Erkeğin Yöneticiliği ve Dövme Yetkisi
“Allah’ın insanlardan
bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama
yaptıkları için erkekler kavvâmdır/kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun
için sâliha kadınlar itaatkârdır, Allah’ın kendilerini korumasına karşılık
gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından
(nüşûz) endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız
bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık
onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.” (4/Nisâ, 34) Erkeklerin maddî ve
mânevî durumları ile ve özellikle ekonomik rolleri, onların âile reisi -sorumlu
yönetici- olmalarını tabiî kılmıştır. Âile küçük bir toplumdur; toplum düzenle
yaşar. Düzen ise, bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar. İslâm’da devlet
başkanından âile reisine kadar her idâreci, İlâhî tâlimata göre hareket etmek,
İslâmî kurallara göre ve istişâre ile yönetmek mecbûriyetindedir. Şu halde
onlara itaat, bu tâlimata itaat demektir. İdâre eden veya edilen bu tâlimatın
dışına çıkar, meşrû kurallara itaatsizlik ederse yaptırım uygulanır. Burada
bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir. Çare olarak önce öğüt vermek,
sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme tavsiye edilmiştir. Kur’an’ı bize tebliğ
eden Hz. Peygamber (s.a.s.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi “kadını eşek döver gibi dövüp de günün
sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey midir?” buyurarak ümmetini
uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı takdirde, kadının canını yakmayacak
ve vücudunda iz bırakmayacak şekilde misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle
vurmak şeklinde -ki, acı vermekten çok, psikolojik cezâ unsuru olarak-
uygulamak gerektiğini de ifade buyurmuştur. Şu halde bu dövme yaptırımı,
ahlâksız bazı kadınlar için en son çare olarak başvurulacak zarûrî bir yol
olup, kayıtlara ve şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da kocasından şikâyetçi
olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama imkânı vardır.
İslâm hukukunda
"âile reisliği" denebilecek "kavvâm olma" yetki ve
sorumluluğu kocaya verilmiştir. Az önce meâli verilen Nisâ sûresi 34. âyette
geçen "kavvâm" kelimesi, koruma ve yönetme hak ve yetkilerine
müştereken sahip olmayı ifâde etmektedir. Âile reisliğinin kocaya verilmesi,
toplumun bu en küçük biriminde ortaya çıkabilecek karmaşayı önleme ve huzuru
sağlama hedefine yöneliktir. Dolayısıyla burada ontolojik bir üstünlükten
ziyâde, fonksiyonel bir yetki farklılığının sözkonusu olduğunu söylemek
gerekir. Bu genel kural, yetenek ve harcama yükümlülüğünün yer değiştirdiği
münferit örneklerde farklı bir durumun ortaya çıkmasına engel teşkil etmez. Nitekim bazı çağdaş İslâm
âlimleri, harcama yükümlülüğünün yer değiştirebildiği zamanımızda bu kuralın
değişmez olmadığı hususu üzerinde durmaktadır (Meselâ, Bkz. Fazlur Rahman, Ana
Konularıyla Kur'an, s. 93-94).
Kur'ân-ı Kerim,
bilindiği gibi meseleler hakkında genel prensipler vazeder, çoğunlukla
ayrıntıya girmez. Ancak, âile ile ilgili düzenlemelere baktığımızda şaşırtıcı
bir şekilde ayrıntıya girdiğini ve kesin hükümler koyduğunu görürüz. İnsanlık
tarihi boyunca hiçbir toplumda varlığı inkâr olunamamış âile kurumunu İslâm'ın
da bu derece önemsemesi ve en ince ayrıntısına kadar hükümler vazetmiş olması,
sağlıklı bir toplum oluşturulmasında âilenin öneminin ne derece büyük olduğunu
göstermektedir. Toplumun düzenli bir işleyişe sahip olması, onu oluşturan alt
birimlerin de düzenli ve sağlıklı bir yapıda olmasına bağlıdır.
