Çağdaş Câhiliyye İnsanının
Islah Edilmesinde İzlenecek Tavır
Önce,
durum tesbitiyle konuya başlayalım. Bugün, içinde yaşadığımız topraklar dâhil,
hemen bütün dünya, en ilkel, en gerici, en bağnaz şekilde câhiliyye hayatını sürdürmektedir.
Bireylerin çoğu, düzenlerin tümü, egemen ekonomik sistemler, resmî eğitim
anlayışları ve ahlâk, yani tüm yaşama biçimleri câhiliyye zulmü altındadır.
Câhiliyye,
İslâm’ın zıddı demek olduğundan, onun değiştirilip ıslâhı da ancak İslâm’la mümkün
olacaktır. Câhiliyye insanını ıslah etme çabaları da müslümanın yeryüzündeki
halifelik ve îmâr görevlerinin başında gelir. Bu türden gayretler sâlih amel ve
cihad olarak adlandırılır. İman, gönüllerde pasif bir inanış, vicdanlarda hapis
hayatı yaşayan kuru bir inanç değildir. O bulunduğu kalbi ve kalıbı ihyâ ettiği
gibi, çevresini de başta şirk ve Hakk’a isyan olmak üzere her türlü pislikten
arındırmaya çalışan bir ıslah hareketidir. Mü’minin en temel özelliğinden biri,
sâlih amel sahibi olmasıdır. Sâlih amel, insanın hem kendini hem toplumu ıslah
edecek davranışları Kur’an ölçüsü içinde yerine getirmektir. İnsanın kendi
içindeki câhiliyye ve fesâda meyille mücâdelesinden başlayarak çevresindeki
fitne ve fesâda karşı İslâmî tavrıdır sâlih eylemler.
İnsanın
fesâda meyilli yapısı da, sâlih mü'mini iç fesâda karşı daima uyanık
olmaya zorlamalıdır. Bu, nefisle
cihdaddır; nefsin fesâda meyline karşı cihad. Mücâhid, fesâdı salâha
çevirendir. Gerçek mücahidlik, kişinin içini ıslah etme gayreti olmadan ortaya
çıkmaz; çıkarsa bu cihad değil, terör olur. Muvahhid müslümanların her şeyden
önce, kendi nefislerindeki câhiliyyeden arınmaları, nefislerini ıslah edecek
ibâdet ve takvâ ile bu konuda fiilî duâ yaparak Allah’tan yardım istemeleri
gerekmektedir. Öyle bir aktif imana sahip olunmalıdırlar ki; eğitim ve geçim
gibi gerekçelerle câhiliyyenin her çeşit propaganda, reklam, emir ve yasaklama
gibi tavırları karşısında onların çirkin ahlâkına, özendirmek istedikleri
yaşantılarına tiksinti ile bakabilmelidir. Onlardan etkilenen pasif ve edilgen
bir nesne yerine, onları etkileyebilecek, onlara iyiliği emredip kötülüğü
yasaklayabilecek bir özne seviyesi göstermelidir. Giderek tüm dünyadan fitneyi,
şirki, zulmü, sömürüyü, işgali kaldırmak için gerekli her türlü gayret, çaba ve
fedâkârlığı üstlenebilmelidir.
Câhiliyyenin
iki temel özelliğinden biri şirk, biri câhilliktir. İslâm’ın dışında olan her
şey câhiliyye kapsamına girdiği için bilinçli-bilinçsiz şirk câhiliyyenin en
temel vasfıdır. Bu özelliğin sebebi de câhilliktir. O yüzden câhiliyyenin
ıslahı da tevhidin tebliği ve İslâm’ın güzelliklerinin öğretilmesi olmalıdır.
