MÜSLÜMAN İÇİN ESAS KRİZ, FAKİRLEŞMEK DEĞİL;
DÜNYEVÎLEŞMEKTİR!
Siz de mi Hâlâ Kıyâmetin Kopmadığını
Sanıyorsunuz?
Yamyamlık ve Dille Yapılan Cinâyetler, İntiharlar
Dilin Önemi; Dille Yapılan İntihar ve Cinâyetler
Hasta adam görünümündeki Ecevit’in
son başbakanlığı döneminde 2001 yılında, yazarkasa eyleminin de içinde
bulunduğu, kepenk kapatma ve esnaf yürüyüşleri şeklinde öne çıkan eylemlerin
ibretlik yönlerinden yola çıkarak ekonomik krizlere tepki ve esas krizin ne
olduğu konusunda değerlendirme yaparak konuya girelim.
Çoğunluğunu esnafın teşkil ettiği
sivil halkın, çeşitli şehirlerde arkalarında bir örgüt ve planlı organize
olmadan, kendiliğinden ve yoğun katılımlı böylesine tepkisi, 1930’lardan bu
yana ilk ciddi halk eylemi kabul edilebilir. Bu olay, sosyologlar kadar İslâmî
hareket mensuplarını da, sosyal değişim ve dönüşüm planları yapanları da
çeşitli çıkarımlara götürmeli ve halkın harekete geçmesinin arka planları
irdelenmelidir.
70-80 Senedir ilk olarak ortaya çıkan
2001 yılındaki bu sokağa dökülme, meydanlara çıkma ve hak arama eylemi
göstermektedir ki, “ekonomik kriz” sebebiyle de olsa toplum, üzerindeki ölü
toprağını atmaya başladı. Halk, özellikle esnaf kesiminde dedikodumsu
şikâyetler, (hedefi belirsiz ve bilinçsiz de olsa) muhâlefete
ve tepkiye dönüştü. Bu dinamik tepki, dâvâ adamlarının
dışındaki kuru kalabalık ve ortalama halk için, sessiz kitle ve edilgenlik kimliğinden sıyrılma yönüyle bir gelişme kabul
edilmelidir. Haksızlığa karşı dilsiz şeytan rolünden, en azından kendi dünyevî
menfaatini ilgilendiren konularda bile olsa, mazlumluğu kabul etmeyen, kendi
cebine uzanan elleri sorgulayan, az da olsa direnen bir çizgi, halkın kolay
güdülen kuru kalabalık olmaktan çıkıyor olması yönüyle sevindiricidir.
Bu tepki, bilinçli dâvâ adamları, şuurlu müslümanlar
açısından yeterli olmadığı gibi, çıkış noktası açısından doğruluğu da
tartışılabilir. Onlar, kendisine değmediği müddetçe bin yıl yaşamasından
rahatsız olunmayan yılanın kendi midesini ısırınca etrafı vâveylâya
veren, zulmün sadece ekonomik problemler ve geçim sıkıntısı yönünü gören tek
dünyalı, tek gözlü ve benmerkezci insanlar olamazlar. Onların tavrı ve
tepkileri; sebep, metot, niyet ve eylem yönleriyle daha farklı, daha bütüncül
ve daha diğergâm karakter arzetmelidir.
Onlar, düşmanlığın sadece zâlimlere yönelik olması
gerektiğini (2/Bakara, 193) bildiği gibi, zulmün de çok boyutlu ve en büyüğünün
de şirk (31/Lokman, 13) olduğunu ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin
“zâlimlerin ta kendileri” (5/Mâide, 45) hükmünün
verildiğini ve fitneden eser kalmayıncaya ve din sadece Allah’ın oluncaya kadar
mücâdele (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39) etmekle
mükellef olduklarını bilir ve ona göre davranır.
Mü’minler ve müslüman
olduğunu iddia edenler açısından Sünnetullah
(Allah’ın yeryüzündeki değişmez yasaları), diğer insanlarla ilgili sebep sonuç
ilişkisinden farklıdır. Allah, mü’minlere
merhametinden dolayı, onlar kendilerini kontrol edip tekrar Hakka yönelsinler
diye zaman zaman onlara şefkat tokatları atar. Rab ve
Rahmân isimlerinin tecellîsi, sevgisinin tezâhürü
olarak onları uyarmak ve bazı cezalarını âhirete
bırakmamak için ve ibret alsınlar diye dünyevî belâlar ve sıkıntılar verir. “Başınıza
gelen her musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz
(günahlar) yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.” (42/Şûrâ, 30) “Kim Benim zikrimden (Kur’an’dan,
namazdan, Allah’ı hatırlayıp anmaktan) yüzçevirirse,
şüphesiz onun için dar bir hayat, geçim sıkıntısı vardır.” (20/Tâhâ, 110)
Midelerin açlığı önemli olsa da,
gönüllerin gıdasızlığı çok daha mühimdir. Esas tehlike, âhiret
azâbıdır. Dünyadaki sıkıntıların bir kısmı, zaten
imtihan gereğidir. “Andolsun ki sizi biraz korku,
açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan
eder, deneriz. Sen sabırlı davrananları müjdele.”(2/Bakara, 155). Esas
kriz, iman ve ahlâk krizidir. Bunun da günümüz müslümanları
açısından temel sebebi, âhiretten fazla dünyaya önem
vermek, dünya-âhiret dengesini bozmak, yani
dünyevîleşmektir.
Allah, merhametini göstererek ikaz
etmekte, dünyanın aldatıcılığını hatırlatmaktadır: “Ey insanlar! Rabbinize
karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı, evlâdın da babası nâmına
bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir.
Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi
kandırmasın.” (31/Lokman, 33)
“Dünya”ya, ister ‘yakın hayat’, ‘âhiretin önündeki hayat’ diyelim; isterse ‘ednâ’ kökünden alarak ‘en âdi, en değersiz, en iğreti en
basit hayat’ diyelim; o insana ait istekler, arzular, şehvetler, uzun emeller
ve bitip tükenmek bilmeyen hayaller olduğuna göre, gönül ile Allah
sevgisi ve O’na itaat arasına perde olan her şey “dünya” sayılabilir. Akıllı
insan, Allah sevgisi ile gönlü arasına girerek perde ve engel olabilecek bu
imtihan dünyasına dikkat etmeli, aldanmamalı; onu kulluk bilinciyle
değerlendirmelidir. Esas hayat, sonsuz hayat, en hayırlı hayat; sonraki
hayatımız, yani âhirettir. Dünyada ekilenin orada
biçileceğine göre, bu dünya hayatını âhiret
bilinciyle yaşamalı, dünyadaki görevlerimizi yaparak, orası için
hazırlanmalıyız.
“Zaman sana uymazsa, sen zamana uy”
sözü gibi, “...Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış!” sözü de Kur’an ve sünnetin dünya konusundaki değerlendirme ve
tavsiyelerine terstir; bunlar bazen hadis diye takdim edilmektedir, Kütüb-i Sitte’de böyle bir hadis rivâyeti yoktur. Bazı insanlar da “Allah,
nimetlerini kulu üzerinde görmekten hoşlanır” şeklindeki hadis rivâyetini, kendilerini gurur ve kibire,
lüks ve isrâfa yönelten haramları nimet diye takdim ederek, farkında olmadan da
olsa, davranışlarıyla Allah’a ve Rasûlüne iftira atma
gibi büyük bir yanlışa düşebilmektedir. Bu hadisle cimrilik, malı gerektiği
şekilde kullanmama, sadece biriktirmekten hoşlanma kınanmış olmakla birlikte;
nimeti Allah yolunda ve meşrû bir şekilde kullanmak
tavsiye edilmiştir. Ama unutulmak istenen “nimet” tanımıdır. Esas nimet; İslâm’dır,
takvâdır, yardımlaşmadır, kötü değil; iyi örnek
olmadır. Allah, her şeyden önce bu nimetleri kulu üzerinde görmek
ister.
Dünya bir aynadır. Aynanın rengi,
büyüklüğü, çukur ve tümsekliğine, arkasındaki sırların dökülüp dökülmediğine
göre şekil aldığı/yansıdığı, görüntüleri farklılaştırdığı görülür. Bir şeyin
önemi, fazileti veya fenalığı, başka bir şeyle mukayese yapılarak anlaşılır.
Dünya konusundaki değersizlik, kendi başına ifâde
edilirse yanlış olur. Dünya, Allah’ın imtihan alanı olarak yarattığı ve nice
muhteşem sanatlarını sergilediği bir alan olduğu gibi; insanın da halifesi
olduğu, sınav yeri olan, helâl nimetlerinden istifâde
edileceği, imar ederek gelişme ve kalkınmalarda bulunulacağı bir yerdir.
Dolayısıyla kötü ve değersiz değildir. Ama âhiretle
karşılaştırıldığında durum değişir. Âhiret devamlı ve
dünyadaki eksik ve olumsuzlukların olmayacağı sonsuz bir mutluluk yeri
olduğundan, âhirete göre dünya önemsizdir. Dünyayı
değerlendirmede âhiret inancı temel ölçüdür. O yüzden
âhirete inanmayanlar, onu başka bir şeyle
karşılaştırma imkânından mahrum oldukları için veya yoklukla (ölüm, onlar için
yok olmaktır) karşılaştırdıklarında câzip gelmekte ve
dünyayı yalancı cennet gibi kabul etmektedirler.
Dünyanın zemmi, başlı başına bir
hayır değildir. Her konuda olduğu gibi dünya konusunda da ölçü: “Allah için
sevmek, Allah için buğzetmek”tir. Eline geçmediği,
sahip olamadığı için dünyayı kötüleyip tahkir eden kişi, erişemediği ciğere
“pis” diyen kedi gibidir. Aslında eleştirisi, sevgisinden ileri gelmektedir.