Bu noktada toplumun
en küçük birimi olan âileye düzenli bir işleyiş kazandırılmalı ve devamı sağlanmalıdır.
Her topluluğun işleyişinde farklı sorumluluklar, görevler ve bu görevlerin îfâ
edilmesi için verilmiş yetkiler olduğu gibi, âilede de bu durum sözkonusudur.
Erkeğin yöneticiliği meselesi de bu bağlamda ele alınmalı, eşler arası ve âile
içi hukukta doğru ve geçerli ilkeler yakalanmaya çalışılmalıdır.
Konuyla ilgili
tartışmalar, Nisâ Sûresi 34. âyette geçen "kavvâmûne"
kelimesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. "Yönetici" olarak meallendirilen
kavvâmûne kelimesinden yola çıkarak pek çok müfessir, erkeğin dünya işlerinde
mutlak bir üstünlük ve mutlak bir yöneticilik vasfına hâiz olduğunu ifâde
etmişlerdir. Hatta bazı müfessirler, bu üstünlüğü âhirete de taşımışlardır.
Kavvâmûne kelimesini doğru şekliyle anlayabilmek için Kur'an'da geçtiği diğer
âyetleri de incelememiz yerinde olacaktır:
"Ey iman edenler, adâleti ayakta tutanlar olun. (Kûnû
kavvâmîne bi'l kıst)" (4/Nisâ, 135). "Ey iman
edenler, âdil şâhidler olarak Allah için hakkı ayakta tutanlar olun. (Kûnû
kavvâmîne lillâhi şühedâe bi'l kıst)" (5/Mâide, 8). Âyetlerde
görüldüğü gibi kavvâmûne kelimesi, sadece yöneticilik anlamı ifâde
etmemektedir. Öncelikle içerdiği anlam; koruyup gözetmek (Râgıp el-İsfahânî),
işleri güzel idare etmek (Mu'cemu'l-Vecîz), bir şeyi hakkıyla yerine getirip
ayakta tutmaktır. Dolayısıyla kelimenin sadece yöneticilik mânâsına
hamledilmesi eksik ve yanlış olacaktır.
Erkeklerin kadınlar
üzerinde kavvâm olması, yaygın olarak anlaşıldğı gibi ontolojik, fazîlet vb.
alanlarda mutlak üstünlüklerden kaynaklanan bir yöneticilik değildir. Âilenin
korunup gözetilmesinde, temsil edilmesinde ve işleyişinde sahip oldukları
sorumluluğun daha fazla olmasından kaynaklanan bir görev ve yetkidir. Âyette "erkeklerin kendi mallarından harcaması
dolayısıyla..." şeklinde bir ifâde bulunması, verilen hükmün illetini
anlamak açısından önemlidir. Âyetin evlilik hayatı ve âile düzeni ile ilgili
olduğu açıktır. Allah Teâlâ, tüm düzenlemelerde fıtrî kabiliyetler ölçüsünde
sorumluluk yüklediği ve yetkilendirdiği gibi, burada da erkeği daha fazla
sorumlu tutmuştur. Bu sorumlulukta ve âileyi idâre etme ve yönetmede erkek bir
önceliğe sahiptir. Yukarıda da ifâde edildiği gibi küçük dahi olsa bir
topluluğun düzenli işlemesinde böyle bir hiyerarşiye ihtiyaç vardır ve bu çok
doğaldır.
