İMAM EBÛ YUSUF'UN ZEKÂT
KAÇIRMASI NE İŞİMİZE YARAR?
KİTAP DERGİSİ - Ağustos-Eylül 1996
Bu yazı bundan 10 günü aşkın bir süre önce kaleme alınmış ve Yeni Şafak'ın Ankara bürosuna bizzat tarafımdan ulaştırılmıştı.[1] Güncel bir olayla ilişkisi dolayısıyla o günlerde yayımlanması, maksadı hasıl etmesi bakımından önemliydi.
Ancak ne yazık ki 8 Temmuz tarihine kadar yayımlanma şansı bulamayan bu yazının akıbeti hakkında net her hangi bir bilgiye de ulaşamadım. Ankara bürosunu birkaç kere aramama ve onların da İstanbul ile defalarca görüştüklerini ifade etmelerine rağmen yazının şu ana kadar niçin yayımlanmadığı konusunda tatminkâr bir gerekçe gösterilmedi. Daha sonra bizzat kendim İstanbul'u aradım. Yazının güncelliği dolayısıyla fazla zaman geçirilmeden yayımlanması gerektiğini söyledim. Ama cevap olarak –yazının güncelliği falan gözetilmeksizin– sadece ellerinde çok yazı bulunduğu ve sıramızı beklememiz gerektiği söylendi!
Şafak'ın, kendisinden bekleneni yerine getirmekte ve kendi kendisine yüklediği misyonu taşımakta zaman zaman bu türlü zaaflar gösterdiğini görmekteyiz. Zaaf insana ilişkindir; ama tavır ve tarzıyla "ben diğerlerinden çok farklıyım" diyen bir gazetenin bu türlü olumsuzlukları "sık sık" sergilemek[2] gibi bir lüksü olamaz.
Korumaya çalıştığı seviye dolayısıyla Şafak'ın her şeyden önce "tahammüllü" olduğunu göstermesi gerekir. Biz bu gazetenin sayfalarında "İslam Gerçeği"ne dizilen övgüleri de okuduk, Garaudy gibi kimselerin sapmalarına tolerans telkin eden yazıları da müşahede ettik. Yoksa Şafak da okuyucularına promosyon olarak "at gözlüğü" dağıtmayı mı düşünüyor?
Bundan yıllar önce "İslamî" bir dergiye gönderdiğim bir yazının, "İmamet-i Kübra" ile ilgili hadisler içeren kısmının tamamen sansürlendiğini acı acı gülerek müşahede etmiştim. Aynı tavrı –söz gelimi– "bizim kesim"den olmayan birisinin göndereceği bir yazıya da gösterir miyiz? Kuşkusuz hayır. Çünkü başkaları söz konusu olduğunda hoşgörü, tahammül, çoğulculuk, düşünceye saygı vs. şiarımız oluverir. Peki bunu kendi içimizde, "bizimkiler"e niçin gösteremeyiz?..
Meselenin Mahiyeti
22-23 Haziran günlerinde Ankara'da Hak-İş'in ev sahipliğinde Türkiye Gönüllü Kültür Teşekkülleri 6. İstişare Toplantısı yapıldı. "Türkiye'yi Yeniden Düşünmek" başlığı altında çeşitli konuların dile getirildiği bir sempozyum halinde tertip edilen bu toplantıda ilk gün Modernleşme konusu ele alındı.
Bu yazının esas konusunu, mezkûr toplantının değerlendirilmesi değil, orada dile getirilen bir hususun açıklığa kavuşturulması oluşturuyor.
Sempozyumun ilk günü ele alınan konuda Prof. Dr. Mehmet Aydın'ın Modernleşme'yi savunan, içerikli bir tebliğini dinledik. Bu tebliğin müzakerecisi olarak oturumda bulunan Yeni Şafak yazarlarından Ömer Çelik de konuşmasında bu tebliği kayda değer argümanlarla tartıştı ve önemli bulduğum karşıt görüşler serdetti.
