Eğitim Konusuyla İlgili Açık Oturum

 

                                                                                  Vuslat Dergisi, sayı 51, Eylül 2005

 

 

Hamza ER: İçerisinde yaşadığımız toplumda birçok etken, zihinleri temiz beyaz bir sayfa olan çocuklarımızın, faydasız, yanlış ve art niyetli bilgilerle kirlenmesine sebep olmaktadır.

 

Evlerin vazgeçilmez âleti TV., artık her ortamda rahatça ulaşılan İnternet ve her gün altı - yedi saat teslim edilen okullarda verilen bilgiler, acaba mü’min bir anne ve babanın arzu ettiği, hedeflediği fikirsel gelişimi çocuklarında sağlayabilmekte midir? Tabii ki HAYIR.

 

İnsanları bir hayal dünyasına davet etmekten, sinsi bir rekabette taraf olmasını sağlamaktan öte hiçbir şey vermeyen, zararı faydasını kat kat geçmiş olan TV. yayınlarının, evlatlarımızın mü’mince bir şuura sahip olmasına katkısı asla beklenmemelidir. Aile büyüklerinin gözetiminin dışında ulaşılan İnternet bilgisinin, evlatlarımızın zihninde ve kalbinde tahribatlara yol açtığı âşikârdır.

 

Okullarda, standart fen-matematik bilimlerinin dışında dayatılan tarih, düşünce, din kültürü, vatandaşlık gibi derslerin tartışılmasına müsaade edilmemesi, çocuklara objektif bilgi yerine dayatmacı ve zorla kabullendirici bir anlayışla sunulan bilginin sebep olduğu fikir karmaşasından evlatlarımızı arındırmak için tüm imkânlarımızın seferber edilmesi kaçınılmazdır.

 

Evlatlarımızı elimizden alan, bizim arzuladığımız, inandığımız gibi çocuklarımızı yetiştirmemize müsaade etmeyen tüm bu etkenlere karşı, alternatif eğitim projeleri geliştirmek, kirletilmeye çalışılan, tek bir kalıba sokulmak istenen çocuklarımıza, hayatın her alanında yalnızca Allah’a kul olması gerektiğinin şuurunu vermek, materyalist, kapitalist, faşist çirkefliklere bulaşmadan ahireti önceleyen ve dünyayı cennete giden yolda bir gölgelik olarak idrak edecek tevhidî bilinci aşılamanın, boş vakitleri değerlendirmenin ötesinde, ertelenemez bir görev olduğunu düşünüyoruz.

 

Bu vesileyle, müslüman fikir sahiplerinin bu konuyu tartışmaya başlaması, sivil oluşumların, derneklerin, vakıfların, yazılı ve görsel yayın organlarının değerlendirerek alternatif eğitim programlarının düzenlenmesinin gerekliliği, azınlıkların kendi inançlarına göre eğitim alabildiği bir toplumda müslümanların kendi inandıkları eğitim ve öğretim programlarının uğraşısını vermesi, çocuklarımızın bilincinin inşa edildiği ilk mekânlar olarak ev çalışmalarının önemi gibi konuların altının çizilmesi gerektiğine inanıyoruz.

 

Bu tartışmanın dert edindiğimiz, sıkıntısını çektiğimiz ama sürekli ertelediğimiz meselelere karşı dikkatleri çekmeye katkı sağlayacağını ümit ediyoruz.  

 

Ali ÖNER: Genelde sistemler kendileri ile ilişkiye girecek fertleri kendileri ile problem yaşamayacak bir tarzda yetiştirmeye çalışır. Böyle olunca da, problemsiz, başkaldırısız, kişiliksiz bir insan tipi nasıl oluşturulur, bunun arayışı içerisine girilir ve böyle bir tip oluşturulmaya çalışılır. Böyle bir zihniyetten hareket edildiğinde, sistemler alternatif olabilecek eğitim modellerini kabul etmek istemezler. Yani problem yaşayacak bireylerle karşı karşıya gelmek istemezler. Böyle olunca da kendisinin kurgulamış olduğu ve kendisine ait bir dünyayı, yeni bir tarih, yeni bir zihniyet, yeni bir aile tipi oluşumuna gider ve her şey kurgulanır. Bu kurgu dışına çıkacak çok az insan vardır. Yani düzen düşünmesine katkı sağlayacak materyallerin piyasada olmasını engellemek için elinden geleni yapacaktır.

 

Ahmed KALKAN: Tabii, burada mutlak doğru ile, herkesin kendine ait doğrusu arasında inancımız açısından ayrım yapmamız gerekiyor. Dolayısıyla herkes kendi doğrusunu ve kendi insanını yetiştiriyor derken “eh ne yapalım belki kendisi için doğrusu budur” diyebileceğimiz bir durum değildir bu. Müslüman olarak, bize rağmen çevremize rağmen, her şeye rağmen, Rabbimizin mutlak ölçü olarak dini var, emirleri var.

 

Vahdettin IŞIK: Ali Bey’in dediğine bir şerh düşmek isterim. Yani mevcut haliyle, modern ulus devlet modelini kast edersek Ali Bey’in dediklerine katılırım. Ama bu tarihsel olarak da böyle olmamıştır. İslâmî bir hayatın egemen olduğu, İslâm’ın hayata şekil verdiği ve bunun bir model olarak kabul gördüğü düzenlerde bu böyle olmaz. Bunun böyle olmadığını biz 1400 yıllık İslâm tecrübesinden biliyoruz. Ali Bey’in dediği, bir ölçüde doğru, ama bunun yeni bir olay gibi olduğunu düşünüyorum. En azından müslümanlar açısından yeni bir olay gibi geliyor bana. Çünkü ulus devlet yapılanması, seküler bir dünya ve hayat tasavvurunun ardından ortaya çıkmış bir modeldi. Siyasal bir model olarak da merkezî,  totaliter, hayatın bütün alanlarını merkezden belirlemeyi, deyim yerindeyse ipin ucunu elinde tutmayı esas alan bir modeldi. Eğitim de öyle yapılandırıldı. Ulus devletin, bütün örgütlenme modellerine, o toplumun bütün kurumsal süreçlerine, çok ciddi bir etkisi var. Ben, mevcut okul modelinin, bizatihi bize ait bir model olmadığını düşünüyorum. Bizdeki medrese ve tekke geleneğinin hiç birisinde böyle değildir. Okul modeli, o öğrenciye dersi verecek hocanın bile şahsî inisiyatifini elinden almış, müfredatını bile merkezden belirlemiş bir modeldir. Oysa bizde bu böyle değildir. Aynı caminin içerisinde ders veren iki müçtehidin tutumları arasında bile fark görebilirsiniz. Kaldı ki İslâm tecrübesi şunu da  gösteriyor, Müslüman olmayan insanların kendi özgün hayat tarzlarını devam ettirebilmeleri için, bilgilenme süreçlerine de engel olmuyor. Dolayısıyla buradan baktığımızda “bütün sistemler kendilerine uyumlu insanlar yetiştirirler” genellemesi belki modern dönemler için daha fazla geçerlidir.

 

Ali ÖNER: Benim yaptığım bir durum tespitiydi. Alternatif sisteme daha gelmedim. Daha sonra İslâmî alternatif eğitim sistemine gelince, medrese usulü, farklı itikadî ve amelî mezheplerin ortaya çıkışı gibi konuları görmekteyiz. Biraz önce çok güzel belirttiniz, yani her müçtehidin bir yetiştirme, bir pedagojik formasyonu var ve ona göre yetiştiriyor.Yani doğrusu tabandan tavana doğru gidiyor, ama ulus devletler yani şu anda var olan mevcut sistemlerde, yukarıdan aşağıya doğru bir dayatma söz konusu.

 

Ahmed KALKAN: Tabii, olayı daha eskiye ve insanlığın ilk tarihine yöneltirsek, okul gibi, ulus devletler gibi modern çağlarda gelişen sistemlerden önce, insanoğlunun yeryüzüne gelmesiyle başlayan Hak-Bâtıl mücadelesine değinmemiz gerekir. Tevhidî eğitim, ilk peygamber olan ilk insanla birlikte ve Allah tarafından kendisine ilim öğretilmesi sayesinde uygulamaya başlıyor. Bunun karşılığında da alternatif şeytanî eğitimler, cahilî eğitimler söz konusu oluyor. Alternatif kelimesini bilinçli olarak ikinci sıraya aldım. Fıtrî, tevhidî eğitim temeldir, asıldır, esastır. Bugün bizim hep müdafaa yönlü olarak,  zımnen  kabulün gerektirdiği pasif bir itirazla alternatif kelimesi kullanılıyor. Söz gelimi baskın güçler, kendisini esas aldığı için, farklı sesleri alternatif olma, olmama iddiasıyla eleştirirler. Bir muhalefet en fazla alternatif olabilir. Söz gelimi modern tıp her şeydir, esastır. Çin tıbbı, akupunktur vs, bitkilerle tedavi, alternatif tıptır. Alternatifte biraz küçümseme var, dışlama var. Yani, aslının yerini ne kadar tutabilir şeklinde şüphe ve küçültme var. Hatta bunu ister istemez müslümanlar da kabullendi. Sözün başlangıcında, biraz da müslümanların baskın güçler karşısında zahirî ve dünyevî planda mağlubiyeti acı bir şekilde bütün coğrafyalarda yaşamanın izdırabından dolayı, “alternatif model oluşturabilir miyiz, oluşturamaz mıyız?” denildi. Bu biraz vakanın tespiti ama bulunduğumuz, durduğumuz sağlam yerin göz ardı edilmesi gibi bir problemi de içeriyor.

 

Ben bırakın başka güçlere alternatif olmayı, onlar bana alternatif olabilirler mi? Diye düşünmeliyim. Tevhidî eğitime, insanı her şeyiyle kuşatan, asıl olan, Allah’tan gelen bir ilme, şeytanî bir yaklaşım ne kadar alternatif olabilir? Bugünkü  sanal hâkimiyetleri, işin fiilî bir durumu olarak görmekle birlikte, bizim aşağılık duygusundan arınmamız gerekiyor.

