönlü bir eziyetten de kurtuluyor. Tâciz gibi eziyetlerden, çirkin bakış ve
düşüncelerden, teklif ve sataşmalardan korunmak isteyen bir bayanın şöyle
düşünmesi gerekir: “Başkasının bana cinsel tâcizde bulunmasını istemiyorsam,
bana ait güzellikleri allayıp pullayarak teşhir etmemeliyim. Tahrik ederek
başkalarının bana cinsî tâciz yapmasına sebep olacak duygularını
kabartmamalıyım.” Halk da, bu konuda biraz kabaca şöyle şey eder: “Şey, şeyini
şey yapmazsa, şey de şey yapmaz.”
Örtünmeden amaç korumak ve korunmaktır. Görüntü ile harekete geçen söz
dinlemez erkek duygularına karşı yine erkeği koruyoruz. Tabii dolaysıyla
erkeğin tahrik olup saldırmasına karşı kadın kendini de koruyor. Örtü, erkeğe
İlâhî sınırları hatırlatma ve onun günaha girmesine engel olma fonksiyonunu
yerine getirir. Erkeğin içindeki söz dinlemez duygular, örtü karşısında sessiz
kalıp tahrik olmadan yuvalarına dönerler. Örtü erkeği kötü düşünceden korurken,
kadını da kötü düşüncenin fiile dönüşmesinden korur. Yani örtü, kadını ve
erkeği günahlardan, şeytanî dürtülerden, fitnelerden, dolayısıyla cehennemden
korur.
Günümüzde cilbâb, yani
pardösü benzeri dış elbise önemsenmez hale geldiği gibi, “başörtüsü zulmü”
farklı bir tepkiyi aşırılaştırdı; tesettür denince sadece başörtüsü akla
gelmeye başladı. Bazı genç bayanlar da sadece başörtüsüyle yetinmeye başladı.
Giderek artan bir ucûbe olarak boneli, başörtülü, fakat makyajlı; başörtülü,
ama eteği dizlerine kadar yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde sadece tişörtlü
etekli kıyafetler boy göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece tesettürü bile
yeterli görmesi mümkün değilken, yani aynı zamanda takvâ elbisesi olan iffet,
hayâ, saygın kişilik özelliklerini kuşanmak; tavır, yürüyüş, konuşma, gülme,
aşırı serbest hareket vb. davranışlarda fitne unsuru olabilecek tüm hususlardan
sakınmak mecbûriyetinde olduğu halde, sadece giysi olarak tesettür konusu bile
uygulamada büyük çapta dejenereye uğramaya başladı. Kala kala sadece bir başörtüsü
kaldı; o da zora gelinince, sözgelimi üniversite uğruna, öğretmenlik vb.
amaçlar için çıkarılabilecek; pazarlık ve tâviz konusu olabilecek; türbanla,
şapkayla, perukla... değiştirilebilecek bir ucuzluğa düştü. “Artık
televizyonlarda ve halka açık salonlarda tesettür defileleri yapılıyor’ deyin,
gerisini onlar anlar” diyecek Bekri Mustafa’lara kaldı iş. Biraz alaylı, biraz
da gerçeğin düşmanları tarafından müslümanların yüzüne tokat gibi vurulması
kabilinden, boyalı basın buna “çeyrek tesettür” adını taktı. “Tesettür ya
vardır, ya yoktur; bunun yarımı, çeyreği, ekmekarası olur mu?” demeyin,
uygulamaya bakarsanız oluyormuş...
Başörtüsü, bir
aksesuar gibi değerlendiriliyor bazı kızlarımızın gözünde. Kadınsı çekiciliği
yabancılar karşısında en aza indirmesi gereken tesettür, bir moda olarak
düşünülüyor artık. "Tesettür(!) defilesi" denilen ucûbeler, bir
taraftan talebe/isteğe cevap verirken, daha çok da arzı körüklüyor. Dışarıya
çıkarken erkek bakışlarını üzerine çekmemeye gayret etmesi gereken müslüman
bayan, (kocasının karşısında belki bu kadar süslenip kıyâfetine özen
göstermezken) en az yarım saat ayna karşısında kendine çeki düzen vermeye
çabalıyor, başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve ayakkabıyı giysiden
saymıyor... Akşam olunca da evindeki televizyonda, Filistin'li kızların
dramını, Irak’taki kadınlara yapılan zulmü gözünden yaşlar akıtarak
seyrediyor.
