MESCİD-İ HARAM, MESCİD-İ AKSÂ, MESCİD-İ NEBEVÎ
En Fazileti Üç Mescid ve Bugünkü Konumları:
Bu Üç Mescid, Günümüzde Müslümanların Esâretini
Haykırıyor!..
Kiliseden Câmiye; Câmiden Müzeye: Ayasofya
“Kim bu vakfiyenin bir şartını değiştirir,
Mescid-i Harâm: Kur'an'ın bildirdiğine göre
"insanlar için inşâ edilen ilk beyt (mâbed)" Kâ'be'dir (3/Âl-i İmrân,
96). Rivâyete göre onun ilk bânîsi Hz. Âdem'dir. Ebû Zerr'in sorduğu sorular
üzerine Hz. Peygamber, yeryüzünde ilk mescidin Mescid-i Harâm, ikincisinin ise
Mescid-i Aksâ olduğunu açıklamıştır (Buhârî, Enbiyâ 49; Müslim, Mesâcid 1-2).
Aynı hadiste aralarının zaman olarak kırk yıl olduğunun belirtilmesi, (kırk
sayısının çokluk ve uzaklık bildiren mecaz anlamı kastedilmediyse) Hz. İbrâhim
ve Hz. Süleyman'ın eski temelleri üzerine bunları yenilediklerini
göstermektedir. Bu mescidlere "beyt" denilmiş, Kâbe için
"el-Beyt" (2/Bakara, 125, 127, 158; 3/Al-i İmrân, 96, 97),
"Beytü'l-Harâm" (5/Mâide, 2, 97), "Beytü'l-Atîk" (22/Hacc,
29, 33) ifadeleri kullanılmıştır. Tarihî bulgulara göre Mekke, Mescid-i
Harâm'dan dolayı, eskiçağlardan beri mescidin yeri olarak bilinmekteydi.
"Şu
mescidimdeki namaz efdaldir." (Bir başka rivâyette:) "Bu mescidimdeki bir namaz,
Mescid-i Harâm hâriç bütün mescidlerde kılınan bin namazdan daha
hayırlıdır." (Buhârî, Fazlu's-Salât 1; Müslim, Hacc 505; Tirmizî,
Salât 243; Nesâî, Mesâcid 7; Muvattâ, Kıble 9)
İslâm’a göre üç mescid yücedir. Bunlara özel ziyaret yapmak
helâldir: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve Mescid-i Nebevî (Müslim, Hacc 74,
hadis no: 1338, c. 2, s. 975; Buhârî, Salâtu Mescid-i Mekke 1, 6, 2/76,77, Savm
67, 2/56; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033, 2/216; Tirmizî, Salât 243,
hadis no: 326, 2/148). Mescid-i Haram, yeryüzündeki mescidlerin en
faziletlisidir. Burada kılınan bir namazın, başka mescidlerde kılınan yüz bin
namazdan daha efdal olduğu rivâyet edilmiştir. “Mescidimde kılınan bir
namaz, Mescid-i Haram hâriç, başka mescidlerde kılınan bin namazdan efdaldir.
Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz da diğer mescidlerde kılınan yüz bin
namazdan efdaldir.” (İbn Mâce, hadis no: 1406). Fazilet bakımından Mescid-i
Haram’dan sonra, Mescid-i Nebevî ve ondan sonra da Mescid-i Aksâ
gelir.
Mescid-Haram,
Mekke’de Kâbe’nin bulunduğu alandaki câminin adıdır. Hürmet ve saygı
gösterilmesi gereken mescid anlamında, “hurmetli mescid” demek olan
“el-Mescidu’l-Haram” ismi verilmiştir. Bütün müslümanların kıblesidir.
Buraya Harem-i Şerif de denilir. Açık bir alan üzerinde bulunan Kâbe, Makam-ı
İbrâhim ve zemzem kuyusu, bu mescidin içindedir. Çevre duvarları 547 metredir.
Bu dört duvarında 9 kapı ve çevresinde 92 kubbe ve 7 minâre vardır.
