Ahmed Kalkan ile Röportaj 1

Vuslat: Hocam, öncelikle kendinizi tanıtır mısınız, Ahmed Kalkan kimdir?. 1

Vuslat: Halkın bu tarz dinî algıları boşa çıkartılırsa, zaten her geçen gün dinin etkisini üzerinde hissetmeyen insan tipiyle karşılaşıyoruz. Peki, bunun yerine dinî olanı nasıl vereceğiz?. 9

Vuslat: Son olarak okuyucularımıza herhangi bir mesajınız var mı?. 11

 

 

 

 

Ahmed Kalkan ile Röportaj

 

 

   (Vuslat Dergisi, Sayı 28, Ekim 2003) 

                                                                                                                                

Vuslat: Hocam, öncelikle kendinizi tanıtır mısınız, Ahmed Kalkan kimdir?

 

Bismillâh. "Ahmed Kalkan, kim midir?" On sekiz bin olduğu rivâyet edilen âlemlerden biri olan, yedi gökten birinci kat semâyı oluşturan evrenin parçasında, iki yüz milyar galaksiden biri olan, ismine Samanyolu galaksisi denilen ve bir milyon dört yüz bin yerküre büyüklüğündeki güneşimiz gibi içinde iki yüz milyon yıldız barındıran galaksimizin içinde denizde damla gibi duran dünya denilen yuvarlakta milyonlarca canlı çeşidinden biri olan insan adlı varlığın, Hz. Âdem'den bu yana yaşamış koca bir zaman dilimindeki insan nesli/seli içinde, 21. yüzyılda yaşayan 7 milyar insandan biri. Bu kadar küçük, basit ve önemsiz birisi Ahmed Kalkan. Buna rağmen Allah'ın, kendisini kulluğa kabul ettiği; ümitleri, beklentileri, hayalleri hiç de küçük olmayan, kullardan bir kul, bir abdullah. Kimliği; bir müslüman.

   

1955 yılında Kütahya'da doğdu. İlkokuldan sonra hâfızlık ve Arapça eğitimi aldı. Konya İmam Hatip Lisesi (1974), At. Üniversitesi Edebiyat Fakültesi (1978) mezunu. 1979-1983 yıllarında Sakarya Karasu'da Edebiyat öğretmenliği yaptı. Belki, Türkiye'de en kısa zamanda görev yaptığı şehirden ilçeye sürülen öğretmen olma sıfatına sahip oldu. Tâyin olduğu Adapazarı lisesine ilk gittiğinde, müdür odasında müdür vekili olan bayan baş muâvin tarafından karşılandı. "Hoş geldiniz" diyerek uzatılan eli, bayan eli diye sıkmadığının cezasını çekti. "Uzatılan eli, haram olduğu için,  erkekle kadının tokalaşmasının câiz olmadığına inandığı için tokalaşamayacağının mâzur görülmesini rica ettiğini" söyledi. Sen misin bunu yapan? Yaklaşık otuz saniye kadar bekledikten sonra, "derslere girmenize gerek yok, birkaç gün gezip eğlenin!" denildi. Ve ilâve edildi: "Din Dersi öğretmeni bile sakınca görmüyor da..." diye. Uygun şekilde cevap verdi. Göreve başladığı halde derslere giremediği okuldan bir hafta sonra Karasu ilçesindeki liseye tayininin çıktığı (sürüldüğü) söylendi. Başlarken bile ortaya çıkan öğretmenliğin memurluk tarafını hiç mi hiç sevemedi. Öğretmenliği sırasında "Atatürk'ün cenâze namazının hangi câmide kılındığını bilmiyorum" sözü gerekçe gösterilerek laikliğe aykırı tutum ve tavırlarından dolayı bir yıl hapis cezasına çarptırıldı. (Lâf aramızda, hâlâ hangi câmide kılındığını bilemediğinden, suç işlemeye devam ediyor.) Kendi isteği ile memurluktan istifa ettikten sonra fahrî ve özgür öğretmenliğini yaşadığı ve hasta olmadığı sürece sürdürmeye çalıştı. Öğrencilik yıllarında memleketi dışında, Afyon, İstanbul, İzmir, Konya ve Erzurum adlı şehirlerin her birinde yıllar geçirdi. Türkiye'nin dörtte üçünü, dünyanın da sadece 23 ülkesini genç yaşlarında gezip gördü. Daha çok Fransa ve Hollanda'da olmak üzere sekiz yıl Avrupa'da kalıp cemaat çalışmaları ve serbest öğretmenlik yaptı.

