İbâdet; Kalıp ve Kalbin, Tüm Organların Allah'a
Yönelmesidir
İbâdet, Hayatın Tüm Alanlarını Kuşatır
Namaz, Tüm İbâdetler İçin Prototiptir
Herhangi Bir Eylem Nasıl İbâdet Olur?
Allah'tan Başka Tapılan Varlıklar:
Allah'tan Başkasına İbâdetin Anlamı:
Allah'tan başkasına ibâdet etmek, Allah'ın
varlığını kabul etmemek anlamına gelmez.
Bilginlere ve Din Adamlarına İbâdet
"(Ey
Rabbım,) Ancak Sana ibâdet eder, ancak Senden yardım isteriz." (1/Fâtiha,
5)
"De
ki: Ey kâfirler tapmam sizin taptıklarınıza... Sizin dininiz size; benim dinim
bana!" (109/Kâfirun, 1-2, 6,
"Yuh
olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Hâlâ akıllanmayacak
mısınız?" (21/Enbiyâ, 66-67)
İbâdet kelimesi,
"abede" fiilinin masdarı olup "itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu
göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek" anlamlarına gelir. İbâdet
kelimesinin türediği "abd" kökü, şu anlamlara gelir: a- Hürün karşıtı
olan köle, b- Boyun eğmek ve itaat etmek, c- Kulluk etmek, ilâh
tanımak, tapmak, d- Bir şeye bağlanıp, ondan ayrılmamak. Bu
açıklamalardan anlaşılacağı üzere ibâdet kelimesinin ifade ettiği esas manalar;
"kişinin yüksek ve üstün birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, kendi
hürriyetinden ferâgat ederek onun karşısında her türlü isyanı terk etmesi, tam
bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir." İşte bu durum, kulluk ve itaattir.
İbâdet, itaat etmenin bir çeşididir. Bu itaate müstahak olan da, hiç şüphesiz
gerçek ma'bud olan Allah'tır. Çok ibâdet edene âbid; kendisine ibâdet edilene
de ma'bûd denir.
Kur’ânî bir terim
olarak ibâdetin genel anlamdaki tanımı şudur: "Yapılması sevap olan,
Allah'a yakınlık ifade eden, yalnız O'nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve
rızâsını kazanmak niyetiyle yapılan, her türlü harekete ibâdet denir."
Demek ki İslâmî
manasıyla Allah'a ibâdet: "İnsanın rûhen ve bedenen, gizli ve açık bütün
mevcudiyetiyle yalnız Allah'a yapmış olduğu şuurlu (bilinçli) bir tâat ve
kurbettir."
"İbâdet"
kavramı, "kurbet" (yakınlık) ve "tâat" (sevap olan şeyler)
kavramlarının anlamını da içermektedir. Dolayısıyla ibâdet eden insan, hem
Allah'a yaklaşmış, tanıyıp kulluk etmiş, boyun eğmiş ve hem de O'na itaat etmiş
olur. Mesela namaz kılan bir insan, Allah'a tâat, ibâdet ve kurbet görevlerini
yapmış olur. Namazın kabul olması için de "iman", "ihlâs"
ve "niyet" in bulunması gerekmektedir. Korku ve ümit içinde hem
zâhir, hem bâtında sonsuz bir alçak gönüllülük ile sınırsız bir ta'zimi ihtiva
eden ibâdet, "kibir" ve "riyâ" kabul etmez.
"İbâdet",
boyun eğmenin, itaat etmenin, saygı göstermenin ve kulluğun en son noktasıdır.
İbâdet, insanın Allah'ın râzı olduğu şeyi yapması, yerine getirmekle yükümlü
olduğu fiilleri emrolunduğu şekliyle hayata geçirmesi, hiçbir şey gözetmeden
Allah'a kulluk etmesi ve bunu, sadece O'na boyun eğip itaat etmek için
yapmasıdır.
İtaat büyük bir
makamdır. İbâdet/kulluk yapan "âbid/abd" (kulluk yapan/kul),
itaat ve ibâdetle Allah'a bağlandığı için şereflenir. Allah Teâlâ, peygamberi
Muhammed (s.a.s.)'i, makamların en şereflisi olan "risâlet" makamında
"kul" kelimesi ile isimlendirmiştir. (Bkz. Hadid, 9; İsra, 1; Kehf,
1) O yüzden şehâdet kelimesinde bile "rasül" kelimesinden de önce;
daha önemli ve daha şerefli olduğu için "abdühü" (O'nun kulu) ifadesi
kullanılır. Çünkü peygamberlik, Hz. Muhammmed'in (s.a.s.) diğer insanlara
yönelik ilişki ve görevini ifade ederken; "abd/kul"
ifadesi, onun Rabbıyla ilişkisini ve bağını anlamlandırır. Allah'la irtibatın,
diğer insanlarla ilişkiden daha şerefli olduğu da açıktır. Biz de, şeref ve
fazilet istiyorsak, bunun Allah'la bağımızı güçlendirmekten geçtiğini, yani
ancak ibâdet ve kulluk görevlerimizde derinleşmekle makamımızı
yükseltebileceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız.
İbâdet, imanın
uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların günlük hayatta yaşanması
olduğundan, Allah katında tâat kabul edilen her davranışın bilfiil uygulanmış,
yapılmış olması gerekir. Yoksa, yalnız istek halinde kalıp, davranış sahasına
çıkmayan duygu ve düşünceler, Allah'a yakınlık anlamına gelen kurbet ve tâat
olsalar da, ibâdet değillerdir. Bunun içindir ki, ibâdetlerin başı olan imanın
da, sadece kalple tasdiki yeterli olamayacağından, hiç olmazsa dil ile ikrar
edilerek açıklanması gerekli görülmüştür. Bunun yanında, niyetsiz, sadece
görünürde yapılan işler de ne olursa olsun, ibâdet sayılmazlar. Niyetsiz yatıp
kalkmak namaz olmadığı gibi, niyetsiz aç durmak da oruç değildir. O halde kötü
niyetle, veya Allah'a itaat ve yakınlık kastından başka bir maksatla yapılan
işler, ibâdet olamazlar.
Lisanımızda çokça
kullanılan "tapınmak ve tapmak" kelimeleri, ibâdet'in değil; yalnızca
tâat'in karşılığı olabilir. Hatta tapmak ve tapınmak kelimelerinden az çok, ne
yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk manası anlaşıldığı için, bu kelimeleri
"puta tapmak" , "haça tapmak" gibi yerlerde kullanırız.
Oysa kulluk etmek, şuur bakımından tapmak kelimesinden daha iyi ve anlamlıdır.
Şu halde ibâdet terimi, bir tâat mertebesini ifade etmektedir ki, en hususi
anlamı "ibâdet", en genel anlamı ise "kulluk" manasına
gelen "ubûdiyet"tir. İbâdet, Allah'ın râzı olduğu şeyi yapmak;
ubûdiyet ise, Allah'ın yaptığına râzı olmaktır, diye de tanımlanmıştır.
İbâdet kavramı,
Kur'an'da en çok kullanılan kavramlardan birisidir. Bu kavram, Kur'an'da isim,
fiil ve masdar şeklinde 256 defa geçer. Genel olarak, Allah'a veya Allah'tan
başkalarına ibâdeti ifade etmekte kullanılmıştır. Sadece Allah'a ibâdet
emredilirken, O'na ortak koşmak ve başkalarına ibâdet etmek, Kur’an’da
şiddetle yasaklanmıştır.
Kur'an'da ibâdet
kelimesi, daha çok nefislerin sadece Allah için başka kayıtlardan kurtarılması,
yalnız O'nun ibâdetine tahsis edilmesine işaret etmektedir. Yani insan, sevgide,
korkuda, ümit ve tevekkülde, itaat edip boyun eğmede Allah'a hiçbir varlığı
ortak koşmayacaktır. Çünkü ibâdet, sevginin, bağlılığın ve korkunun en güzel
ifadesidir. Nitekim dinin bütününü de bu esaslar oluşturur. İbâdet terimi, bu
açıdan incelendiğinde, kulun, ibâdet ettiği ilâh (Allah)'ı kemâl derecesinde
sevmesi ve tevâzu göstermesi ve bütün bunların ancak Allah için olması
gerekmektedir.
Fâtiha sûresinin 5.
âyetinde “iyyâke na'büdü (ancak Sana İbâdet ederiz)” ifadesinde "iyyâke"
zamir ve tümleçtir. Tümleçlerin, Arapça cümle kuruluşunda aslında fiilden sonra
gelmesi gerekir. Bu tümleç görevi yapan zamir, fiilden sonra gelseydi, anlam
şöyle olurdu: “na'büdüke (sana ibâdet ederiz).” Başa geçtiği için sınırlama
ifade eder: “Ancak Sana...” Dolayısıyla bu ifade, iki cümle yerine
kullanılmıştır. Bu cümlelerden biri, Allah'a ibâdet, O'na teslimiyet ve
kulluk; ikincisi, Allah'tan başkasına ibâdet etmemek, teslim olmamak,
kulluk yapmamak. Tevhid, özetle bu iki ifadeden ibarettir. Fâtiha'nın, Kur'an'ın
bir özeti olduğu gibi; Kur'an'ın en önemli konusu olan tevhidin özetini de bu "iyyâke
na'büdü" ifadesi karşılamaktadır. İman; kabul ve reddir; sevgi ve
buğzdur. Tâğutu reddetmek ve Allah'a iman etmektir (2/Bakara, 256). Tevhidî
iman; Lâ ilâhe illâllah'ın bir açılımıdır. İşte "iyyake na'büdü"
bütün bunları içerir, tevhidin özünü vurgular.
"Ancak Sana
ibâdet ederiz"
ifadesiyle anlamaktayız ki tevhid, sadece fikir ve görüşten ibaret, hatta salt
inançtan ibâret değildir. Tevhid, ibâdettir; sadece Allah'a ibâdet ve bütün
şekil ve muhtevâsıyla ibâdet. Tevhid, insanın pratik hayatını kuşatmalı,
kalbinde başlayıp tüm kalıbına yön vermeli ve hayata yansımalıdır. İbâdet
halinde pratize edilemeyen, etkisiz bir şekilde kafa veya kalbe hapsedilen bir
düşünce ve duygu değildir tevhid; Sadece Allah'a kulluktur, ibâdettir. Hayat da
ibâdetten ibârettir.
"Ancak Sana
ibâdet ederiz."
: "Ederim" değil; "ederiz". Cemaata işaret vardır bu
ifadede. Aynı Rabbın kulu olan, O'nun kanunlarına boyun eğen ve O'na tesbih ve
ibâdet eden tüm tabiatla, tüm yaratıklarla ortak dili konuşmak, vahdete ermek,
beraberce ibâdet etmek var bu ifadede. Kendi iç dünyamızla, tüm organlarımızla,
inanç, düşünce ve eylemlerimizle beraber ibâdet etmek var bu ifadede. Tevhid,
ancak muvahhid bir toplum içinde gerçek anlamını bulur. Tevhidî bir toplumla
beraber hareket edilerek olgunlaşılır, insan olunur. Tevhid kafilesinden ayrı
hareket etmekle, güzel olan hiçbir yere varılamaz.