Ancak, burada yönetme
olayının algılanışı da çok önemlidir. Yönetme deyince akla baskı, emir ve cezâ
değil; istişâre ile oluşan, insanın düzenli hayat sürmesini sağlayan bir olgu
gelmelidir. Hz. Peygamber'in uygulamasında da bunu görebiliyoruz. Peygamber
olması, onu çevresindekilerle istişâreden alıkoymamış, bizzat Kur'an'ın
teşvîkiyle bunu her zaman gerçekleştirmiştir. Ancak bu dönemden günümüzedek
süren sultacı yönetimler "yönetme" kavramının baskıcı, totaliter bir
anlam kazanmasına sebep olmuştur. Bu etkinin erkek yöneticiliği konusunda
zihinlere ve dolayısıyla âileye de yansıdığı söylenebilir. Halbuki devlet
yönetimi konusunda Hz. Peygamber'in uyguladığı bu istişârî metod, her konuda
olduğu gibi âilenin işleyişinde de erkeğin yönetici olması konusunda bize ışık
tutacak önemli bir veridir. Kısacası, erkek, sahip olduğu özellikler
doğrultusunda yüklendiği sorumlulukları, âilenin korunup gözetilmesini,
idâresini, istişâre ile gerçekleştirecek, bu konuda kendisine verilen önceliği
bir zulüm vesilesi olarak kullanmayacaktır. Çünkü zulümle İslâm'ın bağdaşması
mümkün değildir. (H. Koç, F. Candan, Kur'an Çerçevesinde Kadın, Haksöz, sayı
32, Kasım 93, s. 30)
Kadının dövülmesi
konusunda, dinimiz, bazı sıkı kayıtlarla buna yer vermiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de
bu konuya yer verilmiş olması mevzuya ayrı bir ehemmiyet kazandırmaktadır.
Bizce, âyet-i kerîmenin bu meseleye temas etmiş olması kadınları himâyeye mâtuf
bir durumdur. Zira başta günümüzün en ileri memleketlerinde bile hâlâ câri
olduğu üzere, her devirde, her millette kadınlar dövülmüştür. Kıyâmete kadar da
bu realite devam edeceğe benziyor. Sanki insanî münâsebetlerin kadın-erkek
bölümünün tabiî bir neticesidir. İnsanlar zarûrî olan münâsebetlerinde her
zaman orta yolu koruyamazlar, ifrat-tefrit, rızâ-gazab, sevgi-öfke iç içedir.
Bunların sonucu olarak münâkaşalar, ağız kavgaları, yumruklaşmalar, hatta
cinâyetler vukua gelir. Bunlar "olmamalıdır" diye bir teşriat olamaz.
İslâm bu meselede realiteyi kabul ederek müntesiblerini makul hudutta tutmaya,
frenlemeye çalışır. Esasen her meselede "vasat yol"u göstermek
İslâm'ın ana ruhunu teşkil eder.
"Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara
gelince, evvelâ kendilerine nasihat edin, sonra yataklarında onları yalnız
bırakın, yine dinlemezse dövün." (4/Nisâ, 34). Dikkat edilirse âyet kadının dövülmesini
birçok şarta bağlamaktadır:
Kur'ân'da bu sebep "nüşuz"
kelimesiyle ifade edilir. Türkçe meallerde umumiyetle hep "serkeşlik"
olarak tercüme edilmiştir. Kelime Arapça'da yükseklik, tümseklik, sivrilik gibi
mânâlara gelir. Selef âlimleri kadınla ilgili olarak Kur'ân'da geçen bu
tavırdan "kocasına isyanı, koku sürünmemesi, kocasını nefsinden men
etmesi, kocasına daha önceki davranışını değiştirmesi, kocasına sevgisizlik
izhar etmesi, kocasının tâyin ettiği evde oturmayı kabul etmeyip bir başka
yerde oturması gibi durumları anlatmıştır.
