İNANCA GÖRE SANAT

 

 

 

 

Sanatın Mâhiyeti

 

Sanat, insanların inanç, düşünce ve duygularını söz, ses, renk, çizgi, biçim gibi araçlarla güzel bir biçimde ve kişisel bir ifâde ile anlatma çabasından doğan rûhî bir faâliyettir.

 

"Sanat" Arapça'dan dilimize geçmiş bir kelimedir. Sözlük anlamı işlemek, yapmak anlamına gelen sun' (s-n-a) kökünden türemiştir. Sanat; ustalık, hüner, mârifet anlamlarında kullanılır. Batı dillerinde "art" kelimesiyle karşılanır.

 

Sanat kelimesi dilimizde zanaat anlamında da kullanılır (Aslı: Arapça sınâat). Yani, insanlar için gerekli olan maddî şeylerden birinin yapımına dayanan ve el yatkınlığı isteyen işe de sanat denir. "Onun sanatı terziliktir" örneğinde ve "sanat altın bileziktir" atasözünde kullanıldığı gibi.

 

Bir şeyi güzel yapmak için uygulanan kuralların tümüne de sanat denir: "Konuşma sanatı", "öğretmenlik sanatı" örneklerinde olduğu gibi.

 

Bir şey yapmada gösterilen ustalık ve kabiliyete de sanat denir: "Hoşa gitme sanatı" gibi.

 

Sanatı zanaattan ayırmak için bazı sanatlar "güzel sanatlar" terimiyle ifâde edilir. Bu anlayışa göre edebiyat, mimarî, heykeltıraşlık, resim ve gravür güzel sanat kabul edilir. Sonra bunlara müzik ve dans da eklendi.

 

Güzel sanatlar ikiye ayrılır:

Göze hitap eden plastik sanatlar,

Kulağa hitap eden fonetik sanatlar.

 

Resim, heykel ve mimarlık birinci bölümü; edebiyat ve müzik de ikinci bölümü teşkil eder. Bugün bunlara hem göze hem kulağa hitap eden tiyatro ve sinema da ilâve edilir. Dans da güzel sanatlar içinde daha çok göze hitap eder, müziksiz düşünülemediği halde. İş o noktaya geldi ki, bugün operadan baleye, modelistlikten mankenliğe kadar yeni sanat(!) türleri güzel sanat kabul edilmeye, hatta spor gösterilerine katılan figürlere (buz dansı, su balesi...) güzel sanat anlayışıyla bakılmaya başlandı.

 

Çok eski dönemlerden beri zanaatlar ve el sanatları da sanatın içinde değerlendirilirdi. Bu hem İslâm âlemi, hem batı dünyası için geçerlidir. Batıda sanat kelimesi, bugün ona verilen anlamı ancak 19. yüzyılda almış ve sanat kavramı çağlara göre çok değişik anlamlar kazanmıştır. Geçmişte sanat kelimesine basit ve sınırlı bir mânâ verilirdi. Bir el işini kusursuz yapabilmek; ustalık ve hüner göstermek bir "sanat"tı. Sanatçı üstün bir işçiydi sadece. Bugün arandığı gibi orijinal bir eser "yaratıcı"sı olma şartı aranmazdı. Zamanla sanat ve sanatçı kelimelerine daha seçkin bir anlam verilmeye başlandı. Değer ölçüleri artık değişmişti. Sanatçı ile usta veya işçi arasında bir fark olduğu belirlendi. İşçi olağan işler yapardı. Sanatçının ise "olağanüstü" bir bilgi veya bir yetenek gerektiren eserler "yaratma"sı gerekiyordu.

