EN BÜYÜK FETHİN YILDÖNÜMÜ MÜNÂSEBETİYLE;
Kimdir Fâtihler ve Fâtih Adayları?
1 Ocak tarihi, müslümanlar için
önemli bir gündür. 31 Aralık gecesinde şuurlu müslümanlar
bir kutlamaya katılırlar; Kutlamaya ve muhâsebeye.
Elbette noel değildir kutlanan. Hıristiyanların tanrı
kabul ettikleri bir zâtın doğum günü değildir
değerlendirilen. 1 Ocak, müslümanlar için bir senenin
israf edilip defterinin dürülmesi ve yeni bir yılın başlangıcının delice
kutlanılması değil; Câhiliyye denilen karanlık bir
çağın kapatılıp yeni bir çağın açıldığının bütün dünyaya ilânı olan en büyük
fethin, Mekke fethinin yıldönümü ve fethin değerlendirildiği
gündür.
İnsanları hayra yönelterek hayırlı ümmet olma şuurunu ve yeryüzünün
halîfesi olma sorumluluğunu kuşanan fetih rûhuna sahip
müslümanlar, gündem oluşturmak zorundadır.
Başkalarının tâyin ve tespit ettiği gündemlerin
arkasından koşan basit taklitçiler durumuna düşmemelidirler. Gündemimiz:
Yılsonu, yılbaşı değil; Mekke fethidir.
Fetih, kalplerin ve kapıların açılmasıdır. Fetih, kelime-i
tevhidin, içine girip fethettiği gönlün, heyecanını dışa taşırıp başkalarını da
kuşatıp yararlandırmasıdır. Şâirin; "Ballar
balını buldum / Kovanım yağma olsun!" dediği cinsten, tattığı
güzellikleri, başkalarına ikram etmektir fetih. Fetih, Allah'tan başka hiçbir
ilâh yoktur!" diyen muvahhidin, tüm ilâh taslaklarına ve tüm putlara
meydan okumasıdır. Karşısındaki, hangi dilden anlıyorsa, o dilden anlatmaktır.
En büyüğün, sadece Allah olduğunun dünyaya ilânıdır fetih.
Fetih, küfür kalelerinin İslâm'a açılması demek olduğu
kadar, gönül kapılarının da hidâyete açılmasıdır.
İster dış, ister iç fetihten, isterse her ikisinden beraberce bahsedelim, cihadsız, mücâhedesiz fetih olmaz.
Fetih, Allah'ın kullarını kullara kulluktan kurtarıp sadece
Allah'a kul etme eyleminin zaferle sonuçlanmasıdır.
Fetih, toprakları ele geçirip işgal etmek değil; tam
tersine, her şeyi sahibine iâde etmektir. İçimizde ve
çevremizdeki işgalleri kaldırmaktır.
Fetih, müslümanların ülke veya
şehirleri i'lâ-yı kelimetullah amacıyla İslâmiyet'e açmaları, İslâm devleti idâresine almaları demektir. Arapça'da
"açma, yol gösterme, hüküm verme, gâlibiyet ve
zafere ulaştırma" anlamlarına gelen feth, terim
olarak İslâm'da meşrû görülen savaşlar hakkında cihad
kavramına benzer şekilde, müslümanların gayrı müslimlerden gerçekleştirdikleri toprak kazançlarını
tarihte ve günümüzde bilinen diğer istilâ ve sömürü savaşlarından ayırmak
amacıyla kullanılmıştır.
Fetih, öncelikle ve daha çok, kalbi ve aklı İslâm gerçeğine
açmak, ikinci olarak da İslâm mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın
kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak anlamına gelir.
Medine'nin savaşsız fethedilmesi ve İslâm'a kazandırılması hakkında Rasûlullah'ın "Ülkeler ve şehirler zorla alınır:
Medine ise Kur'an ile fethedilmiştir" dediği
kaydedilir (Belâzûrî, Fütûhu'l-Büldân, I/6). "Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsân ettik" (48/Fetih, 1) meâlindeki âyet, askerî
bir zaferin değil; Mekke'li müşriklerle hicrî 6,
milâdî 628 yılında yapılan Hudeybiye Antlaşması'nın
arkasından inmiştir.
Fetih sûresinin 18 ve 27.
âyetlerindeki "fethan karîbâ/yakın
fetih" ibâresi Hudeybiye Antlaşmasından
sonraki Hayber'in fethine, Nasr
sûresinin 1 ve Hadîd sûresinin 10. âyetlerindeki "el-feth" kelimesi ise, Mekke'nin fethine işâret
etmektedir. Böylece Kur'ân-ı Kerim'de fethin hem
savaş, hem dâvet ve tebliğ yoluyla
gerçekleştirilebileceği açıklanmış bulunmaktadır.