Yani, kocasına karşı
olan vecibelerini yerine getirmemesi diye hülâsa edebiliriz. Vecibe olmayan
işlerdeki itaatsizlikten dolayı dövmeye hakkı yoktur. Ev işlerini yapmaması
gibi. Vedâ Hutbesi'nde, kadını dövmeyi meşrû kılan suç "nüşuz"
kelimesiyle değil, "fâhiş" kelimesiyle ifade edilmiştir. Biz
"çirkinlik" olarak tercüme ettik. Bunu, dilimizde aynı kökten fuhuş
kelimesiyle tercümeyi uygun bulmadık. Çünkü fuhuş, zinâ mânasına gelir. Halbuki
burada zinânın kastedilmiş olması mümkün değildir. Çünkü zinânın cezâsı recm
denen hadd-i zinâ'dır. Bunun dayakla geçiştirilmesi mümkün değildir. Öyle ise,
bu hutbede geçen fâhiş kelimesini fuhuşla açıklamak ve böylece Kur'ân'da geçen
"nüşuz" kelimesinin vuzûha kavuşturulduğunu söylemek uygun olmaz.
Kadın meşrû bir sebeple
dövülebilirse de bu, en son baş vurulacak yoldur. İlk önce, serkeşliği
sebebiyle nasihat edip, tatlılıkla ondan vazgeçirme yolu aranacak. Bu müessir
olmazsa yatağı ayrılacak. Bu iş, arkasını dönmek ve konuşmamak sûretiyle
gerçekleştirilir. Ayrı bir yatakta yatılır da denmiştir. Bu cezâ da müessir
olmazsa dayak meşrû hâle gelmektedir. İslâm burada da yenilik getirerek dayağın
derecesini belirtmiş "çok acı verici olmaması"nı emretmiştir.
Şu halde, İslâm, her
devirde mevcûdiyetini fiilen dünyanın her köşesinde muhâfaza etmiş beşerî bir
realiteyi ciddî kayıtlara bağlayarak kadınlar lehine ıslah etmiş, asgarî
seviyeye, en az zararlı bir hâle getirmiştir.
Elmalılı Hamdi
Efendi, dayakla ilgili yukarıda temas ettiğimiz âyet-i kerîmenin açıklamasını
yaparken bir dipnot düşüyor. Buraya aynen kaydını uygun buluyoruz: Burada,
kadın dövülür mü, diye bir soru vârid olabilir. Evet dövülmez, fakat bu ifâdede
kadın demek nâşize (serkeş), âsiye (isyankâr) karı demek olmadığı da
unutulmamak lâzım gelir. Sırasına göre insanca olmak üzere birkaç tokat, hissî
isyan ile sukuta doğru giden hırçın bir kadına kadınlık şeref ü terbiyesini
bahşetmek için güzel bir ders olabilir. Şair Ziya Paşa merhum: "Nush ile
yola gelmiyeni etmeli tekdir, / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir."
demiştir. Zamanımızda Kur'ân'ın bu "onları dövün" emrini sû-i
tefsir ederek dillerine dolamak isteyen Avrupalılar görüyoruz. Fakat ne garib
bir tesadüftür ki, biz bu âyetin tefsîriyle meşgul olduğumuz sırada bir Fransız
mahkemesinin, kocası tarafından dövülmüş olan bir Fransız karısına ikame ettiği
dâvâya karşı "hırçınlık edip kocasını tehevvüre getiren bir kadının yediği
dayaktan dolayı talâk (boşanma) dâvâsı ikamesine hakkı olmadığına"
hükmettiğini gazeteler ilan ediyordu" (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili,
Eser Y. Cilt 2, s. 1351).
Erkeklerin maddî ve
mânevî durumları ile ve özellikle ekonomik rolleri, onların âile reisi -sorumlu
yönetici- olmalarını tabiî kılmıştır. Âile küçük bir toplumdur; toplum düzenle
yaşar. Düzen ise, bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar. İslâm'da devlet
başkanından âile reisine kadar her idâreci, İlâhî tâlimâta göre hareket etmek,
İslâmî kurallara göre ve istişâreye uyarak yönetmek mecbûriyetindedir. Şu halde
onlara itaat, bu tâlimâta itaat demektir. İdâre eden veya edilen kimse bu tâlimatın dışına çıkar, meşrû kurallara
itaatsizlik ederse yaptırım uygulanır. Burada bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir.
Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme
tavsiye edilmiştir. Kur'an'ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.s.) hiçbir
zaman kadın dövmediği gibi "kadını
eşek döver gibi dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey
midir?" buyurarak ümmetini uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı
takdirde, kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak şekilde
misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle vurmak -ki, acı vermekten çok, psikolojik
cezâ unsuru olarak- uygulamak gerektiğini de ifâde buyurmuştur. Şu halde bu
dövme yaptırımı, ahlâksız bazı kadınlar için en son çare olarak başvurulacak
zarûrî bir yol olup, kayıtlara ve şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da
kocasından şikâyetçi olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama
imkânı vardır. (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi)
Âilede karı koca
arasında bir anlaşmazlık çıkması durumunda bunun nasıl halledileceği meselesi
önemli bir problem teşkil etmektedir. Burada kadının âile içindeki konumunu
yakından ilgilendiren nokta, böyle durumlarda kocanın karısı üzerinde ne gibi
bir yetkisinin bulunduğu hususudur. Koca, âile reisi olduğuna göre, bu yetkinin
aşırı kullanımının bir taraftan âile birliğini, diğer taraftan kadının
kişiliğini etkileyeceği açıktır. Kur'ân-ı Kerim de, kocasına karşı itaatsizlik
ve ahlâksızlık/sadâkatsizlik (nâşize) durumuna düşen kadının önce nasihatle
yola getirileceği, ardından yatakların
ayrılacağı, bunun da etkili olmaması halinde dövülebileceğinin (darb) belirtilmesi
(4/Nisâ, 34) üzerinde en fazla tartışılan konuların başında gelmektedir. Âyette
geçen "darb" kelimesinin yaygın anlamı olan "dövme"den
başka bir anlam taşıyıp taşımadığı günümüzde çok tartışılmaktadır. Burada,
İlâhî mesaja, doğru mânâ verilmesi açısından âyette sadece darb kelimesinin
değil; "nâşize"nin de ne anlamda ve hangi kapsamda kullanıldığının
belirlenmesi gerekmektedir.
Genel olarak
"itaatsizlik" mânâsına gelen "nüşûz" kelimesi, âilenin
huzurunu bozan basit bir davranıştan iffetsiz yaşamaya kadar geniş bir alanı
içine almaktadır. Huzuru bozan her davranışın ağırlığına denk bir yaptırımla
karşılanması, hem âilenin birliğini koruma noktasından hem de fiil ve yaptırım
arasında, gözetilmesi gereken denge açısından önemlidir. Kur'an'ı yorumlamada
birinci kaynak olan Hz. Peygamber'in uygulamaları bu konuya da ışık tutacak
niteliktedir. Hadis kitapları ve Rasûl-i Ekrem'in hayatından bahseden eserler,
Onun eşlerini dövdüğüne dâir herhangi bir olaydan asla söz etmemektedir. Hz.
Âişe, Rasûlullah'ın eşlerini ve hizmetçilerini asla ve hiçbir zaman dövmediğini
söylemektedir (İbn Mâce, Nikâh 51). Ayrıca Hz. Peygamber, kendisine karşı
olumsuz davranışından ötürü Hz. Âişe'nin babası tarafından cezâlandırılmasına
da rızâ göstermemiştir. Şu halde basit uyuşmazlık durumunda şiddete
başvurulması, önerilen bir yöntem değildir. Rasûl-i Ekrem Vedâ hutbesinde
kadınlara iyi davranılmasını öğütlemekte, bunun yanında "yataklarını
herhangi bir kimseye çiğnetmemeleri"nin (zinâ etmemelerinin) kocaların
eşleri üzerindeki hakkı olduğunu söylemekte, aksi takdirde hafifçe
dövülebileceklerinden bahsetmektedir (Müslim, Hac 47; Ebû Dâvud, Menâsik 56;
Tirmizî, Tefsîr 9). Âyette geçen "nüşûz"un hangi davranışları
içermesi halinde dövme cezâsının uygulanabileceğini göstermesi bakımından Vedâ
hutbesindeki bu ifâde dikkat çekicidir.
