Vuslat Dergisi, Ocak 2006, Sayı: 55
Doktorluğa Soyunmaktır Dâvet ve Tebliğ
Ahmed KALKAN
Dâvet ve tebliğ bilincine sahip emr-i
bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker göreviyle mükellef olduğunu düşünen her dâvâ
eri, bazı mesleklerin özelliklerine sahip olmak zorundadır. Bunları kısaca
açıklayalım:
a- Tebliğci, doktor olmalıdır. Her münker, kalbe, mânevî hayata zarar veren bir hastalıktır. Bu hastalığı
teşhis eden ve tedâvisini bilen kimse de gönül
doktorudur. Doktor, hastasına kızmaz. O zavallılar, mânevî
mikroplarla hastalananlar, kızılmaktan çok acınmaya lâyıktır. Düzenin ve
çevrenin kurbanlarıdır onlar. Etraf salgın hastalık yayan bulaşıcı mikroplarla
dolu olduğu için koruyucu (imanî) tedbirler alamayan kimseler doğal olarak
hastalanacaktır. Mikroplarla mücâdele etmeden
toplumsal hastalıkları yenmek mümkün değildir. Dâvetçi,
doktor hassâsiyeti ile hastasını tedâvi etmeli, mânevî hastalıklarına reçeteler
yazmalı, tavsiyelerine uyulmadığı için bağırıp çağırmamalı, tekrar ilaçlar
sunmalı, belki farklı bir tedavi uygulanmalı, hasta kontrol altında tutulmalı,
mikroplu yerlerden uzaklaştırılmalıdır.
Uzman bir doktor olmak yetmez, başka
meslekler de gerek bu dâvânın tebliği için. Emr-i
bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker görevine soyunan her dâvetçi
ve tebliğcinin başka güzel özelliklere de sahip olması gerekmektedir. Bu
özellikleri, akılda daha iyi kalması açısından yine doktorluk gibi mesleklerle
anlatmayı uygun buluyorum. Bir dâvetçi, şu
gerekçelerden dolayı şu mesleklere mecâzen sahip olmalıdır.
Tebliğcinin Diğer Meslekleri
b- İtfaiyeci olmalıdır. Nerede bir yangın varsa oraya
koşan, elinde ne imkân varsa o imkânları kullanarak yangını söndürmeye çalışan itfâiyecidir tebliğci. Yangında öncelikli kurtarılacak
şeyleri iyi bilmelidir. Ateşin içinde bir canlı, bir insan varsa, kendi
hayatını bile tehlikeye atarak onu ateşten kurtarmaya çalışmalıdır. Ama, eteği tutuşan bir itfaiyeci, kendinden
uzaklaştıramadığı ateşi nasıl söndürecek, muhâtaplarını yangından nasıl
kurtaracaktır? Münkerlere kendi yakasını-paçasını kaptıran tebliğci, kendi
üzerindeki ateşi görmeyen, kendini ateşten koruyamayan itfaiyeci gibidir.
c- Cankurtaran olmalıdır. Denize açılıp boğulma ile karşı
karşıya kalanları kurtarma görevlisidir dâvetçi. Günah
denizlerine dalıp sâhil-i selâmetten uzaklaşan
kimseler kurtarıcı ve cankurtaran bekleyen felâketzededir. Yüzme bilmeyen
insanın cankurtaran olmaya kalkmaması gerekir, yoksa başkasını kurtaracağım
derken kendisi boğulur. Ölümcül dalışlar yapan ve münker denizinde ilerleyen
kimseler için gözlerini dört açmalı, onları nasıl kurtaracağı konusunda usûl ve teknik bilmelidir tebliğci. Bilmelidir ki, boğulmaya
yüz tutan nice insan, imdat diye bağıramayabilir, ya da sesini herkese
ulaştıramayabilir.
d- Asker ve polis olmalıdır. Her dâvâ
adamı, cündullahtır, Allah'ın askeri ve polisidir. Şeytanın askerlerine karşı
Allah'ın tarafında yer aldığı için hizbullah da denilen Allah eri, hilesi çok
zayıf olan cin ve insan şeytanlarına karşı savaşçıdır. İşgallerin en kötüsü ve
en tehlikelisi olan zihinleri ve gönülleri işgal eden işgal kuvvetlerine karşı
savaşan ve gücünü askeri olduğu ve uğrunda savaştığı Zât'tan
alan bir asker. Aynı zamanda polistir dâvetçi.
