Kıyam, Sayı 14 (Seçim Özel Sayısı), Kasım 1987
SEÇİM = TÂĞUTLARDAN TÂĞUT BEĞENME
Küfrün istilâsına,
kâfirlerin işgaline uğramış İslâm topraklarından T.C. adı verilen kesimde 29 Kasım 1987 günü yapılacak
seçimlerde yeni tâğutların belirlenmesi, mü'min-kâfir bu topraklardaki
insanların en önemli gündemini oluşturmaktadır. Tantanalar, nutuklar, yalanlar,
vaadler, hileler, palavralar, ayak oyunları, iftiralar, kirli çamaşırların
karşılıklı sergilenişi, ayranı bile olmayanların tahteravanlardaki merâsimi,
tartışmalar, gruplaşmalar, birbirine düşen ve düşmanlaşan müslümanlar...
Vatandaşları "of, of!" seslerini çoktan bastıran tâğut adaylarının
"oy, oy!" nâraları: Manzara kısaca bu.
Bu curcuna içinde,
müslümanlar hemen tüm meselelerinde olduğu gibi, Kur'an'a ve Sünnet'e bakarak
tavır almayacak, efendilere, ağabeylere, yazarlara, okurlara, kafasının daha
fazla çalıştığını zannettiklerine, baba veya kocalarına, kuru gürültülere veya
kendi arzu ve hevesine göre tavır gösterecek, birazı da "uydum
kalabalığa" diyecek.
İslâmî mânâda
meseleleri kavramaya ve ferâset sahibi olmaya çalışan birkaç genç de, İslâmî
delillerle rejimin tüm kurumlarını ve bu arada tabii ki partilerini de reddeden
nehy-i ani'l-münker görevini yapmaya çalışacaklar. Cılız sesleriyle, dışlanan
konumlarıyla da olsa: "Durun kalabalıklar! Bu cadde, çıkmaz sokak!"
demeye çalışırken, partilerin verdiği heyecanın akıntısındaki muhâtabı ya
kulaklarını tıkayacak, futbol takımı tutma bağnazlığı ve hamâkatıyla savunduğu
partisini müdâfaa için, İslâmî kaynaklardan delil getiren bu gençlere hücuma
geçecek, "yahûdi ajanlığı"na kadar varan suçlamaları rahatlıkla
yapıverecektir.
Kıyam Dergisi olarak
biz, vahdetin gerçekleşmesine zarar verecek, ihtilâflı ve teferruâta âit
meseleler üzerinde durmamaya, grupçuluk yapmamaya, müslümanların oluşturduğu
cemaatlerden hiçbirine sataşmamaya âzamî gayret sarfetmeyi prensip kabul etmiş
ve bu doğrultuda çalışmalar ve yayınlar yapmıştık. Fakat bu anlayış, nice
müslümanların büyük haramlarına seyirci kalmayı gerektirecek boyutta elbette
olamazdı. Kıyamın önündeki engelleri müslümanlara göstermek ve o yolun
öncülerini oluşturmak ve yetiştirmek en önemli görevimizdir. Aşırılığa kaçıp
hiçbir müslümanı delilsiz tekfir etmeden, saf ve samimi müslümanlara sevap,
cihad diye yutturulan demokrasi, parti, seçim... oltalarına takılan
müslümanlara elbette bazı sözlerimiz olmalıydı. Rabbânî gâyeyi ve Rabbânî
metodu savunmalıydık. Dün olduğu gibi bugün de tüm dünyadaki olaylarda kendini
gösteren savaştaki cephede; düzenlerle uyuşan, uzlaşmacı, Amerikanvari
İslâm'la-Rabbânî İslâm'ın, yani Kur'an ve Sünnet çizgisindeki İslâm'ın
mücâdelesinde safımızı belirlemeli ve belirtmeliydik. Ve belirtmeye gücümüzün
sonuna kadar gayret etmekteyiz. Bu imanî zorunluluğumuzu yerine getirmenin,
aynen İslâm İnkılâbını savunmak gibi ateşten gömlek olduğunu bilerek bu gömleği
giyme mecbûriyetini, devrindeki tüm putlara karşı açıkça mücâdele eden, âhiret
ateşine karşı dünya ateşini tercih eden İbrâhimî tavrı örnek almaya çalışma
anlayışıyla; sesimizin ulaşacağı yere kadar, avazımızın çıktığı kadar
haykırıyor ve diyoruz ki: Ey müslüman!
seçime oy vererek katılıp, tâğutlardan bir tâğutu tercih edemezsin! Oy vererek
demokrasi rejimini zımnen de olsa kabullenmiş duruma düşemezsin. Allah'ın hükümleri
dışında bir hüküm ve kanun kabullenemezsin. kanun koyucuları seçemezsin.
Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyeceği veya hükmedemeyeceği belli olanların hüküm
etmelerine (hükümetlerine) yardımcı olamazsın. Bu, imanını tehlikeye sokan bir
meseledir!
Büyük şehid, merhum
Seyyid Kutub'un dediği gibi; "Bu dine sahip çıkanların şu gerçeği iyi
bilmeleri gerekir. Bu din nasıl Rabbânî bir din ise, onun hareket metodu da
tamâmen Rabbânîdir, esas tabiatına uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki, bu
dinin hakikatini, amelî metodundan ayırmak imkân hâricidir." İslâm, öyle
büyük bir nizamdır ki, onu vaz' eden Rabbimiz, gâyeyi gösterdiği gibi,
vâsıtaları da göstermiştir. İnsan için Allah'a kulluk, ibâdet ve O'nun rızâsını
kazanmak gâye olduğuna göre; bu nasıl olacak, hangi vâsıtalarla bu
gerçekleşecek Kitab'ın hükümleri ve Rasûl'ün pratik uygulamalarıyla
açıklanmıştır. Parti, İslâm'da olmadığına ve Batıdaki demokratik rejimlerin
unsuru olduğuna göre, İslâm'da olmayan, İslâm'ın gayri meşrû kabul ettiği şeyle
İslâm'a gidilemeyeceği gibi, İslâm'a hizmet de edilemez; tam tersine netice
verir. Bir kimse İslâm'da zinânın, fâizin, içkinin olmadığını, bunların
yasaklandığını bildiği (veya bilmesi gerektiği) halde, "zinâ yaparak, içki
içerek veya fâiz vâsıtasıyla İslâm'ı getireceğiz, bunlarla İslâm'a hizmet
edeceğiz" demesi ne kadar İslâm dışı ve saçma ise, "evet, İslâm'da
parti yok, ama bugünkü şartlarda biz bununla İslâm'a gideceğiz, bununla hizmet
edeceğiz. En güzel yol budur" demesi de en az o kadar İslâm'a ve mantığa
terstir. Bilinmelidir ki şerle hayra gidilmez. Sidikle abdest alınmaz. Haram
parayla, fâizle hayır yapılmasının câiz olmadığı gibi. Küfre âit bir vâsıtayla
İslâm'a, şeytana âit bir atla cennete gidilmez. Gâvurun atına binen onun
kılıcını sallar. Kâfirlerin demokrasi adlı parti atına binen de bilmelidir ki,
bu atın içi, Truva atı gibi bizi mahvedecek askerle doludur. Bâtıl, ancak
Hak'la zâil olur; Başka bir bâtılla değil. "Efendim, aslında biz parti
değiliz, biz İslâmî bir cemaatiz. Parti şeklinde görünüyoruz..." Partinin
İslâm'da olmadığını kabullenmek zorunda olanlar, sıkışınca böyle demek zorunda
kalıyorlar. Devekuşunu sıkıştırmışlar: "Deve misin, kuş musun? Birinden
birini seç, hem deve hem kuş olunmaz" diye. O da: "Ben kuşum"
demiş. "Peki, öyle ise, mâdem kuşsun, haydi uç" denilince, uçamayan
devekuşu, "yok, aslında, ben kuş değilim, kuş gibi görünüyorum, ama
deveyim" diye cevap vermiş. "Peki, mâdem devesin, öyleyse yük
taşı" denilince de "hayır ben deve değilim, kuşum" demiş. Mâdem
İslâm nizamını isteyen bir cemaatsin, haydi, dünyadaki İslâm inkılâpçılarının
örnek aldığı gibi Rasûl-i Ekrem'in kâfirlere ve putlara karşı tavrını örnek al,
açıkça tebliğ yap, tâğutu reddet" denilince; "hayır, ben
partiyim" diyecek bir tavır. Yani tüm diğer partilerde neler varsa, onlar
nelere uymak zorunda ise, neler yapıyorsa aynen onlar gibi particilik yap,
sıkışınca da "ben parti değilim" de.
