CENNET BAHÇESİ VEYA CEHENNEM ÇUKURU: AİLE HAYATI
Çocuğun Ana Baba Üzerinde Hakları (Ana Babanın
Görevleri)
Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla
birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir.
Ana-Babanın En Büyük, En Kutsal Görevi: Çocuklar,
Çocuklar, Çocuklar!
Çocuk eğitiminde şu dört şeye özellikle dikkat
edilmelidir:
Kadının En Saygın, En Mübarek Konumu; Annelik
Aile: Bireyden Cemaate,
Düzensizlikten Nizama, Günahlardan İbâdete Geçiş
Aile, kişinin kendilerinden sorumlu
olduğu eşi, varsa çocukları, ev halkı, yani yakın akrabalardan oluşan insan
toplumudur. Müslüman için aile, bir sosyal müessese olduğu gibi, aynı zamanda
İslâmî bir kurumdur. Nikâh, iki müslümanın İslâmî kurallar çerçevesinde bir
araya gelmesidir. Aile, erkeğin eksiklerinin kadınla; kadının eksiklerinin de
erkekle tamamlandığı, birbirlerinin ihtiyaçlarının temin edildiği, iki cinsi
kaynaştıran bir kurumdur. Aile, erkek ve kadını asil bir duygu ve heyecanla
birleştiren, bedeni sükûna, ruhu huzura erdiren bir müessesedir. Aile, toplum
eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat,
fedakârlık ve birlik ocağıdır. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve
çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini
sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah'a kulluk bilincine ulaşan
bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için yetiştirip
geliştiren bir fabrikadır.
Evlilik, insan hayatını derinden
etkileyen bir inkılâptır, devrimdir. Bireysel yaşayıştan
toplumsallaşmaya, cemaatleşmeye ve devletleşmeye geçiştir. Düzensizlikten
sistem ve nizama tırmanmadır. Ailelerinde İslâm'ı hâkim kılamayanların;
sokaklarına, işyerlerine, toplum ve devletlerine şeriatı hâkim kılmaları
beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği
ve aşaması evliliktir. Aile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği,
otoriteyi, disiplini, mes'ûliyeti, emânete riâyeti,
haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak ailede
öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık
beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir
okuldur aile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu
okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik
yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir, çok ama çok
değerler kazandırır.
İslâm, akıllı ve büluğ yaşını aşmış
bütün müslümanları aile yuvası kurmaya çağırdığı gibi, evliliği ve aile
hayatını da bir ibâdet olarak değerlendirir. Kur'ân-ı
Kerim, sosyal birliğin en üstün ve sağlam şekliyle sevgi, bağlılık, merhamet,
iyilik, müsâmaha, yardımlaşma, doğruluk, insaf ve
Allah korkusunu gözeterek aile kurumuyla ayakta tutulmasını hedef alır. Huzur,
barış, sevgi ve mutluluk evde yaşanmayınca, toplumda hiç yaşanmaz.
Güçlü ve sağlam toplumlar, ancak
fertleri inanç, fikir ve gâye birliği içinde kaynaşmış
mutlu ailelerden oluşabilir. Bunun içindir ki, İslâm nizamı, aile kurumunu
kutsal bir kuruluş şeklinde sunarak yüceltmiş ve dokunulmazlığını hükme
bağlamıştır. "İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler
yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, Allah'ın varlığının
belgelerindendir. Bunlarda düşünen topluluk için ibretler vardır."
(30/Rûm, 21). "Nikâh, benim sünnetimdir.
Sünnetimi yapmayan benden değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar
edeceğim." (İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72)
İslâm dini, evliliği tavsiye ettiği
gibi, evlilik çağında olanların evlenmesine yardımcı olunmasını da
öğütlemiştir. Bu tür yardımı, anne ve babaların görevleri arasında saymıştır. Dinimiz,
bülûğ yaşını aşmış ve yeterli olgunluğa erişmiş, evlenme konusunda dinin
hükümlerini öğrenmiş olan kız ve erkeklerin genç yaşlarda evlenip yuva
kurmalarını ister. Böylece gençliğin, kontrolü zor istek ve arzuları, helâl
yolda tatmin olacaktır. Bugün Batıda, tarihe karışmak üzere olan evlilik
kurumunun, çoğunlukla otuz yaşın üzerinde oluştuğunu görüyoruz. Batıyı tüm
olumsuz konularda örnek almaya çalışan ülkemizde de, artık gençler 20 yaş
civarını bile evlenme yaşı olarak görmüyorlar. Genç yaşta evlenmek isteyen bazı
müslüman gençler de her türlü israf ve zorluklarla kaplı engelleri aşıp kolay
yolla yuva kuramıyorlar. Böylece ahlâksızlığın önü açılmış oluyor.
Genç yaşta bekâr insanların çokluğu,
düzen ve çevrenin haramları süsleyip kolaylaştırması ile birleşince, çeşitli
ahlâksızlıkların yayılmasına, maddî ve mânevî nice
hastalıkların artmasına sebep teşkil ediyor. Bu konuda dinin reddettiği başlık
parası, bir ev dolusu gerekli gereksiz eşya veya çeyiz isteme, milyarlarla ifâde edilen düğün ve eğlence masrafları gibi İslâm'ın
reddettiği israf ve lüzumsuz harcamalar da evliliğe ve gençlerin yuva kurmasına
engel oluyor. Dinimiz, bu türlü davranışları büyük vebal sayarak kınamaktadır.
