CÂMİLERDEKİ BİD'ATLER VE CÂMİLERİN YENİDEN
a- Mescidlere kadın-erkek her müslüman girebilir.
Kadınların mescide gelip namaz kılmaları
sünnettir.
b- Pis kokular yayanların mescide girmelerini
Rasûlullah yasaklamıştır.
f- Farz namazdan sonraki müezzinlik fasılları
bid'attir.
i- Mescidlere para toplamak için konan
"sadaka sandıkları"na İmam Mâlik karşı çıkmış,
k- Mescidlerde ticaret yapılması da çirkin bir
bid'attir.
ü- Duânın kabulünün bir şartı, samimiyet ve
sessizliktir.
Farkında Olunmayan Bir Başka Bid’at de Sarıksız
Takkedir
Câmilerde Bir Büyük Bid'at daha; Mevlid
Bir Büyük Bid'at de Mescidlerin Süse Boğulmasıdır
Olayın israf boyutu da önemlidir.
Günümüzdeki
mescidlerin konumunu doğru değerlendirebilmek için, önce "bid'at"
konusunu bilmek gerekmektedir. ‘Bid’at’, ‘ibdâ’ kökünden türemiştir. İbdâ,
önceden yapılmış bir şeyi örnek almaksızın yapma ve icat etme demektir. Buna
göre ‘bid’at’ sözlükte, daha önceden bir örneği olmaksızın yapılan, sonradan
icat edilen şey (muhdes) demektir.
Kavram olarak
‘bid’at’; Dinde, şeriatte bir fazlalık ya da noksanlığa neden olan şeydir.
Bid’at Sünnetin zıddı olarak kullanılmaktadır ki, Şârî’nin (din koyucunun) açık
ya da dolaylı, sözlü ya da fiilî izni olmaksızın, dinde sahâbeden sonra ortaya
çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmadır.
Peygamberimiz
(s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’at’tır;
her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı ateşe sürükler.”
(Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867; Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606; İbn Mâce,
Mukaddime 7, hadis no: 45-46; Nesâî, Iydeyn 22) “Allah (c.c.) bid’at
sahibinin orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, infâkını
(hayır yoluna harcamasını), şâhitliğini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı
gibi dinden çıkar.” (İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49)
Bu kadar tehlikeli ve
imandan uzaklaştırıcı olan bid’at konusunda müslümanların doğal olarak duyarlı
olmaları gerekir. Allah (c.c.) kendi dini olan İslâm’ı peygamberinin tebliği
ile insanlara ulaştırmış ve onu tamamlamıştır (5/Mâide, 3). Hz. Muhammed
(s.a.s.) yaşayarak ve uygulayarak İslâm'ın ne olduğunu ortaya koymuştur. Hiç
bir insanın bu dine müdâhale hakkı yoktur; kimse ne dinden eksiltme yapabilir
ne de ona bir şey ilâve edebilir. Sonradan ortaya çıkan ve yetkili ilim
adamları tarafından yapılan ictihâd (fetvâ verme) ise, dine ilâve değil; dinî
hükümleri sistemleştirme ya da yeni sorunlara Kur’an ve hadislerle cevap
bulabilme gayretidir.
Ancak, değişen zamana
göre, gelişen ilimler doğrultusunda yeni yeni şeyler icat edilir, yeni buluşlar
ve teknikler, hatta yeni görüşler ortaya çıkabilir. Bid’atin sözlük anlamına
takılarak, yeni ortaya çıkan her şeye bid’at demek mümkün değildir. Bu hem
Din’i anlamamak, hem de Din’in mubah (helâl) alanını haksız olarak daraltmak,
Din’in uygulanmasını zorlaştırmaktır.
Bid’at, inanç ve
amellerde dine yapılan ekleme ve eksiltme olarak tanımlanmalıdır. Dinî bir
özelliği olmayan, insanların dünyalık işleriyle ilgili, İslâm’ın mubah dediği
alana giren şeyler bid’at kapsamında değildir. İnsanların örf olarak
yaşattıkları Din’e aykırı olmayan âdetler, sonradan gerek bir ihtiyacı karşılamak,
gerekse ilmî araştırmalar sonucunda geliştirilen icatlar, üretimler, bazı
kurumlar, ya da fikirler bid’at alanının dışındadır.
Bid’at Din’de temeli
olmayan inançları ve ibâdet şekillerini İslâmî bir kılıfla İslâm’a yamamaktır;
İslâm dışı görüş, inanış ve tapınmaları İslâm'a mal etmektir. Bunları yapanlar
yaptıkları işin Din’e aykırı olduğunu bile kabul etmezler. Bundan dolayı
Süfyân-ı Sevrî ve bazı âlimler şöyle demişlerdir: “Bid’at,
İblis’e, mâsiyetten (günâh işlemekten) daha sevimlidir. Çünkü bid’atin tevbesi
olmaz, halbuki kişi günâhından dolayı tevbe edebilir." "Bid’atin
tevbesi olmaz" sözünün mânâsı şudur: Allah (c.c.) ve Rasûlünün (s.a.s.)
ortaya koymadıkları bir şeyi din edinen kimseye amelleri süslü gösterilir. O
yaptıklarını doğru zannetmeye başlar. Kötü amellerini güzel görmeye devam
ettiği sürece de tevbe etmiş olmaz. Her şeyden önce tevbenin başlangıcı;
kişinin işlediği fiilin tevbe etmesi gereken kötü bir amel olduğunu kabul
etmesi, ya da tevbeyi gerektirecek denli vâcip veya müstehab bir dinî emri
terkettiğini bilmesidir. Bir kişi, kendi yaptıklarını güzel görmeye devam
ettikçe tevbeye ihtiyaç duymaz.
Bid’at ehlinin tevbe etmesi, Allah’ın ona hidâyeti göstermesi ile
mümkündür. Bu da ancak kişinin bildiği Hakk’a uyması ile gerçekleşebilir. “Bildiği
ile amel edene Allah (c.c.) bilmediği şeyleri de öğretir.” (Ebu Nuaym, Enes
b. Malik’ten, nak. Ibni Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14). Rabbimiz şöyle
buyurmaktadır: “Doğru yolu bulanların Allah hidâyetlerini artırmış ve onlara
takvâlarını (Allah’tan korkup sakınmalarını) vermiştir.” (47/Muhammed
17; ayrıca bkz. 4/Nisâ, 66-68; 57/Hadîd, 28; 5/Mâide, 16)
Peygamberimiz'in deyişiyle bütün bid’atler merduttur (reddedilmiştir). Hiç
birinin İslâm'a göre bir değeri ve hükmü yoktur. Çünkü böyle bir şey, İslâm’da
eksiklik veya fazlalık olduğu düşüncesine dayanır. Halbuki Din Allah (c.c.)
tarafından insanlar için beğenilip gönderilmiş ve tamamlanmıştır. Onda eksik
veya fazla bir şey yoktur. Bid’atçilerin bir kısmı Kur’an’a ve Sünnet’e
aykırı inanç ve amelleri uydurup İslâm'a sokarlar, onları Din'denmiş gibi
sunarlar. Bazıları da İslâm'ı daha iyi yaşamak, daha dindar bir müslüman
olmak amacıyla yeni ibâdet ve inanış türleri uydururlar. Her iki tutum da
yanlıştır. İnsanlara düşen görev; İslâm'ın, olmayan eksikliklerini bulup kendi
akıllarınca o eksiklikleri gidermek değil; İslâm'a hakkıyla teslim olarak
ellerinden geldiği kadar onu yaşamaktır. Unutmamak gerekir ki hiç kimse İslâm'ı
Hz. Muhammed (s.a.s.)’den daha güzel yaşayamaz, O’ndan daha fazla dindar olamaz.