Câhiliyye virüslerinin gönülden ve zihinden temizlenme gayretiyle tevhidin
ikamesinden başlanmayıp da ahlâkî tavsiyelerle, hatta ibâdetlerin öğütlenmesiyle
işe başlanması Kur’an ve Sünnet prensibi değildir. Şirkin izâlesi ve câhiliyye
insanının ıslahı için peygamberlerin ve Kur’an’ın başladığı yerden başlamak
gerekmektedir. “Allah’tan başka ilâhın olmadığı ve sadece O’na kulluk
yapılması” mesajı, tüm peygamberlerin câhiliyye toplumunun ıslahı için kaldıraç
noktasıdır.
Bireysel,
sosyal ve siyasal hayattaki tüm problemlerin kaynağında bu cehâlet/câhiliyye
vardır. asr-ı saâdeti yaşamanın, saâdeti Asra taşımanın yolu akîdenin
sağlamlığından geçer. Kur’an’ın istediği gibi iman edilmedikçe, kişilerin ve
toplumların düzelmesi mümkün olmayacak, ahlâkî öğütler delik kaba su doldurma
gayreti gibi sonuçsuz kalacaktır. Rasûlullah’ın Allah’a sığındığı faydasız
bilgi için her zorluğa göğüs geren insan, âhirette kurtuluş ve dünyada huzur
için gerekli İslâm’ı öğrenme ve yaşama çabası içinde değilse, büyük bir
yanlışlık var demektir. İslâm’ı öğrenmeye çalıştığını sanan bazı kişilerin de,
abdesti bozan şeyler kadar imanı bozan şeyleri öğrenmeye önem vermediği de ayrı
bir problem. Dört değil, on dört taraftan câhiliyyenin kuşattığı insanın, her
türlü beşerî dayatmalara karşı direnebilmesi, Allah’tan başkasına eğilmeyecek
bir güce ulaşabilmesi için çok sağlam bir imana ihtiyacı olacaktır.
Tevhidî
esaslar, Kur’an’ın en fazla önem verdiği hususlardır. Din, bu esasları
bireylere ve topluma yerleştirmeyi esas almış; Mekkî sûreler hemen tümüyle bu
ilkeleri yerleştirirken, Medenî sûreler de sık sık buna vurgu yapmış, emir ve
yasaklarla bunları pekiştirmiştir. Hz. Peygamber, on üç sene Mekke döneminde bu
İmanî esasları yerleştirmek için tebliğini sürdürmüş, sonra da İmanları kemâle
erdirme gayretine devam etmiştir. Kur’an, insanın sadece Allah’a kulluk yapmak
için yaratıldığını vurgular. Her türlü puta tapıcılığı, şirkin tüm çeşitlerini,
tâğutun bütün görüntülerini, sahte ilâhların egemenliklerini reddetmeden yalnız
Allah’a kulluk sergilenemeyecektir.
İslâm,
hiçbir zaman nazarî inanç ve birtakım ibâdetlerden ibâret değildir. Bir yandan
birtakım ibâdetler yapmak, diğer taraftan da fiilen mevcut olan câhiliyye
toplumunun faal bir üyesi şeklinde çalışmak bir arada bağdaşamaz.
İslâm’ın
hedefi, câhiliyeyi ortadan kaldırmaktır. Bunun için de yeni ve faal bir
kadronun oluşturulması lâzımdır. Bu kadro, yaşama tarzıyla, düşünce yapısıyla,
sosyal düzeniyle, değer yargısı ve
kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslâm metoduna uygun hareket eden bir cemaattir.
İşte, böyle bir kadro ancak yeniden İslâm ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu
beyânâtına mazhar olur: “Siz, insanlar içinden seçilip çıkarılmış en hayırlı
bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a
inanırsınız.” (3/Âl-i İmran, 110). “İşte böylece sizleri orta (mûtedil,
dengeli) bir ümmet kıldık. İnsanlara şâhid (örnek) olasınız ve Peygamber de
size örnek olsun diye...” (2/Bakara, 143)
Eskisiyle,
moderniyle çağdaş câhiliyye insanını iki gruba ayırmak gerekir. Birinci grubu
mele’ ve mütraf da denilen müstekbir grup oluşturur. Bunlar şu veya bu yönden
şu veya bu ölçüde egemen ve etkin zümredir. İkinci grup ise müstaz’af halk
sınıfıdır. Her iki grup da ıslaha yönelik dâvet ve tebliğe muhtaçtır; tümüne
İslâm (Kur’anî ve tevhidî ölçüler içinde) ulaştırılmalıdır. Fakat kendilerine
bakış ve uygulanacak yöntemler yönüyle bu iki gruba karşı tavrı ayrı ele almak
gerekir.
