Eğitim Ve Ahlâk  (Hayatın Öğrenilmesi) 1

Kur’an’da Eğitimle ilgili Temel Kavramlar  1

Rab. 1

Fıtrat 4

İlim ve Ta'lim (Bilgi ve Öğretme) 9

İlmi ve hikmeti Allah, her isteyene değil; dilediğine verir: 13

 

            

Eğitim Ve Ahlâk  (Hayatın Öğrenilmesi)

 

KUR’AN’DA EĞİTİMLE İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR

 

                                                                          

Rab

 

Rab kelimesi, terbiye eden, yetiştiren, eğiten demektir. Rab kelimesinin bu anlamından dolayı, lügat anlamıyla anne-babaya da rablık isnad edilir (bkz. 17/İsrâ, 24). Çocuklarını eğitip terbiye eden anlamındaki bu rablık, tabii ki sınırlı ve mecazî anlamda rablıktır. Elbette, kelimenin tüm anlamlarıyla  ve hakiki olarak Allah’tan başka rab yoktur. Kâmil anlamda eğitmek ve yetiştirmek de mutlak ve hakiki Rab olan Allah'a aittir. O, sadece yarattıklarından bir cins olan insanı değil; tüm evrenleri terbiye eden, olgunlaştıran, yönetendir; âlemlerin rabbidır. Terbiye, her varlığın kendi sınırları içinde tekâmül etmesi demektir. Devamlı yaratma halinde olan, yaratıp da bırakıvermeyen, onları kemale erdiren de Rab olan Allah’tır. Her varlık, bizzat Allah tarafından terbiye edilmektedir. Bu terbiye, "eğitim" kelimesini hemen tümüyle karşılar. O yüzden öğretim ve eğitim kavramlarının karşılığı olarak Türkçe'de yakın zamana kadar "ta'lim ve terbiye" terimi kullanılırdı; eski yoğunlukta olmamakla birlikte hâlâ kullanıldığı görülmektedir. İşte, eğitim karşılığı kullanılan terbiye kelimesi, rab kelimesinin türevidir.

  

Nâzil olan ilk âyette Rab ismi kullanılır: “Oku, yaratan Rabbinın adıyla.” (96/Alak, 1). Kur’an’ın tertibinde (Mushaf’da) ilk âyette vurgulanır: Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a aittir.” (1/Fâtiha, 1)

 

İlk insanın yaratılması ve halifeliği konusunda, bu isim kullanılır: “Hatırla ki: Rabbin meleklere, ‘Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar, ‘biz hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim’ dedi.” (2/Bakara, 30)

 

Kaalû belâ veya elest bezmi diye ifâde edilen misak almada, Allah’ın yine bu ismi zikredilir: “Kıyamet gününde, ‘biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbinız değil miyim?’ (Onlar da), ‘Evet, (Rabbimiz olduğuna) şahit olduk’ dediler.” (7/A’râf, 172)

 

Rab isminin geçtiği yukarıdaki konuların eğitimle çok yakından ilgileri vardır. Bunların dışında yine eğitimle direkt ilgili olan başka âyetlerde de Rab ismi vurgulanır: “Oku, insana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazmayı ta’lim eden Rabbin ekremdir (en cömerttir).” (96/Alak, 3-5) “Gerçek yönetici olan Allah, yücedir. Sana O’nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur’an’ı (okumakta) acele etme ve ‘Rabbim, benim ilmimi artır’ de.” (20/Tâhâ, 114)Rabbim, bana hikmet ver ve beni sâlihler (iyiler) zümresine kat.” (26/Şuarâ, 83)      

 

 

Başkasını eğitmeye, yanlış olma ihtimali olan kendi göreceli doğrularımızı, beşerî prensiplerimizi başkalarına öğretip uygulatmaya hakkımız var mı? İnsanları eğitme, terbiye etme konusunda yetki kimindir? Bu soruları rab kavramı etrafında düşündüğümüzde, şunları ifâde edebiliriz: Herşeyi yaratıp onlara sahip olan, yarattıklarını terbiye edip eğiten, olgunlaştıran sadece Allah'tır. Yardım etmek, yol göstermek, yön vermek, değiştirmek, tasarruf etmek, korumak, hâkim ve egemen olmak, sakındırmak, yasaklamak ve emretmek gibi eğitimle ilgili tüm alanlarda yetki ve gücü tümüyle elinde bulunduran yalnız Allah'tır. Allah'tan başkasının kendi adına, beşerî prensiplerle bu özellikleri istediği gibi kullanması rablık taslamak ve eğittiğini zannettiklerine az veya çok zulmetmektir. Allah'tan başka rab kabul etmemenin pratikteki uygulanışı ve başkasının kulluğunu kabul etmemenin zarûri gereklerinden biri de, eğitim prensipleri konusunda Allah'ın koyduğu hükümlere ters düşülmemesidir. Başkasının eğitimle ilgili ilkelerini Allah'ın hükümlerine tercih etme, o kimse veya görüşü rab kabul etme anlamına gelecektir. 

 

Rab, mutlak manada kullanılınca, mutlak eğitenin Allah olduğu ortaya çıkar. Allah'tan başka rabbin olmadığına inanan muvahhid mü'minin, Rabb'ın eğiten, yetiştiren anlamından dolayı Allah'tan başka gerçek anlamda eğitimci -mutlak eğitici- kabul etmemesi gerekir. Eğer vahiyle açıklanan Allah'ın eğitim ve terbiye prensipleri doğrultusunda eğitim söz konusu ise, tabii ki bu eğitim faaliyetinin, başkasını rab kabul etme anlayışına girmeyeceği açıktır. İnsanı insanla eğitmek zorundayız, ama insanı yine insanın fikirleri doğrultusunda eğitmek, hem zor, hem tehlikeli, hem de gayr-ı meşrûdur. Vahyin yön vermediği insan aklı, mükemmel bir eğitim görüş ve uygulayışı oluşturmakta yetersizdir. Bu, birbirlerinin eksik yönlerini görüp düzeltmeye çalışan tarihteki yüzlerce eğitim görüşünün her birinin teori ve pratikteki eksik ve yanlışlarından da kolayca anlaşılabilecektir. Beşerin vahiyden uzak tüm uygulamalarındaki çıkmazların eğitime yansıması olarak günümüzde de hâlâ yaz boz tahtasından farksız eğitim teori ve uygulamaları ve çağdaş eğitimin problemlerini objektif gözle değerlendirebilen tüm eğitimcilerin yakınmaları bu tezi doğrulamaktadır.