Suçluları tesbit eden, onların suç işlemelerine fırsat tanımayan,
münkerlere/suçlara engel olan Allah'ın polisi. Yetkiyi O'ndan
alan O'nun cezasını hatırlatan bir görevli. Polise, bağlı bulunduğu
devlet görev verdiği ve polis bu görevi ihmal edince nasıl suçlu oluyorsa,
müslümanlara da Allah bu yetkiyi veriyor, yeryüzünde halife kılıyor. Aynı
zamanda trafik polisidir o. Allah'ın, buraya girilmez dediği yasak yolları,
burada durulmalı, geçilmemelidir dediği kırmızı ışıkları gösteren ve kaygan
yolda hızlı gidenleri uyaran yoldaki işaretçidir, doğru yolu gösteren,
tehlikeli yoldan insanları uzaklaştıran kılavuzdur tebliğci.
e- Dâvetçi, İyi Bir Şoför olmalıdır. Kullandığı aracı, üzerindeki yolu,
gideceği hedefi iyi tanıyıp bilmeli,
aynı yoldaki başka araç ve sürücüleri hesaba katabilmelidir. Başka yolu
tercih edenlerin sebebini, oradaki toplu taşıma araç ve şoförleri iyi
tanıyabilmelidir. Yolun neresi kaygan, neresi düz, nerede hız yapılamaz; iyi
bilmeli ve ona göre davranabilmelidir.
Sırât-ı müstakîm adlı o yol, insanlık
tarihiyle yaşıttır ve dünyanın sonuna kadar, yolun en sonuna kadar yolcuları
bitmeyecektir. Ömür biter, yol bitmez; ama her yol cennete gitmez. Çıktığı
yolda kurallara uygun şekilde yarışan, yol arkadaşlarıyla yardımlaşabilen, yola
gelmeyen insanlara acıyıp yolun genişliğini ve güzelliğini onlara da göstermeye
çalışarak yolculuğunu bitiş noktasına kadar sürdüren şoför, yolun sonunda ödül
almaya hak kazanacaktır.
Çok yavaş gidenin, doğru yolda
zikzaklar çizen, hangi şeritte gittiği belli olmayan şoförün kazaya uğrama
riski gibi; aşırılıkları seven sürat tutkunu insanların da ulaşmak istedikleri
yere sağ sâlim erişmeleri zordur. Sırat köprüsü gibi
uzun ince yolun, yolunca geçilmesi için, yoldaş ve yol arkadaşlarının aynı
yolun gerçek yolcularından seçilmesi gerektiğini unutmamalı şoför ve yolcu.
f- Hoca, vâiz, müezzzin, hatip,
öğretmen olmalıdır.
Durum ve mekân neyi gerektiriyorsa, toplumun önüne geçmek gerektiğinde onları
aydınlatmaya çalışan hoca, vâiz veya öğretmen
olabilmelidir. İslâm'da ruhbanlık, din adamı sınıfı olmadığından, o bilir ki,
hocalık özel bazı insanların görevi değildir sadece. Namaz kılan herkes,
gerektiğinde imamlık da yapabileceğinden o iş kendine düştüğünde hocalık
yapabilecek, toplumun önüne geçip insanlara Allah'a kulluk yaptırabilecektir,
onlara imam/önder olabilecektir. Herkes bildiğinin âlimi, bilmediğinin de câhili olduğundan, bildiği doğruları insanlara güzel ve
etkili bir şekilde anlatan vâiz rolünü oynayabilecek, nasihat edebilecektir.
Hakkı, özellikle tevhidi topluma haykırabilecek, insanları namaza ve namaz gibi
güzelliklere çağıracak güzel ve gür sesli bir müezzin olabilmelidir.