“Mescid-i Haram”
Kur’ân-ı Kerim’de 15 yerde zikredilir. Asr-ı Saâdet’in ilk yıllarında
namazlarda kıble Kudüs’teki Mescid-i Aksâ iken, hicretten sonra 16. ayda, kıble
Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilmiştir (Bkz. 2/Bakara, 249-250; 144). Saldırı
olmayınca, çevresinde savaş yapılması yasaklanmıştır “Mescid-i Haram’ın
yanında onlar, sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer orada
sizinle savaşırlarsa onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir.” (2/Bakara,
191).
Mescid-i Haram,
Emevîler, Abbâsîler, Osmanlılar ve Suudlular zamanında çeşitli tamirler görmüş
ve değişikliklere uğramıştır. Şimdiki haliyle Kâbe’ye yakın olan kısmın üzeri
açık, dış kısımların üzeri kapalıdır.
Peygamberimiz, 7
yerin mescid edinilmesini yasaklamıştır. Bunlar: zibillik-çöplük, mezarlık, yol
kavşakları, güzergâhlar, hamamlar, hayvan ağılları ve Kâbe'nin üstüdür (İbn
Mâce, Mesâcid 4). Bu gün Suud yönetiminin, Kâbe'nin tepesine diktiği görkemli
krallık sarayı, Beytullah'ı ayak altına alırcasına tepeden bakan yapısıyla
Mescid-i Harâm'a büyük saygısızlık olduğu gibi; eğer kral ve çevresindekiler
namaz kılıyorlarsa, hadis-i şerif gereği buradaki namazların da geçerli
olmayacağını belirtmek gerekir.
Rasûlullah (s.a.s.)’ın Medine’ye hicretinden
hemen sonra ashâbıyla birlikte binâ ettiği mescid. Bu mescide, Mescid-i Nebî,
Mescid-i Rasûl, Mescid-i Şerif, Mescid-i Saâdet de denilir. Bilindiği gibi,
devesiyle Medine’ye giren Rasûlullah: “Bırakın deve serbestçe yürüsün” demiş,
onun durduğu yerde ikamet edip mescid yapacağını belirtmişti. Deve, iki yetim
kardeşe ait boş bir arsaya çöktü. Rasûlullah’ın devesinin çöktüğü bu arsa
sahipleri olan Neccaroğullarından Sehl ve Süheyl hîbe etmek için ısrar
ettilerse de Hz. Peygamber bunu kabul etmedi ve on dinar karşılığında burayı
satın aldı. Etrafı çevrili olan bu arsanın hemen bitişiğinde, câhiliyye
insanlarının gömülü bulunduğu bir mezarlık vardı. Rasûlullah bu mezarlığın
kaldırılması istedi. Böylece mescidin inşâ edileceği arsa genişletilmiş oldu.
Ayrıca burada bulunan su birikintisi de yok edildi (Nesâî, Mesâcid 12). Ensar
ve muhâcirden gönüllü kimselerin katılımıyla inşâ edilen bu mescid için
Rasûlullah, organize etmek, planlarını yapmak, kıble duvarının tesbit ve inşâsı
ve bir işçi gibi taş ve kerpiç taşımak şeklinde bizzat katılmıştır.
Mescidde namaz
kılınan yerin üzeri açıktı. Ancak, mescidin ortasında, hurma ağacından yapılan
direkler üzerinde, hurma dal ve yapraklarından bir gölgelik yapılmıştı.
Mescidin doğu tarafında duvara bitişik olarak Rusûlullah (s.a.s.)’ın hanımları
için odalar inşâ edilmişti. Yine bu mescide bitişik olarak, gündüzleri bir
eğitim-öğretim yeri, geceleri ise evsiz kimseler ve misafirlerin barınması için
“Suffe” denilen üzeri kapalı bir bölüm eklenmişti. Medine’de inşâ edilen bu
mescid, aynı zamanda, kurulan İslâm devletine ait bütün faâliyetlerin
yürütüldüğü bir merkez niteliğinde idi (Nesâî, Mesâcid 20). Birçok kez
genişletilen mescid, bazen yeniden inşâ edilmiş, minâreler
eklenmiştir.
Mescid-i Nebî’de
kılınan namaz, diğer mescidlerde kılınan namazlardan çok daha faziletlidir.