 

Dolayısıyla eğitimi bu anlamda ikiye ayırmak lâzım: Cahilî eğitim ve Tevhidî eğitim. Tevhidî eğitim esastır. Cahilî eğitim, ona itiraz manasında, başta şeytan ve ona dayalı ideolojilerce her dönemde farklı egemen güçler tarafından empoze edilir. Öncelikle bu öz güveni tekrar gündeme getirmek lâzım. İkinci olarak her türlü cahilî eğitimin temel prensibi, modern uluslar düzeyinde de, daha eskisinde de, Doğu sistemlerinde de, geçerli olmak üzere vahyi reddetmesidir. Ya da söz gelimi orta çağda hıristiyan eğitiminde olduğu gibi, vahyi tahrif ederek yönlendirmesi şeklindedir. Esasında, o da aynı noktaya geliyor, yani vahyi merkeze almamak gibi bir problemi var. Bizim esas itirazımız, eğitimin kimler tarafından, hangi sistemle, hangi yöntemle, ne çeşit uygulamalarla verilmesinden önce; vahyi dışlayan, Allah’ı bilimsel anlayışına karıştırmayan, bir put haline dönüşen bir eğitim yaklaşımıdır. Yani tanım içerisine bizim değerlerimizin hiç birisini lütfen olsun koymuyor, hatta o kadar koymuyor ki, Ebu Cehillerin kendi dünyalarına karıştırdığı kadar Allah’ı karıştırmayan, bu noktada kendi ideolojilerine şirk koşturmayan, (şirk tabirini onlar açısından ve lügat anlamıyla kullanıyorum) bir anlayışları var. Vahyi, Allah’ı, İslâm’ı alternatif olarak, bir faraziye, bir teori olarak bile tartışmaya açmayan bir yaklaşımları var. Karşı tarafın, bağnaz, dışlayıcı, suçlayıcı tavırlarından dolayı, ıslahatçı bir yaklaşımla düzeltilebilecek bir nokta olmadığını düşünüyorum. Besmele ile başlamayı bile kendi eğitim prensiplerinde suç sayan, İslâm’ın en küçük çapta görünüşü olan başörtüsü gibi, sakal gibi meselelere bile müsaade etmeyen, Allah’la ilgili hiçbir şeyi bilimsel yapı içinde değerlendirmeyen, teori olarak bile gündeme getirmeyen bir anlayış var. Onların bizi, bizi biz yapan değerleri, bu şekilde dışlamasına rağmen müslümanlar önce zihinlerinde böyle bir dışlamanın bilincinde değiller. Yani uzlaşmacılar, yani küçük cılız tavır ve çalışmalarla alternatif olma iddiasındalar. Tabii alternatif olma iddiası da başkalarının kendilerine verdikleri imkânlarla sınırlı. Bir iktidar muhâlefetini kendisi seçiyor veya onu kolay yönlendiyorsa, ebediyen iktidarda kalır. Yenebileceği, diş geçirebileceği bir muhâlefeti seçeceğinden, yönetimi devamlı tekelinde tutar. Dolayısıyla Kur’an Kurslarını, İmam Hatipleri, kendileri “lütfen” müsaade eden bir yaklaşım, dilediğinde onu hizaya çekecek, dilediğinde içini boşaltıp değişik şekilde dolduracak, yön verecek ya da elinizden alıverecek. Dolayısıyla “alternatif” derken, bir Kur’an Kursu, İmam Hatip gibi şeyler veya yer yer müslüman öğretmenlerin ıslahatçı tarzda okullarda öğretmenlik yapması gibi haklar akla geliyorsa yanlış yerden başlıyoruz diye düşünüyorum.

 

Vahdettin IŞIK: Meseleyi bütün meselelerde olduğu gibi kendi kavramlarımızla yeniden düşünmeyi denersek, buradan daha sıhhatli şeyler doğabilir. Kolay değil, bunu biliyorum. Çünkü çok uzun bir zamandır hayatı, İslâm dışı bir telakkiyle şekillendirmeye çalışıyor güç sahipleri. Bunun ürettiği kanunlar bizim dünyamızı da kuşatmaya başladı. Meselâ bizim aramızda da çok moda olan bir kavramlaştırmaya da bakarsak bunun bizi ne kadar etkilediği görülür. Birçoğumuzun yazılarının, söyleşilerinin altına şöyle yazılır “Eğitimci-yazar.” Bu bana çok ağır gelmektedir. Çünkü, eğitmenlik tamamen  dilimize yerleşir olmuştur. Bizde tabii kavramlar çok farklı. Hakikaten kavramlar bir kavram saplantısı olarak görülmemelidir. Bunlar bizim sütunlarımız, bir şeyler bunların üzerine bina ediliyor. Meselâ bizde âlim vardır, talebe vardır. Âlim doğrudan ilim ile irtibatlı bir kavramdır. Ve ilim ile bugünkü bilim arasında da çok temel bir kaynak farkı vardır, değer farkı vardır, hedef farkı vardır. Dolayısıyla bugün okullarda okutulan şey bir kere bizim anladığımız anlamıyla ilme taalluk eden bir şey değildir. Ona da değinmemiz gerekir. “İlim” doğrudan doğruya vahy ile irtibatlı bir kavramdır. Kur’an’a baktığımız zaman karşıt anlamı “zan”la ifade edilir. Dolayısıyla “Allah zandan çokça kaçınmamızı” bize öğütler. İlim sahibi olmak vahiyle doğrudan irtibatlı olmakla ilgili bir meseledir. Talebe ise, bu vasfa sahip olduğuna inandığı bir kişiyi tercih eder ve ondan bunu talep eder. İki tarafın da şahsiyet olduğu, ne yaptığının farkında olduğu bir süreçtir bizdeki talim süreci. Talim de zaten ilim ile irtibatlı bir kavramdır. Bizde terbiye kavramı da vardır, terbiye de doğrudan Rubûbiyetle, Rab kavramı ile ilintilidir. Hatta biz bu kavramı güncel hayatımızda da çok kullanırız. Meselâ bizde eskiden yer döşemelerinde râbıtalı ağaçlar olurdu. Yani siz  bir başka tahtayı, öbür tahtayla çok bütünleşmiş ve bağlantılı güzel duran bir halde yerleştiren bir düzeneği oluşturursanız o, râbıtalı tahta olurdu. Yani burada bir şeyi kendisinin çok tabii mecrâsı içerisinde, bir başka varlıkla çok büyük bir uyum içerisinde, deyim yerindeyse fıtratının gereği olan bir tarzda konuşlandırırsanız, orada bir terbiye gerçekleşmiş olur. Tabii ilmin bizatihî bağlam kaymasına uğradığı, kaynak problemini yaşadığı bir yerde ortaya çıkacak şey terbiye değil, eğitim olacaktır. Bir kere böyle bir kök farkı vardır. Birden bire ben güncel hayatımda, talim, terbiye, âlim, muallim kavramlarını kullanırsam yadırganabilir. Ama en azından bu kavramların içeriklerinin böyle olduğunu  zihnimizde çok diri tutmamız lâzımdır. İlişkilerimizi ve amellerimizi, buradan kalkarak yeniden şekillendirmeyi denememiz lâzım ve ben açıkçası daha iyisini, daha doğrusu aynı anlamı, aynı maksadı temin edecek yeni kavramlar üretinceye kadar bazı kavramlarımızda ısrar etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Meselâ ben ilim yerine hiçbir şey koyamıyorsam, ilim kavramında ısrar etmem gerektiğini düşünüyorum. 

 

Ahmed KALKAN: Bize ait değerlerle, bâtıla ait değerlerin arasını kavramlarımızla da ayırmalıyız.  Söz gelimi bâtıl yolla savaşa girip de ölenlere, kendi kavramımızı kullanarak nasıl  şehit diyemiyorsak,  bugünkü okulları bir talim kurumu olarak görmemek, bu günkü eğitimi terbiye olarak adlandırmamak, bugünkü bilimsel verileri İslâm’ın vahiyle özleştirdiği ilim diye değerlendirmemek, kendi değerlerimizi ifade ederken de bâtıl zihniyetlerle ilgili kavramları kullanma gibi bir karışıklığa götürmemek gerekiyor. Ben Batılılara Allah’ı anlatırken, onların God dediğine atıfta bulunmuyorum. Yani  God  şudur dediğim zaman, onun kendi kültüründe, söz gelimi İsa’nın (a.s) kişiliğinde nice bâtıl anlayışlarla ortaklaşmış bir tanrı figürü ortaya çıkıyor. Siz ancak Allah kavramını kullanarak bir Batılıya tevhidi sunabilirsiniz, ama onun tanrı anlayışına da Allah anlayışı diyemeyiz; tanrı anlayışı demek gerekir. Biz o tanrıyı reddediyoruz. İşte burada Kuran’la ilgili hususları, Kuran’ın kavramlarıyla dillendirirken, câhiliyeyle özleşmiş yapıyı da kendi kavramları ile değerlendirmek, hakla bâtıl arasındaki olması gereken ayrımı gözetmek gerekir. “Ben eğitim kelimesini kullanmayacağım” demek doğru bir şey değil, “ben tanrı kelimesini kullanmayacağım” demenin doğru olmadığı gibi. Tabii reddedilmesi gereken bâtılın anlayışlarını ifade etmek için; “Allah’tan başka tanrı yoktur” demek zorundayız, hâşâ “Allah’tan başka Allah yoktur” demek çok yanlış, saçma ve de tuhaf olur.   

 

“Eğitim” kelimesine gelince; Bu kelime kaç yılında ortaya çıkmış araştırdım. 1935 Yılında türetilmiş, yani uydurulmuş. Okul kelimesi de 1934 yılında türetilmiş. Türkçe “okumak” fiilinden türetilmiş. Ne var ki, “-il/-ul” eki, 1934’e kadar hiç kullanılmadığından ek Türkçe yapım ekine, “okul” da kelime yapısına uygun değil. İngilizcesi school olan écolé (ekol)ün karşılığı yerine bozuntusu tercih edilmiş; aynen Batı kavram ve yaşayış tarzının biraz bozulmuşu ithal edildiği gibi. Türkçe okul haline getirilen “ekol”ün aslı da ilk olarak Yunanlılarda ortaya çıkmış Milat öncesi Atina adındaki uygarlık kabul edilen yaşam biçiminde. Tuhaftır, “aristokratların hayatta getirisi olmayan uğraşlara vakit ayırabilmesi”ni ifade eden bir anlamı var. Helenistik devirde bu kelime, eski Atinalılar gibi entel tarzda sohbet etmenin tekniklerini öğreten kurs anlamı kazanmış. Çağdaş Batıda ancak her türlü okul anlamında kullanılmaya başlanmış. Okul karşılığındaki ekol kelimesi; ilk ve esas olarak insanları etkileyecek, retorik ve söz sanatları tabir edilen söz canbazlığını, nutuk atmayı entel tabakaya öğretme amaçlı olan, paralı kurumlara deniliyordu. Yani zannedildiğinin aksine okul kurumu, toplumun bireylerini, uyumlu vatandaş hale getirmek amaçlı, insanı düşünen, çocuğu düşünen, kendi sistemleri açısından da olsa onları topluma faydalı bir birey haline getirmek isteyen bir kurum değil. Entel bir zevk için bir kültürel etkinlik amaçlı, zengin ve şımarık aristokrat sınıfına, hitabet ağırlıklı, daha çok da laf ebeliğine dayanan faydasız (faydasızın altını kendileri çiziyorlar, kelime bu anlama geliyor) şeylerin öğretildiği bir kurum olarak işlev görmüş. Giderek bu anlayışla, alternatif denilen okullar açılmış, Atina’dan Isparta’ya ve Roma’ya ihraç edilmiş; sonra da Ortaçağ zihniyetinde dogmaların öğretildiği bir kurumlar haline getirilmiştir. Bugün bizim kendisinden aldığımız ekol kelimesi ile kurumun iç işleyişiyle, müfredatıyla etkilendiğimiz Batı, söz gelimi “okulsuz toplum” çağrılarına müsamahalıdır, aynı zamanda alternatif okullara da yeşil ışık yakar. Bugün ABD dâhil Batı ülkelerinin hemen hepsinde, ilk okuldan üniversiteye kadar, Hristiyanlara, yahudilere komünistlere, ateistlere ve hatta bir kaşık suda boğmak istedikleri Müslümanlara okul açma özgürlüğü var. Yani siz belirli sayıdaki farklı ideoloji veya din mensubu insanlar müracaat ediyorsunuz, o devlet size finansmanını sağlıyor, binasını temin ediyor, imkânlarını veriyor. Ne yaparsan yap, Tevrat Kursu, Kur’an Kursu gibi faaliyetini yap; hatta öğretmenini ben seçeceğim, müfredatını da ben tespit edeceğim bile demiyor. Siz şartlara uygun hangi öğretmenleri istiyor, nelerin okutulmasını talep ediyor, eğitim sisteminizin nasıl olmasını arzu ediyorsanız, çoğu tercihi size bırakıyor. Düzenin kendisinin belirlediği çok az şeyler var. Söz gelimi, eğitim dilinin o ülkenin dili olmasını şart koşuyor, anayasasının zorunlu kıldığı ırkçılık yapılmaması gibi üç - beş madde ile sınırlanabilecek şeyler istiyor ve alternatif eğitim modellerine tümüyle açık olduğunu ifade ediyor. Hatta daha öte, “ben bu alternatifleri de beğenmiyorum, ya da benim alternatifim yok” diyen bir kimseye, okula gitmeme özgürlüğünü nice Batılı ülke tanıyor. Meselâ kendilerine “anarşistler” denen kimseler okulları protesto ederler ABD’de, Avrupa’da; okulları ve askerliği protesto etme hakkı vardır bazı bedellerini ödemekten kaçmayan insanların. Böyle bir özgürlüğü tanıyor. Yani kendilerinden hem “okul”un adını hem yapısını aldığı sistemden çok daha fazla dayatmacı olmuş Ortadoğu ülkeleri. Kraldan daha fazla kralcılıktır bu.