Kur’an’ı ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yaşayıp tebliğ ettiği Din’i iyi
bilirsek; bid’atleri daha iyi tanıyabiliriz. Peygamberimiz'den sonra ortaya
çıkan bütün fikirlere, icatlara, kurumlara, yani her şeye -kavram anlamında- bid’at
demek yanlış olduğu gibi, din kılıfı geçirilmiş sonradan ihdas edilmiş şeyleri
de kabul etmek mümkün değildir.
Meselâ, mezar ziyareti ibret verici ve sevaptır; ama, türbeye veya mezarın yanındaki
bir şeye çaput bağlamayı, mezardaki ölüden bir şey dilemeyi nereye koyacağız?
Zikir yapmak, Allah’ı her an ve bütün ibâdetlerle anmak, hatırlamak Kur’an’ın
emridir; ama, kolkola girerek, yatarak-kalkarak, ayılıp-bayılarak, kendinden
geçerek, feryat ederek zikretme(!) davranışlarının delilini nerede bulacağız?
Âlimleri dinlemek, derslerinden, sözlerinden, ahlâklarından ve ilimlerinden
faydalanmak güzeldir, gereklidir de. Ancak "bir âlime, bir şeyhe
bağlanılmadan, ömür boyu onun peşinden gidilmeden İslâm yaşanmaz",
"şeyhi olmayanın mürşidi şeytandır" gibi iddiaları nereye
koyacağız? Ölünün arkasından duâ etmek, onu hayırla anmak güzeldir. Ama onun
arkasından yapılan kırkıncı, elli ikinci gece ve mevlid merasimlerini hangi
âyete ve hadise dayandıracağız? İslâm'da biat (özgür irâdeye dayanan İslâmî
seçim tarzı), şûrâ, din hürriyeti, hoşgörü ilkelerinden hareketle; şirk ve
zulüm düzenlerini, İslâm'a aykırı yapılanmaları İslâmî sayabilir miyiz?
Hoşgörünün sınırları; sapıklıkları, isyanları, Din’e hakarate varan tavırları
kabullenmek midir?
İslâmî olmadığı halde İslâm kılıfıyla sunulan bütün inanç, amel, tavır ve
anlayışlara karşı duyarlı olmak zorundayız. Bunlar Din’den olmadığı halde ona
sokulan bid’at ve hurâfelerdir. Her bir bid’at, müslümanın hayatından bir
sünneti alıp götürür. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Sünnetini iyi tanıyanlar ve onu
bir hayat modeli olarak kubullenip yaşayanlar, bid’atlerin tuzağına düşmezler (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel
Kavramları, Beyan Y., s. 87-91).
Mescidlerle ilgili
birçok bid'at, İslâm'a ve müslümanlara rağmen maalesef hâlâ yaşamaktadır. Gayrı
meşrû bid’atlerin arasında, sünnet ve müstahap olarak işlenen bazı sevaplar,
bid’atlerin günahını ödemez. Usûl-i Fıkıh’ta bir kaide vardır: “Bir ibâdette
müstahap veya sünnet ile bid’at birleşirse, bid’ati işlememek için sünnet fedâ
edilir ve o ibâdet işlenmez.” Hatta, böyle bir durumda vâcibin terkinde ihtilâf
edilmiştir. Bid’atten o derece sakınılması tavsiye edilmiştir. Günümüzdeki
câmilerde/mescidlerde görülen bid'atleri saymaya çalışalım:
Asr-ı saâdette böyle olmuştur.
Peygamberimiz'in sünnetinde kadınların mescide devam etmelerinin kısmen veya
tamamen engellenmesi diye bir şey yoktur (bkz. Ahmed bin Hanbel, 6/66, 90, 154;
Müslim, Salât 137; Tirmizî, Cum'a 48; Buhârî, Cum'a 13). Dolayısıyla kadınların
fitne olduğu(!) ya da fitneye sebep olacağı gerekçesiyle de olsa, câmilere
gitmesini engellemek bid’attir.
Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle
buyurmuştur: "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın mescidlerinden men
etmeyin." (Buhârî, Cum'a 13; Müslim, Salât 16; Ebû Dâvud, Salât 13;
Tirmizî, Cum'a 64; Ahmed bin Hanbel, 5/17). Hz. Âişe (r.a.), mü'minlerin
kadınlarının, şafak vakti çıkıp Allah'ın Rasûlü ile birlikte sabah namazını
kıldıklarını söylemiştir (Buhârî, Mevâkît 27). Dolayısıyla günümüzde kadınlara
mescid yolunu göstermemek, onları mescidlerden uzaklaştırmak, en azından bid'at
olacaktır. Onlar, özellikle Cuma günü ve benzeri özel günlerde câmideki
hitâbe, öğüt ve vaazlardan hisse almalı, cehâlet karanlığından kurtulmalıdır.
Hatta helâl ve şifalı bitkiler olan soğan ve sarmısak
gibi hoş olmayan kokulara sebep olan gıdaları yiyenlerin mescide gelmemelerini
istemiştir (bkz. Buhârî, Ezan 160; Müslim, Mesâcid 68, 69, 71; Ahmed bin
Hanbel, 2/20, 266, 429; İbn Mâce, İkamet 58). Fosur fosur sigara içen ve
sigarasını lütfen câmi kapısında söndürüp atan ve sigara içmeyenleri, soğan
yiyenlerin kokusundan rahatsız olduğundan çok daha fazla etkileyen kişi, durum
değerlendirmesi yapmalıdır. Tabii, birini tercih etmesi gerekiyorsa neyi tercih
edeceğine de karar vermelidir.
Mescidlerin çok yönlü faâliyetlere merkezlik
teşkil etmesi yüzünden, insanlar oraya daha fazla gelecektir; mescid, sosyal
hayatın merkezi, en vazgeçilmezi olacaktır. Çok yönlü hizmetleri yüzünden
cemaatle kılınan namaz, 25 veya 27 derece daha üstündür. Yani, yirmi yedi
çeşit fonksiyonu üstlenen câmiye gelen insan namaz gibi ibâdet olan bu kadar
farklı icraat yapacak ve karşılığında yirmi yedi derece sevap kazanmış
olacaktır. Mescidin bu çok yönlü fonksiyonunun kalktığı, kardeşlik ve
kaynaştırmanın yerini hizip ve politik çekişmelerin, dedikoduların aldığı için,
günümüz cemaatlerinde bu derece sevap fazlalığının bulunduğunu söylemek
zordur. Şimdi ne o takvâ mescidi, ne de bir namazı 27 derece yükselten
erdem sahibi cemaat...
Yasak olan, lağvdır/boş söz, gereksiz
lakırdıdır, mâlâyanidir, ki bir hayır amacına ulaştırmayan bu gereksiz söz,
sadece mescidde değil; her yerde yasaktır (bkz. 23/Mü'minûn, 3).