 

Felsefî yaklaşımların, üzerinde ittifak ettikleri bir eğitim görüşü yoktur. Nice ideolojilerin eğitim görüşlerinin olmadığı veya olmasının olmamasından daha kötü olduğu gibi. Bazı eğitim görüşleri merkeze çocuğu, bazısı merkeze öğretmeni, bazısı geçmişi, bazısı faydayı... almıştır. Tüm bu anlayışların, kurulu düzenden ve materyalist hayat anlayışından da bağımsız olmadığı ve tümünde, kişinin kendi hevâ ve heveslerini veya bir şahıs veya görüşü rableştirdiği gerçeği temel problemdir. Günümüzde eğitimin hemen her yerde, vahyin kabul ve redleri doğrultusunda ve Rabbimiz'e gerçek kullar yetiştirme modeliyle tanzim edilmediğini görmekteyiz. Ders araç ve gereçleri vahyin süzgeciyle oluşturulmamakta, öğretilenlerin önemli bir yekünü dinin öğretilmesini istediği faydalı bilgi, yani ilim değeri taşımamakta, tevhid ve Rabb'in terbiyesi öncelikler içerisinde bulunmamaktadır. Yani eğitim konusunda başka rabler devreye girmektedir.

 

Bu rab taslakları, tuğyanlarını arttırarak, câhiliyye müşrikleri kadar bile Allah'ı işlerine karıştırmak istememekteler. Gerçek Eğitici'nin prensiplerinden hemen hiç birinin kendi rablerine ortak olmasına bile izin vermemekteler. Okullardaki başörtüsü yasağını, çağdaş âyin durumundaki tören ve kutlamaları, sözgelimi sakallı bir öğretmene, "selam"la sınıfa girmeye, besmeleyle başlanan derse bile tahammül edememeleri, bu çarpık rab anlayışının yansımaları olarak değerlendirilmelidir. İlke ve prensiplerine uyulması istenen ve eğitimde de büyük rab kabul edilenlerin simgelerinin, çağdaş tapınak olarak gördükleri okul ve sınıflardaki mihraplara yerleştirilirken; mescitlere lütfen de olsa izin verilmemesi bu konuda ilk göze batan örneklerdendir.

 

Tek rabbim Allah'tır deyip insanların da içinde bulunduğu tüm evreni terbiye edenin ve eğitme hakkına sahip olanın Allah olduğunu kabul eden müslüman, bu inancının sonucu olarak Rabbânî ilke  ve prensiplere uymak zorundadır. Kendini ve ehlini ateşten korumak zorunda olan (66/Tahrîm, 6) insanın temel görevi, Allah'ı tek rab kabul edip O'na kulluk yapmak, çoluk çocuğunu da Rabb'ın terbiyesi ile yetiştirmektir. Âdemoğlu, yeryüzünün halifesi olduğu veya olması gerektiğinden Allah için yaşamak ve O'nun prensiplerine tümüyle uymak zorundadır.

                           

Tevhid, Allah'ı tek rab ve tek ilâh kabul etmek demek olduğuna göre, eğitim konusunda da İlâhî prensiplere ters ilke, anlayış ve uygulamaların tevhid-i tedrisat kapsamına girse de tevhidî tedrisata, meşrû (şeriata uygun) eğitim kapsamına girmediği kabul edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, hakka; hangi oranda olursa olsun bâtılın karıştırılması, o sentezi hak olmaktan çıkarır. Tevhidin en küçük bir küfür ve şirkle beraber bulunması mümkün değildir. Hak görüntüsüne bürünmeyen, içinde cüz'î doğrular barındırmayan bâtılın zararı daha sınırlı ve izâle edilmesi daha kolaydır.  

 

Allah'ın tek rab olduğu inancına ve bu kabulün gerektirdiği eğitim anlayışına  sahip olmayan kimsenin, öncelikle kendisinin eğitilmesi gerektiğinden, başkalarını eğitme hakkı yoktur. Gerçek Rabbinı tanımayanın kendini tanıması da mümkün değildir. İnsanı doğru tanımayan, yaratılışı, fıtratı keşfedemeyen kimselerin eğitim görüşlerinin de eksik ve yanlışlarla dolu olacağı doğaldır. Ancak doğru Rab anlayışı; insanı, kendi fıtratı ve kendi psikolojik yapısına göre eğitmeyi sağlayabilir. Kişinin haddini ve Rabbini bilmemesi, eksik ve yanlış tanımladığı insanı, fıtratına ters ve dolayısıyla sağlıksız, başarısız, adaletsiz, huzursuz bir potada  eğitmek/öğütmek demektir. "Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vermek istediğini de biz biliriz. Ona şah damarından daha yakınız." (50/Kaaf, 16) Buradan "fıtrat" kavramına geçmek uygun olacaktır.

 

 

Fıtrat

 

Fıtrat kelimesi, sözlükte yarmak, yaratmak anlamındaki "fatr" kökünden isim olup yaratılış, yapı, karakter, mizaç, belli yetenek ve yatkınlığa sahip oluş,  peygamberlerin sünneti, kalb-i selîm, âdetullah  anlamlarında kullanılır.  Fıtrat, ilk yaratılış ânında varlık türlerinin temel yapısını, karakterini ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş olan ilk durumlarını belirtir. Fıtrat, ilk yaratılışı kavramlaştırdığı gibi, sürüp giden her yaratılışı da anlamında toplar. Evrenin Allah'ın fıtratı üzere işleyişine sünnetullah, âdetullah, fıtratullah denir.