 

Onların bile tümüyle dışlamadığı, alternatif olarak müsaade ettiği bir sistemi, özgürlüğü  müslümanların yaşadığı ülkelerde küçük çapta bile göremiyoruz. Bilmem bilir misiniz Hollanda’da 40’ın üzerinde İslâm ilkokulları vardır, iki tane İslâm üniversitesi vardır. Birinin başında rektör olarak Ahmet Akgündüz, diğerinin Süleyman Ateş (hâlâ başında mı bilmiyorum?) var.

 

Ali ÖNER: Vahdettin Bey’in söylediği, özellikle kendi kavramlarımız üzerine konuşurken, kendi kavramlarımız söz konusu olduğunda, talebe - âlim ilişkisinde bir duruş da sergileniyor. Yani bireyin hürriyetçi yada kişilikli bir duruş sergilemesini sağlanıyor. Yani siz gidip âliminizi seçiyorsunuz. Ve âliminiz sizi eğitmeye tâbi tuttuktan sonra bir zihinsel performans ölçüyor, yani şu anda var olan mevcut sistemlerdeki gibi, kırk kişiyi bir sınıfa doldurup, “hadi ben size anlatıyorum, herkes bu aldıklarıyla yetinecek, bu okul dört yılda, beş yılda bitirilecek” gibi süre de koymuyor. O andaki sizin zihinsel performansınız, sizi bireyselleştirmiş. Şu anda yeni yeni 1965’lerde ABD’de geliştirilen, özellikle zihinsel engeli olan çocuklara yönelik bir program var: “Bireyselleşmiş eğitim programları.” Eski dönemdeki medrese sisteminde olan bir şey aslında.  Kişiye göre bir eğitim sisteminin belirlenmesi ve özellikle ilimler seçilirken, temel nitelikli olarak bugünkü  klasik medrese usulünde on iki ilim olarak tabir edilen sistemde, o öğrencinin göstermiş olduğu zihinsel performans, belirlenen on iki ilmin çok dışında bazı şeyleri de almasını sağlıyor. Çünkü bu, âlim - talebe ilişkisini çok netleştiriyor. Hem de çok kişilikli, nerede durduğunu bilen bireylerin yetişmesini sağlıyor. Fakat mevcut sistemler bunu yapmıyor. Yani bir kere öğretmeni sizin seçme hakkınız yok. Birilerinin âlim olabilmesi için var olan mevcut öğrencilerin duruşu, toplumun içerisindeki performansları, eğitimi veren âlimin mevcut olan konumunu belirliyor. Burada öyle değil. Orada öğrencinin aldığı eğitim onu yüceltiyor. Ya da belli bir mevkiye, bir makama getiriyor. Yani kendisi birileri tarafından oralara atanmıyor.

 

Şimdi mevcut olan ulus devlet sistemlerinde ise sistem birilerini, yani yetiştirmiş olduğu, belli verileri yüklediği, çok yönlü yetiştirmediği, belli konularda belli veri yüklediği insanları bir yere götürüyor ve bu çerçevede bir eğitim veriyor. Yani orada aynı statüde öğrenciler  mevcut değildir, çok iyi düzeyde öğrenciler de var, çok daha düşük seviyede öğrenciler de var. Ne oluyor, kişilikleri aynîleştiriyor. Bugün küreselleşen dünyada, bütün bireylerin aynîleştiği, farklılıkların ortadan kaldırıldığı, bütün kültürlerin neredeyse yok edilmeye çalışıldığı bir eğitim sistemi dayatılmaya çalışılıyor. İşte ama burada öyle değil, her birey her kişilik, başlı başına kişiliktir. Onun kendine has bir anlayışı ve bir duruşu vardır. İşte bu âlim, talebe, medrese üçgeninde bireyin kendine özgüveninin sağlandığı, kişilikli anlamda ve duruşu da belli olarak bir insan tipi ortaya çıkıyor. 

 

Hamza ER: Eğitim konusunda müslümanlar için hayatî önemi olan soruyu, belki biraz erken de olsa gündeme getirelim isterseniz. Müslümanlar olarak bu alanda neler yapılmalı, nasıl yapılmalı, kimler yapmalı?

 

Ahmed KALKAN: Ne yapılmalı sorusuna verilecek cevabın şekli, öncelikle bizim nerede durduğumuz ile alâkalıdır. Nihâî tercihimizi Allah’tan, âhiretten, cennetten, İslâm’dan, Kur’an’dan yana yapıp yapmadığımızla ilgilidir. İmkân ondan sonraki mesele. Zaten Allah, nihâî tercihini Kendinden yana yapanlara, yollarını açacak, onları güçlerinin dışındakinden zaten hesaba çekmeyecek. Ama önce biz bu tercihi yapmış mıyız, ya da böyle bir arayış içerisinde miyiz, onu sorgulamamız lâzım. Yani, Allah’a kulluğu birinci sıraya alıyor muyuz? İşimizi seçerken, eşimizi, aşımızı seçerken, evlâdımızla ilgili tercihimizi yaparken, kendimizle ilgili kararlar verirken Allah’ı merkeze alarak mı hareket ediyoruz? Yoksa, kulluk görevlerimizle ilgili çoğu alanda mâzeret adıyla bahânelere mi sığınıyoruz?

 

Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Mekke’de camii yoktu, okul yoktu; ama Erkam’ın evi vardı. Ümmetin evleri vardı. Yani camii, okul fonksiyonunu icra edecek, insanlara vahyi öğretebilecek, çocuklarını bu noktada korumalarını sağlayacak, imkânların elverdiği en uygun çözümlere gidilmişti. Yine Hz. Musa, Firavun gibi azgın bir zorbanın her uygulamasıyla tanrılık tasladığı bir yerde risâlet görevine muhâtap olmuştu. Hz. Musa’yla ve O’na iman edenlerle ilgili bir âyet-i kerime var; meâli şöyle: “Mûsâ’ya ve kardeşine, ‘kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele’ diye vahyettik.” (10/Yûnus, 87). Zaferle müjdelenecek mü’minlerin yapmaları gereken zafere yönelik faâliyetler gündeme gelir. Nedir o? Evleri mescid edinmek. Mescid tâbirini bugünkü vâkıadan yola çıkarak sadece namaz kılınıp dağılınan yerler değil; otuz civarında işlevi bulunan, siyasal, sosyal, ailevî ve eğitimle ilgili her türlü düzenlemeyi içeren bir muazzam kurum olarak düşündüğümüzde, evlerin mescid, yani mektep, okul ve insanların ihtiyaçlarına cevap verecek kurumlar haline getirilmesi emri ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hantal yapıların modası da geçti. Müslümanlar ne kaybettilerse araçlardan, metotlardan kaybettiler. Halen de yeterince ibret almıyorlar. Çoğunluk olarak 1969’dan sonra bir partinin arkasında faâliyetler yaptılar. Bir düdük öttü, bütün müslümanların faâliyetleri kesiliverdi. Sonra Kur’an Kursu, İmam Hatip faâliyetleri oldu. Bir yönetmelik çıktı, bir başörtüsü yasağı oldu, sekiz yıllık zorunlu eğitim başladı; Kur’an Kurslarının kapıları kapanıverdi. Katsayı değişti, İmam Hatipler câzibesini yitirmeye başladı. Yeni ve köklü alternatifler oluşturulmadı. Vakıflara bazı zorluklar getirildi, tavizler ve geri adımlar hızlandı. Müslümanlar dar ve engelli alanlarda sıkıştılar kaldılar. Yani çok yönlü mobil hizmet alanları oluşmadı. Çok yönlü kullanılabilecek ve değişik planlara müsâit faâliyet için cemaatlere, dernek ve vakıflara çok iş düşüyor.

 

Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini zorunlu saymayarak ateist bir insanın çocuğuna din dersini mecbur etmeyen bir düzen, bir müslümana da ateist ve İslâm’ı dışlayan eğitim anlayış ve uygulanışını mecbur etmeme eşitliği tanımalı değil midir? Okulsuz olma özgürlüğü, okul reddetme hakkı, insan hakları kapsamına girmiyor mu? Böyle hukuk anlayışı ve özgürlük olur mu? Bir hak mıdır eğitim, yoksa vatandaş açısından bir sorumluluk ve zorunluluk mu; devletin uyguladığı tek tipleştirme dayatmasından önce bunu hukukçularına danışıp anayasaya uygunluğunu değerlendirmesi gerekir. Dayatmacı bir düzen hukukun üstünlüğünü tanıyarak özgürlükçü ve eşitlikç davranır mı; zaten problemin özü bu sorunun cevabında yatıyor.

 

ABD’de, Avrupa’da okulları ve askerliği protesto eden “anarşistler”, sıkhlar, Yehova şahitleri ve benzerleri var. Buralarda da benzer hak arayışı olmalı. Müslümanların okullara karşı çıkıp alternatif oluşturma çabası, çözümlerden bir tanesi olarak değerlendirilebilir. Bu tavrı beğenmesek, ya da bedelinin zor olduğunu düşünsek bile, içimizden bazılarının yapmaları gereken bir seçenektir bu. On defa başarısız olsalar da, on birincide başarılı olmak niyetiyle denemeleri, eskilerden tecrübe alarak, bazı müslümanların evlerini Erkam evlerine, küçük çaplı mescid ve okul sistemine benzetmeleri gerekiyor. Bunu deneyenler nerelerde hatalar yaptı? Sadece antitez öne çıkarıldığı için çocuklar eksik, yarım yetişti. Okulun yerini başka şeyler doldurdu. Ya da çocuğun kafasında okulun bir eksikliği vardı, bu giderilemedi; hatta okul putlaştı, yüceldi, büyük bir değer oldu. Diploma kutsal bir kitaba dönüştü. Bunlara alternatif neler olabilirdi, başka hatalar nelerdi ve nasıl düzeltilebilirdi?