Bütün evren secde
halinde olduğundan arzın her yeri mescid hükmündedir. İnsanlık açısından
mescid olma hali ise o mekânda secde edilmesine bağlıdır.
Evleri de kabir haline getirmemek, oralarda
özellikle farz dışındaki namazları edâ etmek Peygamber tavsiyesi ve uygulamasıdır.
Örnek olarak, müslüman olmadığı bilinen, hatta
din düşmanı olarak tanınan bir kimse öldüğünde hangi görevli, “ben bunun cenaze
namazını kıldırmam!” diyebil(mişt)ir? Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dininden
hoşlanmayan fâsıkların, kâfir ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını,
mezarları başında durulmamasını isterken, tâğut ve zâlimler için duâlar
edildiğini görüyoruz. “Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri
başında durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak
öldüler.” (9/Tevbe, 84)
Müezzinin namaz esnâsındaki görevi ezan ve
kametle sınırlıdır. Farz namazlarından evvel veya Cuma namazında hutbe
öncesinde İhlâs sûreleri veya başka âyetler okumak sünnette olmayan bir
davranıştır.
Tesbih adı altında câmiye sokulan bazı
araçlar, onların cemaat arasında ona buna atılması huzur bozan bir davranıştır.
Câminin duvarlarına, kubbesine levhalar, yazılar yazmak, dikkat
çekici süsler yapmak da bid'attir. İmam Mâlik gibi nice âlimler câminin
mihrabına bir Kur'an âyetinin yazılmasına bile karşı çıkmıştır.
İçinde “mihrâb”
kelimesi geçiyor diye, Âl-i İmrân sûresinin 37. âyetinin bir bölümünün mihrâba
yazılması, kıble istikametine Peygamberimiz’in ve hulefâ-i râşidînin adlarının
ayrı ayrı panolara yazılması, hele bu isimlerin lafzatullah (Allah) yazısıyla
aynı büyüklükte olması, en azından bid’at konusuyla değerlendirilmelidir.
h- Namaz kılan
cemaatin secde ettiği yerden daha yüksek ve câmide çıkıntı olacak şekilde
mihrap yapmak da doğru değildir. Mihrabın Emevîler döneminde câmiye konmaya
başlandığından, Peygamber mescidinde bulunmadığından tümüyle bid'at olduğu
değerlendirilir.
"Allah,
mâbedleri dünyalık toplama yeri yapmadı" demiştir. Câmiler dilencilik yapılacak
yerler olmamalı; imamlar ve vâizler de dilenci konumuna düşmemeli. Cuma’dan
cumaya câmiye gelen adamdan para isteme ve fâsıkların, hatta müslüman oldukları
şüpheli olan insanların, haram olduğu halde câminin îmârına katkıda bulunması
(9/Tevbe, 17) isteniyor; namazsızlar veren el olduklarından aziz, câmi ve
görevliler isteyen ve alan el oldukları için altta ve zelil oluyor. Denilebilir
ki, “efendim, ne yapalım, câminin halıları değişecek, süslü âvizeler alınacak,
paraya ihtiyaç var...”
Halbuki Cuma ve
bayram namazında câmiye gelenleri, kayıp çocuklarımız ve misafirlerimiz olarak
kabul etmeli, onlara biz bir şeyler verebilmeliyiz. Onlar ayakkabı çalınma riskinden
veya “yine para isterler” anlayışından dolayı câmiden kaçma yolu arayan değil;
câmide dağıtılacak hediyelerden ve sunulan imkânlardan yararlanmak için de olsa
aramıza katılabilmeli. Câmiye çok nâdir gelen Cuma cemaatine kitaplar,
broşürler, dergiler, kasetler, başka hediyeler verebilmeli, onlardan bir şey
kesinlikle istememeliyiz. Cebine değil, gönlüne hitap etmeli, gönlünü ve gözünü
doyurabilmeliyiz. Hemen bütün peygamberlerin toplumlarına bir hitabı vardır: “Sizden
hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi (ecrimi, mükâfatımı) verecek olan
ancak âlemlerin Rabbi Allah’tır.” (26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164,
180...)
Bunun, dini ve câmileri küçülten bir tavır
olduğu kadar, Kur’an’ın yasakladığı (9/Tevbe, 17) bir tavır olduğunu belirtmek
gerekiyor.
Özellikle Diyanet, kendi kasasını şişirmek
için kendi memurlarına, kendi yayınlarını câmide pazarlamalarını emretmektedir.
Takvim, dergi, kitap ve makbuzlarının satılması şeklinde örneklerini gördüğümüz
ticaretle ilgili işler için mescidin kullanılması Hz. Peygamber'in bizzat
yasakladığı hususlardandır.
l- Günümüzde,
mescidlerle ilgili bir başka yanlışlık da, çoğu müslüman halk tarafından şöyle
yapılıyor: Filan vilâyet veya uzak semtten Sultan Ahmet Câmiini, Eyüp Sultan câmiini
veya câminin içindeki yatırı, Konya’ya Mevlâna müzesini ya da başka bir câmiyi
ziyaret etmeye gidiyorlar. Câmi ziyaret edince sevaba girdiklerini
zannediyorlar. Halbuki câmi ziyareti kasdıyla yapılan bu davranışlar,
yanlıştır, yasaktır, vebaldir. Çünkü yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek
maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek ancak üç mescid vardır. “Üç mescidden
başka bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz;
Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.” (Buhârî, Fedâilu’s-Salât
-Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Müslim, Hacc 74; Ebû Dâvud, Menâsik
hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326). Bugün müslümanlar,
maalesef Mescid-i Aksâ’yı ziyaret edememektedirler. Hiç olmazsa hacca
gidenlerin yol üzerinde uğrayıp ziyaret edebilecekleri ilk kıblelerine gitme
yollarını bulmak bedel istiyor; insanımız da kolay sevap istediği için bedele
yanaşmıyor.
m- Peygamberimiz'in
her Ramazan'da mutlaka yaptığı mescidde i'tikâf sünneti unutulmuş, câmiler
i'tikâfsız/coşkusuz kalmıştır. İtikâf, bilindiği gibi, dünya işlerinden
arınıp bir mescidde özellikle Ramazan ayının son on günü ibâdete çekilme
demektir. Bu kuvvetli sünnetin terk edilmesi, mescidlerimiz açısından önemli
bir eksikliktir. İ'tikâfın ihyâ edilmesi gerekmektedir.
. Avrupa'da Türkler tarafından mescid
haline getirilen yerlerde çok net sırıttığı gibi, her fırkanın kendine has bir
câmisi vardır. Câmiler, sadece Allah'ın olması gerektiği (72/Cinn, 18) halde,
falancıların mescidi, filancıların câmisi diye câmiler gruplarıyla bilinir ve
çoğu mescidde ırklar ve uluslar arası ayrım özelliğine işaret anlamına gelecek tarzda
Türk bayrakları, hem de mihrab veya minber civarında bulunur. Sadece kendi
gruplarına ait mescidlerde toplanıp namaz kılanlar, öteki câmilerde namaz
kılmaz ve o mesciddekilere müslüman gözüyle bakmaz. Hemen hepsi, birbirinin
gıybetini etmeyi cihad zanneder.
