İNSANI RABBİYLE VE KENDİSİYLE BARIŞTIRAN,
UNUTULMUŞ BİR İBÂDET: İ'TİKÂF
İnzivâ ile İ'tikâf Arasındaki Fark:
Hira Bir Uğraktır; Durak Değil!
İ’tikâfın Hikmetleri, İnsana Kazandırdığı
Faydaları:
İnsan, hayrın ve güzelliğin zirvesine doğru yol alabilmek
için devamlı değişmek/gelişmek zorundadır. Değişiklik, insanı esir eden
bağlardan kurtulma çabasıdır. Bulunulan konumdan dışarı çıkmaktır; hicretin
farklı bir açılımıdır değişim. Yozlaşmamak, donuklaşmamak için; mü’min bir
ayağı sırât-ı müstakîmin sâbit/değişmeyen çizgisinde, diğer ayağı ise
tekâmül/olgunlaşma arayışında bir pergel olmalıdır. Tebdîl-i mekânda ferahlık
vardır. İnsan, bazen yaşadığı çevrenin dışına çıkıp, kendini saran şartlara ve
hatta kendisine dışarıdan bakabilmeli, bazen farklı bir kimse gibi
kendini gözlemleyebilmeli ki, objektif değerlendirmelerde bulunabilsin,
muhâsebe yapabilsin. Rüyâda kendini sanki başka biri imiş gibi dışarıdan görüp
gözleyebildiği gibi, (meselâ rûhunun, hayâl âleminde bedeninden soyutlandığını
varsayarak hayâlen bindiği sanal helikopterden, aşağıda yürüyen) kendisine,
çevresini kuşatanlarla birlikte bakabilmeli, her şeyini bir yabancı gibi
kontrol edip gözden geçirebilmelidir. Bu nefis muhâsebesi/otokritik, öyle bir
otomatik hale gelmeli ki, kişi bir taraftan konuşurken, diğer taraftan yabancı
bir kimse gibi bu konuşmayı eleştiri gözüyle dinleyip kritik edebilmeli;
sokakta yürürken, nehy-i ani'l-münker görevini kendi nefsine de yapabilecek
kontrole ve olgunluğa sahip olabilmelidir. İşte bu özellikleri insan, i'tikâf
rûhunda yakalayabilir, bu rûhu koruyarak her zaman tümüyle hayatına
geçirebilir. İ'tikâf, insana kendini gözlemleyebilme, sorgulayabilme, hesaba
çekebilme ve öncelikle kendine ma'rûfu emredip öncelikle kendindeki münkerlere
karşı çıkarak nefsini ıslah edebilme yolunun anahtarını kazandırır.
"Mekân" önemlidir; bulunulan yer, insanı etkileyen
ciddî bir unsurdur. Bir sefâhet mekânı, ya da çokça haramlar işlenen yer ile
Mescid-i Haram'ı mukayese edince; insanın inanç, düşünce ve davranış yönleriyle
nasıl farklı mekânlarda çok farklı etkiler altında olacağı daha iyi anlaşılır.
İşte i'tikâfın, Allah'ın evi kabul edilen câmilerde yapılması, insana
kazandıracağı olumlu açılımlar yönünden değerlendirilmelidir. İnsan üzerinde
büyük etkisi olan unsurlardan biri de "zaman"dır. İ'tikâfın herhangi
bir zaman diliminde yapılmasının câiz olmasıyla birlikte, kâmil anlamda
Ramazan'da ve özellikle de Kadir gecesinin bulunduğu tahmin edilen bu kutlu
ayın son on gününde olması boşuna değildir.
Hindistan'ın İngiliz işgalinden kurtulmasında en önemli rolü
oynayan Hind lideri Mahatma Gandi'nin önemli bir karar arefesinde müslümanlar
gibi oruç tutup uzlete çekildiğini biliyoruz. Eski devirlere damgasını vuran,
özellikle Doğuda yaşamış bazı kişilerin, dünyevî faydalarından dolayı da olsa,
bu tür özelliklere sahip olduklarını görüyoruz. Bu açlık ve uzlet hayatının
rûhu arındırıp düşünceye açıklık getirdiğinin tecrübeyle sâbit olduğundan, çok
eski toplumlardan itibaren yaşanan bu tavır, İbrâhimî çizginin ana hatları
üzerinde yaşayan Hanîflerde de görülüyordu. Buna şâhit olan Hz. Peygamber,
fıtratının da yönlendirmesiyle bi'setinden önceki günlerde çevresindeki
toplumun ve tüm insanlığın durumunu düşünüp tahlil etmek için Hira'da inzivâya
çekiliyordu. Demek ki bazen uzlet şeklinde uygulanan i'tikâf, eski şeriatlerde
de vardı. Zâten şu âyet de i'tikâfın eski ümmetlerdeki mevcûdiyetine işaret
etmektedir: “... İbrâhim için vaktiyle belirlenen yeri ibâdet mahalli
edinin. Nitekim Biz, İbrâhim ve İsmâil’e emrettik: ‘Mâbedimi, onu tavaf
edecekler için, âkifîn (Mescid-i Haram’da duranlar ve i’tikâf edenler) için ve
(namazda) rukû ve secde edecekler için temiz tutun.” (2/Bakara, 125). Bu
âyetteki “âkifîn” kelimesi ile “i’tikâfa girenler”e de işaret edildiği
değerlendirilir. Bu âyet-i kerime, -Allah Teâlâ Hz. İbrâhim ve İsmâil’e hitap
ettiğini bildirdiğine göre- eski ümmetlerlerin şeriatlerinde de i’tikâfın
mevcut olduğunu göstermektedir.