Tâğutların,
zâlimlerin, egemen müstekbirlerin, emperyalistlerin kasıtlı ve bilinçli olarak
İslâm’a düşman olduklarını değerlendirebiliriz. Bunlar İslâm’ı bilmediklerinden
değil, gâvurluklarından tavır aldıklarını düşünebiliriz. İslâm’ı doğru şekilde
bilmiyorlarsa bile, bu, kendilerine İslâm ulaşmadığı ve imkânsızlıktan ötürü
değil; önemsemediklerinden, gurur ve kibirlerinden dolayıdır. Bu kesim, en
basit bir bilgiye bile kolaylıkla ulaşabildikleri gibi; ellerinin altındaki
bilgisayar aracılığıyla, internetten veya rahatlıkla temin edebilecekleri
kitaplardan ve çevredeki âlimlerden önemsedikleri, ilgi duydukları şeyleri
öğrenebilirler. Ama, kendi halinde geçim derdiyle uğraşan, spor, müzik, film ve
tv. ile uyutulan ve uyuşturulan müstaz’af (gariban) halk kitlesine daha
müsâmahalı yaklaşmalıyız. Bu ikinci gruba düşmanlıkla, kızgınlıkla, haksız
tekfirle, dışlayarak değil; acıyarak yaklaşmalıyız. Zavallı kurbanlardır
bunlar; düzenin ve çevrenin kurbanları. Bunlar, bilinçli olarak İslâm’a düşman
sınıfı oluşturmaz. Bunlar müslümanların kaybolmuş, çalınmış çocuklarıdır.
Bunları tekrar kazanmak için dinin tedric, rahmet, af, müsâmaha, sabır,
müellefetu’l-kulûb gibi kavramları istikametinde tevhidî bir tebliğ ve eğitim
önceliklenmelidir. Bu tebliğ çalışmalarında da hikmet ve güzel usullerden
ayrılmamalıyız.
Birinci
grup câhiliyye insanı daha farklıdır. Hevâ ve heveslerini ilâh edinen bu etkin
ve yetkin grup, yeryüzünde kendi keyiflerine göre bir sistem kurmaya,
oluşturdukları câhiliyyeyi diğer insanlara dayatmaya çalışırlar. Dünyevî
hırslarını, iştah ve şehvetlerini tatmin için her yola baş vururlar.
Hedeflerine varabilmek için hiçbir kural tanımazlar. Diğer insanların haklarına
ve hürriyetlerine tecâvüz ederler. İşte yeryüzünde fesâdın kaynağı budur.
Allah'a açıkça isyan, yeryüzünü fesâda vermek olarak kabul edilmiştir. Çünkü
İslâmî hükümler, insanların huzuru için vaz' olunmuş kanunlardır. İnsanlar
bu hükümlere sımsıkı
sarıldıkları zaman, düşmanlık ortadan kalkar
ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Böylece hem yeryüzünün/doğanın,
hem de orada yaşayan insanların salâhı
gerçekleşir. Ancak, insanlar
İslam'a sarılmayı bırakıp, herkes kendi nefsinin arzuladığı
şeyleri yapmaya başlarsa, o zaman fesat ortaya çıkar. Mesele bu açıdan ele
alınırsa, yeryüzündeki fesâdı ve fesâdın kaynağını tesbit etmek kolaylaşır.