"Efendim, aslında
biz partiyi, yerine göre başımıza şemsiye, yerine göre ayağımıza ayakkabı kabul
ediyoruz" naklî değil, aklî ve demagojik ifâdeler. Peki, Tevhid Bayrağı
(ki, Allah'tan başka tüm egemenlikleri ve tâğutları reddetmek ve isyan
etmektir) şemsiye olarak kâfi gelmez mi? Bir ismi de "Hâfız"
(Muhâfaza edip koruyan) olan Allah, ancak kendi ahkâmına tâviz vermeden
uyanlara, Rasüllerinin yolunu tâkip edenlere; hem gökten inecek lânet, belâ ve
âfetlere ve hem de yeryüzünden insan, şeytan ve tâğutlar vâsıtasıyla gelecek
şerlere karşı kulunu korumaya kâfi değil mi? Kulunu, şirke düşmeden, ancak
kendine tam kulluk yapanı kendi İlâhî şemsiyesi altına almıyor mu? İslâm'a
uygun olmayan şemsiye, müslümanın nasıl altına girip sığınacağı bir melce'
olur? Bu tip şemsiye olsa olsa, İlâhî rahmetin kulların üzerine yağmasından
korur, gök ve yerden gelen belâlardan değil. Müslüman, düşmanlarına karşı nasıl,
neyle korunacak? İslâm Dini, kâfirlerin kullanmakta olduğu her türlü hücum ve
müdâfaa âletlerini dâvâ için, gâye için meşrû görmüş müdür? "İslâm gelsin
de; ne yolla, nasıl gelirse gelsin" denilebilir mi? Partici kardeşler,
hemen tek şer'î zannettikleri delili ortaya atacaklar bu soruya cevap olarak:
"Evet, hadis vardır: 'Düşmanınızın silâhıyla silâhlanınız." Hadis
diye yutturulmaya çalışıldığı halde, Arapça ibâresini ifâde edene bile
rastlamadık. Kim bunun hadis olduğunu iddia ederse, kaynağını isteyin, gösteremeyecektir.
Çünkü Kur'an'ın açık hükümleri ve sahih hadis-i şeriflerle çelişen bir söz
hadis olamaz. Kütüb-i Sitte vb. hadis kitaplarında da böyle bir hadis yoktur.
Bu söz, mevzû yani uydurmadır.
Düşman, kadını
(hayâsızlığı, fuhuş ve zinâyı), iftirayı, içkiyi vb. müslümanlara karşı silâh
olarak kullansa (ki, günümüzde çok çok kullanıyor), biz de düşmanımızın bu
silâhlarını kullanacak mıyız? Bu haramlar o zaman câiz, hatta cihad sevabı mı
olacak? Düşmanın icat ettiği ve kullandığı silâhın namlusu İslâm'ı ve İslâm'ın
gösterdiği ulvî değerleri tahrip etmeye yönelik ise, bu tür silâhı kullanmamızı
kâfirler seve seve isteyebilirler. İşlerine geldiğinde; bunu bize yardım veya
tâviz verme adına koz olarak da kullanabilir, bir taşla iki kuş da vurabilirler.
Öyle ya, davulun kimin elinde olması önemli değil, önemli olan değneğin kimin
elinde olması. Çünkü davuldan çıkacak sesi, tokmağı elinde tutan tâyin edip
yönlendirecektir. Biz fiilî cihad yolunu, kıyam yolunu, tâğutlara isyan yolunu,
savaşçı kâfirlere karşı mukatele yolunu farz olarak görüyor, tokmağı ele
geçirmenin zarûretine inanıyoruz. Seçimlerin davul taşıyanları seçmek olduğunu
bilmek zorundayız. Tokmağın da Kenan Evren başta olmak üzere, tâğûtî
güçlerin, anayasa, kanun ve partiler kanunu denilen beşer düzmecelerinin elinde
olduğunu insanlara göstermek istiyoruz. İslâm, asla haram olan bir silâhı
kullanmayı uygun görmez. Kaldı ki, düşmanının silâhını kullanan, düşmanına
nasıl gâlip gelecektir? Çünkü o silâhı ondan almıştır. Düşman, o silâhın daha
iyisine veya en azından aynısına sahiptir. Müslümanların üstün gelmesi,
dâvâlarını en üstte tutmaları, düşmanlarını korkutmaları gerekmektedir. Aynı
silâh kendinde olan düşman ne kadar korkacaktır? "Kâfirler, asla öne geçeceklerini sanmasınlar. Çünkü onlar sizi âciz
bırakamayacaklardır. Ey iman edenler! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar
kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanı ve sizin
düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer
düşmanları korkutup caydırasınız. Allah yolunda her ne infak ederseniz, size
eksiksiz olarak ödenir ve siz haksızlığa da uğratılmazsınız."
(8/Enfâl, 59-60). Müslüman, kendine has maddî ve mânevî silâhlara; ama meşrû ve
düşmanları korkutacak silâhlara sahip olmalıdır ki, düşmanlarını korkutsun.
Parti korkutuyor mu dersiniz? Bana sorarsanız daha çok, güldürüyor,
eğlendiriyor. Kadayıfçıların, tatlıcıların reklâmına âlet olunuyor. Kâfirler
bırakın partiden korkmayı, ciddîye bile almıyor. Ciddîye aldıklarını kabul
edelim, dizginler zâten onların elinde. Devamlı kontrolleri ve denetimleri
altında tutuyorlar. Kanun denilen tâğûtî paçavralara ters düştüğünde
hemen dizgini çekiveriyorlar. Cezâ veriyor, kapatıyor veya kapatmaya
kalkıyorlar. Hiç insan, emrindeki kölesinden, hizmetçisinden korkar mı?
Ağzı iyi lâf
yapanların, ağabeylerinizin, atalarınızın... yanılabileceğini hesap ederek,
gelin yanılmaları mümkün olmayan nasslar ışığında, Kur'an ve hadislerin
gölgesinde değerlendirme yapmaya çalışalım:
Çoğumuzun, hatta
particilerin ve partizanların meâlini ezbere bildikleri birkaç âyetten biri
olan Mâide Sûresinin meşhur âyetlerini tekrar düşünelim: "... Artık, insanlardan korkmayın, Ben'den korkun. Âyetlerimi az
bir pahaya satmayın (hiçbir değerle değiştirmeyin). Kim Allah'ın indirdiğiyle
hükmetmezse, işte onlar, kâfirlerin ta kendisidir." (5/Mâide, 44).
Seçeceğimiz insanların, seçildiklerinde Allah'ın hükümleriyle (şeriatla)
hükmetmeyeceklerini, ister-istemez tâğutların yaptığı anayasanın ve
rejimlerinin tek bir hususunu bile, dine (İslâm'a) uymasını isteyemeyeceklerini,
dine dayandıramayacaklarını bildiğin veya bilmen gerektiği halde, karşı
çıktıkları bir şeye "Allah haram kıldı" diye değil, "mevcut
rejime zarar verir" diye karşı çıkanların, zâhiren küfrün hâkimiyetini
kabullendiklerini bilerek, bu âyetin şümûlünden istisnânın, nasıl mümkün
olduğunu izah edeceksin? Evet, bu âyet sadece yahûdilere dâir, onları uyarmak
için inmediği gibi, sadece Reagan veya Ecevit ve Demirel'ler için de
inmediğini, "Kim..." diye
ifâde edildiğini; zâhire göre hükmederek partilere ve seçtiklerinize,
tavırlarına bu âyet ışığında tekrar bakmalı değil miyiz? "Efendim, benim
partimdeki insanlar, aslında, istiyorlar ki..." Kalbini yarıp baktın mı?
Reagan ve Ecevit'i bu âyetin ışığında, zâhirlerine, konuşma ve hükümlerine göre
değerlendirip kalplerine bak(a)madığın halde; onlara bu âyeti tatbik ediyorsun
da... Kaldı ki, meselâ bir bakan, milletvekili, belediye başkanı, falan kâfir
partideyken kolayca diyebiliyordun ki “o, bu âyete göre şudur…” Kendi partinize
geçince aynı kanunlarla hükmettiği halde o zaman nasıl değişiveriyor. Ama,
parti taassubu, futbol takımı tutar gibi parti tutulduğundan, sizin takım daima
iyi, haklı; mağlûbiyet filan varsa kabahat hakemde! Sahi, şimdi ANAP'ın genel
başkanı ve genel başkan yardımcısı (Özal ve Keçeciler), müslümanların
çoğunlukta olduğu partideyken hakikaten hanımları ve kızları çarşaflı mı
geziyordu da, sonra bu hallere geldiler? O zaman şeriatçı idiler ve nerede
faâliyet yapıyorlarsa Allah'ın hükümleriyle mi hükmediyorlardı da; şimdi iş
değişti? Peki, öyle değilse, "o zaman melek, şimdi şeytan; o zaman bravo
yaşa, şimdi tü kaka!" niye? O partiye kızan ve İslâm dışı icraatlarını çok
kolay tesbit edenler, bilmelidirler ki, o partinin en başındaki iki lider kendi
adamları (bir zamanlar öyle diyorlardı). O adamlar, şimdi tekrar yuvaya dönse
-ki, teklif de ediliyor- her şey eskisi gibi kabul edilecek ya. Bu
değerlendirme sadece bu iki şahıs ve bu iki parti için değil, tüm partiler ve
partililer için geçerli.