 

Fıtrat kelimesinin Kur'an terminolojisinde hangi anlamda kullanıldığı konusunda şu âyet önemlidir: "Sen, yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir. Zira Allah'ın yaratmasında değişiklik olmaz. İşte dosdoğru din budur. İnsanların çoğu bilmez." (30/Rûm, 30) Yine, fıtrat konusunda şu çok meşhur hadisin de önemi büyüktür: "Dünyaya gelen her insan, fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hristiyan, mecusi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar." (Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/233, 435)

 

Bu âyet ve hadisin izahı ile ilgili olarak fıtrat tanımında farklı yaklaşımlar söz konusudur. Başta selef uleması olmak üzere âlimlerin ekserisi fıtrat kelimesinin "İslâm" anlamına geldiğini ileri sürmüşlerdir. Fıtrat hadisi, insanların tabiî, aslî ve fıtrî dinlerinin İslâmiyet olduğunu, daha sonra çevre tesirleriyle farklı dinlere yönelmenin asıl ve fıtrattan sapma, hastalık ve ârızâ kabul edildiğini gösterir. Bu görüşe göre gayri müslimlerin çocukları da müslüman sayılır; dünya ve âhirette müslüman muamelesi görür. Bazı âlimler, fıtratı selamet ve istikamet şeklinde tanımlar.

 

 

Fıtratın mâhiyeti konusunda şu âyetlerin anlamları da büyük önem taşır: "Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlık ve özelliğini) veren, sonra da onu doğru yolu gösterendir."  (20/Tâhâ, 50) "Dilediğini yaratır ve onlar için hayırlı olanı seçer." (28/Kasas, 68)  "De ki: Herkes kendi şâkilesine (yaratılış, mizaç ve meşrebine) göre davranır. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu bilir." (17/İsrâ, 84) "Onlar, nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah bir toplumun durumunu değiştirmez." (13/Ra'd, 11). Kur'an-ı Kerim'deki bu âyetler birbirini tefsir ederek fıtratın anlamını açıklar. Yine, fıtrat konusunda 16/Nahl, 78; 35/Fâtır, 43; 17/İsrâ, 77; 33/Ahzâb, 62; 40/Mü'min, 85, 48/Feth, 23; 91/Şems, 7-14; 90/Beled, 10; 76/İnsan, 3; 87/A'lâ, 14; 80/Abese, 7; 51/Zâriyat, 21; 29/Ankebût, 20; 23/Mü'minûn, 14 âyetlerine de bakılabilir.

 

Peygamberimiz'in şu hadisleri de fıtratın anlamını genişletmektedir: "Kötülük yapmak seni üzüyorsa, artık sen mü'minsin." (Ahmed bin Hanbel, Müsned V/251-252) "Beş şey, fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıkları traş etmek, bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, koltuk altındaki tüyleri yolmak." (Buhârî, Libas 51, 63, 64; Müslim, Tahâret 49; Tirmizi, Edeb 14) "Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun." (Abdürrezzak, Musannef IV/334)   "İçini tırmalayan, kalbinde çarpıntılar oluşturan, gönlünü bulandıran şeyi terket."  (İbn Hibban, Hakîm) "Hayır, gönlün (vicdanın) kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, yüreğin oturduğu şeydir. Şer de gönlün (vicdanın) kendisine ısınamadığı, kalbin mutmain olmadığı, içinde tereddüt ve ıztıraplar meydana getiren şeydir; her ne kadar müftîler hilâfına fetva verseler de." (Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/194) "Müftîler sana fetva verseler de bir de kalbine (vicdanına) danış." (Dârimî, Büyû 2) "Ameller niyete göredir." (Buhârî, Itk 6) "Seni işkillendiren (vicdanını rahatsız eden) şeyi bırak, işkillendirmeyene geç." (Ahmed, Nesâî, Taberânî) "Kötülük, insanın içine sıkıntı verir." (Müslim, Birr 14) "Rabbim buyuruyor ki: Ben bütün insanları hanîflik (sâlim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onları dinden saptırdılar. Benim helal ettiklerimi onlara haram ettiler; insanlara bana ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim." (Müslim, Cennet 63; Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/162)

 

 

Fıtrat üzerinde yer yer farklı yorumlar olmakla birlikte en ma'kul olanı ve giderek en çok ilgi göreni, fıtratın, ilk yaratılış sırasında Allah'ın insan tabiatına bahşettiği yaratanını tanıma eğilimi, ruh temizliği vb. olumlu yetenek ve yatkınlıkları ifâde ettiği şeklindeki anlayıştır. Bu anlayışa göre, yeni doğanlarla ilgili fıtrat kavramı, onların yaratılış, tabiat ve mizaç bakımından genellikle  temiz  ve  sağlıklı  olduğuna işaret eder. Buna göre fıtrat; hakkı benimseme yatkınlığı şeklinde anlaşılmalıdır. Fıtrat, Allah'ın, mahlukatını, kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır. Fıtrat, ruh temizliği, Hakkı benimseme yatkınlığı, olumlu yetenek ve meyiller olarak da tanımlanır. Fıtratın insanı sırat-ı müstakime çekişi, mıknatısın demiri çekişine benzer. Mıknatıs özelliği eşyada, doğruya gidiş özelliği de insanın yaratılışında vardır.    

 

Fıtrat hadisindeki “...sonra ebeveyni onu yahûdi, hristiyan... yapar ifâdesi, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman yatkınlığının çocuk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu, dolayısıyla eğitimin önemini göstermektedir.

 

İbn Teymiyye, fıtratı İslâm olarak yorumlayan görüşü benimsemekle birlikte, bazı nüanslarla bu son görüşü de ma'kul bulmaktadır. Buna göre, fıtrat, nötürlük, çocuğun iyilik ve kötülüğe, iman ve inkâra eşit derecede elverişli yaratılması şeklinde anlaşılırsa, bu takdirde onun dünyaya boş bir levha gibi geldiği kabul edilmiş olur. Bu görüş ise, fıtratı öven ve onun devam ettirilmesini emreden âyetle (30/Rûm, 30) ve fıtrat konusundaki hadislerle çatışır. Nitekim, fıtrat hadisinin devamındaki "... sonra ebeveyni onu yahûdi, hristiyan... yapar" cümlesinde "veya müslüman yapar" ifâdesinin yer almaması, fıtratın esas itibariyle "İslâm" yahut en azından "İslâm'a yatkınlık" anlamı taşıdığını gösterir. Ayrıca İbn Teymiyye, insan fıtratındaki çizginin Allah'ın ve Allah'ın dininin tanınması ve ikrar edilmesi yönünde olduğunu, çocuğun bu yönde gelişmesi için yeni şartların hazırlanmasına bile ihtiyaç bulunmadığını söyler. Çocuğun fıtratında bulunan doğru çizgide yetişmesini engelleyecek olumsuz şartların ve âmillerin giderilmesi ve böylece onun fıtrî kabiliyetinin önünün açılması  yeterlidir. Hz. İbrahim'in küçük yaşlarda çevresindeki put ve şirk unsurlarına rağmen fıtratının sesiyle Allah'ı bulması ve tevhide ermesi bu tezi destekler. İslâm dünyasında felsefî roman türünde yazılmış Hay bin Yakzân gibi eserler, insanın fıtratı konusunda temelini Kur'an ve sünnetten alan bu şekildeki iyimser yaklaşımın sonucudur. 

