Kadın-Erkek Eşitliği mi; Yoksa Adâlet, Uyum
Gül bayramında güller
yarıştırılır ve güllerden bir gül birinci seçilir. Güllerle lâleler
yarıştırılmaz. Elmayla armut toplanmaz; iki elma üç armut toplansa beş eder
denilmeyip iki elma üç armut eder denilir. Evrende yaratılanların içinde en
değerlisi Âdemoğludur, yani kadınla erkektir. Her ikisi de aynı topraktan
yaratılmışlar. Toprağın diğer toprağa üstünlük sağlamaya kalkması yanlıştır.
Aynı toprak ayrı özelliklerde yaratılmıştır. İkisine de verilen ortak özellikler
yanında, kadına verilip erkeğe verilmeyen, erkeğe verilip kadına verilmeyen
özellikler de vardır. Herkes kendi özellik ve güzellikleri içinde birincidir,
yarış yapmıyoruz; yapacaksak, kadın-erkek hayırda, Allah'a güzel kulluk yapmada
yarışmalıyız.
Allah, bir kısmımızı
diğerlerine üstün kıldığını, herkesin diğerinden üstün bir tarafı olduğunu,
kimsenin başkasındaki üstünlüğü istememesi gerektiğini haber veriyor (4/Nisâ,
32). Biz, kendimizdeki özellikleri keşfedip geliştirmeli ve üstünlüğün sadece
takvâda olduğu bilinciyle Allah'a yakın olmaya çalışmalıyız. Kadın-erkek olarak
da birbirimizin beşer olarak doğal olan eksiklerimizi tamamlamaya,
yardımlaşmaya çalışmalı, yeryüzündeki hilâfet görevimizi beraberce yerine
getirme gayretinde olmalıyız.
"İnsanlar, tarağın dişleri gibi birbirleriyle
eşittir" buyuran
Peygamber Efendimiz kadınla erkeğin hukuk karşısında ve insan olarak denk
olduklarını vurgulamıştır. Allah huzurunda dereceler alma konusunda ise iki
cinse de eşit haklar verilmiş ve Allah'ın emir ve yasaklarına kim fazla riâyet
ederse o daha değerli olur denilmiştir. Doğuştan, şu veya bu şekilde
yaratılmaktan dolayı üstünlük iddiâsı, şeytanın iddiâsıdır. İslâm, ancak
sonradan çalışılarak elde edilecek üstünlüğe değer verir. Şeytanî çıkarımlarla ve
bâtıl üstünlük savları yerine; ilimde, imanda, ahlâkta, fazîlette, Allah'a
hakkıyla itaat ve ibâdette üstün olma yarışına girmeli, bu konuda da
birbirimizi rakip değil; yardımcı görmeliyiz. "O (Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü
ve hayatı yaratmıştır." (67/Mülk, 2)
Yaratılışta, Allah’a kul olmada, sorumluluk
yüklenmede, yüklendiği sorumlulukları yaşama ve yaşatmada kadın ve erkek
arasında bir ayrımın yapılamayacağını biliyoruz. Ancak insanın kadın ya da
erkek olarak yaratılması, her birinin kendine has fiziksel ve ruhsal
farklılıklarla birbirinden ayrıldığını göstermektedir. Bu durumda zorunlu
eşitliğin ötesinde, birbirini tamamlayıcılık özelliğinin ele alınması ve bu
anlamda erkek ve kadının birbirine eşit olmadığının vurgulanması gerekmektedir.
Bu farklılığın gözardı edilmesi, hele bunun kadın hakkı ve özgürlüğü adına
yapılması, öncelikle kadına zulüm olacaktır. Çünkü eşitlik başka, adâlet
başkadır. Kadınla erkek arasında doğal farklılıkları görmezden gelerek yapılan
bir eşitleme, kimlik bunalımına neden olmaktadır.