Fâtiha'nın bundan
önceki âyetlerinde Allah'ın sıfatları özetlendi. Allah, bu âyete kadar kendini
bize tanıttı. "Peki, böyle özelliklere sahip Allah'a karşı nasıl
davranmamız gerekir?" sorusuna bu âyet cevap vermiş oluyor: "Sadece
Allah'a ibâdet". Fâtiha'da bundan önceki âyetler, sanki bize bu
âyetteki ifadeyi söyletmek içindir. Ayrıca, Allah'ı bu âyete kadar anlatılan
isim ve vasıflarıyla tanıyıp O'nu tek ilâh ve tek rab kabul eden kuluna Allah,
senli-benli ifade kullandırıyor; Allah'ın vasıflarını tanıyıp O'na ibâdet,
Allah'la samimiyeti ve sıcak bir bağı oluşturuyor: "Ona kulluk
ederiz" değil; "Sana..." Bu âyete kadar
üçüncü tekil şahıs ifadesi ve zamiri kullanılırken, burada ikinci tekil şahıs
ifadesi kullanıyoruz.
Önce ibâdet, sonra
istiâne. İlk adım öncelikle kuldan başlamalı. Sünetullah, ilk başlangıcı bizden
bekliyor. Allah'ın kanunu böyle istiyor. Bu konuyla ilgili Kur’ân-ı
Kerim’den bolca örnekler sunmak mümkün. (“Allah'a yardım ederseniz, Allah da
size yardım eder.” , "Bana bir adım yaklaşana Ben bir arşın
yaklaşırım.", "Allah'tan sakınırsanız, sizin için furkan kılar.",
"Allah'tan korkanlara Allah çıkış yolu verir.", "Sözünüzde
durursanız, Ben de...", "İman edip salih amel işlerseniz...")
Önce bizden duâ, sonra Allah'tan icâbet, önce kul sebebe yapışacak, sonra Allah
verecek.
Hakkıyla ve ölünceye
dek ibâdet için Allah'ın yardımına ihtiyacımız olacak. Her an yaşantımızı
ibâdet halinde değerlendirmek için "...sadece Sen'den yardım
isteriz." (1/Fâtiha,
5)
"Sadece Sana
ederiz, kulluğu, ibâdeti..." (1/Fâtiha, 5) meâlindeki âyette, kulun, ibâdeti sadece
Rabb'ına ait kılıp, nefsini ancak Allah'a teslim etmesinin gereği
vurgulanmaktadır. Allah'tan başkasına gösterilen "itaat ve kulluk", o
varlığı sahte bir ma'bud yapar. Bu ma'bud ya şeytandır, ya da kendilerini tâğut
kılan azgın kişilerdir. Yahut da Allah'ın kitabını hiçe sayarak insanları icad
ettikleri hayat düsturlarına ve yaşayış tarzlarına sevkeden önderlerdir. İslâmî
anlamda ibâdet ise, Allah'a kayıtsız şartsız itaat etmek demektir. Şeytana
ibâdet etmeyi yasaklayan Allah, insan ve cin şeytanlarına kayıtsız şartsız
itaatin onlara kulluk/ibâdet demek olduğunu belirtmiş oluyor.
İnsanların, şeytanın
teşviki ile yapageldikleri ibâdetlerinin yönü olan putlar ve hayalî/sanal
kuvvetler, yani Allah'tan başka tapınılan tüm varlıklar, birer sahte ma'buddur.
Çünkü Kur'an, Allah'tan başka hiçbir hak ma'bud olmadığını en açık bir şekilde
bildirirken; insanların, Allah'tan başkasına tapmalarını ve onları ilâh kabul
etmelerini de, şirk ve büyük günah sayıyor.
"(Ya Rabbi,)
Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz." (1/Fâtiha, 5)
"Ben cinleri
ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım." (51/Zâriyât, 56)
"Allah'a
ibâdet edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın." (4/Nisâ, 36)
"(Ya'kub)
oğullarına: 'Benden sonra neye ibâdet/kulluk edeceksiniz?' demişti. 'Senin
ilâhın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek İlâh'a kulluk
edeceğiz, ibâdet edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız' dediler." (2/Bakara, 133)
"Sizin şu
karşısında durup taptığınız heykeller de nedir? 'Babalarımızı onlara tapar
bulduk (da onun için biz de onlara tapıyoruz)' dediler." (21/Enbiyâ, 52, 53)
"De ki:
Allah'ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi
tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir. (O'na ibâdet etmeniz gerekmez
mi?)"
(5/Mâide, 76)
"Hahamlarını
ve râhiplerini Allah'tan ayrı rablar edindiler; Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa
kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O’ndan
başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (9/Tevbe, 31)
"Tevbe eden,
ibâdet eden, hamd eden, seyahat eden, rükû eden, secde eden, iyiliği emredip
kötülükten meneden ve Allah'ın (yasak) sınırlarını koruyan (onları çiğnemeyen)
mü'minleri müjdele." (9/Tevbe, 112)
"İnsanlardan
kimi de Allah'a bir yönden (dinin bütününe inanmadan) ibâdet eder. Eğer
kendisine bir hayır gelirse, onunla huzura kavuşur (sevinir) ve eğer başına bir
kötülük gelirse yüz üstü döner (dini kötüleyerek ondan vazgeçer)." (22/Hacc, 11)
"Ey
mü'minler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibâdet edin, hayır işleyin ki
umduğunuza eresiniz." (22/Hacc, 77)
"Ey iman eden
kullarım, Benim arzım geniştir, bana kulluk/ibâdet edin." (29/Ankebût, 56)
"İyi bil ki,
hâlis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka velîler edinerek: 'biz bunlara, sırf
bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz' diyenlere (gelince):
Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü
verecektir." (39/Zümer,
3)
“Tâğuta kulluk
etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı." (39/Zümer, 17)
“Hayır, yalnız
Allah'a ibâdet/kulluk et ve şükredenlerden ol." (39/Zümer, 66)
"Allah'tan
başkasına ibâdet/kulluk etmeyin. Ben, sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan
korkuyorum." (46/Ahkaf,
21)
"Andolsun
biz, her millet içinde: 'Allah'a ibâdet/kulluk edin, tağut(a tapmak)dan
kaçının' diyen bir rasûl/elçi gönderdik." (16/Nahl, 36)
"De ki: 'Ey
kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız
Allah'a ibâdet edelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Birimiz diğerini
Allah'tan başka rab edinmesin." (3/Âl-i İmrân, 64)
"Allah,
kimlere lânet ve gazab etmiş, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar
yapmışsa, işte onların yeri daha kötüdür." (5/Mâide, 60)
"De ki: Ben
Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum." (6/En'âm, 56)
"Göklerde ve
yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir." (19/Meryem, 93)
"Siz, Allah'ı
bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh
size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Aklınızı kullanmıyor musunuz siz?" (21/Enbiyâ, 66-67)
"Siz ve
Allah'tan başka taptıklarınız cehennem odunusunuz. Siz (odun gibi) oraya
gireceksiniz."
(21/Enbiyâ, 98)
"İbrahim'de
ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek var. Onlar,
kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve sizin Allah'tan başka
taptıklarınızdan uzağız. Sizin (taptıklarınızı) tanımıyoruz. Siz, bir tek
Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret
belirmiştir."
(60/Mümtehıne, 4)
De ki: Ey
kâfirler! 'Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim ibâdet ettiğime
tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de
benim ibâdet ettiğime tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size; benim dinim
bana!" (109/Kâfirun,
1-6)
"Senden önce
hiçbir peygamber göndermedik ki ona: 'Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Bana
kulluk/ibâdet edin' diye vahyetmiş olmayalım." (21/Enbiyâ, 25)
"Bir zaman
İbrahim şöyle demişti: 'Rabbım, bu şehri güvenli kıl. Beni ve oğullarımı
putlara tapmaktan uzak tut." (14/İbrahim, 35)
"Siz
Allah'tan başka birtakım putlara tapıyorsunuz. Yalan uyduruyorsunuz. Sizin
Allah'tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı Allah'ın yanında
arayın. O'na kulluk/ibâdet edin ve O'na şükredin. Hepiniz O'na
döndürüleceksiniz." (29/Ankebût, 17)
"Gece,
gündüz, güneş ve ay O'nun âyetlerindendir. Ne güneşe ne de aya secde etmeyin.
Onları yaratan Allah'a secde edin. Eğer kulluk ediyorsanız (böyle yapın)." (41/Fussılet, 37)
"De ki: 'Ben
dinimi yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdet/kulluk ediyorum." (39/Zümer, 14)
"Ve sana
yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbına kulluk/ibâdet et." (15/Hicr, 99)
Âyetlerin ortaya
koyduğu ilk gerçek "sadece Allah'a ibâdet edip, O'ndan başkasına ibâdet
etmemektir." İslâm, ibâdeti sadece Allah'a ait kılmayı emrederken, O'na
herhangi bir şeyi ortak koşma yasağını da getiriyor. İnsanlığın tanıdığı veya
tanıyabileceği Allah’ın dışında her çeşit ma'bud edinme çeşidini içine alan
kesin bir yasak koyuyor.
Bazı insanlara göre
ibâdet, kuru bir inanç kabul edilirken, bazılarına göre de sadece belirli hareketleri
yapmaktan ibaret sanılmaktadır. Yine bir kısım insanlar, Allah'a ibâdetin
gayesini tam olarak anlayamadıklarından, yaptıkları ibâdetlerinde, ya şuursuzca
davranırlar, ya da ibâdeti dünyevî fayda açısından değerlendirirler. Bütün
bunların yanında, pek çok insan da, Allah'ın ve O'nun dininin dışında birtakım
varlıklara, sistemlere ibâdet ederek onlara kul olmuştur.
İbâdeti, sadece dış
görünümündeki şekillerde değerlendiren kimseler, ibâdetlerde titiz davranmayı,
ilk anda bir nevi dar görüşlülük, yahut şekilcilik olarak kabul edebilirler.
Ancak, daha derin ve etraflıca düşünülüp araştırılırsa, pek çok gerçeklerin
farkına varmak mümkün olur. İbâdet, Allah ile her an ilişki kurmaya bir
vâsıtadır. İbâdet, ruhun ve bedenin ölçülü ve disiplinli bir hale gelişini
sağlar. Güzel ahlâkı yansıtan hareketleri içeren, ruhumuzun Allah'a
yabancılaşmasını önleyerek O'nu bize unutturmayan, ibâdettir.
İnsanın, ruhundaki
gizli duygularını dışa vurmak için, zâhirî şekilleri kullanma eğilimi vardır.
Bu gizli duyguları anlatmak için, zâhirî şekillere başvurmadan insan, ruhî
duygularını tatmin edemez. Duygularını bu şekillerle ifadelendiren insan,
hissen ve ruhen bir bütünlük kazanır. Bu haliyle de rahat edip huzura kavuşur.