 

İslâm, insanın doğuştan iyi olduğunu kabul eder. "Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık."  (95/Tîn, 4) İnsanın eğitime müsait olması, fıtratı gereğidir. Bozulma, insanda fıtrî değil; ârızîdir: "Sonra onu esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) indirdik." (95/Tîn, 5) Her doğan Allah'ın en güzel yaratması ile doğar. Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir, yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır. Bütün insanlar hanif olarak yaratılmakta, sonra fıtrata müdahale eden şeytan veya onun temsilcileri onları bozmaktadır. Allah, insanın nefsini takva ve fücurla yoğurarak, ama takvaya meyilli olarak yaratmış, şeytanların hilelerine karşı kullarını yine kurtarmak ve eğitmek için vahiyle onları fıtrat dini hakkında bilgilendirmiştir. Yaratılış kanunu, kevnî ve şer'î şekillerde değişmeyen İlâhî bir yasadır.

 

Allah, iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında, rahmetiyle muâmele ederek insanın imtihanı kazanabileği şekilde iyilikten yana tercih yapabilecek bir kabiliyet, bir vicdan vermiştir. Vicdan, fıtratın sesidir. Bozulmamış, fıtratını korumuş insan, iyiden yana tavır aldığı gibi, herhangi bir şekilde Allah'ın âyetlerini de akıl ve kalple kavramaya meyillidir. Ancak insanoğlunun kalbine her an şeytan veya melekler tarafından şer ve hayır telkin edilmektedir. İşte bunu kesin olarak hidâyete çevirmek, sırat-ı müstakimde tutmak, İslâm'ın ve müslümanların görevidir. İslâm, fıtratı korur, geliştirir, nefsi arındırarak insanların kurtuluşunu gerçekleştirir. Allah, yarattıklarını en güzel şekilde yaratır ve terbiye eder. Vahye bilerek karşı çıkan insanı, şeytan ve askerleri -fıtrata aykırı her türlü eğitimci, devlet, aile, düzen- saptırdığı için fıtratı bozulmuş, vicdanı, gönlü hastalanmıştır. Bu aşamada İslâm ancak bir öğüt ve tebliğdir. Dileyen inanır, fıtratına yönelip kurtulur; dileyen fıtratını köreltip batağa sapar. Müslüman eğitimci de, insanları yaratılışlarındaki hayra eğilimli taraflarını ortaya çıkarmak ve onları tevhidî bilince ve yüksek ahlâka ulaştırmakla yükümlüdür. İnsanlığın şirk ve isyan bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanın fıtrî saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması, İlâhî prensip ve İslâmî rehberliğe ulaştırmak için İslâmî eğitim şarttır.

 

 

"Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun." (Abdürrezzak, Musannef IV/334) Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma yeteneği ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona kelime-i tevhid  öğretilmez ve fıtratı doğrultusunda eğitilmezse ailesi -kendi eliyle direkt olarak veya medya, okul gibi çevre şartlarıyla endirekt yolla- yahûdi, hristiyan, ateist, ataist veya müşrik yapar. Bütün insanlar, Allah'a inanmak ve O'na kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Anne babalar, kendileri veya vekilleri olan eğitimciler aracılığıyla çocuklarının fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini ve ehillerini ateşten korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah'a karşı gelmek demektir.

 

İslâm'a göre hayatın anlamı ancak fıtrata uygun yaşamaktır. Hiçbir beşerî, câhilî eğitim anlayışı bunu sağlayamamıştır, sağlayamaz. Çağdaş laik eğitimin vahyin dışa yansımasına en küçük çapta bile hoşgörü ile yaklaşmadığı, nesillerin kurtuluşu için model gösterdiği kurtarıcıların kimliği ve ilkelerinin sorgulanması ile daha netlik kazanabilir.

 

İslâm, insanı, Allah'a yaraşır bir kul olmak için hazırlar. İslâm'ın eğitim anlayışı da bunu hedefler. İnsanı istikamette tutmak, o yolda yürümek için insanı yeterli kılmaktır eğitim. İnsanı, dış çevresinin, Rabbina ve kendi fıtratına yabancı fikir ve davranışların etkisi dışında tutup, fıtratını dışa yansıtma sürecidir. Eğitim, yapaylıkla fıtrîliğin mücâdelesinde fıtratın gâlip gelmesini temin etmektir. Dış hayat, insan için bir mücâdele, bir cihad alanı olduğuna göre; insanı bu savaş için gerekli olan silâhlarla donatmaktır eğitim. Bu silâhlar: İlim, iman ve düşmanla mücâdele tekniğidir. Bu düşman başta şeytan olduğu gibi, onun içimizdeki temsilcisi nefis (daha doğrusu “hevâ”), İslâm dışı düzendeki temsilcisi tâğut olduğu gibi, aynı zamanda câhilî eğitimin tüm uzantılarıdır. Eğitim, bunları kitapta değil; insan ruhunda yazmaktır.

 

İnsan, fıtraten savaşçıdır. Mücâdele hırsı bundan kaynaklanır. İnsanın fikirlerini, inançlarını savunmasının nedeni bu özelliğidir. Cihadın temelinde bu fıtrî özellik vardır. Fakat, insan bu yeteneğini bazan ifsad/bozmak için kullanır (Bkz. 2/Bakara, 30). Melekler tarafından insanın kan dökme ve fesad özelliğinin bulunduğu ifâdesinin yanlış olduğunu Allah belirtmiyor. Fakat, insanın bu olumsuz özelliklerinin eğitilmesi için ona ilim veriyor. Buradan ilim ve ta'lim kavramlarına geçebiliriz.  