Kâfirler, müşrikler ve münâfıklar, gayr-ı meşrû amelleriyle fesat
üretmektedir.
Bunca açık
delillere rağmen Allah’ı inkâr edebilen ya da içinde bulundukları şirk
mikrobunu etrafa bulaştıran, O’nun yolundan/dininden başka yol/ideoloji seçen
ikinci gruptaki anormal insan(!)lara karşı tavrımız müdafa değil; hücum
olmalıdır. Dâvet ve tebliğ aşamasında, soruyu soranlar bizler olmalı, Kur’an’ın
gündemindeki ana konularla net bir şekilde onları Hakk’a dâvet etmeliyiz. Yok,
bu dâvetin başkaları tarafından yapıldığına şüphe etmiyorsak, tâbi olmama,
itaat etmeme, yüz çevirme, güzel şekilde mücâdele aşamalarından sonra, hâlâ
fesat ve fitnelerini yaygınlaştırmaya devam ediyorlarsa o takdirde müslümanlar
olarak güçlerimizi birleştirerek cihad ve kıtâl aşamalarına geçmenin yolunu
açmalıyız. Şuurlu mü’minlerin, yani ıslah edicilerin de yardımlaşmaları ve
müfsidlerle mücâdele etmeleri gerekir. Yoksa, yeryüzünde hep fesat egemen olur
ve insanın hem yaratılışındaki, hem de hilâfetindeki amaç gerçekleşmez: "Eğer Allah'ın, insanları bir kısmıyla
bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesâda uğrardı; ama Allah
âlemlere karşı lütuf sahibidir." (2/Bakara, 251). Bilinçli şekilde
Allah’ın dinine karşı savaşanlara karşı biz de onların anlayacağı dili
kullanmalıyız. “İman edenler Allah
yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda
savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın
düzeni ve tuzağı zayıftır.” (4/Nisâ, 76)
Câhiliyyenin Fesâdı Karşısında Mü’minlerin Görevleri
Kur’an-ı
Kerim’in birçok yerinde “sâlih amel”
ile “iman” kavramları âdeta bağımsız düşünülemeyecek
kadar iç içe bir birlikte kullanılmıştır. Sâlih amel, açıkça imanın dışa
yansıyan gerekliliğidir. Yeryüzünün ifsad edildiği, zulüm ve şirkin
alabildiğine azgınlaşıp cahilî kültür ve uygulamaların yaygınlaştığı ve vahyî
ölçülerden uzaklaşıldığı her dönemde, ıslahat çabalarının gerçekleştirilmesi
mü’minlerden beklenilen temel farîzadır. Rabbimizin müjdelediği sonuca da, ancak bu konularda göstereceğimiz
sâlih amellerimizle ulaşabiliriz. Zaten mü’minlerden beklenilen, zorbalara
uymaları veya boyun eğmeleri değil; ıslah edicilerden olmalarıdır (28/Kasas,
19)
Muslihun (ıslahatçı olanlar), Rablerine
ibadette kimseyi ortak koşmayan (18/Kehf, 110), Allah’ın kitabına sımsıkı
sarılan (A’raf, 170), cehalet ve kötülükten arınmaya çalışan (17/İsrâ, 9),
mü’min kardeşlerinin arasını ıslah eden (49/Hucurât, 10), rasullerin canından
önce kendi canlarının kaygısına düşmeyip Allah yolunda susuzluğa, açlığa,
yorgunluğa hazır olan (9/Tevbe, 120), iyiliği emredip kötülükten sakındıran ve
hayır işlerine koşan (3/Âl-i İmran, 114), Allah'a çağırıp ben müslümanlardanım
diyen (41/Fussılet, 33) kimselerdir.
Salâh
vasfı, hem dünyevî, hem de uhrevî özelliği bünyesinde taşımaktadır. Salâh ve
ıslah, hem insanın Rabbine karşı kulluk görevlerini, hem kendinden başlayarak
topluma karşı insanlık görevlerini içerir. Islahat, aynı zamanda, devrimci bir eylemdir. Bozulmuş
ve sapmış olanı düzeltme ve vahyî hakikatleri yeniden egemen kılma çabasıdır.