İslâm dini, bütün
ibâdet kurallarını bu fıtrî esas üzerine kurmuştur. Bunun için işi, ne sadece
içten gelen niyetlere, ne de ruhî duygulara terk etmemiş, aksine ibâdetlere ait
yönelişlerde, dış ile içi (zâhir ile bâtını) tam bir uyum içerisine sokarak
huzur ve mutluluk temin edilmiştir. Bu cümleden olmak üzere mü'min, namazda
kıbleye yönelir, hacda belirli bir yerde ihrama girer, bir kıyafete bürünür,
orucunu tutarken yemez, içmez... Böylece her ibâdetiyle bir hareket, her
hareketiyle de bir ibâdet icrâ eder. İslâm dini bu yöntemiyle nefsin zâhiri ile
bâtınını birleştirip, kuvvetler arasını denkleştirir. Bunun sonucunda kendi
mefkûresine uygun olarak insan fıtratına tam bir uyum bahşeder.
İslâm dini, yeryüzüne
getirdiği bütün gerçekçi kurallarla, insan fıtratında mevcut olan ibâdet
duygusunu, en doğru bir şekilde geliştirerek bu ihtiyaca cevap verir. Böylece
el ile tutulup gözle görülen veya gizli bir kuvvetin varlığını, değişik
varlıklarda görerek onlara tapanları da yanlış inançlardan ve tapınmalardan
kurtarır. Bu özelliğinden dolayı Allah'tan başka ilâh kabul etmek suretiyle
putlara tapan bir toplumda, bu yanlış inancı ve ibâdet şeklini, bir daha
dirilmeyecek şekilde tarihe gömen tek din İslâm'dır. İnsanları, hür irâdeleriyle
Allah'a yönelten, onların birbirlerine kul köle olmalarını önleyen, onları her
türlü yanlış tapınmalardan kurtarıp Allah'a götüren hiç şüphesiz bu hayat
nizamı olan İslâm'ın kendisidir. İslâm'ı benimseyip ona mensup olanların
belirgin özellikleri vardır. Bunların en önemlilerini şöylece belirtebiliriz:
Allah'ın varlığına, birliğine, tek ilâh olduğuna inanmak. O'ndan gelen bütün
hükümlerin gerçek ve doğru olduğunu kabul etmek. Allah'ın bildirdiği ilâhî
hükümler doğrultusunda yaşayarak Allah'a ibâdet etmek ve O'na kul olmak. Allah
ve Rasûlünün ahlâkı ile ahlâklanmak.
Allah'ı tek rab
bilerek O'na kulluk etmek, insanı tevhid inancına ve bu inancın gereğine
götürür. Bu iman ve şuura sahip olan insanlardan oluşan bir toplum,
yeryüzündeki her çeşit şirk odaklarını
dağıtır.
Din, sadece
vicdanlara hapsedilen kuru bir inanç değildir. Aksine din, bütün hayatı
kapsayan, hayatî olaylar arasındaki bağı temin ederek bütün yaşayışı en köklü
ve sağlam esaslara bağlayan ilâhî bir nizamdır. Bu nizam, Allah'ın birliği
esasına dayanır. İnsanî ilişkilerin en sağlamı bu inançtan doğar. Yine bu inanç
insanlık hayatının her alanına ışık tutar.
Kur'an'a müracaat
edilerek incelendiği zaman, ibâdetin, insan hayatının tümünü kapsayan bir terim
olduğu anlaşılır. Sadece belirli hareketleri ve işleri ibâdet kabul edip,
insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümleri ve bunları uygulamayı
ibâdet kabul etmemek, Kur'an'daki ibâdet anlayışına ters düşer. İbâdet, bir
şekil ve formaliteden ibaret de değildir. Aksine, bir din edinme, bir sisteme
bağlanma ve günlük hayatta yaşanan bir doktrine uyma meselesidir. Bu
özelliklerinden dolayı Kur'an'da en çok önem verilen bir konu olmuştur.
İslâm, başlangıçtan
nihayete kadar, ibâdeti hayata yaymayı en büyük gaye edinmiş bir dindir.
İslâm'ın siyasî ve iktisadî nizamında, ceza hukukunda, medenî ve aile hukukunda
ve bu dinin içine almış olduğu diğer konularda, başka bir hedef yoktur.
Kur'an'ın gaye olarak tayin ettiği bu hedefe, insanlar, ancak Allah'ın
hükümlerine uygun olarak yaşadıkları zaman ulaşabilirler.
Günümüz insanları,
ibâdetin, Allah'ın koyduğu bütün emirleri kapsadığı gibi, kişiyi Allah'a
yönelten her hareketi, her işi de içine alan bir terim olduğunu bilmelidirler.
İnsanoğlu, kalbini Allah'a yönelttikçe hayatında yaptığı her hareketin ibâdet
haline dönüşmesi mümkündür. İslâm dini, Allah'ın varlığını ve birliğini beyan
etmeye çok büyük önem vermiş, hiçbir yönden şirk şâibesi taşımayan bir ibâdet
esası ortaya koymuştur. Bunun için hiçbir varlığın, tüm varlıkların yaratıcısı
gibi olamayacağını ısrarla belirtmiştir. Yine İslâm, yaratıcı ile yaratılmışlar
arasındaki bağın gerçeğini de belirtmeye özen göstermiştir. Her varlık gibi,
insanla Allah arasında da bir bağın var olduğunu, bunun da "ulûhiyet"
ve "ubûdiyet" esaslarından ibaret bulunduğunu kesinlikle
belirtmiştir. İşte bu gerçek, Kur'an'da şöyle ifade edilir: "Allah'a
ibâdet edin. Sizin O'ndan başka ilâhınız yok" (7/A'râf, 59) Bütün
peygamberlerin kesinlikle belirttiği gerçek: "Allah'ın tek bir ilâh olduğu
ve O'na ibâdetle kulluk edilmesi"dir.
Her asırda olduğu
gibi günümüzde de her türlü şüphe ve bilgisizlikten kurtulmak için, bu gerçeğin
aydınlık esaslarına sarılmak yeterli olacaktır. Çünkü insan şuurunun istikrarı,
düşünce ve davranışın doğruluğu, Allah'ın bütün âlemlerin tek Rabb'ı; tüm
yaratıkların da O'nun kulu olduğu gerçeğinin kavranmasına bağlıdır. Allah ile
olan alâkada, insanların hepsinin eşit olduğu da kesinlikle bilinmelidir. Hiç
biri O'nun ilâhlığına ortak değildir, olamaz. Bundan dolayıdır ki, İslâm'da, kulluğun
tabii belirtisi olan takva ve amel-i sâlih (iyi işler)den başka bir şeyle,
Allah'a yaklaşmak, hiçbir insan için mümkün değildir.
Doğruyu kabullenmenin
ve doğru olmanın biricik yolu, bütün insanların tek ma'bud olan Allah'a
yönelmeleri ve O'na kulluk etmeleridir. İnsanlığın huzur ve mutluluğu,
hâkimiyeti hudutsuz, saltanatı ebedî olan Allah'a yönelmededir. İşte,
insanların Allah'a karşı durumu budur. Allah yaratan, insanlar ise diğer
varlıklar gibi yaratılandır. O rabdır. İnsan ise kuldur. Allah'a kul olmak,
insanı kullara kulluktan kurtarır. Allah'a kulluktan kaçınanlar kendileri gibi
kulların kulu olurlar, ya da nefislerinin, arzu ve isteklerinin kulu durumuna
düşerler.
Tarihin çeşitli
dönemlerinde olduğu gibi, günümüzde de bir kısım insanlar, yaratıklardan
herhangi birine bütünüyle bağlanarak onun huzurunda öyle tapınmalar yapıyorlar
ki, bütün şuurlarını o tapınmaya bağlayarak ilerisini göremez oluyorlar. Hak
ma'budu ve hakiki ibâdeti unutturan, onları şirke düşüren kötülüğün kaynağı,
Allah'tan başka varlıklara tapmak, onların koyduğu kurallara uyarak onlara
ma'bud ve ilâh muâmelesi yapmaktır. Yeryüzünün her çeşit putları, haksız ve
bâtıl ma'budları hep bu tür düşünce, davranış ve his sonucu ortaya çıkmıştır.
Fakat şu bir gerçektir ki, bütün mevcûdiyetini fânilere, Allah'tan başka
varlıklara ve O'nun dininin dışındaki sistemlere bağlayanlar, tehlikeye
adaydırlar. Sadece Allah'a ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet O'nun hakkıdır.
Allah'a ibâdet edenlerdir ki, O'ndan başkasından korkmaz ve ümit etmezler de
sadece O'na kul olurlar. Gönüller Allah'tan başkasına bağlandığı zaman insanlar
korku kaynağı ile ümit kaynağını ayrı ayrı görürler. O zaman bir de bakarsınız
ki bir tarafta dilber sevgi ma'budları, diğer tarafta da kahraman korku
ma'budları dizilmiştir. İkisi arasında kalan zavallı insan, bu
hal içinde çırpınır, tapınır ve bunu da bir ibâdet sanır.
Yaratıklardan hiç biri rab olamaz. Her şeyin mutlak Rabbı Allah'tır. O'na
ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet ve ubûdiyet Allah'ın hakkı, insanın da
vazifesidir.
Günümüzde birtakım
insanların, hevâ ve heveslerini, her türlü menfaat ve çıkarlarını kendileri
için ilâh edindiklerini görmekteyiz. Kur'an, Allah'ın ilâhî dinini bırakarak,
değişik arzu, istek ve menfaatlerini, davranışlarının tek kaynağı yapan ve
böylece bunları put mevkiine çıkarıp hevâ ve hevesinin kölesi olan insanları,
hayret verici bir canlılıkla ortaya koyuyor: "Gördün mü o kimseyi ki,
hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinmiş..." (45/Câsiye, 23) Yani,
gerçeği kabul etmemiş, düşünememiş, keyfi ne isterse onu ma'bud edinmiş,
böylece kendi zevkinin sevdasına düşmüş. Çünkü hevâ ve diğer nefsî duygular,
gözü kör, kulağı sağır ederek kalbi hissiz bırakır. Bu duruma düşen kişi, âlim
de olsa ilmine rağmen gerçeği duyamaz olur.
Kur'an'ın, bu canlı
tasviri karşısında, artık her insan, neye ibâdet ettiğini ve kimin kulu
olduğunu kendisi anlayabilir ve anlamalıdır. Şunu unutmamalıdır ki, gerçek
kulluk, her türlü bâtıl din ve ma'budlardan kaçınıp sadece Allah'a yönelmek demektir.
Çünkü insan, Allah'ı ma'bud tanıyıp O'na kulluk yapmak için yaratılmıştır. İşte
yaratılış sebebi. Allah'tan başkasına sarf edilen ömürler kaybedilmiş demektir.
İbâdet, kulun kendi isteğine bırakıldığı için ihtiyârî (seçme özgürlüğü olan)
işlerdendir. Ancak her insan, Allah'a ibâdetle yükümlüdür. İrâdesini Allah'a
yönelterek hareket eden kişi sâlih kullardan olur (Yakup Çiçek - Fahrettin
Yıldız, Dingünü İbâdet, Bir Y., s. 126)
İbâdetin ruhu ve
şartı, tevhid ve ihlâstır. Allah'ın birliğine iman etmedikçe O'na ibâdet
edilemez. Allah'a gerçekten ibâdet edenler de O'ndan başka ma'bud tanımazlar.
Allah'tan başkasını O'na ortak koşarak tapmak ise Allah'ı tanımamaktır.