 

Avrupa'da kaldığı yıllar bir arkadaşı ile 21 sayı süren Kıyam adlı bir dergi çıkardı. Yazıları, bu derginin yanı sıra, Avrupa'da Hicret, Tebliğ, Haksöz, Yeryüzü gibi dergilerde yayımlandı. İlk sayısından itibaren Vuslat dergisi yazarlarından olan Ahmed Kalkan, Yurt FM adlı radyoda programlar yaptı, halen Marmara bölgesine yayın yapan Özel FM'de Kur'an Kavramları adlı programını sürdürmektedir.

 

1992 yılından bu yana İstanbul'da bir vakıfta görev yapmakta ve fahrî öğretmenliğini sürdürmekte olan Kalkan, 1998'den beri konulu tefsir çalışması olarak Kur'an Kavramları üzerinde çalışmaktadır. İleride Kavram Tefsiri adıyla yayımlatmayı düşündüğü bu kapsamlı çalışma, aynı zamanda çalıştığı vakıfta ders olarak da sunulmaktadır.

      

Evli ve (6-2=) dört çocuk babası olan Kalkan'ın yayımlanmış üç eseri vardır. Sanat Bilinci (Denge Y. İst. 1993, 1997), Evlilik ve Aile Hayatı (Konya, 1999), İslâm Akaidi (İst. 2002). 

 

Bu, başlangıcı biraz bilimsel ve fikirsel, devamı da biraz resmî tanıtmadan sonra, onun dünyasını biraz daha deşelim isterseniz: Bakmayın onun kendini fahrî öğretmen diye tanıtmasına, başkalarının da ona hoca demesine. Aslında onun mesleği öğrencilik. Öğretmenlik gibi onu da ne kadar becerebiliyor, o da tartışılabilir. Hayatı boyunca da bu meslekten ayrılmak istemiyor Ahmed Kalkan. O, bir Kur'an talebesi olmaya çalışıyor, zirvesi "canlı Kur'an" olan "hamele-i Kur'an" dağına tırmanma çabasını ölünceye dek sürdürmeyi düşünüyor. Kur'an'ı anlamaya ve anlatmaya çalışıyor; okumaları ve yazmaları, konu ve konuşmalarının gerekçesi bu. Yaratılış amacının Allah'a kulluk, kulluğun yolunun da Kur'an'da çizildiğini unutmamaya çalışıyor (ama arada-sırada da unutuyor). Sekiz ameliyat geçiren ve gece-gündüz sürekli ağrılarla imtihan olan bedenini, bu gayret ayakta tutuyor. O düşünüyor ki, doktorluğa soyunanların hasta olmaya hakları yoktur. Başka hastalarla uğraşmak, onun derdini unutturacak ve hoşlanmadığı şey, hayır olabilecektir.

 

Ağrılarının müsâade ettiği zamanlarda, çevresindekiler onu ya bir kitabın sayfaları arasında kaybolmuş veya bilgisayar başında yazarken kendini bulmuş görürler. Kimilerinin zannettiğinin aksine, çok konuşmayı sevmez; sevmez ama, mecbur olduğunu düşünerek bazen çok konuştuğu da olmaz değil. İçindeki sancıların dışına aksetmemesine çalışır, güleryüzlü olmanın şükreden bir kul olmak için asgarî bir şart olduğunu, aksinin bunca nimete nankörlük kadar, kul hakkını çiğnemeye de girdiğini düşünür. Zaafları sayılamayacak kadar çok olduğu için onları sıralamaya gücü yetmez. Rabbi ile kendi arasında kalmasını, O'nun da yok saymasını diler. Eh, bu kadar tanıtma da yeter. (İnsanın kendinden bahsetmesi, gerçekten zor. Bu zorluğu kısmen kolaylaştırmanın yolu olarak, birinci tekil yerine üçüncü tekil şahıs zamiri kullanmak da biraz yazar kurnazlığı olsa gerek.)     