Islahatçı, insan ve toplumların düşünce ve eylemlerinde vahyî doğrular
istikametinde köklü bir değişimi ve dönüşümü gerçekleştirmeyi amaçlar ve bu
işin sünnetine uygun bir mücadele içinde olmaya çalışır.
Islah
eylemi, her türlü bozulma, tuğyan ve şeytanî tuzak karşısında tevhidî ilkeleri
yaşatmayı ve Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılmayı amaçlayan soylu ve köklü
bir uğraştır. Islahatçı, vahiy temeline bağlı inkılapçı bir öz taşır. O,
Rabbimiz'in ilettiği buyruklar doğrultusunda öncelikle kendini ıslah ederek
(6/En’âm, 48) kendi nefsinde inkılâbı gerçekleştirmiş ve bu olumlu değişimi
çevresine, toplumuna ve yeryüzüne taşımayı amaçlamıştır. İman edip sâlih
işlerde bulunanlar, halkın en hayırlılarıdır (98/Beyyine, 7) ve onların da çok
olmadığı bilinmektedir (38/Sâd, 24).
İnsanın
ürettiği fesattan en büyük payı şirk ve putperestlik, ikinci olarak münâfıklık,
üçüncü olarak da yahûdi kesimi almaktadır (Bkz. 17/İsrâ, 4; 7/A'râf, 85; 2/Bakara,
11). En yıkıcı fesat, insanın saltanat ve sahip olma uğruna sergilediği
fesattır (Bkz. 27/Neml, 34). Böyle olduğu içindir ki, insanlık tarihi boyunca
medeniyet ve saltanatların çöküşüne de fesatlar sebep olmuştur (Bkz. 28/Kasas,
4, 83; 89/Fecr, 12; 40/Mü'min, 26; 27/Neml, 14).
Kur'an-ı
Kerim'de "yeryüzünde fesâd
çıkarmayın" veya "ıslah
edildikten sonra yeryüzünde fesâd
çıkarmayın" anlamlarındaki ifadeler, bazı ayetlerde tekrar edilir.
Selef ulemâsına göre "yeryüzünde fesat çıkarma" ifadesi, Allah'a
açıktan isyan etmek demektir. Müfessirler, bu
ifadeyi, genel olarak,
Allah'a şirk koşma,
Allah'a isyan, yeryüzünün fesatla dolması, peygamberleri yalanlama, nübüvveti inkâr etme
dolayısıyla Allah'ın emirlerini kabul etmeme, Allah'ın dini hakkında şüphe
etme, kibirlenme ve büyüklük taslama, harp ve fitne çıkarma şeklinde
yorumlamaktadırlar.
Ayetlerde
mutlak olarak zikredilen fesad, ister inanç, isterse amelî konularda olsun,
insana zarar veren ve onu maddî ve manevî helâke götüren her türlü davranıştır.
Fesat çıkaranları (müfsidleri) Allah'ın sevmeyeceği (5/Mâide, 64; 28/Kassas,
77), onların işlerini düzeltmeyeceği (10/Yûnus, 81) gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Allah'ı
inkâr, şirk ve Allah yolundan alıkoymak, en büyük fesadlardandır, sonuçları da
acıdır: "İnkâr (küfr) eden ve
Allah'ın yolundan alıkoyanlara fesatlarına, bozgunculuklarına karşılık azap
üstüne azap veririz." (16/Nahl, 88)
Fesadın yaygın görünüşü, insan
hakları ihlalleridir. Bunlar, kan dökücülük, sömürü ve tahakküm ilişkileri biçiminde
kendini gösterir.