Rabbimiz, insan
soyunun devamı için farklı fizyolojik özelliklerle donattığı kadın ve erkeği;
birbirlerinde sükûn bulmaları ve aralarında sevgi ve merhamete dayalı ilişkinin
temellendirilmesi için âdeta birbiriyle örtüşen bir kimlikle yaratmıştır. “Kaynaşmanız, sükûnet ve tatmine ermeniz
için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet var
etmesi de O’nun (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi
düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (30/Rûm, 21). Fizyolojik
farklılıkların oluşturduğu bu tamamlanmışlık
kadına; anneliği, anneliğe hazırlayan biyolojik farklılıkları ve dış
görünümünden kaynaklanan çekiciliği tanırken, erkeğe; fizikî güç ve gücün
hayata geçirilmesine imkân sağlayan özellikleri tanımıştır. Kadının erkeğe
oranla daha çekici olduğu gerçeğini Kur’ân-ı Kerim belirtmiştir: “Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın
biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden
gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar,
dünya hayatının metâıdır. Nihâyet varılacak güzel yer, Allah’ın huzûrudur.”
(3/Âl-i İmrân, 14)
Cennet tasvirlerinde
kadının cinsel kimliğinin kullanılması (44/Duhân, 53-54; 52/Tûr, 20; 55/Rahmân,
56; 56/Vâkıa, 35, 38), Âl-i İmrân Sûresi, 14. âyette bahsedilen “züyyine -süslendi-” ifâdesiyle daha iyi
anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde kadının erkeğe sunulmasının temel nedeni
kadındaki bu câzibedir. Zâten bunun farkında olan kadınlar, insanlık tarihi
boyunca bu özelliklerini erkeklere karşı kullanmışlardır. Ancak, burada sorun,
kadının bu âyetlerde câzibesinin vurgulanmasıyla, onun onuruna bir eksiklik
gelip gelmeyeceğidir. Kanaatimizce âyetlerdeki tasvirler, kadının yaratılış
itibarıyla câzip kılınmışlığının anlatımıdır.
Cinsellik, hem kadın
ve hem de erkek için “...Onlar (Kadınlar)
sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz..." (2/Bakara,
187) âyetinde görüldüğü gibi nikâh
akdi ile meşrûlaştırılmıştır. Bu noktada, salt kadın ya da erkeği öncelemekten
öte bir birliktelik, birbirleriyle huzura kavuşma ve aralarında sevgi ve
merhametin olduğu bir beraberlik (30/Rûm, 21) sözkonusudur. Ayrıca Kur’an
toplumsal ahlâkı da gözönünde bulundurarak kadının câzibesinin istismarını
örtünme emri ile engellemiştir. Hıristiyanlıkta görüldüğü gibi cinselliği
lânetleme yerine olumlarken, bir taraftan örtünme emredilmiş ve bir taraftan da
cinslere irâde eğitimi tavsiye edilmiştir (24/Nûr, 30-31). Ancak, şu tekrar
vurgulanmalı ki; kadın-erkek farklılığını birinin diğerine üstünlüğü olarak
almak, üstünlüğü takvâ çizgisinde değerlendiren İslâm’ı değil; maddeci görüşün güç anlayışını ön plana çıkarmak olacaktır
(H. Koç, F. Candan, a.g.m. s. 26).
İslâm, saâdet
asrında, kadınlara yüzyıllardır gasbedilen haklarını tam olarak vermiştir.
İslâm öncesi kadın aleyhindeki statüyü, yeni düzenlemelerle kadın lehinde
değiştirmiştir. Bu düzenlemelerle İslâm
tarafından kadına temel insan hakları tanınmış, yaratılışının farklı oluşundan
ileri gelen farklı haklar ve sorumluluklar da akılcı ve gerçekçi bir biçimde
düzenlenmiş, böylece erkeklerle kadınlar arasında hak ve görevler itibarıyla
bulunması gereken dengeler âdil bir şekilde ve her iki tarafın yararına olacak
şekilde ortaya konmuştur.