Din, tevhid ve ihlâsla Allah'a ibâdet etmekten ibarettir. Gerçekten de insanoğlunun
maksadı ne ise, ma'budu da odur. Allah, kendisinden başka ilâh olmayan tek bir
ilâh olunca her türlü ibâdetin sadece O'na yöneltilmesi tabiî ve mantıkî sonuç
olmaktadır. İbâdet konusu direkt olarak akîde konusuna bağlıdır. Akîde, bu
dinde vicdan içinde gizlenmiş, sınırları belli olmayan yüzeysel bir şey
değildir. Her düşüncede, her eylemde kendisini gösteren bir potansiyeldir.
Allah, insanlara
ibâdet edecekleri belirli yollar çizmiştir. Bu yollarda ruhun yeri vardır;
kalbin huşûsunda, tevâzu ile Allah'a itaatte... Aklın yeri vardır; Allah'ın
yarattıkları ve O'nun âyetleri hakkında tefekkürde... Bedenin yeri vardır;
kıyamda, oturuşta, rükûda, secdede, çeşitli yönlerden itaatle hareketlerde...
Böylece ibâdet, Allah'ın sevdiği ve râzı olduğu insanın bütün hayatını kuşatan
bir iş olur. "De ki: şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım
ve ölümüm, alemlerin Rabbı Allah içindir." (6/En'âm, 62)
Câhiliye döneminde de
görülmüştür ki, akîde sapınca, zarûrî olarak ibâdet de sapıyor. Ancak akîde
düzgün olunca ibâdetin sahih konumuna oturması mümkün oluyor. Çeşitli
sebeplerden ötürü akîde ve ibâdet konusunda sapmalar oldu. Haddinden fazla
ta'zim (büyükleme) belli bir şahsa veya cisme yönelme kalbin âfetlerinden
bir âfettir. Zamanla ta'zim kutsamaya, sevgi de ibâdete dönüşüyor. Yalnızca
sevgi ve ta'zim bir sapma değildir. Fakat sevgi ve ta'zimde aşırılık,
kutsamaya götüren, derken ibâdete ileten bir sapma oluyor. İbâdet konusunda
câhiliyenin sapmasını İbn Abbas (r.a.) açıklarken, Kur'an'da geçen Vedd, Suvâ,
Yeğûs, Yeûk ve Nesr putları hakkında der ki: "Bunlar, Nuh kavminin sâlih
adamlarının isimleridir. Bunlar ölüp gidince şeytan onların kavmine 'bunların
heykellerini meclislerinize dikin ve o heykellere bunların adlarını
verin' diye fikir verdi. Onlar da bunu yaptılar ve amaçları bunlara
tapınmak olmadığından ibâdet etmediler. Fakat bu nesiller ölüp gidince ve
bunların o kişilerin hâtıralarını canlı tutmak için heykellerinin dikildiği
bilgisi silinip yok olunca geriden gelen nesiller bunlara tapmaya başladılar."
(Buhâri)
Beşeriyet, hâlâ bu
sapmanın değirmeninde dönüyor ve bu onları şirk türlerinden bir türe sokuyor.
Putlara tapmanın şekillerinde değişmeler olsa da putperestlik kaybolmamıştır.
Bereket umarak türbelere el sürmeyi, kesin kabul olur inancıyla türbenin
yanında duâ etmeyi, türbede yatandan yardım istemeyi,
ölü veya diri beşerden sıkıntıları için imdat dilemeyi, bez
bağlayıp mum dikmeyi, türbenin etrafında tavaf eder gibi dönmeyi... ibâdet
konusunun neresine koyacağız? Allah'ın kutuplara, abdallara Allah'ın mülkünde
tasarruf yetkisi verdiğine, bu nedenle mürid şeyhinden şefkat ve merhamet
isteyip tazarrûda bulunursa işleri şeyhin müridin yararına çevireceğine ve onu
tehlikeden koruyacağına, kabirdeki sorulara şeyhin müridi yerine cevap vereceği
anlayışına ne isim verilmeli?
Arap yarımadasının
müşrikleri şöyle diyorlardı: "Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla
yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz." (39/Zümer,
3) Yani, biz bunların zatları için
değil; fakat onların Allah katındaki itibarları için ibâdet ediyoruz
diyorlardı. İslâm, beşer ile Rabbi arasındaki bütün aracıları kaldırmak ve
kul ile Rab arasındaki direkt bağı
kurmak için geldi.
"Rabbiniz
(şöyle) buyurdu: Bana duâ edin, size icâbet edeyim." (40/Mü'min, 60) "Kullarım
beni sana soracak olursa, işte Ben pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman duâ
edenin duâsına cevap veririm." (2/Bakara, 186) İslâm, dini sadece
Allah'a ait kılmak için geldi.
İbâdet, hayat yolunun
bütünüdür. Namaz, oruç gibi ibâdetler, insanın azığını ikmal ettiği,
enerji depolanan istasyonlardır. Azık bittikçe ve yolcu, önündeki istasyona her
uğrayışında yeni bir enerji ve azık aldığı duraklardır namazlar, oruçlar. Bu
dinde ibâdet anlayışı ve yolu geniş kapsamlıdır. İnsanların ibâdet diye
isimlendirmekte birleştikleri bir takım taabbudî sembollerle sınırlı değildir.
Bu semboller -bütün önemlerine rağmen- farz kılınan ibâdetin sadece bir
parçasıdır. "De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, ibâdetlerim,
hayatım ve ölümüm ortağı olmayan Rabb’ul âlemîn Allah içindir. O'nun hiçbir
ortağı yoktur." (6/En'âm, 162-163) Namaz ve kurban, sembolleri temsil
ediyor; fakat gaye bundan daha büyüktür. Gaye ölünceye kadar hayatın tümünün,
hatta bizzat hayatın, ortağı olmayan Allah'a yöneltilmiş bir ibâdet olmasıdır.
Yani ibâadet; her ânı, her işi, her fikri, her duyguyu kapsıyor.
"Ben cinleri
ve insanları ancak bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım." (51/Zâriyât, 56) Cinlerin ve
insanların yaratılış hedefi Allah'a ibâdete hasredildiğine göre, hayatın
bütününü ölünceye kadar sadece şeklî farzlar doldurabilir mi? Bu, ancak
ibâdetin hayatın her yönünü kapsaması durumunda gerçekleşir. Bu da bilfiil
İslâm'da vardır. Şeklî ibâdetler namaz da olsa, zekât, oruç veya hac da olsa,
belirli bir süreyi kapsar. Ya da kişi nâfilelerle bu süreyi arttırabilir. Fakat
hayatın bütün alanını dolduramaz. Bu şekilde ancak Allah'ın nurdan yarattığı
melekler ibâdet edebilir (21/Enbiyâ, 20; 66/Tahrîm, 6). Yoksa insanoğlu bütün
vakitlerini klasik ibâdetlerle geçiremez. İnsanın usanan bir bedeni, dağılan
bir aklı vardır. Bu yüzden usanmaksızın gece-gündüz Allah'ı tesbih edemez.
Zaten Allah da onu bununla mükellef kılmamıştır. Allah, her kişiye ancak
gücünün yettiğini yükler. Allah onu bu yapıda yaratmıştır; onun gücünün
sınırlarını biliyor, güç yetiremeyeceği şeyi teklif etmiyor. Bununla beraber,
onun bütün hayatı Allah için olmalıdır. Zira Allah, onu sadece ibâdet için
yaratmıştır. Peki bu, istenilen ibâdetler sadece şekilsel ibâdetlerde kalırsa
gerçekleşebilir mi? Bu, ancak ibâdetin manasının genişleyip yeryüzündeki
insanın bütün eylemlerinin ona dahil olmasıyla gerçekleşir. Bu da her türlü
amelin tevhide bağlanıp, tevhidin de bütün gerektirdikleriyle hayat tarzı
olduğunda mümkündür.
Siyaset ibâdettir...
Allah'ın şeriatını tatbik olduğunda, yeryüzü gerçeklerine göre Rabbânî adâlet
tatbik olduğunda, insanları tek bir ilâha kulluk ettirdiğinde, tâğutlardan
kurtarıp hürriyete kavuşturduğunda siyaset ibâdettir.
İktisadî dinamizm
ibâdettir... Para, helâl kazançtan elde ediliyorsa; para ve mal biriktirilip,
bunlarla hayra dâvet ve şerle savaş oluyorsa; kazanılan para temiz işlere
harcanıyorsa o meşrû iş, iktisadî birikimler ve para ibâdettir.
Sanat etkinlikleri de
ibâdettir... Meşrû olan sanat türleriyle Hakka dâvet ve kötülüklerle savaş
olduğunda, Rabbânî anlayış gereğince yeryüzünü îmar ve Allah isminin
yüceltilmesi için insanları çalışmaya ve güzele teşvik ettiğinde.
Kısaca, Rasûlülllah
(s.a.s.)'ın ibâdetin insan hayatındaki büyük küçük her şeyi kapsadığını
öğretmek için buyurduğu gibi "hatta eşinin ağzına koyduğu bir lokma
bile" ibâdettir.
Bütün ibâdetler,
dünya ve âhireti beraber hedefleyen bir iştir. İster klasik ibâdet tanımı içine
giren semboller olsun, ister insanın icra edip yürüttüğü hayatî faâliyetler
olsun.
İbâdetleri
ma'bedlerle sınırlamayan bir dinin, temel buyruklarının yanında, gülümsemeyi,
sevmeyi, çalışmayı, ticareti, yeme-içmeyi, kızmayı, ağlamayı, yürümeyi, nefes
almayı, sevişmeyi, yani hayatın kendisini ibâdet haline getirmesine neden
hayret etmeli? İlâhî sınırlar korunduğu zaman hayatın her birimi gerçek
kimliğini kazanır. Bu kimlikle açılır cennetin kapıları.
Hıristiyanlar sadece
kiliselerde ibâdet edebilirler. İslâm dışındaki hemen her din için de bu
böyledir. Günümüzdeki tapınmalar için de bu geçerlidir: İnsanların ibâdet
ihtiyacını tatmin için arenalar, stadyumlar, müzikholler, türbeler, anıtlar,
anıtmezarlar inşâ edilmiş, insanlar tapınmak için belirli vakitlerde buralarda
sevdikleri uğruna kendilerinden geçmekte, ayılıp bayılmakta, huşû içinde
tapınmaktadırlar. Hatta bu sahte ilâhların önünde kendinden geçen insanlardaki
huşû ve gönülden bağlılık nice müslümanın namaz gibi en önemli ibâdetinde bile
yok.