Yine, dünya, eline geçtiği halde, zaman akıp gidiyor, zamanla birlikte sahip
olduğu dünyalıklar da azalıyor, eriyor diye teselli bulmak için kızdığından
dünyayı kötülemek, dünyaya bağlılıktan kaynaklanmaktadır. Makbul olan tahkir,
Allah için, Allah sevgisinden, âhiret sevgisinden
ileri gelendir. İnsanın, Allah’ın mağfiretine, muhabbet ve ibâdetine
engel olduğu için, dünyanın zarûrî işlerinin, kendisini uhrevî güzelliklerden
alıkoyduğu için veya cennetin güzelliklerine nisbetle
dünyayı basit görmek, makbul olan bakıştır. Nasıl ki, Hz. Yusuf’la
güzel/yakışıklı bir adam karşılaştırılsa, çirkin göründüğü gibi, dünyanın
kıymet verilen güzellikleri de cennetin güzellikleriyle mukayese edildiğinde
“hiç” hükmündedir.
Dün, en sevdiğimiz gıdaları yemiş,
eğlenmiş, günümüzü zevkle geçirmiş olsaydık, bugüne kalan hiçbir şey
olmayacaktı, gafletle geçirilen, dolayısıyla kaybedilen zamandan başka. Hele o
zevk ve eğlenmelerde ölçüye dikkat etmediysek, bugüne ve yarına kalacak olan
sadece günah yükü olacaktı. Yok, dünü zorluk ve sıkıntılarla geçirmiş isek de
bugün için pek bir şey değişmeyecek, hatta bu gün daha az sıkıntı içinde isek,
dünle karşılaştırdığımızda bu, mutluluk sebebi olacaktı. Ve eğer o sıkıntılar
Allah için idiyse ve sabrettiysek, bugüne ve yarınlara taşınacak kalan şey,
sevaplar olacaktı. Hayat, dünler, bugünler ve yarınlardan ibaret olduğuna göre;
dün geçmiştir, yok hükmündedir. Yarın yaşayacağımız meçhuldür, bugünü
değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak en akıllı
yol olsa gerek. Hayat oyun ve eğelenceden ibaret.
Hayat oyunu bitmek üzere, göz perdelerimizin kapanmasına kim bilir, belki fazla
bir vakit kalmadı. Zevkler, sanal; hayat ise bir oyun, masal, rüya. Bir varmış
bir yokmuş.
İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve
ev/barınmadan ibaret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan
helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde,
tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentinde
yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır... Ömür biter,
alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez. Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle
derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü
alınmamalıdır.” Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya
görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zaten bunlar, belirli bir kültürün
ürünüdür ve o arkaplandan koparılamaz. Sözgelimi,
“buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi
güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi.
İnsanlar, evlerine gıda depola(ya)mazlardı.
Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle,
kullananlara sadece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır makinesi
alınca ister istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç sökücü gibi yan ürünlere de
abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu
bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır almaz,
artık aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte
hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek
yetecektir.
İnsanımız artık aklıyla değil; bin
bir çeşit göz alıcı illüzyonlarla tahrik edilen
“doymak bilmeyen gözleriyle” düşünüyor, daha doğrusu düşündüğünü zannediyor.
Çarşılar, pazarlar, marketler, vitrinler de insanın bu midesi olmayan gözlerine
nasıl hitap ediyor? Başkalarına (kendinden maddî yönden öndekilere) bakıyor bu
gözüyle düşünen insan ve mukayese ediyor: “Onda var, bende niye yok?” Ve daha
çok harcamak için daha çok çalışması, çalışması, çalışması gerektiğini görüyor.
Sonra bakıyor ki, çalışarak kazanılan para “ihtiyaç” maskesini takmış
“gereksiz” veya “olmasa da olur”lara yetmiyor, çalışmadan para kazanmanın yollarını
arıyor. Herkes bir başkasını kandıracak yollar aramaya başlıyor. Kumarın binbir çeşidi, sahtekârlığın hiç akla gelmeyecek şekli,
insanları en yakınlarına bile itimat edemeyen, yardım edemeyen, borç veremeyen
duruma getiriyor. “Haram” mı, “ayıp” mı? O da ne demek? Güldürmeyin insanı!
Hangi devirde, hangi kültürde yaşıyoruz?
Tüketim hastalığının mikrobu, moda,
âdet, “ele güne karşı”, “iyi ama, herkeste var”
ambalajlarıyla öyle çabuk bulaşıyor ki, kimini cebinden, kimini yüreğinden
yaralıyor, hatta öldürüyor. Kendi değerini, eşyasının ve elbisesinin değeriyle
ölçen insanlar, eşyasını ve giysisini teşhir ediyor; sözgelimi oturma
odalarına, en dikkat çeken karşı duvara konulan vitrin, belki hayat boyu hiç
kullanılmayan ve sadece göze hitap eden mutfak eşyalarının fuarı rolünü
üstleniyor. Arabada motor olmasa da önemli değil; kaporta fiyakalı olsun yeter;
insan, dış görünüşe, vitrine, makyaja değer vermeden çağdaş olabilir mi, ne
dersiniz? Anadolu evlerinin çoğunda yer sofrasında yemek yenildiği halde, odanın
biri veya büyükse salonun yarısı, süs ve gösteriş olsun diye yemek odası olarak
düzenlenmiştir. Koltuklar da, evdeki hayatı daha rahat kılmak için değil;
zorlaştırmak içindir. O halılar ve koltuklara şu kadar para verilmiştir, çoluk
çocuk rahatça oturup keyfini çıkaramaz; annenin gözü oradadır, ya
kirletirlerse...
En fakirimizin evindeki eşyalara
verilen parayla, sahâbe belki hayat boyu, hem de huzur
ve şükür dolu şekilde yaşardı. Herkeste benzeri şeyler olduğundan, modanın
temel felsefesi olan farklı ve özel görünme tutkusunun sanallığını,
eşyaya daha çok sahip olmada başkalarına ulaşılmaz fark atma imkânsızlığının
ıstırabını yaşıyor. Kullan at; al, yine al; yarışın sonu gelmiyor,
ihtiyaçlar(!) tükenmiyor; âhirete yatırım yapamadan
insan ölüp gidiyor.
Sadece moda için dökülen parayla
neler yapılmaz? Bırakın zengin kapitalistleri; hangi müslüman
hanımın evindeki gardrobda boş yer vardır? Ve buna
rağmen alma isteği azalıyor mu dersiniz? Çeyizler, düğün ve evlilik için
gerekli gereksiz masraflar... Kimileri için olmazsa olmaz ihtiyaç olan sigaraya
yatırılan para, meselâ kitaba yatırılsa, vücudu zehirlemektense kafayı ve gönlü
güçlendirse bu para, neler olur dersiniz? “Eşya, para kötü bir şeydir”
demiyoruz. Eşyanın, maddenin, paranın insanı yöneten efendi olmasına, bunların
insan için değil; insanın bunlar için yaşıyor, bunlar için çalışıyor olmasına
sözümüz. Onlar hâkim, insan mahkûm ve hizmetçi. Oyuncak, insanla oynuyor. Mal,
insanı, insanî değerleri yutuyor. Dünyevîleşme çarkı, insanımızı değirmen gibi
öğütüyor. Düşünmeyi, okumayı, ibâdeti... engelleyen tv. başta
olmak üzere medya ve reklâmlar... Taksitleri, ay sonunu düşünen insan, dünyada varoluş gayesini düşünemiyor.
Her konu paraya çıkıyor; söz, ufak
bir tur attıktan sonra para durağında düğümleniyor; gönül plağı parada
parazit yapıp takılı kalıyor. Lüks hayat, daha rahat yaşam, dipsiz bir kuyu,
bir girdap, tatminsizlik cehennemi, bitmeyen, ama insanı bitiren sonsuz yarış.
Yiyen ama doymayan insan, kendine/nefsine/hevâsına
kul/köle. Para para diye paralanan insan, şükrü
unutmuş, sabrı lügatından silmiş, şikâyetin ise binbir çeşidini tekrarlamakta. “Alma tutkusu”, “verme
zevki”ni katletmiş. Hırs ve tamahın sonu yok. “İnsanoğlunun iki vâdi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister” kutlu sözü
ibret levhası olmaktan çıkmış. Sahâbe birbirleriyle
hayırda yarışıyordu; şimdiki insan ise fâni eşyada yarışıyor. Akıl, midelerin
hizmetçisi; gönül, vicdan ve fıtratın sesi çıkmıyor; demek ki duyguların esiri
olarak hapis hayatı yaşıyor bunlar.
Dünkü lezzet veya acı, bugün yok
hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini ertelemesini bilen, az önemli ile
çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en çok 60-70
yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibi gününü
bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama ölüm var, ruh
ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki doğuyor. Temel
çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu, yani ölümü hatırlamak
istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, içki ve uyuşturucuya, futbol-müzik-tv. seyretmek gibi avutucuya
yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm
insanı ise, bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir
âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek müslüman
için sözkonusu değildir.
“Ey iman edenler! Sizi acı bir
azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlü’ne
iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad
edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O,
sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük
kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın
bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele.” (61/Saff,
10-13). İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı
yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimiz, veya Rabbimız. Ya geçici menfaat, veya
dâvâ. Ya fâni olan, ya bâki olan. Tercih bize kalmış.
Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm
olsun!
“İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman
uyanırlar.”
“Âhirete nisbetle dünya, sizden birinizin parmağını denize
daldırması gibidir. Dikkat etsin, o, parmağıyla neyi geri getirebilir?”
“Akıllı insan, kendini hesaba çeken
ve ölüm sonrası için çalışandır.”
“Önünüzde çok zor ve güç bir yokuş
var. Ancak yükü hafif olanlar onu aşabilecektir.”
“Dünya derin bir denizdir. Çok kimse
burada boğulmuştur. Bu deryada boğulmaktan kurtulmak için gemin takvâ, yatağın iman, yelkenin Allah’a tevekkül olsun ki,
batmaktan kurtulabilesin. Yoksa kurtuluş zordur.”
“Dünyayı kendinize efendi edinmeyin
ki, o da sizi kendisine köle etmesin. Servetinizi kaybolmayacak yerde
toplayın.”
“Hasta adam, hastalığı sebebiyle
yemeğin tadını alamadığı gibi, dünyaya meyleden de dünya sevgisi sebebiyle ibâdetlerin tadını alıp zevkine varamaz.”
“Bunca varlık var iken bitmez gönül
darlığı.”
“Bazıları ‘dünyada mekân, âhirette iman’ der; ama doğrusu şöyle olmalı: ‘Dünyada
sağlam iman, Âhirette cennet gibi mekân.”