İslâm, şer'î bir mâzeret olmaksızın evlenmekten
kaçınmayı ve yuva kurma işini zorlaştırmayı bir günah saymıştır. İslâm,
evliliği övmekte, bekârlıkta ısrarı yermektedir. Çünkü dinimiz, kadın-erkek
ilişkilerinin meşrû olmayan ortamlarda ve ahlâkî
olmayan bir şekilde gerçekleştirilmesini büyük bir fitne/şer olarak görür. Aile
hayatı, korunmak isteyen mü'minler için kötü yollara en büyük frendir. İslâm'ın
bir yandan zinâyı kesin tavırla yasaklarken; diğer
yandan evlenmeyi teşvik etmesinin sebebi budur. Nitekim,
her konuda olduğu gibi aile yönetiminde de örneğimiz olan Peygamberimiz
(s.a.s.) gençlere şu tavsiyede bulunuyor: "Evlilik külfetinin altından
kalkabileceğine güvenenleriniz evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve cinsel arzuları
haramdan korur. Aksi halde korunmak için oruç tutsun." (Buhâri, Savm
10)
"Allah'ın emri, Peygamber'in
kavli/sünneti" diye başlanan hayırlı bir iş, düğün töreninden başlayarak
yuva ve aileyle ilgili tüm uygulamalarda şeytanın emrine göre değil; Allah'ın
emrine, Peygamber'in sünnetine uygun olmalıdır. "Allah ve Rasûlü bir
işe hüküm verdiği zaman, mü'min erkek ve mü'mine hanıma o işi kendi isteklerine
göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasülüne
karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (33/Ahzâb, 36)
Nikâh, bir ibâdettir.
Her ibâdette aranacak ilk şart da imandır. Müslümanın
evliliği, kâfirlerin yuva kurmalarından çok farklı ve Allah'ın hudûdu çerçevesinde olacağı için bir ibâdettir. Eş
seçerken, çeyiz ve düğün masraflarında gereksiz harcamalar konusunda, akıl dışı
ve din dışı örf-âdetlere uymada, ev yönetiminde, eşine davranışında, doğum
kontrolü husûsunda, çocuklarını yetiştirmede,
haramlardan kaçınıp farzlara riâyette... imanını ispat
edecektir mü'min. Nikâhın imanla kopmaz bir bağı vardır. İman etmeyen bir
kimseyle kıyılan nikâh geçersiz olduğu gibi, evlendikten sonra ağzından çıkan
imana zıt bir söz, kafasında oluşan bir küfür düşüncesi sebebiyle de
nikâh gidecek, eşler, birbiriyle zinâ yapmış
olacaktır. Mü'min olmak, belki o kadar zor değil; ama mü'min kalmak, müslüman
olarak ölmek, bizim gibi İslâm'ın hâkim değil; mahkûm olduğu topraklarda
yaşayanlar için, hiç de kolay değildir.
Sözü ve hükmü sadece göklerde geçen,
yalnız tabiat güçlerine karışan, insanı yarattıktan sonra başıboş bırakan,
sınava tâbi tutmayıp her konuda özgür bırakan Allah inancı, müşriklerin
Allah inancıdır; mü'minlerin değil. İnsanın işine, eşine, aşına, aile yuvasına,
okuluna, mahkemesine, sokaklarına, medyasına, meclisine, kanunlarına,
devletine... karışmayan bir Allah'a inanmak, kişiyi
mü'min yapmaz. Böyle bir yaratıcıya, ama dünyalarına, yönetimlerine karışmayan
bir Allah'a câhiliyye dönemindeki müşrikler, Ebû Cehil'ler de inanıyordu.
Günümüzde müslüman olduğunu iddiâ eden, hatta namaz kılıp oruç tutan nice kimsenin,
Allah düşmanlarına/tâğutlara itaat edip onların hükümlerine rızâ gösterdikleri,
sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri görülmektedir. Yine
bazı kimselerin Allah'ı bırakıp birtakım şiar/sloganları, işaretleri, sembol ve
bayrakları, gelenek ve görenekleri, artist ve futbolcuları, liderleri, parti ve
grupları yücelttikleri ve bu sayılan (benzerleri de eklenebilecek) değerler
uğruna büyük fedâkârlıklarda bulundukları, böylece bu
değerlere kulluk ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun (azılı kâfir
yöneticilerin) ortaya koyduğu nefsânî, şeytanî, indî
değer yargılarıyla Allah'ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah'ın
dinini onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri bir
gerçektir. Putların, putlaştırılanların ve onların arkasına sığınanların
emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah'ın dinine tümüyle
zıt olan sistemleri, ideolojileri kabul ederek onların hükümlerini tatbik
ettikleri gözle görülen bir hakikattir. Bu tür insanların müşrik değil
de; mü'min olduklarını nasıl kabullenebiliriz? Böyle kimselerin nikâhı ve ibâdeti de geçerli olmayacaktır.