Ancak, ayrıntılar
itibarıyla sözkonusu durum, o döneme ve o dönemde toplumda geçerli olan
geleneklere ve görüşlere göredir. O zaman, o bölgede ve o toplum için biçilen
hak ve sorumluluklar elbisesi, başka zaman ve mekânlarda ve farklı
toplumlardaki kadına bol veya dar gelebilir. Elbisenin kumaşı tarihe karışmış,
modeli terkedilmiş olabilir. Bu takdirde Kur’an ve Hadiste açık ve kesin
biçimde ifâdesini bulan kadınla ilgili temel ve genel esaslar korunarak
kadın-erkek ilişkileri ve aralarındaki haklar ve görevler dengesi gözden
geçirilerek yeniden kurulabilir.
Sadece kadının değil;
erkeğin de hakları ve sorumlulukları (Kur’an ve Sünnet prensipleri
doğrultusunda) yeni baştan ele alınarak çağın gereklerine ve toplumun
ihtiyaçlarına uygun hale getirilebilir. Buna şiddetle ihtiyaç vardır. (Kadının
tarihî süreç içinde ve genelde hâlâ devam eden çok çeşitli zulümlerine keffâret
şeklinde kadının lehine olumlu ayrıcalık yapılarak) erkeğin hak ve görevlerini,
âilenin yapısını dikkate alarak kadınların haklarını geliştirmek ve genişletmek
kaçınılmazdır.
Müslüman kadının
sosyal durumunu belirlemede başvurulan kaynak eserler olan fıkıh kitapları bazı
konularda kadınlara gerçekten mâkul ve faydalı haklar tanımıştır. Bu takdir
edilecek bir husustur. Ancak, bazı yerlerde de kadın haklarını ve özgürlüğünü
(fitne endişesi ve sedd-i zerâi gerekçesi ve ataerkil örf-âdet yaklaşımıyla)
gereğinden fazla kısıtlamış, onu erkeğin bir uydusu haline getirmiştir.
Kadınların, Allah’ın kendilerine bahşettiği yetenek ve nitelikleri sonuna kadar
serbestçe geliştirmeleri erkekler kadar onların da haklarıdır. Onların bu
haklarına saygı göstermek, bunların gerçekleşeceği sosyal ortamı hazırlamak, bu
konuda kadınlara destek olmak, erkeklerin görevleridir. Sosyal imkân ve
fırsatlardan yararlanmayı sağlayan ortamın hazırlanması, erkekler kadar hatta
onlardan daha çok kadınların görevidir. Kadınlar buna tâlip olmalı, bu uğurda
mâkul bir mücâdeleyi/çabayı bile göze almalıdırlar.
Kadının haklarını ve
sosyal hayattaki hareket alanını kısıtlayan fıkıh kitaplarından çok;
gelenekler, töreler ve Doğu zihniyetidir. İslâm’la ilgisi bulunmayan, çoğu
zaman İslâm’a zıt düşen sözkonusu gelenekler, töreler ve zihniyet dinî bir
renge, İslâmî bir kıyafete sokularak sunulduğundan; bunlara karşı olan, İslâm’a
da karşı çıkmış gibi gösterilebilmektedir. Sözünü ettiğimiz Doğu zihniyeti ve
onu yansıtan kadın aleyhinde oluşmuş gelenekler ve görenekler baskıcıdır,
kadına karşı şüphecidir, ona güvenilmemesini ister. Kadını kayıtsız şartsız
erkeğin egemenliğine sokar. Onun bir gölgesi ve uydusu haline getirir. Kadının
da, toplumun da doğasına aykırı olduğu gibi, İslâm’ın da reddettiği ve zulüm
saydığı bu anlayışı ve ona bağlı uygulamaları kaldırmak veya etkisiz hale
getirmek kadın-erkek her mü’minin görevidir.
