Ölüm, bir nimettir, İlâhî bir ihsandır.
Ölüm Bir Son Değil; Başlangıçtır, Köprüdür.
Cemaat ve Tebliğ Çalışmalarında Usûl
İnsan açısından ölüm, Allah’ın mümît
isminin tecellî etmesiyle, ecel denilen belirli bir
zamanda, ruhun bedendeki tasarrufuna son verip vücuttan ayrılması olayına denir.
Ölüm, insan için yok olmak değil; bir âlemden diğerine intikal etmektir, bir
hicrettir, fânî/ölümlü dünyadan ebedî hayata göç
etmektir.
Ölüm, hiçbir zaman, anladığımız şekilde "ölmek"
değil; gerçekte "dirilme"dir, hayat
bulmadır, uykudan uyanmaktır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden
sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek
olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten ibarettir.
Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe kavuşur ve
"sıla"sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini yaşar,
özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı bir dirilmeyi
tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Peygamberlerin getirdiği
hayat verici nefeslerle (8/Enfâl, 24) dirilemeyenler,
Kur'an'ın deyişiyle, akılları çalışmayan, gözleri
görmeyen, kulakları işitmeyen, gerçek hayata sahip olmayan
"ölüdürler."
Allah’ın 99 esmâü’l-hüsnâsından biri, “el-Mümît”tir.
El-Mümît, canlı mahlukların
ölümünü yaratan anlamına gelir. Hayatı nasıl Allah veriyorsa, ölümü de yine O
yaratmaktadır. Allah'ın hayatı/diriliği ve ölümü yaratmasının sebebi, Kerîm Kitapta şöyle açıklanır: "O (Allah),
hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı
yarattı." (67/Mülk, 2). Ölüme göre hayatı/dünyayı önceleyen ters
gözlüklü insan, bu âyetteki ifâdede bir terslik varmış
gibi görebilir. Çünkü diğer canlılar gibi insanlar da, önce yaşar sonra
ölürler; ama âyette önce ölüm, sonra hayat denilmiş.
Burada Allah bize işaret yoluyla şunu anlatıyor: "Hayatı anlamak, doğru ve
güzel yaşamak istiyorsanız, önce ölümü anlamalısınız!" İnsanın hayatı
nasıl anlamlandırdığı, her şeyden önce ölümü nasıl anladığına bağlıdır. Eğer
siz ölümü bir bitiş ve yok olma şeklinde anlarsanız, hayatı da
"nasıl olsa ölüm var; o halde ölmeden önce ne yaparsam kârdır"
anlayışıyla değerlendirir ve öyle yaşarsınız. Ama ölümü bir bitiş değil de,
aksine bir diriliş ve gerçek hayat olarak anlarsanız, o zaman hayatı; "en
ince teferruatına kadar hesabının verileceği bir olay" olarak kabul
eder ve o şekilde yaşarsınız. Herhangi bir şey yapmadan önce, onun hesabını
yapar, hesaba çekileceğiniz bilinciyle hesaplı ve ölçülü davranırsınız. İkinci
anlam olarak, doğru bir gözlükle baktığımızda görürüz ki canlılar, varlık
sahasına çıkmadan önce ölü idiler. Yani, ölüm hayattan önce var kılınmış, daha
önce yaratılmıştı. Hayat Kitabımız, bu gerçeği şöyle vurgular: "Allah'a
karşı nasıl küfr içinde olursunuz ki, siz ölüydünüz,
size hayat verdi; sonra sizi öldürür, sonra da diriltir." (2/Bakara,
18)
Allah'ın İmâte/Öldürme Faâliyeti: Allah'ın yaratma fiili her an faâliyet gösterdiği, Allah
devamlı yarattığı gibi; imâte fiili, öldürme sıfatı
da aralıksız işlemektedir. Günde ortalama 300 bin kişi ölmekte, hergün bir koca şehrin nüfusu kadar insan dünyasını
değiştirmektedir. Her saniye dünyadan dört kişi hayattan göçmektedir. Bu
rakam, insanlık âlemi için. Buna hayvanlar âlemi de katıldığında, bu İlâhî
fiilin nasıl aralıksız faâliyet gösterdiği daha iyi
anlaşılır. Her sâniye, ölen hücrelerin, alyuvarların,
akyuvarların, hele mikropların haddi hesabı yok. Bütün bu işler imâte fiiliyle, sonsuz bir ilim ve hikmetle icrâ edilmektedir.
İmâte, yok etme değil; varlığı daha
mükemmel hale getirmedir. İmâte, kabir âlemine
doğuştur, ileri bir rahmet tecellîsidir. Çekirdeklerin
ölümleriyle, bitkiler sümbül hayatına geçtikleri gibi, ölüm de en az hayat
kadar bir nimettir. Her ölümü bir diriliş takip etmekte ve ikinci safhaların
birincilerden daha mükemmel olduğu gözlenmektedir. Ölüm, yeni bir mükemmelliğe,
güzel bir değişim ve dönüşüme atılan adımın adıdır. Ölümü kabir hayatı takip
edecek ve dirilişle insan yeniden beden-ruh beraberliğine kavuşacak;
dünyadakinden daha ileri bir yaratılışla. Ölümü böyle değerlendiren insan, onu
severek gülerek karşılar.