Mescid-i Dırarla ilgili âyet-i kerimede
(9/Tevbe, 107), yapmak ve kurmak anlamında bir kelime kullanılmamış,
"ittihaz (edinme)" kelimesi kullanılmıştır. Bu demektir ki, bir
mescidin zarar vermesinden söz etmek için, daha yapılırken o niyetle yapılmış
olması şartı aranmaz. İlk zamanda, hatta yüzyıllarca iyi hizmetler verdiği
halde günün birinde "zarar veren mescid" haline dönüşen binalar olabilir.
Senelerce kahır ve zulüm altında inlettikleri
müslümanların mâbedlerini, onları sömürmek, kontrol etmek ve birbirine düşürmek
için kullanma alçaklığının İslâm tarihinde ilk temscilcileri Emevî hânedanıdır.
Onlar, İslâm'ın zaferi önünde eğilmek zorunda kaldıklarında, müslüman kanı
damlayan kılıçlarını kınlarına soktular ve o kılıçlarla dize getiremedikleri
müslümanları, musallat oldukları mâbedlerinden vurdular. Bu öyle bir vuruştu
ki, en büyük kahrını, dinin tebliğcisi Peygamber'in evlâdı üzerinde gerçekleştirdi.
Onları zehir ve kılıçla yok etmekle yetinmedi, tevhidin mâbedinden yaklaşık bir
asır o aziz Rasûl evlâdına ezan ve hutbelerden lânet okuyarak o Peygamber'in
ümmetine âmin dedirtti. Ömer bin Abdülaziz (ölümü; 102/720), Rasûl evlâdına
okunan bu lâneti mescidlerden kaldırdığında, kavramları tersine çevirmeye örnek
olarak onu şu şekilde itham etme çarpıklığına gidebildiler: "Sünnete
muhâlefet ediyor..."
(72/Cinn, 18). Bu durum, ulûhiyet şânından
olan özelliklerin Allah dışında bir varlığa verilmesini ifade ettiği için
şirktir. Allah'ın dışında kişi veya kişiler için çağrıda bulunulması, övgüler
dizilmesi, propaganda ve reklâm yapılması da mescidlerdeki çirkin
davranışlardandır. İslâm'ın temel kabullerine zıt unsurların sokulduğu
mescidlerdeki bu durumlara karşı çıkılmalı, tavır alınmalıdır.
Kimsenin kimseye
meslek, maddî güç, makam vb. açıdan üstünlüğü olamaz. Bu ayrımlara göre saflar
düzenlenip bazılarına ayrıcalık verilemez. Herkes aynı safta ve omuz omuzadır.
Bu yüzdendir ki, imamın da cemaatten yüksek bir yerde namaz kıldırması doğru
değildir; hatta bunu câiz görmeyenler bile vardır (Ebû Dâvud, Salât 67). Hatta
bazı ülkelerde günümüzde de uygulandığı şekilde, mihrabdaki imamın cemaatten
daha yüksek yerde namaza durarak gurura kapılmaması için, mihrabın câmideki
cemaatin secde ettiği zeminden daha aşağıda olmasının daha faziletli olacağı
değerlendirilebilir.
İmamın, namazdan sonra arkasını mihraba,
yüzünü cemaate dönüp oturması, duâ için olmayıp, kendisini imam seçen veya imam
olarak kabul eden cemaatle istişâre ve tartışmaya başkanlık etmek içindir. “Benim
hemen arkama sizden dirâyet ve akıl sahipleri dursun! Sonra onları takip
edenler, sonra da onları takip edenler dursun! Çarşıların karışıklığından
sakının!” (Müslim, Salât 123; Ebû Dâvud, Salât 96; Tirmizî, Salât 168) “Üç
kişinin namazları kabul olmaz; bunlardan birisi cemaat istemediği halde imamlık
yapmak isteyen kişidir...” (Ebû Dâvud, Salât 63; Tirmizî, Salât 266)
t- Bu ölçüler
dâhilinde câmilerde istişârenin terk edilmesi, cemaatin birbiriyle
kaynaşmaması, imam-cemaat ilişkisinin sağlıklı olmaması ciddî problemlerden
biridir. Takvâ ve ilim durumuyla öne çıkmadığı halde ön safı ve imamın
arkasını âdetâ parselleyen kimselerin bu tavırları da sünnete uymaz.
Aslında imamın cemaat tarafından seçilip öne çıkartılması gibi, imamın arkasına
geçecek insanları da cemaat belirlemeli, lâyık olanları namaza durmadan oraya
dâvet etmelidir.
u- Vaaz ve
hutbelerde, müezzinlik ve imamlıkta, normal olarak ses duyulduğu müddetçe, gereksiz
yere hoparlör kullanmak ve kulağı tırmalayacak şekilde bağırmak da çok
yanlıştır, çirkin bir bid’attir.
“Rabbinize tazarrû
ile yalvara yakara, gizlice duâ edin. Bilin ki O, haddi aşanları sevmez.” (7/A’râf, 55). Duâ, tevâzu ve
zillet ile, fakirâne, gizlice ve çok yavaş sesle yapılmalıdır. Yoksa, duâ,
tevâzunun tersine bağırma ile, yarış edercesine, edebiyat gösterişi şeklinde,
kafiyeli ama samimiyetsiz sözlerden oluşan tarzda olduğu müddetçe o duâ, câmi
kubbesinin dışına yükselmeyecektir. Hele bir de zâlim ve tâğutlar için de
rahmet istenerek duâ edilmesi, duâda câiz olmayan vesîleler, ırk asabiyetine
dair övünmeler de varsa, böyle duâya el açıp âmin diyenlerin de durumu, Akaid
ilmini ilgilendirir.
y- Mescidlerden yola
çıkılarak, oradan İslâm'ın öğrenilip yaşanması, hâkim olması, halka halka
yayılarak toplumu hükmü altına alması gerektiği halde; bugünkü mescidler, aslî
görevlerinin çoğunu yerine getirmemektedir. Tâğutlar ve onların rejimleri,
çeşitli baskı ve dayatmalarıyla İslâm dünyasındaki mescidlerin çoğunu mahkûm
etmiş, hapishaneye çevirmiştir.
Câmiler,
müslümanların her çeşit ibâdet, buluşma ve görüşme, önemli meselelerini
müzâkere etme, dinin emir veya tavsiye ettiği birtakım hizmetleri
gerçekleştirmek üzere faâliyetlerde bulunma yerleridir. Bu kutsal mekânları
laik devletin kontrol altına alması ve işlevlerini de yalnızca namaz
ibâdetinden ibaret kılması; dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan
vaazların ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından
hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle din
özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır.