Küfre, küfrün
kanunlarına, milletin kayıtsız şartsız egemenliğine (hâkimiyetine),
milletvekillerinin Allah'ın kanunlarına rağmen kanun koymaya, yetkilerini
Allah'tan almadan insanları idare etmeye kalkmalarına, farkında olmadan da olsa
ilâhlık taslayıp tâğutluk yapmalarına rızâ
göstermenin, sadece rızâ göstermekle de kalmayıp yardımcı ve sebep olmanın
hükmünü mutlaka öğrenmeliyiz. Kimden mi? D.İ.B.'in ve partilerin
emrindekilerden veya Bel'am'lardan değil elbet. Mûteber tefsir ve fıkıh
kitaplarından. Küfre rızâ nedir, cevabını bulmalıyız. "İyilikte ve takvâda yardımlaşın. Haram
işlerde, günahlarda ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah'tan sakının. Allah'ın
cezâsı şiddetlidir." (5/Mâide, 2). "Şerre delâlet eden, sebep ve
yardımcı olan o şerri yapan gibidir" hükmüne göre, tekrar düşünelim:
Küfrün hâkimiyetine, tâğûtî kanunların tatbik edilmesine, düzenin devam
etmesine oyuyla, sözüyle... yardımcı olanların, küfrün hâkimiyetindeki
veballere ortak olacaklarını. Yoksa, farkında olmadan veya olarak, İslâm nizamı
gelsin diyerek veya demeyerek, câhiliyye hükümlerinin uygulanmasını mı istiyor
bazı müslümanlar? Câhiliyye hükümleri uygulansın, ama müslümanlar veya müslüman zannedilenler eliyle mi
uygulansın, bu mu isteniyor? "Onlar,
hâlâ câhiliyye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kimmiş Allah'tan daha güzel
hüküm veren, hüküm koyan? Fakat bunu, gerçekten anlayış sahibi olan bir toplum
bilir." (5/Mâide, 50)
İslâm, Allah'a teslim
olmak ve O'nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i Tevhid'de bu
ifâde tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun, her
çeşit egemenliğini reddetmek; Allah'a iman ve O'nun tek ilâh olduğunu kabul
etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm'ın dışındaki bütün sistem ve görüşler
ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen "tâğut"u reddetmek; Allah'a
imandan da önce gelir ki; kalp, kafa, el ve dildeki tüm sapıklıklar ve sahte
ilâhların egemenlikleri evvelâ "lâ-hayır!" süpürgesi ile temizlenmiş
olsun ve boşalan yere de hakiki İlâh'ın kabulü yerleşsin. "Kim tâğûta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah'a iman
ederse, o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah,
kemâliyle işiten ve bilendir." (2/Bakara, 256)
Ciddî bir gazetenin
genel yayın müdürünün Nokta dergisiyle yaptığı konuşmada dediği gibi:
"Müslümanların çoğunlukla desteklediği partinin bugünkü şartlarla barajı
aşması imkânsızdır. Bu ise, çok tehlikeli (düzen açısından tehlike tabii)
neticeler doğurur. Müslüman yığınlar, mecliste demokratik usulle temsil
edilemeyince, kontrol edilemez. Dolayısıyla illegal faâliyetlere girişmek
zorunda kalırlar. Bu da, çok tehlikeli(!) sonuçlar doğurur." Kâfirlerin
parti vb. demokratik, uzlaşmacı, yasal, resmî legal faâliyetlerden kimi saf
beyinlerin iddia ettiği gibi ciddî bir rahatsızlığı sözkonusu değildir. Onlar istiyorlar
ki, müslümanlar da küfür kanunlarına uysunlar, o kanunlara uygun olarak parti
ve teşkilat kursunlar, illegal faâliyet yaparak küfür düzenine temelden
darbeler vurmasınlar, kıyam ve fiilî cihad yolu böylece engellenmiş olsun.
Müslümanlar, Ayasofya'larla, fâiz ve 163. maddenin kaldırılması gibi bir-iki
küçük şeyle (onlar bile gerçekleşmiyor ya), yıllar yılı avutulsun. İstekleri,
gündeme getirdikleri bir-iki teferruat kabilinden şeyden ileri gitmesin.
Hatırlanmalı ki Doğru Yol denilen eğri yollardan birinin ilk adımı olan Büyük
Türkiye Partisi'ne bile müsâade etmeyen güçler, eski M.S.P.'nin uzantısı olan
bir partiye kolaylıkla müsâade edivermişlerdir. Korkan rejim, hiç korktuğu
partiye kolaylıkla serbestiyet verir mi? Komünizm Partisine bile müsâade etmeyen
sistem, D.İ.B.'i kendi düzenine âlet etmek için bir sürü paralarla kendi
kurduğu ve devam etmesinde faydalar gördüğü gibi, mümkün ki, parti konusunda da
böyle düşünüyor. Tabii, işi daha fazla sağlama alarak eski Konya mitingi
benzeri şeyleri yaptırtmayacak, tekrar ettirmeyecek sözler alarak, kanuni
yaptırımları fazlalaştırarak. Yani. Bu demokrasi ve particilik oyununun yasa ve
yasaklarını tâğutlar belirlemişler, figüranlar ve kuklalar arasında yeşil
renklerin de bulunmasını, hatta arzu etmişler, hiç değilse lütfen müsâade
etmişlerdir.
Tabii, demokratik
düzen için partiler mutlaka lâzımdır. Yoksa bu küfür rejimi güzelce(!)
işlemez. Resmî ifâdeyle "partiler, demokratik parlamenter sistemin
vazgeçilmez unsurlarıdır." Düzen, partilerden vazgeçemez (Müslümanlar
vazgeçebilir veya vazgeçmeli midir, ona siz karar verin). Diyanet'in; düzenin
koltuk değneği, can simidi olduğu gibi, sağcı ve yeşil renkli D.İ.B. tipli
İslâm(!) görünümlü partiler de düzenin ayakta kalması için şarttır. Çünkü muhâlefetini ve muhâliflerini kendi tesbit
eden rejim ve iktidarlar, devamlı olarak egemenlik ve iktidarlarını
sürdürürler. Düzen, oy vermeyi, seçime katılmayı, kendi varlığı ve
demokrasinin tümüyle yerleşmesi, halka iyice benimsetilmesi için zarûrî
gördüğünden oy vermeyenleri, seçime katılmayanları cezâlandırıyor. İstiyor ki,
her vatandaş, kendine yakın gördüğü bir partiye oy versin. Versin ki, demokrasi
curcunası renkli bir şekilde tüm vatandaşları tahakkümü altına alsın. Düzeni
istemeyenler, daha çok da rejimin bazı küçük esaslarını (meselâ fâiz, 163.
madde gibi) tenkit edip ıslahatlar yapılmasını, düzeni güçlendirecek şekilde
veya eksiklerini yamayacak şekilde savunsunlar, bu görüşlerini sadece
demokratik yollarla dile getirsinler, küfürden medet umar biçimde legal, yani küfür
kanunlarına uygun, denetime açık faâliyetler yapsınlar. Böylece şeriat
gelecek diye kıyâmete kadar beklesinler.
Müslümanların seve
seve kabullendiği, düzenin verdiği rol ve istekleri, müsâade ettikleri bu ve
bunun benzeri şeyler. Peki, bu konularda Allah'ın isteği ne acaba?
"Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen
kitaplara iman ettik diye boş iddiâda bulunanlara bakmaz mısın? O azgın
şeytana, tâğûta muhâkeme olmak, onun hükümlerini kabul etmek istiyorlar.
Halbuki onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları çok uzak bir
sapıklığa düşürmek ister. Onlara, 'Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve Peygamberim
hükmüne gelin' denildiği zaman münâfıkları görürsün ki, senden düşmanca bir
dönüşle yüzçevirirler." (4/Nisâ, 60-61). "...
Hüküm (hâkimiyet, egemenlik ve kanun koyma hakkı) ancak Allah'ındır. Ve O
yalnız, sadece Kendisine kulluk ve ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte doğru ve
gerçek din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." (12/Yusuf,
40)
Kur'an, peygamberlerin
tavrını da, bize örnek olması için, açıkça belirtiyor: "Celâlim hakkı için, Biz, her ümmete 'Allah'a kulluk/ibâdet edin
ve tâğutlardan sakının' diye bir peygamber gönderdik..." (16/Nahl,
36). Düşünelim ki, Hz. İbrâhim, devrindeki tâğutlarla nasıl mücâdele etti?
Putlara ve Nemrut'a karşı nasıl tavır aldı? İnsanları bu tâğutlardan nasıl
sakındırmaya gayret etti? Firavun'a karşı Hz. Mûsâ'yı ve mücâdelesini bir
gözönüne getirelim. Nemrut'un, Firavun'un emrine girmek isteyen, onun
sarayında, onun düzenine ve ona yardımcı olmayı düşünen bir tavır gözünüzün
önüne gelebiliyorsa, bugün tâkip edilen yol meşrûdur; yoksa... Ve son
peygamber, esas örnek ve liderimiz, ki hakkında "Gerçekten Allah'ı, âhiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çok
zikredenler için size Allah'ın Rasûlünde (tâkip edeceğiniz) pek güzel örnek
vardır." (33/Ahzâb, 21) hükmü bulunan zâtın, bize örnek olması gereken
bu konudaki tavırları... Rasûlullah, her türlü düşmanca tavra rağmen açıkça
Allah'a kulluğa ve tâğutlara isyana (itaat etmemeye) devam edince, Mekke
müşrikleri Hz. Peygamber'le uzlaşma yolları aradılar. Bazı tâvizlerine karşılık
bazı tâvizler istiyorlardı. Bu tâvizler arasında "dilersen bir sene sen
hükümdar ol ve bizi yönet, bir sene de biz yönetelim" teklifi de vardı.