Hak ve sorumluluklarını
bilen, kişilikli, aydın ve bilgili müslüman bir kadın, İslâm toplumunun
güvencesidir. Bu nitelikteki kadınların bulunduğu bir toplumun erkekleri de
daha kişilikli olur. Yüce Allah: “Sizi
eşler olarak yarattı” (35/Fâtır, 11) diyor. Kadınlı-erkekli yaratılmış
olmayı büyük bir lütuf ve nimet olarak gösteriyor. Eşlerin ayrı cinsten
olmalarını kalp huzurunun, ruh sükûnunun sebebi olarak zikrediyor (30/Rûm, 21).
O halde eş sahibi olmak en büyük nimet, eşi mutlu etmek en büyük görevdir.
Babasız, kardeşsiz, oğulsuz, kocasız, amcasız, dayısız ve dedesiz bir hayat bir
kadın için anlamsız ve çekilmez olduğu gibi; annesiz, bacısız, kızsız, karısız,
halasız, teyzesiz ve ninesiz bir hayat da bir erkek için anlamsız ve
çekilmezdir.
Mutlak kemâl, Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. Kadın da, erkek de
noksan ve kusurlu tarafları olan varlıklardır. Kadında bulunan bazı özellikler
ve nitelikler erkeklerde, erkeklerde bulunan bazı hususlar da kadınlarda yoktur
veya zayıf olarak vardır. Bu durumda, evlilik bağı ile bir araya gelen bir
kadınla erkek birbirinin eksiğini tamamlayarak daha mutlu, daha huzurlu, daha
güvenli bir hayat yaşama imkânına sahip olur. “...Kadınlar sizin
için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz...” (2/Bakara, 187). Kadın-erkek
birbirinde kusur arayacağı yerde, varolması tabiî olan bu
kusurları/eksiklikleri tamamlamanın yolunu ve çarelerini ararlarsa daha mutlu
olurlar.
“Bunlar
Allah’ın koyduğu sınırlardır, onları aşmayın.” (2/Bakara, 229) “Allah’ın koyduğu hudûdu aşanlar zâlimlerdir.”
(2/Bakara, 229) buyuruluyor. Allah’ın koyduğu sınırlar vardır, erkeğe
erkeklik tabiatının koyduğu sınırlar vardır, kadına ise kadınlık tabiatının
koyduğu sınırlar vardır. Bu sınırlarda durmak, sınırları zorlamamak, sınırları
aşmamak mutluluğun temel şartlarından biridir. Kadın kadın olduğu için, erkek
de erkek olduğu için memnun, bahtiyar ve mutlu olmalı ve şükretmeli, biri
öbürüne özenmemeli, onun gibi yaratılmadığı için kendisini talihsiz veya
talihli saymamalı, Allah’ın kendisi için seçtiği cinsiyeti şükür ve iftiharla
kabullenmeli, bu konudaki İlâhî takdîre râzı olmalıdır.
Bir kadının bir erkeği sırf erkek olduğu için ayıplaması ne
kadar saçma ve sakat ise, bir erkeğin de sırf kadın olduğu için bir kadını
ayıplaması o kadar saçma ve gülünçtür. Aslında bir kadını kadın olduğu için
ayıplamak onu kadın olarak yaratan Allah Teâlâ’yı ayıplamak anlamına gelir ve
bunu ancak aklen ve fikren nâkıs, mantıken zayıf kimseler (din ve akıl yönünden
eksik) kimseler yapar.