Aile yuvasının âhirette de devam
edecek bir huzur ve mutluluk ortamı oluşturması, nikâhın ve karı-koca
sevgisinin bir ibâdet/sevap olması için Kur'an'ın
istediği tevhidî iman ilk esastır. İmamların/hocaların eskiden, 32 farzı
bilmeyenlerin nikâhını kıymamaları, gerçek anlamda ve sağlam bir şekilde iman
edip inancını yaşamaya çalışmayanın nikâhının geçersiz olacağı gerçeğiyle
ilgilidir. Kişinin, bulunduğu halle ilgili bilgileri öğrenmesi farzdır.
Evlenecek kişilerin nikâhla, talakla, aile ve evlilik konularıyla ilgili dinî
hükümleri; karı-koca ve çocukla ilgili görevleri ve hakları bilmeleri şarttır.
Ama bütün bu bilgilerden de önce; imanla, irtidatla ilgili konuları ve bu
hususlardaki güncel problemleri bilmek ve tevhide inanıp hayata geçirmeye
çalışmak başta gelir. Çünkü iman gidince nikâh da
gider.
Kur'an'da Rabbimiz şöyle
buyurur: "Tertemiz hanımlar, tertemiz erkeklere lâyıktır.
Tertemiz erkekler, tertemiz hanımlara lâyıktır." (24/Nûr, 26). Yüzünde şeytânî
bakışların izi, lekesi olmayan kızlarla; gözünde şehevî bakışların izi ve isi
olmayan erkeklerin evliliğinden lekesiz, stressiz, birbirine bağlı, huzurlu
yuva oluşur ve nurlu yavrular dünyaya gelir. "İman etmedikçe
müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, müşrik/putperest bir
kadından imanlı bir câriye/köle kesinlikle daha
iyidir. İman etmedikçe müşrik/putperest erkekleri de (kızlarınızla)
evlendirmeyin." (2/Bakara, 221). "Zinâ
eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile
evlenmez..." (24/Nûr, 3). Sadece evlenecek
kızın değil; erkeğin de bekâretinin bozulmamış olması gerekmektedir. Nâmussuzluk, zinâ ve fâhişelik sadece bayanlar için bir suç
değil; bu ayıp ve günahlar, bu rezillikler aynen erkekler için de
geçerlidir. Yani zinâ eden bir erkek de orospudur,
fâhişe ve nâmussuzdur. Kızda aranan iman ve edep/nâmus,
damat adayında da aranacak ilk vasıf olmalıdır.
Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'i
topraktan ve o bir nefisten Âdem’in eşini yaratmıştır (4/Nisâ,
1). Havvâ'sız Âdem eksiktir; Âdem'siz Havvâ'nın eksik
olduğu gibi. Erkekle kadın birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki
yarısı gibidirler. "Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de
onlar için bir elbisesiniz." (2/Bakara, 187). Elbise, hem ayıplarımızı
kapatan, bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa
giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir
(Bkz. 7/A'râf, 26). Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı
olmayan adam da çıplaktır.
Gözlerin benzerini görmediği,
gönüllerin hayal bile edemediği ırmaklara, köşklere, her çeşit rızıklara sahip
olan cennette bile Hz. Âdem, Havvâ vâlidemizle huzur
buluyor; Havvâ annemiz de Hz. Âdem'de mutluluğu yakalıyor. Rûm
suresi 21. âyeti böylece tecellî ediyor. İkisinin huzurundan rahatsız olan
şeytan, onların çıplak olması için bütün planlarını kuruyor ve cennetten
çıkarılmalarına sebep oluyor. Ama Hz. Âdem'le Havvâ
anamız bu dünya evinde birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulunuyorlar,
örtünüyorlar ve Allah da onları affediyor. "Ey Âdem
oğulları! Şeytan, ana babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek
için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın."
(7/A'râf, 27)
İzzetine, iffetine, şeref ve
namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların
gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma
isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar.
Özellikle İmam-Hatip'te, Üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın
dünya-âhiret tercihi ve cihadı da başörtüsü bayrağında düğümleniyor.
Aile hayatının dinimizdeki büyük
önemi acaba nedendir? Sadece erkek ve kadın, birbirlerini tamamlasınlar diye
mi? Birbirlerinin maddî ve mânevî ihtiyaçlarını
gidersinler diye mi? Helâl yoldan dünyevî zevk ve huzura kavuşsunlar diye mi?
Evet, bütün bu saydıklarımız önemlidir. Önemlidir ama,
yeterli değildir. İslâm'da evlenmenin, ailenin teşvik edilmesi, sadece bunlar
için değildir. Ailenin esas sebep ve hikmetlerinden belki en önemlisi nesildir,
çocuk dünyaya getirmek ve yetiştirmektir. Ümmetin sayıca ve keyfiyetçe büyüyüp
güçlenmesine sebebiyettir. Dünyada gereksiz ve hikmetsiz hiçbir ittifak mevcut
değildir. Bu dünya hikmet dünyası ve sebepler âlemidir. Ne gökten elma yağar,
ne yerden insan biter. Meyve için ağaca, çocuk için evlenmeye ihtiyaç vardır.
İnsanlar, bu İlâhî kanuna uydukları, yani evlendikleri takdirde, nasiplerinde
de varsa, kendilerine çocuk ikram ediliyor. Dünyaya imtihan için gönderilen ve
hiçbir şey bilmeyen bu minnacık misafirin emrine, Allah, onun anne ve babasını
veriyor. O küçük yavruya anne ve babasını hizmetçi kılıyor. Bu hizmetçiler için
bu küçük insan, bir yönüyle lütuf, bir başka yönüyle azap vesilesidir.