  

Vuslat: Hocam, dünyada çok sıcak gelişmeler yaşanıyor. 11 Eylül hâdisesinden hemen sonra ABD, bu olayı bahane ederek önce Afganistan’ı sonra da Irak’ı işgal etti. Müslüman devletler ve toplumlar, sizce gerekli tepkiyi verdiler mi? Meselâ, İslâm Konferansı Örgütü, Arap Birliği gibi müslümanların iç örgütlenmeler ve Birleşmiş Milletler gibi dış teşkilatlar nezdinde sizce Müslümanlar gerekli girişimde bulunup bu teşkilatlar aracılığıyla kamuoyunu harekete geçirebilmek için gerekli çabayı sarfettiler mi? Sarfetmedilerse, sizce bunun nedenleri nelerdir?

 

Sorunuzu cümle cümle cevaplamaya çalışayım: "Dünyada çok sıcak gelişmeler yaşanıyor" diyorsunuz. "Ne zaman yaşanmadı ki?" diye karşı soru ile cevaplayayım. Dünyada insanın sınavı başladığı günden beri sıcak gelişmeler olmakta. Hak-bâtıl savaşı da denilebilir buna. Kur'an bu gerçeğe şöyle ışık tutar: "...Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler..." (2/Bakara, 217). Bu savaşın cepheleri de Kur'an aynasında çok nettir: "Mü'minler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır." (4/Nisâ, 76). "Bir bahâne bularak ABD'nin Afganistan ve Irak'ı işgal ettiğini" sorunuzda dile getiriyorsunuz. Bana göre ABD'nin işgali yeni olmadığı, bu bahâneden çok öncelere uzandığı gibi, işgal ettiği ülkeler de sayılan iki ülke ile sınırlı değil. Ordu ile fiilî işgaller hem pahalıya mal olduğu, hem de çok tepki topladığından istenilen uzunlukta sürmez.  Göreceksiniz, işgal gücü olarak orada kalmaktansa, piyonlarını işbaşına geçirip işgal ettiği ülkelerden çıkar gibi yapacaklar; sahte kurtarıcılar çıkacak, halk da sevinecek. Ama, uzaktan kumanda ile postmodern işgal sürecek. Bu, hemen her Ortadoğu ülkesinin başına gelen eski(meyen) senaryo.

 

Esas işgaller silâhsız güçlerle yapılan işgallerdir. Sömürü ile, yönetim tarzı ile, film endüstrisi ile, dayatılarak değil sevdirilerek mecbur edilen İngilizce ve kültürü ile, dostu düşman düşmanı dost ettirme ile, kendisine benzeterek, daha doğrusu kendisine bağımlı hale getirip köleleştirerek yapılan işgaller, sadece bu iki ülkeyi değil; müslümanların yaşadığı hemen tüm ülkeleri kapsıyor. Esas işgal toprakların işgali değil; kafaların ve gönüllerin işgalidir. Allah'ın abdi/kulu olduğunu unutup ABD'nin abdi olmayı tercih etmektir.

 

"Müslüman devletler ve toplumlar, sizce gerekli tepkiyi verdiler mi?" Kim onlar? Var mı böyle devlet ve toplum? "Müslüman devlet" tanımını "müslüman devlet" zannedilen devletler bırakın kabul etmeyi, anayasal suç sayarlar. Bölücülük ve dincilik yapıldığı, devleti dinin kurallarına uydurmaya çalıştığı gerekçesiyle bu sıfat tamlamasını kullanan hakkında cezâî işlem yaparlar. Hangi ülkeden mi bahsediyorum. Müslümanların yaşadığı tüm ülkelerden. Birey olarak bazı müslümanca tavırlar taşımasına rağmen, toplumlar İslâm toplumu olmaktan çok uzaktır bu ülkelerde. Acı da olsa, içinde kendimizin de yaşadığı (buna yaşamak denirse) toplum da dâhil olmak üzere "câhiliyye toplumu"dur toplumlar. Toplumların yönetimleri, eğitimleri, günlük yaşayış ve dünyaya bakışları, ahlâk(sızlık)ları, kısaca dışa yansıyan her şeyleri câhiliyye özelliği ile izah edilebilir ancak. İçte sakladıkları iman mıdır, imansa şirke karışmış inanç kirliliği midir, o konu ayrı bir husus. Tek tek tanımadığımız bireylerin imanını test edip teslîm veya tekfîr bize düşmez. Evet, câhilî devlet ve toplumların zâlimlere gerekli tepkiyi gösterebilecekleri beklenmemelidir. Müslüman zannedilen devletlerin, Amerika denilen İsrail'in sömürgesi süper cüce devlete, yöneticileri resmen kâfir olan Batı ülkeleri kadar bile karşı çık(a)madıkları, dilleriyle bile tepki göstermedikleri hiç sürpriz değil! Devlet olarak müstemleke, toplum olarak köle durumundakilerden başka ne beklenir ki! Onlar, güzelim torununun değil; dede Abdülmuttalib'in izinde. Irak'tan ve diğer ülkelerden onlara ne? Onlar paralarının, maaşlarının derdinde; koltuklarının, rahatlarının (yani develerinin) peşinde...