Bütün bunlar, câhil
bırakılmış ve okullar başta olmak üzere düzen ve onun tüm kurumlarıyla, gayr-ı
İslâmî çevre şartlarıyla yozlaştırılıp bilinçsizleştirilen, çok
kimliklileştirilen/kimliksizleştirilen, Batının ve bâtılın değersiz değerlerine
özendirilmeye çalışılan toplum kurbanı şuursuz müslüman kızlarımıza kızmamıza
ve suçu sadece onlara yüklememize sebep olmamalı. Zaten onlar da erkeklerin
aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman erkeklerdeki dünyevîleşme, takvâyı hatta
haram-helâl sınırlarını geri planlara atmayı dışarıdan hemen tespit etmek
mümkün olmuyor; eğer kadındaki tesettür gibi dıştan hemen belli olan bir ölçüt
olsaydı veya varsa, hemen bu diğer yarımda da benzer dejenerasyon aynı oranda
sergilenecektir. Zaten bu bayanların da çoğu, bu çeşit şuursuz müslümanların
eşleri, kızları, kardeşleri değil mi? Bunlara kızmaktan, hatta acımaktan da
önce, kadın ve erkek hepimize bu yozlaşmanın sebeplerini doğru teşhis edip
çareler üretmek için gece gündüz çalışmamız, fedâkârlıklarda bulunmamız, güzel
örnek olmamız, fesat ortamını salâh ortamına çevirmek ve insanları ıslah için
hilâfet görevimizi yerine getirme gayretiyle ha bire koşturmamız
gerekiyor.
Eğer başörtülüler,
gerçekten Allah rızâsı için ve O’nun emri olduğundan dolayı başörtüsü
örtüyorlarsa, Peygamber ihtarları; modadan, yabancı erkekler tarafından
beğenilme arzusundan ve hevâya uymaktan, şeytanı ve şeytanlaşanları râzı etme
çabasından daha etkili olacaktır. O yüzden insanımıza, özellikle başörtülü
tesettürsüzlere şu hadis-i şerifleri hatırlatalım:
"Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim
iki grup vardır: Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları
döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen (örtülü
çıplak) ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve
hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu
kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu bile alamazlar." (Müslim, Cennet 52, 53, h. no: 2857,
Libâs 125, hadis no: 2128)
“Ümmetimin son
zamanlarında açık ve çıplak kadınlar bulunacaktır. Başlarındaki saçlarının
kıvrımları develerin hörgücü gibi olacaktır. Siz onları lânetleyin. Çünkü onlar
mel’un kadınlardır.”
(Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr)
"Rasûlullah
(s.a.s.), hafif bir elbise giyip tamamen vücut hatlarını örtmeyen kadınlara “Onlar
adı örtülü ama gerçekten çıplaktırlar” buyurmuştur (Süyûtî,
Tenvîru’l-Havâlif, c. 3, s. 103).