 

Bir nesnenin sanat ürünü sayılabilmesi için belirli özellikleri olması gerekir. Bu özelliklerden en önemlisi onun özgün ve tek oluşudur. Yani daha önce başkası tarafından yapılmış bir ürünü taklit ederek ortaya çıkarılan bir nesne güzel olsa da, kişinin kendi duygu ve düşüncelerini yansıtmadığı, yoğun "düşünsel yaratıcılık" sürecinden geçmediği için sanat eseri sayılmaz. Fabrikada seri olarak çok sayıda birbirinin eşi ürünler de sanat eseri değildir. Onun için sanat; düş gücü, yaratıcılık ve yetenek gerektiren bir insan etkinliği olarak tanımlanır.

 

Bu tanımlama ve değerlendirmelerin bir kısmının câhiliyye anlayışının ürünü olduğunu belirtmeye gerek var mı bilmiyorum. "Allah'tan başka tüm ilâhları reddetme"nin pratik hayatta uzantısı olan, câhiliyyeyi tüm alanlarda kurum ve kavramlarıyla dışlamamamız için, sanat anlayışını da yakından incelememiz gerekecek.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Câhiliyyenin Sanat Anlayışı

 

İnancın etkisinde olmayan hiçbir kavram yoktur denilse yeridir. Kavramlara herkes inancı doğrultusunda yorum getirerek yaklaşır. (İnançla ilgisi olmadığı zannedilen kişiler de, kendi toplum görüşleri, şahsî bakış açıları, içinde bulunduğu toplum veya düzenin kabulleri doğrultusunda değerlendirmeler yapar ki, tüm bunlar bir din ve inançtan başka bir şey değildir.) Sanat kavramı için de aynı şey sözkonusu olacaktır kaçınılmaz olarak.

 

Kâfirlerin egemen olduğu toplumlarda, sanatın tanımından yorumuna, kapsamından güzellik anlayışına kadar sanatla ilgili kavram ve özelliklerin müslümanca değerlendirilmesini beklemek, cehennemde ırmaklar, köşkler aramaya benzer.

 

Câhiliyyeye göre sanat, yaratmak demektir. Yaratmak, yani ilâhlık taslamak. İddiâsı budur sanatçının. Sanatçı üstün yaratılışta bir insandır; daha doğrusu yarı tanrı yarı insandır. O, başkalarının göremediğini gören, duyamadığını duyandır. Sanatın sihirli diliyle kutsal eserini, kendisi gibi hissedemeyene duyurur. Ve başkalarının yapamadığını yapandır sanatçı: Yaratan!  Nedir yaratmak?

 

Yaratmak: Yoktan var etmek demektir. Malzeme, zaman, yardımcı, âlet vb. hiçbir şeyin katkısı olmadan bir şey ortaya koyabiliyorsa insan, gerçek anlamda yaratıcı olabilir. Oysa ancak Allah'tır örneğe, maddeye, müddete, yardımcıya, âlet ve edevâta muhtaç olmadan, sadece "Ol!" demesiyle bir şeyi yoktan var eden, yani yaratan.

 

Bunca âcizlerine rağmen küstahça kendilerine yaratıcı vasfı verenler, yaratıcı(!) sanatçılar, sahte ilâhlar, bırakın güzel sanat eserleri yaratmayı, hakir ve basit görülen bir sineği bile yaratamazlar (Bkz. Hacc, 73). İnsanoğlunun yaptığı ise, onca uğraş ve yardımdan, yorgunluktan sonra sadece sentez ve basit taklitten ibârettir. İnsana gerçek anlamda yaratıcı denemez; ancak sembolik ve mecâzî anlamda söylenebilir. O zaman da şekil veren, yapan ve yaratanların en güzeli olan Allah'ın yüceliğini kabulden başka yol kalmaz (Bkz. Mü'minûn, 14). Ve bütün varlıklar, yani Allah'ın yarattıkları "Allah'ın boyasıyla boyanmıştır. Allah'tan daha güzel kim boyayabilir?" (Bakara, 138)

 