Bildiklerini öğreten muallim olmalıdır dâvetçi. Tabii,
bu mesleklerin gerektirdiği formasyona sahip olmaya
çalışacaktır. Yoksa, çocukların evcilik oyununa benzer
bu yaptıkları. O, bilmek zorundadır: "Yarım doktor can yakar, yarım hoca
din yıkar." Bu işler, oyuncak değildir çünkü. Gerektiği zaman da cemaat,
dinleyen ve öğrenci olabilmelidir. Çünkü o bilmelidir ki, bu meslekler,
günümüzdeki memurluk gibi değildir; ihtiyaç ânında her
mü'mine düşen görev taksimatıdır.
g- Psikolog ve pedagog olmalıdır. İnsanları iyi tanıyan, her insanın
psikolojisine uygun çözümler getiren bir yaklaşım içinde olmalıdır tebliğci.
İnsanların akıllarına göre hitap edebilmeli, onların sosyal konumlarına uygun
sözlerle mesajını sunabilmelidir. "Herkes
kendi mizaç ve karakterine, meşrebine göre amel işler..." (17/İsrâ,
84). Muhâtaplarının karakter tahlillerini iyi
yapabilmeli, davranışlarının hangi psikolojik arka plana dayandığını
anlayabilmelidir. Çok yakını ölen birinin durumu ile evlenme gibi sevinçli bir
olay içindeki insanın psikolojisi aynı değildir. Her iki ortam da tebliğe müsâit olsa bile, aynı tarz ifâdelerle bu yapılırsa, bazen
kaş yapmak isterken göz çıkartılmış olur. İnsan psikolojisi, günah ve şirk
psikolojisi, toplum psikolojisi hakkında bilgi sahibi olunmalı, öğretim
metotları bilinip, hangi şartlarda hangi usûlün en
elverişli olduğu bilinip ona göre davranılmalıdır.
h- Aşçı ve garson olmalıdır. Güzel, nefis, leziz yemekler
pişirebilmelidir zihin mutfağında aşçılık yapan tebliğci. Ve bunları haliyle ve
diliyle güzel bir şekilde sunabilen bir garson olabilmelidir. Güzel malzemeler
katıldığı halde, kötü pişirilmiş, fazla ateşte tutulmuş ya da yeterli
pişirilmemiş çiğ yiyecekler yakışmaz usta aşçıya. Kimse bu lokantadan yemek
yemek istemez. Hasta etmemeli, iştah kaçırmamalı, tiksindirmemeli pişirilenler.
Ve unutulmamalı ki, çok güzel bir yemek bile, güzel bir şekilde sunulmazsa,
insanlar onu yemekten hoşlanmazlar. Karnı aç birisi, usta elinde pişmiş
yiyeceği, üstü başı pis, kaba ve ısıracak kimse arayan yılan
dilli bir garsonun yemeği sunmasıyla iştahı kaçacak, belki yemeden aç aç
masadan kalkacaktır. Sunulan yemek çok güzel (Kur'an âyetleri
ve Peygamber hadisleri) de olsa, açlığını gidermek için gelen kimsenin suratına
atar gibi masasına atıp giden bir garson, bir çuval inciri berbat etmiş olacak,
lezzetli yemeklerin tadına bile bakmadan kişinin masadan kalkmasına sebep
olacak, ya da lezzetli yemeği sabote etmiş olacaktır.
i- Tiyatrocu, aktör olmalıdır. Özellikle ana-babalara ve
kendilerine saygı duyulmasını bekleyen büyüklere karşı rol yapabilmelidir dâvetçi. Kimsenin artist olması, maskeyle dolaşması, hareket
ve konuşmalarının sahte olması değil istenen; ama bazen "kızım sana
söylüyorum, gelinim sen anla!" cinsinden tavırlar takınabilmelidir. Otobüs
ve minibüs gibi toplu taşıma araçlarında ve bekleme salonlarında, ortam
uygunsa, etraftakileri rahatsız etmeyecek bir tarzda; iki arkadaştan biri karşı
cepheden soru soran ve öğrenmek isteyen, bazen de eleştirip karşı çıkan bir
rolü üstlenebilecek, arkadaşı da bildiği o konuda ona tebliğ ediyor izlenimi
vererek kulak misafirlerine hakkı duyurabilecektir. Ana-babaya karşı bazen
öğrenmek istercesine soru sorarak, bazen kendisi için okuyor hissi verip bir
kitabı, dergi ve ya da yazıyı sesli olarak okuyabilecek, hoşlandığı hissi
vererek bir kaseti onlar için çaktırmadan dinlemek isteyecek, onlara mesajı
ulaştıracak farklı yollar arayışı içinde olacaktır. Ama bu rolleri, yalan
söylemeden, ağzına yüzüne bulaştırmadan, ustaca becermeye çalışacaktır.