Bir
toplumda bozgunculara engel olunamaması ve bozguncuların sayısının artması, bu
toplumu ayakta tutan sosyal düzenin bozulması, işlerin çığırından çıkması,
toplumsal hayatta hiçbir şeyin yolunda gitmemesi ve kargaşa ortamının hâkim
olması demektir. Özellikle zalim yöneticiler ve politik seçkinler,
toplumlarında kötülüğü ve fesadı yaygınlaştırırlar.
Kur'an,
fesat üreten birey ve toplumların diğer insanlara, kendilerini barış taraftarı
olarak sunduklarını, bu şekilde de halkı kandırarak ikinci bir fesâdı
gerçekleştirdiklerini ifâde eder
(2/Bakara, 11). Sulh/barış
taraftarı gözüken nice
sahte barışçılar vardır. Bunlar barışçı kimliğiyle savaşların en gaddarcasını yapmakta,
ıslah adına yeryüzünü ifsad etmektedirler. İnsanları
mahvetmenin adına kurtarmak denilebilmekte, Firavunlara Mûsâ adı verilmekte,
nice sahte kahraman ve sahte kurtarıcılar insanları mahvetmektedir. Kur’an’dan
yola çıkılarak diyebiliriz ki, Allah’a tevhidî biçimde iman etmeyenlerin,
Allah’a hakkıyla kulluk/ibâdet ve insanlığın hayrına çalışmalar demek olan
sâlih amelden yoksun olanların ıslah ve barışseverlik iddiaları aldanma ve
aldatmadan ibârettir.
Fesâdın
yaygınlaşması konusunda tâğûtî düzenlerin, egemenliği elinde bulunduran etkili
ve yetkili çevrelerin birinci derecede katkısı vardır. "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki; onun dünya hayatına ait sözü
hoşunuza gider ve o kimse kalbinde olana Allah'ı şahit tutar. Halbuki o,
düşmanların en amansızıdır. O, iktidara (velayete) geldiğinde, yeryüzünde fesat
çıkarmaya, ekini ve nesilleri helak etmeye koşar. Allah ise fesadı
sevmez." (2/Bakara, 204-205). Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen zâlim
politikacılar, fitne ve fesat kumkuması boyalı basın, inançsız ve ahlâksız
kanallar, resmî ve çoğu toplumsal kurumlar fesat alanında şeytanla
yarışmaktadırlar.
Kur’an
gölgesinde hayâtını sürdüren canlı Kur’an adayı müslümanlar, câhiliyyenin önce
kendi içlerindeki etkilerinden arınarak görevlerine başlamalıdır. Tüm
câhiliyyeye karşı Kur’an’ın aldığı tavrı alan hamele-i Kur’an olan mü’minler,
câhiliyye ile tüm bağlarını koparmalı, onun her çeşidi ve görüntüsüyle ölünceye
kadar mücâdelelerini sürdürmelidirler. O zaman Kur’an’ın gerçekleştirdiği o en
büyük inkılâbı, câhiyyeyi yerle bir edip saâdeti asra taşımayı çevrelerinde
değilse bile, mutlaka kendi içlerinde gerçekleştirmiş olacaklar, âhiretteki
bitmeyen saâdete ulaşacaklardır.
Câhiliyye;
düzendir, düzensizlik/nizamsızlıktır, hükümdür, dindir/şirktir, ahlâk(sızlık)tır,
çıplaklıktır, ırkçılıktır, bağnazlıktır, saplantıdır, bâtıldır, uydurmadır,
hevâdır, zandır, bilgisizliktir.
Modern
çağda ilericilik adıyla sergilenen câhiliyye hükmü, ahlâk(sızlığ)ı, dünya
görüşü ve değer yargıları, her çeşit müşriğin çok ilkel olduğunu, on dört asır
öncesinin câhiliyye hayatına dönmek isteyen gericilik olduğunu göstermektedir.