Câhiliyye insanı ise, bunları düşünemeyecek kadar câhil ve alçaktır. İnsanlık ve kulluk derecesini kaybedip en aşağılara doğru alçaldıkça, ölçüsü ters olduğundan her şeyi tersten görüp değerlendirerek, kendini Firavunvârî ilâh ilân etmeye gider. İşte o yüzden heykeltıraşlık en büyük sanattır câhiliyye anlayışında. Allah'ın yarattığına benzer bir insan yaratılmış(!) olacaktır güya bu gülünç taklitten ibâret taş veya tunç yığınıyla. Câhiliyyeye göre, isterse sanatın zirvesi kabul edilsin, müslümanlar indinde putların ve putçuluğun sanat olma özelliği olmadığından, heykel; fânîleri putlaştırmak ve taş halinde dondurmaktan, ruhsuz, cansız, basit ve gülünç bir taklitten ibârettir. Küfür ve haramlarda güzellik aranmaz. Heykelin, Allah'ın yarattığı "ahsen-i takvîm"le karşılaştırıldığında, kaba ve çirkin bir oyuncak olduğu görülecektir. Bazı resimler ve özellikle somut heykel, yaratma istek ve iddiâsının ahmakça ürünüdür. Bir yönüyle, yaratıcılık iddiâsıyla sanatçının ilâhlığı, diğer yönüyle yaratık heykelin put olmasıyla ilâhlığı. Bir tarafta taş veya tunç parçası, diğer yanda kendisi de yaratık ve âciz sanatçı. Ve... bunlara ilâhlık pâyesi veren zavallılar...

 

Bilindiği gibi, tarihin çok eski dönemlerinden itibaren, önemli kabul edilen insanların öldükten sonra hatırlanıp yüceltilmesi, saygı duyulup tapınılması, putlaştırılmasının aracı olmuştur heykel. Tevhide toz kondurmak istemeyen müslümanlar, tarih boyunca heykelde hiç güzellik görememişler, onu sanattan saymadıkları gibi, ona tavır almışlardır. Yaratma konusuna gelince; müslümanın yaratma diye bir meselesi yoktur. Çünkü yaratmak, ancak Allah'a mahsustur.

 

Delinin biri, bir kuyuya taş atsa... Delidir, atabilir. Peki, akıllıların ne yapması gerekir? Akıllı geçinenler de o deliye uyarsa, seyredin siz gümbürtüyü. Delilere uyarsanız, sadece kuyuyu taşla doldurup su kaynağını kurutmakla kalmaz, daha ne delilikler yaparsınız. "Onların kalpleri vardı ama, onunla düşünmez, anlamazlar... İşte bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağıdırlar." (A'râf, 179). Haklarında böyle denilen delilere uyulursa, tımarhâne kaçkınlarının tamtamlarına, castık-custuk seslerine, yani müzik diye sunulan cızıklara sanat demekle kalınmayacak, şehevî duyguları azdırmaktan başka özelliği olmayan sahnelere, rollere veya eserlere de sanat ismi verilecektir. Hayvanların tepinmesine benzeyen eşek dansının bin bir çeşidi, sanat maskesi dışında bir takı ve giysiyi kabullenmeyecektir. Evet, bunlar halîfelikle taçlandırılmış olan insanlık onurundan ve tefekkür zevkinden uzaklaşanların sanat anlayışı olabilir. Tamam da, körü körüne taklit edip bunlara benzeyenlere, müslüman mahallesinde (gerçekten, müslüman mahallesi mi? Salyangoz satanlara, bunlara göz yumanlara ne demeli? Ne demeli, kim demeli, nasıl demeli?