Kadınlar hür ve
serbest olmalıdır, diyoruz. Ancak, Allah Teâlâ’nın, Rasûlullah’ın ve kadınlık
fıtratının koyduğu sınır zorlanmamalı, bu sınır aşılmamalıdır. Bir insanın
haddini bilmesi, durması gereken noktada durması özgürlükten beklenen
faydaların hâsıl olmasını sağlar. Özgürlük; başıboşluk, keyfîlik, sorumsuzluk
değildir. Özgür olmak isteyen İlâhî ve tabiî kurallar çerçevesinde nefsine
hâkim olmalı, kendini disipline etmelidir. Haklar ve özgürlükler konusunda
anlamı ve içeriği olmayan bir eşitlikten söz edip kadını erkekle yarıştıranlar
ona en büyük haksızlığı yapmaktadır. Kadın-erkek birbiriyle yarışsın,
birbiriyle rekabete girsin diye değil; birbirini tamamlasın, birbirine destek
olsun diye farklı iki cins olarak yaratılmışlardır (Beşerî ve İslâm dışı bir
anlayış olduğu kadar, adâlete ters yanlış bir eşitlik savunusu olan feminizmin
yanlışlığının temeli de bu fıtrî farklılık ve tamamlayıcılığı inkâr
etmesidir.). Kadın ve erkek tabiatını ve fıtratı bilmeyenler, onların
gereklerini dikkate almayanlar er geç bu tabiatın hışmına uğrarlar (Süleyman
Uludağ, Sûfî Gözüyle Kadın, (Önsöz) s. 9-11).
Kadın hakları
konusunda aşırı davrananlar da olmuştur. Bu ifratçılar, Allah’ın koyduğu kanuna
ve kadının durumuyla ilgili İlâhî yasalara karşı çıkmışlar, kadını her konuda
erkekle yarıştırmışlardır. Tefritçiler kadını Doğunun çürümüş taklitçiliğine
terkederken, ifratçılar da Batı taklitçiliğine mahkûm etmişlerdir. Bu
ifratçıların amacı, erkekle kadını her konuda eşit kılmaktır. Onlara göre her
konu ve konumda kadın erkekle eşittir. Ama şunu unutuyorlar: Allah’ın fıtrat
kanunu, bu iki cinse bazı hususlarda farklı özellikler vererek onları
birbirinden ayrı ve birbirini tamamlayıcı kılmıştır. Yüce Allah’ın hikmeti
gereği, fizikî yapıları farklıdır. Her birinin yeteneğine ve tabiatına uygun
bir görevi vardır. Bütün özellikleri, güzellik, fazîlet ve zorluklarıyla
birlikte annelik görevi kadına aittir. Bu nedenle kadın, genel olarak erkekten
daha fazla evde kalır.
Fıtrattaki bu
ayrılık, kadının eğitimini ve çalışmalarını ihmal etmemizi gerektirmez. Kadın
hakları konusunda ifrâta giden modernist yaklaşımdaki bazıları, Yüce Allah’ın,
adâleti sağlamak gibi bazı zor şartlarla birlikte erkeklere bir’den fazla
kadınla evlenme müsâadesi vermişken, onlar bunu uygun ve câiz göremiyorlar.
Kur’an’ın genelde kadınla erkek arasındaki miras paylarındaki âdil taksimine
rızâ göstermiyorlar; kızlara da erkek gibi eşit miras takdir ediyorlar. Yine
onlar Allah’ın kanununda haram sayılan şeyleri helâl göstermek için Kur’an ve
Sünneti bilmiyorlar veya bilmezlikten geliyorlar. Neticede mevcut bâtıl düzeni
temize çıkarmaya yelteniyorlar, yahut da yöneticilerin helâli haram, haramı
helâl kılma gibi sapkınlıklarını görmezlikten geliyorlar. (Zinâyı hoş gören
kanuna karşı susarlarken, şeriatta mevcut olan bazı esasları inkâr ediyorlar
veya olmadık te’villerle kâfirlerin hoşlanacakları bir din oluşturmaya
çalışıyorlar. Meselâ, bayanların başını açmasının haram olmadığını, hele
üniversitelerde okumak için rahatlıkla baş açmak gibi teferruat sayılacak
konularda mevcut düzenin kurallarına uyulması gerektiğini iddiâ ediyorlar.)