Müslüman, ibâdet
etmek için mutlaka mescid ve câmi aramaz; Her yerde ibâdetini yapabilir. Tüm
arz mesciddir müslüman için. "Benim için yer(yüzü) tertemiz ve mescid
kılındı. Namaz vakti gelince, kişi bulunduğu yerde namazını kılar." (Buhârî,
Salât 56; Müslim, K. Mesâcid 4) "Mescidlerimiz işgal altında!" demiş
olsak, bazılarımızın aklına yalnız İsrail işgali altındaki Mescid-i Aksâ
gelecek. Veya Allah'ın değil; tâğutların emrinde memur olan bazı bel'amların
güdümündeki mescidler. (Aslında nice câmiler, devlet dairesi haline gelmekte,
hatta kiliseleştirilmekte, nice imamlar papazlaştırılmakta veya
bel'amlaştırılmakta.) Ama bizim kastımız, daha geniş; Evet, mescidlerimiz işgal
altında ve putlarla dolu. Yeryüzü mescidi, putlardan, tâğutlardan ve
putçu düzenlerden temizlenme çabası olmadıkça müslümanların ibâdetleri sıhhatli
olmaz ve gerçek ibâdet, gerçek kurtuluş gerçekleşmez. "Mescidler
Allah'a aittir. Orada Allah ile beraber bir başkasına dâvet, duâ etmeyin."
(72/Cin, 18)
Bazı insanların
sandığı gibi, ibâdet sadece âhiret için değildir. Zira bu din, dünya
hayatındaki insanın işini ıslah etmek için de inmiştir. Akîdesini olsun,
şeriatını olsun, ibâdetini olsun, onun dünyadaki her şeyini düzene koymak için
gelmiştir. (Bkz. 57/Hadîd, 25). Bundan dolayı bu dinde dünya ile âhiret her bir
parçasında bağlıdır. İnsanlar, dünya hayatında çalışan organları, âhirete bağlı
kalpleriyle dinin gölgesinde yaşarlar. "Şüphesiz namaz, fuhuştan ve
kötülükten men' eder." (29/Ankebût, 45) Dünyada kötülüklerden
menediyor, âhirette ise mükâfat var. Mü'min, Allah rızâsı için namaz kılar.
Aynı zamanda fuhuştan ve kötülükten de alıkonarak dünya hayatını ıslah etmiş
olur. Orucun farz kılındığını bildiren âyetin sonunda da "umulur ki
korunursunuz" denilir (2/Bakara, 183). Dünyada korunup, yeryüzünde
hayatınızı ıslah edersiniz, âhirette ise mükâfata erişirsiniz. Zekâtın
emredildiği âyetlerde (9/Tevbe, 60, 103; 70/Meâric, 24-25) geçen temizleme,
çoğaltıp arttırma, zenginin fakire bağışlaması, zekâtın belirlenen sınıflara
dağıtılması dünyada yapılır; âhirette ise mükâfat vardır. Hacc sûresi, 27-28.
âyetlerde belirtilen maslahatlar da böyle. Böylece ibâdet aynı anda hem dünya,
hem de âhiret için oluyor.
Bir başka yönden Lâ
ilâhe illâllah'a bütün gerektirdikleriyle yapışan bir müslümanın hayatında âhiretten
kopuk sadece dünya için bir amel yoktur. Hatta
insanların sadece bedenî hatta hayvanî, sadece dünyalık
gördükleri cinsel ilişki bile buna dahildir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s.)
buyuruyor ki: "Sizden herhangi birinizin cimâ yapmasında sevap vardır."
Dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden herkes eşine ona duyduğu şehvetten
dolayı gider, böyleyken nasıl ona sevap olur? Cevaben buyurdu ki: "Ne
dersiniz, şayet harama gitseydi günah olmayacak mıydı?
İşte, helâla
gittiğinden ona sevap vardır." (Sahih-i Müslim) Bu sebeple eşler arasındaki sevişmeler
bile aynı anda hem dünyevî, hem de uhrevî bir iş oluyor (Mehmet Kubat,
Kur'an'da Tevhid, Şafak Y., s.132, 164).
Allah'a ibâdetin
anlamı: Kur'an'da 82 âyette "Allah'a ibâdet" ten söz edilmiştir.
İnsan, Allah'a ibâdet için yaratılmıştır (51/Zâriyât, 56). Bütün
peygamberler, insanları Allah'a ibâdet etmeye dâvet ettikleri gibi
(2/Bakara, 83; 3/Âl-i İmrân, 64; 5/Mâide, 72...), kendileri de O'na ibâdet
etmişlerdir (13/Ra'd, 36; 21/Enbiyâ, 73; 39/Zümer, 11, 14). Kur'an'da hem "ey
insanlar" hitabıyla, (2/Bakara, 21) hem de "ey
mü'minler" hitabıyla (22/Hac, 77) Allah'a ibâdet etmek
emredilmiş ve ibâdetin ihlâsla, (98/Beyyine, 5) hiçbir şeyi ortak
koşmadan yalnız Allah'a yapılması istenmiştir (4/Nisâ, 36). Allah'a
ibâdetten bahseden âyetlerdeki ibâdet kavramı, genel olarak tevhid, itaat, duâ,
Allah'ı bilmek, O'na boyun eğmek, iman etmek ve sâlih amel işlemek anlamlarını
ifade eder.
Kur'an'da ibâdet
kavramı, Allah'ın varlığını ve birliğini ikrar etmek, Peygamberlerine ve
Peygamberleri ile gönderdiği ilâhî vahye iman etmek, O'na boyun eğerek itaat
etmek, İslâm'ın helâl ve haram, emir ve yasak bütün hükümlerini tatbik etmek,
Allah'ın râzı olduğu şeyleri yapmak ve hükmüne râzı olmak, nimetlere şükretmek,
musibetlere sabretmek, insanların haklarına riâyet edip onlara şefkat ve
merhamet etmek anlamlarını ifade eder.
Buna göre Kur'an'da
ibâdet kavramı; iman, ahlâk, namaz, oruç, hac, zekât, cihad, evlenme, boşanma,
helâl-haram, miras, ticaret, ahde vefâ, yemin, keffâret, ukubat... kısaca
Kur'an'ın başından sonuna kadar bütün hükümlerini uygulamayı, emir ve
yasaklarına riâyeti, sınırlarını korumayı içine alır.
Fıkıh Usûlü
kitaplarında Kur'an hükümlerinin itikad, ibâdet, ahlâk, muâmelât, ukubat
şeklinde kısımlara ayrılması, anlatımı kolaylaştırmak içindir. Yoksa, ahlâkî ve
amelî hükümler, "ibâdet" kavramının manalarından tamamen ayrı demek
değildir. Çünkü Kur'an'ın amelî ve ahlakî bütün hükümlerini uygulamak,
Allah'a kulluk etmektir. Bu itibarla Kur'an hükümlerinin hepsi
"ibâdet" kavramına dahildir. Uygulama itibarıyla ibâdetleri dört
kısma ayırabiliriz:
1-
İman, ihlâs, niyet, tefekkür, mârifet, sabır, takvâ, havf ve recâ gibi
kalbî/bâtınî ibâdetler.
2-
Namaz, oruç, zikir, tesbih, tehlil, tekbir, tahmid, duâ, insanlara iyi muâmele,
ana-babaya iyilik, sıla-i rahim gibi vücut organlarıyla yapılan ibâdetler.
3-
Zekât, sadaka, fakirlere ve yakınlara yardım, Allah yolunda infak gibi mal ve
servetle yapılan ibâdetler.
4-
Hacca gitmek, malı ve canı ile Allah yolunda cihad etmek gibi hem mal, hem de
bedenle yapılan ibâdetler.
Allah'ın
yapılmasını istediği şeyleri yapmak da, yasakladığı şeylerden kaçınmak da
Allah'a kulluk etmektir, ibâdettir. Çünkü ibâdetin temel anlamı, Allah'a boyun eğerek itaat
etmektir. İtaat da iki şekilde olur: Emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmak.
Kelime-i şehâdet,
oruç, hac, zekât gibi İslâm'ın rükûnları hep namazda mevcut. Namaz, bir tevhid
ve şehâdet eylemidir. Namaza çağrılırken şehâdetler haykırılır; namazın içinde
şehâdet kelimeleri vurgulanır. Okunan duâ ve âyetler hep şehâdet kelimesinin
açılımlarıdır. Namazda yeme içme olmaz; namazda oruçluyuzdur. Zekât, namazda
mevcuttur: Ömrün, vaktin zekâtı namazla yerine getirilir. Hac, Kâbe'yi
ziyaretle gerçekleşir; namazda da Kâbe'ye yönelinir. Namaz hacdır; namaz
miractır. Namaz duâdır; Namaz zikirdir. Namaz Kur'an okumak; namaz Allah'la
konuşmaktır. Kâinat kendi halleriyle namaz kılmaktadır. Meleklerin bazısı
devamlı kıyamda, bazısı rükû ve secde halinde ibâdet etmekteler. Dağlar,
namazdaki kıyam halinde dimdik durmaktalar. Bitkiler, ağaçlar secde halindeler;
ağaçlar, başları ve ağızları sayılan kökleriyle topraktan gıda almaktadırlar;
Bitkilerin de kökleri, yani başları yerdedir. Hayvanlar rükû halinde iki büklüm
eğik yaşamaktalar. İnsanın namazı ise, bütün yaratıkların ibâdetini kendisinde
toplamaktadır. Namaz, aynı zamanda tekbir, tesbih, hamd, şükür, zikir, Kur'an
kıraâatı gibi hemen tüm ibâdet çeşitlerini de içermektedir.
Hayatımızın her
safhası namaza benzemeli. Namazdaki ruh ve heyecanı namaz dışına taşımalı, her
eylemimizi namaz gibi, bizi Allah'a yaklaştıran gerçek ibâdete çevirmeliyiz. Bu
anlayış, namazın da, gerçekten ikame edilen namaz olmasını sağlar. İnsanı
kötülük ve fahşâdan alıkoymayan namaz, hadis-i şerifteki ifadeyle, yarın
paçavra gibi suratımıza çarpılabilir. Allah'ın böyle bir namaza ihtiyacı
olmadığı hadiste belirtilmektedir. Namazın bizim günlük hayatımıza yön veren,
bize ihtiyacımız olan teçhizatı, mühimmatı sağlaması gerektiği
"huşû" ve "ikame" ifadeleriyle de
vurgulanır. İkame etmek, namazı ayağa kaldırmak, dosdoğru kılmak demektir. Namazı
ikame etmekle, hayatımızdaki kötülükler de kalkacak, aynı şekilde tüm
eylemlerimiz de namaza benzeyecektir.
Ashâb da böyle
değerlendirdi namazı. Peygamberimiz, vefatına yakın şiddetli rahatsızlığında
kendisi cemaatin önüne geçip imamlık yapamadığı zamanlar, Hz. Ebubekir'i namaz
kıldırmak için görevlendirdi. Sonra devlet başkanı seçiminde ashâb bu olayı
dikkate alarak "değil mi ki Peygamberimiz namazda Ebubekir'i başımıza
geçirdi: namaz gibi olması gereken hayatımızda da o başımıza geçmeli"
dediler. Onlar dini böyle anlamışlardı. Sadece namaz değildi ibâdet olan. Ve
namaz prototip ibâdetti. O yüzden namazdaki imamlığa "imâmet-i suğrâ"
(küçük imamlık); devletin başındaki imamlığa (başkanlığa/önderliğe)
"imâmet-i kübrâ" (büyük imamlık) denilir. Bu olay da göstermektedir
ki, hayatımızdaki davranışlarımız namazın mesajına benzerken; liderimiz,
devlet başkanımız da imama benzemeli; imamda aranan şartlar yöneticide de
aranmalı. İmam, namazda yanıldığında öncelikle imama yakın olanlar, değilse
cemaatin fertlerince usûlüne uygun nasıl uyarılması gerekirse, her konumdaki
liderler ve yöneticiler de öyle uyarılmalı.