 

İnsanî duygu ve düşüncelerin, estetik biçimde ve ruhu besleyecek tarzda dışa vurulması demek olan sanat, bugün daha çok hayvanî duyguların, hayvanî çıplaklığın, hayvanî böğürtülerin ve hayvanî tepinmelerin en bayağı şekliyle icrâ edilmesi olarak görülmekte. İlkel câhiliyye çıplaklık ve fuhşunu modernize ederek taklit edebildiği oranda kişi, büyük sanatçı olabilmekte. Herhangi bir yeteneğinin olmasına gerek yok; eğer fiziği yerinde ise genç kızın(!) orasını burasını cömertçe göstermesi, cıvıkça kahkahalar atması, dilimizin varmadığı buna benzer bir-iki şey yapması yetiyor yıldız, güneş, kraliçe vb. olmasına. Medyanın desteğini de mâlum yollarla aldımı, tamam!

 

Allah biraz ses, biraz fizik vermişse yeter. Kültür, eğitim, nota vb. müzik ve sanat için gerekli tüm şeyleri ne oranda bilmiyorsa o kadar kolay ses sanatçısı olur aday. Çünkü o oranda kullanılabilecek, eğlence dünyasının sömürü çarklarının önemli dişlisi haline gelecektir.

 

Ahlâk mı? Güldürmeyin beni (doğrusu, "ağlatacaksınız beni" olmalı). "Ahlâk", demokrasi darağacında özgürlük denilen cellât tarafından modern yaşam kanunlarına muhâlefet suçundan idam edileli hayli zaman oluyor batıda ve onun kör taklitçisi toplumlarda.

 

Bale ve dans gibi gösterilen ne kadar bayağı, erotik özellikler taşıyorsa o kadar makbul. Çılgınlıklar, özgürlük maskesi takmış, sınır ve ayıp tanımıyor.

 

Diğer sanat dalları bu kokuşmuşluktan elbette nasibini alıyor. Öyle ya, hangi asırda yaşıyoruz? Modern dünya, çağdaşlık, özgürlük, tabuları yıkma bu modern câhiliyyenin nassları.

 

Günümüzdeki mimarlık artık haklı olarak sanattan bile sayılmıyor, mimara sanatçı diyen çıkmıyor. Şiir, edebiyat gibi gerçek sanatlara bunca önemli(!) iş arasında ayıracak vakit mi kalıyor? Hem, onların modası çok oldu geçeli. Artık gençler romantik takılmıyor. Şimdi yeni moda sanatlar var. Neler mi? Neler değil ki?! O sanat, bu sanat; tuvale fırçayı karşıdan fırlat! Bu da mı sanat? Ooo, hem de modern sanat! Gel fırçanı sen de at!

 

Peki, öyleyse nedir sanat?

 

 

                            Sanata Müslümanca Bakabilmek

 

 

SANAT: ALLAH'I ARAMAK VE GÜZELİ KEŞFETMEK. "İnancın etkisinde olmayan hiçbir kavram yoktur" demiştik. Sanat da, seçilen bir hayat görüşü ve buna bağlı yaşantının, yani dinin değişik araçlarla güzel bir biçimde başkalarına ulaştırma yolundan başka bir şey değildir gerçekte. Ortada mutlaka bir din vardır ve sanatçı, bu dinin misyoneridir. Bu din ve dinin tanrısı, bazen bağlı bulunulan sanat anlayışı (akım-ekol), bazen sanatın kendisi (kutsal sanat dini), bazen de özgürce yaratmaya kalkışan sanatçının kendisi olmakta. Müslüman için sanat ise, dininin estetik tebliğinden ibârettir. Dininin; yani inancının, hayata bakışının, yaşayışının, yani herşeyinin.

 

Bazı sanatkâr müslümanlar sanatı Allah'ı aramak olarak tanımlamaya çalışmışlar. Meselâ bir şâirimiz şöyle der:

"Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış,

Mârifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış."

 

Evet, sanat Allah'ı aramak ve güzeli keşfetmektir. Aramak; aramak ama akıllıca. Leyla'yı arayan "Mecnun" gibi değil. Bulmak, keşfetmek güzeli, ama olgunca; Arshimet'in "evraka (buldum!)" diye hamamdan çılgınca fırlaması gibi değil. "Arayan belâsını da Mevlâsını da bulur." Ama nasıl ve nerede aranacağını bilmek lâzım. İşte bunu bilmek, sanatçı olmak demektir. Yalnız, unutmamak gerekir ki, mutlak güzellik, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, ele geçirilmesi mümkün olmayan, ele geçirildiği zaman da sanatın konusu olmaktan çıkan aşkınlıktır.