Ağırlıklı olarak kuramsal düzeyde sürdürdüğü konuşmasının bir yerinde Çelik, İmam Ebû Yusuf'un, zekât vermemek için her sene sonunda malını karısına hibe ettiğini, onun da zekât zamanı geldiğinde bu malı tekrar kocasına devrettiğini söyledi. Bu, açıkça İmam Ebû Yusuf'un, zekâttan kaçmak için bulduğu bir "hile"yi ifade etmekteydi.
Biraz önce de belirttiğim gibi Çelik, konuşmasında oldukça önemli şeyler söylemesine karşın, sözleri kuramsal/felsefi ağırlık taşıdığı için, dile getirdiği hususlar arasında zihinlerde yer edici somut enstantene niteliği taşıyan buna benzer noktalar –en azından benim için– oldukça azdı.
Bu sebeple de mesela benim zihnimde o konuşmayla ilgili olarak iz bırakan birkaç noktadan biri de İmam Ebû Yusuf'la ilgili bu iddia oldu. Bunu, Çelik'in konuşmasının bir bütün olarak değerlendirmesini yapmak maksadıyla söylemiyorum. Amacım o konuşmayı analiz etmek değil. Ben burada, daha önce de başkaları tarafından dile getirilmiş olan bu zekât meselesini kısaca irdelemek istiyorum...
Çelik konuşmasını bitirdikten sonra kendisine konu hakkında yapacağım kısa bir tahkikin gazetede yayımlanmasının isabetli olacağını söyledim. Çünkü o konuşma esnasında orada bulunanların en azından bir kısmına belki böylece konuyu değişik boyutlarıyla değerlendirme noktasında bir ufuk açılmış olabilecekti.
Bana göre bu bir sorumluluktur ve bu noktada yanlış düşüncelere sevk edilmiş insanların bu yanlışı şu veya bu şekilde devam ettirmelerinde Ömer Çelik'in sorumluluk payı büyüktür. Zira o konuşmayı dinleyen insanların bir çoğu, belki de kafalarında oluştuğu muhakkak olan bu sorunun cevabını hayat boyu bulamayacak ve Ebû Yusuf gibi bir müçtehit imam hakkında, duydukları bu iddiadan dolayı hep menfi kanaatler besleyecek, hatta bunu başkalarına da aktararak, hiç de haklı olmayan bir su-i zannın yayılmasına sebebiyet verecekler. Çelik'in o insanları teker teker bulup doğruyu kendilerine aktarması da mümkün değil. Bu teklifimi büyük bir açık yüreklilikle kabul eden Çelik'e burada şükranlarımı sunuyorum.
Ancak ben bu yazıyı Şafak'a teslim ederken ve daha sonraki günlerde gazetenin Ankara bürosunu defalarca aramama rağmen Çelik ile görüşme imkânı da bulamadım. Bu sebeple, bu yazının Şafak'ta uğradığı azizlik ile Çelik'in bir ilgisi yoktur.[3]
Hîle-i Şer'iyye Meselesi
İmam Ebû Yusuf'un zekât konusunda başvurduğu söylenen bu yöntem, akla hemen "Hîle-i Şer'iyye" meselesini getirmektedir.
Gerçi konu fıkıh kaynaklarında enine boyuna tartışılmıştır. Ancak yine de burada şu kadarını belirtelim ki Şer'î (meşru) hîle, Türkçe'de kullanıldığı anlamıyla "aldatmak, kandırmak için yapılan düzen, dolap, oyun, desise, entrika, kurnazlık" anlamında değildir. Şer'î hîle, insanın, kendisini sıkıntıya/darlığa düşüren bir durumla karşılaştığında, bu sıkıntıdan "herhangi bir hakkı iptal ve batılı ihkak etmeksizin ve Şer'î nasslarla çatışmaksızın" kurtulabilmesi için düşünülen ince tedbirler ve çıkış yollarıdır ve bu anlamıyla hîle, Şâri' tarafından teşvik edilmiş, ümmetin selefi tarafından da uygulanmış bir yöntemdir.[4] Hîle-i Şer'iyye'nin makbuliyeti için esas olan, kişinin haram işlemekten kurtulması veya helale ulaşması için düşünülmüş bir tedbir olmasıdır. Aksinin meydana gelmesine yol açan hîleler ise gayr-i makbuldür, çirkindir ve büyük günahtır.[5]
Herhangi bir hakkın gasbına yol açan ve Şer'î nasslarla çelişen/çatışan hîleler ancak kalbinde hastalık bulunan ve dinî hassasiyet sahibi olmayan kimseler tarafından aranır, uygulanır. Çünkü bu türlü hîlelere başvurmak, Allah'ın diniyle oynamak demektir. Bunun hoş görülecek tarafı olamaz.