Çocuk, ebeveyni için bir lütuftur.
Çünkü onlar, Allah'ın bu narin, nazlı ve cennet adayı sevimli yaratığına
yaptıkları hizmet için, aynı zamanda sevap kazanıyorlar. Küçük bir bebek, hele
insanın kendi çocuğu olunca, eve ve aileye büyük bir huzur, mutluluk ve neşe
katıyor, ailenin temellerini sağlamlaştırıyor. Bununla birlikte, çocuklarına
baktıkları, yedirip içirdikleri için ebeveyne bunlar sadaka oluyor, anne-baba
bu yüzden sevaba giriyor. Hayatında bir tek ihtiyaç sahibinin dahi yüzünü
güldürmemiş en cimri bir insan bile, çocuklarına yaptığı masraflar dolayısıyla
sadaka sevabına nail olur. Çocuk yine bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona,
nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu
güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O
çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden bir pay alırlar,
sevabına ortak olur. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn,
sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır
müslümanca yetiştirilen çocuk.
Çocuk, diğer yönüyle de bir azap
vesilesidir. Zira ebeveyni o İlâhî emânete Rabbini
güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, onun
işleyeceği günahlardan sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu
adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû
olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden dolayı evlatla sınavı
kaybedebilir. "Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem
ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır." (66/Tahrîm, 6) "Doğrusu,
mallarınız ve evlatlarınız bir fitne/sınavdır." (64/Teğâbün, 15) Her
konuda olduğu gibi, aile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz
Allah rasülü'nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: "Hepiniz
çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden)
sorumlusunuz." (Buhârî, Cum'a 11; Müslim, İmâre 20)
İnançlar, değerler, gelenekler ve
iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini
kazandığı devre, aile içinde geçer. Onun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve
özendiği ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hakim olduğu ailenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve
kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş ailelerin
oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azabının
davetçileridir.
Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk
bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecek.
Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar,
"bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?"
diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile
duyduğunu söylüyor. "Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir" diyor.
İşte biz, bir günlük çocuğun
kulağına ezan okuyoruz. "Allahu Ekber = En büyük Allah'tır diyoruz. Çocuk
büyüyünce yöneticilerin "en büyük benim" sözüne kanmasın, en büyük
olanın ne futbol takımları, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olmadığını
dünyaya adım attığı gün idrak etsin ve fıtratı bozulmasın diye ezan okuyoruz.
Allahu Ekber'le adım atılan dünyaya, cenaze namazında yine Allahu Ekber'le veda
edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda en büyük
olanın Allah olduğu bilinci yer etsin istiyoruz.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Her
doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu yahûdi, hıristiyan
veya mecusi (hatta müşrik) yapar." (Buhâri, Cenaiz 79, 80, 93; Müslim,
Kader 22-25) buyuruyor. "Müslüman
yapar" demiyor. Çünkü çocuk zaten müslüman. Onun içindir ki İslâm dini,
dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder.
Çocuğa sıhhat vermek için
çalışmayız, o doğuştandır. Bizim, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek
ve giyeceklerden koruduğumuz gibi çocuğun fıtratında getirdiği İslâm'ı bozacak
etkenlerden de çocuğumuzu korumamız gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, aileden
aldığı eğitimdir. Çünkü ailedeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. Okullar, daha
çok öğretim yeri olsa bile terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde
ailede kazanılabilir. Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi
gereken doğrular olup olmadığı müslümanca değerlendirilmeli, evde
yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden
temizlenmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan
yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.
İslâm'da çocuk sahibi olmak, büyük sorumluluk
gerektiren bir durum olarak değerlendirilmiştir. Çocuğun dünya ve âhiret
mutluluğunu gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları
gereken bir konudur. İslâmiyet, bu hususta birinci derecede babayı sorumlu
tutar. Anne de bu sorumluluğa ortaktır. Ailenin iç düzeniyle birlikte
çocukların bakım ve yetiştirilmesi, onun sorumluluk alanına girmektedir (Bkz.
Buhâri, Rikak 17; Müslim, İmâre 5). Bu sorumluluğun çocuk açısından sonucu,
onun ana baba üzerinde bazı haklara sahip olmasıdır.
Doğumunun ilk gününde veya en geç yedinci güne
kadar çocuğa güzel bir isim verilir (Bkz. Buhâri, Akika 1, Edeb 108; Müslim,
Fezâil 62). "Siz, kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın
isimleriyle çağrılacaksınız; öyleyse güzel isimler seçin." (Ebû Dâvud,
Edeb 70) Örnek insanlarla bağı koparılamayan nice insanımız, çocuğuna isim
koyarken örnek almasını arzuladığı başta peygamberler olmak üzere sahâbe ve kâmil insanların isimlerini, peygamberlerin ve
sahâbe hanımlarının isimlerini asırlardır çocuklarına koymayı görev
bilmişlerdir.
Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye,
çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir (Bkz. İbn Mâce, Edeb 3).
Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlâkî
faziletleri, sosyal kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslâmî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh
ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner
sahibi olabilmesi için ana babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret
sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan
böyle bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana babanın çocuğuna bırakacağı
"en güzel miras" olarak nitelendirilmiştir (Tirmizi, Birr 33).
Ana babaya ait olan neslin korunması görevi,
büluğ çağına gelen evladın bir yuva kurmasına imkân hazırlanmasıyla yerine
getirilmiş olur. Evlenme çağına gelmiş olan çocuğun fazla bekletilmeden
evlendirilmesi gerekir. Mâzeretsiz olarak bunun ileri
yaşlara ertelenmesi neticesinde doğabilecek birtakım kötü sonuçlardan ana baba
da sorumlu olur. Peygamberimiz'den rivâyet edilen bir
hadiste bu husus vurgulanmaktadır: "Çocuk büluğa erince babası onu
evlendirsin; aksi halde çocuk günah işleyebilir, onun bu günahı babaya da ait
olur." (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 159)
Aralarında herhangi bir ayrım yapmaksızın
çocuklarına karşı eşit davranmak, ana babanın başlıca görevlerinden biri ve
aynı zamanda çocuğun da tabii hakkıdır (Bkz. Müsned IV, 269). Çocukların
kız-erkek, büyük-küçük, öz veya üvey olması sonucu değiştirmez. "Allah'tan
korkun ve çocuklarınız arasında adâleti gözetin."
(Buhâri, Hibe 12-13, Şehâdet 9; Müslim, Hibât 13).
Ebeveyn, çocuklarına karşı gösterdiği sevgi, şefkat ve ilgide de adaletli
olmaya çalışmalıdır. Anne baba, iradesini aşan duygularda -bir çocuğunu daha
çok sevmek gibi- bunu diğer çocuklarına hissettirmemeye çalışmalı ve
davranışlarında eşitliği gözetmelidir. Aksi halde, kardeşlerin birbirini
kıskanması ve birbiri aleyhinde olumsuz bazı duygu ve düşüncelere kapılması
kaçınılmaz olur.
Bu temel görevlerin yanında
ebeveynin diğer görevlerini de şöyle sıralamak mümkündür: Tahnîk: Yeni
doğan bebeğin, henüz ana sütünü tatmadan önce hurma, bal vb. tatlı bir besin
ezilerek bununla damağının oğulması. (Müslim, Tahâret
101) Kulağına ezan okuma: Bebeğin sağ kulağına ezan, sol kulağına
da kaamet okunur (Müsned VI, 391; Ebû Dâvud, Edeb 108; Tirmizi, Edâhi 17). Akika
kurbanı: Doğumun yedinci günü, yahut daha sonraki
günlerde şartlarına göre kurban kesilerek eşe dosta ikram edilir. Sünnet
(hıtân): Doğumunun ilk gününden büluğ yaşından önceye kadar bir zaman
içinde çocuk sünnet ettirilir. Saçını tıraş edip ağırlığınca sadaka vermek: Doğumunun
yedinci günü çocuğun saçı tıraş edilir ve bunun ağırlığınca gümüş ya da altın
tutarında para veya mal sadaka olarak verilir.
Bütün bunların yanında
unutulmamalıdır ki, çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele
etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. İslâm eğitimcileri,
eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya baba adayını seçerken)
başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Çocuğu, sağlıklı,
ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan
başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine
söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az çok ifâde edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların
öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim
Hz. Peygamberimiz'in "Çocuklarınıza önce 'Lâ ilâhe illâllah'
cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin." şeklinde tavsiyede bulunduğu
nakledilir (İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158). Allah inancı, küçük çocuklara
onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını
geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah
sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu suretle
değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini
ödüllendirecek, kötülüklerini cezalandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını
vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.
Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, aile
reisinin de bunda devamlı olması Kur'an-ı Kerim'de özel olarak açıkça
zikredilmiştir (20/Tâhâ, 132). Peygamber Efendimiz'in,
çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına
geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezalandırılmalarını tavsiye eden
hadisleri (Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182) bu konuda başta anne
babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara
namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi
kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi,
onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda
unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi
ve ikna gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici
tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye,
iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli
yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya
ulaşacaktır.
Aile hayatı, tarafları günahlardan
sakındırmak için büyük bir vesiledir. "Onlar (kadınlarınız) sizin için
bir elbise, siz de onlar için bir elbise durumundasınız." (Bakara
suresi, 187) Kadın ve erkek, müstakil olarak yarımdır, eksiktir, çıplaktır. Bu
eksikliklerini birbirleriyle tamamlayacaklardır. Kadın ve erkeğin bu
yardımlaşmayı şuurla ve helal yollarla yerine getirmeleri gerekmektedir.
"İyilikte ve takvâda (Allah'ın yasaklarından
sakınma üzerinde) yardımlaşın. Günah işlemekte ve düşmanlık üzerine
yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezası çetindir."
(5/Mâide, 2)
Erkek olsun, kadın olsun her insanın
dünyaya gönderiliş hikmeti, Kur'ân-ı Kerim'de "ibâdet"
olarak açıklanıyor. İbâdet, yani kulluk yapmak,
Allah'ın emirlerine uygun bir hayat geçirmek. İşte bu gayenin gerçekleşmesinde
karı-koca birbirine yardımcı olacak, sevgilerini ispatlayacaklardır. Öyle ki,
beraberlikleri ve mutlulukları, ölümle son bulmasın; ebediyyen devam etsin.