 

Çok ilkel usuller ile, dayak ve baskı ile Kur’an Kurslarımızda hâfızlık yaptırılıyorsa bu köhne ve gayrı İslâmî metotla çocuklarımızın patolojik ruh hali sergilememesi veya Kur’an sevgisinden mahrum, ibâdetlere soğuk olmaması mümkün değil. Çocuk yaştaki öğrenciler için onsuz olunamayacak kadar önemi olan oyun alanı yoktur, okul olmaya uygun bina yoktur, uygun bahçe yoktur, öğretmende pedagojik formasyon ve sevdirme gayreti yoktur, daha nice şeyler yoktur. yoktur. Peki, böyle oldu diye biz Kur’an’ın eğitimine soğuk mu bakmalıyız? Yani “Kur’an Kursu faâliyetlerimiz tıkandı, çalışmıyor artık; bir daha böyle bir şey yapmamalıyız, başarısız olduk” mu demeliyiz? Yoksa daha güzel bir Kur’an Kursu modelini oluşturmaya, en azından teori planında, yeşil ışık mı yakmalıyız? Okul meselesi de böyle, sekiz on tane müslüman bir araya gelebilir, eski tecrübelerden yola çıkarak, belirli bir yaşa kadar çocuklarını yetiştirmek için özel hocalar tutabilir. Ama bu, çok az bir kesimin büyük bedeller ödemeyi göze alarak yapabilecekleri bir tercihtir. İngiltere’de bile daha dün müslüman olmuş Yusuf İslâm kalkıp İslâm Okulu kurarak işe başlıyorsa, bu ülke insanı çok geride kalmış demektir.   

 

Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, câiz tâbirinden de öte insanlık suçu olduğunu ilan edecekleri, resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa bu törenler, bazı derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar varsa onlar, kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Burada  ben, tartışmalı olan, yoruma tâbi olan hususları kastetmiyorum. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum.  Varsa yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim okullardan istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka. Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine koyduğu bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.

 

Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan birkaç meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması gereken meseleleri yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani kim neye niçin karşı çıkıyor, kim neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir, olmazsa güzel olur cinsinden midir, bu da net değil.

 

Eğitim, başlı başına kitaplık, hatta kütüphanelik bir konu. Hele Kitapsız eğitim... Eğitim, Rab kavramını gündeme getirir. İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah'tır. O'nu temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm olur, eritim olur. Pansuman tedaviler yerine; radikal değişim ve çözümler olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu yürüyerek geçmeyi düşünmek demek. Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah'ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Halbuki Kur'an'a göre yönetmek ve eğitmek/terbiye sadece tek Rab olan (terbiye eden, eğitip yönlendiren) Allah'a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O'nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah'a dayandırılmaz. Besmele ile başlamak bile yasaktır derse, Es-selâm'la sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu zihniyette. Ama, besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rablığı) Allah'a hiç dayandırmadığından;  yoktan var edici, yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur'an'ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O'nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz? Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil, krallardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı. Hak - bâtıl mücâdelesi değil; savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir, ahlâkın da uygulanması değil, sadece bilgisi önemlidir bu zihniyete göre.

 

Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana ve baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştıracak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine evlât şöyle diyecek: "Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. 'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylerimize ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler. 'Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov." (33/Ahzâb, 66-68)

 

Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.

 

Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz (Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711). Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması, hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap yüklü merkep (62/Cum’a, 5) değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir (35/Fâtır, 28). O yüzden takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim, insana yön vermek, onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller; tersine bir devşirme söz konusudur.

 

Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana ve babaları yetiştirecek ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç var. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana ve babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk hanımın kendisiyle birlikte kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.

 

Dernek, vakıf ve kursların durumu da gözden geçirilmelidir. Dine hizmet iddia ve amacıyla ortaya çıkan İslâmî eğitime katkı hedefindeki kurumlar giderek bu araçların amaçlaşması ve motor olmak yerine fren görevi üstlenmeye başlaması riskine karşı çok uyanık olmalıdırlar. İnsanları Allah'ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine; ciddi, özgür ve özgün alternatifler, gerekli değişime çabuk uyum sağlayabilecek mobil çalışma sistemleri ve farklı seçenekler oluşturulmalıdır.

 

Eğitim, hevâî isteklere (vahyin tesbit ettiği şekilde) istikamet ve sınır tâyin edebilecek irâde eğitimini, tevhidî bilinci, ibadete devamı ve ahlâkî özellikleri ihmal etmeyecek şekilde, daha doğrusu bunların temel alındığı bir ölçüde değerlendirilmelidir. Bunların, vahyi merkeze almadan yerine getirilemeyeceği gibi, ümmet planında ve ideal tarzda yerine getirilmesi ve eğitim problemlerinin kesin çözümü için İslâmî bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bununla birlikte cemaatler ve riskleri göze alabilen müslümanlar, kendi çocuklarıyla ilgili radikal (tâğutun kurumlarını reddedip onlarla uzlaşmayan) tavırlar alabilmeli; lokal, kısmî ve yüzeysel de olsa çözümler üretmek için işbirliğine gidebilmelidir. Yakın yaşlarda çocukları olan beş on ebeveyn birleşerek ev ortamını okula dönüştürecek çalışmalar yapabilmelidir. Ama, riskleri göze alamayan mü’minleri bırakın tekfir etmeyi, onları kıracak tavırlardan bile kaçınmalı, halleriyle örnek ve alternatif olmaya çalışmalıdır. Unutmayalım, bu din, sadece kahramanların dini değildir. Herkesten kahramanlık beklenemez. Kaldı ki, günümüzdeki kahramanlar, bu özelliklerini hayatın tüm alanlarına da taşıyamadıklarını itiraf etmelidir. Unutulmamalı ki eğitim, hayatın sadece bir parçasıdır; tümü değil.

 

Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından cumartesi ve pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede beş on velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi ve gayretli olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.

 

Müslümanım diyenlerin genelini bağlayacak şekilde yine de çok şeyler yapılabilir.  

 

Neler Yapılabilir?

1- Evler okul olmalıdır. Çocuğun eğitiminden dinimize göre direkt olarak ebeveyn sorumlu olduğundan esas muallim ve mürebbi (öğretmen ve eğitici) anne ve baba olmalı, evler de esas okul haline gelmelidir. Kişilik/karakter eğitimi esas olarak ancak evde ve aile ortamında verilip inşâ edilebileceği gibi; müslümanlık da, ahlâk, sevgi ve samimiyet gibi erdemler de çocuğa mükemmel olarak ancak evde kazandırılabilir. "Koca", aynı zamanda "hoca" olmalı; evin reisi, liderliğini evde imamlık, muallimlik ve muhtesiblik yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven anne, onun cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini davranış ve fedâkârlığıyla ispat etmelidir. Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.

 

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, "altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder" görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu önem taşır.

 

Evlerde müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri, beden ve sağlık eğitimleri ve giderek cinsî eğitimleri, insan ilişkileri ve iktisâdî eğitimleri verilebilir. Hiç değilse, bu konularda ehil ve güvenilir kişilerin eserleri tâkip edilebilir. Çocuğa fazla bilgi yüklemekten çok, onu kişilikli bir müslüman olarak yetiştirip sevgiye dayalı eğitmek daha önemlidir. Kur'an öğrensin, hâfızlık yapsın diye dinden, Kur'an'dan nefret ettirmek yerine; dinini öncelikle sevsin, Allah, Kur'an ve peygamber sevgisi alsın, âhiret bilincine ve köklü bir imana sahip olsun denmelidir. Temizlik ve âdâb-ı muâşeret, terbiye ve nezâket de ihmal edilmemelidir.

 

Âile eğitiminde ebeveynin, ağabey ve ablanın tâkip edecekleri belli başlı metotlar olarak şunlar sayılabilir: Örnek olma, uygun örnekler seçip gösterme, güzel çevre seçimi, çevreyi uygun hale getirme ve uygun çevrelerle ilişki kurma, olaylar üzerinde, durumlar ve eşyalarla ilgili ortak gözlem yapma ve yaptırma, çocukları etkin ve özgün düşündürme, pratik zekâ çalışmaları, yaparak ve yaşayarak uygulamalı öğrenme yöntemleri, gerektiğinde ölçü ve sınırları iyi tesbit edilmiş ödüllendirme ve cezalandırma, öğüt verme.

 

2- Münkerden nehy görevi yapılmalı, çocuk evde karantinaya alınıp, günlük ve haftalık arındırmalardan geçirilmelidir. Okulun, iletişim araçlarının, medyanın, sokağın/çevrenin münkerlerinden çocuklar evde arındırılmalı, gönül ve zihinlerine bulaşmış tortuların atılması sağlanmalıdır. Çocuk eve geldiğinde, yanlış bilgilerden, câhilî kültürden, kötü ahlâktan, çirkin alışkanlıklardan temizlenmelidir; çamurda oynayan çocuğun eve girer girmez temizliği yapılıp mikroplardan arındırıldığı gibi. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah'a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Anne ve babalar gecesini gündüzüne katıp, "çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?" diye planlar, programlar yapmalıdır.

 

3- Emr-i bi’l-ma’rûf yapılmalı, hakkı tavsiye etmeli ve tevhidî eğitim ve şuur verilmeye çalışılmalıdır. Bütün bunlar mutlaka sevdirilerek yapılmalı; eğer dinden nefret ettirecekse usûl/metod mutlaka değiştirilmeli, dini sevdirme ve dinî bilgi konusunda mutlaka birinden tâviz verilmesi gerektiğinde sevgiden/sevdirmekten kesinlikle taviz verilmemelidir. Çocuklara özgüven ve güzel ahlâk kazandırılmalıdır.   

 

4- Helâl haram ayrım ve bilincini aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmelidir. Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne ve babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı? Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup kafa ve kalbini ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması veya seyredilmesi de insanı hasta eder. Bazı ana ve babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Halbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.

 

5- İslâm’ı sevdirmeli, çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi vermeli; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatmalı, her konuda şuurlandırmaya çalışmalı, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretip sevdirmeli. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır. Kız çocuklara küçük yaşlardan itibaren tesettür ve hayâ bilinci, kız ve erkek çocuklara ibâdet ve özellikle namaz şuuru kazandırılmalı ve bu konuda çok titiz olunmalı. 

 

Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı  müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Her akşam, okul, TV, sokak gibi çocuğu etkileyen tüm etkenler ana baba tarafından gözden geçirilmeli, özellikle şirk unsurları en hassas ölçüyle tespit edilip izâle edilmeli, yerine tevhîdî özellikler geçirilmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.

 

Görüldüğü gibi esas iş, ana ve babaya düşmektedir. Bunun yanında elbette çözüme katkı cinsinden cemaat ve kurumların da büyük sorumlulukları vardır. Mü’minler, böyle bir konuda birbirleriyle yardımlaşmayacak da hangi konuda yardımlaşacak? Bu alanda kimler neler yapabilir, özetin özeti olarak ona temas edelim: 

 

Cemaat ve kanaat önderleri, yazarlar ve hocalar eğitimi ciddiye almalıdır; faâliyetlerinin birinci sırasına, merkezine yerleştirmelidir. Yapılabilecekleri tavsiye etmekle, sempatizanlarını yönlendirmeyle de yetinmemeli, bu konularda öne düşmeli, örnek olmalı, organizelere katkıda bulunmalıdır.   