Yine, “Allah, peruk takana ve taktıran
kadına lânet etsin!” (Buhârî, Libâs 86, Tıbb 36; Müslim, Libâs 119, hadis
no: 2124; Nesâî, Ziynet 25) hadis-i şerifi varken; kadınların peruk takmasına
fetvâ veriyorlar. Ayrıca, bu modernistlere göre "kadının ev dışında
(pardösü vb. şekilde) dış elbise giyme zorunluluğu yoktur; kol, boyun ve başı
açıkta bırakan ve çok uzun olmayan elbiseler giymek câizdir!" Onların bu
tutumları, namaz ve benzeri ibâdetleri inkâr etmekten farksızdır.
Bu düşünceye sahip
olanların câhilliğini veya hâinliğini ispat eden en önemli belge, Hz.
Peygamber’in “elbise giydiği halde çıplak
gibi görünen kadınları, Cehennem ehlinden” saymış olmasıdır (Müslim,
Libâs 125, hadis no: 2128). Hz. Peygamber, bunların Cennete giremeyeceği gibi,
Cennetin kokusunu dahi alamayacağını belirtmiştir. Bunlar şeriatın koyduğu
ölçülere uymayan, yani şeffaf ve uzuvları gösteren elbiseler giyen ya da
vücudunda örtmesi gereken yerleri örtmeyen kadınlardır. Kadınların bu şekilde
giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz. Peygamber, onları Cehennem ehlinden
saymaz, Cennetin kokusunu dahi alamayacaklarını söylemezdi. Farzedelim ki,
sözkonusu şekilde giyinmek, küçük günahlardandır. Bu durumda küçük günahlarda
ısrar etmenin, günahı büyüteceğini bilmiyorlar mı? Âlimler bunu şöyle ifâde
etmişlerdir: “Sürekli yapılan hiçbir günah, küçük; tevbe edilen hiçbir günah da
büyük değildir.”
(Müslümanlara karşı
acımasız ve hor görülü, kâfirlere karşı ise zelil ve hoş görülü bu televizyon şeyhülislâmlarına
göre kamusal alanlarda, üniversite ve diğer eğitim kurumlarında başörtüsü
yasağı zulmü diye bir problem yoktur. Düzen ve tâğutların “irticâ” adıyla
İslâm’ın sosyal hayata yansıyan her görüntü ve düzenlemesine düşmanlığına karşı
bunlar kör ve dilsiz kesilmişlerdir.) İfratçı modernistler, geleneksel örfe ve
Doğu hayranlığına karşı çıkarlarken, Batı hayranı olmuşlardır. Her iki zümre de
aynıdır. Yüce Allah, ne Doğuya ne Batıya uymamızı; ne eskinin, ne de yeninin
peşinden gitmemizi istiyor. En doğrusu Hz. Peygamber’in yoluna, hak dine tâbi
olmaktır. Bu nedenle ifrat ve tefritten uzak, azgınlığın ve bozgunculuğun
bulunmadığı, İslâm’ın gösterdiği sırât-ı müstakîmde, orta yolda yürümek
gerekir. “Tartıyı adâletle yapın,
terâzide eksiklik yapmayın.” (55/Rahmân, 9)
Toplumumuzda kadının
konumu, erkekle uyumu, -istisnâlar dışında- insanî alanların hemen tümünde eşit
hak ve yetkileri, adâletle ele
alınmamış, kadın ya çok yüceltilerek(!) Batı ve bâtıl oyunlara âlet edilmiş
veya Allah’ın verdiği, erkeğinkiyle benzer hakları elinden alınmıştır. Yani ya
ifratla veya tefritle bakılıp değerlendirilmiştir. Kadınlara alaylı ve de
yüksekten bakanlara göre de kadın, erkekle insanî konularda eşit olmak bir
yana, şeytanın tuzağı, İblis’in oltasıdır. Aklı ve dini noksan bir yaratıktır.
Bu geleneksel yaklaşıma göre de kadınların ehliyeti noksandır. Erkeğin câriyesi
konumundadır. Erkek dilerse onunla evlenir; ona bir miktar mal vererek her
şeyine sahip olabilir. Dilediğinde keyfî olarak boşar. Boşanma sonucunda kadın ne
mal, ne de tazmînat alabilir. Derler ki: “kadınlar ayakkabılara benzer. Erkek
dilediğinde bu ayakkabıları giyer, dilediğinde çıkarır.” Kadının çapkınlığı
fâhişelik kabul edilirken, erkeğin çapkınlığı suç bile sayılmaz, hatta
açıkgözlülük olur.