 

İslâm, doğruların ve güzelliğin kişisel olarak benimsenip yaşanmasını yeterli görmez. Onların başkalarına sunulması gerekir. Sadece sunmak da yetmez; güzellikler güzel bir şekilde takdim edilmelidir. Çok güzel, leziz yemeklerin pis mi pis bir aşçı ya da garson tarafından, suratımıza çarpılır gibi kaba davranışlarla sunulması ne ise, doğru ve güzelliğin sanatsız bir şekilde kaba ve yobazca sunulması da öyledir. Gerçek sanat ve güzellik unsurunu, gerçek dinden koparamayacağınız gibi, dini de sanat ve güzelliksiz düşünemezsiniz. Bu anlayış -hâşâ- dinin sanatla sentezi değil; hakiki sanat ve güzelliğin dinin içinde, ondan kopmaz bir özellik olduğu bilincidir. 

 

Müslüman, aklını ve duygularını teslim olduğu dininin, kendisine çizdiği oldukça geniş alanda ve Allah'ın dışındaki tüm kullukları reddeden bir özgürlükle kullanır. Rûhî gıda ile nefsin arzularını, meşrû irâde ile hevâ ve hevesi birbirine karıştırmaz. Müslüman, her şeye tevhid penceresinden bakar. Her şeyi Hakk'ın terazisiyle tartar. O, bir tevhid eri olduğundan, değer ölçüsü, her konuda ve her şeyde Allah'ın dışında tüm ilâhların reddiyle ilgilidir. Bütün dünya bir şeye "doğru" ve "güzel" dese bile o, "uydum kalabalığa" diyemez. "Uydum Kur'an'a" diyerek gerektiğinde tek başına tüm dünyaya ve çağa meydan okumaya hazırdır. Herkesin sanat ve güzellik dediklerini düşünmeden, inancına danışmadan kabullenemez.

 

Asıl anlamı, ilâh olarak Allah'ı birleme olan tevhid, aynı zamanda dış dünyamızda (büyük evren) ve iç dünyamızda (küçük evren) âhenk ve uyumu, nizam ve güzelliği görebilme işidir. Uyum, çoklukta birliktir. "Yaratılanı Yaratan'dan ötürü sevmek" için, cemâlullah'ın (Allah'ın güzellik sıfatının) yaratıklarda tecellîsini görebilmek gerekir. Bu, insanı imanın zirve noktalarından olan "Allah için sevme"ye ulaştıracaktır. Allah için seven, Allah tarafından sevilecektir. Bu kâmil insanın imanı ile beraber tefekkür, duygu, anlayış ve heyecanı da yüksel gösterecektir. Allah'ın sanatına hayranlık, insanı şükretmeye iter. Şükredilen zât, bu güzelliklere şükredene verdiği nimetlerini artırır. Artık o, Allah'ın nûruyla bakmaya başlar. Herkesin kolaylıkla göremediğini basîret ve ferâsetle görebilir, duyabilir, anlayabilir. İşte müslüman için ilham denilen şey budur. Müslüman sanatçı olabilmek için kapılar açılmıştır artık. Benzersiz İlâhî sanatın tecellîlerini seyreden müslüman, hayretin son aşaması olan vecd içinde yüzer. Kalbi haz ve zevkle dolar. Müslüman sanatçı, her şeyi Allah'ın yarattığını bildiğinden ve her şeyde Allah'ın hükmünün geçerli olduğunu görebildiğinden eşyalar arasındaki uyumu, nizamı anlar. Rûhu mutmain olur. Bu tatmin ve doygunluk içinde güzellikleri araştırır, keşfeder, yakalar. Aynı Yaratıcının aynı kanunlarına uyan çeşitli varlıkların "bir"de birleşip birlik oluşunu, yani uyumu görür, anlar. Yaratıklar arasındaki irtibatı, nizam ve âhengi keşfeder. İşte bu birliği yakalama tevhidin sanata yansımasıdır.