“Kadın, örtülmesi
gereken avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan ona gözünü diker.” (Tirmizî, Radâ 18)
Âişe (r.a.)'den
rivâyete göre, bir gün Ebû Bekir (r.a.)'in kızı Esmâ (ki, Peygamberimiz’in
baldızıdır) ince bir elbise ile Allah Rasûlü’nün huzuruna girmişti. Rasûlullah
(s.a.s.) ondan yüzünü çevirdi ve şöyle buyurdu: “Ey Esmâ! Şüphesiz kadın
ergenlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun
değildir.” Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret
etmişti." (Ebû Davûd, Libâs 31, 34, h. no: 4104)
Yüce Peygamberimiz,
zevceleri Ümmü Seleme ve Meymûne vâlidelerimizle oturuyorlarken ashâb-ı
kirâmdan görme özürlü Abdullah ibn Ümm-i Mektûm çıkagelince Peygamberimiz
eşlerine: “Bu zâttan korunun, ona karşı
örtünün” buyurdu. Ümmü Seleme annemiz de: “Yâ Rasûlallah! Bu zât a’mâ değil
midir? O bizi görmez, tanımaz ki (ondan sakınalım)!” deyiverdi. Bu söz üzerine
Peygamberimiz mü’min kadınlara ölçü olan şu cevabı verdi: “Evet (o a’mâdır, görmüyor), ama siz de mi körsünüz? Siz de mi onu
görmüyorsunuz? (Gözlerinizi koruyun ve tesettüre uyun).” (Ebû Dâvud, Libas
37, hadis no: 4112; İbn Kesir, Tefsîr, 3/283)
“Allah, peruk takana ve taktıran kadına lânet etsin!” (Buhârî, Libâs 86, Tıbb 36; Müslim,
Libâs 119, hadis no: 2124; Nesâî, Ziynet 25)
“Rasûlullah (s.a.s.)
kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen kadına lânet etti.” (Ebû Dâvud,
Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325)
“Allah’ın en çok
sevdiği yerler mescidlerdir. Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve
pazarlardır.” (Müslim,
Mesâcid 288, hadis no: 671)
“Gözler de zinâ eder;
onların zinâsı (bakılması haram olan kimselere şehvetle) bakmaktır.” (Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader
20)
Cerîr (r.a.) şöyle
dedi: Rasûlullah (s.a.s.)’a ansızın görmenin hükmünü sordum. “Hemen gözünü başka tarafa çevir!” buyurdu.
(Müslim, Âdâb 4; Ebû Dâvud, Nikâh 43; Tirmizî, Edeb 28)
“Erkek, erkeğin avret yerine, kadın da kadının avret yerine
bakamaz...” (Müslim,
Hayz 74; Tirmizî, Edeb 38; İbn Mâce, Tahâret 137)
“Hiçbiriniz, yanında mahremi bulunmayan bir kadınla baş başa
kalmasın.” (Buhârî,
Nikâh 11, Cihâd 140; Müslim, Hacc 424; Tirmizî, Radâ’ 1; Fiten 7)
"Kim dünyada
şöhret için elbise giyerse Allah ona kıyâmet gününde zillet elbisesi giydirir.
Sonra da onu cehennemin alevli ateşlerinde yakar." (Ebû Dâvud, Libas 5, h. No: 4029,
4030). Şöhret elbisesinden maksat,
başkalarına câzip görünmek ve fors satmak için giyilen elbisedir (Şevkânî,
Neylü’l-Evtâr, c. 2, s. 94). İbnü’l Esir ise şöhret elbisesinden maksat
insanların arasında göz alıcı elbiseler giyerek büyüklük taslamak, kibirli
tavra bürünmektir diye belirtir.
“Kim (dünyada,
dikkatleri üzerine çeken) şöhret elbisesi giyerse, Allah, alçaltacağı gün
alçaltıncaya kadar, o kimseden yüz çevirir (rahmet nazarıyla bakmaz).” (Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İ.
Canan, c. 17, s. 465)
"Cennette bir
kadının nasifı, dünyadan ve bir o kadar daha şeyden daha hayırlıdır.” Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, nasif
nedir?’ “Başörtüsüdür” buyurdular. (Ahmed bin Hanbel, II/483)
Ve bir âyet-i kerime: “Ey
Âdem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise
indirdik. Takvâ elbisesi (takvâ ile kuşanıp donanmak) ise daha hayırlıdır. İşte
bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları
indirdi).” (7/A’râf, 26). Daha hayırlı olan “takvâ elbisesi” nedir? Takvâ
(din örtüsü) ile kişi, kendini korumaya, dinî hayatına zarar verecek
şeylerden sakınmaya çalışır. O örtü ile korunur, o örtü ile temiz fıtratını
savunur, o örtü ile edep dışı işlerden kendini muhâfaza eder. O örtü onun için
zırh gibidir, sağlam bir kale gibidir, çevresinde onu tehlikelerden saklayan
nöbetçiler gibidir. İşte takvâ elbisesi budur. İnsanın rûhunu giydiren ve
doyuran elbise. İnsanın mânevî dünyasını kollayan, yüzünü kızartacak bütün
yanlış hareketlerden koruyan bir mânevî giysi, bir örtünüş ve davranış biçimi.