Kur'ân-ı Kerim'de ölüm anlamındaki
"mevt" kelimesi ve türevleri 165 yerde geçer. Vefat gibi değişik
kelime ve ifâdelerle ölümden 190 yerde söz edilen
hayat veren Kitabımızda, bütün âyetlerin üçte biri öldükten sonra dirilmeyle, âhiret ve oradaki ödül ve cezayla ilgilidir. Âyet-i kerimelerde yaratan ve öldürenin Allah olduğu, O'nun
insanları tekrar diriltip hesaba çekeceği, ölümden sonra insanların O'na
döneceği belirtilir. Sahte tanrıların kimseyi öldürüp diriltemeyeceği,
kendilerine bile fayda ve zarar veremeyecekleri vurgulanır. Yaşayanların
ömürlerinin Allah katında belli bir eceli/süresi olduğu, o süre dolup ecelleri
geldiğinde canlıların bir an bile geciktirilmeden veya öne alınmadan ölüm
acısını tadacakları ifâde edilir.
Kur'an'da uyku, ölümle eş anlamlı gibi
kullanılır (39/Zümer, 42). Demek ki ölümle uyku bir
bakıma aynıdır; çünkü uykuda, nefs/ruh, bedenden
kısmen ayrılır; en azından, şuur olarak bedenin farkında değildir. Ölümde ise
bu kopuş, bütün bütündür. Uyku, ölümün yarısıdır. "Neylersin ölüm herkesin
başında / Uyudun uyanmadın olacak, / Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? / Bir
namazlık saltanatın olacak / Taht misali o musalla taşında.” Başta hasta yatan
ve musîbet çekenler olmak üzere, herkes için uyku
nasıl ki bir istirahat ve rahmettir; uykunun büyük kardeşi olan ölüm de dert
çekenler ve intiharı düşünenler için de bir nimet ve rahmettir. Her gece bir
ölüm, her sabah bir diriliştir. Uyku, ölmenin provasıdır. Mezara benzeyen
yatağa girdikten belirli bir zaman sonra uyanırız. Yani ölümden dirilişe
geçeriz. Bunu her gün tekrarlarız. Gündüz yaşar, gece ölür, sabah diriliriz.
Uyku, kardeşi olan ölümü unutturmaya değil; hatırlatmaya vesile olmalı; insan,
yatağa girerken mezara da gireceğini unutmamalı, uyuduğunda uyanma garantisinin
olmadığını düşünmeli ki, dört elle dünyaya sarılmasın ve ölüme
hazırlanabilsin.
Dolayısıyla o, kötü bir şey olamaz. Kötü olan şey, ondan
korkmaktır. Ölümden korkan da onun gerçek yüzünü bilmeyendir. “Ölümden korkusu
olanlar ölür / Hayatı maddede bulanlar ölür / Gidenlere öldü diye ağlarız /
Aslında geride kalanlar ölür.” Ölüm! Güzel gerçeğimiz bizim! “Ölüm güzel şey;
budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”
MÂdem ki ölüm var, ölümden kaçış yok;
öyleyse nasıl ölümle ölmek bize daha kolay, daha güzel gelir? Sonra, ölümün
şeklini seçme hak ve imkânımız var mı? Ölümün şekli, hayatın nasıllığına
bağlıdır. Kutlu vaad veya acı gerçek öyle: "Nasıl
yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz."
Örneğin Hz. Ali gibi, bir çöl ortasında, hiçbir şeye dayanmadan dimdik ayakta
ölmeye ne dersiniz? Ya da Hz. Süleyman gibi Mescid inşâsında cinleri kullanırken, çaktırmadan ölüvermek;
ölüvermek ama dimdik; ölüvermek ama devrilmemek, sürünmemek! Halkın deyimiyle,
“elden ayaktan düşmeden”, “Üç gün yatak; dördüncü gün toprak”, ama imanla, ama müslümanca, ama insanca ölmek! Bunun için de mü'mince yaşamak şart. Kimin yolunda, hangi gâye uğruna yaşanılırsa, onun yolunda ve o amaç için ölüm
gelecektir. Allah yolunda O'nun rızâsı doğrultusunda
yaşayanlar, elbet O'nun yolunda ve O'nun râzı olduğu gibi öleceklerdir.
Ölümü, yok oluş, bitiş ve neticesiz olarak gören insan,
hayatın mânâsından da uzaktır. Onun için hayat,
tesadüfler oyuncağıdır, kabir karanlıklara açılan bir kapı, ecel bütün
sevdiklerinden bir daha kavuşmamak üzere bir ayrılıştır. Bunun için âhirete inanmayan kimsenin ruhu acı ve ıstırap içindedir;
dehşet ve vahşet içindedir, mânen kıvranmaktadır.
Böyle bir insana hangi şey teselli verebilir? Cansız ve şuursuz cisimlerin bir
zerresi bile kaybolmaz iken ve dağılan yıldızların atomlarından yeniden bir
başka yıldız yaratılırken; büyük emânete tâlip,
yeryüzünün efendisi/halîfesi insanın ölümden sonra bir avuç toprak olacağını
düşünmek, insafsızlık olsa gerek. O, ölümünün ardından, sahip olduğu
nimetlerden, yüklendiği emânetten hesaba çekilecek,
mükâfat veya ceza için Cennet ya da Cehenneme gönderilecektir.
Ölmemenin tek çaresi, doğmamaktır. Ama,
canlı cenâze şeklinde, hayat süren leş gibi yaşamanın tercih edilebildiği gibi;
ölümsüzleşmek, güzel ölümden sonra çok güzel bir hayata terfî etmek de mümkün.
Ölüm meleğinin bizi nerede beklediği belli değil; iyisimi
biz onu her yerde bekleyelim. Ama elbette ona hazır bir vaziyette. "Ey
iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın."
(59/Haşr, 18). Yolculuğa hazır mıyız? Yanımızda
götürebileceğimiz ne var? Asıl önemli olan bu. Dünkü yediğimiz çok lezzetli
yiyeceklerin veya zevkli saatlerin bugüne bir faydası yok; yarına kalacak olan
da sadece sevaplar veya günahlar. Dünya bir oyun ve eğlenceden, bir masaldan ibâret. Âhiret ise daha hayırlı ve
devamlı.