Ama Rasûlullah, tüm bu tekliflere Kur'ân-ı Kerim'den âyetler okuyarak kesin red
cevabı veriyordu. Oysa müşrikler "bizim sistemimize dokunma, ama onu gel
sen yürüt" diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir rejimin
yönetimi Peygamber'in eline tümüyle veya iki yılda bir geçseydi ne değişirdi
ki? Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü "biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkîlerimizden) hızla çekilip
alınacağız." (28/Kasas, 57) diyorlardı. Zâten Rasûlullah'ın amacı da
buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak
ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini ikame etmek, yani
Kureyş düzenini kökünden yok etmek, darmadağın etmek, devirmekti. Yine bir
defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla, müşriklerin, Efendimiz'e teklif
ettikleri birkaç husustan biri de "istersen gel, seni başımıza kral
yapalım" teklifi idi. Bugünkü siyasîlerin bırakın kırallığa, bakanlığa;
milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını bir düşünelim. Efendimiz
ise: "Vallahi, bir elime güneşi, bir
elime de ayı verseniz, dâvamdan vazgeçmem" diyordu; dâvâ hiçbir tâviz
ve dünyevî beklentiyi kabul etmiyordu. Efendimiz'in reddettiği anlayış,
şimdilerde "bırakın birkaç sene de biz idare edelim" şeklinde hem de
çok harâretli tek taraflı isteklere dönüşüvermişti. Müslümanlar çok oy oyununa
gelmişlerdi: Devlete, rejime tâlip olmak ve bunun için Rabbânî mücâdele yapmak
yerine; hükümete, kâfir rejimin idaresine tâlip olmuştu müslüman.
Müslümanların çokça oy verdikleri partilerdeki insanlar yönetici olduklarında
İslâm nâmına neler değişmişti acaba? Değiştiğini düşünelim: İsterse, şeriat 100
esasta toplanmış olsa, 99'unu uzlaşma veya küfürle koalisyonlarla kabul
ettirerek tâviz koparsalar müslümanların 1 tek esası bile küfürden almaları,
bir esasta tâviz vermeleri câiz miydi? Bu tür tâvizci sistem İslâm olabilir
miydi acaba? "Yoksa siz Kitab'ın (ve
ahkâmın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şimdi sizden
bunu yapanların cezâsı, ancak, dünyada rezillik, rüsvaylık ve bayağılık;
kıyâmette de en şiddetli azâba atılmaktır. Allah, sizin yaptıklarınızdan gâfil
değildir." (2/Bakara, 85). Amelden tâviz vere vere Müslümanlar, inanç
ve dâvâlarından da tâviz vermeye başladılar: Rejim devam etsin, küçük
ıslahatlarla hatta takviye edilsin, ama yöneticiler namaz kılanlardan olsun.
Hamam ve tas aynı olsun, tallâklar değişsin.
Bu anlayışlarımızı
değiştirmeden Rabbimizin devlet nimeti vererek, toplumumuzu değiştireceğini
beklemek İlâhî hükme, sünnetullaha ters olur: "...Muhakkak ki Allah, bir kavmi, onlar kendi nefislerini
değiştirmedikleri müddetçe değiştirmez..." (13/Ra'd, 11)
Kâfirler, düzenbazlar,
müslümanların da ancak kendi istedikleri sahada, kendi istedikleri metotlarla
mücâdele etmelerini istiyorlar. Halbuki İslâm'da
savaşlar, kâfirlerin değil, müslümanların istediği sahalarda kabul edilir. Her
çeşit İslâmî mücâdele ve hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği
şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise, Firavunların
tesbit ve müsâade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği sahada mücâdele ve
çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavunlara açıkça cephe almadan, onları
nasıl alt edeceklerdir?
Hatırlanmalıdır ki,
İmam Humeynî, Paris'teki sürgün hayatından İran'a döndüğünde şah denilen
tâğutun son başbakanı Şahpulbahtiyar tarafından uzlaşma teklifiyle karşılaşmış,
"parti kur, seçimlere katıl, halk seni istiyorsa iktidarı seve seve sana
teslim ederiz, başbakan sen olursun" demişti. İmam'ın, şiddetli tepkisi,
uzlaşma teklifini gündemden hemen çıkardığı gibi, bir daha da bu tip tekliflere
yanaşmayacağı izlenimini bütün dünyaya ilân etmiş oluyordu. Nice partici
kardeşin o zaman hayretle karşıladığı bu tavır, İmamı devlete götürmüş,
başarıya ulaştırmıştı. Aynı tevhîdî çizgide, küfrün hiçbiriyle uzlaşmayan
hatt-ı İmam, iç ve dış, doğu ve batı, açık ve gizli tüm tâğûtî anlayışla ve
rejimlerle uzlaşmayı aklına bile getirmediği için 8 yıldır tüm dünyaya meydan
okuyabiliyor, tarihin hiçbir döneminde bu kadar birleşemeyen haçlı, dinsiz,
komünist ve münâfıklarla ve de düzenleriyle en güzel şekilde mücâdele edip,
dünyada da başarının yollarının dün peygamberler döneminde olduğu gibi bu
uzlaşmasız, tâvizsiz tevhîdî mücâdele ile olacağını, anlamak isteyen her insana
anlatıyordu. İslâm Devleti kurulduktan sonra, İslâmî kanunların çerçevesinde ve
şer'î esaslara uyma zorunluluğuna rağmen İslâm'da parti olamayacağı,
müslümanların tümünün tek bir ümmet olarak "hizbullah" denilen, fakat
demokrasi ile hiç ilişkisi olmayan tek vücut, vahdet eri olmalarının şart
olduğunu ilân ediyor, İslâm kanunlarına uygun olan partileri bile, demokrasiye
hiç benzenilmesin diye, İslâm'da parti olmaz diye kapatıyordu. Zâten parti ile İslâm'a giden, bu yolla
ciddî hizmetler veren dünyada hiçbir örnek gösterilemezdi; aksi ise, dâima
olagelen vâkıa idi. Kur'an bu gerçeğe ışık tutar mâhiyette şöyle diyordu: "Hepiniz, toptan Allah'ın ipine
(dinine, şeriatına) sımsıkı sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın, fırka
fırka olmayın..." (3/Âl-i İmrân, 103). Fırka fırka, hizip hizip olmak
yasaklanıyordu. Bu âyetleri bilmiyor muydu bu kardeşler, biliyorlar, hatta
başkalarına da okuyorlardı, ama buna rağmen kendi partilerine çağırıyorlardı
insanları. Fırkalaşmayı reddeden âyetle, bir fırkaya dâvet ederek çelişkiler
sergiliyorlardı. Osmanlı'nın son zamanlarında ve T.C.'nin ilk yıllarında parti
kelimesinin Türkçe karşılığı olarak "fırka" kelimesi kullanılıyordu
hatta. "İttihad ve Terakki Fırkası", "Halk Fırkası",
"Serbet Fırka" gibi. Rabbimiz fırka fırka olmayın demesine rağmen
fırkalar, hizipler kendi yaptıklarıyla övünüp tefrikaları hızlandırıyor,
ümmetin vahdetine engel oluyordu. "Onlar
ki, dinlerini parçalara ayırdılar, böylece grup grup, parti parti olmuşlardır.
Her hizip (her parti), kendindekine güvenmekte, onunla övünmektedir." (30/Rûm,
32). Eski Türkçe'de fırka, Arapça'da hizip (hızb) diye karşılık bulan, bugünkü
Türkçe'de Avrupa'daki kullanılışı gibi aynen kullanılan "parti" zâten
parça demekti. Partinin bu anlamı, âileleri, samimi insanları bile nasıl
parçalayıp birbirine düşman ediyor, müslümanlar nasıl parça parça olup,
kardeşliğini unutup düşman hale geliyor, bu seçim atmosferinde daha berrak
gözükmektedir.
Koalisyon, uzlaşma,
tâviz: Tüm partiler için ister iktidarda, ister muhâlefette olsunlar, mutlaka
yapmaları gereken kaçınılmaz bir tavırdır. Demokrasi, uzlaşma rejimidir çünkü.
Kerhen de olsa, kâfirlerin desteklenmesini veya şartlar gereği; din
düşmanlığıyla meşhur bir partinin tüm üyelerini, "namaz kılmayan
kardeş" kabul ederek koalisyonlara (MSP-CHP koalisyonu gibi) girmeyi
mecbûren gerektirir particilik. Daha önceden, oy toplanırken, açıkça kâfir olduğu
ilân edilen herhangi birinin başkanlığı, başbakan veya başyakanlığı kabul
edilip onaylanmakla kalınmaz, o kâfirin yardımcılığı, onun emrine girmenin
fazileti başarı olarak takdim edilir. Tâğut ilân edilenlere yardımcılık,
muâvinlik cihad aşkıyla yerine getirilir. Düzenin problemleri, ekonomisinin
bozukluğu... çareler gösterilerek ıslah edilmesi, en önemli görev kabul
edildiği gibi, müslüman-kâfir herkes eşit görülerek, meyhaneci ve komüniste,
düzenciye de hizmet götürülmeye, kâfiriyle-müslümanıyla tüm 50 milyonu kardeş
kabul etmeye, ayrım gözetmemeye götürür ister-istemez. Oy toplamak için
diğer partilere benzemeye, onlar ne yapıyorsa, müslümana yakışsın, yakışmasın;
câiz olsun olmasın yapılmaya, onlarla s... yarışına girilir. Elbette, çünkü
demokrasi uzlaşma rejimidir. Partiler de bu rejimin mecbûrî, gerekli unsurudur.
Partiler de bu uzlaşmayı kesinlikle onaylamak zorundadır.