İnzivâ hayatı ve tümüyle yalnızlık; aslında riskli bir
durumdur. Bunalımlara, psikolojik sorunlara sebep olabilir; vesveseye kapılar
açabilir. Hadis rivâyetlerinde, mecbûri olmadan yalnız yolculuk tavsiye
edilmemiş, yalnız kalanın şeytanla arkadaş olacağı belirtilmiştir. İşte
i'tikâfta bu tür riskler bertaraf edilmiştir. Mu'tekif, yalnız değildir; o
Allah'la birliktedir, O'nunla baş başadır. O'nun evinde, O'nun misâfiri olarak
O'nun ikram ve ihsanlarına muhâtaptır. Manastıra kapanmış râhiplerden veya tüm
insanlardan soyutlanarak bin bir gün çilehâneye çekilmiş mistiklerden farklı
durumdadır i'tikâftaki mü'min. O, toplumla, cemaatle, insanlarla bağını tümüyle
koparmamış, sadece asgarîye indirmiştir. Cemaatten kopmadan ve cemaati ıslah
etmek için, cemaatle günde beş kez birlikteliği sürdürerek, onların iyi ve kötü
taraflarını değerlendirme fırsatıyla câmide Allah'a yönelmiştir. Mistisizm,
ferdî inzivâ ile toplumdan tümüyle koparak sadece kendini ıslahı prensip
edinirken; mu'tekif topluma daha faydalı olmak, onlara dâvet ve tebliğ
ulaştırmak, onların ifsâdına engel olmaya hazırlanmak için kendini ıslah isteği
içindedir. Günümüzde müslümanların hayatını hemen tümüyle kuşatan modern yaşam,
kalabalık içinde yalnızlığın, âile içinde bireyselliğin, topluluk içinde
bencilliğin öne çıktığı bir yaşam tarzı sunmaktadır. İ'tikâf rûhunda ise
yalnızlık içinde toplum; yalnızken bile cemaatle birlikte, onun için planlar
sözkonusudur. Dünya içinde ama dünyadan/dünyevîlikten uzak ve Allah'a, rûhî
özelliklere yakın bir yaşama tarzı vardır i’tikâfta.
İ'tikâf, mü'min için, özellikle dâvetçi için mânevî azıktır.
Sporcular, önemli maç öncesi hazırlık için kampa alınır, enerji depolar ve dış
dünya ile ilgi ve ilişkilerini koparır; tebliğci bir mü'min açısından da
içindeki ve çevresindeki düşmanlara karşı yapacağı mücâdele için kampa
çekilmedir; Koruyucu hekimliktir, chek-up yaptırmak, tedâvi olmaktır i'tikâf.
Her gün yarım saat, bir saat olsun tefekkür, zikir, yatakta da olsa ölüm ve
şehâdet râbıtası yapmak, i'tikâf rûhunun insana kazandırdığı lezzetli
gıdâlardır.
Toplumun yanlışlıklarına alışmış, artık yadırgamaz hale
gelmiş dâvetçi, bazı zamanlarda sadece Allah'la kalabilmeli ki, toplumu hayra
doğru değiştirme bilinci bilensin. Hangi şuur ve tavsiye içerdiği belli olmayan
bir söz var: “Kendine iyi bak!” İki arkadaşın birbirinden ayrılırken selâm ve
temennî yerine söyledikleri bu sözü konumuza adapte edebiliriz: Günümüz insanı
nefsinin hevâsına gösterdiği ilgiyi, kendisini insan yapan özelliklere,
fıtratına göstermiyor. Modern insan, Rabbını unuttuğu için Allah’ın da onlara
kendilerini unutturduğu (59/Haşr, 19) günahkâr yapı arzetmektedir. İ’tikâf gibi
ibâdetlerle Rabbına dönmeli ki kendine dönmüş, kendini bulmuş olsun. İnsan,
kendine bakmasını bilmeli, alıcılarını ıslah edip parlatmalı ki; kendini ve
çevresini objektif ve sâlim olarak gözlemleyebilsin; alıcı sağlam değilse,
vericilerden gelen etkilerin doğru algılanması mümkün değildir çünkü.
Günahlarla kirlenmiş/hastalanmış gözünü, gönlünü, beynini temizleyip tedâvi
ederek sağlığına ve uzaklaştığı fıtratına yeniden kavuşmalı ki; tanım, yorum,
bakış ve değerlendirmeleri doğru yapabilsin; işte i'tikâf bunu sağlar. Göz ve
gönül aynasını berraklaştırır, paslarını siler, temizler i'tikâf.