“Âhirette mü’mini bekleyen nimetler, güzellikler yanında, dünya
hayatı ne kadar güzel ve şâşaalı bile olsa, zindan
gibi kalmaktadır.”
“Ey insan! Dünyaya kalıbınla sahip
ol; fakat kalbini ve himmetini ondan ayır.”
“Mü’min,
dünyada, doktoru yanında olan bir hastaya benzer. Doktoru, ona faydalı olanı ve
olmayanı bilir. Hasta kendisinden zararlı bir şeyi isterse ona engel olur. Mü’minin hali de buna benzer. O, birçok şeyi arzu eder; ama
imanı, ona zararlı olan şeylere mâni olur. Ölünceye kadar, bu böyle sürer
gider.”
İki dünyalılara, iki dünyası
arasında denge kuranlara, âhiretini dünya
karşılığında satmayan akıllı tüccarlara ne mutlu!
Nedir kıyâmet? Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak,
kıyâm etmek, doğrulmak ve dirilmek anlamında olan kıyâmet; İslâmî literatürde,
evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile, ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması
olayına verilen addır. Kıyâmet, cisimlerin ister kendi
parçaları arasında, ister diğer cisimlerle arasında var olan uyumun, nizam ve
birliğin kalkmasıdır. Bir kaostur, yıkımdır kıyâmet. Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi, tek yönlü
maddî ihtiyaçlarının hizmetindeki bir insan, kıyâmeti yaşıyor demektir; İnsanın
kıyâmeti, inancın kıyâmeti, hakikatin kıyâmeti... Hem namazda kıyâmı, hem de namaz gibi görev olan küfre ve şirke karşı
kıyâmı gerektiği gibi yerine getirmeyenlerin âkıbetidir kıyâmet. “Kıyâm et” emrini uygulamayanların dünyevî cezâsıdır
“kıyâmet”.
Hadis rivâyeti olarak
değerlendirildiği halde, hadis olmadığını tesbit
ettiğimiz, ama anlamına katılarak bu konuya uygun yorumladığımız bir söz
vardır: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklar.” Sanal bir hayatta, yaşadığını
sananların rüyalarıdır bugünün dünyası. İnsan, içinde yaşadığı çevreyi
katletti, mahvetti; kendisi de o çevrenin, o doğanın bir parçası olduğunu
düşünmedi; kendisi de mahvoldu. İçinde yaşadığı toplumu ve kendini (fıtratını, mânevî hayatı) insanın kendi eliyle imhâ etmesi kıyâmet
değil de nedir?
Kur’an’ın kıyâmetin
dehşetinden sık sık bahsetmesinin temel hikmeti,
yaşadığımız hayatı sorgulamak, Allah’ın var ettiği dünya ve içindekilerin
âniden elimizden çıkabileceğini, her nimetin bir sonu olduğunu, ölümün yakın
olduğunu hatırlayıp Allah’a karşı sorumluluklarımızı kuşanmaktır.
Kur'an'a göre, kıyâmetin
ne zaman kopacağını, Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Bu bilemeyenlere
Peygamberimiz de dâhildir. Kıyâmet, ansızın
kopacaktır. "Sana kıyâmetten sorarlar: 'Gelip
çatması ne zamandır?' derler. Onu zikretmek, ne zaman geleceğini bilmek nerede,
sen nerede?" (79/Nâziât, 42-43).
"Sana Kıyâmet saatinden, onun ne zaman gelip
çatacağından soruyorlar. De ki: 'Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun
vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size
ansızın gelecektir.' Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar.
De ki: 'Onun bilgisi ancak Allah'ın katındadır' ama insanların çoğu (bunu)
bilmezler." (7/A'râf, 187)
Kıyâmetin alâmetleri, değişik biçimde ortaya
çıkmıştır, ama farkında olmadan kıyâmeti yaşayan kimsenin bunları anlaması
kolay olmayacaktır. Kıyâmetin hâlâ alâmetlerini
bekleyenler, onun ansızın kopacağını bilmeyenler veya bilmek istemeyenlerdir. Kur'an'ı okuyanlar bilirler ki, onun alâmetleri çoktan
gelmiştir. "Onlar, kıyâmet zamanının ansızın
gelip çatmasından başka bir şey mi bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri
gelmiştir/belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye
yarar?" (47/Muhammed, 18). Ansızın kopacak kıyâmetin
Kur'an'da belirtilen tek alâmeti olarak
değerlendirilen ayın yarılması da gerçekleşmiştir. Kur'an,
kıyâmetin yaklaştığını ve alâmet olarak ayın
yarıldığını çok net biçimde ve mâzî sîgasıyla
açıklar: "Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı." (54/Kamer, 1). Kıyâmetin kopmasına bir göz açıp kapama kadar bir zaman
kalmıştır, hatta belki bundan daha da yakındır: "Göklerin ve yerin gaybı Allah'a âittir. (Kıyâmet)
saatinin durumu ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan başkası
değildir." (16/Nahl, 77).
Bütün bu Kur'ânî hakikatlere
rağmen, Hz. Peygamber (s.a.s.)'den kıyâmetin
alâmetleri hakkında çok sayıda rivâyet, hadis kitaplarını doldurmuştur.
Bunların tümünü, sahih olmadıkları iddiâsıyla
reddetmek doğru olmasa gerektir. Ama bu hadislerin Kur'an'a
arzedilmesi gerekir. Kur'an'ın
bazı âyetlerinin müteşâbih
olduğunu biliyoruz (3/Âl-i İmrân, 7). Müteşâbih,
anlam yönüyle birbirine benzeyen, mânâsı kapalı,
birçok anlama gelebilen, yorumunda güçlük çekilen demektir. Âlimlerin çoğu, Kur'an'da bahsedilen kıyâmet ve
ahvâlini müteşâbih olarak değerlendirirler. Kıyâmet alâmetleri olarak hadis rivâyetlerinde belirtilen
hususlar da müteşâbihtir. Müteşâbihlerin
tek bir tefsiri olmaz, farklı te'villeri/yorumları
olabilir, esas anlamını da ancak Allah bilir (3/Âl-i
İmrân, 7).
Hadis rivâyetlerinin zâhirine
takılıp kalan ve Kur'an'ın kıyâmet konusundaki
mesajını göz ardı eden Osmanlı'nın son devir mollaları, olanca zulüm ve
tuğyânı, sadece "kıyâmet alâmeti" olarak değerlendirmiş, son
alâmetlerden olduğu yaklaşımıyla "başımıza taş yağması yakındır"
diyerek eli-kolu (ve dili) bağlı gibi beklemeye başlamıştır. Halbuki,
kıyâmetin çok yakın olduğunu ve alâmetlerinin geldiğini zâten Kur'an çok önceden belirtmişti. Küçük-büyük
alâmetlerin ortaya çıkıp çıkmadığını tartışmak yerine, kıyâmet kopmadan, -ki bugün bile kopabilir, kopmayacağını hiçbir Kur'an talebesi/bağlısı iddiâ edemez- Kur'an'ın
yüklediği bireysel ve toplumsal görevlerimizi yerine getirmek gerekir. Hadis rivâyetlerinde kıyâmet alâmetleri olarak belirtilen müteşâbihlere dalıp onları zâhirlerine göre
değerlendirerek, büyük alâmetlerinin çıkmadığı anlayışıyla kıyâmeti çok
uzaklara ertelemek, "kalplerinde eğriliğin bulunması" ve "fitne
çıkarma" (3/Âl-i İmrân, 7) riski ile karşı karşıya gelmek demektir.
Kimilerinin hadis zannettiği meşhur bir söz vardır: “İzâ mâte’l-insânu
fekad kamet kıyâmetuhû;
İnsan öldüğü zaman, onun kıyâmeti kopmuştur."
Diğer insanların kıyâmeti artık onu
ilgilendirmeyecektir. Ölüm de her an gelebileceğine göre, kıyâmetin
zâhirî alâmetlerinin tümünün çıkmadığını sanıp kıyâmetin daha kopmayacağını
düşünmek, şeytanın vesvesesine kapılmaktır. Zâten
ölüm, küçük bir kıyâmet olduğu gibi, uyku da küçük bir ölümdür: Kur'an'da uyku, ölümle eş anlamlı gibi kullanılır. Bir âyet-i kerimede, "Allah ölümleri ânında nefisleri
vefat ettirir; ölmeyenleri de uykularında; üzerlerine ölüm hükmünü verdiğini
tutar ve diğerini belli bir ecele kadar salar. Düşünen bir kavim için bunda âyetler vardır." (39/Zümer,
42) buyurulmaktadır. Demek ki ölümle uyku bir bakıma
aynıdır; çünkü uykuda, nefis/rûh, bedenden kısmen
ayrılır; en azından, şuur olarak bedenin farkında değildir. Ölümde ise bu
kopuş, bütün bütündür. Bu yüzden, "uyku, ölümün yarısıdır." Ölüm de,
insan rûhu için yeryüzündeki sürenin dolması ve rûhun
bedenden sıyrılmasıdır.
Hayatın aslı, rûhun
hayatıdır; mânevî hayattır. Bitkisel ve hayvansal hayat, dünya hayatıdır; ama
bu hayat içinde rûhun/gönlün hayatı da yaşanabilir. Bu
ise, kalbi günahlardan uzak tutma, tefekkür ve ibâdetlerle
mümkün olur. Rûhî/mânevî hayattan uzak olup yalnızca
dünya hayatını yaşayanlar aslında birer ölüdürler. Eşyanın dış yüzüne ve
hayatın zâhirine takılıp kaldıkları için, olayların ve
eşyanın gerisindeki hakikati göremedikleri için, kâinatta her bir şeyde açık
seçik olan İlâhî tecellîleri göremedikleri, İlâhî mesajı alamadıkları için
ölüdürler. Peygamberler, bunlara diriltici nefeslerle gelirler. Bu yüzden, Kur'ân-ı Kerim'de, "Ey iman edenler! (Rasûlullah,) sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı
zaman, Allah'a ve Rasûlü'nün çağrısına koşun..."
(8/Enfâl, 24) buyurulur. Âyette, iman edenlere seslenilmesi, imanın bir hayat emâresi
olmakla birlikte, asıl hayatın "rûhun ve kalbin hayat derecesi"
olduğunu, buna ulaşmanın ise iman içre iman gerektirdiğini hatırlatmak için olsa
gerektir.