Hadis rivâyetinde buradaki namaz, başka mescidlerde kılınan bin rekât namazdan
daha hayırlı ve faziletli (Ahmed Bin Hanbel, I/16, 184; Nesâî, Mesâcid 4)
olduğu ifade edilmiştir. Bunun içindir ki, hac farîzasını îfa etmek için bu topraklara
giden müslümanlar, bir müddet (bu müddet, genellikle 40 vakit peşpeşe namaz
kılmak için 8 tam gündür) Medine’de kalarak Peygamber Mescidinde ibâdet etmenin
güzelliklerinden faydalanmaya çalışırlar.
Kudüs’te eski Süleyman (a.s.) mâbedinin bulunduğu yerde inşâ
edilmiş olan câmiye Mescid-i Aksâ denilir. “Aksâ”, en uzak anlamına gelir.
Kur’an-ı Kerim’de isrâ olayıyla ilgili olarak bu mescidden bahsedilir. “Kulunu
(Muhammed’i), gece vakti, âyetlerimizden bazılarını göstermek için Mescid-i
Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan
sıfatlardan münezzehtir. O her şeyi işitir ve görür.” (17/İsrâ, 1).
Mescid-i Aksâ’ya
“İliya” veya günahlardan temizlenme yeri anlamında “Beytü’l-Makdis, yahut
Beyt-i Mukaddes adı da verilmiştir. Mescid-i Aksâ’ya “en uzak mescid”
anlamındaki bu ismin verilmesi, Mekke’deki Mescid-i Haram’a yaya yürüyüşü ile
bir aylık mesafede bulunması yüzündendir. Hz. Peygamber, mirac gecesinde; “Burak’a
bindim, Beytu’l-Makdis’e gittim” (Müslim, İman 259; Nesâî, Salât 10)
buyurmuştur. Yeryüzünde Mescid-i Haram’dan sonra yapılan en eski mescidlerden
birisi Mescid-i Aksâ’dır. Yapımına Dâvud (a.s.) başlamış ve Hz. Süleyman
tarafından tamamlanmıştır.
Mescid-i Aksâ,
hicretin 16. ayına kadar müslümanların kıblesi idi. Hz. Ömer devrinde Kudüs
fethedilince, oraya giden halîfe gece vakti Beytü’l-Makdis’e girdi ve bütün
gece orada namaz kıldı. Sabah olunca ezan okutarak cemaatle namaz kıldı.
Beytü’l-Makdis’in mukaddes hâtırasına bir mescid yaptırdı. Bu yapıya Mescid-i
Ömer denilir ve asıl Mescid-i Aksâ burasıdır. Mescid-i Aksâ diye ziyaret edilen
büyük câmi, Kubbetü’s-Sahrâ diye isim alır. Dört yandan merdivenlerle çıkılan
geniş bir seddin ortasında, sekiz köşeli ve yüksek kubbeli bir binadır.
Kubbetü’s-Sahrâ’nın bir ziyâret yeri olmasına karşılık, Mescid-i Aksâ, bunun
bir ibâdethanesini teşkil eder. Mescid-i Aksâ deyince; İslâm kaynaklarında
Kubbetü’s-Sahrâ, mezar, türbe, tekke ve sebil gibi dinî amaçlarla yapılmış
yapıları içine alan yaklaşık 150 dönüm kadar bir arazi üzerine serpilmiş
binalar topluluğu anlaşılır. Dar anlamda Mescid-i Aksâ deyince,
Kubbetü’s-Sahrâ’dan uzakta olmayan ve Abdülmelik tarafından inşâ edilmiş
bulunan câmi kast edilir.
Süleyman Ateş'in
Alfred Guillaume'in makalesinden yola çıkarak Mescid-i Aksâ ile ilgili iddiası
hayli farklıdır: Mescid-i Aksâ ne Kudüs'teki Süleyman mâbedi, ne de gökte bir
mâbeddir. Hz. Peygamber'in zaman zaman gidip namaz kıldığı, Ci'râne Vâdisinde
bir namazgâhtır. Ci'râne Vâdisinin Arafat yakınında bulunan kıyısında, bir
Kureyşli tarafından yapılan mescide Mescid-i Ednâ (yakın mescid), Hz.
Peygamber'in namaz kılıp ihrâma girdiği namazgâhına da Mescid-i Aksâ (uzak
mescid) denmiştir. Dolayısıyla, isrâ olayının olağanüstü bir durumu yoktur,
bedensel bir yürümedir; mîrac da ona göre ruhsal bir yükselme ve müşâhededir.
(S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 13, s. 272).