Ramazan ayı, i'tikâf ayı olduğu ve her Ramazan'da
Peygamberimiz'in i'tikâfı hiç terketmediği halde; bugün "müslümanım"
diyen kalabalıklar i'tikâfın adını bile telaffuz etmekte zorlanır. Faydasız
nice konuların yön verdiği gündeminde i’tikâfın hiç yeri olmadığından, belki
ilk defa sizden duymuş oluyordur bu kelimeyi. Bırakın dâvâsı İslâm olmayan
sıradan vatandaşları, câmi cemaatine anket yapılsa, "itikâf nedir?"
diye, bilenler çok az çıkacak, onlar içinde de uygulayanlar hemen hiç
bulunmayacaktır. Böyle bir zaman diliminde i'tikâfı ihyâ etmenin çok büyük ecri
vardır. “Kim, benden sonra terk edilmiş sünnetimden bir sünneti ihyâ ederse,
ona, insanların o sünnetle amel etmesinin ecri kadar ecir/sevap verilir.” (İbn
Mâce, Mukaddime 15, hadis no: 210) . "Ümmetimin fesâdı
zamanında, kim, benim sünnetime sarılırsa o kimse için bir (diğer rivâyette
"yüz") şehid ecri/sevâbı vardır." (Terğîb, I/44)
İ’tikâf, kâmil anlamda kalabalık câmilerde ve Ramazan
ayında, özellikle son on gününde yapılır. İ'tikâf, câmiden kopa(rıla)n
insanımızın Allah'ın eviyle tekrar kucaklaşması, Ramazanın rûhu olan ibâdeti
her âna yaymasının prototipidir. Bununla birlikte; i'tikâfı, sadece Ramazandan
Ramazana yapmak, günümüz şartlarında ölümcül hastalıkların tedâvisini
geciktirmek ve belki de o hastalıklarla ölmeyi göze almak demektir. İhtiyaç
duydukça, hemen her gün beş - on dakika da olsa Allah'ın evine bu gâye ile
sığınmalı, O'ndan yardım istenmeli, O'nun dâvetine icâbet edip ziyâfetine
katılmalıdır. Câmilere sığınma imkânını da sıkça bulamayan kimse, evinde, işinde,
sokakta ve hatta yatakta i'tikâf rûhunu yakalayabilmelidir; zâten Allah'ın arzı
mescid değil midir? Öyleyse en güzel i'tikâf Ramazan ayında ve câmilerde
yapılsa da, i'tikâf rûhunu başka alanlara taşıma gayretinde bulunmamak,
ibâdetleri câmi gibi alanlara mahkûm edip diğer yerleri başka ilâhlara ayırmak
gibi fecî durumlara yol açabilir. Her an i'tikâftaki gibi Allah'la beraber olma
ve her yeri Allah'a ibâdet edilen mekân haline getirme gayreti, aynı zamanda
cihad sevabına da ulaşmak demektir.
İ'tikâf özellikleriyle mü'min, meleklik tarafını (rûhî,
mânevî yönünü) her çeşit ibâdetlerle arttırmış, açlık (oruç) sâyesinde ve
şehvetten/cinsel temastan perhiz yaparak hayvanî taraflarını da azaltmış olur.
Mu'tekif melekleşir, yani meleklerin temel özelliği olan "Allah'a isyan
etmemek ve O'nun emirlerini tümüyle yerine getirmek" (66/Tahrîm, 6)
sıfatlarına sahip olur. Çünkü i'tikâfta temel ibâdetlerin tamamına yakını
mevcuttur. Ana/doğurgan bir ibâdettir i'tikâf. İbâdetlerin fayda ve hikmetleri,
tümüyle ve en kâmil şekliyle i'tikâfta vardır. İ'tikâfla, nefis terbiye ve
tezkiye edilip sabır zırhına bürünülerek cihada hazırlanılmış olur. İhmal
edilen gönlün tâmiri, bakımı, tedâvisidir; gönül aküsünün şarz edilmesidir
i'tikâf rûhu. Zühd, takvâ, ihlâs, huşû ile edâ edilip zevk alınan ibâdet,
mânevî haz gibi konularda derinleşmektir. Muhâsebe ve olgunluğa tırmanıştır
i’tikâf.
İ’tikâf kelimesinin
kökü olan “a-k-f”, “bir şeye yapışmak, tutunmak, ondan ayrılmamak, kendini bir
şeye vermek, vakfetmek, bir şeyle meşgul olmak, vaktini onunla doldurmak, bir
şey içinde sürekli kalmak, bir yerde inzivâya çekilmek” mânâlarına gelmektedir.
İ’tikâfın terim anlamı ise, “Bir mescid veya o hükümdeki
yerde ibâdet için özel şekilde beklemek ve bulunmak”, “Ramazan ayı içinde -ve
bazen diğer zamanlarda da- günler ve geceler boyu mescide kapanarak zarûrî
olmayan bütün dünyevî faâliyetlerden uzak bir şekilde kendisini tamamen ibâdete
ve tefekküre hasretmek” demektir. İ’tikâf yapana “mu’tekif” denir. İ'tikâf; mü'minlerin
Allah için her şeylerini fedâ edebilecek bir bilinç kuşanmak maksadı ile,
belirli bir süre, özellikle Ramazan ayının son on günü içerisinde, kendilerini
ibâdete kapatmaları demektir.
İ'tikâf sünneti ve önemi hakkındaki hadis-i şeriflerden
birkaç tanesini kaydedelim: İbn Ömer (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.)