 

 

İlim ve Ta'lim (Bilgi ve Öğretme)        

  

"Hatırla ki, Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi. Onlar: 'Biz hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?'  dediler. Allah da onlara: 'Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim' dedi. Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip: 'Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin' dedi. Melekler: ' Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim ilmimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin' dediler." (2/Bakara, 30-32)

 

İnsan öyle bir varlıktır ki, melekler bile insanın tüm sırlarını çözemez, insanın sadece bazı belirli yönlerini tanıyabilirler. Sadece yaratıcısı, ondaki sırlardan tümüyle haberdardır. "Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır." (67/Mülk, 14). Melekler insanla ilgili sayfanın sadece bir tarafını görüp okumuşlardı. Diğer yönlerinden haberleri yoktu. Bildikleri yanlış değil; doğruydu. Doğruydu ama eksikti. Allah, onların göremediğini görüyor; "sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim" diyordu. Allah'la melekler arasındaki konuşmada, insanın psikolojik yapısında iki mânevî çekirdeğin tesbitini görüyoruz: Bunlardan ilki, halifelik; Allah'ın eğitmesi sâyesinde meleklere bile üstünlük. Diğeri ise ifsat ve  kan dökme eğilimi; Rabbin talimatları doğrultusunda  eğitilmezse bozgunculuğa meyletmesi.

 

İlk eğitim metodu, öğretme tarzında başlamıştır. İlk ve gerçek anlamıyla tek öğretici Allah'tır. O'nun öğrettiklerinin dışında kimsenin bilgisi yoktur. Hz. Âdem'e Allah tarafından eşya ile ilgili bilgiler verilir. Âdemoğluna da ilim için potansiyel fıtrat, hilafet ve güzel yaratılış vermiş, dolayısıyla tüm insanlığın eğitimini Allah üstlenmiştir. Onlara ilim ve terbiye ile sürekli rablık yapmış, insanlardan da rab olarak sadece kendisini kabul etmelerini istemiştir. Tüm âlemlerin olduğu gibi, tabii ki insanların da terbiyesini, eğitimini üzerine almış, Rab'lığını kesintisiz sürdürmüştür. İnsanları İslâm fıtratı üzere yarattığı, ilim elde etme araçları olan duyu organları ve akledecek kalp verdiği gibi; gerçek ve örnek öğretmenleri, esas öğrenilmesi gereken vahyi öğretmek için göndermiştir: "Kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve hikmeti ta'lim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Rasül gönderdik." (2/Bakara, 151)

 

Eğitimi, peygamber düzeyinde ele aldığımızda tebliğ kavramı karşımıza çıkar. Böylece öğretim de eğitimin içine girmektedir. Tebliğ, hem eğitimi ve hem de öğretimi içine alır.

 

Rasûlullah, bir gün mescidde iki halka görür: Birindekiler zikir ve ibâdetle meşguller; ötekiler ilmî meseleler müzakere ediyorlar. İbadet halkası için: "Bunlar, Kur'an okuyorlar ve Allah'a duada bulunuyorlar, Allah'ın rızâsını talep ediyorlar. Dua ve arzularını Allah dilerse kabul eder ve verir, dilerse vermez. Öbür halkadakilere gelince, onlar fıkıh ve ilim öğreniyorlar ve bilmeyenlere de öğretiyorlar. Bunlar daha üstündür. Ben de zaten bir muallim olarak gönderildim." (Kütüb-i Sitte, İ. Canan, I/428)                                      

 

Ta'lim mesleğinin en üstün görev olduğunu ve bir nevi peygamberlik mesleği olduğu şu hadisle de te'yid edilir: "Alimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak para pul bırakmazlar; ilim bırakırlar." (Kütüb-i Sitte, İ. Canan, I/428)

 

 

Eğitime başlama yaşı konusunda farklı tavırlar söz konusudur. Temyiz yaşı, altı yaş, dört yaş, çocuğun konuşmaya başlama aşaması... Pedagoji tarihinden günümüze yaklaştıkça araştırmalar, sıfır yaşa kadar gelmiştir. Bazı çağdaş İslâm eğitimcileri de, irsiyet ve tohum-tarla ilişkisi ile  çocuk eğitiminin eş seçimi ile başlaması gerektiğini ileri sürerler. Biz, daha ileri (daha gerilere) giderek, A’râf suresinde ifâde edilen elest bezmiyle ilgili âyetten yola çıkarak İlâhî, Rabbânî eğitimin insanın dünyaya gelmesinden sonra da değil;  yaratılmadan önce, ruhlar âleminde başladığını iddia edebiliriz. "Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da,) Evet (buna) şâhit olduk, dediler." (7/A’râf, 172) Bu âyette açıklanan soru-cevabın mecaz değil de, gerçek anlamda olduğunu kabul ettiğimizde, Âdemoğlunun daha ruhlar âleminde iken, Rabbinı tanıma eğitimi gerçekleşmiş olmalıdır ki, İlâhî soruya verdiği cevapla Allah'ı rab olarak kabul etmesinin arka planı tamamlanabilsin. Rabları, ruhları eğitmemiş olsa, onların rablarını nasıl tanıdıkları sorusuna cevap verilemez.

 

Yukarıdaki misak'ın istiâre yoluyla teşbih olduğu, dolayısıyla mecazî anlam taşıdığı söylenebilir. Ama bu, insan eğitiminin Rab tarafından başlama tarihi konusunu pek etkilemez. Eğitimin tüm insanlara, babaları Hz. Âdem'in şahsında daha cennette iken başladığı açıktır. Ayrıca Rahmân suresinde, Allah'ın öğretmesinin insanın yaratılışına önceliklenmesi, ta'limin yaratılmadan önce ifâde edilmesi dikkat çekicidir: "Rahmân. Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı (açıklamayı) ta'lim etti." (55/Rahmân, 1-4). Zaten tüm esmâü'l-hüsnâ için olduğu gibi Rab ismi için de sınır tesbiti, belirli süreye tahsisi doğru değildir. Yani, eğitim anlamını da kuşatan Allah’ın Rab isminin tecellisi, insan için belirli bir zamanda yoktu; sonradan ortaya çıktı denilemez.     