Yeryüzünde namaz
kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek üç mescid vardır. “Üç
mescidden başka bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için) özel olarak yolculuk
yapılmaz; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.” (Buhârî,
Fedâilu’s-Salât -Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Müslim, Hacc 74; Ebû
Dâvud, Menâsik hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no:
326)
Bu üç mescidin
üstünlükleri, onların peygamberler eliyle kurulmalarından gelmektedir. Mescid-i
Haram, yani Kâbe, bütün varlıkların kıblesi, Mescid-i Nebevî, takvâ üzerine
kurulan Son Peygamber'in mâbedi, Mescid-i Aksâ da eski Peygamberlerin kıblesi,
müslümanların da ilk kıblesidir.
Ne yazık ki, en faziletli bu üç mescid de farklı şekillerde
hür değil. İslâm ümmetinin malı ve kutsal değeri olan Mescid-i Harâm ve
Mescid-i Nebevî bir kral ailesinin keyfî yönetimindedir. Mescid-i
Aksâ’nın bulunduğu, Kur’an’da mübarek kılındığı bildirilen bölgede yer alan
Kudüs ise siyonist kâfirler tarafından işgal edildi. Bu işgalle beraber
Mescid-i Aksâ ve onun yanında bulunan diğer İslâm mirası siyonist tehdidi
altındadır. Diğer mescidlerin birçoğu da İslâm dışı siyasî anlayışların
kontrolündedir.
Mü’minlerin kalbi
Allah’ın evidir. Câmiler de Allah’ın evidir. Her müslüman, kalbinde Allah’ın
evini taşır. Câmiler, kentin içindeki rûhânî merkezlerdir; dünyanın rûhâniyeti
ise Kâbe’de odaklaşır. O Beytullah’tır. Önce, Mekke’yi mi kaybettik; yoksa
kalplerimizi mi? Mekke, kalplerimizde imanî zaafımızın karanlığında mı
kayboldu?
Herhalde önce
kalplerimizdeki imanı kaybettik. Sonra mâbedlerimizi, câmilerimizi ve Mekke,
bütün bunların toplamı olarak tıpkı câmilerimiz gibi fonksiyonunu kaybetti.
Mahkûm hale geldi. Kalplerimiz, câmilerimiz ne halde ise Kâbe de o halde.
Mekke, bizim aynamızdır; biz de Mekke’nin. Mekke, haksızlıklara, zulme ve
sömürüye karşı bir kıyam yeri olması gerekirken (5/Mâide, 97), bir meskenet
yuvasına döndürülmek, bir emin belde olması gerekirken kan ve gözyaşının yurdu
haline getirilmek isteniyor!
Fâiz haramdır. Ve
Mekke’de haccedebilmek için hür olmamız gerekli. Gerçekten müslümanlar bugünkü
dünyada hür müdürler ve hacca gitmek için ödedikleri fâizin hesabını nasıl
verecekler? İlk kıblemiz Kudüs’ün işgaline bile son verecek irâdeyi ortaya
koyamayan bir Haccın temsil ettiği rûhânî atmosferin kemâlâtından ciddi
olarak şüphe etmek gerekir. Haccın normal şartlarda rükûnları bellidir.
İslâm’ın genel ilke ve prensipleri ışığında Haccı değerlendirdiğimizde birçok
boşluklar bulunduğu görülecektir:
Bugün en basitinden
kendisine hac farz olan birinin haccedebilmesi için Suudi polisinin o kişi
hakkında iyi not vermesi gerekir. Sakalınızın tipi, ya da nereden geldiğiniz,
fikrî ve siyasî kanaatleriniz sizin haccetmenize engel teşkil edebilir. Allah
indinde kusur olmasa da Suudi kralının memurları indinde suçsa yine de
haccedemezsiniz. Onlar bizden olduklarını söyleyen ulu’l-emirler olarak, biz
kabul etmesek bile üzerimizde hüküm sahibi olduklarını sanmaktadırlar.
Mekke de en az
câmilerimiz kadar ruhundan soyutlanmıştır. Günümüzde hac, işin İlâhî ve
istişârî yönü bir kenara bırakılıp sadece bir törene dönüştürülmüştür. Haccın
anlam ve hikmeti bir kenara itilmiştir. Suud kralları sözde hâdimlikten
bahsetseler de, vize uygulamaları ile, doğrudan doğruya mukaddes topraklar
üzerinde egemenlik/hâkimiyet haklarını kullanmaktadırlar. Bu uygulama, Suudi
krallığına mânevî bir meşrûiyet bandrolü olarak kullanılmak istenmektedir. Oysa
bugün bunun mümkün olmadığını Suudi kralı dışında hemen herkes bilmektedir.