 

Batılı sanatçılarda tevhîdî anlayış olamayacağından, hep isyan, kargaşa, bunalım, nefret, aşırılık, anarşi, tatminsizlik, ifrat ve tefritler arasında gidip gelmeler vardır. Sözgelimi, klasik batı müziğindeki ânî iniş ve çıkışları, zikzakları hatırlayıverin. Bunalımın ve çırpınarak, başını oradan oraya çarparcasına bulamamanın getirdiği ıstıraplı bir arayış ve isyan vardır. Müslümanların sanatındaki benzer ritmi, olgunluk ve tatmini, huzuru bulamazsınız. Bu özelliği, batı müziğinin her şeklinde ve diğer sanat çeşitlerinin hemen hepsinde görebilirsiniz.

 

Evrende hiçbir varlık, kendi dışındakilerle, özellikle Rabbıyla bağlantısını koparmamaktadır. Varlıklar arasındaki bu uyum, tümünün tek yaratıcısının ve tek kanun koyucusunun olmasından ve varlıkların buna itaat (kulluk/ibâdet) etmesindendir. Varlık ve evren, tamamen düzen ve sistemden ibârettir. Evrenin en önemli ve en güzel parçası olan insan, İlâhî düzen ve sistemin dışına çıktığında, hem evrenle, hem fıtratıyla, tabiî hem de Rabbıyla bağlarını koparmış, tevhidi bırakıp şirk bataklığına düşmüş olacaktır. Kendi istek ve kaprisine uyan insan, İlâhî kanunlara harfiyyen itaat eden kâinatla bütünleşemeyecek, evrendeki İlâhî yasaya uymadığı için düzensiz, uyumsuz ve anarşist olacaktır. Anarşi ve düzensizlikte güzellik olamaz. Evrendeki vahdet ve tevhide eremeyen insan da güzellik vasfını kaybeder. Şirkin ve müşriğin çirkinliği ve pisliği bu yüzdendir (Tevbe, 28).

 

İslâm, başka sistemlerden, başka dinlerden ödünç kavramlar, esaslar ve kanunlar almaz. İslâm'ın her şeyi kendine hastır; eksiği, aksağı yoktur. Bugünse her şeyimiz yabancı. Ödünç kavramlarla konuşuyoruz. Bize âit olmayan aygıtlarla yaşıyor, hatta bunlarla İslâm'a hizmet(!) ediyoruz. Ödünç olmayan, bize âit olan mefhumlarımızın da içini câhiliyyenin doldurmasına fırsat veriyoruz. Bilelim ki, dine âit kelime ve kavramların tahrifi, cüz-küll ilişkisiyle dinin tahrifine sebep olur. Yahûdiler (ve yahûdileşenler) "kelimeleri, yerli yerinde söylenen kelimeleri sonradan tahrif ederler, başka anlamlarda kullanırlar." (Mâide, 41). Kur'an'da geçen sanat tâbirini (Bkz. Enbiyâ, 86; Neml, 88) Kur'an'da ifâde edildiği şekilde kullanmayıp, batılıların "art"a verdiği anlamı bu kelimeye aynısıyla yüklemek, tahriften başka bir şey değildir. Câhiliyye neye sanat diyorsa Kur'an'a rağmen sen de ona sanat diyeceksin, öyle mi? Öyle ise safını seçmiş olmuyor musun? Sanat denilen şeylerde tümüyle câhiliyyenin ölçüleri hükmedecek, müslüman da bunu kabullenecek, olmaz böyle şey!