 

"Arap Birliği ve İslâm konferansı gibi iç örgütlenmeler nezdinde kamuoyu oluşturulabilmiş ve yeterli girişimlerde bulunulmuş mudur?" Cevabı, kısmen yukarıdaki cümlelerin içinde var. Yine de kısaca değineyim: Biri nasyonalist anlamında milliyetçi, daha doğrusu ulusalcı, diğeri de İslâm'a iftira ve istismar olarak aziz dinimizin adını kirleten örgütler, ne kadar İslâm'a, hatta müslümana atfedilebilir?

 

Kur'an okunarak başlanmasından başka İslâm'la hiçbir ilgisi olmadığı söylenebilecek baraj kapağı görevi yapan, sanal, göstermelik ve sadece "konferans" iddiasından ibâret renksiz, ya da renk cümbüşü, alaca bir örgüt. Bunlar mı çözecek müslümanların problemlerini. Bugüne kadar çözebildiği tek sorun oldu mu ki, bu sorunun çözümü onlardan beklensin.  "Birleşmiş Milletler gibi dış teşkilatlar aracılığıyla çözüm arayışı" müslümanların içler acısı durumunu ortaya koymaya yetiyor. Kurdun kuzulara saldırısına çözüm bulsun diye kurtlar sürüsünden medet ummak kadar acı bir şey olmasa gerek. Bir leş miş milletlerden yarar uman da bir leş olmaya adaydır desek ağır mı olur acaba?   

             

Vuslat: Hocam, siz eski bir öğretmensiniz ve eğitimle hâlâ yakından ilgilisiniz. Biraz da yeni eğitim sezonunun başlaması nedeniyle hepimizi ilgilendiren okullarımızdan konuşalım. Türkiye’de yaz-boz tahtasına çevrilmiş bir eğitim sistemi önümüzde duruyor. Her siyasî parti iktidara geldiğinde birtakım siyasî mülâhazalarla eğitime müdahale ediyor. Bu da, toplumun temel dinamiği genç kuşaklar açısından ele alındığında, sağlıklı ve nitelikli insan yetişmesine engel oluyor. Sizce bugün eğitim alanında yapılması gerekenler nelerdir? Sorumlu bir anne baba olarak eğitimin ortaya çıkarttığı sakıncalardan çocuklar nasıl korunabilir?

 

Eğitim, başlı başına kitaplık, hatta kütüphanelik bir konu. Hele Kitapsız eğitim... Eğitim, Rab kavramını gündeme getirir. İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah'tır. O'nu temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm olur. Pansuman tedaviler yerine; radikal değişim ve çözümler olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu yürüyerek geçmeyi düşünmek demek. Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah'ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Halbuki Kur'an'a göre yönetmek ve eğitmek sadece Allah'a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O'nun hakkıdır.  Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah'a dayandırılmaz. Besmele ile başlamak bile yasaktır derse, Es-selâm'la sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu zihniyette. Ama, besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rablığı) Allah'a hiç dayandırmadığından;  yoktan var edici, yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur'an'ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O'nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz? Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup-yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil, krallardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı. Hak-bâtıl mücâdelesi değil; savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir, ahlâkın da uygulanması değil, sadece bilgisi önemlidir bu zihniyete göre.