Mü’minin onuruna, kişiliğine, inancı, ahlâkı ve namusuna zarar verecek
davranışlardan onu koruyan bir giysidir takvâ elbisesi. Takvâ elbisesi, sırf
Allah rızâsı için ve emredildiği gibi, şuurla sevgi dolu teslimiyetle
örtünmektir. Takvâ elbisesi, takvâ hissi veya takvâ duygusu ile giyim, yani
hayâ duygusu ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci ile giyilen ve Allah'ın
izniyle maddî - mânevî ayıptan, çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan
bu elbise daha güzeldir, sırf faydadır. Takvâ duygusu olmayanlar ne kadar kalın
giyseler de çıplaklıktan kurtulamazlar. Asıl hayır takvâ elbisesidir ki,
örtülmesi gereken yerlerin örtünmesini sağlar, kişiyi maddî ve mânevî
hayâsızlıklardan korur.
Vahye dayalı gerçek
ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup
anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak
ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacası çağdaşlaştırılmış insanın şu veya
bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına yönelik kapitalist
tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir. Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek
bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman olmadan ahlâkın da olmayacağını,
gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına
anlatmak, inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî
anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması
mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir
(63/Münâfıkun, 8).
Bazı bayanların aşırı serbest hareketler içinde, müslüman bir hanıma
yakışmayacak basit tavır ve başörtülerine uymayacak çirkinlikte kıyafetle
toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir şahsiyet problemidir. Bu
davranışların hem kendilerini küçülttükleri, hem örtülü bayanlar hakkında
yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara koz verdikleri ve hem de dini yanlış
tanıttıkları yönüyle fitneye sebep olan bu çeyrek tesettürlü bayanlar, her
geçen gün daha da artmaktadır. Ama, bunu toplumdaki tüm müslüman bayanlara
şâmil kılmak veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan tümüyle
uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir.
Başörtüsünün tek başına ele alınıp öyle anlatılması ve anlaşılması, onun
yozlaştırılmasına sebep olabilmektedir. Başörtüsü dinin emirlerinden bir
emirdir. Birçok dinî görevin yerine getirilmesiyle başörtüsü İslâmî bir anlam
kazanır. Dinin emirlerini yerine getirmeyen ya da diğer giysi ve davranışları
başörtüsünün ruhuyla bağdaşmayan insanının başında ise o sadece bir bez
parçasıdır. Bir ev düşünün onun üzerinde bulunduğu arâzinin toprağı gevşekse,
yağan yağmur, esen rüzgâr onun toprağını oradan alıp götürüyorsa; bu durum, ev
içinde oturanlara güven vermeyecektir. Sağlam bir ev, ancak sağlam bir zemin ve
güçlü temel üzerine inşâ edilebilir. İşte aynen bunun gibi, iman da sağlam bir
zemindir. Ameller ise bu zemin üzerinde yükselen binadır; başörtüsü ise bu
binanın çatısı, tesettür/örtü ise onun dış cephesidir. Temeldeki çürüklük
binanın her yerine yansıyacaktır. Sağlam bir iman olmadan, başta duran
başörtüsü ne kadar sıkı bağlanırsa bağlansın, temsil ettiği değerler; nefis,
şeytan veya onların dıştaki temsilcilerinden gelen en ufak bir rüzgârda uçup
gidecek veya başörtülü ama çıplak denilecek tip oluşacaktır.
İçinde, olması gerektiği şekilde iman esaslarını taşıyanlar için
başörtüsü, “başı gitmeden başından gitmeyecek” kadar değer ifâde ederken,
içinde olması gereken imanî değerleri olmayan veya zayıf olanlar için ise, o
hizmet için, üniversite için tâviz verilebilecek bir teferruattır, olmasa da
olur; ya da haram bakışları uzaklaştırmak yerine çekiciliği artıracak şekilde
istismar edilebilecek bir oyuncak haline gelir.