Ramazanın son on gününde i’tikâfa çekilirdi.” (Buhârî, İ’tikâf 1, 6; Müslim,
İ’tikâf 1, 2, 3, 4; Ebû Dâvud, Savm 77, 78; Tirmizî, Savm 71; İbn Mâce, Sıyâm
58)
Ebû Hüreyre (r.a.) dedi ki: “Nebî (s.a.s.) her Ramazan on
gün i’tikâfa girerdi. Vefat ettiği senenin Ramazanında yirmi gün i’tikâfa
girdi.” (Buhârî, İ’tikâf 17; Ebû Dâvud, Savm 78; İbn Mâce, Sıyâm 58)
Âişe (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre “Nebî (s.a.s.),
vefat edinceye kadar Ramazanın son on gününde i’tikâfa girmiştir. Vefatından
sonra eşleri i’tikâfa girmeye devam ettiler.” (Buhârî, İ’tikâf 1; Müslim,
İ’tikâf 5; Ebû Dâvud, Savm 77)
“İ’tikâfa giren kişi, günahları hapsedip sevapların
tümünü elde eden kişi gibi kendisine sevaplar kazandıran kişidir.” (İbn Mâce, hadis no: 1781)
“Ramazan’da on gün i’tikâf yapmak (nâfile) iki hac ve iki
umre gibidir.” (Taberânî
ve Beyhakî’den; Terğîb ve Terhîb, c. 2, s. 526)
Zührî şöyle demiştir: “İnsanların i’tikâfı nasıl terk ettiklerine
şaşıyorum. Oysa Rasûlullah (s.a.s.) bazı şeyleri bazen yapar, bazen de terk
ederdi. Fakat vefat edinceye kadar i’tikâfı hiç terk etmemiştir.” (Buhârî,
İ’tikâf 6; Müslim, İ’tikâf 5)
İ’tikâf ile, inzivâ
da denilen uzlet birbirinden tamamen farklıdır. İnzivâ yasaklanmıştır.
“İslâm’da ruhbanlık yoktur. İslâm’ın ruhbanlığı cihaddır.” İ'tikâf, bir kutlu
arınış; inzivâ ise görevden kaçıştır.
Peygamberimizin Hira'da yaptığı
gibi, belli bir süre, hayatın velvelelerinden uzakta kalıp, Nebevî âyetlerin
kaynağı Kur'an ile, kâinatın her bir köşesine serpiştirilmiş sayısız âfâkî
âyetler ile ve uzağa gitmeye gerek duyurmayan özbenliğimize yerleştirilmiş
enfüsî âyetler arasında uyumu yeniden kurmak, irtibatı yeniden hatırlamak
gerekmektedir. Allah'ın başları döndürecek geniş ufuklarında yarattığı
âyetlerden algı alanımıza inmiş olanlarını düşünmek, onlarla ilgili hikmetli
tefekkürlere dalmak, kendi özbenliğimizde yer alan burhanlara durup, yeniden
bir göz atmak, tefekkürü Kur'an'ın âyetlerinin rehberliğinde yapmak bir
ibâdettir.
Fakat dalıp kalmak, boğulmak doğru
değildir. Çünkü i'tikâfın amacı, dünya hayatından, nimetlerinden kopmak
değildir. Dünya hayatının fitnelerine karşı mânevî hazırlık yapmak, yeniden
dışa dönük mücâdeleye devam etmektir. Meselâ Hira'da vahyi kuşanan
Peygamberimiz, hemen aşağıya inerek halkın arasına katılmıştır. Toplumun
kendisine gelmesini fildişi kulesinde beklememiştir. O inzivâyı değil;
i'tikâfı, bize sünnet olarak bırakmıştır. Çünkü inzivâ, bireysel iç arınışı
temsil ederken; i'tikâf, ferdi de kurtaran toplumsal arınmayı temsil
etmektedir. İnzivâda fert, ipek böceğinin durumuna düşebilmektedir. Yani inzivâ
ile bireysel arınış yöntemini benimseyenler, ipek böceğine benzemektedirler.
Çünkü onlar ortaya bir büyük değer/ipek çıkarayım derken, böcek gibi
"kendi hapishânelerinin duvarcı ustası durumuna düşme handikapı" ile
yüzyüze kalakalırlar. Bir tür şuursuz intihar yani. Oysa i'tikâf, halkın içinde
kalıp yaşadıkları kirliliklerden hicret etmeyi gâye edinen şuurlu bir arınma
yöntemidir.
Hira'ya hapsedilen bir mesajın topluma bir yararı yoktur. Bu
yüzden Rasûlullah'ın örnek mücâdelesinden de tâkip ettiğimiz gibi Allah'ın
rızâsını kazanmanın yolu toplumsal hayat ekseninde verilecek mücâhededen
geçmektedir. Yani kendi Hiramızdan çıkmadan yaşamayı gâye edinmek,
bencilliktir. Oysa kurtuluş Hak için halk ile beraber olmakta, bu nedenle kendi
kurtuluşumuz dahi, başka mü'minlerle birlikte ortaya koyacağımız sâlih amellere
bağımlı olmaktadır. O halde salt bireysel bir iç arınışın İslâm'ın tezkiye
modelinde bir yeri yoktur. Buraya kadar söylediklerimizi özetlersek, rahatlıkla
şunu söyleyebiliriz; bireysel iç arınış ile toplumsal tezâhürlerde meydana
getirilmesi gereken arınma işlemleri birbirini tamamlayan bütünün parçalarıdır.