j- Terzi olmalı. Kişiye uygun özel elbise
dikilebilmelidir. Giydirmek istediğimiz elbise, karşımızdakine ne büyük ne de
küçük gelmeli, üzerine tam oturmalıdır. Konfeksiyon tipi, hazır kalıp, herkese
giydirilecek tek tip elbiselerden kaçınmalıyız. Bilmeliyiz ki, her insan ayrı
bir dünyadır, dünyaya bakışında bazı farklılıklar vardır. Her insanın açık
kapısı farklı olabilir, kilitli kapıları zorlamak yerine, o insanın açık ve
tebliğe müsait tarafını bulmaya çalışmalıyız.
k- Çiftçi, ziraatçı olmalıdır. Toprağa attığı tohumu, diktiği
fidanı, ektiği ekini sabırla ürüne dönüşmesini bekleyecek, aceleci
olmayacaktır. Tedricîliği prensip kabul edecek, ektiği ekinin veya diktiği
fidenin gerekli bakımını yapacak, sulayacak, etrafında biten ayrık otları,
zarar vericileri temizleyecek ve ürün elde etmek için görevini yapıp sebeplere
yapıştıktan sonra, duâ edip Allah'ın rahmetini
beklemeye başlayacaktır. İnsana yatırımın en pahalı yatırım olduğu ve çokça
ıskartaya çıkacağı bilinciyle moralini hiç bozmayacak. "Tohum saç,
bitmezse toprak utansın. Ustada kalırsa bu öksüz yapı, onu sürdürmeyen çırak
utansın!" diyecek.
Tebliğci İçin Yasak Meslekler
Konfeksiyonculuk, işportacılık,
çığırtkanlık, politikacılık, propagandacılık, misyonerlik, reklamcılık,
pazarlamacılık, lejyonerlik, emir kulluğu gibi meslekler de yasak mesleklerdir.
Tartışmadan, münâkaşadan
kaçınmaya çalışmalı, tebliği bir boks maçına çevirmemeliyiz. Bizim bütün gayretimize rağmen, münâkaşaya mecbûren çekiliyorsak, yine inisiyatifi elden
bırakmamalı, ağırlığımızı ve olgunluğumuzu kaybetmemeliyiz. Tebliğ için en
uygun ortam kollanmalı, bir boksör gibi, karşımızdakinin en zayıf ânını kollayarak indirici darbeyi o zamana saklamalıyız. En
son söylememiz gereken sözü en başta söylememeliyiz. En son yıkacağımız put, muhâtabımızın nefis putu olmalıdır. Kişinin nefsini açık ve
ağır biçimde suçlayarak işe başlarsak, muhâtabımız, o
putun dayanağı olan diğer putları da savunmuş olacaktır. Ama,
nefis putunu ilk anda görmezden gelir, hatta yanlışa ve abartıya kaçmaksızın
onun güzel tarafları öne çıkartılıp övülürse, diğer putlar daha rahat alaşağı
edilecek, en sonunda dayanaksız kalan nefis putu, kendiliğinden devrilecektir.
Her sarayın açık bir kapısı vardır. Kilitli kapıları kırarak oradan girmek
olgun insana yakışmaz.
Tekrarın, ısrarın, kontrolün, tâkibin önemi büyüktür. Reklâmın etkisi, biraz da tekrardan
olmaktadır. Yasak savma cinsinden söylenilip geçilmemeli, en tesirli olacak
şekilde ve en güzel usûlle tebliğ yolları aranmalıdır.
Müjde, kolaylık yolları ihmal edilmemelidir. Akla hitap edildiği kadar, hatta
ondan daha çok duygulara, gönle hitap edilmeli. İlgi ve ilişki sürdürülmeli.