Câmilerin
Peygamberimiz zamanındaki fonksiyonlarından uzaklaş(tırıl)ması büyük bir
bid’attir. Asr-ı saâdette câmiler, yirminin üzerinde ayrı fonksiyonlar icrâ
eden hayatın can damarı idi. Mescidlerin bu fonksiyonlarını özet olarak saymaya
çalışalım: Câmiler her şeyden önce mâbeddir; cuma namazı ve i’tikâf gibi
ibâdetler ancak mescid hükmündeki yerlerde yerine getirilebilir. Eğitim-öğretim
ve kültür merkezidir, her çeşit ilmin meşrû şekilde öğretim ve eğitiminin
yapıldığı mektep ve okuldur mescidler. Sibyan mektebi görevi yapan câmiler,
Kur’an ve hâfızlık eğitiminin yanında diğer bilim dallarında da hizmet görerek
halk eğitim kurumu ve kütüphane fonksiyonu icrâ eden mescidler, İslâm
devletinde devlet kurumu olarak da çeşitli görevler üstlenir. Siyasetin merkezi
olarak câmiler, devlet yönetim yeri, bey’at mahalli, diplomatik görüşmelerin
yapıldığı mekân olarak görev yapardı. Aynı zamanda kamu yönetimi açısından
temel merkez olan mescidler, ilk dönemden itibaren idarecilerin halkla bir
araya geldiği yerlerdi. Asr-ı saâdet’te her türlü istek ve meseleler burada
dile getiriliyordu. İstişâre ve organizasyon mekânıydı câmiler. Câmi, bir
meclistir, halk/millet meclisidir; Devlet başkanı ve tüm diğer yöneticilerin
izleyeceği siyaseti, metodu, düşünce ve projelerini açıklayıp üyelerin görüş,
eleştiri ve müzâkerelerine sunduğu bir meclis. Kur’an’ın iktisadî hükümleri de,
Asr-ı saâdet’te câmide yürütülürdü. Vergilerin tahsili ve dağıtılmasına bizzat
nezâret eden Hz. Peygamber, mescidde toplanan malları gerekli yerlere ve
ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Câmiler, aynı zamanda Beytülmâl idi; devlet
hazinesi buralarda muhâfaza edilirdi. Câmiler adâlet hizmetleri için, mahkeme
ve adliye olarak da kullanılmıştır. Her türlü askerî amaçlar için, cihad
merkezi olarak da câmiler kullanılırdı. Câmiler aynı zamanda hastahane, tutuk
evi, hapishane olarak da kullanılırdı. Mescidlerin temel görevlerinden biri
irşâd merkezi olmasıdır. Hutbe, vaaz, sohbet, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i
ani’l-münker gibi faâliyetler en kapsamlı biçimde ilk mescidden bu yana dünyanın
hemen her yerinde câmilerde icrâ edilmiştir. Mescidlerin fonksiyonları bunlarla
da sınırlı değildir. Aynı zamanda buluşma ve görüşme yeridir, istirahat
mekânıdır, nikâh ve düğün salonudur, yemek yenen ve ziyafet verilen
yerdir, misâfirhanedir, ganimet ve malların taksim edildiği, zekâtların
dağıtıldığı mekândır, abdest alma yeridir mescidler. Peygamberimiz zamanında
şiir kürsüsü şeklinde de kullanılan câmiler, müslümanların müslümanca sanat
faâliyetlerini icrâ edebileceği, özellikle tebliğe yönelik sanat ve güzellikler
sergilenip sunulabileceği yer olarak mescidler kullanılmıştır, yine
kullanılabilir. Kültür salonudur, spor merkezidir, karz-ı hasen kurumudur
câmiler.
Câmiler, tarihî süreç
içinde, bu fonksiyonlarının bazılarından siyasî amaçlar yüzünden kasıtlı olarak
uzaklaştırılırken; bazen de gelişen toplum ve çoğalan nüfus paralelinde câmiler
çok fazla kurumu namaz kılınan alan içinde taşıyamaz olarak değerlendirildi.
Bünyesinde topladığı bunca hizmetler, zamanla mescide sığmaz oldu ve sonuçta
külliyeler, imâretler doğdu. Böylece mescid, birçok
müessesenin/kurumun kendisinden kaynaklandığı bir ana kurum olmuştu. Günümüzde
mescidlerin bazı fonksiyonları tümüyle tarihe karışmış, bazı icraatlarını da
kısmen farklı şekilde vakıflar, dernek ve cemaatler üstlenmiştir. Bir iş, ne
kadar namaz ve zekâta benziyorsa o kadar ibâdet yönü ağır bastığı gibi;
mescidlere benzediği oranında kurumlar, vakıf ve teşkilatlar hayır kurumu
olacak, Allah’ın râzı olduğu mekânlar haline gelecektir.
Câmiler ilk
kuruluşundaki örnek uygulamaya göre, yukarıda özetlendiği şekilde yirmiden
fazla iş ve ihtiyaç için kullanılırdı. Eğer biri çıkar da "câmilerin
yukarıda sayılan fonksiyonları tarîhîdir, o günkü ihtiyaç ve imkânsızlıklara
bağlıdır, bugün bu işler için ayrı mekânlar ve kurumlar vardır" diyecek
olursa, kendisine şu cevap verilir: Bunlar doğru olabilir, ancak, bu tarihî
uygulama iki şeye kesin delildir: 1- Câmiler yalnızca namaz kılmak için
değildir. 2- Müslümanların din işleri, dünya işlerinden ayrı değildir; din ile
dünya iç içedir. Kur'an ve Sünnet, hem din hayatını hem de dünya hayatını
düzenlemek, yönlendirmek, yönetmek için gönderilmiştir.
z- Câmilerde;
farzmış, namazdan bir parça imiş gibi, Haşr sûresinin son âyetlerinin sabah ve
akşam namazlarında imam veya müezzin tarafından mutlaka okunması, tesbihlerin
komutlarla ve hiç ihmal edilmeksizin ve mescidin dışındaki hayata yayılmaksızın
câminin ve namazın olmazsa olmazı gibi okunması da bid’attir. Bakara sûresinin
son iki âyetinin de yatsı namazından sonra, başka âyetler okunamaz veya bu iki
âyet hiç terk edilemez şeklinde uygulanan kıraati için de aynı şey
söylenebilir.
Aslında, okunan aşır
veya sûrelerin meal ve tefsirleri verilmeli, hatta güncel konularla, câmi dışı
hayatla ilgili hükümleri, tavsiyeleri içeren âyetler seçilmelidir ki, okunanlar
yerini bulsun, gerçek sünnete ve istenilen sevaba ulaştırsın. Ezanın,
müezzinliğin haydi neyse, hele Kur’an’ın namazda veya namaz dışında okunmasında
teğannî, şarkı okur gibi gereksiz, yersiz ve hatta yanlış uzatmalar ve ses
dalgalandırmaları, sesin alçaltılması gereken yerlerde yüksek sesle okunması ve
tersi uygulamalar, cehâlet kaynaklı bid'atlerdendir. Kur’an kıraatinin
ağlayarak, hiç olmazsa ağlar gibi yapılarak hüzünlü bir şekilde okunması
gerekirken, ses sanatçısına/şarkıcıya benzeyen şahıslar tarafından huşûdan
uzak, yapmacık ses gösterisi şeklinde ve gereksiz yere çeşitli makamlarda
okumanın da doğru olmadığını belirtelim.
Yine, müezzinlik
gereği zannedilen tesbih duâları için komutlarda ve mevlid vb. okuyuşlarda Kur'an
makamıyla, Allah'ın âyetleri dışındaki şeylerin okunması büyük yanlışlardan ve
bid'atlerden biridir.
Kamet getirilirken
bazı müezzinlerin ellerini namazda imiş gibi bağladığı görülüyor; bu da
bid’attir. Mevlid okunurken de, Peygamber’in doğum zamanı anlatılırken, namaza
durur gibi cemaatin ayağa kalkması ve ellerini namazda bağlar gibi bağlamaları
da yanlış üstüne yanlıştır.