Ailenin temel görevi, neslin
çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine imkân
sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini
gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir. Yalnız,
unutulmamalıdır ki, bu dünya, âhiretin tarlası olduğuna göre, aile hayatından
bu dünyada alınan rahat ve lezzet, ancak bir çekirdek hükmündedir. O çekirdek,
gerektiği gibi beslenir, büyütülürse âhirette saadet ağacı olacak ve en
mükemmel meyvelerini o âlemde verecektir. Cennet, bu dünyadan ne kadar yüce
ise, o âlemde mü'min kadın ve erkeklerin bir arada ailece bulunmaktan
alacakları zevk ve mutluluk da bu dünyadakinden o kadar mükemmeldir.
Ailenin bu kadar önemli olmasından
dolayı, dinimiz yuva kuracak gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî
durumlarını araştırmalarını emretmiştir. Peygamberimiz, eşlerin seçiminde
geçici özelliklerden, fizikî güzelliklerden çok, inanç bütünlüğünün, olgun iman
zenginliğinin ve ahlâkî soyluluğun tercih edilmesini ısrarla tavsiye etmiştir.
Onun için, tevhîdî iman sahibi müslümanlar,
kendileriyle yuva kurmayı düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak
sağlam bir imanı şart görmelidirler.
İslâm, kuruluşunu düzenlediği aile
yuvasının mutluluğu için, eşlere karşılıklı sevgi ve fedakârlığa dayalı
görevler de yüklemiş, bu görevlerin içtenlikle yapılmasının, erkek ve kadın
için birer ibâdet olduğunu bildirmiştir. Bu ailevî
görevleri şöyle özetleyebiliriz:
İslâm ahlâkı, hayatın tüm
alanlarında olduğu gibi aile kurumunda da başıbozukluğu kabul
etmez. Bu sebeple, bir sosyal kurum olması itibariyle, aile içinde
de bir düzenin hakim olması gerekir ki, bu da ailede
bir otoritenin bulunması ile sağlanır. İslâm, bu yetki ve sorumluluğu, belli
şartlar içinde erkeğe vermiştir. Bu durumda, aile düzeninin huzur ve saadetinin
sağlanması için, her otorite sahibine olduğu gibi, aile reisine de saygılı
olmak, kadının başta gelen ailevî sorumluluğudur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kadın, kocasının hakkına riâyet etmedikçe,
Rabbinin hakkını (emrini) yerine getirmiş olmaz." (İbn Mâce, Nikâh 4)
"... Erkek, ailede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da
kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur."
(Buhârî, Cum'a 11; Müslim, İmaret 20) "Kocasını memnun
bırakmış olarak ölen kadın, cennete girer." (Tirmizi, Radâ 10; İbn
Mâce, Nikâh 4). Kadın, yöneticilik ve sorumluluk bakımından aile reisliğine
getirilen kocasının meşrû arzularına saygı göstermekle
mükelleftir. Kocasının malını, aile sırlarını, namusunu ve çocuklarını da
korumak mecburiyetindedir. Kocasını meşrû yollarla
tatmin/memnun etmeye çalışmak, çocuklarını güzelce yetiştirmek ve yabancılara
karşı tesettürüyle, davranışlarıyla namusunu muhafaza etmek: Müslüman hanımın
ailedeki en önemli üç vazifesi bunlardır. "Sâliha
(iyi) kadınlar, itaatkârdır. Allah, kendilerini (haklarını) nasıl koruduysa,
onlar da öylece gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyanlardır."
(4/Nisâ, 34). Peygamberimiz'in müjdesi de şöyledir: "Kadın,
namazını kıldığı, orucunu tuttuğu, namusunu koruduğu ve kocasına itaat ettiği
zaman, cennet kapılarının dilediğinden girsin." (Ahmed bin Hanbel,
I/191)
Kadının en başta gelen görevi, iffet
ve namusunu korumasıdır. Kadın, gözünü haramdan sakınarak, ırzını koruyarak,
görülmesine müsaade edilen yerlerin dışında, örtülmesi gerekli yerlerini
örterek bu görevini yerine getirir (Bkz. 24/Nûr, 31;
4/Nisâ, 34; 33/Ahzâb, 59). Evdeki işlerle ve çocukların yetiştirilip
büyütülmesiyle daha çok ilgilenme durumunda olan kadın, dışarı çıkarken
câhiliyye çıkışı ile çıkmayacaktır (Bkz. Ahzab suresi, 33). Câhiliyye çıkışı,
yabancı erkekler için süslenme, ince veya dar elbiseler giyme, açılıp saçılarak
sokağa çıkmayı içermektedir. Kadınlar, cinselliklerini sadece kocalarına
karşı kullanmalı, kocasının yanında dişi; diğer insanların yanında kişi olarak
yer almalıdır. Kocasına karşı süslenmeyi ibâdet
bilmeli, onu doyurabilmelidir.
Kadın, iyiliği emir ve kötülükten
yasaklama görevini, sadece fıtrî öğretmenleri olduğu çocuklarına karşı değil;
eşinde gördüğü yanlışları düzeltmek ve doğrularını arttırmak için kocasına
karşı da uygulayabilmelidir.