Allah'ın dışında tüm canlılar için ölümün kaçınılmaz bir
gerçek olduğunu unutmamak ve ölüme hazırlıklı olmak her insanın gayreti ve
özelliği olmalıdır. Ölümü anmak ve hazırlıklı bulunmak müslüman
olarak ölmek isteyen her mü'min için gereklidir. Hz.
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Lezzetleri yok eden ölümü çok
anın." (Tirmizî, Zühd
4, Kıyâme 26; Nesâî, Cenâiz 3; İbn Mâce,
Zühd 31). Başka bir hadiste, kabir içinde olanların
hatırlanması istenir: "Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin
çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen dünya
hayatının süsünü terk eder." (Tirmizî, Kıyâme 24; Ahmed bin Hanbel, I/387). Ensardan bir adam
Peygamberimiz’e sordu: “Mü’minlerin
hangisi en akıllıdır?” Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm: “Ölümü en
çok hatırlayan ve ölümden sonrası için en iyi hazırlığı yapanlar; İşte bunlar
en akıllı kimselerdir.” buyurdular (Kütüb-i Sitte Terc. 17/598).
Kabir ziyaretinin orada yatan ölü için değil; ziyaret eden
dirinin ibret alması, ölümü hatırlaması için meşrû
kılındığını hatırlamakta fayda var. Tevhidi zedeleyecek davranışlardan uzak
durmak şartıyla kabirleri ziyaret etmek, insana âhiret
bilinci verir. İslâm’da yasak olan kabrin üzerine bina yapmak, kubbe koymak,
yani türbe, kabirleri mescit veya tapınak hale getirmenin, şiddetle yasaklanmış
hurâfe ve bu konudaki aşırılıkların şirk unsuru olduğu
bilinmelidir. Ölümle ilgili küfür sözlerinden de cehennemden korkar gibi
sakınmak gerektiğini unutmamalıyız. Ölüm meleği olması itibarıyla Azrâil'e hakaret etmek, onu eleştirmek, eli tırpanlı çirkin
bir insan şeklinde onu resmetmek, "Azrâil onun canını yanlış yere
aldı" , "Azrâil'le savaşıyor" , “zamansız öldü” gibi sözlerin
insanı küfre götürebilecek büyük yanlışlar olduğunu değerlendirmek zorundayız.
Ölümle başlayan esas hayatı dünya görüşünün merkezine
alamayan tek dünyalı insanın ufku, sadece bu geçici âlemle sınırlıdır. Ölümü
düşünmek, hatırlamak istemez; yatırımını sadece dünyaya yapan, mutluluğu salt
dünyevî ölçülere göre tanımlayan insan. Yaşayışından ölümü kovmaya çalışır;
çünkü adına ölüm dedikleri şey dünyevîleşmiş insan için, gerçeği tokat vurur
gibi haykıran uyarıcı bir vâiz, sorgulayıp itham edici
bir yargıç ve fâni zevklerini kemiren korkunç bir canavardır. Modernleşen
şehirlerde artık mezarlıklar, bu tür insanları "rahatsız" etmeyecek
kadar uzak yerlere yapılır oldu. Mezarın içini cennet bahçesine çevirmeyi
düşünmeyenler, mezarlarını anıt gibi süslemeyi tercih ediyor. Halbuki İslâm, kendi insanlarına ölümle dost olarak, onunla
içli dışlı yaşamayı öğretmişti. Ölümün korkulup kaçılacak bir şey değil;
gereğinde baş tâcı edilecek bir şey olduğuna
inandırmıştı.
“Güzel ölüm”ün şefkatli kollarından “çirkin hayat”ın
merhametsiz kucağına terkedildi insanımız. Ölümün
kronik korkusunu da yenemedi, hemen tüm filmlerde o işlendi, çoğu rüyaları o
böldü, bunalımların kaynağının o olduğu söylendi. Ölümü unutmaya çalışmak,
başka güzellikleri de unutturdu. Sadece dünyayı düşündüğü halde, ona da sahip
olamadı; "hırsızı yakaladım" derken, yakasını yavuz hırsız dünyanın
elinden kurtaramadı. İslâm'ın insanındaki ölüm sevgisi, yerini; dünyevîleşmiş
insanda "ölüm korkusu" nun stresine
terk etti. Ölümü hatırlamamak için çeşitli eğlencelere, uyutucu ve uyuşturuculara
yönelen modern insan, 60-70 yaşlarında hükmü infaz
edilecek olan (konforlu da olsa dünya zindanında yatan) müebbet hapisteki bir
idam mahkûmu gibidir.
Her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu
bir olay ise de, imanlı gönüller için fânîlikten
ebedîliğe geçişi sağlayan bir vâsıtadır. O yüzden birçok âyette
ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak”
anlamındaki “lika (likaullah, likau’l-âhire)
kelimesiyle ifâde edilmiştir. Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman
edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken, bu
gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona
göre yaşarlar. Ölümün korkulmayacak, aksine can atılacak güzelliklerin anahtarı
olduğuna şâhitlik eden, ölümü öldürerek ölümsüzleşen şehâdet erleri ise, şehidlerdir.
Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa
uzanan biz insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişe ve gayretlerimiz yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de uhrevî hayatımız
için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların uğraşlarına, şikâyetlerine bakınca;
hemen tamamının dünyevî endişeler olduğunu görüyoruz. Çağdaş insan, kendi
kapısını yüzde yüz çalacak ölüm dâvetini ve hesaba
çekilmeyi düşünmeden, ot gibi yaşamayı; fıtratına, aklına, dinin diriltici
çağrısına rağmen başarabilmek(!) için, kendi yaptığı putların, paranın, sporun,
müziğin, sinemanın, eğlencenin, teknolojinin... kulu
olmayı kabullenmiş, tersine ve olumsuz anlamda ölmeden önce ölmeyi, yani
intiharı ve katliâmı ebedî hayata tercih edebilmiştir.