Örtü Allah’a itaatin simgesidir. “Ben, vücudumda geçici bir süre duracak
olan bir kiracıyım, emânetçiyim” diye düşünmeli insan. Vücuduma ait hangi organ
olursa olsun o bana O’nun tarafından bir hediyedir. Hem de öyle değerlidir ki,
hiç bir hakkım yokken bana verilmiş. Bunun bana bir lütuf olarak verilmesi
karşısında ikram sahibine karşı kayıtsız kalamam. Bu, saygısızlık olur” diye
düşünmeli insan.
“Bu kadar lütuftan
sonra... Evet benim üzerimde hâkimiyeti ve merhameti bu denli açık olan Zâta
karşı yapmam gereken görev O’nun emir ve yasaklarına uymak olmalı. Zira O beni
benden iyi tanıyor. Bana neyin faydalı, neyin zararlı olacağını benden iyi
biliyor. Benim için her yaptığı şeyde bana yönelik faydaları o işlerin arkasına
takan Zat, tesettürde de benim bilemediğim ve göremediğim faydaları onun
arkasına takmıştır” demeli ve itaat etmeli.
İnsan şöyle düşünmeli;
“Ben, bana ayda sözgelimi 500 dolar verene günümden şu kadarını, şartlarını
onun belirlediği işleri yapmak için veriyorum, hatta aldığım ücret yüksekse
bunu seve seve yapıyorum. Rabbim bana yığın yığın nimetler veriyor. Bir gözümü
milyarlarca dolara değişmiyorum, hayatıma değerler biçemiyorum. Bana bu kadar
nimetleri hiç liyâkatim olmadığı halde veren Zâta karşı, değil günümün, ömrümün
bütün zaman dilimlerini, şartlarını Onun belirlediği kulluk için seve seve
veririm. Bana bin dolar maaş veren işverenimin bana emretme hakkı, benim de
emredileni yapma görevim varsa ve ben bunu aldığım ücretin doğal bir sonucu
olarak yapıyorsam ve işimi yapmaz veya aksatırsam bütün sonuçlarına
katlanıyorsam; şunu da iyi bilmem lâzım: Bana her şeyi veren Allah da bana
emrediyor. Bin doları veren, hayatımın bir bölümünü şekillendirme hakkına
sahipse, Allah (c.c.) verdiği şeylerle hayatımın tamamını istediği biçimde
şekillendirme hakkına öncelikle sahiptir.”
Sadece insan elbise
giymez, giysi de insanı giyer, yönetir, yönlendirir. Dış, için aynasıdır. Dışı
İslâm’ın anladığı anlamda temiz olmayanın içinin de çok temiz olmasına imkân
yoktur. Kıyâfetin insan rûhuna etki ettiği de bir vâkıadır. O yüzden kadın
giysisi giyen erkek artık kadın gibi tavırlar takınır. Bunun tersi de
geçerlidir. O yüzden Peygamberimiz, çok küçük yaştaki çocukların bile karşı
cinsin elbiselerini giyinmelerini yasaklar, hatta karşı cinsi çağrıştıracak
renklerdeki giysileri de. İşte giysinin insan rûhuna bu etkisi, İslâm’ın uygun
görmediği tarzdaki kıyâfetin imana da zarar vermesine sebep olabilecektir.
Aynen gerçek imanın tam tesettürü, takvâ giysisini zorunlu kıldığı gibi.
18 ilâ 20. Yüzyıl Türk
tarihi, biraz da kıyâfetlerdeki acâyip ve hızlı değişimin tarihidir. Tanzimat
denilen Batıya entegre olma, yönetimi ve halkı Batılılaştırma çabası, hayatın
her alanında olduğu gibi, kıyâfetlerde de büyük kırılmanın başlangıcı olmuştur.