En mübîn, en büyük fetih olan
Mekke'nin fethi ise; Allah'ın hükmünün yeryüzünün kalbine nakşedilmesi; Lâ
ilâhe illâllah mührünün dünyanın merkezine vurulmasıdır.
Yeryüzünde halîfe olabilmek için,
tüm kulluk ve kölelikleri reddedip sadece Allah'a hakkıyla kulluk yapmak
şarttır. Kulluk yapmak, yani ibâdet etmek için
yöneleceğimiz bir kıbleye ihtiyacımız olacaktır. Aynen başkalarına kulluk
yapanların kıblelerinin Washington, Çankaya, Medya... olduğu
gibi. Bizim kıblemizi tâyin eden Rabbimiz: "Yüzünü
Mescid-i Harâm'a çevir" buyuruyor (2/Bakara,
144). Bu emre uyarak kıblemize yüzümüzü çevirip dikkatlerimizi Mekke'ye
yöneltmeli, oraya doğru "Allahu ekber!" diyerek kıyâma
durmalıyız. Bugün Mekke'miz ne durumdadır? Yeniden fethi bekleyen Mekke'mize
yüzümüzü çevirip kıyâmımızı bekleyen başka
Mekke'lerimiz olup olmadığını değerlendirmeliyiz. İslâm âleminin kalbi
durumunda olan Kâbe ve Mekke ile, yine işgal altındaki
kendi kalplerimizi mukayese etmeliyiz. Asr-ı Cehâlette Ebû Cehiller tarafından,
arzın kalbi Kâbe ve Mekke nasıl işgal edildi ve putlarla doldurulduysa; arzın
halîfesi olması gereken insanımızın kalbi de işgâle uğrayıp putlarla
dolduruldu. Önce, bu putlardan uzaklaşmalı, hicret edecek Medine'ler bulmalı;
sonra Mekke'lerimizi fethedip oraların sadece Allah'a kulluk yapılacak yerler
olmasını sağlamalıyız.
Bu anlamda fetihler bekleyen Mekkelerimiz: Gönüllerimiz,
evlerimiz, çevremiz ve halîfesi olduğumuz/olmamız
gereken tüm dünyamızdır.
Allah'a ibâdet eden, Kâbe'ye,
Mekke'ye yönelmiş müslümanlar, ilk kıblelerinin de
halini düşünmek zorundadır. Kudüs'ümüz, Mescid-i Aksâ'mız ne durumda? O da fetih beklemiyor, yeni Salâhaddin'leri imdâda çağırmıyor
mu?
Cemaat halinde dünya müslümanları
gerçekten kıblelerine yönelip kıyâma dursalar, bu
işgal, yerini fethe kısa bir anda bırakmaz mı? Cemaat ve ümmet bilinci içinde
dünya müslümanları olarak hepimiz, fetih şuuruyla
Mekke fâtihleri gibi davransak; Filistin'deki zulüm,
Irak'taki vahşet, karşımızda kaç dakika dayanabilir?
İnsan, yeryüzünün halîfesi olarak, ahsen-i takvîm üzere (en güzel biçimde) yaratılmıştır
(2/Bakara, 30; 95/Tîn, 4). Bu kerem vasfını, ancak müslümanlar
devam ettirmiş, diğerleri dört ayaklılardan aşağı seviyeye düşmüştür (95/Tîn, 5; 7/A'râf, 179). Peki, müslümanların hepsi, Allah katında aynı değerde midir? Hucurât sûresinde; "Allah
yanında sizin en üstününüz en takvâlı olanınız, O'ndan en çok
korkanınızdır." (49/Hucurât, 13)
buyrulurken, Nisâ sûresinde; "Allah,
mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece
bakımından oturanlardan üstün kıldı... Allah mücâhidleri,
oturanlardan çok büyük bir ecirle fazîletli
kıldı." (4/Nisâ, 95) buyurulmaktadır.
Zümer sûresinde ise üstünlük
konusunda şöyle denilir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"
(39/Zümer, 9). Demek ki bilenler, yani âlimler bu
âyete göre üstün ve fazîletli kimselerdir. Bu üç âyette üç ayrı şahsiyetin fazîleti ifâde edilmektedir. Peki,
en kıymetli kimse, Kur'an'a göre kimdir, düşündünüz
mü? Yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak
cevaplayabiliriz: Takvâ sahibi, cihad eri âlim. Ya da
ilim erbâbı, müttakî mücâhid. Veya cihad rûhuna sahip, ilimde derinleşmiş, müttakî
gönül adamı.
Bilindiği gibi, takvâ kalptedir;
ilim kafada, cihad da bilekte, kas gücünde. Fazîletin esası, bu üç gücü dengeli bir şekilde birleştirmektedir.