 

Tüm eşyanın ismini öğreten, eşyadan yararlanma bilgisi ve halifelik yeteneği veren Allah olduğu gibi (2/Bakara, 31); Cennette bir ağaca yaklaşmayı yasaklayarak insanı irade eğitiminden geçiren de Allah'tır (2/Bakara, 35). Peygamberler aracılığıyla insanı vahiyle eğiten ve hidâyet bilgisi veren de O'dur (2/Bakara, 151). Şükretmesi için fıtrî imkânlar, duyu organları ve akıl veren Allah'tır (16/Nahl, 78). Bilmediklerini öğreterek varlıklardan yararlanma bilgisi veren de yine Rablarıdır (96/Alak, 5). Kur'an'ı ve beyanı öğreten de Allah'tır (55/Rahmân, 2, 4).

 

İlim veren, verdiği ilmi arttıran, bizden ilmimizi arttırması için dua etmemizi isteyen de O'dur: "Rabbim, ilmimi arttır, de." (20/Tâhâ, 114). İlmin Allah tarafından verildiği vurgulanır: "Kendilerine ilim verilenlerin üstün dereceleri vardır." (58/Mücâdele, 11). Hadis-i şerifte de bu konu şöyle ifâde edilir: "Allah, kim için hayır dilerse, onu dinde fakîh (derin anlayışlı, hükümlerin inceliğini kavrayan bilgin) kılar." (Buhârî, İlim 10). İlmin tek kaynağı Allah’tır: “De ki, ilim ancak Allah yanındadır…” (67/Mülk, 26). Melekler ve insanlar ilmin kaynağının Allah olduğunu itiraf etmek zorundadırlar: "Senin bize öğrettiklerinden başka bizim ilmimiz yoktur." (2/Bakara, 32)

                           

İlmin, vahiyle, Allah'ın öğretmesiyle ilgisi bakımından Peygamberimiz'in ümmîliği (7/A’râf, 157, 158) dikkat çekicidir. Rasûlullah'ın Kur'an'da geçen ümmî vasfı, okuma yazma bilmeyen karşılığında kullanılmıştır. Allah'ın O'nu ümmî diye vasıflandırdığı halde Efendimiz'in ilmin bütün kemâlâtına sahip olması, ilmin vahiyle, dolayısıyla Allah'la irtibatı konusunda önemlidir. Yine, eğitimin İlâhî boyutuyla ilgili olarak, meleklerin insanlara öğretmeleri (2/Bakara, 102) Allah tarafından ilim öğretilen kul (18/Kehf, 66) konuları da zikredilebilir.

 

Peki, ilim nedir? Kur'an'ın ilim anlayışı nasıldır? Şimdi bu sorulara cevap bulmaya çalışalım. İslâm âlimlerinin tanımına göre ilim: Bir şeyin hakikatini idrak etmek ve ma'lum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir. Bu anlayışa göre, yanlış ma'lûmâta ilim (bilgi) denilemez. Ebû Cehil'e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir. Dünya ve âhirette faydası dokunmayacak bilgi kırıntılarına, mâlûmât yığınlarına sahip olmasına rağmen, esas bilinmesi gerekenleri bilmemesidir. Ve Ebû Cehil, tarihî bir kişilik olmaktan öte; her zaman görülen prototiptir.

 

"Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır." (6/En’âm, 80)  "İlim ancak Allah katındadır." (46/Ahkaf, 28) Kur'an-ı Kerim'de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, İlâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah'ın verdiği bilgidir. İlim, Allah'tan olduğuna göre, İslâm'ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. İmanla birleşmeyen bilgiye ilim denilemeyeceği gibi, Allah'a kalpten gelen saygı ve ihtiram duygularıyla O'nun emrine boyun eğmeyen kimseler de âlim sayılmazlar: "Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar." (35/Fâtır, 28)   Gerçek âlim, takvayı ve cihadı da ihmal etmeyen kimsedir. İlim, imanı gerektirir. Sâlih amel sahibi olmayana ve tabii cihad etmeyene âlim denilmez. Dolayısıyla âlim, ilimle mücehhez, Allah'tan haşyet duyan takva sahibi mücahid kimsedir.

 

Yine Kur'an bütünlüğünde değerlendirildiğinde âlim, insanlara Allah'ın emirlerini duyurur ve O'ndan başka kimseden korkmaz (33/Ahzâb, 39). Bildiği doğruları ve hidâyet yolunu ketm etmez/gizlemez (2/Bakara, 159). İlmini az bir paha karşılığında satmaz (2/Bakara, 174). Bilir ki dünyadaki refah, âhiret nimetleri yanında az bir paha, çok az bir menfaattir (3/Âl-i İmran, 197). İlmini önce kendi hayatına geçirir, yaşar; bildiğiyle amel eder, kafalarındaki ilimle amel etmeyenlerin durumunun kitap taşıyan merkebin durumu gibi olduğunu (62/Cuma, 5) unutmaz. Zalim yöneticilere hak kelimeyi (tevhidi, adaleti) söylemenin en büyük cihad olduğunu (İbn Mace, Fiten 20) bilerek ona uygun yürekli tavır takınır. Kâfirlerin tâğut yolunun savaşçısı olduğunu; iman edenlerin de Allah yolunda savaşçı olma seçeneğinden başka tercihi olamayacağını (4/Nisâ, 76) bilen, diliyle ve kalemiyle savaşçı kimliktir âlimlik.  

 

Peygamberlerin mirasçısı, ilmin sorumluluğunu taşıyan ve ümmete hak yolu gösteren, öncülük ve önderlik yapandır âlim. Câhillikten ve câhiliyyeden arınmış, onu tanıyan ama fikirde ve tavırda ondan uzak olan, tâğutlara boyun eğmeyen, Bel'am tipine benzemeyen kişidir âlim. Âlim kelimesinin, burada Kur'an terminolojisindeki özel anlamıyla kullanıldığı akıldan çıkarılmamalıdır.  Yine  burada  ilim,   Allah'a,  tam  mânâsıyla  tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan İlâhî nur olan Allah'ın verdiği bilgiyi (vahyi) kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.