İslâm ise, kelime-i
tevhid'deki lâ=hayır kılıcıyla tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona
tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için "lâ"
ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir?
Uzlaşma olursa Rabbimizin emri cihad ve kıyam nasıl gerçekleşir? Tevhidin
gereği olan, tâğutlara isyan ve kıyam olmadan da İslâm devleti, İslâmî değişim
ve dönüşüm hayal olur. Rabbimiz bu konuda bakın ne buyuruyor: "(Yâ Muhammed!) Az kalsın seni bile,
sana vahyettiğimizden başka bir şeyi Bize karşı uydurman için fitneye
düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost edinirler. Eğer Biz sana sebat vermemiş
olsaydık, muhakkak, az da olsa sen onlara meyledecektin (tâviz verecektin). O
takdirde dünya ve âhiret azâbını kat kat tattırırdık. Sonra Bize karşı kendin
için hiçbir yardımcı bulamazdın." (17/İsrâ, 73-75). Yine tâvizci
anlayışa yukarıda zikrettiğimiz Bakara Sûresi âyet 85 tokat gibi inmektedir.
Tâvizci bir edâ ile, hak-bâtıl karışığı dâvet, tebliğ ve hizmet yolunu Hz.
Allah yasaklamaktadır: "Hakkı bâtıla
karıştırmayın. Ve bile bile hakkı gizlemeyin." (2/Bakara, 42)
İslâm'ın istediği devlet olmadığında, eğer İslâm'ı temsil
iddiâsındaki müslümanlarla küfür düzenleri arasında uzlaşma ve düzenin emrine
ve hizmetine girme varsa, devletin istediği İslâm(!) olacak, bu tip İslâm,
tâğutların yönlendirdiği, Amerikanvari özellikler taşıyacaktır, tevhîdî özellik
değil. "Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet.
Onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği Kur'an hükümlerinin bir
kısmından seni şaşırtırlar, vazgeçirirler diye kendilerinden sakın. Eğer onlar,
hükümleri kabulden yüzçevirirlerse bil ki Allah, onların bazı günahları
sebebiyle onları cezalandırıp, başlarına bir musîbet getirmek istiyor.
İnsanların çoğu gerçekten fâsıktır." (5/Mâide, 49). Tam bir açıklıkla, cesâretle tebliğ ve
hizmet emredilmektedir: "Emrolunduğun
şeyi çatlatırcasına (tam bir cesâretle ve hiç çekinmeden) açık açık bildir,
tebliğ et. Ve müşriklerden yüzçevir (sözlerine ve tehditlerine aldırma).
Muhakkak Biz, o müstehzîlere karşı sana kâfîyiz, seni korumaya Biz
yeteriz." (15/Hıcr, 94-95)
Müslümanların dâvet
ettikleri partilerin cismi gibi ismi bile İslâmî değil; "Refah
Partisi". Yani;
mutluluk, refah, zenginlik, kalkınma, buğday başağı, mide partisi.
Efendimiz'in hadis-i şeriflerini müslümanlar tekrar hatırlamalı ve ona göre
davranmalıdır: "Lâ râhate fi'd-dünyâ
-Dünyada (mü'mine) rahat yoktur." Bunlarsa rahat ve refahı baş tâcı ve
değer ilân ediyor. Yine Efendimiz'in ifâdesiyle "dünyanın mü'mine zindan, kâfire cennet (gibi) olması" İlâhî
bir tecellî olduğu halde, partinin en önemli derdi; ekonomi, ağır sanayii,
işsize iş, aşsıza aş... Efendimiz (s.a.s.) Mekke'de tâğutlarla mücâdele edip,
sadece Allah'a kulluğa dâvet ederken, Mekke'li muhâtaplarına dedi mi ki:
"Beni lider kabul edin, ben sizin yollarınızı onarayım, açları doyurayım.
Bakın Mekke halkı fakir. Bu ülkenin kalkınması lâzım. Bu da şu şekilde olur.
Kalkınma, fakirlikten kurtulma, büyük Mekke devleti olmak için şunları yapmak
lâzımdır..." gibilerden herhangi bir söz söyledi, müşrik yöneticilere akıl
vermeye çalıştı, müşrik devletin idâresiyle uğraştı, veya o idareye o şekliyle
tâlip oldu mu? O günkü çalışma, iş, dünya şartlarını ıslah edeceğini mi vaad
etti, yoksa çile, eziyet, işkence ve savaş mı, sabır mı vaad etti? İnsanları
neye çağırdı? İkinci Akabe bey'atinde Medinelilerden bey'at alırken, amcası
Abbas, hemen atılmış ve Medinelileri uyarmıştı: "Bakın, öyle bir dine
giriyor, öyle birini lider kabul ediyorsunuz ki, bu kabul; bütün dünyayı
karşınıza almak ve bütün dünya ile savaşmayı göze almak demektir" diyordu.
İnsanlar da bunu bile bile Peygamberimiz'in safında yer alıyordu. Efendimiz,
dünyalık küçük bir tâviz karşılığında müslüman olmak isteyenleri bile
reddediyor, sadece cennet vaad ediyordu; Dünyalık bir şey değil...
Şimdikilerin
yolları, sanırım çok farklı. Bırakın savaşı, refah vaad ediyorlar; savaşı, fiilî
cihadı, yani tâğutlara kıyâmı vaad etmek ve ona hazırlamak bir yana, hatta
komşu ülkelerdeki cihaddan bile rahatsızlık duyuyor, düzen için zararlı
görüyor, bu cihadın durmasını (tüm Avrupa ülkeleri ve Amerika gibi) istiyorlar. Memleketi küçük bir Amerika gibi
ekonomisi düzgün, yolu, fabrikası olan ülke yapmak istiyorlar. Zâhiren gözüken
bu. Sünnetullah, Allah'ın değişmez kanunu odur ki, müslümanlar çile çekecekler,
tâğutlarla mücâdele edecekler, çoğunlukla ülkelerinden sürülecek, işkence
çekecekler... Bu şekilde iman ve ihlâslarını isbat etmiş, imtihanı kazanmış
olacaklar, âhiret nimetlerine ve bu arada muhtemelen dünya nimeti olan İslâm
devletine Allah'ın bir lutfu olarak hak kazanacaklar. Çünkü devlet bir
meyvedir. Hak etmeye bağlıdır. Efendimiz: "Nasılsanız
öyle idare edilirsiniz" buyururken, % 90'a yakını beş vakit namazı
kılmayan insanları değiştirmeden devlet istemeye hakkımız ne kadar olacaktır?
Belirli sayıdaki insanlar, hakikaten Şeriat'ı istediğini, nefsinde, ailesinde,
çevresinde tâvizsiz şekilde yaşayarak isbat edecek ve sonunda şu veya bu
uydurma yollarla değil, peygamberler gibi tâğutla mücâdele edecekler. Allah da
bu samimi mü'minlere Devlet nimetini, belki onca çalıştıkları Mekke'de değilse
bile, Medine'de ihsan ediverecek. Mekkeli müslümanlar ise; "yok, ille
Mekke'de devlet olmalıdır, Medine'de olana ben katılmam!" diyemez elbet. Şeriatçı
müslüman, hakikaten İslâm devleti istiyorsa, Hz. Allah, "alın size İslâm
devleti!" diye bir nimet verince, "hayır, ille bizim mahallede, bizim
sülâlede olursa kabul ederiz" anlayışını sergileyiveriyorlar. O toplum
nasıl çalıştı ve hak ettiyse, nasıl tâğutla mücâdele ettiyse, buyrun siz de
kendi "şâh"ınıza karşı şahsınızı ortaya atın öyleyse... O da yok.