Kadını dövme
meselesi, bugüne kadar ve günümüzde de İslâm düşmanlarının, özellikle
feministlerin kullandığı önemli noktalardan biri olduğu gibi, bazı
müslümanların da şartları gözetmeden mutlak biçimde meşrûlaştırdığı bir konu
olmuştur. Konuyla ilgili Nisâ sûresi 34. âyette, öncelikle sâliha kadınların "görünmeyeni
koruyanlar" olarak tanımlanması ve devamında da dövme olayından
bahsedilmesi, bir nâmussuzluk olayını çağrıştırmaktadır. Ancak metinde "nüşûz"
kelimesinin geçmesi, olayın sadece nâmussuzluk ile sınırlandırılamayacağını
göstermektedir. Kelime olarak isyan, başkaldırı, geçimsizlik hali
anlamlarına gelen “nüşûz” ile âile
içinde sürekli problem çıkarma, dikkafalılık, huysuzluk, geçimsizlik gösteren,
yani olgun bir kişiliğe ulaşamamış kadınlar anlaşılmaktadır. Bu âyet, sürekli
bu fiilleri yapma eğilimini taşıyan kadınların terbiye metodunu göstermektedir.
Nüşûz hali gösteren kadınların âile huzurunun yeniden elde edilmesi konusunda
âyet bir metod göstermektedir. Bu metodda erkek, kadının işlediği fiile göre
tavır takınmalıdır. Anca yine de kadının davranışlarında bir düzelme değil de;
aksine bir bozulma görülürse, bu bozulmaya karşılık erkeğin tedrîcen daha sert
tedbirler olarak en son dövme olayına başvurması, âilenin kurtarılması
açısından son bir çâre olabilir. Âile huzurunu tek taraflı bozan kadın, dövülme
gibi onur kırıcı bir olayla karşılaştığında âile saâdetini kurtarma konusunda
daha sıhhatli düşünebilir. Bayılıp kendinden geçmiş bir hastayı uyarmak için
doktorun hastanın yüzüne tokat atması gibidir bu.
Ancak, şu
unutulmamalıdır ki, "dövme" sınırları belli özel bir durum için
sözkonusudur. Başka bir deyişle âyet, âile içinde tüm kadın-erkek ilişkileri
için genelleştirilemez. Çünkü âile ortamında esas olan eşler arasında sürekli
istişâreyle saygı ve sevgi unsurunun temellendirilmesidir. Sözkonusu âyet,
dövme olayını, bu saygı ve sevgi unsurunu tek yönlü olarak bozan ve istismar
eden, şirret kadınlar için sınırlandırmıştır. O halde, özel şartlar için
geçerli olan dövme olayını "erkek, eşini dövebilir" şeklinde
genelleştirmek kişinin kendi zâlimliğini Kur'an'a âlet etmek olacaktır.
Burada şu soru akla
gelebilir: Âile huzurunu bozan kişinin kadın değil de; erkek olduğu zamanlarda
problem nasıl çözülecektir? Kadın, erkeğin âile içindeki geçimsizliklerine,
sorumsuzluklarına katlanmak zorunda mıdır? Elbete ki kadın da eşini düzeltme
yönünde bazı girişimlerde bulunup öğüt verebilir. Ancak kadının erkeği dövmesi,
kadının yapısı gereği üstlenemeyeceği bir davranış olduğu gibi, çoğunlukla
vâkıaya da tekabül etmediğinden erkek yüzünden bozulan ve boşanma noktasına
yaklaşılan bir durumda ise, kadının yapacağı âileler arası (kadın ve kocanın
yakınlarından veya temsilcilerinden oluşan) hakem heyetine veya meşrû mahkemeye
başvurarak problemin çözülmesi yönündeki talebi olacaktır.