Kutsal yerler
sorununun âcil olarak çözümü gereklidir; Kâbe, Mescid-i Aksâ ve câmilerimiz...
Buraların uluslar arası statüsünün teminat altına alınması gerekir. Bu da ancak
uluslar arası planda İslâmî bir velâyet sistemi ve temsilî şûrâ ile mümkün olabilir.
Müslümanların ibâdet edecekleri yere, bin bir güçlükle
gitmesi, pasaport ve vize zorluklarına muhatap olması, harç ve toprakbastı gibi
haraçlar alınması belirli yaştan sonra veya kota olarak belirlenen sayıdan
fazla olan, daha önceden bu görevi yapmış olan müslümanlara hac ibâdeti için
müsaade edilmemesi, sadece uçakla ve lütfen izin verilmesi, hac paralarının
aylar önce toplanarak bankaya faize yatırılması, hac organizesinin laik bir
devlet kurumu olan Diyanet Vakfı’nın dışında yapılamaması, hac masraflarının en
az iki misli fazla alınarak, hacıların sırtından bazı şahıs ve kurumların
hortumculuk yapması... müslümanlarca kabul edilemez, din özgürlüğüyle
bağdaşamaz. “Allah, Kâbe’yi, o Beyt-i Haramı (saygıya lâyık evi) insanlar
için kıyâm (yeri) kıldı...” (5/Mâide, 97) Buna rağmen, bırakın kâfirlere
karşı kıyamı ve bunun için hac zamanında her ülkeden gelen müslümanlarla
istişâre ve strateji planlarını, Amerika ve İsrail’i kınayan bir yürüyüş ve
sloganı bile silâhla durduran bir rejim, insanlara siyasî bir mesajı kitleleri
öldürme pahasına kesin şekilde yasaklayan, İslâm’ın hayata hâkim olması
doğrultusunda Mescid-i Haram’ın uygun bir yerinde 15-20 kişiden oluşan bir
cemaate bile sesli bir şey anlattırmayan, vaaz ve nasihate müsâade etmeyen yaklaşım,
işgal zihniyeti değil de nedir? Müslüman halk, o yüzden o ülke rejimine Suudi
Amerika demektedir. İnsanlar için toplantı ve güven yeri kılınan Allah’ın evi
(2/Bakara, 125); savaşmanın, kan dökmenin yasaklandığı emin yer (2/Bakara,
191); küfrün ve şirkin her çeşidine ve Allah’ın hâkimiyetini tanımayanlara
karşı insanlar için bir kıyam merkezi kılınan Kâbe (5/Mâide, 97), bugün ne
kadar güven ve emniyet yeridir, toplantı ve kıyam yeridir?
Kral, Kâbe’ye kuşbakışı bakacak şekilde Beytullah’tan yüksek
saray inşâ edemez. Mescid-i Haram’ın kapısına “Önce Allah, sonra vatan, sonra
kral” yazdıramaz. Bu, Allah’la beraber başka şeyleri de bir araya getiren bir
tür teslis (üçleme)dir. Hiçbir mescidde Allah’la beraber başka çağrılar
yapılamaz (72/Cinn, 18). Kâfirlerle bile zorunlu haller dışında savaş
yapılamayan emin beldede Amerika ve İsrâil’i protesto eden hacılara ateş
açmaktan ve onlarca hacıyı öldürmekten çekinmeyen zihniyet kabullenilemez.
Mekke, özel konumundan dolayı, herhangi bir devletin ulusal egemenliği içinde
herhangi bir şehir olarak değerlendirilemez. Orası, bütün dünya müslümanlarının
ortak şehri ve malıdır. Orada tek bir devletin bayrağı dalgalandırılamaz; bir
rejimin özel kanunlarına tâbi tutulamaz. Herhangi bir mescid ve ibâdet yerini
îmar eden, hatta kendi arsasına, tümüyle şahsî bütçesinden mâbed inşâ ettiren
bir kimse bile, o yeri şahsî malı gibi kullanamaz, bazılarını o mescide kabul
etmeme hakkına sahip değildir (2/Bakara, 114).