İmam Ebû Yusuf ve Zekât Meselesi
İmam Ebû Yusuf'un mezkûr hîleye başvurduğunun zikredildiği kaynak yalnızca İmam el-Gazzâlî'nin "el-İhyâ"sı[6] değil. el-Karadâvî'nin belirttiğine göre İbn Teymiyye, "el-Kavâ'idu'n-Nûrâniyye"sinde İmam Ebû Hanîfe'nin de, kişinin, zekât vermesinin vacip olmadığını göstermek için çare aramasını caiz gördüğünü zikretmiş ve şöyle demiştir: "Bunun mekruh olup olmadığında Ebû Hanîfe'nin ashabı ihtilaf etmiştir. İmam Muhammed mekruh saydığı halde Ebû Yusuf mekruh kabul etmemiştir."[7]
Ancak burada bir noktaya dikkat etmek gerekir. İmam el-Gazzâlî'nin söylediği, İmam Ebû Yusuf'un bizzat yaptığı bir ameli ifade etmekteyken, bu konudaki diğer nakiller onun "amelini" değil "fetvasını" yansıtmaktadır.
İmam el-Gazzâlî, özellikle gençlik yıllarında, hocası İmâmu'l-Harameyn'in etkisinde kalarak Hanefî mezhebi imamları aleyhinde bulunmuşken, daha sonraları –özellikle "el-İhyâ"yı telif ettiği dönemde– bu tutumunu değiştirmiştir.[8] Ne ki, eski görüşünün izlerini bu dönemde de tamamen silebilmiş olduğunu söylemek, görüldüğü gibi mümkün değildir.
Burada altı çizilmesi gereken bir diğer husus da şudur: İmam el-Gazzâlî bu konuyu, "Hikâye edildiğine göre..." diyerek vermektedir. Ehlince malumdur ki nakilde "Hikâye edildiğine göre, denmiştir ki, söylendiğine göre, rivayet edilmiştir ki..." tarzında kullanılan "temrîz" sigaları, bizzat o nakli yapanın dahi, yaptığı naklin sıhhatinden tam emin olmadığını gösterir.
Gerek İmam Ebû Hanîfe'nin, gerekse seçkin öğrencisi İmam Ebû Yusuf'un böyle bir hîleyi tecviz ettiğini gösteren, senediyle nakledilmiş bir rivayete ben şahsen rastlayabilmiş değilim.
Şu ana kadar benim bu konuda Hanefî mezhebi kitaplarında bulabildiğim en eski nakil es-Serahsî'ye aittir. O şöyle demektedir: "... Zekâtın vücubuna engel olmak için başvurulan hîle de bu ihtilaflı konulardandır. Ebû Yusuf (rh.a) "el-Emâlî de buna şöyle istidlal etmiştir: "Bir kimsenin ikiyüz dirhemi olsa ve havl'den (bu paraya sahip olduğu andan itibaren bir yıl geçmesinden) bir gün önce bu paranın bir dirhemini tasadduk etse bunun mekruh olduğu söylenebilir mi? Bu bir dirhemi sadaka olarak vermesi, havl tamam olduğunda elindeki miktara –nisabı doldurmadığından– zekât terettüp etmemesi içindir. Bunun mekruh olduğunu veya o kişinin günahkâr olduğunu söyleyen kimse yoktur..."[9] Hanefî mezhebinin diğer kitaplarına da bu konu muhtemelen buradan geçmiştir.
Muhammed Ebû Zehra, "el-Emâlî nin İmam Ebû Yusuf'a aidiyetine şüphe ile bakmakta ve şöyle demektedir: "Ben "el-Emâlî"nin Ebû Yusuf'tan rivayetinde mütereddidim, onu kabul edemem. "el-Emâlî" zahirurrivaye kuvvetinde değildir.[10] (...)