Müslüman, hayata tevhid
penceresinden bakmak zorundadır. Tevhid, birlemek demek
olduğuna göre, laik bir anlayışla hayatı ve ölüm ötesini, dünya ile âhiret arasını ayırmak bu inanca zıt olacaktır. Âhiretten ayırdığımız dünyayı, tekrar ebedî ve gerçek
hayatla birleştirmek zorundayız. Sadece ölüme kadar olan süre olarak
algıladığımız istikbâl (gelecek) kavramını, ölümden
sonrasını da içine alacak şekilde anlamaya ve bu anlayışı gündelik yaşayışa
geçirmek, kulluk görevimizdir.
Her şeyin bir anlamı vardır. Hayatın, ölümün, ağaçların,
dağların, insanların, hayvanların... Ölümü anlamlandırdığımız zaman, her şey
bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni bir hayatın başlangıcıdır.
Ölümlü, fâni sıkıntılarla dolu bir diyardan, ölümün olmadığı, ebedî,
mükâfatlarla dolu, zahmet ve sıkıntının bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin
bulunduğu bir diyara yolculuktur. Onun için müslüman
ölümden korkmaz; sadece ona hazır olur. Hatta, yeri
geldiğinde seve seve canını verir, âhiret karşılığında dünyayı satar. "Ölüm yok olmak
değil; bir diriliştir, yeni bir hayata geçiştir" cümlesinden
hareketle, yaşadığımız hayatı ve varlıkları seyredelim:
Güneşin her batışı bir ölüm, her doğuşu bir diriliştir. Her gece, bir ölüm, her sabah bir
dirilişi yaşar güneş altındaki bütün canlılar. Bakmasını bilenler,
baktıklarında görenler için güneşin doğuş ve batışı, her an ölümün ve hayatın
yaratılışını ispatlayan, âhirete imanı seslendiren
bir âyettir. Mevsimler de bize ölüm ve ardından
dirilişi anlatır. Her kış bir ölüm, her bahar bir diriliştir. Kışın,
nice sineklerin kaybolması bir ölüm, baharla ortaya çıkması bir diriliştir.
Kışın odun haline gelen ağaç için bu bir ölüm, baharla çiçek açıp meyve vermesi
bir diriliştir. Tabiat, kendi diliyle haykırır: "Ey insan! Bir gün sen
de böyle ölecek ve dirileceksin!" Rabbimiz, kış ve bahar mevsimlerini
yaşatırken aynı zamanda ölümleri ve dirilişleri de aylarca seyrettirir. Tohumların
toprağa atılışı bir ölüm, günler sonra topraktan çıkışı bir diriliştir. Tohumun
toprağın içinde yok olduğunu zannederiz; halbuki
yokluk yoktur. O, toprağın altında diriliş sürecini yaşamaktadır. Nihâyet bir müddet sonra,
bahar rüzgârı borusunu öttürecek, tohum, kıyameti yaşayarak
kıyam edecek, yeşillikler içinde yeni bir hayata kalkacaktır. İnsan da böyle
bir tohum gibidir. Yaşarken bir gün toprağın altına düştüğünü görürüz. İnsanın
düştüğü yer, onun kabridir. Tohum gibi o da bir gün düştüğü yerden kalkacaktır.
Kıyamet günü, zaten kalkış günü demektir. (Bkz. 50/Kaf, 9-11;
30/Rûm, 19). Doğum da bir diriliştir. Doğum, ölü gibi olan bebeklerin
ana rahminde dirilişe geçip dünyaya adım atmasıdır. Bakmasını ve görmesini
bilenler için bir damla suyun (atılan pis suyun milyonlarca parçasından
birinin) dirilişe geçmesidir. (Bkz. 2/Bakara, 28; 36/Yâsin, 77-79).
Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü
yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki
insanlar hep dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla
yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini.
İkinci asr-ı saâdet olur
çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada iken yaşamaya başlarız.
Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve
yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk.
İmam Gazali diyor ki: "Mezardakilerin pişman oldukları
şeyler yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor." Ölüm
öncesindeki kavgaların ölümden sonra pişmanlık getireceğini hissederek yaşayan
insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir mi? Hırsla hayatın ve
eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına bir ömür boyu düşer mi? (Bkz. 44/Duhân, 25-28; 9/Tevbe, 38). Ölümü tefekkür ederek yaşamak, hayatta
"gidici" olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da
hesabını ve yatırımını gideceği yere göre yapar. Aksi halde, insan gideceği
saate kadar kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre yapar. "Ama
siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret
daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (87/A'lâ, 16-17)
Hayatı güzelleştirmek istiyorsak, ölümü güzelleştirmek, ölümötesi güzelliklere lâyık hayat sürmek gerektiğini
unutmamalıyız. Ölmeden evvel ölmeye çalışmalı, ama öldükten sonra yaşamanın
sırrını bulmaya gayret etmeli. Ölümü ancak bu iki şekilde öldürebiliriz. Ölümün
korkusu, ölmenin kendisinden çok daha beterdir. Ölümü bu iki şekilden biriyle
öldüren "bir gün" ölür; ölümden korkup kaçmaya çalışan ise "her
gün" ölür. Âhiret yanında dünya bir gün kadar
kısadır. Hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekmek için geceler büyük
fırsattır. Gündüzü dünya hayatının, geceyi ölümün, yatağı kabrin karşılığı
kabul ederek her yatağa girdiğimizde, günlük amel defterimizin kâr ve zarar hânelerini önce kendimiz değerlendirmeli, zararımız fazla
ise, onu tevbe ve gözyaşı silgisiyle silmeli ve daha
hatasız ticaret için kararlar alıp eyleme geçirmeliyiz. Yeniden bir dirilişi
yaşayacağımız ertesi günü, önceki günden daha güzel yapma gayreti içinde
olmalıyız.
Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında,
her fırsatta; tefekkür edelim, özellikle ölümü, dirilişi, kıyâmeti,
mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah'ın nimetlerine teşekkürdeki
kusurlarımızı derin derin düşünelim. Oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız günleri düşünmek amacıyla, hele gece
karanlığında mezarlığa gidip şu ölümcül yaşayıştan silkinip dirilelim.
Ölüm ve şehâdet râbıtası
yapalım. Allah'ın dinini yaşayamıyor, müslümanca
hayat süremiyorsak müslümanca ölmenin de zor
olduğunun bilincine varalım. Mezarlarda ve hayalinde düşünerek canlandırdığın
kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik çukur, içinde birkaç kemik parçası
ve mezar taşında da senin adın, evet senin adın, benim adım yazılı. Artık
Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük kıyâmetin kopmasını bekliyordun
veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin kıyâmetin
koptu. İşte bu kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı
yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme?
Borçların-harçların, ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet
ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün
kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının ve
yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve hayatını ona göre düzenle. Çünkü, ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm uzakta
değil; çok yakınımızdadır. “Ölümse / Gel dese / Tak tak
tak / Mu-hak-kak.”
Ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümle dostluk
kurabilen, ölüm ötesine hazırlanıp canlı şehid gibi
yaşayarak ölümsüzleşenlere selâm olsun!
Batı, felsefe mirasına sahip olduğu
ve her filozof, kendinden önceki filozofu tenkit edip onun doğru olarak ileri
sürdüğünü eleştirip delillerini çürütmeye çalışmış olduğu için Batılılar,
hakikati bulamamışlar ve bulduklarını iddiâ
etmeyecek/edemeyecek durumdalar. Demokrasi, biraz da bu anlayışın ürünüdür.
Göreceli doğrulara, değişken gerçekliğe sahip olan farklı görüşler değişik
partiler şeklinde temsil edilir ve halkın çoğunluğu hakem tâyin
edilerek bu göreceli doğrulardan bir veya birkaçı öne çıkar, kimsenin
kesin/mutlak doğrusu olmadığından buna itiraz eden çıkmaz. Herkes,
karşısındakinin olduğu kadar kendi doğrularının da göreceli olduğunu benimser.
Bu tavırda aşırılık sözkonusudur, çünkü onlara göre
insanların uymak zorunda olduğu mutlak hakikat diye bir şey yoktur ve herkesin
doğrusu kendisinedir. Buna karşılık Doğulular, tenkit mirasına değil, şerh
geleneğine sahiptir. Şerh geleneği ve velî kültü,
şahısları ve onların görüşlerini yüceltme tavrına götürmüştür. Filozofların tam
aksine, kendi acziyetini kabul eden halef, hep
seleflerini yüceltme gayretindedir. Bu tavrın da mâkul
ve meşrû bir tavır olmadığı, farklı bir aşırılık ürünü olduğu rahatlıkla Kur’an’dan yola çıkarak değerlendirilebilir.
Müslümanların, modernizmi olduğu
kadar geleneklerini de sorgulamak zorunda olduğu gibi, aynı zamanda hem birey,
hem cemaat olarak yaptıklarını gözden geçirip sık sık
otokritik yapmaları, metot ve söylemlerini masaya yatırmaları gerekmektedir. Bu
muhâsebeyi yap(a)mayan fert ve cemaatler, hedeften
sapma ve amaçlara uygun araçlar kullanamama yüzünden sadece kendi veballerini
değil; ümmetin vebâlinden paylarına düşeni de yüklenme riskiyle karşı karşıya
kalacaklardır.
Sadece iyi niyetin yeterli olmadığı, usûl ve yöntemin büyük önemi olduğu inkâr edilemez. Bu dâvâya sadece akıllı geçinen düşmanlar değil, akılsız
dostların iyi niyetli ama yanlış tavırları da büyük zararlar vermektedir.
Her konuda “doğru” tek değildir; bu, özellikle beşerî
doğrular için böyledir. “Doğru”nun iki kaynağı, ölçüsü vardır: İlki, bir adı da
Hak olan Cenâb-ı Hakk’a ait doğru; diğeri de insan
aklı, ilmi, mirası ve tecrübesine ait doğru. Birincisi, müslümana
(Allah’a teslim olana) göre mutlak doğrudur. Yani, her zamanda ve her yerdeki
her insana/müslümana göre doğrudur; değişmeyen,
tartışılamayacak ve teslim olunacak doğru. İkincisi ise beşerî doğrudur.
Yani, göreceli, zannî, ictihâdî,
yoruma dayanan, tarihe, coğrafyaya, kişiye göre değişebilecek olan doğru. Kur’an’da muhkem ve yoruma yer bırakmayacak açıklıkta
verilen bilgiler, emredilen veya yasaklanan hükümler mutlak doğrudur, hak ve
hakikattir. Kur’an’da farklı anlamaya müsâit yoruma açık hükümler ya da Kur’an
ve sahih sünnette yer almayan doğrular ise ikinci çeşit doğrulardır. Bunlar,
delillere sahip olmaya, deliller arasında tercih veya delillerin sağlamlığı
konusunda iknâ olmaya göre farklılık arzedebilecek göreceli doğrular, değişken
gerçeklerdir.