Tüm müslümanların
ibâdet edecekleri bir yerde, bir kimsenin sahiplik iddiası geçersizdir. Mekke
ve hac organizasyonunun, Mekke ve Medine yönetiminin müslümanlardan oluşacak
uluslar arası bir kurulun denetimine ve idaresine verilmesi İslâm’ın ve
müslümanların hakkıdır. İslâm Konferansı veya başka bir teşkilâtın bünyesinde
teşekkül edecek bir kurul, her sene hac organizasyonunu üstlenir ve bunu
uygular. Her ülkenin çıkardığı hacı adayı sayısına göre kurulda temsil edilecek
delegeler hac boyunca sağlanan döviz gelirlerini de organizasyon masrafları
olarak kullanabilirler; artan miktarı da o bölgelerin temizlik, nizam ve
intizamına, onarımına harcarlar.
’nın yürekleri yakan
durumu, mü’minlerin boy aynası, boy ölçüleri için gösterge... Hıristiyanlık,
yahûdilik ve İslâmiyet açısından da kutsal bir kent, etrafı mübarek kılınan
belde (17/İsrâ, 1). Oraya hâkim olan, dünyaya hâkim olmuştur denebilecek bir
simge ve psikososyal moral ve güç kaynağı.
Günümüzdeki durumu
belirtmeye gerek var mı bilmiyorum; Fesad, katliam, vahşet, dehşet... Siyonizm
ve emperyalizm, sadece Kudüs’ümüzü değil; İslâm âlemini işgal altında tutuyor.
Kudüs’ün, Mescid-i Aksâ’mızın işgalden kurtulması için çalışmak, tüm
gayretimizi seferber etmek, cihad etmek farz-ı ayın.
Kıblelerimize
Yönelerek Kıyam: Rasûlullah
(s.a.s.) ve ilk müslümanlar Mescid-i Aksâ’yı vahiy gereği ilk kıble kabul
ettiler; oraya yönelerek Rablerine kulluklarını yerine getirdiler ilk önce. Biz
de önce oraya yönelmeli, sonra Kâbe’ye teveccüh etmeliyiz, tefekkür ve görev
bilinciyle. Hem namazdaki “kıyam”ı, hem de namaz gibi ibâdet ve farz olan küfre
başkaldırı anlamındaki “kıyam”ı kıbleler tâyin edecektir. Biz de kıblelerimize
karşı yönelecek, yüzümüzü Aksâ ve Haram Mescidlerine çevirecek ve oraya doğru
“Allahu Ekber!” diyerek kıyama duracağız/kalkacağız.
Rasûlullah
Mescid-i Haram’dan veya diğer mescidlerden değil; Mescid-i Aksâ’dan çıktı
mîrâca. Mescid-i Aksâ’ya ayak basarak yükseldi göklere. Biz de namazlarımızın
mîrâc olmasını istiyorsak, yahûdilerin ayakları altında alçalmak değil de;
göklere ve yücelere doğru yükselmek istiyorsak Mescid-i Aksâ’yı asansör veya
kaldıraç kabul etmeli, onu merdivenimizin ilk basamağı olarak
değerlendirmeliyiz.
Mescidlerimiz
işgalden kurtulduğu gün Mescid-i Aksâ’mız da kurtulacak, Mescid-i Haram’ımız
da. Mescidlerin kurtuluşu da Allah’ın evi olan gönüllerimizin işgalden
kurtulması ile sağlanacaktır.
Ayasofya, Doğu Roma
İmparatorluğunun en önemli kiliselerinden biri olarak 537 yılında yapılmıştır.
29 Mayıs 1453’te İstanbul’un fethi için şükür namazı burada kılınıp İstanbul’da
ilk ezan burada okunarak, fiilen ilk İstanbul câmisi olmuştur. Kilise
devrindeki adını fetihten sonra da koruyan Ayasofya Câmii, İstanbul’da ilk Cuma
namazı kılınan câmi de olmuştur. Kiliseden câmiye üç gün içinde tamamen
çevrilen Ayasofya, bu sebeplerden dolayı, İstanbul fethinin en büyük sembolü
olmuştur.