Hanımların bu aile içi görevleri
yanında, tabii ki, erkeklerin de görevleri vardır.
"Erkeklerin kadınlar üzerinde
hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları
vardır."
(2/Bakara, 228). Hanımını, Rabbinin emâneti olarak
alan ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edinen koca da, karısına karşı
sevgi ve şefkat göstermek, yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek, ona ve
yaptığı işlere çirkin dememek, fena söz söylememek, hoş görülü olmak gibi
görevlerle mükelleftir. İslâm'ın aile düzenini yaşatmak üzere kocaya tanımış
olduğu otorite hakkı, ona kadın üzerinde haksız bir baskı ve zorbalık imkânı
vermez. Zira, bu konuda vârid olan âyet ve
hadisler, bir anlamda kadının müdâfiisi/avukatı olmak suretiyle İlâhî kaynaklı
bir dengeyi temin etmektedir. Yüce Rabbimiz, aile reisliğinin mutlak bir
hâkimiyet demek olmadığını açıklayarak şöyle emreder: "Kadınlarınızla
iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmazsanız, olabilir ki, bir şey sizin
hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş olur." (4/Nisâ, 19). Anlayışlı ve şefkatli bir eş olmanın en güzel
örneklerini sunan Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: "Bir mü'min,
mü'mine hanıma buğz etmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, başka bir huyunu
beğenir." (Müslim, Radâ 61; Müsned II, 329) "Sizin en
hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır."
"Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin."
(Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11) "Kıdınlarınız konusunda Allah'tan
korkun. Çünkü siz onları Allah'tan emânet olarak
aldınız." (Ebû Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84)
Erkek, gözünü harama bakmaktan,
ırzını ve namusunu zina yapmaktan koruyacaktır (Bkz. 24/Nûr, 30; 70/Meâric, 29-30). Erkeğin bu hareketi, kendini haram işlemekten
koruduğu gibi; karısının hukukuna da riâyetin bir
gereği olmaktadır.
"Allah'ın insanlardan bir kısmını
diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için
erkekler, kadınlar üzerinde kavvâmdırlar. Onun için sâliha kadınlar
itaatkârdır." (4/Nisâ, 34). Âyette geçen
"kavvâm" kelimesini 'hâkim' diye tercüme etmek yanlıştır. Eğer Allah'ın
muradı bu olsaydı, yine Arapça olan "hâkim" kelimesini kullanırdı;
ama "kavvâm" kelimesini kullanmış. Bu kelime,
Türkçedeki kayyim kelimesiyle aynı köktendir. Kayyim, tayin edildiği kurumu
keyfine göre yönetmez. Hakimin gösterdiği doğrultuda
yönetir. İşte evi üzerinde "kavvâm" olan erkek de aileyi
kendi keyfine göre yönetemez; Allah'ın koyduğu kuralları yürürlükte kılar.
Erkekler, kadınların kavvâmı, yani Allah'ın hükümleri çerçevesinde onların
yöneticisi ve koruyucusudur.
Kayıtsız şartsız hâkimiyet, ancak
Allah'ındır (12/Yûsuf, 40). Ailede uyulması gereken
İlâhî kurallara muhatap olmada kadınla erkek eşit statüye sahiptir. Ailede
Allah'ın koyduğu kuralları yürürlükte kılma yetkisi kocaya verilmiştir. Evin
reisi, Allah'ın koyduğu kurallara göre aileyi yönetecek ve Allah'ın hükmüne zıt
bir emir ve yasak koymayacaktır. Eğer İlâhî emir ve yasakları çiğneyen bir
istekte bulunursa, hanım bu isteğe itaat etmeyecektir. "Allah'a isyanı
emreden kişiye itaat olunmaz." (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40). Kadının
kocasına itaati, mutlak değil; helal ve meşrû
konularda, Allah'ın hükmü doğrultusundadır ve itaat, daha çok kocanın cinsî
konulardaki istekleriyle ve temel dinî hususlarla ilgili olarak
değerlendirilmelidir.
Her konuda İslâm'la câhiliyye arasında
büyük farklar vardır. İslâm, vahiy kaynağından ilham almayan kanunlar ve
geleneklerden farklı olarak aile kurumunu değerlendirir. Aileyi, içinde Allah'a
ibâdet edilen bir mâbed olarak tanıtır. Öyle mâbed ki,
orada yapılan her müsbet iş, ibâdettir. Erkeğin,
ailesinin nafakasını temin etmesi, hanımına ve çocuklarına şefkat göstermesi
büyük bir ibâdet olarak vasıflandırıldığı gibi;
kadının itaati, sevgi dolu bir bakışı da bir ibâdet olarak takdim edilmiştir.
En doğal bir davranış olan cinsî ilişkiler dahi, hayırlı bir amel, yani bir
sevap olarak kabul edilmiştir. Hele çocuk dünyaya getirmek ve o çocukları
İslâm'ın istediği gibi güzel terbiye ile yetiştirmek, çok büyük ecir ve
mükâfatla karşılık verilecek olan büyük bir ibâdettir.