Allah,
en güzel biçimde yarattığı ve yeryüzünde halife yaptığı, bütün yaratıklardan
üstün kıldığı, göklerde ve yerde ne varsa hepsini hizmetine sunduğu ve sayısız
nimetler verdiği insanı, kendisine ibâdet etmesi için yaratmıştır. İnsanın bu
görevini yerine getirebilmesi için ona akıl, fikir ve kabiliyet vermiştir.
Peygamberler ve kitaplar göndermek suretiyle bu görevini nasıl yapacağını da
bildirmiştir. Allah, insanı ibâdet etmesi için zorlamamakla birlikte, ısrarla
kendisine ibâdet etmeyi emretmiş, ibâdet edenlere mükâfat, etmeyenlere ise ceza
vaad etmiştir.
Bir fiilin ibâdet
olabilmesi için iman başta gelen şarttır. İkinci şart ise, o yapılan işin tâat
cinsinden olması lazımdır. Çünkü ibâdet kelimesi itaat anlamına gelir. Yani
dinin yapılmasını güzel gördüğü bir emri veya meşrû gördüğü bir mubah iş olması
gerekir. Üçüncü şart ise, yapılan işin Allah'ın istediği, Rasûl'ün uyguladığı
biçimde yapılması gereğidir. Dördüncü şart da niyettir. Allah'ın rızâsı için
yapılması, bir meşrû işi ibâdet seviyesine çıkarır. Allah'a yaklaşmak ve O'na
itaat etmek gibi yüksek gayeler, bir eylemi ibâdete
dönüştürür.
İmansız ve ihlâssız
amel, ibâdet olmaz; böyle bir ibâdet boşa gider (5/Mâide, 5). Haramlar,
dinin yasakladığı eylemler, hiçbir zaman Allah'a ibâdet olmaz. Yapılan
meşrû eylemin usûlü (metodu) da önemlidir. Mesela, namazı Allah'ın istediği
tarzda, Peygamberimiz'in kıldığı şekilde değil; başka şekilde kılarsak, o,
ibâdet olmaktan çıkar. İbâdette niyet şarttır. Peygamberimiz (s.a.s.), "Ameller,
ancak niyetlere göredir." buyurmuştur. (Buhârî, Bed'ül-Vahy 1, Itak 6,
Talak, 11, İman, 23; Müslim, İmâre 155) Bu nedenle Allah'a kurbet ve
itaattan başka bir maksatla yapılan fiiller, "ibâdet" olmaz. Mesela
niyetsiz aç durmak oruç değil, niyetsiz Kâbe'ye gitmek de hac değildir.
Kur'an'da 53 âyet-i
kerimede "Allah'tan başkasına ibâdet"ten söz edilmiştir. Allah Teâlâ,
cin ve insanları kendisini tanıyıp ibâdet etmeleri için yaratmıştır
(51/Zâriyât, 56). Fakat, imtihanın gereği olarak onları bu konuda
zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, bir tek ilâh
olarak Allah'ı tanıyıp kabul edenler ve sadece O'na ibâdet edenler olduğu gibi;
canlı ve cansız varlıkları Allah'a ortak edip onlara ibâdet edenler de vardır.
Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'den itibaren insanlara elçiler ve
kitaplar göndermek suretiyle cin ve insanları
Allah'tan başkalarına ibâdet etmemeleri konusunda uyarmıştır. "Andolsun
Biz, her millet içinde Allah'a ibâdet edin, tâğut(a ibâdet)ten kaçının diye bir
peygamber gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet etti, onlardan kimine de
dalâlet hak oldu." (16/Nahl, 36)
Allah'tan başkasına tapanlar, sadece cinler ve
insanlardır. Tapılanlar, yani mâbud, rab ve ilâh edinilen varlıklar ise; ibâdet
kavramının geçtiği âyetlerde Allah'tan başkaları (6/En'âm, 56; 10/Yûnus,
104...), Allah'tan başka, insanlara fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyenler (5/Mâide,
76; 10/Yûnus, 18), işitmeyen, görmeyen ve insanlara hiçbir şey
kazandırmayanlar (19/Meryem, 42), Allah'tan başka tapınılan putlar/evsân
(29/Ankebût, 17), heykel şeklindeki putlar/asnâm (14/İbrâhim, 35;
26/Şuarâ, 70, 71), sahte tanrılar/ilâhlar (43/Zuhruf, 45), heykeller (21/Enbiyâ,
53), tâğut (5/Mâide, 60; 39/Zümer, 17), şeytan (36/Yâsin, 60;
19/Meryem, 44), ataların taptığı şeyler (11/Hûd, 62, 87, 109;
14/İbrâhim, 10), Allah'a ortak koşulanlar (10/Yûnus, 28), cinler
(34/Sebe',41), insanlar (23/Mü'minûn, 47), melekler (34/Sebe',40;
43/Zuhruf, 19-20), Allah'tan başka dost tutulanlar (39/Zümer, 3),
Allah'tan başka ilâh diye isimlendirilen putlar (12/Yûsuf, 40), kâfirlerin
taptığı şeyler (37/Sâffât, 161), elle yontulup yapılanlar (37/Sâffât,
95) olarak zikredilmişlerdir.
Allah'tan başkasına ibâdet; insan, cin, melek, şeytan,
atalar, liderler, hükümdarlar, bilginler, veliler, sâlih kişiler gibi canlı ve
cansız varlıkları ilâh ve rab kabul etmek, onlara Allah'a isyan konusunda itaat
etmek, boyun eğmek, duâ edip yalvarmak, kurban kesmek, kulluk etmek, secde
etmek, eğilip saygı göstermek, Allah yerine mâbud edinilen kimselerin emir ve
yasaklarına, helâl ve haramlarına, prensip ve sistemlerine uymak anlamlarına
gelir.
Kur'an'ın indirildiği zaman Mekke müşrikleri
Allah'ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlar, ama bir
tek ilâh olduğunu kabul etmiyorlardı. Kendilerini Allah'a yaklaştırır ve
şefaatçi olur ümidiyle ilâhlara tapıyorlardı. Kur'an'da bu husus, şöyle
bildirilmektedir: "...Allah'tan başka evliyâ (dostlar) edinen kimseler,
biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz (demektedirler).”
(39/Zümer, 3) "Halbuki insanı Allah'a yaklaştıran iman ve sâlih
ameldir." (34/Sebe' 37) "Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar
ne de fayda vermeyen şeylere ibâdet ediyorlar ve: 'Bunlar, Allah katında bizim
şefaatçilerimizdir' diyorlar..." (10/Yûnus, 18) Demek ki Allah'a
ibâdet edebilmek için Allah'ın varlığını, yeri göğü yaratttığını, rızık
verdiğini kabul etmek yeterli değildir. Allah'ı bir tek ilâh olarak kabul
etmek, O'ndan başka canlı ve cansız hiçbir varlığa tapmamak ve tâğutu reddetmek
demektir.
İnsanlara Fayda ve
Zarar Vermeyen, İşitmeyen, Görmeyen Putları ve Heykelleri İlâh Edinmek ve
Onlara İbâdet Etmek:
Kur'an-ı Kerim'in andığı şirk çeşitlerinden birisi, putlara ibâdet şeklinde
ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel
olarak iki kısımda mütâlaa edilebilirler:
1- İnsan, hayvan veya
bunların karışımı bir şeklin; içinde bir sembolü, bir ruhu, bir örnekliği
temsil ettiği anlayışıyla ağaç, taş ve madenden yapılarak, temsil ettiği
varsayılan sembolün kutsanması biçimindeki putçuluk. Bu tür putlara sanem
veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil
düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk.
Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir.
Birinci maddede ele
aldığımız putçuluk olayında putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir
gücü ve kuvveti temsil ettikleri için, putperestler bu güç ve kuvvetin,
tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya
putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsânesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği,
bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu vs. yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin
kaydettiklerine göre, putperestlik İslâm'dan önce Arap yarımadasında oldukça
yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan'da putçuluğun tüm çeşitleri olmakla
beraber, daha çok birinci kısımda anlatmaya çalıştığımız putperestlik yaygındı.
Putçuluğun her
çeşidine karşı çıkan ve putlara ibâdet etmenin kötülüğünü en beliğ biçimde
ortaya koyan Kur'an-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah
olduğu fikrini aşılama sadedinde delil üstüne delil sunar. "Siz,
elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün
taptıklarınızın da yaratıcısı Allah'tır." (37/Sâffât, 95-96)
"De ki: Ey
insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben, sizin Allah'tan
başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Yalnız sizi öldürecek olan Allah'a
ibâdet ederim. Bana mü'minlerden olmam emredildi." (10/Yûnus, 104) Âyette geçen "Allah'tan
başkasına ibâdet" , putlara duâ etmek ve yalvarmak anlamındadır.
Nitekim peşinden gelen âyette, "Yüzünü Allah'ı birleyici olarak dine
çevir ve müşriklerden olma!" (10/Yûnus, 105) denildikten sonra, "Allah'tan
başka sana ne fayda, ne de zarar vermeyecek olan şeylere yalvarma/duâ etme.
Eğer böyle yaparsan, o zaman sen zâlimlerden (müşriklerden) olursun."
(10/Yûnus, 104) buyrulmuştur.
"De ki: (Ey
müşrikler!) Ben, Allah'tan başka yalvardıklarınıza ibâdet etmekten men
olundum."
(6/En'am, 56; 40/Mü'min, 66) Bu âyetteki "duâ"ya, "ibâdet"
anlamı verilebilir. Bu takdirde ibâdet, ilâh kabul
ederek putlara saygı göstermek anlamını
ifade eder. Putlara ibâdet, ister musibet ve sıkıntılı anlarda
onlara yalvarmak, duâ etmek; ister ilâh diye ta'zim göstermek olsun, neticesi
aynıdır. Böyle bir davranış şirk (6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 18), hak
yoldan sapmak ve hidâyete erenlerden olamamaktır (6/En'âm, 56). Allah'tan
başkasına tapanlar cahil kimselerdir. "Ey cahiller! Allah'tan başkasına
ibâdet etmemi mi bana emrediyorsunuz?" (39/Zümer, 64)
Kur'an'da Allah'tan
başkasına tapılanlar, insana zarar ve faydası dokunmayan (10/Yûnus,
18), rızık vermeyen (16/Nahl, 73),
insan eli ile yapılan (37/Sâffât,
95), işitmeyen ve görmeyen
(19/Meryem, 42), bir şey yaratamayan (46/Ahkaf, 4), insanların ilâh
diye isimlendirdikleri boş isimler (53/Necm, 23; 12/Yûsuf, 40), uydurma
tanrılar (37/Sâffât, 86), heykeller (21/Enbiyâ, 52) ve putlar
(14/İbrâhim, 35) olarak nitelendirilmişlerdir.