 

Allah'ın yazdığını önemsemeyen topluma, yazıp bozanlar alın yazısıdır. Ebediyyen silinme ihtiyacı hissedilmeyecek, bozulmayacak yazıyı hatasız Zât yazabilir ancak. Yazıp bozmak insana aittir. Okullarda da yazı tahtası vardır, Ali yazsın, Veli bozsun/silsin diye. Peki, öyleyse niye yaz-boz tahtasına döndü eğitim diye şikâyet ediliyor? "Ne yapmalı?" sorusu yukarıdaki teşhisin içinde. Hastalık doğru teşhis edilmeden tedâvi mümkün değildir. Doğru teşhise katılan, hatanın nerede olduğunu tesbit eden, çözümü bulmakta zorlanmayacaktır. Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana-baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştırılacak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine şöyle diyecek: "Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. 'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylere ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler. 'Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov." (33/Ahzâb, 66-68)      

 

Vuslat: Hocam, belki geç kalınmış bir soru ama, nihâyetinde üç ayların içerisindeyiz. Bu konuda halkımızın üç aylar denilen Receb, Şaban ve Ramazan aylarına hasrettikleri kimi ibâdetler var. Bunların İslâm kaynaklarındaki yeri nedir?

 

Nice müslüman, dinlerini temiz kaynaktan öğreneceklerine, bulanık ve karışık eser ya da sözleri tercih ettiklerinden; hakla bâtıl, doğru ile yanlış, ibâdet ile bid'at karışmış; ucuzcu, kolaycı, kestirmeden cennet vaad eden anlayışları din yerine koymuştur. Üç aylar hakkında önce sahih hadislere bakalım; sonra da uydurmalara: 

 

İbn Abbâs (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.) Receb ayında bazı yıllarda öyle oruç tutardı ki biz, ‘(gâliba) hiç yemeyecek (ayın her gününde tutacak)’ derdik. (Bazı yıllarda da öyle) yerdi ki biz, ‘(gâliba) hiç tutmayacak’ derdik.” (Buhârî, Savm 53; Müslim, Sıyâm 179, hadis no: 1157; Ebû Dâvud, Savm 55, h. no: 2430)

 

Âişe (r.a.)anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) (bazen) oruca öyle devam ederdi ki, ‘(bu ay) hiç yemeyecek’ derdik. Bazen de öyle devamlı yerdi ki, ‘(bu ay) hiç tutmayacak’ derdik. Ben, onun Ramazan dışında bir ayı tam olarak tuttuğunu görmedim. Herhangi bir aydan Şâban ayında tuttuğundan daha fazla tuttuğunu da görmedim.” (Buhârî, Savm 52; Müslim, Sıyâm 175, hadis no: 1156; Ebû Dâvud, Savm 56, 59, h. no: 2431, 2434; Tirmizî, Savm 37, h. no: 736; Nesâî, Savm 70; Muvattâ, Sıyâm 56)

 

Peygamberimiz; “Şa’bân ayında oruç tutmanın çok fazîletli olduğunu” (Tirmizî, Zekât 28, hadis no: 663; Nesâî, Savm 70) bildirmiştir.

 

Özellikle üç aylar denilen Receb, Şâban ve Ramazan ayının tüm günlerini peş peşe oruçlu geçirmek sünnette olmayan, sonradan uydurulmuş bir davranış biçimidir. Bazı insanların önemli bir sünnet gibi Receb ve Şâban ayının tümünü oruçla geçirerek oruç aylarını üçe çıkarmaları doğru değildir. Bunun yanında, Receb ve Şâban ayının bazı günlerinde oruç tutup bazı günlerini oruçsuz geçirmek çok daha fazîletlidir. Ümmü Seleme (r.a.) anlatıyor: “Ben Rasûlullah (s.a.s.)’ın Şâban ve Ramazan dışında iki ayı peş peşe tam olarak oruçla geçirdiğini görmedim.” (Tirmizî, Savm 37, hadis no: 736; Ebû Dâvud, Savm 11, hadis no: 2335; Nesâî, Savm 70). Buhârî ve Müslim başta olmak üzere çoğu hadis kitaplarında yer alan hadise göre ise, Âişe annemiz, Rasûlullah (s.a.s.)'ın Ramazan dışında bir ayı tam olarak oruçlu geçirdiğini görmediğini söylemiş, buna rağmen başka aylarda tutmadığı kadar Şâban ayında nâfile oruç tuttuğuna şâhit olduğunu belirtmiştir.