Ümmetin ihtilâf edegeldiği mezhebî/ictihadî, fıkhî doğrular da bu gruba girer. Meşhur
abdest örneğinde olduğu gibi. Mâlikîlere göre doğru olan başın tümünün meshedilmesidir, bu farzdır. Hanefîlere göre doğru, başın
dörtte birinin meshedilmesinin farz olduğu, Şâfiîlere göre ise saçın birkaç telinin. Bu ictihâdî doğrulardan kalkarak bir mâlikî
hanefîye, hanefî de şâfiîye abdestsiz, dolayısıyla namazsız diyemez veya bu
gerekçe ile arkasında namaz kılınmasının câiz olmadığını ileri süremez. Yoksa, mü’minlerin kardeşliğinden
bahsetmek mümkün olmaz. Ağız ve burnun Hanefîlere göre dış organ sayıldığı için
gusülde yıkanmasının farz olduğu, Şâfiîlere göre ise
iç organ kabul edilerek yıkanmasının gerekmediği örneği de bunun gibidir. Cuma
namazının sıhhat şartları konusunda da mezheplerin doğruları birbirinden çok
farklıdır. Hatta aynı mezhebin farklı müctehidlerinin
de farklı ictihadları vardır. Bu ve bunun gibi ictihâdî doğruların hangisinin delili bir kimseye kuvvetli
gelirse, o görüşü din kabul etmemek, farklı ictihadları
suçlamamak şartıyla benimser, yaşar. Ama unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın emrettiği bir ibâdeti
hiçbir ictihad yasaklayamaz, haram kıldığını da mubah
kılamaz. Çünkü, hakkında nass
olan bir hüküm, ictihad konusu değildir, olamaz. “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur” (Mecelle,
Madde 14). Yani, âyet ve sahih hadis olan yerde ictihad yoluna gitmez câiz değildir. Unutmamak lâzımdır ki,
ictihadla sâbit olan bir
şeyin hükmü kesin değil; zannîdir. Hele, “ben müctehid değilim” diyenlerin dini yorumlaması, sadece
kendini bağlar. Allah, falan veya filan zâtların dinî
yorumlarına itaat edip etmediğimizden değil; kendi Kitabına uyup uymadığımızdan
soracaktır.
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet)
yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler...” (11/Hûd,
118). Görüş açılarındaki farklılık, müslüman akla
görüş zenginliği kazandıracak, farklı düşünceleri incelemesini, olayları bütün
boyut ve cepheleriyle kavramasını, aklı akla katmasını sağlayacak bir sıhhat
alâmeti olacağı yerde; bu durum, bozuk çağın müslümanında
iç çekişmelere ve dövüşme fırsatına dönüşmüştür. “Kendi ayıplarının,
başkalarının ayıplarını görmesini engelleyen kişiye ne mutlu!” denildiği
halde, bizler iç dünyamıza, kişisel ve toplumsal kusurlarımıza pek az
bakıyoruz. Başkalarının ayıplarıyla uğraşıp onları sergilemek, onları ha bire
eleştirmek, fırsat bulursak bize göre hatalarını yüzlerine vurmaktan, kendimizi
düzeltmeye fırsat kalmıyor. Bazı müslümanlara göre,
liderlerinin bir bildiği, yaptıklarının bir hikmeti olduğundan, her şeye te’vil gözlüğünden bakılabildiğinden kendi liderlerinin
veya gruplarının yanlışı, başkalarının doğrusuna tercih edilebiliyor.
Günlük hayatta ve Din’i anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların olması
normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması bir faydadır, bir kolaylıktır. Burada
dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevâsına göre
anlama, sonra da kendi anladığını din haline getirme yanlışlığıdır. Din’in
özünü zedeleyecek yanlış yorumlar ve bunların inanç haline getirilmesi bir
anlamda ‘bağy’ dir ve
tefrikaya yol açar. Müslümanlar arasındaki vahdetin en büyük düşmanı, yanlış
din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup, siyasi rejimler, mezhep ve tarikat
taassubudur. Halbuki bütün bunlar tefrikaya sebep
olmaz, aksine müslüman toplumların entegre olmasına
yardımcı olurlar.
Müslümanlar farklı mezheplere, meşreplere, düşüncelere, ülkelere, ilkelere
sahip olabilirler, farklı coğrafyalarda yaşayabilirler, farklı gruplar
içerisinde bulunabilirler. Bunlar normal şeylerdir. Ancak herkes kendi anladığını,
kendi meşrebini, kendi mezhebini, kendi tarikat veya partisini din haline
getirirse; işte bu Din’de tefrikadır. Unutulmamalıdır ki, Din Allah’ındır ve Kur’an’da anlatılmıştır; Peygamberimiz Hz. Muhammed
(s.a.s.) de bize tebliğ etmiş, hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne anlaşılması
gerektiğini göstermiştir. Âlimlerin, mezheplerin, grupların Din’den
anladıkları, yalnızca bir yorum veya Din’i daha iyi yaşama noktasında bir
çaba gibi görülmelidir. Onların anladıkları hiç bir zaman Din’in kendisi değildir.
Bir gruba, bir mezhebe, bir meşrebe bağlı olmak mümkündür ve bazen ihtiyaçtır.
Ancak, sadece kendi meşrebini, kendi grubunu hak, diğerlerini bâtıl görme anlayışı ‘tefrika’ mantığıdır. Mezhepli olmak
ihtiyaç, mezhepçi olmak yanlıştır. Bir meşrepten olmak doğal, ama meşrepçi
olmak doğru değildir. Bir gurupla faydalı çalışma yapmak üzere bir araya
gelmek, bu amaçla bir cemaate mensup olmak iyi, ama grupçu olmak sakattır.
Bütün bu yanlışlar tefrika sebebidir (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel
Kavramları, s. 690).