Kıssa ve mesel, hikmet ve mev'ızeler gerektiği oranda sıklıkla
kullanılmalı.
Dâvetçi; Sağlam iman sahibi, yeterli ilmî
birikimi olan; dini, insanı, psikolojiyi, çağı ve dünyadaki fikir akımlarını,
insanların münkerleri niçin işlediği gibi konuları iyi bilip tahlil
edebilmelidir. Yüzmesini bilmeyen kişinin, başkasını boğulmaktan kurtarmasının
mümkün olmadığı bir gerçektir. İnsanlara ayna olmalı, kendi yanlışlarını bizim
temiz ahlâkımızda/aynamızda görüp düzeltebilmesine vesile olabilmeliyiz.
Sevilmeyen bir insanın tebliği fayda getirmez. Gerekli maddî imkânlara sahip
olunmalı, hiç değilse elindekilerle yetinen kanaatkâr ve gözü tok olmalı ve
öyle bilinmelidir ki, tebliğ karşılığında hiçbir ücret ve karşılık beklememiş
ve almamış olsun. Sabır ve azim sahibi
olunmalı, ümitsizliğe yer vermemelidir. Kendisi ümitvar olduğu gibi, başkasına
da umut bahşedebilmelidir. Allah'ın rahmetinden ümidini ancak kâfirlerin
kestiği unutulmamalıdır. Şefkat ve merhamet, af ve müsâmaha
sahibi olunmalıdır. Adam kazanma gayreti içinde, zorluklara göğüs geren, fedâkâr ve sevecen tavırlar sergilenmelidir. Tevâzu sahibi ve olgun bir şahsiyet, karakter sahibi bir
kişi ancak tebliğde mesâfeler kat edebilir.
Dış görünüşü temiz, elbisesi düzgün, temiz ve güleryüzlü olmalı,
neticeyi âhirette bekleyen ve yapıştığı sebepleri bereketlendirmesi ve başarı
için Allah'a duâ etmelidir tebliğci.
Muhâtabın anlayıp anlamayacağı hesaba
katılmadan, ilk elde hemen her şeyi anlatmak da doğru olmaz. Fikrî seviyesi
hesaba katılmadan, hazmedemeyeceği ağır konuları gündeme getirmek, fayda yerine
zarar verebilir. İhtilâflı konuların, dinin teferruat sayılabilecek
ayrıntılarını tebliğ olarak öne çıkartırsak dini zorlaştırmış oluruz. İyiliği
emretmek, ancak ümmetin, üzerinde ittifak ettiği şeylerde olmalıdır. Ümmetin,
üzerinde ihtilâf ettiği şeyleri tebliğ etmek, kimseye şart değildir. Bu görevi,
yumuşak huylu, sabırlı ve anlayışlı kimseler yapabilir.
İnsan, ihsânın
kölesidir. Tebliğci bunu unutmamalı, gücü ve imkânı ölçüsünde ikramlarda
bulunmalı, hiç değilse güleryüzünü ve tatlı dilini, ikrâm
olarak sunabilmelidir. Muhâtabının sözünü kesmemeli,
onu sonuna kadar dinleyebilmelidir. Kendisi konuşurken, karşısındakinin sıkılma
ihtimalini gözönünde bulundurmalı, gönülden gelen bir dinleme yoksa konuşmanın
faydası olmayacağını unutmamalıdır. Az ve öz konuşmalı, sözleri dikkatli
seçmeli, kırıcı ve gereksiz tartışmalara yol açıcı ifadelerden kaçınmalıdır.
Dile hâkim olmalı, hitâbet tekniğine ve insan
psikolojisine uygun şekilde hitap edebilmelidir.
Tebliğ ederken yumuşak olmak, tedrîcîlik ve neticeyi Allah'ın tâyin edeceğini bilerek,
esas sonucu âhirette beklemek gibi esaslar, misyoner tavrına yol açmamalı. Bir
yüzüne tokat vururlarsa diğer yüz çevrilmemeli. Zulmetmek de, zulme uğramak da,
zulme rızâ göstermek de İslâm’da yasaklanmıştır. Dâvâ ve dâvet için her yol mubah değildir. Amaç gibi araçlar
da meşrû olmalıdır. İnatçı, alaycı müstekbir
kâfirlerle karşılaşınca, bilinçli şekilde kibirli ve müslümanları aşağılayan
kimselere muhâtap olunca; gereken tâvizsiz tavır,
ölçülü sert yaklaşım dinin ve dindarın izzeti açısından tercih edilmelidir.