Rabbimizin rızâsını kazanırken
yapacağımız işlerin zemîninde diğer insanlar vardır. Tek başına yapılacak
mistik bir iç yolculuk, elde edilmesi gereken değerleri kazanmada yetersiz
kalacaktır. Kısaca islâm'ın arınma modelinde, fertlerin arınışı, toplumun
arınışı ile eşzamanlıdır. Arınma yöntemlerimiz de İslâmî olmalıdır. Toplumsal
yaşamdan kopuk, bireysel kurtuluşu amaçlayan bir arınma usûlü, İslâm'ın
bütüncül mesajına uygun düşmemektedir. Çünkü insanlarla ve özellikle
mü'minlerle olan ilişkilerimizi "i'sâr" ilkesine göre düzenlemek
zorundayız. Bu ilkeye göre; "kendimiz için istediğimizi mü'min kardeşimiz
için de istemeli, kendimiz için istemediğimizi mü'min kardeşimiz için de
istememeliyiz." Yani diğergâm olmalı, kadirşinas davranışlar
sergilemeliyiz. Tevâzûyu elden bırakmamalı, ulaştığımız doğruları paylaşarak
çoğaltmalıyız. Salt kendi kurtuluşumuz için değil; bütün insanlığın kurtuluşu
için çaba sarfetmeliyiz. Kendimiz için istediklerimizi bütün müttakîler için de
istemek zorundayız. Çünkü salt bireysel bir arınış yöntemi Kur'anî değildir.
"Tebliğ"in temel mes'ûliyetlerimiz arasında yer almasından dolayı,
kendimizden başka insanları da arındırma sorumluluğu içinde olmak durumundayız.
Öz benliklerimizde taşıdığımız
şeytanî eğilimlerin mutlaka denetim altına alınması gerekmektedir. Bu, dünya
sınavını kazanabilmemiz için şarttır. Şu dünya hayatında şeytanlar binlerce yol
deneyerek bizi Allah'a karşı sorumluluklarımızı îfâ etmekten alıkoymaya
çalışmaktadırlar. Bu güçlü çağrılara ciddî bir direniş göstermezsek, Allah
korusun ayağımız kayabilir, farkında olmadan yoldan çıkabiliriz. Bu nedenle bizi
Allah'ın rızâsını elde etmekten alıkoymaya çalışan cin ve insan şeytanlarına
karşı koyabilmek için ciddî bir mânevî donanıma, güçlü bir şahsiyete sahip
olmamız gerekmektedir. İfrâta ve tefrîte saptırmayan bir mu'tedil arınma usûlü
olan i'tikâf bize, şeytanların günaha yaptıkları karşı konulamaz çağrılarına
direnme gücü kazandıracaktır. Şer odakları ile olan mücâdelemiz için, sıradan
bir maça bile kampa girerek hazırlanan sporculardan daha donanımlı olmak
zorundayız (Fevzi Zülaloğlu, Haksöz, Sayı 116-117, Kasım-Aralık 2000, s.
58).
Hürriyetin,
özgürleşmenin gerçek anlamda ne demek olduğunu insan, sadece Rabbıyla baş başa
olduğu zamanlar anlar. İhtiyaç zannettiklerini, alışkanlıklarını,
meşgalelerini, önemsiz meselelere ayırdığı zamanlarını, katili olduğu boş
vakitlerini, israflarını sorgular ve düzeltmenin yollarını arar. Hayatını
planlamayı, kendini disipline etmeyi öğrenir. Tatmadığı mânevî hazları tadar,
güzel zevklerin farkına varır; Kur'an'ı okuma, anlama ve yaşayışına geçirme,
zikir, tefekkür ve teheccüd adlı gece neşesi (73/Müzzemmil, 6) gibi
güzelliklerle coşar, zevk sahibi olur. Fuzûli konuşma, fazla yiyip içme ve
insanlarla çok ve gereksiz ilişkiden sakınarak huzurun, mutluluğun, sağlığın
yolunu bulur. Câmi ve cemaatle ünsiyet kurma, beş vakit namazını cemaatle edâ
etme, câmi hayatına alışma, hiç haram işlemeden gözüne ve kulağına sahip olma,
tâat ve sabır gibi fazîletlerle cennet hayatının minyatürünü dünyaya taşımaya
çalışır.
İ’tikâfın en önemli amacı; her ibâdetin gâyesi olan Allah'ın
rızâsıdır. Bu temel hedefin gerçekleşmesi için mü’minin/dâvetçinin, dünya
meşgalelerinden kendini soyutlayarak Rabbi ile yalnız kalması ve nefsini
muhâsebe etmesi sâyesinde, hayatını ve amellerini O’nun rızâsı doğrultusunda
tanzim etme, takvâ sahibi bir insan olma hal ve şuuruna erebilmesidir. Allah’ın
rızâsı için gerekli olan namaz, oruç, zikir, ibret, tefekkür, muhâsebe, nefsi
kontrol, geleceği planlama ve tekâmüle ulaşmasıdır.