Biz, Rabbimizin
gösterdiği yolda kulluk vazifemizi yapar, hiçbir şeyi O'na şirk/ortak
koşmazsak, devlet nimetini Cenâb-ı Hak, bir meyve olarak bize Kendisinin ihsân
edeceğini beyan ediyor: "Sizden iman
edip sâlih ameller işleyenlere Allah vaad etti: Kendilerinden öncekileri nasıl
halîfeler kıldıysa, şüphesiz onları da yeryüzünde halîfeler kılacak, onlar için
seçtiği dini (İslâm'ı) kendilerine kuvvetlendirip icrâ imkânı verecek, onları
korkularının ardından emniyete kavuşturacaktır. Bana ibâdet ederler ve Bana
hiçbir şirk/ortak koşmazlar. Kim de bundan sonra nankörlük ederse, işte onlar
fâsık olanlardır." (24/Nûr, 55). Bu âyetin tefsirinde Mevdûdî diyor
ki: "Burada Allah'ın yeryüzünde halîfelik verme sözünün, adı müslüman
olanlar için değil, imanda samimi, amelde müttakî, sadâkatte içten ve Allah'ın
dinine uymada şirkin her türlüsünden uzak ve ihlâslı olanlar için olduğu
belirtilerek münâfıklar uyarılmaktadır. Kendilerinde bu nitelikleri ve İslâm'a
yalnızca dillerinin ucuyla hizmet edenler bu sözün muhâtabı ve lâyığı
değildirler. O halde, bu sözde, payları olduğu ümidini beslememelidirler. Bu
nimeti kazanmak için ileri sürülen şart: Mü'minlerin her türlü şirkten
kaçınarak imanlarında ve Allah'a bağlılıklarında sağlam ve sarsılmaz olmaları
gerektiğidir. Hakiki mânâda bu imana sahip kimseler Allah'tan bir vaad üzeredir
ve Allah vaadini yerine getiren ve ordusuna yardım edendir. Allah'a karşı
savaşanları Allah daha iyi bilir. Müslümanlar, çok olduklarından dolayı değil,
Allah'ın nusret ve yardımıyla savaşarak gâlip gelir." (Mevdûdî,
Tefhîmu'l-Kur'an, c. 3, s. 497-499)
Kendi nefsinde ve
ailesinde... yaşayabileceğinin en son noktasına kadar Şeiratı yaşamayan, bu
noktada yüzlerce tâvizler veren, devlete şeriatı nasıl uygulayacak? Biz,
kendi vazifemizi (şirkin hiçbir şûbesine bulaşmayıp tâğutlardan kaçınarak,
Allah'a kulluk) yapalım. Allah'ın vaadini beklemeye hakkımız olsun. Tabii ki,
tâğutlardan kaçınmanın ve Allah'a kulluğun fiilî cihadsız, yani kıyamsız
da olmayacağını bilelim. Onun için biz Şeriat'ı getirmekle değil, zâten 1400
sene önce gelmiş olan Şeriat'ın hükümlerini yaşamakla mükellefiz. Devlet olarak
halîfeliği de biz değil, Allah kendi tekeffül ederek, Nur Sûresi, 55. âyetteki
şartları yerine getirenlere vaad ederek üzerine alıyor. Dokunulmazlıkları,
makamları, koltukları... yani partinin imkânları olduğu halde, şeriatın
adını bile anamayanlar, lâfı eveleyip gevelemek zorunda kalanlar, "İslâm
Devleti istiyoruz" demeye bile güç yetiremeyenler, tâğutlardan
korktukları için sloganlara bile sansür koyanlar, putları ürkütmemeye özen
gösterenler, demokrasinin bir sürü geleneğini yerine getirenler, zâhiren
kanunlara teslim olan, hatta kanun koyan ya da kanunları halka uygulatanlar, bu
küfür kanunlarının çerçevesinde, kanunları, işgal ettikleri o makamları nasıl
devirecekler? Düşünelim, böyle bir şeye teşebbüs isbat edilebildi mi diye?
On iki Eylül sonrası, düzene yardım görevini devamlı ifâde eden Türkeş bile şu
kadar yıla mahkûm olurken, "kanunlarınızdan adâlet bekliyoruz" diyen,
anayasal düzeni İslâmî eseslarla değiştirme suçundan yargılananların suçları
sâbit görülmedi ve beraat ettiler, düzen nezdinde temize çıktılar.
Hak, apaçık ortadadır. Bâtıl rengine bürünemez. Bâtıl
görünümünde hak veya hak görünümündeki bâtıl, olsa olsa "ehven-i
şer"dir. Ehven-i şerri tercih etmek de şerre râzı olmak demektir. Müslüman hakka tâlip olmak zorundadır. Ehven-i şer mantığı ise, hayra
giden yolu tıkayacağı, şerri sevdireceği ve tâbî kılacağı için, esas büyük
şerden de daha zararlı olabilir. Bunun örneğini 1950 öncesindeki C.H.P.'nin
açıkça din düşmanlığı yapıp şerri her şeyiyle temsil ederek İslâm'a ve
müslümanlara her türlü baskı ve zulüm yapması neticesinde, düzene hep kuşkuyla
bakan, baskıdan dolayı zorla benimser görünen, imkân olsa düzeni devirmek ve
ona zarar vermek isteyen, okullarını, askerliğini... beğenmeyip az da olsa
tepki gösteren halkın konumunu gözönüne getirebiliriz. 1950'den sonra hak
adına, hayır adına değişik sağ partiler veya "ne sağcıyız, ne solcu"
diyen parti, kitlelere belediyeleri, Vakıflar Bankası gibi kurumları, resmî
okulları, hatta emniyeti, polisi... sevdirmede açıkça şerri temsil eden
zihniyetten daha zararlı olmuştur. Müslümanın devlet dairelerinde işi kolay
görülmeyecek, âmir ve memurlar siyaset icabı da olsa müslümana karşı içindeki
kin ve zulmü ortaya dökecek ki, İlâhî tecellînin başlangıcı oluşsun. Çile çeken
müslüman, zulme uğrayan insan, zâlimlere ve zulüm düzenine cepheyi açsın.
Ehven-i şer, insanları
oyalar durur. Düşünelim ki, defalarca iktidara ortak olan sözkonusu ettiğimiz
hayır diye takdim edilen ehven-i şer, Şeriatın bir tek haramını bile
kaldıramamış, bir farzını bile kabul ettirememiştir. Fâiz, Ayasofya, 163.
madde diye dönüp dönüp bunları tekrarladığı halde bu konularda bile bir şey
yapamamıştır. Gerçi yapsa ne yazar ki...
Bir insanın veya
teşkilâtın "biz peygamberlerden ve Peygamberimiz'den daha kolay, daha
kestirme, daha rahat bir yol bulduk. O zâtlar İslâm devletine gitmek için
memleketlerinden kovuldular, olmadık zulme, işkencelere mâruz kaldılar,
tâğutlarla, maddî güçleri çok az olduğu halde savaştılar, putlara ve tâğutlara
boyun eğmeyeceğiz diye nice tehlikelere atıldılar. Biz ise çok daha kolay yol
biliyoruz. Onlar bilememişler. Veya bu devirdeki bu tür kolaylıkların bir
benzerini onlar yapmamakla hata etmişler..." dese, bu sözleri söyleyenlere
tepkiniz ne olur? Peki, bunları diliyle söylemeyip davranışlarıyla
söylüyorlarsa? Öyle ya, "bugün devlete gidiş yolu ancak budur; günümüzün
cihadı böyle olur" diyerek rahat koltuklarda nutuk atma, 4-5 yılda bir oy
atma, sonra yan gelip yatma: Al sana modern cihad, sen de böyle yap, ol bir
mücâhid, sonra bekle, gelsin Şeriat!
Din tamamlanmış,
Kur'an'ın ve Sünnet'in ahkâmı Kıyâmete kadar değişmeden uygulanmayı
beklemektedir. "Bugün kâfirler,
dininizi söndürebilmekten ümitlerini kestiler; artık onlardan korkmayın, yalnız
Ben'den korkun. Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki
nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçip ondan râzı oldum."
(5/Mâide, 3). Asrımızın en büyük bid'atlerinden biri particiliktir. Kâfirler
tarafından Batıdan, önce Türkiye'ye, oradan da İslâm âlemi denilen tâğutların
hâkim olduğu hemen tüm memleketlere yayılma gösterdiği gibi, dine hizmet, cihad
vs. diye takdim edildiğinden tehlikesi çok büyük bir bid'at olmuştur. Çünkü
bid'atin târifi: Dine, Peygamberimiz'den sonra sokulan herhangi bir şeydir.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde)
Sonradan ortaya çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve
sapıklık insanı ateşe sürükler.” (Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867, 2/592;
Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606, 3/201; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46,
1/17; Nesâî, Iydeyn 22, 3/153) “Allah
(c.c.) bid’at sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini,
cihadını, (hayır yoluna) harcamasını, şâhidliğini kabul etmez. O kılın yağdan
çıktığı gibi dinden çıkar.” (İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49) "Yoksa onların, dinden Allah'ın izin
vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü
olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz
zâlimler için can yakıcı bir azap vardır." (42/Şûrâ, 21). Bid'at ve
bid'atçılara karşı fıkhî hükümleri de müslümanlar araştırıp öğrensinler.
Müslümanlar! Boş,
lüzumsuz, hatta nice yönden zararlı şeylerle vakit geçirip oyalanmayı bırakalım.
Dünya inkılâbî hareketlerinin en gerisinde kalan, İslâmî harekette adı bile
anılmayan T.C. topraklarında ciddî inkılâbî faâliyetlere girelim ki, şu imtihan dünyasında
"Rabbimiz'in "Cihad edenlerle
oturanları ayırt etmeden cennette gireceğinizi mi sanıyorsunuz?" (3/Âl-i
İmrân, 142) hitâbını ve yine "(Ey
mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler
size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara
öylesine dokundu ve öyle sarsıldılar ki, Peygamber ve onunla beraber iman
edenler nihâyet 'Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' dediler. İşte o zaman
(onlara), 'Şüphesiz Allah'ın yardımı yakın' (denildi)." (2/Bakara,
214). Bu âyette eşsiz bir faâliyet metodu ve terbiye örneği vardır.
Müslümanlara dünyada ve dolayısıyla âhirette başarılı olmanın yolu, iman ve
şuurla çalışmak, çabalamak, sıkıntılara katlanmak, güçlüklerden yılmamak, daima
tembelliği, zevk ve safâyı, rahat ve eğlenceyi tercih eden nefisten, şeytandan
uzak olmaktır. Ey müslümanlar! Sıkıntı çekmeden, kurban vermeden zafere
ulaşamazsınız, cennete giremezsiniz.