Aile yuvası kuran nice insan, Batı
tarzı bir yaşayışın ve propagandanın etkisiyle çocuk istememekte veya bir, ya
da ikiden fazlasını yanlış görmektedir. Bu davranış, meşrû
bir mâzerete dayanmadıkça dinimizin hoş görmediği bir anlayıştır. Çocuk, dünya
nimetleri içinde çok önemli bir yer tuttuğu, evin neşe ve huzurunu temin ettiği
gibi, âhiret saadetine de sebep olabilir. Yuvanın temelini sağlamlaştırdığı
gibi, özellikle anneleri evine bağlar. Ev kadınının ulu orta çarşı-pazarı sıkça
dolaşıp, başkalarını fitneye düşürmesine engel olur. Batılı ve Batıya
özenen hanımlar, eğlenceye engel olduğu, gönüllerince gezip tozmaya, lüzumsuz
işlerle veya televizyon karşısında vakit öldürmeye, nefislerini azgınlaştıran başı boşluğa engel olduğu için çocuk istememektedir. Yine
Batılılar, kendi ülkelerinde vatandaşlarına çocuk başına extra para verip
çocukların artmasını teşvik ederken; özellikle müslümanların yaşadığı ülkelere
doğum kontrolünü ve az çocuğu teşvik etmektedir. Azıcık aklı olanlar, bunun
emperyalizmin bir oyunu olduğunu hemen anlarlar ve oyuna gelmezler. Boşanmanın
ve geçimsizliğin önüne geçmede çocuğun rolünü dikkate alırlar. Hanımların eve
bağlanıp hayırlı işlerin en önemlilerinden olan insan yetiştirmeye
çalışmalarının kıymetini ve ecrini bilirler.
İslâm'ın aile anlayışında, normal
şartlarda kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip
olarak çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi
ve yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte,
babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların
müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli
olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır. Hz. Peygamber, torunlarını sevdiği bir
sırada, bir Ârâbî/bedevînin, on çocuğu olduğunu, fakat bunlardan hiçbirisini
sevip öpmediğini belirtmesi üzerine, Rasûlullah'ın "Allah senin
kalbinden merhameti çekip almışsa ben ne yapabilirim?!"
(Müslim, Fezâil 64) buyurması, İslâm'ın çocuk sevgisine verdiği önemin
örneklerinden biridir. Çocukların, dinî (dinin içine giren ilmî, ahlâkî) ve
meslekî bakımdan eğitilip öğretilmesi, ebeveynin en önemli ve en zor görevidir.
1- Büyükler, çocukları, önemsiz ve
anlamaz küçük yerine koymayıp; aksine kendileri empatik davranarak onların
seviyesine inmeli, onların eğitimi sırasında çocuk olduklarını daima göz önünde
tutmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) "Çocuğu olan, onunla
çocuklaşsın." buyurmuştur.
2- Çocuklara daima uygun bir dille
doğru, tutarlı ve yararlı bilgiler verilmelidir. Bu görev, ebeveynin belli
başlı dinî ve kültürel konularda bilgili olmalarını gerektirir. Çocuklara, her
şeyden önce Allah'ı ve Rasülünü sevdirip güncel itikadî sapmalardan
koruyabilecek tevhidî bir imanı gönüllerine severek
nakşedebilmek şarttır. Sonra, şu başlıklar altındaki temel bilgiler
verilmelidir:
a- İtikad ve ibâdete dair müslüman
için zorunlu bilgiler,
b- Ahlâk ve muâşeret kuralları, edep
ve terbiyeyle ilgili hususlar,
c- Kur'an bilgisi; Kur'an' ı
okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi için gerekli
bilgiler,
d- Çocuğun gelecekte geçimini
sağlayabilmesi için mümkün ve uygun olan bilgiler. Anne-baba, bunları ya bizzat
vermeli, yahut kendi aslî görevi olan çocuğunu eğitip
öğretmek konusunda, kendine bir vekil tutmalı, ehil ve emin kimselere bu
ilimleri verdirmelidir.
3- Ebeveyn, çocuklarına her yönüyle örnek
olabilecek bir hayatı yaşamaya çalışmalıdır. Aksi halde, sözleriyle telkin
etmiş olduklarını davranışlarıyla yalanlamış olurlar. Çocuk da daha çok
gördüklerinden, örneklerden etkileneceğinden eğitim başarısız olacak, çocukta
da karakter bozuklukları ortaya çıkacaktır.
4- Çocuklara karşı hoşgörüyü, onları
şımartacak, serkeşleştirecek bir noktaya kadar götürmek, doğru olmadığı gibi;
çocuğun şahsiyetini kazanmasına engel olacak, onu âsîleştirecek
veya arsızlaştıracak şekilde katı bir disiplin uygulamak da uygun değildir.
Ebeveyn, bu konularda daha çok terğib ve terhib (imrendirip özendirme ile
sakındırıp caydırma) yöntemlerini kullanmalıdır.
Dinimiz ve fıtratımız anneye çok
büyük bir yer vermiştir. Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda
önceliği olduğu halde, annenin babadan daha öncelikli ve daha faziletli
olduğunun sırrı buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne
olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya
getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle annelik
tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde "bir" iken; annenin hakkı
"üç"tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına
serilmiştir. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının,
ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini
tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk
okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki
okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse
sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba
gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz. Öyleyse, haydi evlerimizi kurs, mektep,
okul ve mescid yapmaya!