İslâm’ı öncelikle kendi gönüllerinde ve benliklerinde hâkim
kılamayan insanlara Allah’ın yardım edip onlara devlet gibi nimetler vermesi
beklenemez. Dünyada Allah’ın râzı olacağı devlete, âhirette insanın râzı
olacağı cennete kavuşmanın yolu, öncelikle tam mânâsıyla müslüman olup Allah’a
teslim olmaktır. İslâmî bir şahsiyete ve irâdeye sahip olmak, nefsi tezkiye
etmek, ma'siyetlerden, günahlardan, ayıp ve ahlâksızlıklardan arınmaktır.
Rûhuna özen göstermeyen bir dâvetçi mü’minin Cenâb-ı Hak’tan hidâyet ve nusret
beklemeye hakkı yoktur. Zira, “bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe
Allah onların durumlarını değiştirmez.” (13/Ra’d, 11)
İtikâf; halîfelik görevlerini yerine getirmek için
enerjisini doldurmak, arınmak, azıklanıp rûhunu gıdâlandırmak, sosyal
faâliyetlere ve cihâda daha bir hızla atılmak için, geri çekilip gerilmek ve
kısa bir süre Rabbiyle baş başa kalmaktır. Hasta olanın, hastalıklardan tedâvi
için muvakkat bir zaman hastanede kalıp ilâç ve perhize devam edip tedâvi
edildikten sonra hastaneden çıkıp daha sıhhatli bir halde işlerine dönüp
çalıştığı gibi, müslüman için i’tikâf da böyledir. Kısa bir müddet i’tikâfta
kalır; yenilenip rektefe edilmiş, sabra alışan ve her ânını ibâdete dönüştüren
özellikleriyle sosyal hayata daha kuvvetli olarak çıkar. Mânevî yönden
daha güçlü olarak Rabbine yaklaşır, iman ve yakîn nûru ile kalbini düzeltir ve
huzur içinde Allah’a yönelir. Nice kimseler vardır ki, fâni olan cisminin
sağlığına gösterdiği özeni mânevî yapısına göstermez. Dünya rahatına verdiği önem
kadar ebedî hayatını düşünmez. Yatağa düşürecek mikroplardan ve hastalıklardan
sakındığı kadar, cehenneme götürecek kalp hastalığından ve mânevî mikroplardan
kaçınmaya çalışmaz. Yatırımını sadece dünyaya yapan, rûhî ve mânevî gıdâlarını
ihmal eden modern insan, tek kanatlı kuşa dön(dürül)müştür. İşte i’tikâf,
huzura, esas hayata ve tükenmeyen saâdete erdirecek tüm imkânlarını, kendisiyle
kucaklaşan herkese sunmaya hazırdır.
Yarışmalardan önce sporcuların özel hayatlarından
koparılarak kampa alınmaları, belli bir süre enerji depolamak için olduğu
kadar, onları gerideki ilgilerin etkisinden sıyırmayı da hedef alır.
Gözlerinden biri hastalanan kimse için eşyanın yarısı nasıl bulutların
arkasında gölge bir varlık gibi silik ve bulanık gözükürse, dikkati vâkıalara
takılıp kalan, kendine bakmasını ve kendisini Hakka vermesini bilmeyenler için
de hakikatin yarısı kaybolmuş demektir.
Özellikle i’tikâfla elde edilen, mâsivâyı (O'ndan başka her
şeyi) gönlünden silip sadece Allah’la beraber olmanın faydası meydandadır:
Meşgaleyi azaltır, insanın gözünü ve kulağını korur. Zira göz ve kulak kalbin
yoludur. Kalp bir havuz gibidir. Beş duyu ırmaklarından oraya pis ve bulanık,
mikroplu sular dökülür. İ’tikâftan maksat, kalbi o pis sulardan ve bunlardan
meydana gelen çamurdan temizlemektir ki, bu sâyede havuzun ana kaynağı temiz su
ile dolsun. Pis suyu akıtan derelerin havuza akan yolları açık iken havuzu
temizlemek nasıl mümkün olur? Her an yeni bir pis su havuzu doldurur. O halde
ilk önce o pis derelerin yolunu kesmek lâzımdır, yani kalbe yönelen duyuların
güzel olmayan akıntısını kesmek gerekir, ancak zarûret miktarı açık kalır. Bu
da i’tikâf ve benzeri uygulamalarla mümkün olur. Ayrıca i’tikâfla gözü hâriçten
çekmekle bu dereleri kapamak, kalbin derinliklerine dalıp onu temizlemek, perde
tabakalarını kaldırıp atmak sûretiyle içinden hikmet pınarlarını akıtıp kalbi
doldurmak da mümkündür.
İ’tikâf, pek çok ibâdeti içeren ana ibâdettir. Başka bir
ibâdette bu kadar çok özellik bulunmaz. İ’tikâf yapanın namazı vaktinde
cemaatle ve huşû ile edâ etmesine yardımcı olur. Nâfile namaz kılma ve gece
hayatına, yani Allah için uykuyu bölüp teheccüdle neşelenme imkânına ve
alışkanlığına ulaştırır. Mu’tekifin (i’tikâf yapan kimsenin) orucu, takvâya
ulaştırır; çünkü onun orucu; gıybet ve yalan gibi haramlardan, hatta
gereksiz sözlerden uzak, mescid gibi bir mekânda yerine getirilen oruçtur.