Namazdan sonra veya
câmiden çıkmak üzere cemaatin birbirleriyle sanki namazın bir tamamlayıcısı
gibi her zaman tokalaşmaları, bunu âdet haline getirmeleri de bid'attir. Ama
arada bir yapılıyor, olmasa da olur deniliyor ve özellikle birbirlerini az
görenlerin arasında uygulanıyorsa, bunda sakınca yoktur.
Ramazanlarda
câmilerde kılınan teravih namazları, İstanbul boğazında sürat teknelerinin
tehlikeli yarışlarına benziyor. Kıraat, rükû, secde hep yarım yapıldığı gibi,
ta’dîl-i erkâna riâyet edilmiyor. Böyle, dostlar alışverişte görsün hesabı 20
rekât kılınacağına, sünnette olduğu gibi 8 veya 12 rekât kılınsa, ama hakkını
vere vere kılınsa bid’at ve hatalardan uzaklaşılmış olur. Ama, Hz. Ömer
devrinde sahâbe 20 rekât da kıldığından, usûlüne uygun şekilde isteyen elbette
20, hatta daha fazla kılabilir. Ama, tavuğun yem topladığı gibi kılınacaksa, 100
rekât da kılınsa, gerçek sünnet sevabı elde edilemez. Teravihlerin devamlı
cemaatle ve câmide kılınması da Peygamberimiz’in sürekli yapmadığı bir
davranıştır.
Ramazanlarda teravih
namazının bölümleri arasında bestelenmiş salevatların müzik makamıyla okunmasının,
bazı câmilerde de notaya uygun bestelenmiş ilâhilerin solo veya koro halinde
terennüm edilmesinin sünnet olmadığı değerlendirilmelidir.
İyi niyetli halk
tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar.
Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin
anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet
dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru.
İmamların, sünnet
olmadığı ve daha ilerisi kâfirlerin özel giysisi olduğu halde hâlâ Yunan fesini
namaz kıldırırken başlarına geçirmeleri gibi bir tuhaflık cemaatte de
gözlenmektedir. İster câmide, isterse evlerinde olsun; namaz kılarken nice
müslüman başına takke giymektedir. Bunun sünnet mi olduğu, yoksa dinen
yasaklanan bir tavır mı olduğu, sünnet ise Peygamberimizin sünneti mi, yoksa
Yahûdilerin sünneti, onların dinî kisvesi mi olduğu konusu, pek gündeme
gelmemiş bir konudur. Yozlaşan gelenekle, bid’at ve hurâfelerle yüzleşme
cesâreti, bedel isteyen bir tavırdır. Ödenmesi gereken bu bedel de, dini
ketmeden/gizleyen kimsenin bedeline göre aslında çok hafif olduğu halde, bu
tavırların gündeme geldiğine pek rastlanmamaktadır. Peygamberimiz (s.a.s.)
şöyle buyurur: "Bizimle müşrikler arasındaki fark, kalansuveler (takke
ve benzeri başlıklar) üzerindeki sarıklardır." (Ebû Dâvud, Libas 24,
h. no: 4078; Tirmizî, Libas 47, h. no: 1785)
Bu hadisi, İbrahim Canan,
Kütüb-i Site Şerhinde şöyle açıklamaktadır: Hadis, müslümanlarla müşrikler
arasında bâriz farkın baş kıyafetinde bulunmasını ifade etmektedir. Baş
kıyafetinin İslâmî şekli, kalansuve üzerine sarıktır. Kalansuve fes, takke
nevinden başı örten serpuştur. Bazı âlimler, kalansuveyi müşriklerin de
giydiğine, buna sarık ilâvesinin İslamî kıyafet olduğuna işaret ederler.
Şârihler, Rasûlullah
(s.a.s.)'ın, sarığın altına kalansuve giydiğini, kalansuve olmadan da tek
başına sarığı başına koyduğunu, ama sarıksız kalansuve giydiğinin hiç
görülmediğini; bu durumun da, kalansuvenin tek başına olması halinde müşriklere
mahsus bir kıyafet olduğunun tescili bulunduğunu kaydederler. Kalansuve için
"fes"dir, "takke"dir, "külah"dır, "şapka"dır
diye tek bir şeyle ifade etmek muvâfık düşmemektedir. "Sarık sarılmasına
engel olmayan bir serpuş" diye tarif etmek daha uygun gözükmektedir
(İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 15/45)
Katolik
hıristiyanların dinî lideri papanın, resmî törenler dışında başını hep takke
ile örttüğünü unutmamak gerekir. Yahûdiler de ibâdet ederken havralarında
başlarını mutlaka takke ile örtmek zorundadır. Yahûdilerin kippa denilen takke
cinsinden bu giysiyi başlarına giymeleri, bunu özellikle dinî âyinde ihmal
etmemelerinden yola çıkarak, müslümanların, üzerine sarık sarmadan takke
giymelerinin hıristiyan papa(z)lara ve özellikle de yahûhidelere benzemek
olduğunu bilmeleri gerekmektedir. Hıristiyan ve yahûdilerin ibâdetlerinde ve
günlük hayatlarında müslümanlara benzeme ihtiyacı hissetmedikleri halde,
nassların şiddetle yasaklamasına rağmen müslümanların onlara benzemesi ve hele
bu benzemenin sevap zannedilmesi çok düşündürücüdür. Peygamberimizin sarıksız
şekilde hiç takke cinsinden bir şey giymediğini değerlendirerek, sarıksız bir
namaz takkesinin kesinlikle sünnet olmadığı bilinmelidir. Bir adım daha
giderek, İbrahim Canan’ın da belirttiği gibi, hadis şârihi âlimler tarafından;
tek başına takke cinsinden başa bir şey giymenin müşriklere (günümüzde
papa(z)lara ve yahûdilere) mahsus bir kıyafet olduğunun tescil edildiğini
belirtmek gerekiyor. Ayrıca, sadece namaz için özel bir kıyâfetin sünnette
olmadığını ve bunun hoş görülmediğini de hatırlatalım. Yani, müslüman laik
tavırlı olamaz, onun her şeyi namazdaki tavrı gibi olmalıdır. Namazda başka,
namaz dışında başka olmamalıdır.
Sarık sarmaya
gelince; Peygamberimizin çoğu zamanlar başında sarık olduğunu bildiren çok
sayıda haber bulunduğu için namazda ve namazın dışında sarık sarmayı sünnet
kabul etmek mümkündür. Bunun yanında, sarık sarmanın tüm ümmeti bağlayacak bir
sünnet olmadığını ileri sürenler de vardır. Bu son değerlendirmenin bakış
açısında şöyle yorum vardır: “Sarıkla kılınan namazın sarıksız kılınan namazdan
şu kadar faziletlidir” şeklindeki rivâyetler, Kütüb-i Sitte’de bulunamamıştır,
sahih olmadığı değerlendirilmelidir. Sakalı ısrarla tavsiye eden Rasûlullah
aynı tavrı sarık için göstermemiştir. Kendisi sarıklı idi, ama bu onun yaşadığı
coğrafyanın ve oradaki örfün bir uzantısı olmalıdır. Çünkü başta peygamberimiz
olmak üzere müslümanlar değildi sadece sarık saranlar. Ebû Cehiller de, Mekke
müşrikleri de sarık sarıyorlardı. Çöl sıcağında yaşayan insanlar, başlarına
mutlaka bir örtü sarmak zorunluluğunu hissediyorlardı. Bu ihtiyaç, hâlâ
geçerlidir. Adana, Hatay, Diyarbakır gibi yörelerden tutun, Suriye, Ürdün,
Suudi Arabistan gibi ülkelerde, mü’min-kâfir çoğu erkek tarafından bu
uygulamanın devam ettirile geldiğini görüyoruz. Hem hadis rivâyeti, hem Hz.