İlim olmadan kaba kuvvet, sahibini kolayca zâlim ya da
terörist yapabilir. Takvâ olmadan bilgi, hatta vahye
dayalı ilim bile müşrik düzenin destekçisi Bel'am
yapabilir kişiyi. İlim olmadan da takvâ gerçekleşmez.
Çünkü Allah "Kulları içerisinde ancak âlimler, Allah'tan (gereğince)
korkar." (35/Fâtır, 28) buyurmaktadır.
Dolayısıyla öğrendikleri, kişiyi Allah'tan, daha fazla huşû
ile korkutup takvâya meylettirmiyorsa, öğrenilenler ilim; öğrenen kişi de âlim
değildir.
Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve
kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen
kimsedir.
Bugün İslâmî çalışma yapanların başarısızlıkları, saâdet asrının yıldızlarına çağdaş ayna olamaması, bu altın
sentezi yapamamaları, bu bütüncül bileşim için ciddî gayret göstermemeleriyle
ilgilidir. Bileği güçlü ve cesâreti, ya da maddî
imkânı olan müslümanın ilmi yetersiz kalmakta;
dışından takvâ sahibi olduğu zannedilen kişiler, ellerine gücü, kafalarına
bilgiyi yerleştirememektedirler. Âlim zannedilen kişilerin çoğu ise, cihad rûhuna yeterince sahip
olamadıklarından, korkup İslâm'ı ketmetmekte/gizlemekte,
kafaları kadar gönüllerini doldurmayı da düşünmemekteler. Fili olduğu gibi
tanımlaması gerekenler, tuttuğu parçayı fil zannetmekle kalmamakta, başkalarını
da bu organın fil olduğuna inandırmaya çalışmakta, hatta gözü açık olanların da
bu körebe oyununa katılmasını istemekteler.
Fetih rûhuna sahip olmanın önündeki
en önemli engel bu olduğuna göre, fâtih olmanın yolunun da nereden geçtiği ortaya
çıkmaktadır. Kur'an'a bakıyoruz; İman ve küfrü, tevhid ve şirki, bunların aralarındaki savaşı görüyoruz.
Tarihe bakıyoruz; tarihin hak ve bâtıl mücâdelesinden
ibâret olduğunu görüyoruz. Günümüze bakıyoruz; manzara yine aynı: İşgalci müstekbirler ve zulme uğrayan müstaz'af
kalabalıklar.
Anadolu, 10. ve 11. yüzyıllarda gönül ve kafa yoluyla
fethedildi; kılıçla değil. Moro, Malezya, Endonezya
gibi ülkeler, İslâm'ı yeterince bilen, bildiğini yaşayan, yaşadığını tebliğ
eden müslüman tüccarlar tarafından kılıçsız
fethedildi. Aynen kan dökülmeden fethedilen Mekke gibi. Mekke; fetihte de önder
şehir. En büyük fetih, Mekke'nin fethi; en büyük fâtih
de Hz. Muhammed (s.a.s.). O, Mekke'nin, Medine'nin, Tâif'in,
Hayber'in, tüm Arap yarımadasının fâtihi olduğu gibi,
O'nun öğrencileri, O'nun izini tâkip ederek 30 sene içinde o günkü dünyanın iki
süper devletinin ikisini de fethetti. Fetihler, Mekke'nin fethine benzediği
oranda fetih, fâtihler de Peygamber'e benzediği
ölçüde fâtihtir. Gönülleri fethetmeden yapılan ülke fetihlerinin ne kadar fetih
özelliği taşıdığı tartışılabileceği gibi, bunlar uzun süreli de olamaz.
Başlarında büyük fâtihin izini tâkip eden yöneticiler
olmaksızın ele geçirilen yerler, fetihle ihyâ edilen yerler değil; işgal ile
imhâ edilen topraklar olacaktır.
Fetih; açmak demektir, yani kapalılığı gidermek. Bir
memleketin fethi de, savaşla veya savaşsız Allah'ın hâkimiyetine boyun
eğdirilmesi demektir. Kalbin fethi ise, kalbi "lâ" süpürgesiyle
temizleyip "illâ Allah"ı o tertemiz gönül sarayına yerleştirmektir.
Fetih, önce gönüllerimizde olmalı; sonra dalga dalga
çevreye yayılmalı. Gönüller her türlü şirkten ve her çeşit puttan arınmalı
öncelikle. Önce kalbimizin burçlarına dikmeli ve orada her an
dalgalandırmalıyız tevhid bayrağını. Kurtulmayan
kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde nice kapalı
kapılar kolayca açılacaktır. Allah bir göğüste iki kalp yaratmadığı için (33/Ahzâb, 4), bir kalp ya Allah'a tahsis edilmiştir, ya da
başka bir şeye. Kalp Allah'a tahsis edilmişse, o kalp Beytullah
olur (50/Kaf, 16; 8/Enfâl, 24). Böyle bir kalp artık Kâ'be'ye, bu mukaddes evin bulunduğu Mekke'ye dönmüştür.