 

Asr-ı saâdette eğitimin merkezi olan câmilerimizin bugünkü şartlarla bu alanda bir boşluğu doldurabileceklerini sanmıyorum. Elif be öğretiminden (öğretir gibi yapmaktan) ibâret olan câmi kursları, hiçbir şekilde alternatif özelliklere sahip değildir; “yetersiz” bile değildir. Kur’an eğitimini daha farklı mekânlara taşımanın şu ortam için daha doğru olduğunu düşünüyorum.

 

Yayınevleri, tevhidî duyarlığa sahip uzmanlara eğitimle ilgili alternatif kitaplar, dergiler, broşürler hazırlattırıp bunları yayınlayabilir. Sesli ve görsel malzemeler alanında faâliyet yapabilenler bu alanda hizmet verebilir.

 

Radyolara da büyük iş düşmektedir. Radyo okulu şeklinde çalışmalar yapılabilir. Okul ciddiyeti ve programıyla müfredatlar hazırlanıp sunulabilir. Okullarda uygulanan ders konularının tashihi yapılabilir.

 

Cemaatler, dernekler, vakıflar ana baba okulları/kursları açabilir. Ders araç ve gereçleri hazırlayabilir. Sadece kendi mekânlarında eğitime katkıda bulunmakla yetinmeyip evlerdeki çalışmalara yön verecek katkılar ve destekler sağlayabilir. Her yaş dilimine yönelik kitap, dergi, CD, kaset, hatta radyo ve TV faâliyeti yapabilir. 

 

Yeter ki samimi olunsun ve gönülden istensin…

 

Vahdettin IŞIK: “Ne yapmak gerekir?” sorusunu, “nasıl bir hayat inşa edip sürdürmeliyiz?” sorusunun bir alt başlığı olarak değerlendirmeliyiz. Esasen şöyle bir imkânımız var diye düşünüyorum. Bütün kıskaçlara, etrafımızdaki çeperlere rağmen biz bir hayat sürdürüyoruz. Bu hayatın ekonomiye, aileye tekabül eden bir boyutu var. Toplumsal, eğitsel bir yanı var. Ama neticede biz bir hayatı sürdürüyoruz. Bu sürdürdüğümüz hayatı, İslâmileştirdiğimiz oranda eğitime ilişkin esas ilk temeli koymuş olacağız. Çünkü biz Kur’an’a baktığımız zaman, Hz. Peygamber için kullanılan ilk sıfatlardan birisi, ümmet için de kullanılır, bu “şahit olma” kavramıdır. Bizatihi şahit olma kavramı, “kendinizin dışındaki insanlara ne yapmalı?” sorusuna  verebileceğiniz en iyi cevaptır. Nitekim Kur’an’da çok yoğun olarak geçmiş ümmetlerden ve peygamberlerden  bahsedilir. Bu kıssaların tamamına yakınında, “onda sizin için güzel örnekler vardır” ifadesi kullanılır. Bir kere “çocuğumuza ne vereceğiz, öğrencimize ne vereceğiz, komşumuza ne vereceğiz?” sorusunun cevabının öncelikle burada aranması lâzım. Kurumsal bir tasavvur, örgütsel bir şema çıkartmamız gerekmez. Ben ne kadar müslümansam, hayatımı ne kadar İslâmileştirmişsem, aynı oranda bu benim yanımda çalıştırdığım işçim için de, beraber yaşadığım çocuğum için de bahsettiğimiz anlamıyla bir şahitlik, bir örneklik, bir mesaj taşıyıcısı olacaktır. İkinci bir şey, “nasıl bir talim terbiye, nasıl bir eğitim modeli?” sorusu, esasında “nasıl bir İslâmî tasavvur inşa etmek mümkündür?” sorusunun cevabına bağlıdır. Dolayısıyla ben, öncelikle mevcut düşünüş biçimimin, benim bütün düşüncelerime ve eylemlerime şekil veren tasavvurumun, İslâmî olup olmadığını bir deneylemem lâzımdır. Niye böyle bir şeye ihtiyaç var? Biz biliyoruz ki hayatı, kurumsal anlamıyla devletlerden, ticarî kurumlardaki örgütlenme modeline kadar, İslâm şekillendiriyor değil. Öyleyse ben böyle bir çeper içerisinde düşünen, tarihsel bir varlık olarak, “acaba benim tasavvurum ne kadar İslâmîdir?” sorusuna cevap verebileceğim bir imkânım var diye düşünüyorum.

 

 İslâm bugün bizimle yeryüzüne inzal olmuş bir vakıa değil. Hz. Adem’den beri varolan bir tecrübedir. Bizatihi Kur’an’ın kendi cümleleri için, yani ayetler için kullandığı ifade, aynı şekilde bizim içerisinde yaşadığımız fizik varlık olan evrenle de ilintili bir kavramdır. Dolayısıyla ben akletme melekelerimi bu içinde yaşadığım hayat alanının kendisiyle de sürdürebileceğim gerçeği var. Bu tecrübe ikinci bir şey olarak, benden önceki yaşanmış bir tecrübedir. En azından bin dört yüz yıllık bir  İslâm tecrübesi var. Bu tecrübe alanına kendimi taşıdığım zaman (ki ben taşımamız gerektiğine inanıyorum), “ben müslümanca düşünüyor muyum?” sorusunu bu tarihsel alanın dışına çıkarak test etmem lâzım. O tarihsel alanın dışına çıkmak demek, bin dört yüz yıllık İslâm tecrübesiyle gidip buluşup oradan buraya bakabilmeyi de gerektiren bir şeydir.

 

Bu tabii ki, öncelikle Kur’andan başlayarak, Hz. Peygamber’e, mümkün olduğunca ulaştığımız sîretine, ondan gelen rivayetlere müracaat etmekle başlar. İki, Hz. Peygamber’den, bizim zamanımıza kadar geçen süreç içerisinde müslümanların yaşadığı bir tecrübe var. Meselâ Gazali’yle tanışmadan, benim aklederken, işlettiğim aklın ne kadar İslâmî olduğunu tespit etme konusunda çok daha büyük bir sınırım olacaktır. Gazali’yle buluşursam, Fahreddin Râzi’yle buluşursam, oradan bugüne daha üst bir akılla, daha dıştan bir gözlemle bakmak fırsatım da olacaktır. Burada, ben oraya gittiğim zaman, bu adamlar tasavvurumu oluştururken “nasıl bir hayat bütünlüğü içerisinde ve nasıl bir kurumsal inşa ile bunları gerçekleştirebiliyorlardı?” sorusuna bakma fırsatım da bir ölçüde olacaktır. Ben o kurumları buraya olduğu gibi taşıyamayacağımı elbette biliyorum. Ama “o kurumlar, o günkü verili durumda böyle olduklarına göre, bugünkü benim yaşadığım verili dünyada, ben ne yapmalıyım?” sorusuna daha somut örneklerden kalkarak da cevap üretmek fırsatım doğabilir. Burada bence bizim en büyük sıkıntılarımızdan bir tanesi yaşadığımız çağın tasavvuruyla büyük ölçüde çeperlenmiş bir düşünceye sahibiz ve bunun dışına çok çıkamıyoruz. Her ne kadar bizim içerimizde, meşrep olarak kendisine şöyle bir çizgi gerilinse de, o çizgi esasen bu çeperi kırmış değil, bir niyeti, bir yönelimi, bir samimiyeti ifade ediyor olabilir; Kuran’a bakarız dolayısıyla oradan bu güne döneriz. Böyle olmuyor bu işler; Kuran’a baktığınız zaman hangi akılla bakıyorsunuz, bu günkü tarihsel akılla bakıyorsunuz, dolayısıyla ben Kuran’a yirmi sene önce baktığım zaman bir ayetten çıkardığım sonuç, bugünkü sonuç olmuyor. Buradaki değişen anlam, bizatihi Kur’an’la ilgili değil, mâlum benim zihnimle ilgili bir anlam, o halde benim bu zihni anlamlandırma sürecimi mevcut egemen sistemin parametreleriyle  şekillenmeye karşı bir korumaya almam gerekiyorsa, bu tarihsel alanın dışına çıkmam gerekiyor. Oradan bakarak, “nasıl bir talim, nasıl bir terbiye, nasıl bir öğrenme sistemi kurabilirim?” sorusuna da cevap üretmek lâzım. Ben burada iki şeyin altını çizme ihtiyacı hissediyorum. Kurumsal olarak, bizim klasik geleneğimizde hayatın üç ana kurum etrafında şekillendiğini, büyük ölçüde bir İslâmî terbiyenin oralardan geçtiğini düşünüyorum. Birisi aile, birisi cami, birisi medresedir. Biraz da şunu düşünüyorum açıkçası son dönemlerde: Ailenin, caminin ve medresenin yeniden ihyası bugünkü dünyada nasıl olabilir? Buradan baktığım zaman mevcut okul düzeneğinin çok daha üstünde  bir şeylere kafa yormak mümkün olabilir. Aksi halde şöyle bir ilke karşımıza çıkıyor ki bizim nesil yaşadı bu ikilemi, 1980’lerde tağutun okullarına gitmek kavramlaştırması içerisinde bir değerlendirme oldu. 1990’ların ikinci yarısından itibaren de, ne pahasına olursa olsun çocuklarınızı okula göndermek zorunda hissediş gibi bir başka uç duruma gelinmiş oldu. Yani ya ifrat ya tefrit, ben şöyle düşünüyorum açıkçası çocuklarımız her şeye rağmen okula göndermek ya da asla göndermemek gibi seçenekler çok sahici  seçenekler değil, demin dediğim zihinsel tasavvur sürecini düşünmeye devam etmek zorundayız, bu kısa vadeli bir iş değil.