 

İlim, aynı zamanda bir rahmettir, nurdur. Vahiy, fıtrat, hidâyet, risalet, kitap, hikmet, basiret, feraset vb. kısımlarıyla ilim, sadece Allah'tan kaynaklanır. İlim, Allah'ın adıyla, O'nun izniyle ve O'nun rızâsıyla, O'nun verdiği imkânlarla, O'nun kitaplarını (Kur'an, evren ve insan) okumakla gerçekleşir, açığa çıkar. İmam Şafii'ye atfedilen Vekıy isimli âlime hâfızadan, ilim öğrenmedeki başarısızlıktan şiir diliyle şikâyet edildiği mısralarda geçtiği üzere; "İlim nurdur; Allah'ın nuru da âsîlere verilmez."

 

İlmi ve hikmeti Allah, her isteyene değil; dilediğine verir:

"Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar." (2/Bakara, 269) Farklı anlamlar verilmekle beraber; derin ve yararlı bilgiye hikmet denir. Bu âyetteki hikmet, Kur'an ilimleri demektir. Bilgisayarlar; ilim, hikmet, nur özelliğindeki Allah'ın vehbi olan basiret ve ferasetle ilgili bilgileri ve ona giden yolları yok saymaktadır. Hikmeti, feraset ve basireti, nuru bilgisayara sığdıramazsınız; ancak gönül sarayının tahtına oturtabilirsiniz. Bülbül, altın kafes ve vatanla ilgili ünlü atasözünü, konumuza adapte ederek şöyle diyebiliriz: İlmi, altın bilgisayara/bilgisaraya koymuşlar; ah mü'minin gönlü! demiş.

         

Allah'la, hidâyetle, fıtratla bağını koparanlar, akılsız, kör ve sağır oldukları için (2/Bakara, 18; 7/A’râf, 179) câhildirler. Zaten İslâm, câhilliği Allah'ı hakkıyla tanımayanların, hakkı örten ve görmezden gelenlerin sıfatı olarak belirtir (7/A’râf, 138; 6/En’âm, 111). Câhiliyye mensubu bu câhiller hasta ruhludurlar (2/Bakara, 10). Fıtratlarına, evrene ve Rab'lerine ters düştükleri için fesatçı/anarşistdirler (2/Bakara, 12). Hayvandan da aşağıdırlar (7/A’râf, 179). Hayvanlar, yaratılışları gereği insanlara hizmet edip faydalı olurken; bu câhiller sadece faydasız değil; zararlı, müfsid, bulaşıcı mikrop taşıyan pisliklerdir (9/Tevbe, 28). Kötülüğü emreden, iyiliği yasaklayan (9/Tevbe, 67), şeytanın askerliğini yapan (58/Mücâdele, 19), giderek şeytanlaşan (6/En’âm, 112) kimselerdir.

 

Kur'an'da akıl ve derin düşünme yerinin kafa değil de kalp olarak değerlendirilmesinin kalbin mânevî duygu ve güzelliklerin, özellikle de iman ve takvanın mahalli olması ve selîm aklın bunlarla irtibatı dolayısıyla olmalıdır. Böyle bir aklın; imanla, takva ile, yani Allah'la bağı dolayısıyla câhillerin (kâfirlerin) basit çıkarlarından başka şeylere çalışmayan akıllarından farklı olacağı doğaldır. O yüzden Kur'an onlar için akletmeyen, aklını kullanmayan vasıflarını kullanır (7/A’râf, 179).             

 

Allah'ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sâyesinde insan, meleklerden üstün olmuş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilafet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir. Kur'an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hayatın gayesi, Allah'ı bilmek, inanmak ve O'na ibâdet/kulluk etmektir. O'nu tanımak ve bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla Allah'a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla tanır ve bilir. Gayb hakkında tek bilgi kaynağı vahiydir. Vahiy, sadece gayb alanında bilgi kaynağı değil; aynı zamanda, bütün varlıkların sahibi, yaratıcısı ve eğiticisinin, her şeyi bilen Zat'ın haber verdiği her konu için kesin bilgi kaynağımızdır. "Allah, herşeyi en iyi bilendir." (8/ Enfal, 73). İster fıtrî imkânlarla elde edilen bilgi, isterse hidâyet bilgisi olsun, ilim elde etmenin amacı, Allah'ı tanımak, O'nun emir ve yasaklarına boyun eğmek; böylece evrenle ve fıtratıyla uyum içinde olmaktır. Böylece evrenin de, insanın da terbiye edeni, eğiteni  aynı rab olduğundan kâinattan âdil ve dengeli şekilde yararlanacak, diğer insanların ve tüm varlıkların aleyhine ve haksız olarak bilgi gücünü kullanmayacaktır. Meleklerin endişe ettiği fesatçı ve kan dökücü vasıflarını bastıracak veya buna sebep olacak özelliklerini hayra yönlendirecektir.      

 

Câhiliyye toplumlarında vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Cehâlete (küfre) bilim maskesi takılmış, câhile âlim makyajı yapılmış, okullar ve kitaplarla modern  hurafeler  sahnelenmiştir.  Her  şeyi  tümüyle bilen Allah'ı,  bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeti) bir arada barındırma şerefini (!) kazanabilmişlerdir. Tabii, bu sentez, gerçek ilme giden yolu tıkadığı gibi, hakla bâtılın karışmasına yol açmaktadır. İlmin hidâyete vesile, nur ve rahmet özelliğinden soyutlanıp Bel'amlığa zemin oluşturmaya giden yoldur bu.

 

Vahyi dışlayan bilim, Firavunlar adına beşeriyete âmentüler yazdırıp iman ettirmeye gayret eden soysuz bir dindir. Bunu batı bilimcileri de itiraf ediyor. Ernest Renan şöyle diyor: “Bilim bir dindir; bundan sonra âmentüleri, yalnız bilim yazacaktır. İnsanın, yaratılışı icabı çözümlerini ille ve ille istediği ebedî meseleleri yalnız bilim çözebilir.” (Bilimin Geleceği, E. Renan, Terc. Ziya İhsan, c. 1, s. 134, Ank., 1965) 

 

Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına; kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak faraziyelere, dayanaksız teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar.