Kişiliğini
oluşturamamış, şirret, laftan anlamayan, huzursuzluk çıkarıp âilenin işleyişini
tek taraflı bozan kadınlar için boşanma öncesi önerilen bu metodu, âilenin
saâdeti için çalışan, sorunlara yaklaşımda ölçülü, vakarlı kadınlar için de,
onların belki haklı olarak karşı gelmelerine teşmil etmek Kur'an'a aykırıdır.
Rasûlullah'tan gelen haberlerde birçok problemlerine rağmen hanımlarının
hiçbirini dövmemiş olduğunu görüyoruz. Bu da bizim için önemli bir veridir.
Dövme, hangi suçun
veya suçların karşılığı olacaktır? Âyette bu suçla ilgili "nüşûz"
kelimesi kullanılıyor. Bazıları bu kelimeye "huysuzluk, geçimsizlik,
dikbaşlılık" anlamı vermiştir. Aslında nüşûz, bu anlamlardan daha büyük
bir suçtur. Râgıb el-İsfahanî şöyle der: "Nüşûz; kadının kocasına kin
tutması ve ona saygıdan uzaklaşıp başkasına göz koymasıdır." Âsım Efendi,
el-Kamusu'l-Muhît tercümesinde şu açıklamayı verir: "Nüşûz; hâtun, zevcine
buğz ve adâvet idüp isyan ile muâmele eylemek mânâsınadır." Yani
"nüşûz; hanımın, kocasına düşmanlık ve kinle isyan etmesidir." Bu
lügatçıların açıklamalarına göre nüşûz; düşmanlık, başkasına göz koyma, kin
tutma, sadâkatsizlik sonucu kocaya karşı bir isyanın başlatılmasıdır. Kısacası,
bir iffetsizlik ve sadâkatsizlik sözkonusudur.
Ayrıca, Kur'an'da
geçen "fa'dribûhunne"
emrindeki "darb"
kelimesinin âyetlerde sadece dövme anlamında değil, çok farklı anlamlarda
kullanıldığından yola çıkılarak, Zuhruf sûresi 5. âyette olduğu gibi, bu âyette
de uzaklaştırmak, uzakta tutmak anlamında olabileceğini iddia edenler de
vardır. O takdirde bu âyetteki "fa'dribûhunne"
emri "dövün" anlamında değil; "onları bulundukları yerden
uzaklaştırın!" mânâsındadır. Yalnız, bu yorum, şâz bir yorumdur,
müfessirler ve âlimlerin cumhûru bu yoruma katılmazlar.
Aslında, klasik
dönemin bazı âlimleri de dövme yetkisine çok ihtiyatla yaklaşmışlardır. Hz.
Peygamber'in, müslümanların en hayırlılarının eşlerine en iyi davrananlar
olduğunu ve kendisinin bu konuda örnek teşkil ettiğini söylemesini, eşlerini
ancak kötü kimselerin döveceğini ifâde ederek onlara böyle davranılmamasını
emretmesini gözönüne alan bazı âlimler, kadının dövülemeyeceğini veya fazîletli
davranışın onlara böyle bir cezâyı uygulamamak olduğunu belirtmişlerdir (Bkz.
Abdülkerim Zeydân, el-Mufassal fî Ahkâmi'l-Mer'e ve'l-Beyti'l-Müslim, Beyrut,
1993, c. 7, s. 316-317). Fakat tatbikatta her zaman Rasûlullah'ın bildirdiği bu
esaslara göre davranıldığını söylemek mümkün değildir. Bunların büyük
çoğunluğu, kadınlarını dövme yetkisini Kur'an'dan değil; nefis ve hevâlarından,
câhilî örf ve âdetten almakta, Rasûlullah'ın ifâdesiyle leîm/kötü koca sıfatını
hak etmektedir.