Unutmayın, iktidara
gelmek müslüman görünümlü partiler için kesinlikle imkânsızdır. Unutmamak lâzım ki; iktidar olmak
ayrı, muktedir olmak ayrıdır. Hükümeti ele geçirmek çok önemli değil, devleti
ele geçirmek önemlidir. Hükümet, davulu tutar, tokmağı devlet (askerler başta
olmak üzere, bürokratlar, holding sahipleri, medyayı elinde bulunduranlar,
Amerika ve İsrâil ve de derin devlet) tutar. İnsanlar, milletvekili
seçtiklerini zannederler, aslında birer sekreter seçmektedirler. Uygulatıcılar
değildir seçilenler, uygulayıcıdırlar. Bir dâvâ partisi, hiçbir yerde iktidara
gelemez. Gelmesi için değişmesi, egemen güçlerin tehlikeli saymaması gerekir.
İktidara gelmek için; dinin dışında yollar bulan kalabalıkların çoğunu memnun
ederek oy almalısınız ki, o zaman da zâten onların partisi, kitle partisi
olmayı kabul etmiş olursunuz. Öyle ya,
egemenliği kalabalıklar tâyin ediyor, siz de bunu kabulleniyorsunuz. Aslında
Türkiye gibi ülkelerde egemenlik, kayıtsız şartsız paranındır. Paraya sahip
olan devlet düdüğünü öttürür. Egemenliğin para babalarından kalan tarafı da
halkın değil; yahûdilerindir, askerlerindir, medyanındır. Kimin olursa olsun,
Allah'a âit olmadığı müddetçe biz bu tür egemenliği istememeli, reddetmeliyiz.
Kaldı ki, iktidar olsanız, bir düdük çalınınca işiniz bitecek. On iki Eylül'de,
daha önceki tüm faâliyetler partiye dayalı olduğundan, düdük çalınınca,
senelerce faâl gözükenlerden hiçbir faâliyet çık(a)madı. Her şey, tâğutlar tekrar
partiye müsâade edinceye kadar durdu. Sonra, sil baştan. 1960'da Adnan
Menderes'lere, 1980'de Süleyman Demirel'lere tahammül edemeyen egemen güçler,
rejimin askerleri, size nasıl tahammül eder dersiniz? Kaldı ki, uyanın hayâl
dünyasından. Görünen köy kılavuz istemez. Büyük, ama çok büyük bir ihtimalle bu
seçimde barajı da aşamazsanız ne olacak? (Demirel'e barajlar kralı deniyordu.
Baraj nasıl yapılırmış Özal gösterdi.) Tüm çalışma, faâliyet, maddî-mânevî
fedâkârlıklarınızın hiçbir neticesi olmayacak, boşa gidecek. Yok yok, boşa da
gitmeyecek (Özal çok kurnaz) sizin de tâğut kabul ettiğiniz iki büyük partiye
dağılacak. O zaman da mı görmeyeceksiniz tümüyle kâfirlere yardım etmiş olmayı.
Verdiğiniz oylarla sizin partinizden olmadığı için kâfir ilân ettiklerinize
yardım ettiğinizi, onların yaptığı her icraattan kendinizin de mes'ul
olduğunuzu o zaman da mı kabul etmeyeceksiniz? Ama, particilik ille de
demagojik yollarla kendini temize çıkarmayı öğretir. Öyle ya, tuttuğunuz futbol
takımı daima iyidir. Ona da bir kulp bulunur: "Özal'a ve Keçeciler'e
1977'lerde oy verirken sevaba giriliyordu, şimdi aynı adamlara yine oy
verilirse günaha girilir, sakın ha... Ama meselâ Keçeciler, tekrar sizin
partiye geçiverirse, o zaman günah sevâba otomatik olarak çevrilir" mantık(sızlık)ları,
demagojiler, savunmalar... Bu ve buna benzer tenkitlerle baştan beri Şer'î
delillerle partiye karşı çıkanlar "olsa olsa dış güçlerden besleniyorlar,
mutlaka arkalarında yahûdi ajanı vardır" değil mi partici arkadaşım? Ne
zamandan beri yahûdi ajanları Kur'an ve Sünnet ölçüsü içinde nakilci oldu da,
partici müslüman, bunca delile rağmen ya hevâ ve heves denilen akılcı veya
ağabeylerinin yolunun savunucusu oldu, dersiniz?
Neyse... Eski bir
şâirin bir şiirini hatırlayalım:
"Muîni zâlimin
erbâb-ı denâettir. / Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten."
(Zâlimlerin yardımcısı ancak alçaklar grubundandır. Çünkü insafsız avcıya
hizmet etmekten zevk alan köpektir.) Bu şiirde başka şey kast edilebilir, ama
siz İslâm'a göre "zâlim", "zâlime yardımcı olmak",
"insafsız avcı" ve "köpek karakterliler"i değerlendirme
ferâsetinde olun. "Kim Allah'ın
indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerin tâ kendisidir." (5/Mâide,
45). "Zâlimlere az da olsa
meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin
Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez." (11/Hûd,
113). Bundan önceki âyette de "Emrolunduğun
gibi dosdoğru ol!" (11/Hûd, 112) uyarısı yapılır.
Bu particilik
konusunda en önemli problemlerden biri, "elfâz-ı küfür" meselesidir.
Oy vererek seçtiğiniz
tüm milletvekilleri: "Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına, Cumhuriyet'i
koruyacağına, laikliği ve rejimi savunacağına..." yemin etmekte, nâmusu ve
şerefi üzerine söz vermektedir. Hem de bu yemine tüm vatandaşları şâhit
tutmaktadır düzen, televizyon kanallarından naklen vermektedir bu yenin denilen
küfür sözlerini. Tirmizî ve Ahmed bin Hanbel'in rivâyet ettiği bir hadis-i
şerif: "Bir kimse Allah'ın
isimlerinden başka bir şey üzerine yemin ederse şirke düşmüş olur." Müslim
ve İbn Mâce'den bir hadis-i şerif de, "yemin ederken, başka şeye dâir
niyet etse, niyeti (nasılsa) sağlam olsa, ne olur?" sorusuna cevap
veriyor: "Yemin, yemin edenin
niyetine göre değil, ettirenin niyetine göre hüküm alır."
Ayrıca, parti
tüzüğünde açıkça "Atatürk ilkelerine ve partiler kanununa... bağlı
kalacağınıza" dair yazılı teminat verme ve kendinize tüzük olarak kabul
etme durumundasınız. Parti binalarına putların resmini asacak, zaman zaman,
bazı bayramlarda seyranlarda anıtkabirlere gidecek, putların karşısında divan
duracaksınız. Cumhuriyet Bayramı denilen, Şeriat'ın kaldırıldığı günleri, 23
Nisanları kutlayacak, Cumhuriyet, demokrasiyi, Allah'ın indirmediği kanunları
hazırlayan meclisleri öven beyanatlar vereceksiniz. "Atatürk yaşasaydı,
bizim partimizden olurdu" diyeceksiniz. Şirk olan düzenin unsurlarına ve
düzene sahip çıkan sözler söyleyip uygulamalar yapacaksınız. Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmeyeceksiniz. Küfrün kurumlarına sahip çıkacak, polisini,
ekonomisini... güçlendirecek, yıkılası rejimin iskeletine kan
pompalayacaksınız.
Bunların İslâmî
hükmünü öğrenmek, tâğut adaylarına olduğu kadar, onları en azından oylarıyla
destekleyenler için de şarttır. Kolaylık olsun diye ifade edelim:
Zikredeceğimiz âyetin tefsirinde bu konuda hüküm mevcuttur. Meselâ, bakz.
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 5, s. 3130): "Her kim
imanından sonra Allah'a küfrederse, yani kelime-i küfrü (küfür lafızlarını)
ağza alır, söylerse -kalbi iman ile mutmain olduğu halde ikrâh olunan hâriç,
yani canını veya âzâsından bir uzvunu, telef edilmesinden korkulan bir emir ile
ikrâh edilmek (zorlanmak) sûretiyle değil- lâkin küfre sinesini açan, yani
ikrâh olunmadığı halde rızâsıyla kelime-i küfrü söyleyen kimseler üzerine
Allah'tan bir gazap ve bir de azîm bir azap vardır. Çünkü cürümleri en büyük
cürümdür... İkrâh-ı mülcî halinde, yalnız lisânıyla kelime-i küfrü söylemek
câizdir." (16/Nahl, 106 âyeti ve tefsiri).
Gümüşhanevî'nin Ehl-i
Sünnet İtikadı adlı akaid kitabının 69 ve 70. sayfalarında aynen şu cümleler yer
alıyor: Bir kimse kendi isteği ile elfâz-ı küfürden bir söz sarfeder de, bu
sözün küfür olduğuna inanmadığını veya bilmediğini söylerse, bütün âlimlerce
kâfirdir. Zira bilmemek özür değildir. Bir kimse zorlama olmadığı halde, dili
ile küfrü icap ettiren bir söz söyler ve kalbi de iman ile mutmain olursa yine
kâfirdir." Diğer akaid, fıkıh ve tefsirlerde de bu konu açıkça beyan
edilir. Zorlamanın, yani ikrâhın, mülcî olması, yani ölüm veya uzuvlardan
birinin kopacağı kadar bir işkence olmasına ruhsat vardır. Böyle bir şey yoksa
bu, zorlama kabul edilmez denir. "Kelime-i küfrü söylemek için ölüm ve
âzânın kesilmesinden başkasında şer'î ruhsat yoktur." (Mülteka, c. 4, s.