Ali’nin sözü olarak rivâyet edilen “sarığın bir Arap tâcı” olduğu ifâdesi de bu
yorumu doğrulamaktadır. Peygamberimiz’in sarıklı olduğunu belirten ifâdelere
yer verildiği halde, sarığı emreden, ya da tavsiye eden bir ifâdeye Kütüb-i
Sitte’de rastlamadım. Bununla birlikte, sarığı tavsiye eden bir ifâde Kütüb-i
Sitte şerhinde şöyle yer alır: "Sarık sarın da hilminiz
ziyâdeleşsin!" Râvî devamla der ki: "Hz. Ali (r.a.) de:
"Sarıklar Arapların taçlarıdır" buyurdular." (Hadis,
Teysir'de Ebû Dâvud'a nisbet edilmiş ise de, onda mevcut değildir.
Câmiu's-Sağir'de mevcuttur -1, 555-)
Câmiu’s-Sağîr adlı
hadis kitabında rivâyet edilen bu hadisin şerhinde İbrahim Canan şunları
söyler: Sarığın insandaki hilmi (hoşgörülü ve sabırlı olma halini) artırması
meselesinde Münâvî şu açıklamayı sunar: "Sarıkla hilminiz artar, göğsünüz
genişler. Çünkü kıyafetin güzelleşmesi kişiyi vakar ve ihtişama sevkeder;
hafifliği, seviyesizliği ve düşük davranışları terke zorlar. Sünnette sarık
sarıldığı zaman, sarığın bir ucunun omuz arasında serbest bırakılması irşad
buyrulmuştur, bu müsneddir."
Sarığın taç olarak
ifadesi, yine Münâvî'ye göre, onda izzet, cemal, heybet ve vakar bulunması
sebebiyledir. Nitekim krallar da taçlarıyla başkalarından ayrılmaktadırlar.
Sarıksız olan diğer kalansuveler ise acemler ve hafifmeşreb insanlara aittir ve
onları tefrik eden taçları durumundadır.
Bir başka hadiste: "Sarıklar
Arapların taçlarıdır. Onu bıraktıkları vakit izzetlerini de bırakırlar" denmektedir.
Deylemî'nin bir rivayetinde sarığın terkedilip kalansuvenin alınması kıyamet
alâmeti olarak ifade edilmiştir (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları, 15/46).
Mevlid, doğum zamanı
ve doğum yeri anlamındadır. Zamanla doğum tarihini kutlamak anlamı kazanmıştır.
Mevlid, bugün özellikle câmilerde kullanıldığı şekliyle, Peygamberimiz'in
doğumunu anmak ve kutlamak şeklinde uygulanan tören ve okunan şiir anlamında
kullanılmaktadır. Osmanlı şâiri Süleyman Çelebi'nin (ölümü, 1422)
Vesîletü'n-Necât adlı şiir kitabı bu adla yapılan törenlerde özel bir makam ve
usûlle okunduğu için, mevlid dendiği zaman o şiir kitabının okunduğu merâsim
akla gelmektedir. Peygamberimiz'in doğumunu anma esprisi de unutulmuş, Peygamber
için yazılan bu şiirin okunması kendi başına bir dinî törene, bir ibâdet
şekline dönüşmüştür. Bugün birçok aile, mevlit okutmayı ölüleri için sevap,
hatta mutlaka yapılması gerekli dinî vecîbe gibi düşünmektedir. İbâdetler ve
Allah'a nasıl yaklaşıp hangi uygulamalarla sevaba girileceği nassların hükmü
ile belli olur. Yani ibâdetler, fıkhî deyimiyle "taabbudî alandır,
tevkîfîdir, vahyîdir. Din tamamlanmıştır, artırma da eksiltme de yapılamaz. Rasûlün
ve ashâbın hayatında mevlid diye bir uygulama kesinlikle mevcut değildir.
Mevlidi savunanlar şöyle derler: "Mevlid bir vesîledir, biz bu vesîleyle
Kur'an okuyoruz, salât ve selâm getiriyoruz, duâ ediyoruz; esas amaç da
bunlardır." Cevap olarak deriz ki: Mevlid dışında sayılanların kendi
başlarına okunmaları halinde hangi zorluk ve eksiklik çıkıyor da Süleyman
Çelebi'nin şiirine sığınılıyor? Süleyman Çelebi'den önce Kur'an okuyanların
okudukları boşa mı gitti?
Kur'an ve sünnet,
ibâdet anlayışı ile böyle şiir okuyarak sevap kazanılacağı bir ibâdetten
bahsetmez. Ayrıca, mevlid şiir gibi değil; Kur'an okunur gibi Kur'an makamıyla
okunmakta, Kur'an dinlenir gibi dinlenmektedir. Mevlid türünden kutlamalar, din
kaynaklı değil; folklor ve âdet kaynaklıdır. Bu kutlamalar, câmide olmadığı sürece, ibâdet ve
sevap kabul edilmemek şartıyla, Kur'an makamıyla ve kutsal metinmiş gibi icrâ
edilmediği özelliklerde, salt şiir okur gibi okunursa bir sakıncası olmaz. Bugünkü
şekliyle ise, en azından büyük bir bid'at ve hurâfedir. Bugün, bir şiir,
ölülere rahmet ve cennete ulaşma vesilesi gibi kabul edildiğinden, Kur'an'dan
öne çıkarıldığından, dinin temel ilkeleri açısından çeşitli sakıncalar içerir.
Örf dinleşince, din de örfleşir. Örfün kutsallaşmasına seyirci kalmak, dinin
tahribine seyirci kalmakla eş anlamlıdır.
Kur'an şöyle
buyuruyor: "Allah yalnız başına anıldığında, âhirete inanmayanların kalpleri
nefretle ürperir; O'nun berisindeki ilâhlaştırılmış kişiler anıldığında ise
hemen müjdelenmiş gibi sevinirler." (39/Zümer, 45). Tevhid, ibâdet
kasdıyla "Allah'ı da anmak" dini değil; "sadece Allah'ı
anmak" dinidir. Câmiye sokulup ibâdet maksadıyla okunan mevlidin, sadece
bid'at olarak kalmayacağı, bu anlayış ve kabulün itikadî sapma kapsamına
girebileceğini, bu riski taşıdığını belirtelim.