 

Popüler kültüre karşı eleştirel bir bilinç sahibi olmamız var. Popüler kültüre karşı eleştirel bilinç sahibi olmak, alternatif arayışlar başlığı içerisinde bize “aman bunlar gibi olmayalım” iddiasıyla bu sefer patolojik olarak hayattan kopuş bir durumu da olabiliyor. İşte deminden beri bahsedildi: “Şuradan çıkanlar şöyle oldu, buradan çıkanlar böyle oldu.” Yani ben hayatla barışık olmanın en fazla müslümanlara yakıştığını düşünüyorum. Yani müslümanlar hayatla patolojik ilişkiler kuran değildir. Müslümanlar tersine hayatla barış içinde yaşayan insanlardır. Hayatla barış, mevcut egemen sistemin parametrelerini kişiselleştirmek anlamına gelmez. Şöyle görmek lâzım, yani tarihe baktığımızda, nübüvvet örneklerine baktığımızda, Hz. Nuh’un yaşadıklarını gördüğüm zaman, Hz. Peygamber’in yaşadıklarını gördüğüm zaman, hayat devam ediyorsa hep çözüm vardır. Madem ki Allah şah damarımdan yakındır, bu hissi yaşarsam ben herhalde bugünkü düzeyde patoloji yaşamayacağım. Ama bunu hissetmediğim anda, egemen sistem pozitif paradigma üzerine kurulur. Pozitif paradigma hayatı kategorize eden bir paradigmadır. Örneğin okuldaki dille konuşursak, dinin alanı farklı bir bilimin konusudur, sosyolojinin alanı farklı bir alandır, psikolojinin alanı farklı bir alandır, ekonomi farklı bir bilim konusudur, hukuk farklı bir bilim konusudur. Dolayısıyla bir hukukçunun sosyolojiye tekabül eden alanda çok söz söyleme yetkinliği olamaz. Peki din nedir? Din ayrı bir kategoridir, tıpkı onlardan birisi gibi. Oysa bu bizde böyle değildir. Bu bizde epistemik şizofreniye  yol açıyor. Yani parçalanmış bir zihinle hayata bakmak zorunda bırakıyor, oysa böyle bakmamak lâzım. Buradan başlamam lâzım, tevhid zaten bu demektir. Ben buradan baktığım zaman, madem ki, hani âyette geçtiği gibi “O seni yalnız bırakmadı” ifadesi manidardır. O senin sahibindir. Yalnızlığın dışına çıkan bir tasavvurla hayata baktığım zaman, ya hayattan kopan patoloji, ya hayata inanılmaz bir uyum gösterme çabasıyla iktidara yürüme gayreti ikileminden bir kere kurtulma fırsatım doğacak. Bunu niye bu kadar önemsiyorum, çünkü bu benim aile tasavvuruma yansıyacak. Bu benim çocuğumla ilişkime yansıyacak, bu benim kurumları nasıl inşa etmem gerekir sorusuna vereceğim cevapları şekillendirecek. Okul paradigmasını iki şekilde düşünerek bence çözüm aramalıyız. Bir; bahsettiğim bu tasavvuru nasıl inşa edebiliriz, iki; bir de mevcut okul var ve benim çocuğum okula gidiyor mu, gitmiyor mu sorusuna net bir cevap vermemiz lâzım. Benim çocuğum okula gidiyorsa buradan bakarak cevap vermemiz gerekir veya gönderilmemesi bakışıyla yorumlanması  gerekir. Ben modern hayatla müslümanların ilişkisinin biraz Truva atına benzediğini düşünüyorum. Yani ya dışarıda duracaksınız, hiç tecrübe etmeyeceksiniz, münzevi bir şeyi tercih edeceksiniz, bunun da imkânları kalmamış bugün. Ya da bu Truva atının içerisine gireceksiniz. Truva atının içerisine girdiğinizde, bu attan çıkamamak gibi bir riskiniz de var, ama bu atın içerisine girmeden de bu atın içerisinde ne olduğunu öğrenemezsiniz. Müslümanlar zaten bu Truva atının içerisindeler, bunu bir imkân olarak görüyorum ben. Yaklaşık iki asra yakındır, Abdülhamit’ten beri,  bu modern eğitim sistemi kurumsal olarak yerleşiyor. Ama biz bu tecrübeyi yaşadık. Burada şunu söyleyebilirim, eğer hayatı, tevhidî bilinci inşa etme konusunda bir teyakkuz halinde görüyorsam, benim çocuğum ile ilgili, inançlarımıza aykırı olarak belirtilen ifadeleri süzecek çalışmayı da yapıyorum demektir. Benim evladım bilir ki, bu öğretilen bilgilerin doğruluğu ve yanlışlığı konuşulmuştur, bu ailedir, cemaattir. Bizim öyle görece özerk alanlarımız var. O kadar da kuşatılmış değiliz diye düşünüyorum. Burada hikmet eksenli bir bilgilenmenin, nasıl temin edilebileceğine ilişkin bir zihni işletirsek, çözüme buradan başlayabileceğimize inanıyorum..

 

Öbür türlü şu olur, diploma almak zorundayız. Siz bunu veri kabul edersiniz. Bunu kabul ettiğiniz zamanda, bu okullarla ilişkiniz olur. Bu okullarla ilişkiniz patolojik olarak başlar üstelik. Nitekim başörtüsü sorununun tıkanmasının en önemli gerekçelerinden birisinin bu olduğuna inanıyorum. Ama öbür yüzden baktığımızda, şöyle bir gerçeklik de göze batmaktadır. Okul dışında ne olabilir sorusunu sorduğunuzda bile, okul dışında bir şey, yine okul gibi bir şey olmak zorundaymış gibi algılanıyor. Bu sebeple çözüm üretemiyoruz.

 

Ali ÖNER: Çözüm burada, ama bizde zihniyet sorununun olduğunu, müslümanların kişiliklerinin oluşumu noktasında problemler yaşadığımızı düşünüyorum. Şöyle bir baktığımızda, bütün peygamberlerin kendi toplumlarına bir örneklik teşkil ettiklerini görüyoruz. Kendilerine peygamberlik gelmeden önce bile, toplumun içinde bir değerleri var.

 

Bir Hz. Muhammed (s.a.v.)’den bahsederken, güvenilir bir insan, sözüne sadık bir insan gerçeği var. Yani adam gibi bir adam topluma geldiğinde, toplumun onu reddedişi, ya tamamen kişisel çıkarlardan, ya da “çok sıradan olduğu” bahaneleri ile oluyor. Ben Türkiye’deki eğitim sisteminin temelinde, bu sistemin inşa etmiş olduğu bireylerin içerisinde, bizlerin de kişilik anlamında problemli insanlar olduğumuzdan dolayı, alternatif bir eğitim ya da, gerçek bir İslâmî eğitim oluşturulamıyor. Ben aile içinde kendi çocuklarıma bir zihniyet kazandırdığımda, benim çocuğum, ona ne sunulursa sunulsun, neyin doğru olabileceğini, ya da bu insanların neyi abarttıklarını anlayabilir. Ama bizde temel problem mü’min kişiliklerin oluşturulamamasıdır. Evet, müslüman diyoruz ama, bu gün bir şahıstan bahsederken sadece müslüman dememiz yetmiyor. Güzel bir müslüman, değerlerine sadık bir müslüman, verdiği söze sadık bir müslüman dememiz gerekiyor. Demek ki bizde kişilik anlamında, kişiliğin oluşumu anlamında bir problem var. Şimdi, kişiliklerinde problem olan insanların, nasıl bir alternatif eğitim sistemi kuracağı başlı başına tartışılması gerekir. Acaba, sağlıklı aile yapılarına sahip miyiz? Evlenme döneminde müslüman erkekler şöyle derlerdi, “ben Fatıma arıyorum.” Evet Fatıma arıyorsun da, sen Ali olabildin mi? Kaçımız Ali olma becerisini gösterdik ve bu anlamda kaç kişi Fatıma olabiliyor Ali’ye? Aslında sistem kendi alternatiflerini kendisi üretti. İmam Hatip Liseleri, Kur’an Kursları kendi alternatifini yetiştirdi. Ama o kadar ilginç alternatifler yetiştirildi ki, ben de o okul mezunu olarak söylüyorum, ciddi kişilik problemlerine sahip bireyler yetiştirilmeye çalışıldı. Bu insanlar mezun edildiğinde bir İnternet kafe’ye veya farklı bir ortama girdiklerinde çabuk dağılma süreci yaşadılar. Çünkü o Truva atının içerisine bu fertler yerleştirilmeye çalışılırken,  Truva atının içerisine girdiklerini bilmeleri istenmedi. Bu insanlar nerede olduklarını bilmediler.

 

Ahmed KALKAN: Savaşçı kimliği yok. Truva atının içerisinde, karşı tarafın savaşçısı olarak bir misyon yüklenmeliyiz; Hz. Musa’nın Firavun’un sarayında üstlendiği bir misyon gibi. Bu noktada biz çocuklarımıza dâvâ adamı kimliğini verirsek, çocuk kendiliğinden yola girer diye düşünüyorum. Tamam da bu kimliği vatandaşa ne kadar verebilmişiz ki, o çocuğuna versin?

 

Ali ÖNER: Bir yahudi, çocuğuyla ilgili bir şey soruyor: “Ben bulunmuş olduğum yerlerde çocuğumu okullara gönderiyorum ve benim çocuğum eziliyor?” Verilen cevap çok ilginç: “Bir kere kendi oğlunun üstün yaratıldığının, diğer insanlardan daha üstün olduğunun bilincinin yerleştirilmesi gerekiyor. Bu çocuğunuzu siz bu bilinçle yetiştirdiğinizde, bu çocuk o okula gittiğinde bütün herkese tepeden bakacak ve diyecek ki ‘bunlar beni çekemiyor, çünkü ben bunlardan üstünüm.’” Şimdi bu anlayışı kazandırıyor yahudi.

 

Bir de ilginçtir, bu parçalanmışlık, bu kişilerin zihniyetini de oluşturuyor. Meselâ Freud yahudidir, kişilik çatışmaları üzerine yoğunlaşıyor. Karl Marks yahudidir, türlerin çatışmasını ele alıyor.

 

Bugün, müslümanların, sokağa çıkarken yürüyüşü, insanlarla konuşma biçimi, ticarî ilişkileri, eğitimin bizzat bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Fatma Barbaros Hanım, bir yazısında bir hâdise anlatmıştı: “Bir otobüs, durağı geçerken birkaç örtülü bayan el kaldırıyor, şoför bunları görüyor, durup kapıyı açıyor. Otobüse binerken hiç dikkat çekmeyen bu bayanlardan biri, ‘süpersiniz kaptan bey!’ diyor. ‘Süpersiniz kaptan bey!’ deyince bütün otobüs dönüp baktı, çünkü kıyafet ve kullanılan tabir uyuşmadı, çatıştı diyor.”

 

Bir kere sözlerimizle, eylemlerimizle, ifade ettiğimiz müslüman kişiliği uyuşmuyor. Uyuşmayınca da evler, Darul Erkam olamıyor. Hz. Muhammed (s.a.v.), Mekke sokaklarına çıktığında örneklikte parmakla gösteriliyorsa, kişilikli insanlar olarak Müslümanların da öncelikle bunu başarması gerekiyor. Tevhidî anlayış, kişilikli insanlar üzerinde inşa edildiğinde, oluşturabileceğiniz sağlıklı bir eğitim ortaya çıkabilir. Fakat biz insanlarımıza teba olma mantığını  çok daha iyi veriyoruz. Temel sorunun da bu olduğunu düşünüyorum. Yani önce, Ali ve Fatıma’ların yetişmesi gerekiyor ki, bu iki insanın evliliğinden de oluşacak ev Darul Erkam’ı oluşturabilsin. Bugün evler saraya dönüştü. İzin alıyorsunuz, pastalar börekler yapıyorsunuz, arabalardan, işlerden, eşyalardan bahsediyorsunuz, çocuklar bilgisayara yüklediğimiz güzel oyunlara dalıyor. Yani evler de bir kurum haline geldi. O televizyonun kapatıldığı, anne babanın olduğu, çocukların da olduğu bir sohbet ortamında, sizin çocuklarınıza verebileceğiniz çok şey vardır. Sadece oturuşunuz ve kalkışınız, çocuğun nasıl davranması gerektiğini sağlıyor. Bizde bugün, sağlıklı bir aile ortamı oluşturulamadığından,  sağlıklı bir eğitimin oluşması da haliyle güçleşiyor.