 

Ramazan ayını karşılamak için, bir-iki gün önceden oruca başlamak da doğru değildir. Bu, hıristiyanların farz oruca yaptığı ilâvelere benzer. “Sizden kimse, Ramazanı bir veya iki gün önceden oruç tutarak karşılamasın. Eğer bir kimse, önceden oruç tutmakta idiyse, orucunu tutmaya devam etsin.” (Buhârî, Savm 14; Müslim, Savm 21, h. no: 1082; Ebû Dâvud, Savm 11, h. no: 2335; Tirmizî, Savm 2, h. no: 684; Nesâî, Savm 31, 32)

 

Üç tanesi Receb ve Şa'ban ayında değerlendirilen "kandil gecesi" denilen geceler ve o gecelerde yapılan özel nâfile namazlarla ilgili bütün hadis rivâyetleri uydurmadır. Asrsaâdette bu gecelerde, bu geceye has özel namaz kılınması bir tarafa, Kadir gecesi dışında bunlar kutlanılmıyordu bile (kandil yoktu ki gecesi olsun; hoş, şimdi de kandil yok; artık ampul gecesi, floresans gecesi denmeli).

 

İnsanlar, Allah'ın gönderdiği dini tahrif etmeden yaşamayı değil de; kolay yoldan Cennete gidivermeyi, bir-iki gece nâfile namazla, bir-iki geceyi ihyâ ile tüm senenin ibâdetlerini unutturuvereceklerini düşünüyorlar. Bir dahaki seneye kadar da yine câhilî hayatlarına devam edip sonraki kandil geceleriyle işi halletmeyi hedefliyorlar. Bu konuda nice yarım hoca da, bu yanlışa ortak oluyor, hatta böyle tahrif edilerek basitleşmiş din anlayışını, bol keseden sevap ve ucuz cennet vaadini onlar icat ediyorlar. Bu konuda vâizlerin dilinden düşmeyen, Peygamber hadisi diye takdim edildiği halde uydurma olduğu kesin bazı rivâyetleri hatırlatalım:  

 

“Gecelerin en büyüğü dörttür: Recep ayının ilk gecesi, Şa’bân ayının on beşinci gecesi, Ramazan ve Kurban Bayramı geceleri.”

 “Cennette Receb adında, sütten daha beyaz, baldan daha tatlı bir nehir vardır. Kim Receb ayında bir gün oruç tutarsa Allah (c.c.) onu bu nehirden sulayacaktır.”

Receb ayının ilk gecesinde on rekât namaz kılınır. Her rekâtta Fâtiha, Kâfirûn ve üç İhlâs okunur.”

Receb ümmetimin ayıdır. Onun diğer aylardan üstünlüğü, ümmetimin diğer ümmetlerden üstünlüğü gibidir. Şâbân benim ayımdır. Onun diğer aylardan üstünlüğü benim diğer peygamberlerden üstünlüğüm gibidir. Ramazan Allah’ın ayıdır. Onun üstünlüğü ise Allah’ın, mahlûkatı üzerine üstünlüğü gibidir.”

"Reğâib namazı on iki rekâttır. Receb ayının ilk Perşembe günü oruç tutulur. O gün akşamla yatsı arasında on iki rekât namaz kılınır. Her iki rekâtta selâm verilir. Her rekâtta Fâtiha'dan sonra üç defa Kadir Sûresi ve on iki defa da İhlâs okunur. Namazdan sonra şu salevât okunur: 'Allahumme salli alâ Muhammedini'n-Nebiyyi'l-ümmiyyi ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.'  Sonra secdeye varır ve yetmiş kerre 'Sübbûhun Kuddûsun Rabbu'l-melâikeh' der. Başını secdeden kaldırır ve şöyle duâ eder: 'Ey Rabbim, beni affet, bana acı. Bildiğin hatalarımı bağışla. Çünkü Sen çok güçlü ve kerem sahibisin.' Tekrar secdeye varır. Tesbihi tekrarlar ve secdede iken Allah'tan ihtiyacını ister. Tesbihi tekrarlar ve secdede iken Allah'tan ihtiyacını ister. Böyle yaparsa inşaallah isteği yerine gelir."

"Receb ayının ilk Cuma gecesi olan Reğâib gecesinde kılınan namazdan sakın gaflet etmeyin. Kim o gecede namaz kılarsa, Allah (c.c.) ve melekleri ertesi yıla kadar ona rahmet ve duâda bulunur. O kişi dünyada İslâm ile yaşar, iman ile buradan ayrılır ve kıyâmette iyilerle beraber haşrolur.

"Kim Receb ayının bir gecesinde, akşam namazından sonra, yirmi rekât namaz kılar, her rekâtta Fâtiha ve İhlâs sûrelerini okur ve on selâmda bu namazı edâ ederse, Allah o kimseyi, âilesi ve yakınlarını belâ ve musîbetlerden korur."