Hayat,
asıl itibarıyla kalbin hayatıdır, rûhun hayatı olduğu
gibi; insanın asıl ölümü ve dirimi dünyadadır. Ölüm, hiçbir zaman, anladığımız
şekilde "ölmek" değil; gerçekte "dirilme"dir,
hayat bulmadır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra,
insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici
ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten ibârettir.
Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe kavuşur ve
"sıla"sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini yaşar,
özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı bir dirilmeyi
tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Bu gerçek hayatta artık
yeni bir değişme, yani ölüp yeniden dirilme gibi şeyler söz konusu değildir.
Dünyada ölü kaldıktan sonra ölümle dirilme, azâba,
ateşe dirilmedir; dünyada diri olanlar ise, daha bir diriliğe, daha güzel,
sürekli, kalıcı bir canlılığa adım atarlar. Kur'an
bunu, "Muhakkak ki âhiret yurdu, gerçekten
baştanbaşa hayattır, eğer bilselerdi." (29/Ankebût,
94) şeklinde ifâde etmektedir.
Peygamberlerin getirdiği hayat
verici nefeslerle dirilemeyenler, Kur'an'ın
deyişiyle, ölüdürler, kabirdedirler (kıyâmetleri
çoktan kopmuştur onların). Kur'an'da: "Sen ölülere duyuramazsın!"
(30/Rûm, 52); "Sen kabirdekilere duyuracak
değilsin!" (35/Fâtır, 20) buyrulur.
Böylelerinin ruhları silinmiş, kalpleri kararmış, dolayısıyla kalplerinin duyma
(sem'a) ve görme (basar) güçleri yok olmuştur.
Peygamber (s.a.s.)'in çağrılarını duymadıkları gibi, çevrelerinde
mutlak gerçeğin işaretleri ve görüntüleri olarak cilvelenen sayısız âyetleri de görmezler; olanlardan ders almazlar, dünya
hayatına nasıl gelinip bu hayattan nasıl göçüldüğüne dikkat etmezler;
yeryüzünde gezip öncekilerin bıraktıkları konusunda düşünmezler, kâinatın
muhteşem âhenk ve düzeni onlar için hiçbir şey ifâde etmez. Böylesi diriltici
unsurlar karşısında kaskatı ölü kesilenler için son dirilme çaresi, artık
ölümdür (Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar,
Kırkambar Y. s. 237).
Hayat; iman, hicret, cihad ve şehâdettir. Kâfirler gibi canlı cenâze
olmak, hayat süren leş konumunda bulunmak değildir. Esas hayat, rûhun hayatıdır, imanın can kafesinde ölü gibi kalması
değil, sahibini ve toplumu diriltmesidir. Hayat, Allah’ın ve Rasûlünün bizi çağırdığı esaslara uymaktır. Bugün
yaşananlar, bu ölçüler içinde hayat sürmek değil; ölü olduğunu bile
hissetmeyecek kaosu, kıyâmeti yaşamaktır. Maddî hayat
yönüyle ölenler, öldüklerinin, yani kendi kıyâmetlerinin
koptuğunun farkındadırlar. Ama mânen ölmüş, kendi
kıyâmeti kopmuş kimseler, öyle dehşetli bir kıyâmet içindedirler ki,
kendilerini canlı sanmaktalar. Toplumun mânevî
kıyâmeti, o toplumdaki bireyleri de kuşatır: “Bir de öyle bir fitneden
sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirâyet ve
hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azâbı
şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25)
İnsan, bazı ölüleri yaşıyor
zanneder, bazı yaşayanları ölü zannettiği gibi. "Allah yolunda
öldürülenlere (şehitlere) 'ölüler' demeyin. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz
onu hissedemez, anlayamazsınız.." (2/Bakara,
154). "Bil ki sen, ölülere işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta
olana, sağırlara da dâveti duyuramazsın." (27/Neml, 80)
Hadis külliyâtları, Kıyâmet'ten
önce ortaya çıkacak alâmetlerden söz eden çok sayıda hadis rivâyeti ihtivâ
eder. Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi
dönemde dinî duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması, İslâmî kurallara
gereken önemin verilmemesi, ibâdetlerin terk edilmesi, ahlâksızlığın çoğalması
biçiminde kendini gösteren kıyâmet alâmetlerinin tümünün ortada olduğunu,
çoktan insanı kasıp kavurduğunu görüyoruz. Hadis rivâyetlerinde
kıyâmet alâmetleri olarak sayılan, yukarıdaki ifâdelerin dışında şunları
görüyoruz: İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları, insanların ölümü
temenni etmeleri (ve intihar arzusu), ikisi de hak iddiasında bulunan iki büyük
İslâm ordusunun birbiriyle savaşması, İslâmî ilimlerin ortadan kalkması,
cehâletin artması, depremlerin çoğalması, zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün
eşit olması (zamanın bereketinin gittiği bir koşturmaca ve elektrik aydınlığı
ile gecenin gündüz gibi olması), cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur
etmesi, yahûdilerle müslümanların
savaşmaları (Filistin'de fiilen ve dünyanın her tarafında fikren), zinânın
açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin
azalması (özellikle çarşı pazarda)... Bütün bunların yaşanılan vak'a olduğundan yola çıkarak kıyâmetin
de koptuğunu söyleyebiliriz. Çünkü bunlar, toplumsal âfetlerdir.
Bu problemler, toplumların kıyâmetidir. Bu özellikler,
huzursuzluğun, fitnenin, kaosun, kokuşmuşluğun
belirtileridir. Bunları yaşayan toplum, kıyâmet
dehşeti yaşıyordur. Kıyâmet dehşetiyle bin kere
ölmüştür de cenâzesini kıldıran yoktur. Kıyâmetin ne
zaman kopacağını bilmeyen, hatta kendi yaşadığı zamanda bile kıyâmetin
kopmayacağından emin olmayan bir peygamber, toplumun kıyâmetini çok belîğ bir
şekilde anlatmış olur bu alâmetlerle. Osmanlı, son demlerinde, ölüm döşeğindeki
"hasta adam"a benzetilirdi; şimdi onun devamını adam yerine koyan
olmadığına göre çoktan öldü o. Osmanlı, "kıyâmet
alâmeti" olarak dillendirilen bu toplumsal mikropları, tedbirsizlikten
dolayı bünyesine bulaştırdığı için hastalandı. Onun çocuğu bu belâlara ilâç
diye sarıldığı için kıyâmeti her an yaşamakta. Gerçek kıyâmetin dehşeti bir anlık iken; toplumsal kıyâmet, her an
dehşet saçmaktadır.
Kıyâmetin büyük alâmeti olarak kabul
edilenler de, Kur'an'a arzedilerek,
müteşâbih olduğu unutulmadan te'vil
edilebilir. Bu, Kur'an mesajına daha uygun olur. Âl-i İmrân 55. ve Mâide, 117.
âyetine göre Hz. İsa’nın bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsa’yı
başkaları öldürmemiş, Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun mânevî derecesi, Allah’ın katına çıkan, onun rûhudur. Zâten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın huzuruna çıkar,
O’ndan ikram görür. Hz. İsa’nın vefatını haber veren âyetleri,
âhad haberlere dayanarak te’vil
etmek yerine, bu hadisleri te’vil etmek daha
doğrudur. Bu hadisler şöyle te’vil edilebilir:
İsa’nın rûhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha
yaşayacaktır. Fakat kıyâmetten önce bu rûh, yani İsa
ümmeti, İslâm’a dönecektir. Bu hadislerden, hıristiyanların
bir gün müslüman olacakları değerlendirilebilir. Said Nursi bu kanaattedir (Bkz.
Şualar, 5. Şua, s. 459-471; Lem'alar,
s. 112). Meşhur müfessirimiz Elmalılı Hamdi Yazır da
yaklaşık bunu söylemektedir (Bkz. Hak Dini Kur’an
Dili, Eser Y. c. 2, s. 1112-1114). Yalnız, kıyâmet alâmetleri konusunda ihtiyâtı elden bırakmamalı, bu
ve benzeri her çeşit yorumların da beşerî çıkarımlar olduğu, yanlış olma
ihtimalinin bulunduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. Her şeyin en doğrusunu bilenin
Allah olduğu ve gayb bilgisinin ve özellikle kıyâmet ilminin sadece O'na âit olduğu unutulmamalıdır.
Bir peygamberin dini (O'nun tebliğ ettiği esaslar)
yaşadıkça, kendisi mânen yaşamaktadır. İsa (a.s.)’nın fikriyâtını yahûdiler öldürememişlerdir. Bilâkis
onun tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe egemen olmuştur.
Onun rûhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa
bile, mânen Hz. Muhammed (s.a.s.)’in fikriyâtını benimseyecek, onları
uygulayacaktır. Bunlar, görünürde hıristiyan olsalar
bile, uygulamada İslâm’ın özüne mensup olacaklar veya bunlar, tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a döneceklerdir. Bu, "güneşin
Batıdan doğması"dır. Nitekim, giderek ivme
kazanan bir hızla Avrupa ve Amerika’da İslâm’ın sesi soluğu duyulmaya
başlamıştır, Afrika ve Amerika’da İslâm süratle yayılmaktadır. Bush adındaki
deccalın Sharon deccalına yardım için Ortadoğuda müslüman avına
çıkmasının asıl sebebi budur. İslâm, olduğu gibi anlatıldığı, hele örnek olacak
şekilde yaşandığı takdirde, dünyanın her yerinde ve Batıda tek Hak dinin hâkim
duruma geçeceği şüphesizdir. Bu gün değilse yarın; işte bu, Hz. İsa’nın rûhunun dirilmesi, onun mesajının hâkim
olması, onun Muhammed ümmetine tâbi olması (hizmet etmesi), haçın kırılıp
domuzun öldürülmesi demektir. İslâm, kıyâmete
kadar bâkî olacak hak dindir. Onun güçlenmesine yardım eden, bu uğurda canını fedâ etmeğe hazır olan her müslüman,
İsa’dır, Mesih'tir, Mehdîdir, İmamdır. İslâm düşmanları
ve onların hakkı bâtıl, bâtılı da hak gösteren
araçları (özellikle televizyonun bu amaçla kullanılışı) da Deccâl
ve onun silâhlarıdır.