 

Ahmed KALKAN: Acaba hangi kurumlar Ali’leri ve Fâtıma’ları oluşturdu, bunlar hangi kurumun ürünleriydi? Dolayısıyla burada evi merkeze alarak değerlendirirsek, İslâmî bir toplumda, üç sacayağı kurum vardır. Bu ev, cami ve medresedir. Medrese yerine bugün dernek vs. diyebiliriz. Ama, işte Hz. Musa ile ilgili ayete (10/Yûnus, 87) ve Mekke dönemindeki Hz. Peygamber’in uygulamalarına baktığımızda, ev dışında bir kurum yok. Ev, başkalarının müdahale edemeyeceği bir alan. Dolayısıyla tek kurum var. Hz. Musa’ya vahyedildiği gibi, “evlerinizi mescid edinin” ki, ben mescidi genel anlamda geniş fonksiyonlu bir yer olarak düşünüyorum.

 

Darul Erkam bir evdi. Bu gün eğitimin de  yön vericisi, bel kemiği olması gereken yerlerimiz evlerimiz olmalı. Biz, kurumları olmazsa olmaz gibi gördük. Alternatifleri, illa bir kurum vasıtası ile düşünmenin çıkmazlarını hesaba katmalıyız. “Okullarla nasıl yarışabilirim?” diyoruz. Bu, imalâthaneye bile sahip olamayan sadece el tezgâhı olan birinin fabrika ile yarışma zorunluluğu duyması gibi bir şey. Dolayısıyla yarışmaya kalkıyoruz, galip olamayacağımız bir savaşa giriyoruz, yaralarımız büyüyor, çıkmaz sokaklara kendimizi mahkûm ediyoruz.

 

Burada yine Hz. Peygamber’in olumlu bir vasfı olarak “ümmî” vasfını ele almak lâzım. Ümmî, “okuma yazma bilmeyen”den ziyade, “anneye mensup olmak” demektir. Yani, anneden doğduğu gibi, fıtrî yapısını koruyan demektir ümmî. Câhiliyyenin hiçbir pisliğine bulaşmamış, fıtratına uyan demek. Ümmet kelimesi de aynı ümm kelimesinden türemiştir ve anne kavramının olumlu yapısını içerir. Çocukların yetişmesinin sorumluluğu, anne ve babaya ait olması gerekirken, bu işi anne ve babanın vekillerinin merkeze alındığı ve yarışamayacağımız bir alan olan kurumlar ile halletmeyi öncelikliyoruz. Halbuki, Hz. Fâtıma’yı babası Hz. Peygamber yetiştirdi. Hz. Ali’yi de Erkam’ın evi ve Peygamberin öğretileri yetiştirdi. Herkes kendi çocuğunu evvelâ kendisi, diğer müslümanlarla yardımlaşarak yetiştirmeye çalıştı. Bu durumda kurumların hegomanyası olmayacak, mağlup olma riski büyük olan bir alana müslümanın kendisini sıkıştırması söz konusu edilmeyecektir. Okullar sadece belirli saatlerde, sadece belli mekânda, sadece uzmanı olan öğretmenin, sadece kendi müfredatı ve konusuyla ilgili, sadece eğitim (aslında sadece öğretim) verdiği bir kurum. Halbuki insan yetiştirmenin bireyle, zamanla, mekânla, konuyla, öğretmeyle sınırlanamayacak kapsamda yüceliği vardır.          

 

Bunun yanında hiçbir öğretmen, öğrencisini bir anne ve babanın evlâdını sevdiği kadar sevemez, onların fedâkarlık yapacağı kadar yapamaz. Fıtratta bu denli sevgi ve özverililik yok çünkü. Belki öğretmen de çok gayretli olabilir, ama fedâkârlık ve sevgi anlamında anne ve babanın yerini hiçbir eğitimci, hiçbir öğretmen tutamaz. İşte biz bu yedeği, vekili asıl yapı yerine koyduk. Yani Musa (a.s.) döneminde de, Mekke döneminde de evin merkez teşkil ettiği bir yapı var. Camiler de, bugün İslâmî merkez ve eğitim mekânı olarak kullanamadığımız dışlanmış bir yer haline geldi. Yani câmiler bir devlet kurumu durumunda.  Kanunlar var, yönetmelikler var, devlet buraları nasıl işleteceğini belirliyor. Hatta imam olmak için kanun açısından müslüman olma şartı aranmıyor. Hatırlayın, Turan Dursun gibi ateist ve İslâm düşmanı biri yıllarca müftülük yaptı, imamların âmiri oldu. .

 

Demek ki, bugün tarihe karışmış medresenin yerini tutan özgür ve bağımsız İslâmî bir eğitim kurumu olmadığı gibi, câmiler de bu özelliklerden aynı derecede uzak. Tek kurum kalıyor; o da ev. Zaten insan eğitiminde ana ve babanın rolü başkasına devredilemez. Ailenin merkezî bir rol üstlenmek zorunda olduğunu söylemek istiyorum. Çocuğunun eğitiminin kendisini direkt ilgilendirdiği kişi, anne ve babadır. Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar, annesi ve babası  onu hıristiyanlaştırır, yahudileştirir (hadisin bir rivâyetinde), müşrikleştirir. Müslümanlaştırır denmiyor. Zaten müslüman fıtratı ile doğmuş. Bu aslî yapı korunup kirletilmezse, zaten müslüman olacak. İkinci olarak “çevre şartları, okul, çocuğu hıristiyanlaştırır…” da denmiyor; anne ve babasının bu işlevi gördüğü söyleniyor. Dolayısıyla okul, çevre, televizyon dediğin şey, anne ve babanın seçtiği, kendine bir vekil olarak görev ve yetki verdiği şeylerdir. Anne ve baba, çocuğunu İran’da ya da Mekke’de yetiştirmek isterse, televizyon ya da çevre faktörleri (arkadaş, okul, medya, oyun, iş, komşu ve benzeri) de çok farklı olabilecek, hatta çevresel sorunlar çözüme dönüşebilecektir.

 

Ali ÖNER: Şu anda modern devlet sistemleri artık 6 yaşa kadar sürece tahammül edemiyorlar. 3 yaşından itibaren eğiteyim diyor; eğitimini, düşüncesini ben oluşturayım diyor.  Çünkü siz 6 yaşına kadar çocuğu istediğiniz gibi eğitebiliyorsunuz, şekillendirebiliyorsunuz. Buna da tahammül yok, bana 3 yaşında verin ki ben asimileştireyim, olgunlaştırayım, onu tâbi hale getireyim diyor. Temeli bunun üzerine oturtulmuş.

 

Ahmed KALKAN: Acıdır ki müslümanlar da bu sistemden râzı pozisyonunu üstleniyor. “Çocuğun yaramazlığından kurtulalım da, okulda vakit geçirsin de ne olursa olsun” diye düşünüyor, çocuğu başından savmak istiyor. Camiye çocuğunu gönderen anne ve babanın düşüncesi de farklı değil. Aslında şu var; biz çocuklarımıza iyi bir eğitim verebilsek, ister o çocuk Truva atında olsun, isterse başka bir yerde olsun büyük zararlara uğramayacak. Meselâ bir Amerikan okulunda okuyan İslâmî açıdan eğitilmiş şuurlu bir çocuk, bu eğitimin zararlarından büyük ölçüde etkilenmeyebilir. Ama, işin bir de takvâya, hatta fetvâya/fıkha uygun olup olmaması ve ne kadar ideal olup olmadığı konuları var; o yüzden hiç zararının olmayacağını söylemek de zor. Ancak, mevcut şartlar içinde bu tavır, ehven sayılabilir. Ali Bey’in ifâde ettiği gibi yahudiler, ırkçılık öz güveniyle istiğnâ ve istikbar psikolojisi ile çocuklarını şekillendiriyor. Bizde durum çok farklı. Seviyeli, güvendiğimiz yüz Müslüman kişiyle bir anket yapsak, çocukları ile ilgili  sorunları olup olmadığını araştırsak, çocuklarının müslümana yakışır bir durumda olup olmadığını sorsak, fotoğraf, durumun çok ciddi olduğunu gösterecektir.

 

Çocuğu dört bir yanından kuşatan tuzakları değerlendirdiğimizde; eğitimcilerin, hocaların bile kendi çocuklarını tam yetiştirdiklerini iddia etmek zor. Belki başka çocuklarla meşgul olurken, kendi çocuklarını ihmal ediyor. Ama, bu eğitim işini, en yakınlarımızı kuşatacak şekilde dahi beceremiyoruz. Bu bir vâkıa. Birisi; “ben gemisini kurtaran kaptanım” dese bile bu bir istisnadır. Bu sorun ciddi olarak ev merkezlerine alınmalı, hafta sonları ya da her boş zamanlarda câmi ve medrese fonksiyonunu kısmen üstlenen derneklerde, uygun yerlerde sistemli çalışmalar yapılmalı.

 

Vahdettin IŞIK: Modern toplum tabii bir hayat alanı değildir. Sosyolojik olarak baktığınızda da toplum kavramı tabii bir kavram değildir.Toplum kavramı ulus ve devlet modeli ile üretilmiş, homojen bir vatandaş telakkisinin esas alındığı, kişinin öncelikli ilişkisini devlete tebaa olgusu üzerine kurduğu bir kavramdır. Bunun dışındaki her şey bir ayrıntıdır. Şimdi biz böyle bir toplumda yaşıyoruz, ki bu en az iki asırlık bir süreçtir. Benim kanaatim şu, ticaretimiz ne kadar müslümanca inşa edilmişse, kurduğumuz okullar da böyledir. Nisbeten aile kurumu biraz daha muhafazasını sürdürüyor ki oda son dönemde büyük bir tehlike altındadır. Ama yine de hayatın ne kadar İslâmî bir eksende inşa edildiğini üç ana  başlık altında sorgulamak gerekir. Bunu özellikle hep vurgulamakta ihtiyaç hissediyorum. Bu mümkün olduğu oranda, ben ticaretimi yaparken de, okulumu kurarken de nasıl bir kurum oluşturduğumun bilincinde hareket edeceğim. Yani hayata ilişkin her türlü inşa çabasının size ait olması bir süreç meselesidir. Bu süreci doğru kullanamazsak, (tabii ki bunu İslâmî görev ve sorumluluklarımızı ertelemenin gerekçesi olarak söylemiyorum) ama şunu söylüyorum ki, bu toplumda yaşıyorsak bazı tercihler yapmak zorundayız. O tercihlerde yanılabiliriz. Belki bu ictihadî bir meseledir, ama o tercihten sonra bu bilinçte hareket etmek lâzımdır. Kendi çocuğunuz ile ilgili olarak, kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Meselâ kendinizi öğretmen olarak konumlandırıyorsanız, bir eğitimci olarak ne yapmanız gerektiğine ilişkin tasavvurunuzu oluşturmanız gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla “nasıl bir İslâmî eğitim olabilir?” sorusunu şöyle cevaplandırmalı; ben bir eğitim kurumu kuruyorsam, bir hedef koyarım. Mevcut imkânlarımla bu hedefe yürümek için nasıl bir kurgu oluşturmam, nasıl bir süreç sürdürmem lâzım gelir, bunun muhasebesini yaparım. Dolayısıyla aile, çocuğu ile ilişkisini böyle sürdürür. Tüccar, ticarî işlerini böyle şekillendirir. Ama nasıl bir okul sorusunu soracak olursak,  orada işimiz çok zorlaşır diye düşünüyorum.