 

Erotik şovlar, seksî danslar, nice çirkinlikleri yansıtan müzikler, kaba birer puttan ibâret heykeller, küfrün ve fuhşun hizmetinde filmler, tiyatro oyunları, baleler, daha bilmem neler... Hepsi hem de bugünkü halleriyle sanat, öyle mi? Bakın bu rezâlet taklit ve tâkipçilerine Rasûlullah (s.a.v.) ne diyor: "Siz, sizden öncekilerin yolunu adım adım, karış karış izleyeceksiniz. Eğer onlar bir keler/sürüngen deliğine girse, siz de gireceksiniz." Sahâbîler: "Ey Allah'ın Rasûlü, yahûdilerin ve hıristiyanların yolunu mu?" diye sordu. "Başka kim olacak?" buyurdu (Buhârî, İ'tisâm 14; Müslim, İlim 6; İbn Mâce, Fiten 17). "Onlardan biri kadınıyla/sevgilisiyle yolda zinâ edecek olsa, siz de onları taklit edeceksiniz!" (Câmiu's-Sağîr) Ve neticeyi de hüküm olarak veriyor: "Bzden başkasına benzeyenler, bizden değildir!" (Tirmizî, hadis no: 2696)

 

Müslümanca sanat için, öncelikle İslâm'ın çok iyi bilinmesi gerekir. Sadece helâl-haram ahkâmını bilmek de yeterli değil. Bütüncül bir anlayışla, dinin prensiplerini, bakış açısını, hayat görüşünü, hikmetlerini... bilmek, tefekkür ve tefakkuh kabiliyetini kazanmak, olay ve eserlere tevhîdî yorum getirebilmek de lâzımdır. Müslümanca sanat için, ikinci olarak sanatın teorisinin, bugünkü gelişmeler gözönüne alınarak tekrar yapılması gerekiyor. Hangi şeylerin, nasıl ve ne şekilde, hangi araçlarla, hangi düşünce ve niyetlerle, nerelere yansıtılması gerekir? Bunları dosdoğru bilip pratikte uygulayamayan kişi, nasıl müslümanca sanat ortaya koyabilir? Soyut heykel, resim, fotoğraf, müzik, film, tiyatro gibi sanat şûbeleri hakkında ictihâdî hükümler, tartışmaya ve şüpheye yer bırakmayacak nitelikte sanatçı-âlimler veya âlim-sanatçılarca ortaya konabilmelidir. İlm-i hal bilgileri farzdır. Yani, kişi hangi işle uğraşacak ve hangi hal üzere olacaksa o konudaki haramları, helâlleri, hükümleri... bilmek zorundadır. Ya sanatla uğraşmayacaksın, ya da ahkâmını tümüyle bilecek, kaynaklardan ortaya çıkaracaksın. "Bunlar ictihâdı gerektirir, bense müctehid değilim" deyip görev ve sorumluluktan kaçmak, aynı zamanda yaşanılan hayatla din arasında kopan bağa seyirci kalmaktır. "Ben fetvâsını aldım" demek de kendini kandırmaktır. Fetvâ makamı mı var ki, geçerli fetvâsını almış olasın, fetvâsı geçerli olsun? Sonra, hangi konuda nasıl fetvâ istiyorsan, istediğin fetvâyı verecek modern molla bolluğunda, fetvâyı merciinden bile alsan, kalbine, inancına danışman gerekmez mi?

 

"Üzümünü ye, bağını sorma!" anlayışı, materyalist felsefenin sonucudur. Haramdan kaçınmak için bağını sorup öğrenmediğin üzümü yememek, haramlığına dâir bir şüphe varsa sakınmak, müslümana yakışan takvâdır. Sanatçı gönül eri olduğundan, Allah'ın sanatına hayran bir rûha sahip bulunduğundan, takvâ herkesten önce ona yakışacaktır, güzel bir elbise gibi. "Ey âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise, o, hepsinden daha hayırlıdır." (A'râf, 26)