Bu kırılma, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki devrimlerle, kop(arıl)ma noktasına
getirilmiştir. En önemli devrimlerin kıyâfetle ilgili olması, giysinin sadece
bir görüntüden ibâret olmayıp oradaki değişimin kişinin inanç dâhil, tüm
dünyasını değiştireceği gerçeğinden yola çıkılarak yapılmıştır. Tanzimat’la
birlikte halkın giysi özgürlüğü baskı altına alınmış, devlet zoruyla kişiler
Batılı giysilere mecbur edilmiştir. II. Mahmut zamanında başlamış olan bu
faşizan, baskıcı, ceberut tavır, günümüzde de hâlâ sürdürülmektedir. Pantolon,
ceket ve kravatı devlet dairelerinde zorunlu hale getirip “modern kâtip”
giysisini dayatma ile yetinilmemiş, Yunanlıların başlarına geçirdiği kıyâfet
olan fes, II. Mahmut tarafından zorla âlime, câhile giydirilmiştir. Müslüman
halk, bu Batılı kıyâfetlere gâvur kıyâfeti demiş, bu giysileri zorla giydiren
yöneticiye de “gâvur padişah” adını takmıştır. Bununla birlikte devlet güç
kullanarak bu devrimi uygulamış, ardından nice zaman geçtiği halde ve fesin
Cumhuriyetle birlikte terk edilmesine rağmen câmilerdeki namaz kıldırma
memurları (üzerine sarık sararak) hâlâ bu köhne devrimi canlı tutmakta devam
edegelmiştir. II. Mahmut’tan beri yöneticiler kendi güçlerini insanların
başlarında görmeyi en büyük hedef saymışlar, baş üstünde yer edinemeseler de
başın üstünde kendi devrimlerine yer bulmanın sadistçe mutluluğunu tatmak
istemişlerdir. Adı geçen padişah, kafalara fes geçirip kendi egemenliğini
başlarda görüp herkese gösterdiği gibi; aynı tavır, ilk cumhurbaşkanı
tarafından da kafalarda şapka görülmek istenmesiyle ortaya konmuştur. Sonra
egemenlik ve etkinliklerini başörtüsü yasağı şeklinde halkı sürüleştirme
zevkini tadarak görmeyi sürdüren zihniyet, bütün bu yaptıklarını
Batılılaştırma/çağdaşlaştırma adına yaptıklarını ifade etmeyi görev
bilmişlerdir.
Modernizm, günümüzde
faşist bir din halini almıştır. Global dünya dini olarak dayatılan bu
emperyalist dünya görüşü, insanı tek tip haline getirip sürüleştirmekte, onu
her yönüyle köleleştirmektedir. Batılılaşan bayan, niye giysisini, giysisiyle
dikkat çekmek istediği vücudunu teşhir etme ihtiyacı duymaktadır? Modernizm
şeklinde ortaya çıkan çağdaş Batı yaşama biçimi ve ideolojisi olan materyalizm,
insanın rûhunu, mânevî dinamiklerini hiçe saymakta, kişiyi sadece sahip olduğu
giysiden, arabadan, paradan, maldan ibâret kabul etmektedir. Bayanları da
etten, deriden ibâret, giysiden, kozmetik ürünlerden, süslenmeden ibâret
görmektedir. Batılı(laşmış) insan da kendine biçilen rolden memnundur. Zinâya
yaklaşma ve yaklaştırma olacakmış, toplum ifsâd edilecekmiş, erkekler tahrik
edilip günahlara dâvetiye çıkarılacakmış, böylece kendisinin yolunu tuttuğu
Cehenneme nice erkekleri de sürüklüyor olacakmış, çağdaş bayanın umurunda
değildir. Nasıl olsa, memlekette demokrasi var; canı ne isterse onu giyer,
vücut onun değil mi, istediği gibi yapar…
II. Mahmut’la birlikte
müslüman halkın kıyafetine müdâhale edilmeye ve resmî kıyâfet dayatılmaya
başlanmış, TC kurulur kurulmaz da daha net ve sert kıyafet devrimi uygulamaya