Bırakalım artık yarınların hayaliyle
oyalanmayı. "Kıyâmet ne zaman kopacak? Onun
alâmetleri nelerdir?" diye sormak yerine; "ölüme, kıyâmete,
ondan sonrasına hazır olup olmadığımızı" kendi kendimize sormamız gerekmez
mi? Dünyaya bir daha gelip de eksik ve hatalarımızı telâfi etme şansımız
olmadığına göre, yaşadığımız günün her ânını değerlendirmeli ve “gün bu gündür!”
diyerek, ebedî saâdeti kazanmaya çalışmalıyız.
İsa veya Mehdi bekleyerek kendi
üzerine farz olan görevleri, kurtarıcılara havâle edip
ertelemek, Allah erine yakışmaz. Biz, İslâm’ı yaşayıp çevremize hâkim kılmaya
çalışalım. Gerisi bizi fazla ilgilendirmemelidir. Allah da zâten
bizi bazılarını beklemeye çağırmıyor. Her şuurlu müslümanın
hidâyete götüren, hidâyet veren anlamında en büyük "mehdî"
olan Kur’an’a uyması kurtuluş için
yeterlidir. Her tebliğcinin de, mânen ölmüş canlı
cenaze durumundakilere İsa nefesiyle hayat vermeye gayret etmesi
gerekmektedir. Kurtarıcı beklemeyi bırakıp kendimiz kurtarıcı olmaya çalışmalı,
böylelikle hiç değilse kendimizi kurtarmanın yolunu bulmalıyız. O zaman "deccal"lar
da bize zarar veremeyecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olduğunuz müddetçe dalâlette olanlar
(sapıklar) size zarar veremez.” (5/Mâide,
105)
Kıyâmetin ikinci aşaması; ölen tüm insanların
yeniden dirilerek ayağa kalkması, kıyâm etmesidir. "Emr-i
bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker"
adındaki kalk borusunu, "kıyâm et" emrini
veren dâvetçi İsrâfiller, inşâAllah toplumu İsa
nefesleriyle yeniden diriltecek ve Allah'ın izni ve yardımıyla topluma ba'su ba'de'l-mevti
yaşatacaklardır.
Hz. İsa, rûha önem verilmeyen yahûdileşmiş bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme
yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Bazı ölüleri Allah’ın izniyle diriltme,
hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte
günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri ihyâ eden
İsa nefesli müslümanlara ihtiyaç var. Böylece
emperyalistlerin katı kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî/mânevî
özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin;
ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve mânevi/rûhî hastalıklar iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler
açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar
eşyaya Allah’ın nûruyla bakabilsin. Sadece görünenleri değil, perdenin
arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi
şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa’nın gökten inmesini beklemeye
lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz. Mûsâ’nın asasına,
Hz. Muhammed’in Kur’an’ına mirasçı sensin. Kurtuluş
istiyorsan, kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem
toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman!
Son söz: Her şeyin en doğrusunu bilen yalnız Allah'tır.
Kur’an’ın Yamyamlık Diye Tanımladığı Gıybet: Birinin, herhangi bir müslüman kardeşinin arkasından, duyduğu zaman onun hoşuna
gitmeyeceği (bedeninde, yaratılışında, soyunda, işinde, sözünde, dininde,
dünyasında, elbise, ev veya bineğinde ya da aile fertlerinde bulunan eksiklik
veya kusuru belirten) sözler söylemesi gıybettir. Bu târif,
bizzat Peygamberimiz tarafından yapılmıştır (Müslim, Birr 23; Ebû Dâvud, Rikak
6; Tirmizî, Birr, 23). Bu hareket ister açık ifâdeli sözlerle yapılsın, ister
kinâye ve işaretler ile, isterse yazı vb.
araçlarla yapılsın her şekli ile haramdır. Yine bu davranışın gıybeti yapılan müslümanın hayatında yapılmasıyla, ölümünden sonra
yapılması arasında da haramlık yönünden bir farklılık yoktur.
“Ey iman edenler! Zandan çokça
kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın.
Biriniz diğerinizi gıybet etmesin/arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş
kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde
Allah’tan korkun.” (49/Hucurât, 12).
İnsan
onurunun, kişinin kanı ve eti gibi olduğuna işaret eden bu âyetten
anlaşılmaktadır ki, gıybet eden kimse, bu davranışıyla kardeşini mânen öldürmüş
gibidir. Onun gerçek hayatı olan kişiliğine, onur ve haysiyetine dil uzatarak
izzet ve şerefini yok edip öldürmeye çalışmıştır. Bir müslüman
kardeşi hakkındaki bu suçu diliyle yaptığı ve ağzına haram olan bir şey aldığı
için, bu durum “ölü kardeşinin etini yemek” sayılmıştır. Yamyamlıktır bu.
Yamyamlar bile, açlık gibi bir ihtiyacını gidermek için başvurdukları bu
çirkinliği, çevresindeki yakınlarına, kardeşlerine yapmazlar. Zarûret gibi bir ihtiyaca dayanmadığı ve kişinin kendi din
kardeşine karşı yaptığı bu medeniyetten uzak vahşi tavır, yamyamların bile
tiksindiği daha büyük bir yamyamlık olarak değerlendirilmelidir. Böyle
bir vahşete tepki göstermeyip seyirci kalmak, bu cinâyete
ortak olmaktır.
Allah Teâlâ gıybeti "Ölmüş kardeşinin etini yemeye"
benzetmekle bu hareketin son derece çirkin olduğunu tasvir etmiştir. Leş etinin
yenmesi bizatihi nefret ettiricidir. Hele bu et, bir de, hayvan eti değil,
insan eti olursa... Hatta herhangi bir insanın değil de bizzat kendi kardeşinin
eti olursa işin daha büyük çirkinliği düşünülmelidir. Dahası, bu benzetmeyi
soru biçiminde ortaya koyarak Allah Teâlâ insan
üzerinde daha fazla tesir yaratmıştır. Böylece her şahsın kendi vicdanından
sorarak ölmüş kardeşinin etini yemeye râzı olup
olmayacağına kendisinin karar vermesini dilemiştir. Nasıl onun tabiatı bu ölmüş
kardeş etinden tiksiniyorsa, bir mü'min kardeşinin
bulunmadığı ve kendini savunacak bir durumda olmadığı sırada, onun şeref ve
haysiyetiyle oynanmasını hoş karşılayamaz.
Bu İlâhî
buyruktan, gıybetin haram oluşunun asıl sebebi, gıybet edilen kişinin kalbinin
kırılması, incinmesinden çok, herhangi bir kişinin yokluğunda
çekiştirilmesinin, arkasından kötülenmesinin bizâtihî
haram olduğu anlaşılmaktadır. Artık o kişinin bu gıybetten haberi olsun veya
olmasın ve bundan üzüntü duysun ya da duymasın önemli değildir. Ölmüş insanın
etinin yenmesi, ölüye eziyet verdiği için haram kılınmadığı meydandadır. Bîçâre kişi öldükten sonra birinin kendi leşini
parçaladığını bilmez, hissetmez. Ama son derece çirkin olan, bu hareketin
bizzat kendisidir. Aynen bunun gibi gıybeti yapılan kişi, hakkında
söylenenlerden haberi olmazsa ve hayatı boyunca da kim, nerede, ne zaman kendi
haysiyetiyle uğraşıp başkalarının onu zedelediğinden dolayı da kendisine en
ufak bir eziyet ve ıstırap ulaşmayacaktır. Fakat onun şeref ve haysiyetine ne
olursa olsun bir leke sürülmüş olacağından gıybet, kendi türü içinde ölmüş
kardeşinin etini yemekten farklı değildir.
Küçük
insanlar kişilerle, büyük insanlar fikirlerle uğraşırlar. İman ve kültür
yönüyle zayıf insanlar, hayırlı faâliyetlerle
vakitlerini değerlendiremedikleri için böylesine zararlı meşgalelerle,
dillerine doladıklarını ve daha çok da kendilerini yıpratırlar. Konuşulan
olumsuz her söz kanatlanır, dolaşıp durur, bir gün gelir aleyhinde konuştuğuna
gelip konar. Gıybetin yaygın olduğu yerde kardeşlik ilişkileri olmaz. Gıybet ve
kovuculuk insanları birbirinden kaçırır, kalpler arasına bir soğukluk,
kızgınlık ve ayrılık sokar. Bunun için Allah Rasûlü: "Birbirinizi
çekiştirmeyin, Allah'ın kulları kardeşler olunuz." (Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. 12/154) buyurmuştur. Gıybet
ve benzeri tavırlar, toplum fertlerinin birbirlerine güven duymasına ve toplum
huzuruna zarar verir. Gıybetin ardında kin, kıskançlık, sûi
zan, gurur, aşağılık duygusu, kendi kusurlarını örtbas etme endişesi gibi mânevî hastalıklar vardır. Psikolojik hastaların başvurduğu
bu saldırgan tavırla insan, muhâtabını hastalıklı ilân
ederken, aslında kendi rûhî hastalığını topluma bulaştırmak istemektedir. Psikososyal ve bulaşıcı bir âfet
olan, giderek toplu imhâ silâhına dönüşme meyli gösteren gıybet, psikolojik bir
savaştır. Ama mertçe değil, kalleşçe yapılan bir savaştır, daha doğrusu bir
saldırganlıktır bu. Çünkü muhâtapla yüz yüze gelmekten
korkan kimsenin, kardeşinin yokluğunda nâmertçe, alçakça yaptığı bir hücumdur
gıybet. Bu iç savaşta saldırganın da, en az saldırılan kadar hasara uğrayacağı
bilinmelidir. Kardeşin onuru, izzeti nişan alınarak atılan her kurşun, bumerang
gibi mutlaka atan kimseye geri dönecektir. Kısa bir zaman içinde gıybet
kurşunu, dünyada dönüp ateş edeni bazen bulmuyorsa bile, mutlaka âhirette dil silâhından çıkan bu kurşun, atanın kendi
kalbine isâbet edecektir. “Birbirinizi sevmeden
iman etmiş olamazsınız!” nebevî fermânına rağmen
gıybet eden kimse, din kardeşliğine dayanan sevgiyi öldürmekte, dolayısıyla
kendi imanına zarar vermektedir. Bir yerde gıybet varsa, kardeşlik ve sevgi,
dolayısıyla kâmil iman ve takvâ orada
barınamaz.