İ’tikâf, özellikle fesâdın yayıldığı günümüzde, gözün, kulağın ve dilin,
dolayısıyla da gönlün haramlardan korunmasına vesîledir. İ’tikâf, insanı
dünyevîleşmekten, hırs ve tatminsizlikten kurtarır.
İ’tikâf, mü’minin Allah ile olan imânî bağını kuvvetlendirip
nefsini tezkiye edip arındırır, çevre baskılarına ve fitnelere karşı daha
dayanıklı hale getirir. İ’tikâf sâyesinde insan, ahlâk ve ibâdetlerle ilgili
zaaflarını gidermek için gerekli adımlar atabilir. Kötü alışkanlıklarını
bırakma imkânına kavuşur. Bildiği doğruları ve güzellikleri hayata geçirme
gayret ve çabasına kavuşur. Sözlerin yalama olduğu, muhâtapların güzel
konuşmalardan değil; ancak güzel yaşayıştan etkilendiği günümüzde, hal diliyle
güzel bir tebliğdir i’tikâf. Başkalarına iyiliği emrettiği halde kendi
nefislerini unutanlara da önemli bir derstir. Allah için ağlayıp tevbe etmeyi
unutan takvâ ve ihlâs konusunda büyük ihmalleri olan ve yaptığı ibâdetlerden
zevk alamayan insan için bir şahsiyet okuludur. Kişinin Rabbine yaklaşabilmesi
ve kendini O’na adayacak seviyeye yükselebilmesi için fiilî bir
duâdır.
Hiçbir şey, Allah’ı zikretmekten daha lezzetli değildir.
Hiçbir amel, zahmetin azlığına karşın verdiği lezzetin çokluğu, kalbe verdiği
sevinç ve huzurun büyüklüğü bakımından zikrullah gibi olamaz. İnsan, ancak
Allah’ı gereği gibi ve tüm kapsamıyla zikrederek tatmine ve huzura kavuşabilir.
İ’tikâf rûhu, kişiye namaz gibi eylemle, tefekkür ve Allah’ı hatırlayıp
unutmama gibi kalp ve beyinle, Kur’an kıraati, duâ, tehlil, tesbih, tahmîd ve
tekbir gibi dille yapılan zikirlerle içli dışlı olma tatlarını verir. Zikrin en
önemlisi Kur’an okuma, Kur’an’ı düşünme, anlama ve gereğince yaşayıp ahkâmını
topluma hâkim kılma çabasıdır. İ’tikâf yapan kişi, kâmil mânâda bu sünneti ihyâ
etmek istiyorsa, Ramazanın son on gününde ve câmideki bu arınma sürecinde
Kur’an’ı meâliyle birlikte ve düşünerek okuyup hatim etmelidir. Bunun insana
kazandıracağı şeyleri yaşamayan bir kimseye anlatmak mümkün değildir; tatmayan
bilmez. Hele, maddî imkânı olanların bu muhteşem özellik ve anlatılamayacak
güzelliklerle dolu i'tikâfı, Mescid-i Haram'da ya da Hz. Peygamber'in
i'tikâflarını yaptığı mescidde, Medine'de yerine getirmeleri... Gerçekten
i’tikâf, yüksek mertebelere ulaşabilmek için mü'minlerin mutlaka
değerlendirmesi gereken büyük bir fırsattır.
İnsan, kendi namazını ne denli önemsediğini ve hangi ruh
hâletiyle namaz kıldığını değerlendirmelidir. Eğer bu hususta kendindeki
eksiklikleri tesbit etmişse, işte i’tikâf, namazlarının edâsında yüksek
mertebelere ulaşmak için bir fırsat olarak onu beklemektedir. Bir mü’min, Allah
Teâlâ’nın râzı olmayacağı işler yapmaktan korkmalı, bunun için günlük hayatında
namazdaymışçasına davranmalı, unutma hali hâriç, abes şeylerle meşgul olmamalı,
Hak’tan uzaklaştıracak hususlara veya lüzumsuz hiçbir şeye iltifat etmemelidir.
Bunlar da en doğal şekilde i’tikâfla kazanılır ve sonra devam ettirilecek
alışkanlık ve ahlâk haline getirilebilir. Mü’minin, ulaşmak için gayret
sarfetmesi gereken bir başka seviye de, nefis ve şeytanla mücâhede
gayretleridir. Bu mücâhede sâyesinde namazda gönül huzuru, huşû ve haşyet
duyguları kazanılır. Böylece i’tikâfa giren mü’min pek çok dünyevî meşgûliyetle
ilgisini kesmek sûretiyle, başka insanların tatmadığı lezzetleri tatmış,
ulaşamadıkları derecelere ulaşma fırsatını yakalamış olur.
İ’tikâftaki mü’minin, insanların çoğunun yaptığı
yanlışlardan kaçınması da kolay olacaktır. Bunlara örnek olmak üzere, insanı
hüsrâna götüren pek çok şeyi kendisinde toplayan üç yanlış davranışı gündeme
getirebiliriz. Bunlar, fuzûlî konuşma, isrâfa varan yiyip içme ve insanlarla
çok ve gereksiz ilişkidir.