konulmuş bir coğrafya, müslüman hanımların modernleşmesi konusunda diğer
ülkelere karşı ilk kötü örneklere de sahne olmuştu. 20. Asırda devrimlerle
devrilen değerlerle ilgili olarak, önce bin senedir giyilen çarşaf
çıkar(t)ılmış, sonra peçeler at(tır)ılmış, zarûret olmaksızın yani çarşıda
pazarda yüzlerin açılması yaygınlaşmıştı. Bilenler ya da hatırlayanlar ne kadar
kaldı bilmem, hâlâ bazı kitaplarda ve mahfillerde “bol pardösü çarşafın yerini
tutar mı?” tartışmaları yapılır(dı). Hanbelî, Şâfiî ve Selefîlerin câiz
görmediğinden de yola çıkılarak özellikle fitnenin kol gezdiği günümüz ortamı
gibi durumlarda ihtiyar olmayan bayanların diğer tarafları kapalı olsa da,
yüzlerini ulu orta açmalarının câiz olup olmadığı gündeme gelirdi. Nereden
nereye? Bugünkü entel takılan kültürlü bir bayana bunları anlatmak, hele takvâ
ve azîmeti tavsiye etmek bile ne kadar mümkündür? Bu gidişle, korkarım birkaç
sene sonraki bu dergiye benzer bir dergide bu yazara benzer bir yazarın
makalesinin başlığı şöyle olacak: “Şeffaf Başörtüsü Tesettüre Uygun mudur?” Ya
da “Açık Göbek Modası Başörtülü Bayanlar Arasında Niye Hızla Yayılıyor?”
“Başörtülü Kızlardan Oluşan Dans Grubu Nasıl Ortaya Çıktı?” Gazete haber
başlıklarından bazıları da şöyle olacak: “Güzellik Yarışmasına Katılmak İsteyen
Başörtülüler”, “Başörtülü Şarkıcı ve Sanatçılar Dernek Kuruyor.”
Bu anlatılanlardan, “bütün başörtülü bayanlar
böyle” gibi bir yargı çıkmaz elbette. Haya ve iffet sembolü, tam tesettürlü,
ihtiyaç için çıktığı sosyal hayatta dişiliğiyle değil, kişiliğiyle hanım
hanımcık yer alan ve Allah rızâsı için örtündüğü her davranışından belli olan
şuurlu kızlarımızı ve kız kardeşlerimizi tenzih ederiz. Üzüldüğümüz şey; bu
mücâhidelerin sayılarının giderek azalması ve kopmaların, karşı sınıfa
transferlerin özellikle okuyan ve hele hele çalışan bayanlar arasında hızla
artış eğilimi göstermesi.
Kraliçe Çıplak: Andersen’in meşhur masalındaki çıplak
kralın çıplaklığını göre göre kabullenip dile getirmekten çekinenler gibi oldu
insanımız. Başlarındaki taç kabul ettiğimiz başörtüsü ile kral değilse bile
bizim mahallenin kraliçeleri durumundaki başörtülülerin örtüyü istismar edip
yozlaştırmasından dolayı “kraliçe çıplak!” diye bağırmayı göze alanlar olmazsa
bu çıplaklık tüm toplumu mahvedecektir. “Öyle bir fitneden sakının ki o,
içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkese yayılır ve hepinizi
perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25)
İslâm düşmanlarının
bile bu konunun önemini bilerek devrimler ve baskıcı uygulamalarla kendi
giysilerini dayattıkları bir dünyada, kendi kimliğimizi giysilerle de korumalı
ve göstermeliyiz.
Ne mutlu, tesettürünü
bayraklaştırıp cihadını ilân eden, hicap bilincine sahip, takvâ elbisesini hiç
üzerinden çıkarmayan iffet ve hayâ timsali hanımlara! Kılık kıyafet ve yaşayış
prensiplerini İslâmî ölçülere göre tanzim edip nâmusunu muhâfaza eden edepli
gençlere!
Gözünde haram
bakışların isi olmayan erkeklere ve yüzünde haram bakışların izi ve lekesi
olmayan kızlarımıza selâm olsun!