Müslüman,
kendisi için istemediği bir davranışı, din kardeşi için de istememelidir.
Kendisini, gıybet ettiği kimsenin yerine koyan, onun duyacağı acıyı kendi
benliğinde hisseden kimse, böyle bir yamyamlığın çirkinliğini daha iyi anlar.
İnsan, kendi onuru kadar din kardeşlerinin de şeref ve haysiyetini önemsemek
zorundadır. Bırakın kardeşinin izzetine saldırmayı, başka biri ona saldırmaya
kalksa, aynen kendisine yapılan saldırı gibi görüp kardeşinin onurunu savunmak
zorundadır mü’min. Müslümanlar, bir vücudun organları
gibi uyum içinde ortak davranışlar sergilemeli, birbirlerinin eksiklerini
tamamlamalıdır. İnsandaki bir “el”in, aynı vücudun parçası olan “göz”ü çıkarmak
için şiddetle dürtmesi, aynı vücudu paylaştıkları “kalb”e
öldürücü bir âletle saldırısı ne ise, ümmet adı verilen sosyal vücudun
parçaları olan müslüman bireylerin birbirlerinin
gıybetini yapması da odur. Bu tür tavırlar, aynı dinin fertleri olan bireylerin
kardeşlerine karşı cinâyet işlemesi olduğu gibi,
benzer suçu yapmasına muhâtabını bilinçsiz de olsa kışkırttığı için, aynı
zamanda intihardır bu. O yüzden kul hakkının ihlâl edilmesi demek olan gıybet,
ümmet bütünlüğüne ve kardeşlik hukukuna darbe vuran büyük bir suçtur. Başta
gıybet, dedikodu, yalan, iftira, gurur, kin, haset gibi kötü huylar, hep müslümanların kardeşliğine zarar verdiği için bizi bizden
fazla seven Rabbimiz tarafından bizim iyiliğimiz için yasaklanmıştır.
Haram
hükmünün dışında kalan gıybetler ancak şu şekilde olanlardır: Birinin
arkasından veya öldükten sonra onun kötülüğünü söylemek şeriat nazarında doğru
bir mecburiyet halini almışsa ve bu mecburiyet gıybet olmadan yerine gelmiyorsa
ve bu gıybet yapılmayınca gıybete nispetle çok daha büyük bir kötülük ortaya
çıkacaksa bu gıybetin haramlılığı ortadan kalkar. Gıybet, ancak şer'an doğru bir maksat için gerektiği durumda ve o gıybet
olmadan o gereklilik ortadan kalkmadığı takdirde câizdir.
Zulme uğrayan kişinin şikâyeti, ıslah edebilecek kişiye o kötülüğe engel olması
için anlatılması, fetvâ almak gâyesiyle, o kimseyle
çok önemli birlikteliği olacak kimselerin uyarılması ya da şerlerinden
başkalarını korumak gâyesiyle bel’amları, tâğutları, müfsid ve zâlimleri,
çeşitli ahlâksızlıkları yayan, takvâ ve hayâ eksikliğiyle insanlardan
çekinmeden açıktan fısk ve haram işleyenleri, çarpık din anlayışına sahip olanları, başkalarını
onların zararından korumak için anlatmak haram olan gıybet hükmüne girmez.
Bu istisnâî durumlar dışında birinin arkasından çirkin söz
söylenmesi kesin olarak haramdır. Bu çirkin söz doğru ise gıybettir, yalan ise iftirâdır, iki kişiyi birbirine düşürmek için ise
düzenbazlıktır. Şeriat bu üçünü de yasaklamıştır. Gıybeti tasdik etmek de gıybettir.
Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur. İslâm toplumunda bir müslümanın, yanında başka birinin gıybetinin yapılmasını,
yalan yere töhmet altında bırakılmasını sessizce dinlemesi doğru değildir, onu
derhal reddetmesi, gücü yetmiyorsa gıybet edilen yeri terk etmesi gerekir.
Hiçbir şer'î mecbûriyet olmadığı halde birinin mevcut
kusurlarının ortaya dökülmesinin günah olduğunu ve bu hareketi yapanların
Allah'tan korkarak böyle haramlardan uzak kalmalarını telkin ve tebliğ etmesi
gerekir. Gıybet, insanın sevaplarının azalmasına, başkasının günahlarının
kendine verilmesine sebep olur.
Gıybetten kurtulmak
için şunları düşünmeli: Gıybetin zararını düşünmeli! Gıybet sebebiyle, sevaplarının gideceğini,
hatta gıybet ettiği kimsenin günahlarını da yükleneceğini bilmelidir. Gıybet,
dünyada da alında bir kara lekedir! Kendine dedikoducu dedirtmemelidir. Bir
kimse, başka birine kırgınsa, onu kötülemeye çalışır, gıybetini eder. Başkasına
kızıp da kendini Cehenneme atmanın ahmaklık olduğunu bilen, gıybet etmez.
Gıybet etmekle, ona zarar vermiş olmaktan daha çok zararı kendine veriyor,
dünyevî ve uhrevî büyük felâketlere atılıyor. Üstelik sevmediği kişinin günahlarını
alıp, yerine kendi sevaplarını ona veriyor. Bazen topluluktakileri memnun
etmek, onları güldürmek için gıybet edilir. İnsanları memnun etmek için, Allah Teâlâ’nın gazabına mâruz kalmayı
istemek ne kadar yanlıştır. Gıybet eden, övülmeyi, herkesin kendisinden
bahsetmesini ister. Bu bakımdan kendini övmek için dolaylı yolları seçer.
Meselâ, kendisinin cömert olduğunu bildirmek için, “falanca çok cimridir” der.
Eğer böyle gıybet edeni dinleyen, akıllı birisi ise, kendini bu şekilde övene
hiç değer vermez, onun değersiz olduğunu anlar. Bunları dinleyen akıllı değil
de, câhil, ahmak birisi ise, gıybet ettiği için ona
değer verse, ne çıkar? Gıybetçinin kazancı ne olur?
Başkalarını gıybet
edip kusur araştıran kimse, kendi kusurlarını göremez. Biz, kendi ayıplarımızın
ortaya dökülmesini, rüsvay olmamızı istemediğimiz
gibi, başkaları da kendileri için bunu istemez. Sen arkadaşının ayıbını
örtersen, Allah da senin ayıbını örter. Sen başkasının ayıbını açarsan, senin
ayıplarını da açan çıkar, rezil olursun. Kendi kusurlarını araştıran ve
bunların çaresini düşünerek başkasının kusurlarıyla gereğinden fazla uğraşmayan
kişi, sâlih/iyi insandır. Mü’min,
öncelikle kendi hata ve ayıplarını görüp onları düzeltmeye çalışan, böylece
Allah’ın hayır dilediği kimsedir. Münâfık ise, kendi
hata ve ayıplarını görmek istemeyen ya da önemsiz gören kimsedir. Kişi kendi
noksanını bilmek gibi irfan olmaz. Nefsimizi gıybet ve diğer günahlardan
temizlemeye çalışmak cihaddan bir şûbe
kabul edilmiştir. Kıskanç kimse, mal sahiplerini kötüler. Sözgelimi, “filan
kimsenin malı çok, ama yemesini bilmez, cimrinin biridir” der. Böyle
söylemekle, gıybet edilenin malı azalmayacaktır, ama kıskançlık ateşi,
gıybetçiyi yakıp kavuracaktır. Üstelik, gıybet
günahına girdiği için sevaplarını sevmediği kimseye vermeye mahkûm olacaktır.
Kur’ân-ı Kerim, söze çok önem verir. Bu
ehemmiyeti, söz ve konuşma anlamına gelen “kavl”
kelimesinin her dört âyette bir kullanılmasından da
anlayabiliriz. “Kavl” ve türevleri, Kur’an’da tam 1721 yerde geçer. Sözlerin en güzeliyle
konuşmayı emreden Kur’an, insanın açık düşmanı olan
şeytanın insanların arasını bozmak için kötü ve çirkin sözlerden yararlandığını
belirtir ve güzel olmayan sözleri yasaklar (17/İsrâ,
53). Çirkin ve kötü söz; şirk ve küfür lâfızları başta olmak üzere,
arkadan çekiştirme (gıybet), söz taşıma, jurnal etme, yalan, iftira vb.
sözlerdir. Bunlar, insanın içinden geçebilirse de başkasına açıklamak ve
söylemek câiz değildir. Bir kimse başkasına bir
kötülük, bir haksızlık yaptığında, bunu başkasına söylemek de kötü söze girer;
ancak, kötülük ve haksızlık gören kimse, ya ıslah etmek yahut da suçlunun ceza
görmesini sağlamak maksadıyla bunu açıklamak mecbûriyetindedir
(4/Nisâ, 148).
Kur’an’da Allah, güzel sözü, güzel ağaca
benzetmiştir (14/İbrâhim, 24). Çünkü güzel sözün
meyvesi güzel amel; güzel ağacın ürünü de faydalı meyvedir. Bu âyetteki güzel sözden maksadın “lâ ilâhe illâllah”, güzel
ağacın da “mü’min” olduğuna dâir İbn
Abbas’a dayanan bir tefsir rivâyet edilir. Bu tevhid
kelimesi, dışta ve içte daima güzel amellerin meydana gelmesine sebep olur.
Allah’ın râzı olacağı her güzel iş, bu kelimenin
meyvesidir. Kötü söz, pis bir ağaca benzetilir (14/İbrâhim,
26). Çirkin söz, rüzgârın şuraya buraya savurduğu köksüz, hafif, yararsız,
hatta zararlı ota benzer. Kötü kelime, İbn Abbas ve
müfessirlerin çoğuna göre, başta Allah’ı inkâr olmak üzere dinin kötü ve haram
saydığı tüm sözlerdir. Çirkin söz, ruha zararlı olan köksüz, dikenli
ağaç/bitkidir. Çünkü hem söyleyenin kendisine zarar verir, hem de başkalarını
incitir, yaralar. Kötü kelime, her türlü fitnenin, fesâdın,
felâket ve musîbetin kaynağıdır. Kötü söz, hem dünyada hem de âhirette insanın felâketlere sürüklenmesine sebep olur. “Onlar
(mü’minler), boş söz işittikleri zaman, ondan yüz
çevirirler ve ‘bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun.
Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler.” (28/Kasas, 55).
İnsanların çoğunu güzel söz
söylemekten ve güzel söze icâbet etmekten alıkoyan
şeytandır. Kur’an, bize şeytanın insanları güzel söz
söylemekten uzaklaştırmaya çalışacağını; çirkin ve kötü sözlerle aralarına
düşmanlık sokmak isteyeceğini haber verir: “Kullarıma söyle: Sözün en
güzelini konuşsunlar. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın
apaçık düşmanıdır.” (17/İsrâ, 53). Nefsine uyup
da şeytanın adımlarını takip edenler için dünyevî zevkler, her türlü güzel gâyelerin üstündedir. Meselâ vicdanları onlara hata yapan
birine karşı affedici olmayı, kötü söz söyleyene karşı güzel sözle mukabele
etmeyi bildirse bile, onlar nefislerine uyup affetmemeyi veya kötü söze daha
kötüsüyle karşılık vermeyi tercih ederler. Fikirlerin değil nefislerin
konuştuğu, kibir ve hakaret dolu sözler, alaycı ve itici ifâdeler,
bir üstünlük gibi görülebilmektedir. İşte bu gibi insanlar, bencillikleri,
kendi akıllarını beğenmeleri, büyüklenmeleri ve şeytanın fısıltılarına kulak
vermeleri nedeniyle vicdanlarının sesini dinlemez, kendilerine hatırlatılan
güzel söze uymazlar. “Vicdanları da bunların doğruluğuna tam bir kanaat
getirdiği halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile
inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!” (27/Neml, 14)
Eski şeriatlarda “söz orucu”
şeklinde bir ibâdet vardı. Bu, Muhammed (s.a.s.)
ümmetinde denge üzere konuşmak şartıyla kaldırıldı. Yani, bizim şeriatımızda
susarak oruç olmamakla birlikte, konuşmada şer’î
ölçülere riâyet etmek kaydıyla dengeli olmak, az ve öz konuşmak, yani sözü
güzelleştirmek, ısrarla tavsiye edilmiştir. Zira konuşulan her sözün hesabı
verilecektir. Çok konuşmak, konuşma israfı ve söz kirliliğidir. Gıybet, iftira,
hakaret, yalan vb. şöyle dursun, boş konuşmak, yerli yersiz laf ebeliği, geyik
muhabbeti, karşımızdakinin kulaklarını rahatsız etmek demektir ki o da, kul
hakkıyla ilgili veballerin kapısını aralamaktır.
İnsana konuşma yeteneğinin veriliş
amacı, ibâdet (şükür ve zikir), hakkı söylemek ve
muhâtaba merâmı ifâde edebilmektir. Sözü yerinde kullanmak, onu tesirli
kılarken, yerli-yersiz sarf edilen söz de, etkiyi azaltır; anlatılmak istenen mânâyı daha da karmaşık duruma getirdiği gibi, o nisbette muhâtabı da sıkar. Cevâmiu’l-kelîm, yani az kelime ile çok mânâ ifâde etme, sözün vecîz
olması, Kur’an ve hadislerin edebî üslûbundan birini
teşkil etmektedir. Kur’an öğrencisi ve Rasûlullah’ın mirasçısı da bu özelliklere sahip olmaya
çalışır.
Eşyanın, yaratılış gâyesinin dışında kullanılması, onun değerini düşürür.
Bırakın, gıybet gibi haram ve kötü sözü; Kur’an’ın “levhve’l-hadis dediği, faydasız, boş sözler bile kurtuluşa
engel görülmüştür. Mü’min, dini ve dünyası için
lüzumsuz olan her türlü şeyden uzaklaşmaya çalışır. “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir; Onlar ki, namazlarında huşû içindedir; Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz
çevirirler...” (23/Mü’minûn, 1-3).
Mü’min, dini ve dünyası için lüzumsuz olan her türlü
şeyden uzaklaşmaya çalışır. Gıybet gibi zararlı sözler yanında, hayır yönü ağır
basmayan, boş sözler de, hem de “iman”a vurgu yapılarak yasaklanmıştır: “Kim
Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır
(iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya
konuşmasın, sussun!” (Buhârî,
Tecrid-i Sarih Terc.
12/131, hadis no: 1981)
Geyik muhabbetleriyle vakit
öldürdüğünü zannederken, kendi mânevî hayatını öldüren
insanların bu davranışı sol omzundaki meleğin devamlı faal olmasına sebep
olacaktır: “Ümmetimin kötüleri, gevezelerdir, enine boyuna sözü
uzatanlardır, sözlerinde büyüklük taslayanlardır. Ümmetimin hayırlıları da
ahlâk bakımından en güzel olanlardır.” (Tirmizî, Birr, hadis no: 2019). “İyiliği emir ve kötülüğü
yasaklamaktan ve Allah’ı zikirden başka insanoğlunun her sözü aleyhinedir.” (İbn Mâce, Fiten
12)
Dili, gereksiz ve boş sözlerle
meşgul etmek, insan hakkına tecâvüz sayılan gıybet,
dedikodu, iftira, yalan sözler, söyleyenin kalbini kararttığı, günaha sevkettiği gibi; dinleyeni de yanlış kararlara, hatalara ve
felâketlere sürükleyebilir. Konuşulmaması gereken yerde konuşmak, sırrı ifşâ etmek, birçok tehlikeli olayların meydana gelmesine
sebep olabilir (60/Mümtehine, 1). Allah, râzı olduğu kullarının vasıflarını sayarken şöyle buyurur: “Rahmân’ın
kulları ki, yeryüzünde mütevâzi olarak yürürler, câhiller kendilerine lâf
atarsa ‘selâm’ derler.” (25/Furkan, 63). Lüzumsuz söz ve sataşmalardan
sakınan mü’minler, böyle övülürken, bunun aksine boş
ve lüzumsuz sözlerle meşgul olanlar için de şu ikaz yapılmaktadır: “İnsanlardan
kimi vardır ki, bilgisizce (insanları) Allah’ın yolundan saptırmak ve onunla
alay etmek için eğlence (türünden boş) sözleri (lehv
el-hadisi) satın alırlar (bâtıl ve boş söze müşteri
çıkar, kıymet verirler). İşte onlara, küçük düşürücü bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki onları hiç işitmemiş,
sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak (arkasını) döner.
Onu, acı bir azap ile müjdele.” (31/Lokman, 6-7)
İnsan, inandığından, düşündüğünden
ve yaptığından başkasını söylememelidir. Yalan olur bu; hakikatin gizlenmesi
olur. Aldatma, ikiyüzlülük, riyâkârlık, münâfıklık
olur. Bu tür yalan ve yanlış sözler, ne denli süslü ve yaldızlı kelime ve
cümlelerle ifâde edilse de (şiirleşse, hikâyeleşse,
edebiyat ve sanat kostümüyle makyajlansa da) merduttur
(6/En’âm, 112; 2/Bakara, 204; 63/Münâfikun,
4). Kişi, bilerek söylediğinden sorumludur (2/Bakara, 225; 50/Kaf, 17-18); Dinlediklerinden de (17/İsrâ,
36). Yapmadığı/yapamayacağı şeyi söylememelidir (2/Bakara, 44; 61/Saff, 2-3).
Küfür, gıybet, lâf taşıma, iftira,
yanlış, yalan, çirkin söz söylemek, zaten güzel insanların işi değil. Ancak
bunun da ötesinde, boş (lâğv) söz söylemekten de nehyedilmişiz (23/Mü’minûn, 3).
Yine, mü’minlerin vasfını Rabbimız
şöyle açıklıyor: “Faydasız bir söz işittiklerinde oradan vakarla
uzaklaşırlar.” (25/Furkan, 72). Mü’min, ya hayır
söylemek, ya da susmak zorundadır (Buhârî,
Tecrid-i Sarih Terc.
12/131, hadis no: 1981). Gereksiz tartışmaları da hoş
görmüyor Rabbimız (18/Kehf,
54).
Konuşmanın kısa, öz ve anlaşılır
olmasına da özen gösterilmelidir. Bu konuda Hz. Ali (k.v.): “Çok konuşanın
hatası çok olur” diyor. Hz. Ali’nin şu sözleri de önemlidir: “Konuşmadığın
sürece söz sana tâbidir. Söyledikten sonra sen, onun mahkûmu olursun.” Çok,
gereksiz ve dikkatsiz konuşmamak demek, haksızlık karşısında susmak anlamına
gelmez elbet. Yerinde olursa söz altındır. Rabbimızın
ikazı hepimizin mâlumudur: “Hakka bâtılı
karıştırmayın. Bile bile hakkı gizlemeyin.” (2/Bakara,
42). Konuşmak gerektiğinde susmak, susmak gerektiğinde konuşmak, kişinin akıl
ve inanç zâfiyetine delâlet eder. Hele zulme ve
haksızlıklara uğrayanların, onu ortadan kaldırmak için var güçleriyle mücâdele
etmeleri gerekir (27/Neml, 221-227).
Güzel söz, güzel insanlara, kötü söz
de kötü insanlara yaraşır. Rivâyete göre, Hz. İsa, bir
gün insanlara güzel, yumuşak ve etkileyici bir dille İslâm’ı tebliğ ediyor.
Toplumun içerisinden biri, devamlı çirkin sözlerle hakaret ediyor İsa
Peygambere. Havârilerinden biri dayanamayıp: “Ey İsa!