Televizyon kanallarının reyting derdiyle sık sık başvurduğu tartışma programlarında müslüman konuşmacılar,
kendilerini hor gören kişileri hep hoşgören tavırlar takınıyorlarsa, bilinsin
ki, din bunu emrediyor diye bu tavır yapılmıyor, dine rağmen yapılıyor. "Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için
hayat vardır. Umulur ki, prensiplere uyar da kendinizi korursunuz." (2/Bakara,
179) "(Hakkı aramayan inatçı)
Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı
sert davran..." (9/Tevbe, 73; 66/Tahrîm, 9). Kibirliye ve zâlime karşı tevâzu, onun kibrini ve zulmünü artırır.
Tebliğci, hakkı tanıtmak için muhâtaplarının özel zamanlarını fırsat bilmelidir.
Hastalığında ziyâret, yakınlarından birinin ölümü için
tâziye, düğününü tebrik, bayram ve benzeri günleri tebliğ için
değerlendirmelidir. Sıkıntılı, dertli durumlarında sabır tavsiyesi ve
hastalığında ziyaret edip Allah'tan şifâ talebi ile
birlikte, bu durumların tebliğe kapıların açık olduğu zamanlar olduğunu bilerek,
bu fırsatları Allah için değerlendirmelidir.
Tebliğ için câmiler,
toplantı salonları, seminer ve dersler, arkadaşlık ve komşuluklar, spor
karşılaşmaları gibi her şey fırsat bilinmeli ve o imkânlardan
yararlanılmalıdır. Bilgisayar, internet, CD, disket, kaset, gazete, dergi,
kitap, radyo, pankart, afiş, bildiri, tebrik kartları, mektup, telefon, faks
gibi araçları meşrû şekilde tebliğ için
kullanabiliriz.
"Öncelikle neler tebliğ
edilmeli, tebliğe nereden başlamalı?" sorusuna cevap olarak şunu söyleyebiliriz:
"Kur'an nereden başlamışsa oradan, Peygamber nelere öncelik vermiş ise
onları." Kur'an ve Rasûlullah ilk olarak şirkin çirkinliğini, tevhidin
önemini vurgulamış, öncelikle Allah'a kulluğa ve tâğutların egemenliğinden
kurtulmaya çağırmıştır. Tebliğcinin öncelikleri de bunlar olmalıdır.
Herkese, özellikle misafiri ve
ziyaretçisi gelmeyen, adam yerine konulmayan garip ve kimsesizlere, fakir
mahalle sâkinlerine dâvet ulaştırılmalıdır.
Peygamberimiz başta olmak üzere, hemen her peygamberin tebliğlerine ilk olumlu
cevap verenler; köleler ve fakirler olmuştur. Ayakkabımızı boyatırken boyacıya,
tıraş olurken berbere, alışveriş ederken bakkala, müsâit
ortam varsa çekinmeden tebliğ ulaştırılmaya çalışılmalıdır. Evimiz, akrabâlarımız, iş arkadaşlarımız, samimiyet kurduklarımız;
tebliğde öncelemek zorunda olduğumuz kimselerdir. Bununla birlikte tebliğ; kime
yapılmalıdır? Herkese. Nerede? Her yerde. Ne ile,
nasıl? Meşrû her araç ile ve meşrû her yöntemle.
“(İnsanları) Allah'a dâvet eden, sâlih amel/iyi
iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en
güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık
bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete) ancak sabredenler
kavuşturulur. Buna, ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.” (41/Fussılet, 33-35)
“Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel
öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi
yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete
erenleri de en iyi bilendir.” (16/Nahl, 125) Bu âyetlerden yola
çıkarak, güzel sözün muhtevâ/içerik
yönüyle özelliklerini şöyle tespit edebiliriz:
1- Allah'a dâvet, insanları mutlak doğruya, tevhide,
İslâm’ın ana esaslarına çağırmalıyız. Kendi beşerî doğrularımıza, parti veya
cemaatimize, dernek veya vakfımıza değil; insanları Allah'a ve O’nun dinine,
O’nun tartışmasız doğrularına dâvet etmeliyiz. Bugün
çoğu dâvetçi, bunu uygulamamaktadır. Mutlak doğrulara
değil; göreceli/ictihâdî/yoruma dayalı doğrulara çağırmaktadır. Tebliğ
zannedilen görüşmelerin bereketsizliğinin sebeplerinden biri de budur.