İbrahim (a.s.),
babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup ibâdet
ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), 'Babalarımızı onlara ibâdet eder
bulduk' dediler. (İbrahim), 'Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir
sapıklık içine düşmüşsünüz' dedi. (...) İbrahim (a.s.),
büyük bir put hariç diğer putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını
görünce, 'Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak bunu yapan zâlimlerden
biridir' dedi. (...) (İbrahim'e), 'Ey İbrahim! Bu işi ilâhlarımıza sen mi
yaptın?' dediler. İbrahim, 'Hayır, işte şu büyükleri yapmış. Onlara
sorun, eğer konuşurlarsa' dedi. (...) (Kavmi), 'Ey İbrahim! Sen de
bilirsin ki, bunlar konuşmazlar’ dedi. Bunun üzerine İbrahim, 'Siz
Allah'ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibâdet
ediyorsunuz? Size ve Allah'tan başka taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı
kullanmıyor musunuz? (dedi.)” (21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67). "Ey
babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere
niçin ibâdet ediyorsun?' dedi." (19/Meryem, 42)
Kendi elleriyle yapıp
ilâh diye adlandırdıkları (14/İbrâhim, 35) heykellerin (temâsîl), insanlara
elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple heykelleri ilâh edinip onlara saygı
göstermek, yalvarmak, onlardan medet ummak, ahmaklık ve akılsızlıktır.
Allah'tan başkalarına, uydurma ilâhlara, putlara ve heykellere tapanlar,
kendilerini felâkete sürüklemiş, dünya (11/Hûd, 109) ve âhirette Allah'ın
azabını hak etmiş olurlar (21/Enbiyâ, 98) Kendisinden başkasına ibâdet
edenlere, "Siz ve Allah'tan başka ibâdet ettikleriniz cehennemin
odunusunuz. Siz oraya (cehenneme) gireceksiniz" (21/Enbiyâ, 98)
uyarısını yapan Yüce Allah, "Allah'tan başka dilediğinize ibâdet
edin!" (39/Zümer, 15) diyerek müşrikleri tehdit etmiştir (37/Sâffât,
22-34).
Allah'tan başka
ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine ibâdet edenleri inkâr edecekler ve
onlara düşman olacaklardır. "(Müşriklerin taptıkları ilâhlar), onların
ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman/karşı olacaklardır." (19/Meryem,
82; 46/Ahkaf, 6)
“Beşerin böyle
dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!” diyor şâir. İnsanların kendi
elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere ibâdet etmeleri; onları Allah
katında kendilerine şefaatçi ve yardımcı olur, kendilerini azaptan korur inancı
ile ilâh edinip tapmak, saygı göstermek, duâ edip yalvarmak, sıkıntı anlarında
onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.
Put, sadece
Arapların câhiliye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya
özellikle Hz. İbrahim döneminde olduğu gibi, muhtelif câhiliye sistemlerinde
tapınılan taştan, tunçtan, tahtadan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız,
gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri
Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar
üzerinde duracak olursak ve Kur'an'daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu
kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız.
Kur’an’ın evrensel boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını kavrayamayız. Kur’an’ın
en büyük problem olarak gördüğü şirk, kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda
olabilecek tüm tevhid dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar. Kur'an'a
göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah'ın dışında
hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her
şeydir. Bu putları hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk
koşmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları kendilerine fayda ve zararı
olmayan taş, ağaç, maden vs. şeylere ibâdete sevkeden sebepler nelerdi?
İnsanlar niçin putlara tapmışlar ve tapmaya devam ediyorlar? Bu konuda Kur'an
şu âyetlerde bu sorulara cevap vermektedir: 39/Zümer, 3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ,
56-57; 43/Zuhruf, 86; 39/Zümer, 44; 30/Rûm, 13.
"Andolsun
biz, her millet içinde: 'Allah'a ibâdet edin, tâğuttan kaçının' diye bir
elçi gönderdik." (16/Nahl, 36) Bu âyette "tâğut", ibâdet konusunda
Allah'ın karşısına konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise,
tâğuta ibâdetten sakınan ve Allah'a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir: "Tâğuta
ibâdet etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var." (39/Zümer,
17) Şu âyette de, tâğuta ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: "De ki:
Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah'ın
lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar
çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha
çok sapmışlardır." (5/Mâide, 60) (Ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda
bkz. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36)
Nedir tâğut?
"Tâğut" kelimesinin kökü "tuğyan"dır. Tuğyan, isyanda haddi
aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek, büyüklenmek
anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana, putlara, Allah'tan başka tapılan her
varlığa, insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, hayır
yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette önderlik edenlere,
gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara, insanların Allah'a
ibâdet etmelerine ve İslâm'ı yaşamalarına engel olanlara denir. Put olsun, ağaç
olsun, insan veya hayvan olsun, Allah'tan başka tapınma konumunda olan her şey;
kanunlarında Allah'ın dinine karşı sınırı aşan zâlim yönetici ve Allah'ın
indirdiği hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm şeriatına uymayan bütün
metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek ve görenekler tâğut
kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup ona bağlanan, tâğuta kulluğa
çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde
tâğuttur.
Kur'an-ı Kerim'de
tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu sonuca varırız: Kulu
Allah'a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve Rasülüne itaatten alıkoyan
ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan, Allah'ın kulları için
çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah ile bağlantısı
olmayan her program ve Allah'a bağlanmayan her çeşit düşünce, sistem, edep ve
alışkanlık; otoritesini Allah'ın sisteminden almayan her idare, Allah'ın
otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman olan her şey tâğuttur (Muhammed
Kutub, Lâ İlâhe İllâllah, Ravza Y., s. 109).
Allah'a isyan
konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye ibâdet etmiş olur ve
bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah
eder: "Tâğut, Allah'a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak
kendisi için ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve
idareye denir. Tâğut, Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük,
otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü yerine getirir;
kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin
bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tâğut
için bir ibâdettir (Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, İdeal Kitaplar Y.,
s. 66, 84).
Kur'an'a göre tâğut;
Allah'ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına konulan, Allah yerine
tapılan, İslâm'ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl ve haramları yerine ikame
edilen, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yerine önder seçilen, Kur'an düşüncesi, inanç
ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve yönetim biçimi koyan,
hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her insanın, her sistemin ortak
adı ve sembolüdür.
Buna göre tâğuta
ibâdet, Allah'tan başka şeytan, insan, önder, kâhin gibi canlı ve cansız
varlıklara, Allah'a isyan anlamına gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek,
Allah'ın hükmü yerine Allah'tan başkalarının hükümlerini kabul edip
isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.
Günümüzde, kelime-i
şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden bazı kimselerin tâğutun
hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan
sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu
kimselerin Allah'ı bırakıp birtakım armaları, şiarları, işaretleri, bayrakları,
gelenek ve görenekleri yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını,
namuslarını, ahlâklarını fedâ ettikleri, böylece bu değerlere kulluk ve ibâdet
ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şehvanî ve
indî değer yargılarıyla Allah'ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep
Allah'ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri,
kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını
harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah'ın şeriatına tamamen zıt olan sistemleri
kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez. Bundan
daha açık putçuluk düşünülebilir mi?
Putların emir ve
direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan en küçük çapta
ayrılmayanlar, Allah'ın Kitabına ve Rasülünün sünnetine kulaklarını tıkayarak
putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi
putperest olur mu? Bunlar apaçık müşrik olduklarını kendileri bile ilân
ediyorlar. Bu tür insanlar; ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister
haccetsin ve isterse sabahlara kadar Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne
yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de
onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz; onlar tevbe edip, her türlü
puta ve tâğuta kulluk/ibâdetten vazgeçmedikleri müddetçe... (M.
Kubat, a.g.e., s. 138)
Bir kimse tâğutu
reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid'in şartı, Allah'a imandan
önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır. Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan
edilmiştir: "Artık kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, kopmayan
sağlam kulpa yapışmış olur." (2/Bakara, 256)
Allah'a şirk koşmanın
bir çeşidi de Allah'ın izin vermediği alanlarda insanlara itaattir. Oysa
ibâdette esas olan Allah'a itaat, Peygamberine itaat ve müslümanlardan olan
emir sahiplerine itaattir (4//Nisâ, 59). Ne var ki, insanoğlu, çoğu zaman kendi
cinsinden olan beşerden bazı kimselerin birtakım üstün özelliklere sahip
olduklarını düşünerek onları rab konumuna getirmiş ve böylece onlara ibâdet
etmiştir.
Kur'an-ı Kerim,
yahudi ve hıristiyanların, ulûhiyet ve rubûbiyet makamına Allah'tan başkasını
koyarak kullukta ona yöneldiklerini, oysa itaat ve ibâdetin sadece Allah'a has
kılınması gerektiğini şöyle dile getiriyor: "(Ehl-i kitap),
bilginlerini ve râhiplerini Allah'tan ayrı rablar edindiler. Meryem oğlu
Mesih'i de (rab edindiler). Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a
ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur. O, onların ortak
koştukları şeylerden münezzehtir." (9/Tevbe, 31) Yahudi ve
hıristiyanların, bilginlerini ve râhiplerini rab edinmeleri, onlara ibâdet
etmeleridir. İbâdetleri ise, onların, Allah'ın haram kıldığı şeyleri helâl,
helâl kıldığı şeyleri haram kılmalarını kabul edip itaat etmeleridir. Yahudi ve
hıristiyanlar, Allah'ın emrine, hakkın hükmüne değil; onların irâdelerine tâbi
oldular; onlara Allah'a tapar gibi taptılar. Hatta Allah'ı bırakıp onlara taptılar.
Allah'ın emrine, Kitabın sözüne, hakkın
gerektirdiğine açıktan açığa muhâlif olan hususlarda Allah'a isyan
ettiler; onların arzularına ve emirlerine itaat ettiler. Allah'ın haram kıldığı
şeyleri, onların emriyle helâl kıldılar. Allah'ın “yapmayın” dediği şeyleri
yaptılar; “yapın” dediğini yapmadılar. Bunun hilâfına onların emir ve
yasaklarına, hevâ ve heveslerine tâbi oldular. (Elmalılı, IV, 2511) (Bu konuyla
ilgili olarak Adiy b. Hâtem'le ilgili hadis için bkz. Tirmizî, Tefsir 9).
Buna göre âyetteki
râhipleri ve bilginleri rab edinip ibâdet etmek, Allah'ın helâlini haram,
haramını helâl saymaları konusunda onlara itaat etmek anlamına gelmektedir.
Yoksa onlar, bilginleri için oruç tutuyor, namaz kılıyor değillerdi. Demek ki
herhangi bir insanın, ister bilgin olsun ister yönetici, Allah'ın emir ve
yasağına, helâl ve haramına ters düşen emir ve hükümlerine gönülden katılmak,
onu hüküm/kanun koyucu olarak kabul etmek, ona itaat ederek Allah'ın hükmüne
muhalefet etmek; onu Allah'tan başka rab edinmek ve ona ibâdet etmek demektir.
(Elmalılı Tefsiri, IV, s. 2512). "Yaratıcıya
isyan etme konusunda yaratılana itaat
edilmez." (Buhâri, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 39, 46) Hakkı bâtıl, bâtılı
hak yapmaya çalışanlar, ilim haysiyetinden yoksun birer tâğutturlar. Bu şekilde
davranışlar, şirk, küfür ve Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara
tapmaktır. (Elmalılı, IV, s. 2513, 2514). Allah'ın kitabına yetki tanımaksızın
helâl ve haram sınırlarını belirleme yetkisini kendisinde görenlerin nefislerini
ilâve rab ittihaz ettiklerini ve onlara kanun koyma yetkisi tanıyanların da
onları rabler edindiklerini yukarıdaki âyet ve hadislerden öğrenmiş oluyoruz.