Mescidin meşrû ve
makul süsü, orada bolca secde edilmesi, çokca insanın ibâdetle mescidi
şenlendirmesidir. Asr-ı saâdette mescide biçilen roller, ne oranda
uygulanabilirse onları icrâ etmekle mescidlerin yüzü gülecektir. Mescide gidenlerin süslenmeleri,
temiz ve güzel giyinmeleri Kur'an'ın tavsiyesidir (7/A'râf, 31). Ama mescidleri,
hem de gözü meşgul edecek, ibâdetteki huşûya engel olacak şekilde süslemek,
abartılı tarzda ziynetlere, desen ve boyalara boğmak din açısından yanlıştır. Konuyla
ilgili hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur: "Mescid yükseltmekle, mescid
süslemekle emrolunmadım." (Ebû Dâvud; et-Tâc, 1/243). "İnsanlar,
mescid yapma yarışına girip bununla övünmedikçe kıyâmet kopmaz." (İbn
Mâce, Mesâcid 2) "Sizin benden sonra, yahûdilerin havralarını,
hıristiyanların da kiliselerini süsleyip püsleyerek yükselttikleri gibi,
mescidlerinizi süsleyip püsleyeceğinizi görür gibiyim." (İbn Mâce,
Mesâcid 2) "Bir topluluk, mâbedlerini süsleyip püsleme hastalığına
tutulmadıkça, ameli çirkin ve zararlı hale asla gelmez." (İbn Mâce,
Mesâcid 2). Sahâbî fakîhlerinden İbn Mes'ud (r.a.) Kûfe'ye ilk geldiğinde
süslü, nakışlı bir câmi gördü ve şöyle dedi: "Bunu kim yaptıysa Allah'ın
malını O'na isyanda harcamış."
Mescidin gereksiz
süslerine, kubbelerine yatırılacak para ile cemaat oluşturmak, oluşturulan
cemaatin seviyelerini arttırmak, bu parayı İslâm ve müslümanlar için zarûri
ihtiyaçlara kullanmak çok daha faziletli olacaktır. Paraları gereksiz taşlara
ve süslere yatırmak yerine; dâvâya, insana, cemaate yatırmak dinin maslahatı
açısından önemlidir. Mescidleri çok görkemli yapmışsın, süslemişsin, cemaati
olmadıktan sonra neye yarar? Sağlam yetişen cemaat ise, bulunduğu her yeri
mescid yapabilir, her yerde ibâdetini yerine getirebilir.
Bid'at
unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme hakkı olan mü'minlerin, şirk
unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme zorunluluğu vardır
(Bkz. 7/A'râf, 29;
9/Tevbe, 107-109; 72/Cinn, 18). Takvâ sahibi olmaya gayret eden günümüz
muvahhid gençliğinin câmilerle irtibatının kopması veya yok denecek kadar az
olmasının arka planında bu tür bid’atlere karşı tavır olduğu
söylenebilir.
Câmilerimizle ilgili
problemler, bu sayılanlardan ibaret değil elbet. Daha onlarca ilâve edilecek
dertlerimiz var. İmamların maaşlarının kaynağı ve geliş sebebi, câmilerin ve
imamların özgür olup olmadığı gibi hayatî sorunlar... Eskiden câmilerin onarım,
tâmir ve günlük masrafları ve imamların maaşları başta olmak üzere, câmi
kursları, cemaatin yetişmesi için gerekli harcamalar, müslüman zenginler
tarafından oluşturulmuş özel vakıflar/akarlar sayesinde yürütülüyordu. Yani, ne
laik düzenlerin ve ne de fert olarak bir müslüman şahsın maaş veya yardımı ile
kendisine bağlayıp kendi zihniyetine göre hizmet beklentisi olmuyordu. Câmi
içindeki hizmet ve faâliyetler, tüzel kişilik olarak cemaatler ve vakıflar
eliyle, Kur’an’da belirtilen câmiyi îmar etme hakkı olanlar (9/Tevbe, 17-18)
tarafından yapılmayınca, devletin emrinde namaz kıldırma memurları, laik
düzenden sadece maaş almıyor, emir de alıyorlar. Eski vakıfların tümüne el
koyan T.C. yeni vakfiyelere de (câmi bahçesine yapılan binalara) el koyuyor.
Müslümanlar da, câmi ve çevresine binalar ve yatırımlar yaparak, farkında
olmadan devlete çalışmış oluyor.
Sayılamayacak kadar
çok vakıf mallarına el koyan, şimdiki câmi çevresinde yapılanlara da sahip
çıkan Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu paraların bir kısmı ile Vakıflar Bankası
kurmuş, bir kısmı da devlet kurumlarına ve vakıfla hiç ilgisi olmayan kişi ve
kuruluşlara dağıtılmıştır. Halk, farkında olmadan da olsa, câmiye yardım
yaparak devlete, bankaya yardım yapmış olmakta...
Câmileri cemaatlerin,
İslâmî sivil toplum kuruluşlarının yönetmesi, Dine özgürlük ve laiklik gereği
olduğu halde, böyle olmuyor. “Eskiden olduğu gibi, köylü veya mahalle sâkinleri
imamlara maaş versin” demek de problemi temelden çözmüyor; o zaman eskiden
köylerde, köy imamlarına karşı bakıştaki müşkiller hortlayacaktır: Hocaların
çok yemesi, halkın eline bakması...
İslâm kültüründe
ve tarihimizde "imam" sıfatının devlet başkanına verilen ad olduğu,
devlet başkanlarının aynı zamanda imamlık yaptığını biliyoruz. Şimdi, fıkra ve
karikatür kahramanı, gerici, yobaz, toplumda ağırlığı olmayan biri konumunda.
İlköğretim yaşlarındaki çocuklara sorun bakalım, içlerinden hiç, “ben, büyüyünce
imam olacağım!” diyen çıkacak mı?
“Müftü” fetva
veren demektir. Bugün fetva için müftülere danışan var mı, hiç sanmam. Onlar personel işlerine bakan
müdür/âmir konumundalar, resmi formaliteleri yerine getirmeye, biraz da devlet
ile vatandaşı kaynaştırmaya çalışan insanlar olarak gözükmekteler. Diyanet
teşkilâtı, çok boyutlu kanayan ve kokuşan bir yara ve ameliyatsız çözümü mümkün
olmayan bir yapı...
Hutbe konuları...
(spor, milli bayramlar, verem savaş, trafik vb. devletin ihtiyaç duyduğu
durumlarda hangi konu gerekiyorsa...) Ve lânetlik suçun bazı câmilerde
işlenmediğini kimse iddia edemez: Hakkı gizlemek, hatta çarpıtmak, hakla bâtılı
karıştırmak.
İslâm hâkimiyetinde
her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte olacağı, yani mescide benzeyeceği
gibi, küfrün egemenliğindeki günümüzde de her yer tapınaklara benziyor.
Müzikholler, stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, okullar, meclisler,
hatta tv. kanalları, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki
insanlar, ibâdet/âyin halinde değiller mi dersiniz?
Günümüz insanı, çok
kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli) ve çok dinli. Câmi, hayatımızın
merkezi ve her şeyimiz câmiye uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine
gittikçe artacaktır. Mescid-i Aksâ ve çevresindeki işgali kaldırmak isteyen
musallî mü’minler, önce kendi bölgelerinde secde edilen yerleri işgalden, haram
ve bid’atlerden kurtararak işe başlamalıdır.
Câmileri diriltmek ve
câmide dirilmek için, önce câmilerimizi kurtaralım, o câmiler bizi
kurtaracaktır.
Tüm bid’atlerden
şeytandan kaçar gibi kaçmaya çalışan, câmilerimizin Asr-ı saâdetteki takvâ
mescidlerine benzemesi için gayret gösteren, câmilerine sahip çıkan, gönlü
câmilere bağlı ve tüm yeryüzünü sadece Allah’a kulluk yapmaya elverişli “dünya
mescidi” haline getirmeye çalışan şuurlu müslümanlara selâm olsun!