İşte o zaman Mekke'mizi fethetmiş, işgalcilerden, putlardan temizlemiş oluruz.
Mekke'nin şehirlerin anası (6/En'âm, 92) ve dünyanın
merkezi olduğu gibi; vücudun başkenti de kalptir. Kalbin fethi, insanın
fethidir; insanların fethi de ülkenin ve dünyanın.
Allah'tan gayrıya tahsis edilmiş,
Allah'ı sever gibi başka sevgilerle dolmuşsa, işgal edilmiştir gönül. Şeytanın,
tâğutun, hevânın işgali
altındadır. Veya para, kadın, sanat, spor, makam gibi putlar tarafından işgale
uğramış demektir. Böyle bir gönül, ne Mekke'nin fethini, ne de başka fethi
anlayabilir. O kalp ve sahibi için 31 Aralık gecesi Fetih gecesi değil; yılbaşı
gecesidir. Beytullah olması gereken kalpte putlar
varken, orayı fethedip özgürlüğüne kavuşturmadan Mekke fethini ve Beytullah Kâ'be'deki putları
deviren en büyük fâtih Rasûlullah'ı
nasıl an(lay)acağız? Beytullah da, Mekke de içimizde. Fetih önce gönülde ve
kafada olmalı. Sonra evimizde, iş yerimizde, çevremizde...
Günümüzde istismar edilmeyen kavram kalmamış, ifrât veya tefrîte kurban edilmeyen erdemden söz
edilemez olmuştur. Fetihle işgal, ıslâh ile ifsâd, amel-i sâlih ile eylem, cihad ile terör, huzur ile anarşi, özgürlük ile başıboşluk,
sabır ile zillet, tedbir ile korkaklık, cesâret ile delilik, tedrîcilik ile
ihmalkârlık, ilim ile faydasız bilgi, takvâ ile şekilcilik, tebliğ ile
propaganda, dâvet ile çığırtkanlık, denge ile aşırılık, istikrar ve sebat ile
anlık heyecan ve geçici heves birbirine karıştırılmıştır. Gönül, kafa ve
bileklerin dengeli beslenmediği ve birbirleriyle uyumuna önem verilmediği
ortamlarda bu karışıklıktan başka bir şey beklemek zâten
cehennemde saraylar aramaya kalkmak demektir.
Medyanın ve resmî makamların verdiği haberler iyice
araştırılmadan doğruluğu tasdik edilmemelidir (49/Hucurât,
6). Bu konuda ihtiyat payı bırakarak olayların zâhirinden
veya kamuya gösterildiği şeklinden yola çıkıldığında, ikiz kuleler konusunda ve
İstanbul'daki bombalama olaylarında bazı müslümanların
piyon olarak kullanıldığı anlaşılıyor. Arkalarında bulunan derin ve karanlık
güçlerin, büyük istihbârât örgütlerinin oyununa gelen
yarım bilgili ve yarım akıllı gençlerin kullanılmasıyla hem terörle mesajlarını
veriyor, hem de suçu İslâm'a yükleyebiliyorlar. Bu gençlerin İslâm'a ve müslümanlara verdikleri zararı düşünemeyecek kadar yetersiz
oldukları ve kullanıldıkları görülmektedir. Bu tür eylem hayalinde olanlar,
İslâm'ın kesin hükümlerinin, peygamberlerin tavırlarının meşrû
savaş dışında böyle cinâyetlere cevaz vermek bir tarafa, büyük bir suç kabul
ettiğini unutmamalılar. Bu tür olaylara açıktan cevaz veren İslâm âliminin hemen
hiç bulunmadığını, bulunamayacağını düşünmeliler. Üzerinde çokça spekülasyon yapılan terörün mesajı ve hedefi açık: Hedef
İslâm ve müslümanların kötü gösterilmesi. Bu
olaylardan en büyük zararı müslümanlar ve dinleri
gördüğüne göre, planlayanların ve esas gücün müslümanlar
olamayacağı, onların düşmanlarının olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Haklarına, hürriyet ve canlarına kastedildiği her yer ve
zamanda müslümanların cihad
halinde olmaları en doğal hakları ve hatta görevleridir. Bu bakımdan İslâmî
kurtuluş hareketi ve mücâdelelerini terörizm olarak
değerlendirmek, gerçek terörizmi ve teröristleri himâye etmektir.