"Miraç namazı, Receb ayının yirmi yedinci gecesi Fâtiha ve İhlâs Sûresi ile on iki rekât olarak kılınır. Sonra, yüz kere 'Sübhânallahi ve'l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber', yüz kere istiğfâr ve yüz kere salevât-ı şerîfe okunur. Sonra da kişi kendisi için duâ eder ve oruçlu olarak sabahlar." 

"Kim, Berat gecesinde yüz rekât namaz kılar, her rekâtta Fâtiha ve on beş kerre İhlâs sûresi okursa, Allah Teâlâ, onun üzerine beş yüz bin melek indirir. Her melekte nurdan bir defter vardır. Kıyâmete kadar onun sevâbını yazarlar."

“Allah (c.c.) Ramazan ayının ilk günü sabahında, hiçbir müslümanı bırakmadan hepsini mağfiret eder.”

 

Tekrar belirtelim; örnek olarak verdiğimiz bu on rivâyet ve benzerleri, hadis değil, uydurmadır. Daha bunlar gibi nice uydurmalar Peygamberimiz'e, dolayısıyla Din'e iftirâ edilerek sevap niyetiyle cehenneme minder taşınmakta, tamamlanmış Din'e ilâve ibâdetler eklenerek bid'at ihdâs edilmektedir. 

 

Vuslat: Halkın bu tarz dinî algıları boşa çıkartılırsa, zaten her geçen gün dinin etkisini üzerinde hissetmeyen insan tipiyle karşılaşıyoruz. Peki, bunun yerine dinî olanı nasıl vereceğiz?

 

Bu yaklaşım, Peygamberimiz "her bid'at, insanı ateşe sürükleyen dalâlettir" dediği halde, tarihte bid'atleri ikiye ayırıp bazılarını bid'at-i hasene yakıştırması ile kutsayan bir anlayıştır. ‘Bid’at’ sözlükte, daha önceden bir örneği olmaksızın yapılan, sonradan icat edilen şey (muhdes) demektir. Kavram olarak ‘bid’at’; Şeriata karşıt olması sebebiyle onunla ters düşen ve onda bir fazlalık ya da noksanlığa neden olan şeydir. Bid’at, Sünnetin zıddı olarak kullanılmaktadır ki, Şârî’nin (din koyucunun) açık ya da dolaylı, sözlü ya da fiilî izni olmaksızın, dinde sahâbeden sonra ortaya çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmadır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’attir; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı ateşe sürükler.” (Müslim, Cum'a 43, h. no: 867; Ebû Dâvûd, Sünnet, h. no: 4606; İbn Mâce, Mukaddime 7, h. no: 45-46; Nesâî, Iydeyn 22) “Allah (c.c.) bid’at sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, infâkını (hayır yoluna harcamasını), şâhitliğini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.” (İbn Mâce, Mukaddime 7, h. no: 49)

 

         Bu kadar tehlikeli ve imandan ayırıcı olan bid’at konusunda müslümanların doğal olarak duyarlı olmaları gerekir. Allah (c.c.) kendi dini olan İslâm’ı peygamberinin tebliği ile insanlara ulaştırmış ve onu tamamlamıştır (5/Mâide, 3). Hz. Muhammed (s.a.s.) yaşayarak ve uygulayarak İslâm'ın ne olduğunu ortaya koymuştur. Hiç bir insanın bu dine müdâhale hakkı yoktur; kimse ne dinden eksiltme yapabilir ne de ona bir şey ilâve edebilir. Ancak, değişen zamana göre, gelişen ilimler doğrultusunda yeni şeyler icat edilir, yeni buluşlar ve teknikler, hatta yeni görüşler ortaya çıkabilir. Bid’at’ın sözlük anlamına takılarak, yeni ortaya çıkan her şeye bid’at demek mümkün değildir. Bu hem Din’i anlamamak, hem de Din’in mubah (helâl) alanını haksız olarak daraltmak, Din’in uygulanmasını zorlaştırmaktır.