2- Sâlih amel, yani sadece sözle yaptığımız
dâvetle yetinmeyip hal dili, beden dilini de kullanmak, anlattığımızı önce
ihlâslı bir şekilde nefsimizde yaşamak ve örnek olmak gerekmektedir.
Unutmamalıyız ki, eteği tutuşan itfaiyeci, kendini kurtarmadan dışarıdaki
yangını söndüremez.
3- “Ben müslümanlardanım” demek, yani Allah'a teslimiyet, İslâm prensiplerini tâvizsiz yaşamaya çalışmak, İslâm kimliğinden başka kimlik
ve âidiyetleri öne çıkarmamak, şahsiyet/kimlik sahibi olmak ve dünyevî çıkar
gözetmemek gerekir. Bir cemaat mensûbu, bir klik, grup
olarak değil; “müslüman” olarak tebliğ yapmak; sadece bu kimlikle muhâtabın
karşısında olmak gerekir.
Diğer âyet
ve hadislerden yola çıkarak, güzel sözün diğer temel içerik özelliklerine
şunları da ekleyebiliriz:
4- Hayırlı ve Faydalı Şeyler Konuşmak: “Kim Allah'a ve âhiret
gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû
söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!” (Buhârî,
Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn,
II/120)
5- Aksi Gerekmediği Müddetçe Sevindirici, Müjdeleyici Sözler: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722)
“Tatlı bir çift söz (muhâtaba
verilmiş) bir sadakadır.” (Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947)
6- Muhâtabın Seviyesine ve Psikolojik Durumuna
Uygun Sözler.
Güzel sözün üslûp yönüyle özelliklerini yine bu âyetlerden
yola çıkarak şöyle tespit edebiliriz:
1- Kötülüğü en güzel bir tavırla önlemek: Kötülük, en güzel haslet ne ise
onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve
iyilik ile karşılık verilmelidir.
2-Düşmanı yakın bir dosta dönüştürme çabası,
3- Sabırlı ve hayırlı olmak; Tahammülü engin, hayır yönüyle zengin olmak,
4- Hikmet
sahibi olmak, hikmetli sözlerle Rabbin yoluna çağırmak,
5- Mev’ıza-i hasene (güzel öğüt)
ile hitab etmek, (bu
konudaki diğer âyet ve hadislerde emir ve tavsiye
edilen güzel öğüt kurallarına uymak:) tatlı dille, yumuşak üslûpla insanlara,
mesajı sevdirerek, varsa kolaylık yolunu göstererek konuşmak. Müjdeleyici
olmaya çalışmak, nefret ettirmemek,
bıktırmamak, alternatif göstererek kötülüğü değiştirmek, yıkıcı değil yapıcı
olmak, muhatabın özel durumunu dikkate alarak, onun seviye ve psikolojisine
göre akla ve duygulara hitab etmek. Uygun yer ve zamanı gözetmek, Öncelikleri
tesbit ederek ana esaslara çağırmak ve tedricî olmak. Aktüaliteden, eski
bilgilerden yola çıkmak, bıktırmaksızın tekrar tekrar mesajı değişik
vesilelerle iletmek, kıssa ve mesellerden, örnek ve temsillerden yararlanmak
gerekir. Gereksiz tartışmalardan, nefis meselesi yapılmasından veya kişinin
onurunu rencide edecek tavırlardan, mahcub etmekten, alay ve hakaretlerden uzak
bir ifade tarzı kullanmak şarttır.
6- En güzel şekilde münâkaşa ve mücâdele etmek.