Bu anlamdaki hadis rivâyeti uydurma
da olsa, ihtilâflar rahmet olabilir; eğer ihtilâfa konu olan beşerî alanla
mutlak hakikat ayrımını doğru yapar, ihtilâf edebiyle imtihan edildiğimizi farkeder ve nasıl ihtilâf edeceğimizi bilirsek... Yoksa, her grup kendi mezheb veya
meşrebini, cemaat prensiplerini Din haline getirir ve onlarla övünmeye kalkarsa
(23/Mü’minun, 53; 30/Rûm, 32) bu, rahmete ulaştıran
ihtilâf sınırını aşar, azâb sebebi tefrikaya
dönüşür.
Kendisinin müctehid değil;
taklitçi olduğunu söylediği halde, müctehidlerin bile
vermediği fetvâları, güya onların ictihadlarından
yola çıkarak cesâretle vermek, kraldan fazla kralcılıktır. Kur’an’dan
başka kutsal kitaplar, Peygamber (s.a.s.)’den başka sözü eleştirilemez insanlar
kabulü diye tanımlanacak problemlerle müslümanlar
dünyada rahmet ve devlete, âhirette cennete zor
kavuşur.
Bir âlimin, bir müctehid veya
müfessirin yorumunu tercih etmek başka, o yorumu mutlak doğru olarak Din kabul
etmek daha başkadır. Aksi halde, ondan önce yaşayan, onu tanımayan müslümanların, ya da o doğruları farklı yorumlayan veya çok
değişik tarih, coğrafya ve şartlarla çevrili kimselerin durumu ne olacaktır?
Deliller bırakılarak şahısların ve onların söylemlerinin bayraklaştırılıp
tereddütsüz kabulü ve herkesin kabul etmesi gerektiği anlayışı, "ya hep ya
hiç" şeklindeki kumarbaz beklentisidir. “Men lâ yüdrakü
küllühû, lâ yütrakü küllühû” “Bir şey bütünüyle elde edilemezse, tümüyle de
terk edilmez.”
Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler,
göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin tartışmalı doğruları, filân efendi
hazretlerinin görüşleri, mezhebî ictihad
ve kelâmî değerlendirmeler, hatta bazen Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını
mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın önemsediği konular
yerine, hiç yer vermediği konular din adı altında topluma kabul ettirilmek
istenmekte, mesajın başına oturtulmaktadır. Fili farklı yerlerinden yakalayıp
bu parçayı fil diye tanımlama tavrı, basarla birlikte basîreti,
alnındaki gözüyle beraber göğsündeki gözü de kullanması gereken, gözleri açık
ve her dem uyanık bulunması icap eden müslümanların
maalesef tavrı olabiliyor. Dini, bazıları şekilsel özellikler, bazıları sarık,
sakal, cübbe ve çarşaftan ibâret sayarken, bazıları
sadece falan zâtın kitaplarını okuyup açıklamak, bazıları ise tesbih çekmekten, bazıları sadece cihad
veya siyasal yorumlardan, haftalık ders ve sohbetlere katılmaktan, bazıları
dergi çıkarmak veya radyo imkânlarından ibâret sayabilmektedir. Bundan da daha fecîsi, Kur’an’ın ısrarla
emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla
yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte ve Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur'ânî bir emrin, farîzanın terkini, fâiz gibi bir haramın
mubahlığını cihad yorumu ve dâru’l-harp
mantığı ile topluma empoze etmektir.
Güzel insan olmamız ve mesajımızın güzel olması için,
insanları başka şeye, tartışmalı teferrruata değil;
sadece Allah’a, Allah'ın mutlak doğrularına, yani hakka dâvet
etmemiz ve bunu herhangi bir hizip adına değil, “müslüman”
isim ve sıfatımızla, İslâm’ın hizipler üstü temel prensipleri adına yapmamız
gerekmektedir: “(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih
amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha
güzel sözlü kim vardır.” (41/Fussılet, 33).
Müslüman dâvâ adamı, âyetlerdeki bütüncül çağrıya
rağmen; parçacı, hizipçi, cemaatlerinin yorumunu öne çıkaran bir yaklaşım
sergileyerek kınanacak bir tavra düşebiliyor: “Onlardan dinlerini
parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar
vardır. (Bunlardan) her fırka, kendi yanındakiyle sevinmektedir.” (30/Rûm, 32). Bugün kimi cemaat mensubu kişiler, insanlara Kur’an’ın önceliklediklerini,
mutlak hakikatleri, Kur’an’ın muhkem doğrularını
anlatacaklarına, İslâm’ın temel esaslarına dâvet
edeceklerine; kendi tartışılabilecek doğrularına çağırmaktadırlar. “Dinlerini
parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin
onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah
onlara yaptıklarını haber verecektir.” (6/En’âm,
159)
İslâm inançları (Akaid),
beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde
bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir.
Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı
farklı anlaşılmaya müsâit olan hükümler de akaid için
kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübûtu
kat’î olan vahyin itikadî
hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların
kabul etmek zorunda olduğu sâdık ve mütevâtir haberlerdir.
İslâm akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma
dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi için inanmak
zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz’ü
reddedildiğinde kişiyi küfre sokan hükümler, akaid
esaslarıdır. Tabii ki bunlar, vahy olduğunda en küçük
şüphe bulunmayan mütevâtir haberlerdir. Yani, Kur’an ve mütevâtir
hadislerdir. Bunlara sübûtu kat’î
deliller denir. Akaidde bağlayıcı bir hükmün,
delâletinin de kat’î olması gerekir. Âyet veya mütevâtir hadislerdeki
bazı ifâdelerin hangi mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delaleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını, ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu,
başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî
açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip
değildir.