Allah’ın Kitabını okuma, iyiliği emredip kötülükten
sakındırma veya maîşetle ilgili gerekli bir konuşmanın dışındaki, yani hayır
sözün hâricindeki konuşmalar, fuzûlîdir. Mü’min, kirâmen kâtibîn meleklerinin
kendisini devamlı gözetlediğinin farkında olmalı, her söylediğinin kasete
alındığını, her yaptığının kameraya çekildiğini unutmamalıdır.
Zamâne gençlerinin çoğu, hatta dâvâ adamı olanların önemli
kısmı bile, dille imtihanda pek başarılı olamamaktadır. Nice gençler, konu
üzerinde düşünmüyorlar bile. O nedenle de bugün pek çok dindarda, dâvetçide ve
ilim talebesinde görülen üslûpsuzluk, yerinde söz söyleyememe, geyik muhabbeti,
ciddiyetle somurtkanlığı karıştırma, samimiyetle sululuğun arasındaki dengeyi
bulamama gibi özellikler yaygınlaşmaktadır. Ayrıca bunlara, çoğu zaman gıybet,
yalan söyleme gibi günahlar da eşlik etmektedir. Mü’min için i’tikâf, Allah’ı
zikir, zarûrî ve hayırlı konuşmanın dışında ağızdan çıkan her kelime için nefis
muhâsebesi yapmaya bir fırsat ve vesiledir. İ’tikâftaki mü’min, kendini
olgunluğa alıştırmalı, i’tikâfına zarar verecek kişilerle ilişkisini ve
gereksiz konuşmaları bırakabilmelidir.
Midesine girenleri kontrol edemeyen gönlünü de denetleyemez.
Günahlar, Allah için oruç tutup aç kalana uzak, tıka basa yiyene daha yakındır.
Az yemek, sadece kalıba değil, aynı zamanda kalbe de incelik kazandırır, maddî
hastalıklara olduğu gibi, mânevî hastalıklara da şifa sebebidir. Nefsin
hevâsını, yani kötü isteklerini dizginler, öfkeyi azaltır. Ayrıca, kişiyi fazla
uykudan, tembellikten ve gevşeklikten kurtarır. Nitekim Lokman Hekim oğluna
şöyle demiştir: “Ey oğulcuğum! Mide dolarsa düşünme uykuya dalar, hikmet dilsiz
kalır, uzuvlar da ibâdet için hareket etmez.” İ’tikâftaki mü’minin, kendisini
ibâdetten alıkoyacak her şeyden, bu arada çok ve çeşitli yemekten uzaklaşması
gerekir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: “Çok yemek yiyen, Allah’ı
zikretmekten bir lezzet alamaz.”
İ’tikâf, mü’min için, daha önce lezzetine varılmış bazı
şeylerden uzak kalma hususunda nefsini terbiye etme ve alışkanlık haline gelmiş
pek çok şeyden müstağnî olma konusunda nefsiyle mücâhede imkânıdır. Çay
tiryâkiliklerini, çerez ve benzeri alışkanlık ve bağımlılıkları, israfı ve
ağzına giren her şeyi tekrar gözden geçirme fırsatıdır i’tikâf.
İnsanlarla çok ve gereksiz ilişki de kişinin kulluğuna ve
huzuruna darbe vurma bakımından önemlidir. Çünkü insanların çoğu, diğer
insanlarla bir araya gelmeye öyle düşkündürler ki, kendi ibâdetlerini yapma ve
tamamlama konusundaki güçlerini kaybederler. İnsanlar arasına fazlaca karışmak,
ibâdet zamanının ve mekânının heybetini azaltır; gıybet, yalan söyleme, boş
konuşma, aşırı şaka yapma gibi birtakım günahlara önayak olur.
İ’tikâf, kişinin ibâdetlerini gözlerden ırakta yaparak
ihlâsını ölçmesi ve takviyesi için bir fırsattır. Kişi, murâkabe şuurunu
kazanabilmek ve âniden gelebilecek ölümü her an hatırında tutabilmek,
böylelikle kemâl merdivenlerine tırmanabilmek için, nefsiyle devamlı bir
sûrette mücâdele etmesi gerekir. Bu özellikler, en güzel biçimde i’tikâf
bilinciyle kazanılabilir.
Kimin gönlünde Allah varsa onun her iki dünyada da
yardımcısı Allah’tır, kimin kalbinde Allah’tan gayri şeyler tümüyle yer etmişse
onun iki dünyada da hasmı Allah’tır. Allah’la beraber olan ve i’tikâfı bu
konuda baş tacı eden, bu unutulmuş sünneti ihyâ ederek kendisi ihyâ olan genç
müslümanlara selâm olsun!
Yılda en az bir defa, Ramazan ayında i’tikâfa girmek,
Peygamberimizin unutulan önemli bir sünnetini ihyâ etmektir. Hayatımızı namaza
benzetmek zorunda olduğumuz gibi, i’tikâftaki Allah’a adanmışlık rûhunu ve işe
kendimizden başlamamız gerektiği bilincini her an canlı tutmak da müslümanca
yaşayıp müslümanca ölmek için mecbûrî istikametimizdir. Toplumdaki şerleri
değiştirmek niyetiyle kendimizi yetiştirip ıslah için haydi
i’tikâfa!