Müslümanlara gerici diyerek akılları sıra hakaret edenler, eski câhiliyyeyi
hortlatmak isteyen kimselerdir. Bilindiği gibi, her dönemdeki İslâm dışı değer
yargıları demek olan câhiliyyenin kendine göre inanç sistemi, yaşayış biçimi,
ahlâk anlayışı ve düzen/yönetim şekli vardır. Câhiliyyenin
itikadı/inanç sistemi, cehâlete dayanan, Allah hakkında câhiliyye zannı ve
inancı ile şirke giden bir bâtıl inançtır (Bak. 3/Âl-i İmrân, 154).
Câhiliyyenin kendine göre ilimden/vahiyden kaynaklanmayan, hevâya dayanan ahlâk
anlayışı vardır. Özellikle kadınların toplumu ifsad edecek şekilde açılıp
saçılması şeklinde kendini gösteren, kadınları orta malı olarak değer(siz)lendiren,
kadınları hor gördükleri için kız çocuklarını küçükken toprağa diri diri
gömmekten çekinmeyen bir yaklaşım sergileyebilirler (Bk. 33/Ahzâb, 33; 16/Nahl,
58-59; 81/Tekvîr, 8-9, 14).
Câhiliyyenin
temel özelliklerinden biri de yönetim şekli, düzen konusundadır. Her dönem
câhiliyyesi, Allah’ın indirdikleriyle değil, kendi hevâlarından kaynaklanan
câhiliyye yönetimini isterler, böyle bir yönetimin en iyi idâre sistemi
olduğunu iddiâ ederek insanları onunla yönetip zulmetmekten vazgeçmezler (5/Mâide,
44, 45, 47, 50). Câhiliyyenin bir diğer temel özelliği gayr-ı İslâmî (câhilî)
yaşayış biçimidir, değer yargıları ve dünya görüşüdür. Bu, daha çok câhiliyye
taassubu, barbarlığı, ataların yolunu körü körüne sürdürmek isteyen taklitçik
şeklinde ortaya çıkar (Bak. 48/Fetih, 26). Her dönem câhiliyyesi ilme/vahye
dayanmadığı, câhilliğe, zanna dayandığı için toplum, esas bilinmesi gerekeni
bilmeyen, esas inanması gerekene gerektiği gibi inanmayan, özden ve özünden
kopan, bilgi kirliliği içinde kaybolup Haktan uzaklaşan insanât bahçesidir.
Onun için câhiliyyede putlara tapma, sömürü, fâizcilik, ırkçılık, kan dâvâsı,
câhilliğin temel görüntüsü olan Kitapsızlık, Kitapsız toplum, zulüm, şiddet ve
zorbalık, (fallar, burçlar, astroloji, yıldızların kader belirlediği anlayışı
gibi) bâtıl inanç ve hurâfeler, tahrifatçı din anlayışı, geleneğin din yerine
geçmesi gibi hususlar sözkonusudur.
Seyyid
Kutub’un dediği gibi; şimdi tam bir yol ayrımındayız. Kişi seçimini yapmak
zorundadır. Seçimini yapmışsa artık tartışmanın gereği yoktur. Ya İslâm, ya
câhiliyye! Ya iman, ya küfür. Ya Allah'ın hükmü ya câhiliyye düzeni.
Hevâ ve
heveslerini ilah edinen zümreler, yeryüzünde fesadın iktidarını sağlamış ve
bunun devamı için kurumlar kurmuş, kurallar oluşturmuştur. Müslümanlara düşen
görev, fitne ve fesat yeryüzünden kaldırılıncaya, din sadece Allah'ın oluncaya
kadar bütün gücüyle mücâhede, mücâdele ve mukatele etmektir.
Câhiliyyenin
açtığı ve kıyâmete kadar sürdüreceği savaşın bilincinde olup her çeşit
câhiliyyeyi terk eden, safını Allah’tan yana seçip İslâm’a teslim olan ve
toplumu yeniden Saâdet Asrı’na dönüştürüp saâdeti/İslâm’ı asra taşımaya çalışanlara selâm olsun!