 

Ben bu işle sürekli iştigal eden birisi olarak şöyle bir kanaate sahibim. Gerçi teknoloji ile aram hiç iyi değildir, bilgisayarı da etkin kullanamam, ama şunu görüyorum teknoloji ile ilişkilerin alabildiğine genişlediği bir ortamda, bize hâlâ mevcut sistemin  dört duvar arasına sıkıştırılmış eğitim modelinin dayatılmasını çok büyük yanılgı olarak anlıyorum.

 

Hatta modern ülkeler ve toplumlar bile, modern ötesi olarak sayılan post modern bir düşünceyi hayata geçirmeye çalışıyor. Ben bunu önermiyorum tabii ki, bu, bize ait bir şey değil. Ama şunu demek istiyorum; manevra alanlarımızın genişlediğinin bir kere farkında olmamız lâzım. Bunun farkında olan insanların sayısı çoğalırsa, bu insanların üreteceği şeylerin sayısı da çoğalacaktır. Meselâ okullara neden çokça bağlıyız, sorusunu düşünmek gerekiyor. Bu cevap bir kere herkese göre değişir. Kategorik olarak düşünürsek, erkeklere ve kadınlara göre değişir. Meselâ erkeklerde askerlik diye bir sorun vardır, erkek bunu düşünebilir. Bunu bir bağlayıcı unsur gibi düşünebilir. Maişet temin etme konusunda ya da toplumda özel bir konuma sahip olma açısından düşünülebilir. Ama meselâ bir baş örtüsü yüzünden okula gitme sıkıntısı yaşayan ve hatta böyle bir sorunu olmayan bayanlar için bile okula ya da üniversiteye gitmenin ne anlamı var? Aslında burada arkada temel kabuller var. Bunlar modern bireyin kabulleridir. Ekonomik bağımsızlık sağlama sahasıdır. Yani onlara göre hayatın anlamlı olması, bir meslek sahibi olmanızla ilintilidir. Çünkü rasyonel toplumlarda hayat böyle bir tasavvur üzerine inşa edilmiştir. Oysa ben diyorum ki bu doğru değil. Bizim buna itirazımız olmalı. Çünkü meslek sahibi olmak, artık sanıldığı kadar okullara ya da üniversiteye bağlı olmaktan çıkmıştır.

 

Ali ÖNER: Tabii şimdi bu toplumda meslek sahibi olmak, eşittir devlette çalışmak olarak algılandığı için, yani diploma olarak algılanmasıdır bizim toplumsal sorunumuz.

 

Vahdettin IŞIK: Evet, işte budur bizim meselemiz. Hani bildiğiniz bir şeydir, fıkhın donuklaşması diye bir şey vardır. Fıkıh, bizim kitaplarda okuduğumuz şeylerle sınırlı değildir. Fıkıh, hayatın akışını da, değişimi de takip eden bir eğitim sürecidir. Yani çocuklarımızı yurt dışına göndermeyi anlayamıyorum. Benim bir yakınımdan örnek vereyim, yurt dışına gidiyor psikoloji okumaya. Avrupa’nın bilmem hangi üniversitesine, burada baş örtüsünden tıkanmış. Niye? Mevcut sistem sizin İslâmî bir hayat yaşamanızın önüne engel koyuyor, siz bunu aşmak için Avrupa’ya gidiyorsunuz. İmkânınız yoksa, müslümanlara yük oluyorsunuz. Bütün bunlar okumak için. Burada büyük bir problem görüyorum ben.  Çünkü buradaki yerleşik sistemin parametreleri, oradan buraya iktibas edilmiştir. Orası, daha salim bir liman değil bir kere. İkincisi, ne okumaya gidiyorsunuz: Psikoloji okumaya gidiyorsunuz. Az buçuk bu işle uğraşmış birisi olarak söylüyorum, bir kere en problemli başlığı tercih etmişsiniz. Dün oturmuş konuşuyoruz, ne okuyayım diyor, dedim ki: “bak şu  kitapları oku daha faydalıdır. Psikoloji kitapları sana bir şey kazandırmayacak. Öncelikle ne okuduğunun farkında olman lâzım. Bana göre önce Gazali okuman lâzım. Neden? Çünkü “sen” diye bir şey varsa, yaptığın işin ne olduğuna dair bir anlamlandırma mümkün olur. Sen diye bir şey yok ortada, yaş, baş ve konum itibariyle yapmaya çalıştığını anlaman mümkün değil.”

 

Aynı şeyi büyük bir cehd ve özveriyle müslümanlar da yapıyor. Bu çözüm anlayışının mecrasında bir problem var. Çevremizde görüyoruz rehberlikler, danışmanlık merkezleri… İşe ehil olmayanlar da bu eğitimi sürdürüyor. Buralarda çok büyük iğrenç istismarlar var. Ben bu işi yakından bilen birisi olarak söylüyorum. Niçin bütün bunlar? Çünkü ortada bir sorun var. Bu sorunlar aileden, öğrenciden, okullardan kaynaklanıyor. Dolayısıyla birilerinin müracaat edeceği alanlar gerekiyor. Gittikçe kendimize ait olmayan deneyimlere kendimizi kanser ediyoruz.

 

Ali ÖNER: Dikkat edin orada bilgi konuşmuyor, diploma konuşuyor. Bu, diplomanın müslümanlara karşı oluşturduğu problemdir. Meselâ ben tarih mezunu değilim ama tarihten konuştuğum zaman, “ne mezunusun?” diye soruyorlar. Dediniz ki “sosyoloji mezunuyum.” O zaman diyor ki; “seninle alâkalı olmayan bir şeyde niye konuşuyorsun?” Problem de burada.

 

Vahdettin IŞIK: Doğru bir örnek vereyim; Dücane Cündüoğlu’nun tarih mezunu olmaması onu ikinci meşrutiyet dönemi hakkında söz söylemeye iktidarsız hale getirmiyor. Bence mesele, yetkinlik meselesi. Kaldı ki bu bir tarih meselesi, kimse Cündüoğlu’na “sen mantıktan ne anlarsın kardeşim, İlâhiyat mı okudun? Otur yerine!” diyebilir mi? İsmet Özel şiir yazıyorsa,  Edebiyat Fakültesinde Türk Dili bölümünü okumadı, ama kimse şiirine söz edebilir mi? Edemez. Yani teknik alanlara gelindiğinde, maksat meslek edinmekse, (kaldı ki ben bunu bir hayat standardı olarak belirlemeyi problem olarak düşünüyorum) meselâ bir grafiker olabilmeniz için üniversiteye gitmek gerekmiyor. Gitseniz bile kurs almak zorunda kalıyorsunuz. Yani bu okul bağımlılığı meselesini yeniden gözden geçirmemiz lâzım. İslâmî bir eğitimin inşasında vermemiz gereken üç temel ana madde şunlardır: Bunlar Âdem (a.s.)’den beri süregelen temel başlıklardır:

 

1- Rububiyet ve Uluhiyet sıfatına sahip bir Allah inancı

2- Peygamber ve sünnet tasavvuru

3- Modern dünyanın elimizden çekip aldığı, hayatımızı alt üst ettiği, gaybe ve âhirete ilişkin tasavvurumuz.

 

Çünkü seküler kurum, her şeyi “burada ve şimdi” için planlar. Varlığı da öyle tanımlar. Dolayısıyla bilim de bununla sınırlandırılmış bir şeydir. Öyleyse bizim yapacağımız her türlü kurumsal teşebbüslerde, bu üç ana ilkeyi hayatımızı belirleyen bir tasavvurla oluşturmamız gerekmektedir. Talim ve terbiye budur diye düşünüyorum. Bunun gereği olarak da ben hayat sürdürürken, olumlu bir insan olarak hayatımı devam ettirmem gerekiyorsa, “maişet temin etmem, meslek edinmem gerekiyorsa yeteneklerimi ve imkânlarımı kendime yeter bir şekilde istihdam etmem gerekir” diye düşünüyorum. Bunun için teknik eğitim oluşturmak çok zor değil. Bunu bireysel anlamda da söylemek lâzım. Dernek, vakıf gibi çalışmalar yapanlar, bıraksınlar bu işleri! İnsanların daha namuslu, daha şerefli, daha ahlâklı olmaları yolunda insanları eğitsinler. Dernekler ve vakıfların dinî platformlardan çıkarılması gerekir. Çünkü dini kendi referansından öğrenmelidir. Kitap ve sünnet tasavvuru derneklerde öğrenilemez. Çünkü bizim bildiğimiz geleneğimizde bu iş, âlimle ilgili bir şeydir, modern eğitimin bize öğretmeye çalıştığı bilgilendirme süreci, bizi manüple ediyor, zemin kaybına uğratıyor. Öyleyse, her şeyden önce biz, “âlimliği kurumsal anlamda yeniden nasıl inşa edebiliriz, eğitime nerden başlamak lâzım, nasıl bir eğitim yapmak gerek?” sorusuna cevap aramalıyız. 

 

Hamza ER: Okullara verilen değerle dine verilen değeri karşılaştırsak nasıl bir tablo karşımıza çıkar? Bu konudaki ihmalin fotoğrafını çeksek nasıl bir manzara ortaya çıkar?

 

Vahdettin IŞIK:  Bu konuda tecrübeli bir baba, hem de bu işle iştigal eden, yedi seneye yakın öğretmenlik ve de dershanecilik yapan bir kişi olarak cevaplayayım: Kendisini İslâm’a nispet eden bir aile, çocuğunun lise giriş sınavına, ya da üniversite giriş sınavına  hazırlamak için harcadıkları eforu, değeri, ömründe bir defa bahsettikleri temel dinî ilke için sarfetseler, birçok sorunun çözüleceğine inanıyorum. Benim çocuğum lise giriş sınavında başarılı oldu diye memleketten onlarca kişi arayıp tebrik etti, ama benim çocuğum Kur’an okumaya başladığı zaman hiç kimse böyle bir şey yapmadı.

 

Ahmed KALKAN: Tanışılan bir çocuğa hemen şöyle sorular sorulur: “Hangi okula gidiyorsun, kaçıncı sınıftasın, derslerin nasıl?” Ama: “Namaz kılıyor musun? Kaç sûre ezberinde? Kur’an okumasını öğrendin mi? Televizyon seyrettiğin kadar Kur’an meali niye okumuyorsun? Kimin hayatını daha iyi biliyorsun: Filan devlet adamı, falan sanatçı veya futbolcunun mu, Peygamberimiz’in mi?” gibi soruları müslümanlar müslüman çocuklarına sormayı akletmezler.  Okuldaki başarı mı, hayattaki başarı mı; dersler mi, ahlâk mı; notlar mı ibâdet mi? Yani, lise sınavı, üniversite sınavı mı, yoksa Allah’ın dünyadaki kulluk sınavı mı? Bunlardan hangileri daha öncelikli olmalıdır? Çocuğunun sabah namazına kalkıp keyifle, zevk alarak namaz  kıldığına şâhit olmak, yüksek notlarla dolu karnesini görmekten daha mı az öneme sahiptir? Evet, bir delikanlı, üniversite sınavına hazırlandığı gibi, âhiret sınavı için de aynı şekilde çalışsa kesinlikle cenneti hak eder.