Eğer başka çare
yoksa ve mecburen münakaşa ve fikrî mücâdele etmek zorunda kaldıysak, yine
olgun ve onurlu bir mü’mine yakışan tavırla, en güzel metodlarla münakaşa
ve mücadele yapmak gerekecektir. Karşımızdakinin seviyesine inmek yerine, onun
bizim seviyemize çıkmasına gayret etmek, en güzel yoldur. Bu münakaşa ve
münazaralarımızda nasıl bir usûl ve üslûp takınmamız
gerektiğini Kur’an bize öğretmektedir: “Onlar
(münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma,
kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli
söz söyle.” (4/Nisâ, 63) “Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez;
ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.” (4/Nisâ, 148) “Onların
Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da
bilmeyerek Allah'a söverler.” (6/En’âm, 108).
Usûl ve üslûp konusunda dikkat edilecek
hususlardan biri de, eleştirip yasakladığımız münkerin yerine hayırlı bir
seçenek, yani alternatif sunmaktır.
Alternatif sunma: Meşhur hadisi bilirsiniz:“Sizden
her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle
değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona
da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin/buğzetsin (onu hoş görmeyip
kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78). Bu hadiste "münkerin eleştirilmesi"
veya "kaldırılması" değil; değiştirilmesi emredilmektedir. Kötülüğü
kaldırıp yerine iyisini yerleştirme, yani alternatif sunma. Bu özellik, çoğu
zaman göz ardı edilir. Sadece kötülük eleştirilir, yasaklanır. Halbuki hayat boşluk kabul etmez. Alternatif gösterilmeyince
kötülüğün kaldırılması çok zordur; bu zorluk aşılsa bile başka bir kötülük onun
yerini alabilecektir.
Münker işleyen kimseleri, elindeki
basit oyuncakla oynayan çocuklara benzetmek mümkündür. Çocuk, çocukluk edip
eline kendisine zarar verecek bıçak alıp onunla oynamaya başladıysa, onu gören
adam, onu zorla almaya çalışır, ya da kızarak bağırıp çağırırsa, büyük
ihtimalle çocuk elindekini vermek istemez, vermemek için koşmaya başlar ve
bıçağı bu usûlle almaya çalışan kimse, istemeden de
olsa çocuğa zarar verebilir. Böyle yapmaktansa, çocuğun hoşlanacağı zararsız ve
güzel bir şey, meselâ bir şeker çocuğa gösterilirse, çocuk kendiliğinden
elindeki bıçağı atacak ve şekere koşacaktır. Dâvetçi
de münker işleyen çocuk akıllı kimselere böyle davranabilmeli ki, netice
alabilsin ve kimse zarar görmesin. Yasaklardaki câzibe,
fıtrî bir câzip şeyle değiştirilmeli, önündeki engeller kaldırılan fıtrat,
güzeli seçip tercih edebilecektir. Tattırmak gerekiyor. Muhâtap;
örnek alınacak güzel yaşayışları, yapılması gerekenleri yapanları görmek
istiyor, tebliğcinin sözünün eri olmasını istiyor.
Dini olduğu kadar, konuştuğumuz dili
de iyi bilmek ve düzgün kullanmak, dâvette başarılı
olmak için şarttır. Konuşma
ve yazma kabiliyetini bize Allah vermiştir (55/Rahmân,
4; 96/Alak, 4). Lisanların çeşit çeşit olması da yine, Allah’ın kudretini
gösteren özelliklerdendir (30/Rûm, 22). Her peygamber
kendi kavminin, içinden çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini yapmıştır (14/İbrâhim, 4). Dinin amaç, dilin araç
olmasından dolayı her müslümanın kendi ana dilini çok iyi bilmesi ve onu çok
güzel bir şekilde kullanması, dinini tanıyabilmesi ve kendi toplumuna
tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir. İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları
kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar, onunla inançlarını öğrenir ve ifade
ederler, birbirleriyle dil sayesinde anlaşırlar. Beraber yaşadığımız insanlarla
iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta başarılı olmak için de konuştuğumuz dili
iyi bilmek ve düzgün kullanmak şarttır.
Hakkı tavsiye edip güzellikleri
yaymak için, toplumu hayra doğru değiştirmeye çalışan ve bu yolda fedâkârlıktan çekinmeyen gençlere selâm olsun!