Kadın, evlendiği
erkeği sevemese, sabretmekten ve kendisine zehir olan hayata katlanmaktan başka
çaresi yoktur. Kurtuluşu, erkeğin boşamasına veya elinde avucunda ne varsa ona
vererek boşanmaya râzı olmasına kalmıştır. Aksi halde ona kul olmaktan başka hiçbir
çıkar yol yoktur. Kimileri câhiliyye anlayışlarına dönerek kız çocuklarına
mirastan hiç pay vermezler. Terekesini alış-veriş yoluyla erkek çocuklarına
aktarırlar ve böylece kadınlara mirastan pay kalmamış olur (veya hiçbir gerekçe
göstermeden sadece erkek kardeşler kendi aralarında miras taksimi yaparlar.
Bazıları, kız çocuklarını evlâttan bile saymazlar. “Kaç çocuğun var?” sorusunun
cevabı olarak, erkek çocuklarının sayısını söyler. Ayrıca sorarsanız, utana
sıkıla “sözüm meclisten dışarı, şu kadar da kızım var!” diye cevap verir.)
Müslümanların çoğu,
günümüzde hanımlarını evlerine hapsetmiş, ilim öğrenmelerine müsâade etmeyerek
topluma faydalı olan hiçbir aktif faâliyete sokmamışlardır. Kimileri sâliha bir
kadının evinden ancak iki defa çıkabileceğini belirtmiştir: Babasının evinden
kocasının evine, kocasının evinden de kabre... (Tabii, bu tefrît, ifrâtı
doğurmuş, böyle kimselerin kızları evlerine zor girer hale gelmiş veya
evlerinde bile Allah’a isyan etmenin bin bir yolunu icat etmişlerdir.)
Müslüman kadın, çoğu
kez hayat ortağı olarak eşini seçme hakkından bile mahrumdur. Velîsinin
dilediği eşi kabul etme veya reddetme hakkı bile yoktur. Kimi babalar,
kızlarının rızâsını almadan ve hatta istişâre bile etmeden, görüşünü bile
sormaya lüzum görmeden evlendirme hakkını kendilerinde görürler (Yusuf el-Kardavî, naklen; Tahrîru'l-Mer'e,
Kadın ve Âile Ansiklopedisi, c. 1, s. 17-19, 13).
"Kadınlar, erkekleri tamamlayan diğer
yarılarıdır."
(Câmiu's-Sağîr, hadis no: 2329). Kadın ve erkeğin bir elmanın iki yarısı gibi
kabul edilmesi, kadın-erkek arasındaki adâlet, toplumun büyük kesimi
tarafından, bırakın uygulamayı; teoride bile kabul edilmez: "Kadınların
saçı uzun, aklı kısadır", "Kadın yüzünden gülen, ömründe bir kere
güler", "Kadını sırdaş eden tellâl aramaz", "Kadının
sofusu, şeytanın maskarasıdır", "Kadının yüklediği yük şuraya
varmaz" "Karıdan korkmayan yanılır", "Kızı olan tez
kocar", "Kız yedi yaşından sonra ya erde, ya yerde", "Kızı
kendi arzusuna bırakırsan ya davulcuya varır, ya zurnacıya." Bunlar, kadın
aleyhtarı onlarca atasözünden/atesözünden birkaçı. Kur’an ve Sünnetteki kadının
üstün konumunu bırakıp çevrede yaygın söz ve örflerin etkisinde kalmak, adâleti
bırakıp zulmü tercih etmek demek olduğundan cenneti ve dünya huzurunu
önemsememek demektir.
Her konuda Allah’a
teslim olan ve güzelliklere sahip çıkıp güzelleşenlere selâm olsun!