Bazı kaypak
kavramları, karşımızdaki müslümanın dinle ters
düşmeyecek şekilde farklı anlam yükleyerek onu savunması veya bazı kurallarını
uygulaması hiç dikkate alınmadan, te’vil etme
özgürlüğünü onlara vermeden, kendi anladığımız biçimde küfür olduğuna
hükmetmek, hatta bir adım daha ileriye gidip onlara kâfir demek, göreceli
doğrularımızı mutlak hakikat yerine koymak demektir. Kendisi de şu veya bu
ölçüde, ama mutlaka düzenin şu veya bu kurumundan geçtiği halde, alternatif
bulamadığı için o kurumlara şu veya bu şekilde takılanlara müslüman
gözüyle bakmamak... Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad
hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân
etmektir. Hatta, müctehid
hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma
ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde
etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini
(hahamlarını), râhiplerini rabler edindiler...”
(9/Tevbe, 31). Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına
geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy:
“Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar
din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onlara
haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?”
Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte
bu, onlara ibâdettir/tapınmadır.” (Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292)
Din, özellikle akîde, haram-helâl
ölçüsü ve ibâdet hükmündeki ahkâm, mutlak doğrulara dayanmak durumundadır.
Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî yorumları din
haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya filan imamın
bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri
sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun, İslâm
cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde
olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için
problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad,
lider ve âlimlerinin yorumlarını din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların
temelini teşkil ediyor.
Mevcut düzen ve toplum yapısının belvâ-yı âmm (toplumsal belâ) niteliğindeki
dayatmalarına karşı tavır alamayan insanlara alternatif göster(e)meden onları dinin dışına itmek, Din’i yanlış
yorumlamaktır. Ayağı yere basmayan idealist yaklaşımlar, İslâm’ı, günlük
hayatta uygulanamayacak soyut görüşlerden ve ütopyadan ibâret
saymaktır. "Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde
aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular." (Dârimî,
Siyer 45; Ahmed bin Hanbel,
Müsned IV/127, V/318, 330)
Şu kadar cemaat ve ilim adamının melekleri sevindirecek ve
şeytanları ürkütecek kapsamda hayırlı faâliyetler, ses
getirecek tavır ve eylemler ortaya koyamadıklarının sebebi, biraz da bu usûl,
yöntem hatalarından, dine bakıştaki eksik veya yanlıştan kaynaklanıyor diye
düşünüyorum.
Konumuzla ilgili empati;
muhâtaplarımızı, “öteki” insanları, öteki cemaatleri, onların dünyasından
bakarak değerlendirmektir. Bu yapılamadığı zaman, gerçeğin bir kısmı
kaybedilecektir. Nisbî/göreceli doğruları, beşerî
yorumları, Din ve mutlak hakikat gibi değerlendirmemeli; insanları kendi
doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metot, dernek, vakıf ve faâliyetlerimize
dâvet etmek yerine, İslâm’ın doğrularına dâvet etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf
edeceğimiz konulardan ziyade ittifak halindeki konulardan yola çıkarak asgarî
müşterekleri giderek artırmak önemsenmeli, dostluk ve sevginin giderek
samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi hedeflenmelidir. İnsanların olduğu her
yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İslâm’ın aslî meselelerinde müslümanlar ihtilâf edemez. İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih hakkı verdiği meselelerle ilgili
ihtilâflar, mâkul ve normal karşılamamız gereken
ihtilâflardır. Müslüman cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine
gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda birbirimizi mâzur
görmeliyiz. “Sadece benim mezhep, cemaat, teşkilât, metot, lider ve görüşüm
hak; diğerleri bâtıl!” demekten sakınıp kendi doğrularımızın "yanlış
ihtimali olan göreceli doğru" olduğunu, muhâtap mü’minlerin
de "doğru ihtimali olan yanlış" görüşleri olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir’den fazla
olabileceğini unutmadan olgun mü’mine yakışan şekilde
değerlendirebilmeliyiz. “Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı
müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola
ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” (39/Zümer, 18)
Önemli Not: Bu yazıda hiçbir cemaat ve hiçbir lider kast
edilmemekte; ama aynı zamanda, anlatılan hatalar varsa, her cemaat ve her
liderin kendi prensiplerini sorgulaması, değerlendirme yapması ve gerekiyorsa
yeniden yapılanması istenmektedir. Mü'min kardeşine hüsn-i zanla yaklaşmak zorunda olan müslümanların
birbirine ayna olduğu hükmünden yola çıkılarak ayna karşısında yazılan bu
yazının, ayna bilinciyle okunması sâyesinde bu yazı
yerini bulabilir. Bu uyarılar, bizim içimizde sağlıklı şekilde yapıl(a)mayınca,
o zaman, bu tavırlara savaş açmak; iyi niyetlerinden şüphe edilen bazı İlâhîyat onbaşılarına kalır (dekan, onbaşı demektir). Onlar
da, karşı mahallenin hesabına gol olarak kaydedileceğini bile bile, kendilerini kullanan gazete ve kanallarda, İslâm
düşmanlarını sevindirecek şekilde çirkin bir üslûpla cemaatlerin bazı
yanlışlarını dile getirecektir.
Müslümanlar arasındaki bazı problemlerin medya aracılığıyla
tartışılıp tüm mahremiyet ve çıplaklığıyla dost-düşman her kesimden insana
deşifre edilmesi, çok ciddî sakıncalara sebep olabiliyor. Bunun yanında, müslümanların hassas konularını da tartışıp münkerden nehyetmek için
birbirlerine ikaz ve tavsiyelerde bulunmaları, hüsrandan kurtulmaları için şart
oluyor. Bu ikisi arasında denge tutturmak da pek kolay olmuyor. Bu yazı da, bu zorlukların bir ürünü. Konuyu muşahhas örneklerle açıklayamama, genelleştirip yer yer kuş dili kullanma mâzur
görülmeli ve "leb" şeklinde yazılanın "leblebi" anlamına
geldiği değerlendirilmelidir.