 

Peygamberimiz'in deyişiyle bütün bid’atler merduttur (reddedilmiştir). Hiç birinin İslâm'a göre bir değeri ve hükmü yoktur. Çünkü böyle bir şey, İslâm’da eksiklik veya fazlalık olduğu düşüncesine dayanır. Halbuki Din Allah (c.c.) tarafından insanlar için beğenilip gönderilmiş ve tamamlanmıştır. Onda eksik veya fazla bir şey yoktur.  Bid’atçıların bir kısmı Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı inanç ve amelleri uydurup İslâm'a sokarlar, onları Din'denmiş gibi sunarlar. Bazıları da İslâm'ı daha iyi  yaşamak, daha dindar bir müslüman olmak  amacıyla yeni ibâdet ve inanış türleri uydururlar. Her iki tutum da yanlıştır. İnsanlara düşen görev, İslâm'ın, olmayan  eksikliklerini bulup kendi akıllarınca o eksiklikleri gidermek değil; İslâm'a hakkıyla teslim olarak ellerinden geldiği kadar onu yaşamaktır. Unutmamak gerekir ki, hiç kimse İslâm'ı Hz. Muhammed (s.a.s.)’den daha güzel yaşayamaz, O’ndan fazla dindar olamaz.   

 

‘Güzel bid’at, kötü bid’at’ tanımları net değildir. Hangi inanış, hangi amel ve âdet bid’attır, hangisi güzeldir, hangisi kötüdür? Bu gibi değerlendirmeler kişilere ve kültürlere göre değişebilir. Bid’atın sınırlarını kim ve nasıl çizecek?  Tarihte ve günümüzde hemen hemen her grup (hizip) kendi düşündüğünün ve yaptığının doğru, diğerlerinin yaptıklarını yanlış görmektedir. Her grup, kendi görüşlerini ve eylemlerini Kur’an ve Sünnete dayandırma iddiasındadır. Hiç kimse de yaptığının bid’at olduğunu kolay kolay kabul etmez. Her bir bid’at, müslümanın hayatından bir sünneti alıp götürür. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Sünnetini iyi tanıyanlar ve onu bir hayat olarak yaşayanlar bid’atlerin tuzağına düşmezler (Geniş bilgi için bk. Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 87-91).

 

Bu açıklamadan sonra, sorunuzun cevabına geçebiliriz: "Halkın bu tarz dinî algıları boşa çıkartılırsa, dinin etkisini pek az hisseden insan tipine, dinî olanı nasıl vereceğiz?" Din, Din'in istediği şekilde verilmediği, bid'at ve hurâfeden arındırılmadığı, hakka bâtılın karıştırıldığı, hakkın ketmedildiği, halk veya yönetimin yanlış din anlayışına karşı çıkılamadığı için tebliğin bereketi olmuyor. Din adına neyi vereceğimizi bildiren Din, nasıl vereceğimizi de bize açıklar. Kur'an okumayan, sahih Sünnetle ilgisi olmayan kimseler, iyi niyetle de olsa, Dine, topluma ve kendine zarar verirler. Kaş yaparken göz çıkarmak buna denir. Yarım hoca olup din yapmak adına din yıkmak, Dini Kur'an ve Sünnet çizgisi dışına çıkartmak ya da çıkaranlara duyarsız kalmakla olmaktadır.    

 

 

Vuslat: Son olarak okuyucularımıza herhangi bir mesajınız var mı?

 

Yaratıcımız Allah’ın ve önderimiz Rasûlullah’ın ölümsüz mesajları varken, benim mesajım kaç para eder? Mesaj isteyen Kur’an’ın hazinelerine mürâcaat etsin. Bireysel ve toplumsal, maddî ve mânevî, siyâsî ve her türlü sorunun çözümü, dünya ve âhiretin güzelliklerine götüren yol, yani sırât-ı müstakîm ve hidâyet Kur’an’dadır. Mesajım; esas mesaja havâle etmek olacak. Zâten tebliğciler bir trafik görevlisidir; tehlikeyi, kırmızı ışıkları gösterip yasaklar ve yeşil ışığı, doğru yolu işaret edip gösterirler. Tek yol: Kur'an yolu ise, şimdi iniyor gibi Ramazan'da, öncesinde ve sonrasında haydi Kur'an'a; O'nu okumaya, inanmaya, anlamaya, yaşamaya, hayata geçirmek için gayrete... Ey iman edenler, (gereği gibi ve yeniden) iman edin! Ey oruç tutanlar (tuttuğunu zannedenler), gereği gibi oruç tutun! Ey Kitabım Kur'an diyenler, Kitabınıza sarılın!