 

Mü'minler için Allah'ın kitabında ve Rasülü'nün sünnetinde kat'i olarak yer alan her haber (vahiy) ilim hükmündedir. Hatta, akıl ve duyu organları, bu vahyî haberlerin mâhiyetini kavramasalar da vahiy, kesin bilgi kaynağımızdır.                     

 

Akletmek, gerçek ilim sahibi olanların niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri, gerçek âlimlerdir. "Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama onları âlimlerden başkası akletmez." (29/Ankebût, 43) Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip olmayanlar, yani Allah'ın verdiği aklı, Allah'ın  ihsanı  olan   fıtratları   doğrultusunda   kullanmayanlar,   kafaları   küflenmiş,  kalpleri mühürlenmiş ve mânevî pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri büyük zannedilse bile, gerçek câhillerdir. "Onların bu konuda ilmi yok; sadece atıp tutuyorlar." (43/Zuhruf, 20) " Onların hiç ilimleri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifâde etmez." (53/Necm, 28) "Hevâsını ilâh edinen ve Allah'ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?" (45/Câsiye, 23) "Allah, bilmeyenleri işte böyle mühürler." (30/Rûm, 59)

 

Doğar doğmaz kulaklarına ezan ve kaamet okunup güzel isim konmakla çocuğun dünyadaki eğitimi fiilen başlamış olur. Ta'lime yani öğretmeye başlama yaşı da çocuğun konuşmaya başladığı ilk zamandır. Çocuğa İlk öğretilecek şey imandır: "Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun." (Abdürrezzak, Musannef IV/334). Rasûlullah'ın ashabından  Cündüb  İbn  Abdillah (r.a.) anlatıyor: "Biz ergenlik çağına yaklaşmış bir grup genç Rasûlullah (s.a.s.) ile beraberdik. Kur'an'ı öğrenmezden önce imanı öğrenirdik. Sonra da Kur'an'ı öğrendik. Kur'an sâyesinde imanımız daha da arttı." (Kütüb-i Sitte, Akçağ Y. 16/490)

 

Çocuğun eğitiminde çok önemli yeri olan namaza başlama yaşı da temyiz yaşıdır. "Çocuk sağını solundan ayırmasını bildimi ona namazı emredin." (Ebû Dâvud, Salât 26) "Yedi yaşına geldiğinde çocuğa namazı emredin, on yaşına geldiğinde kılmadığı takdirde (hafifçe) dövün." (Ebû Dâvud, Salât 26; Tirmizi, Salât 299). Bu hadisten anlaşıldığına göre namaz ve benzeri İlâhî emirler için zorla yaptırma yaşının on yaş olduğu anlaşılmaktadır.

 

Eğitimin amacı; Fıtrata ters düşmeden, Rabb’ın öğretileri doğrultusunda Allah’ı ve kendini  tanımak, dünya ve âhirette faydalanacağı ilim öğrenerek yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm'a tâlip olmak, Kur'an ahlâkıyla yaşamaktır. Eğitim ve öğretim faaliyeti; Vahiy başta olmak üzere faydalı ilmin, insana ideal ölçüler içerisinde mal edilmesi, ilmin özümsenip hazmedilmesidir. Özümsemek, içselleştirmek, varsa posalarını ayıklayıp atmak ise, ancak fıtratla uyum içinde olan hidâyetle mümkün olacaktır.  

 

 

Kısaca; İlk eğitim metodu, öğretme tarzında başlamıştır. İlk ve gerçek anlamıyla tek öğretici her şeyi bilen Allah’tır. O’nun öğrettikleri dışında kimsenin bilgisi yoktur. Eğitimi peygamber düzeyinde ele aldığımızda tebliğ kavramıyla karşılaşırız. Tebliğde öğretim ve eğitim iç içedir. Peygamberimiz aynı zamanda öğretmen olarak gönderilmiştir. Peygamberlerin miras olarak bıraktıkları ilmi, âlimler o muallimin örnekliğinde diğer insanlara ulaştırmakla yükümlüdürler. İlim, ma’lum olanın olduğu hal üzere bilinmesidir. Yanlış ma’lûmâta ilim denilmez. Ebû Cehil’e câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir. Kur’an-ı Kerim’de ilim; en sık kullanılan anlamıyla İlâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. İmanla birleşmeyen bilgiye ilim denilemeyeceği gibi, Allah'a kalpten gelen saygı ve huşû duygularıyla O’nun emrine boyun eğmeyen kimseler de âlim sayılmazlar. Âlim, ilimle donanmış, takva sahibi mücahid kimsedir. Allah’ın verdiği ilmi (vahyi) kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.

 

İlim, bir rahmettir, nurdur. Vahiy, fıtrat, hidâyet, risalet, kitap, hikmet, basiret, feraset vb. kısımlarıyla ilim, sadece Allah’tan kaynaklanır. Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sâyesinde insan, meleklerden üstün olmuş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilafet sıfatının gerçekleşmesi için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir. Vahiy, gayb alanında tek bilgi aracı olduğu gibi, içerdiği her konu hakkında da temel bilgi kaynağıdır.  İlim elde etmenin amacı, Allah’ı tanımak, O’nun emir ve yasaklarına boyun eğmek; böylece evrenle ve fıtratla uyum içinde olmaktır. Vahyi ilim kaynaklarından kabul etmedikleri için bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüş, cehalete de bilim maskesi takılmıştır. Doğar doğmaz kulaklarına ezan ve kaamet okuyup güzel isim koymakla çocuğun dünyadaki eğitimi fiilen başlamış olur. Öğretmeye başlama yaşı da çocuğun konuşmaya başladığı ilk zamandır. Çocuğa ilk öğretilecek şey, iman ve tevhiddir. Eğitimin amacı; Fıtrata ters düşmeden Rabb’ın öğretileri doğrultusunda Allah’ı ve kendini tanıyıp  yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm’a tâlip olmak ve Kur’an ahlâkıyla yaşamaktır.