11)
Müslümanlar, zâhire
göre değerlendirmek zorundadır. Kalpleri bilen yalnız Allah'ındır. Reagan'ın,
Evren'in, İnönü'nü... sözlerine ve davranışlarına (zâhirlerine) göre bakıp
müslüman-kâfir diye hüküm verenler, benzeri küfür lâfızlarını sevdikleri
şahıslar söyleyince de aynı hükmü vermek zorundadır. Yoksa Efendimiz'in
"kalbini yarıp baktın mı?" sözü ile muhâtap olurlar. Önce
belirttiğimiz gibi, Mâide sûresi 44, 45, 47. âyetler konusunda da,
sevdiklerinizi hangi şer'î ölçüye göre istisnâ edeceğinizi iyi tesbit etmeli ve
araştırmalısınız.
Ya T.B.M.M. denilen
yere ne dersiniz? Yine önce bir âyet-i kerimeden yola çıkalım: "Allah size kitabında (Kur'an'da) şunu
da indirmiştir: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla eğlenildiğini
işittiğiniz zaman, o kâfirlerle beraber oturmayın, tâ ki başka söze dalsınlar
(başka bir söze geçmedikçe onlarla bir arada oturmayın). Yoksa, orada
kalırsanız siz de onlar gibi olursunuz. Şüphe yok ki Allah, münâfıklarla
kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır." (4/Nisâ, 140). Ve bu
âyetin bir öncesi: "Mü'minleri bırakıp,
kâfirleri dost edinen münâfıkları acı bir azap ile müjdele. Şerefi, izzeti
kâfirlerin yanında mı arıyorlar? Oysa bütün şeref ve izzet tamâmen Allah'a
âittir." (4/Nisâ, 138-139). Müctehid ve fukahâya göre: Meselâ kumar
oynanan, bira içilen bir kahvede, içkili lokantada, içen veya oynayanların
yanındaki ayrı bir masada bir müslümanın çay içmesi, yemek yemesi (yanında,
aynı mecliste haramı görüp önlemeye çalışmadığı için) câiz olmuyor, haram
oluyor. Bu, harama rızâ kabul ediliyor. Harama rızâ haram olur; Küfre rızâ ise
küfür. Yanındaki masada içilen haram olan bira veya şaraba seyirci olmaktan çok
daha kötüdür "egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa âit olduğu" küfür
ifâdesine -ki, Kur'an hükmüne tümüyle terstir: "Hüküm (egemenlik, hâkimiyet) ancak (kayıtsız şartsız)
Allah'ındır." (12/Yusuf, 40)- devamlı seyirci olmak. Mescis'i düşünün:
Kapı gibi (belki de altından dökme) harflerle tüm milletvekillerinin gözüne
sokarcasına, kafasına ve kalbine koyarcasına devamlı, tam karşısına bu hükmü
diken meclis. Bu mecliste her Allah'ın günü Allah'la ve O'nun diniyle,
hükümleriyle alay etmek, O'nu inkâr edip kaale bile almamak, O'nun hâkimiyetini
zerre kadar tanımamanın isbâtı olarak; ilâhlık taslanacak, kanun koymaya,
teklif edilmeye çalışılacak, düzenin aksayan yönlerine tedbirler alınacak, nice
küfür ve şirk olan kelimeler sık sık söylenecek, İslâm'ı temsil etme konumunda
gözüken lidere, İslâmî anlayışa düşmanlıktan dolayı açıkça alay edilecek,
müslüman da bütün bunlara rızâ gösterip seyredecek. Seyretmeyip ne yapabilir,
dersiniz? Günde binlerce defa değişik ifâdelerle gündeme gelen küfür
kelimelerinin hangisine, nasıl tepki gösterecek, hangisi söylenince en azından
dışarı çıkacak? Küfür ahkâmının nasıl icrâ edileceği konuşulup, tâğutların
Allah'a rağmen kanun koymaya kalktıkları... yerde oturmanın hükmünü müslümanlar
mutlaka öğrenmek zorundadır.
Yanlış anlaşılmasın,
biz hâricî filân değiliz. Ulu-orta tekfir müessesesinin işletilmesinin,
delilsiz olarak, müslümanların birbirlerine, hele grup, hizip ve parti taassubu
ile kâfir demelerine şiddetle karşıyız. Biliyoruz ki, karşımızdakine kâfir
deyince, o kâfir değilse, söylediğimiz söz bize döner. Biz aşırılığa karşıyız,
itidalden yanayız. Hatta mecbur olmadan, ihtilâflı meselelerin, metot
tartışmalarının gündeme gelmesini esas düşmanlara karşı gücümüzü azaltacağı
için, vahdeti engelleyeceği için tasvip etmeyiz. Evet, küfre düşecek kesin
delil olmadan hiçbir mü'mine kâfir demenin câiz olmadığı bilinci içindeyiz.
Amma, Kur'an ve hadis-i şerifler ışığında tevhidî akîde çerçevesinde tüm
olayları değerlendirmek zorundayız. Bazı kimselerin hatırına veya ihtilâf
çıkmasın diye açık şer'î hükümlere ters olan, küfür veya şirk kabul edilen
tavırları sergilemekten çekinmenin de vebal olduğunu bilmekteyiz. Yoksa, Kur'an
ve Sünnette bu hükümlerin yer almasına gerek olmazdı. Bu konuda kardeşlere
tavsiyemiz; açıkça küfrüne şâhit olmadıkları hiçbir şahsı tekfir etmemeleri,
ama şahıs ille de ben Kur'an'ın kâfir dediği sınıflardanım diye diliyle veya
tavrıyla diyorsa, ona da mü'min demenin kimsenin hakkı olmadığı anlayışıyla
hareket etmeleridir. Biz falan veya filân şahsı değil, zihniyeti ve grubu
İslâm'a göre eleştirdik, İslâm'ın hükmü, küfür denmesini icap ettiriyorsa,
ancak onu dedik. Peygamberimiz (s.a.v.) öyle yapardı. Çünkü "münâfıkların
alâmeti şunlardır...", "şöyle yapan şirke düşmüştür", "şu
câhiliyye alâmetidir", "şunu söyleyen bizden değildir" veya
"kâfirlerdendir" gibi genelleme yapar, açık delil olmadan muayyen bir
ismi tekfirden kaçınırdı. Yalnız bu konuda da aşırı gitmemeli, dost-düşman
bilinmeli, tebliğ ve dâvet ona göre yapılmalı, tavırlar muhâtabın akîde
durumunun bilinmesini gerektireceğinden dolayı, kâfire mü'min demenin de günahı
bilinmelidir. Bütün bunlara rağmen, bizim için geçerli olmasa bile, bir te'vil
ile İslâmî hükümleri farklı yorumlayan ve açık bir inkâr içinde olmayan
kimseleri mü'min kabul etmenin gerekli olduğuna inanıyoruz. Kâfir olma ihtimali
olan bir mü'mine kâfir demenin vebalinin, mü'min olma ihtimali olan bir kâfire
mü'min demekten daha büyük ve geridönüşlü olduğunu değerlendiriyoruz. Oy
verenlerle oy verilenlerin de ayrı değerlendirilmeleri gerektiğini
düşünüyoruz.
Evet, ey müslüman! Seçimler yaklaşıyor. Sakın ha tâğutlardan
bir tâğut beğeneyim deme. Tâğutlar, sağcı mı olsun, solcu mu, yoksa millî mi,
ayrımına gitme. Tâğutun tanımını da iyi öğren. Ne düzeni daha sola götürecek
tâğutları, ne de daha güçlendirecek tâğutları... hiçbirine OY VERME! Oy vermemek, seçime katılmamak,
düzenin kanununa göre yasaksa, cezâyı gerektiriyorsa, unutma ki, oy vermek, seçime katılmak da İlâhî kanuna
göre yasaktır, cezâyı gerektirir. Cezâlardan birini tercih et. Dünya
cezâsından kurtulmanın birçok yolu da vardır, ama Allah'ı (hâşâ) kandırmanın
yolu yoktur. İlle sandığa oy verme için, cezâdan korktuğun için gitmen gerekiyorsa,
biraz erkekliğin varsa, yazını biraz değiştirerek oy pusulasına ya "Ve men lem yahküm ... " âyetinin
meâlini veya "hiçbir tâğuta oy yok!" ifâdesini veya bir benzerini
yaz, T.C.'nin mührü yerine, oy pusulasına böylece tevhid mührünü vurmuş ol.
"İman edenler Allah yolunda mukatele eder, savaşır.
Küfreden kâfirler de tâğut yolunda savaşır. O halde siz şeytanın dostları ile
savaşın. Muhakkak ki şeytanın hilesi zayıftır." (4/Nisâ, 76). "İyi bil ki hâlis din ancak Allah'ındır. Ondan başka, kendilerine
birtakım dostlar edinenler de şöyle diyorlar: 'Biz onlara ibâdet etmiyoruz,
ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye yapıyoruz' derler. Elbette
Allah, onlarla mü'minler arasında, ihtilâf edip durdukları şeyde (din
hususunda) hükmünü verecektir. Muhakkak ki Allah, yalancı olan, kâfir olan
kimseyi doğru yola, hidâyete iletmez." (39/Zümer, 3) Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a
içten yönelenlere gelince, onlar için müjde vardır. O halde kullarımı müjdele!
Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın
kendilerini hidâyete eriştirdikleridir ve onlar, temiz akıl sahipleridir."
(39/Zemer, 17-18)
Bırakın seçimi,
geçimi; haydin, görev başına! Hayye ale'l-cihâd!