Sen de ona söyledikleriyle mukabele et” diyor. Hz. İsa’nın cevabı çok mânidar: “Herkes torbasında olanı satar. Benim yanımda bu
var; onun yanında o.” Kuşkusuz sorulacağız her yaptığımızdan ve
söylediklerimizden; ya da yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan,
söylememiz gerektiği halde söylemediklerimizden. Kur’an
şöyle buyurur: “Sağında ve solunda birer melek, onu gözetlemekte ve
söylediği her sözü yazmaktadır.” (50/Kaf, 17-18)
Bu dünya için boş söz ve
gevezeliklerin hoş olmadığını ifâde buyuran Rabbimız, Cennette de boş sözün olmayacağını haber veriyor
(56/Vâkıa, 25). Atasözündeki ölçü de yabana atılır cinsten değil: “Biliyorsan
söyle; ibret alsınlar. Bilmiyorsan, sus da adam sansınlar.” Herkes kendini bir
hesaba çeksin: En doğru, en güzel söz olan Allah’ın Kitabını mı daha çok okuyup
anlamaya çalışıyor ve üzerinde düşünüyor; yoksa,
gazeteler, televizyonlar, radyolar ve başka sözler mi vaktini daha çok alıp
kendisini yönlendiriyor? Konuştuklarının ne kadarı hayır kapsamına giriyor?
Konuyla ilgili bir araştırmaya göre, telefonla, internet aracılığıyla ya da yüzyüze insanlarının birbirleriyle konuştuklarının % 80’ini
gereksiz sözler kapsıyor, yani söylenmese de olabilecek boş sözler. Dünya ve âhiret hayrı için söylenen, emr-i
bi’l-ma’rûf ve dâvet kapsamına giren sözleri araştırsalar, şarkı ve eğlence
sözlerinden daha çok olacağını herhalde iddiâ edemeyiz.
Kuşkusuz; sözün en güzelini
dinlemek, anlamak, yaşamak ve konuşmak, dilimizi ve hayatımızı O’nunla süslemek güzelleştirecek, olgunlaştıracaktır bizi.
Çirkinlikten, kötülük ve hamlıktan koruyacaktır. Fertlerin, ailelerin ve
toplumların rahatsızlıklarının şifâ bulması, en doğru
söz olan reçeteye (Allah sözüne) yönelmekle mümkündür.
Karanlıktan hoşlanan “yarasalar”,
iletişim araçlarıyla, saçma sapan sözleriyle, yalan ve iftirâlarıyla,
İslâm’ı söndürmeye muvaffak olamayacaklardır. “Allah’ın nurunu ağızlarıyla
söndürmek istiyorlar. Kâfirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır.” (61/Saff, 8) Her müslüman; Kur’an’dan enerji alan bir nur/ışık olmaya gayret etsin.
Göreceksiniz; İslâm’ı karartmak için saldıranlar, bir gün İslâm ile
aydınlanacaklar veya kendi zindanlarında cehennemi dünyadayken yaşamaya
başlayacaklardır (Âdil Akkoyunlu, Akit, 7 Şubat
1999).
Firavun, onca küfrüne ve isyânına rağmen saltanatını sürdürüp giderken, dünyevî
helâkine bir söz sebep olmuştur: “(Firavun) adamlarını topladı ve bağırdı;
‘ben sizin en yüce rabbinizim’ dedi. Bunun üzerine Allah da onu, ibret-i âlem
olacak âhiret ve dünya azâbıyla
yakaladı.” (79/Nâziât, 23-25).
Elfâz/sözler çok önemlidir. Âyette
görüldüğü gibi kimi zaman Allah’ın gazabını küfür ameller ve duygular harekete
geçirmezken, tek bir cümle harekete geçirmektedir. İslâm Akaid
âlimleri ve Kelâmcıları, bu yüzden olsa gerek “ef’âl-i
küfür” (küfür eylemleri) ve “efkâr-ı küfür” (küfür düşünceler) hakkında söz
etmezken, yazdıkları Akaid kitaplarında “elfâz-ı küfür” (küfür sözler) üzerinde fazlaca
durmuşlardır.
Söz, kullanmasını bilen insan için
mükemmel bir silâhtır. Onunla gönül almak da, gönül yıkmak da mümkündür. Söz, dağınık bir yuvayı tekrar düzene kor. Düzenli bir
yuvayı da bozabilir. Müslüman, yeryüzünü ıslah etmekle, insanların arasını
düzeltmek ve sulhu sağlamakla emrolunmuştur.
İnsanların arasını ıslah etmek, yeryüzünden fitne ve fesadı kaldırmak için,
yani savaş veya iyi geçinmek gibi meselelerde güzel söze daha fazla iş
düşmekte, hatta gerekirse, güzel olmak şartıyla, bu iki konuda doğrudan tâviz vermeye bile müsaade edilmektedir. İmanı muhâfaza etme ve hayırlı ümmet olmanın şartı olan emr-i bi’l-ma’rûf
ve nehy-i ani’l-münker; güzel konuşmanın, tatlı dilin ve söz becerisinin
önemini devamlı canlı tutmaktadır. Müslüman olmak, insanlar arasında müslüman tanınmak için şehâdet
kelimesi getirerek dile büyük görev düştüğü gibi; dili koruyamamak da elfâz-ı küfür gibi insanın tüm âhiretini
mahvedebilir. Bunun için, en güzel konuşan, en büyük insan şöyle buyurmaktadır:
“Siz iki et parçanızı (haramlara karşı muhâfaza
etmek için) bana garanti verin; ben de sizin cennete gitmenize garanti vereyim.
O iki et parçanızın biri, iki dudağınız arasındaki, diğeri ise, iki bacağınız
arasındakidir.”
Dinde nice sevaplar dille, dili
güzel kullanmakla ancak mümkün olabilmektedir. Namaz, oruç, zikir, Kur’an okumak, emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i
ani’l-münker, hakkı ve
sabrı tavsiye, Allah'a duâ gibi ibâdetlerin yanında;
gıybet, iftira, yalan, kaba söz ve kalp kırmak, mü’minlerin
arasını ifsad etmek, cemaatleri dağıtmak, fitne
çıkarmak, kötülükleri teşvik edip iyiliklere engel olmak, lüzumsuz konuşmak... gibi birçok günahın sebebi de dil/konuşma olmaktadır.
Sabırsızlık, sır saklayamamak, her duyduğunu söylemek, nerede ne söyleyeceğini
bilememek de dile hâkim olamamanın getirdiği günahlardandır.
Dünyayı cennet hayatına çevirir gibi
Allah’ın râzı olacağı kul olmak, dille mümkün olduğu
gibi; dünyayı cehenneme çevirmek de dille çok kolay olabilmektedir. Yine,
cenneti kazanmak da, cehenneme lâyık olmak da dile sahip olup olamamaktan
geçmektedir.
Kuru ekmekle soğanı, güzel sözle
katık edebilirseniz nasıl tatlılaşır; tatlı bir yemek, kötü sözle yenilmez bir
acılığa ulaşır. Ezop, zengin bir köşkün
hizmetçiliğini yapmaktadır. Efendisi, ona bildiği en kötü yemeği pişirmesini
ister; beğenmediği, nefret ettiği bir misafiri gelmiştir, ona ikram edecektir. Ezop dil yemeği yapar, getirir. Efendisi buna pek anlam
veremese de sesini çıkarmaz. Bir zaman sonra çok sevdiği bir arkadaşı misafir
olduğundan, Ezop’tan bu sefer bildiği en güzel yemeği
pişirmesini ister. Köşkte her çeşit malzeme olduğu halde Ezop
yine dil pişirir getirir. Bu sefer, efendi dayanamaz, sorar: “En kötü yemek
istedim, dil getirdin; en iyi yemek istedim, yine dil getirdin, bu ne biçim
iştir?” Ezop: “Evet, dil, hem zehirden acı, hem
dünyanın en tatlı gıdasıdır” diye cevap verir. Hakikaten çok mükemmel bir
sofraya çok acıkmış olarak dâvetli olsak, yemek
esnasında birisi bizim onurumuzu kıracak, bizi yerin dibine geçirecek lâflar
etse, o yemeğin tadı tuzu kalır mı hiç? Bir söz ustası olan Yûnus,
söz konusunda şöyle söyler: “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı. Söz ola
ağılı aşı, bal ile yağ ede bir söz.”
Kur’an başta olmak üzere güzel kitapları
okuyarak, dâvet çalışmalarıyla tecrübemizi artırarak
sözlerimizin, dilimizin yontulmasını sağlayabiliriz. Odun, yontulunca kalem
haline de gelebilir. Sözde önemli olan doğruluk ve samimiyettir, güzel bir
gayeye hizmet etmesidir. Yoksa, içi boş, kof sözler,
nefse hoş gelse de bunları edebî ve güzel kabul edemeyiz. Sözün edebî olması
için edepli olması gerekir, çünkü edebiyat kelimesi edep kelimesinden
türemiştir. Edepsiz edebiyat olmaz. Dili ve kalemi terbiye etmeyi öğrenmeden
edepli olmak da mümkün değildir. Söz ve kalemin önemi buradan
kaynaklanmaktadır.
Yontulmamış odun gibi kaba ve sert
olan, güzellik ve yumuşaklıktan nasibini alamamış söz, iyi niyetle bile
söylenmiş olsa, çok kere kaş yapayım derken göz çıkartabilir, fayda yerine
zarar verebilir. (Bkz. 3/Âl-i İmran, 159). Uzun dilin
başı dertli olur. Eli taşlı insanı gören yılan, başının belâsı dilini çıkarıp
yalvarır; aynı dil nice canlar yakmıştır. Dilin kemiksiz olması, fesada, yalana
yani harama uzanmasına sebep olmamalıdır. Dâvâ
arkadaşlarının yerini haber vermemek için, dilini dişleriyle koparıp zâlim
güçlerin yüzüne tüküren adam, gevezeler için ne büyük bir ibrettir.
Konuşma sanatını bilmeyen bir kimse,
ne kadar zeki ve değerli olursa olsun, halifelik görevini tam yapamaz.
Çevresindekileri kendisinden uzaklaştırır, zavallı insan durumuna düşer ve
konuşmasıyla kendisine ve çevresine zarar verebilir, ifsâda
yol açabilir. “Söz gümüşse, sükût altındır” sözü, konuşmasını bilmeyenler için
geçerlidir. Oysa konuşma sanatını bilenler için söz altındır. Söyleyecek sözü
olan, söylenecek uygun söz bulunmadıkça susmakla tanınan bir insan, her zaman
kendini dinletir. Ya susun, yahut susmaktan iyi şeyler
söyleyin. Söyleyecek bir sözümüzün bulunması gerekir; halife olarak, mü’min sorumluluğunu
duyarak...