Ayasofya câmiye
çevrildikten sonra, Fâtih, vakıf geleneğini sürdürerek, buraya vakıflar tahsis
etmiş ve devamlı bakımı için tam 62 görevli tâyin etmiştir. O günden sonra tam
481 sene Ayasofya, içinde namaz kılınarak mescidlik gibi ulvî bir vazife
görmüştür. Câminin vakfiyesini hazırlatan Fâtih, bu câmiyi puthaneye ya da
çıplak turistlerin seyrettiği müzeye çevirenler için tâ o günlerde lânetler
yağdırmıştır. Fâtih’in vakfiyesinde şunlar yazılıdır:
fâsid bir te’ville,
dalavereyle vakıf hükmünü yürürlükten kast eder ve aslını değiştirir, fürûuna itiraz
eder veya bunları yapana yol gösterir ve yardım eder veya kanunsuz olarak onda
tasarruf yapmaya kalkar veya sahte evrak düzenleyerek mütevellîlik hakkı
gibi şeyler ister, yahut onu kendi hesabına geçirirse haram işlemiş olur, günah
kazanır. Allah’ın meleklerin ve bütün insanların ebediyyen lâneti onun
üzerine olsun. Azapları hafiflemesin. Kıyâmet gününde yüzlerine bakılmasın.
Kim bunu işittikten sonra değiştirirse, günahı değiştirenleredir. Allah
işitendir, bilendir. Bu vakfı değiştirmeye, bozmaya girişen kişi ölümü,
sekerâtı, kıyâmet sahnelerini ve karanlığını, kabri ve yalnızlığı, münkeri ve
heybetini, nekiri ve soracaklarını, âlemlerin Rabbi huzurunda duracakları günü
hatırlasın. O gün hiçbir kimse, hiçbir şeye sahip değildir. O gün bütün işler Allah'a
aitttir.”
Ve... Ayasofya,
24.11. 1934 tarihli ve 2/1589 sayılı bakanlar kurulu kararı ile müzeye
çevrilir. Artık Ayasofya’nın sembollüğü farklılaşmıştır. Câmilerimizin elden
çıktığının, işgal edildiğinin, devletin emriyle kapatılıp, ancak tâğûtî güçler
istediğinde lütfen açılmasına izin verildiğinin simgesi... Müslümanların öz
yurtlarında esâretinin sembolü...
Merhum Osman Yüksel
Serdengeçti Ayasofya için şöyle ağıt yakıyor: “Ey İslâm’ın nuru Ayasofya!
Şerefelerinde fethin şerefi ışıl ışıl yanan muhteşem mâbed! Neden böyle bomboş,
neden böyle bir hoşsun?! Hani minârelerinden göklere yükselen, tâ mâveradan
gelen ezanlar? Hani o İlâhî devir, İlâhî nizamlar? Aysofya ses vermiyor,
Ayasofya bomboş, Ayasofya bir hoş!
Hani nerde şu
muşteşem minberde, binlerce erin, binlerce gâzinin baş koyduğu şu temiz yerde,
şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor! Ayasofya, Ayasofya! Seni bu hale koyan
kim, seni çırılçıplak soyan kim? Hani kubbelerden gönüllere, gönüllerden
kubbelere gürül gürül akan, sîneler yakan Kur’an sesleri!... Kur’an sesleri
dindirilmiş, müslümanlar sindirilmiş. Allah, Muhammed, hulefâ-i râşidîn, bu din
ulularının isimleri kubbelerden yerlere indirilmiş!
Ayasofya! Ey muhteşem
mâbed! Merak etme, Fatih’in torunları yakında seni câmiye çevirecekler.
Gözyaşlarıyla abdest alarak secdeye kapanacaklar. Tehlil ve tekbir sadâları boş
kubbelerini yeniden çınlatacak. İkinci bir fetih olacak. Ozanlar bu fethin
destanını yazacak, ezanlar ilânını yapacaklar. Sessiz ve öksüz minârelerinden
yükselen tekbir sesleri fezâları inletecek. Şerefelerin yine Allah’ın ve O’nun
sevgili peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şerefine ışıl ışıl yanacak. Bütün
dünya Fâtih dirildi sanacak. Bu olacak Ayasofya, bu olacak! İkinci bir fetih,
yeni bir ba’sü ba’delmevt. Bu muhakkak...”