Kur'an'ın on dört
asır önce getirdiği en büyük prensiplerden biri de, hangi makam ve mevkide olursa
olsun, insana değil; yalnız Allah'a ibâdet edilmesi prensibidir. İslâm,
beşeriyeti saâdete erdirmek, zulmü ortadan kaldırmak, insana kulluk etmeye
sevkeden istismarı yok etmek yolunda birleşilmesi gerekli olanı belirterek
yahudi ve hıristiyanlara bakın nasıl hitap ediyor: "De ki: Ey Kitap
ehli, gelin aramızda birleşebileceğimiz bir kelime üzerinde toplanalım:
Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım.
Bazımız bazımızı Allah'tan başka rablar edinmeyelim!" (3/Âl-i
İmrân, 64)
Kur'an-ı Kerim, kula
kulluğu ortadan kaldırmak ve sadece Allah' kulluğu tesis etmek üzere gönderilen
Kitap olduğu için, insanların Allah'ı bırakıp hemcinslerinden olan insanlara
ibâdet/kulluk etmesini önlemek amacıyla çeşitli deliller serdetmiş, bu konuda
geniş açıklamalar yapmıştır: "Hiçbir insana yaraşmayacak/yakışmayacak
bir şey varsa, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nebîlik vermesinden sonra
onun insanlara: 'Allah'ı bırakın da bana kul olun' demesidir. Tam aksine o;
'Kitabı öğrendiğiniz ve okuduğunuz yönüyle Allah'a kul olun' der. O, size:
'melekleri ve peygamberi ilâh edinin' diye emretmez. Siz müslüman olduktan
sonra size hiç imansızlığı emreder mi o?" (3/Âl-i İmrân, 79-80)
İstisnasız bütün peygamberler: "Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin; sizin
O'ndan başka ilâhınız yoktur." (7/A'râf, 59, 65, 73, 85; 12/Yûsuf, 40;
11/Hûd, 1-2; 16/Nahl, 36) buyurmuşlardır.
Tarihe ibret
nazarıyla baktığımız zaman çok değişik ve çeşitli şirk görüntüleri içerisinde
insanların bazı bilge kimseleri veya kimi peygamberleri ilâh kabul ettiklerini
görüyoruz. Mesela, bazı kimseler tarafından peygamber olduğu iddia edilen ve en
azından yüce vasıflara sahip bilge bir kimse olduğu herkesçe kabul edilen Buda,
sağlığında ilâhlık iddia etmemiş, bilâkis insanları Allah'ı tek ilâh edinmeye
çağırmış olduğu halde, tâbîleri onu ölümünden sonra ilâh edinmiş ve ona
tapmışlardır.
Aynı şekilde Hz. İsa
(a.s.) sağlığında kendisinin, Allah'ın kulu olduğunu ilân etmiş ve insanları da
sadece Allah'a kul olmaya çağırmış olduğu halde, vefatından hemen sonra, bizzat
kendi kavmi tarafından ilâh kabul edilerek Allah'a şirk koşulmuştur. İslâm bu
tür bir sapıklığın önüne geçmek için deliller getirmiş ve bunun şirk olduğunu
her fırsatta vurgulamıştır. Kur'an, kullara kulluğu ortadan kaldırarak yeryüzünde
hâkimiyeti sahte ilâh ve rablerin elinden
çekip alarak sadece Allah'a vermek için delil üstüne delil getiriyor ve bu
noktanın son derece önemli olduğunu insanlara ısrarla vurguluyor (A.g.e.,
s. 132).
Yüce Allah, insanlara
şeytana ibâdet etmemelerini, kendisine ibâdet etmelerini emretmektedir:
"Ey Âdemoğulları! Ben size, 'Şeytana ibâdet etmeyin. Zira o, sizin için
apaçık bir düşmandır. Bana ibâdet edin. En doğru yol budur' diye tavsiye
etmemiş miydim? (36/Yâsin, 60-61) Şeytana ibâdet, vesvese verdiği, süslü
gösterdiği şeylerde ve Allah'a isyan olan konularda kendisine itaat ve ittibâ
etmektir. Allah, insanlara, "şeytanın adımlarına uymayın."
(2/Bakara, 168, 208) "Çünkü şeytan, insana apaçık bir düşmandır."
(17/İsrâ, 53) "Onu düşman edinin." (35/Fâtır, 6) buyurmuştur.
Kur'an-ı Kerim, ister
insanlardan olsun, isterse cinlerden, tüm şeytanların (6/En'âm, 112) insanları
şirke düşürdüğünü bizlere hatırlatır. Sebe’ kraliçesi hakkında bilgi edinmeye
gönderilen Hüdhüd, Hz. Süleyman'a döndüğünde
şunları haber verir: "Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp
güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, onlara işlerini süslemiş de onları
doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelemiyorlar." (27/Neml, 24)
Kur'an, şeytanın
insanlar üzerinde, onların irâdelerini ortadan kaldıracak bir güce sahip
olmadığını, ancak insanların şirk koşmaları ve böylece onların sapmaları
noktasında vesvese verdiğini açıkça bildirmiştir. "Görmedin mi biz
kâfirlere şeytanları gönderdik, onları oynatıp duruyorlar."
(19/Meryem, 83) "Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan da onlara
yaptıklarını süslü gösterdi." (6/En'âm, 43) "O
(şeytan)lar bunlar (insanlar)ı yoldan çıkardıkları halde, bunlar doğru yolda
olduklarını sanırlar." (43/Zuhruf, 37)
Şeytan, insanlara
fuhşu ve münkeri emreder (2/Bakara, 268; 24/Nûr, 21). İnsana vesvese verir (7/A'râf, 20;
20/Tâhâ, 120). İnsanlar arasında kin ve düşmanlık tohumları saçar
(5/Mâide, 91). İnsanlara, yaptıkları kötülükleri süslü gösterir
(6/En'âm, 43; 8/Enfâl, 48). Boş şeyler vaad eder (4/Nisâ, 120; 17/İsrâ,
64). Gerçekleri unutturur (6/En'âm, 68). Tuzak kurar (4/Nisâ,
76). İnsanı saptırmak ister (4/Nisâ, 60). Onu doğru yoldan meneder
(27/Neml, 24; 29/Ankebût, 38). Bu sebeple insanın, şeytanın vesvesesine aldanıp
ona uymaması gerekir; uyarsa ona ibâdet etmiş olur.
Kur'an'da içki,
kumar, putlar, heykeller, şans okları, talih oyunları, şeytanın işi olarak
ifade edilmiştir (5/Mâide, 91). Demek ki, Allah'ın haram kıldığı, yasak ettiği
şeyleri yapanlar, şeytana itaat etmiş olmaktadırlar. Kur'an, bu itaati, şeytana
ibâdet olarak ifade etmiştir. İbrahim (a.s.), babasına: "Ey
babacığım! Şeytana itaat etme; çünkü şeytan, Rahman'a isyan etmişti" demiştir
(19/Meryem, 44). İnsanı, Allah'tan başkasına, putlara ve benzeri şeylere ibâdet
etmeye ve onları şirke, küfre ve isyana teşvik eden, şeytan ve şeytanlaşan
insanlardır. Âsî kimseye itaat eden, âsîdir. Şeytana ve küfrü, şirki ve
kötülükleri emredenlere itaat edenler, Allah'a isyan etmiş, şeytana ibâdet
etmiş olurlar.
Şeytana ibâdet
konusunu açıklamaya çalışırken, satanizmden, yani direkt olarak şeytana tapınma
dininden uzunca bahsetmeyi, toplumu çok az ilgilendirdiği için gereksiz
görüyoruz. Yeni dinler edinerek, bunalımlarına güya çözüm arayan, düzenin ve
toplumun kurbanı bazı marjinal gençlerin, yenilik ve moda olsun, değişiklik
olsun diye, düzen ve toplum şeytanından; gerçek şeytanın kucağına sığınıp ona
sahiden tapınmaya yöneldiklerini gözlüyoruz. Satanizm denilen bu şeytan
severlik ve kötülükçülüğün aslında pek de yeni bir din olduğu da söylenemez.
Özellikle Suriye topraklarında günümüze kadar varlığını devam ettiren Yezidîlik
de bir satanizmdir.
Cinler, Allah'ın
kendisine ibâdet etmeleri için dumansız saf ateşten yarattığı varlıklardır. (51/Zâriyât,
56; 55/Rahmân, 15) İnsanlar gibi ibâdet ve isyan edebilme yeteneğine
sahiptirler. Bu sebeple müslüman ve kâfir, sâlih ve fâsık olanları vardır.
Zaten İblis de cinlerdendir.
Sebe' sûresinde
cinlere ibâdetten söz edilmiştir: "O gün, kâfirlerin hepsini mahşere
toplar, sonra meleklere, 'Bunlar size mi ibâdet ediyorlardı?' der." (34/Sebe',
40) Bu soruya melekler, "(Ey Rabbimiz!) Seni tenzih ederiz. Onlar
değil; Sen bizim velîmizsin. Hayır, onlar (bize değil) cinlere ibâdet
ediyorlardı. Çoğu onlara iman eden kimselerdi."
(34/Sebe' 41) şeklinde cevap vermişlerdir. Cinlere ibâdet, onlara sığınmak,
korkulardan, mal ve canların kaybından onlara ilticâ etmek ve onlardan yardım
talep etmektir. Âyette geçtiği şekliyle cinlere iman ise, muhafaza ve sığınma
hususunda onların gücüne inanmaktır. (Dört Terim, 87). "İnsanlardan
bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı, cinler de onların
azgınlıklarını artırırlardı." (72/Cin, 6) Bu âyet, insanların cinlere
ibâdetlerinin, onlara sığınmak olduğunu ortaya koymaktadır.
Yüce Allah, sadece
kendisine ibâdet edilmesini emretmiş, kendisinden başkalarına ibâdet edilmesini
şiddetle menetmiştir. Ancak, imtihan gereği olarak, insanları ve cinleri bu
konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, Allah'a ibâdet edenlerin
yanında, O'nun dışındakilere ibâdet edenler de vardır. Allah'tan başkalarına
ibâdet; sadece putlara, heykellere, ateşe, aya, güneşe, mezara tapmaktan ibaret
değildir. Kur'an'ın hilâfına hareket eden insanların buyruklarını isteyerek
kabul edip bunları uygulamak da Allah'tan başkalarına ibâdet etmektir.
Allah'tan başkalarına ibâdet, şirk ve küfürdür (İsmail Karagöz, Kur'an'da
İbâdet Kavramı, Şule Y., s. 78)
Ne mutlu, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyip sadece O’na
secde ederek ibâdet edenlere ve her yaptıkları eylemi Allah’a ibâdet ölçüsünde
yapanlara! Yazıklar olsun, kula kulluk yapan kullara ve tâğutlara, putlara, ya
da hevâ ve heveslerine tapanlara!