"Ebû Yusuf'un, bir ibadetin vücubuna mani olmak için hile yapacağını biz çok uzak buluyoruz."[11]
"el-Emâlî" günümüze ulaşmadığı için konuyu bu eserden tahkik etme şansımız ne yazık ki yok. Ebû Zehra'nın yaklaşımı da yabana atılacak bir husus değil. Ancak Ebû Zehra'dan önce "el-Emâlî"nin İmam Ebû Yusuf'a nisbeti ve dolayısıyla bu eserin güvenilirliği konusunda şüphe izhar eden başka birinin mevcudiyeti de araştırmaya değer bir husus.
Tekrar edelim, Şemsüleimme es-Serahsî'nin söyledikleri, İmam Ebû Yusuf'un bizzat yaptığı bir uygulamayı değil, bu konudaki bir fetvasını ifadeye koymaktadır ve burada söylediklerimiz, el-Gazzâlî'nin ileri sürdüğü hususa ilişkin olmayıp –çünkü böyle bir uygulamayı ne Hanefî mezhebinin kaynaklarında, ne de başka herhangi bir yerde bulamıyoruz– söz konusu fetva hakkındadır.
Ayrıca yine Ebû Zehra, adı geçen eserinde, yukarıdaki sözleri meyanında "Ebû Hanîfe'den, zekâtın vücubunu ve şuf'a hakkını iskat için bir hîle naklolunmuş değildir" der.
Keza İmam Ebû Yusuf'a nisbet edilen[12] ve meşhur oryantalist Joseph Schacht tarafından İmam Muhammed'e ait gösterilerek neşredilen "el-Mehâric fi'l-Hiyel" adlı eserde de[13] bu konuyla ilgili herhangi bir bilgiye rastlamıyoruz.
İşin ilginç tarafı aynı İmam Ebû Yusuf, "Kitâbu'l-Harâc"ında –ki bu eserin ona aidiyetinde herhangi bir şüphe yoktur– şöyle der: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimsenin zekâtı men etmesi (zekâta engel olması), üzerine düşen zekât borcunu iptal etmek için malını bölüp –hiç birisine zekât düşmeyecek şekilde– koyun, deve ve sığır gibi mallarını başkalarına dağıtması ve zekât borcunu iptal etmek için (buna benzer) herhangi bir hîleye ve sebebe başvurması helal değildir."[14]
Bu ifade –es-Serahsî'den veya başkalarından aktarılanların aksine– İmam Ebû Yusuf'un bizzat kendisine aittir ve bu imamın konu hakkındaki kanaatini yansıtmak bakımından herhangi bir şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde açık ve bir o kadar da ağırdır.
Bütün bunlara rağmen bir an için İmam Ebû Yusuf'un, es-Serahsî tarafından nakledilen fetvayı verdiğini[15] ve bu görüşte olduğunu farz etsek bile, meseleyi geniş bir perspektiften ele alacak olursak değişik bir boyutla daha karşılaşırız. Şöyle ki;
1- Zekât ın, vacip olduğu anda hemen (fevren) ödenmesi gerekli midir, yoksa tehiri caiz midir, sorusu bu noktada önemlidir.
Şemsüleimme el-Kerderî'nin belirttiğine göre İmam Ebû Hanîfe'den zekâtın tehiri konusunda herhangi bir şey nakledilmiş değildir.[16] Ancak el-Kâsânî, Muhammed b. Şucâ' es-Selcî'nin, "Hanefî mezhebinin üç imamından naklettiğine göre zekâtın hemen verilmesi gerekli değildir; en münasip vakitte ödenmesi söz konusudur" dediğini nakletmektedir.[17]
Zekâtın vücubu, Kur'an'da birçok yerde geçen "Zekâtı verin" emr-i ilahisinden çıkarılmaktadır. Burada herhangi bir zaman kaydı bulunmamaktadır ve ayetin ifadesi mutlaktır; zekâtını ne zaman vereceğinin tayini mükellefe bırakılmıştır. Mükellef zekâtını vereceği vakti dilediği gibi tayin eder. Ancak galip zannı ile zekât verme fırsatını kaçıracağı kanaatine varırsa o takdirde zaman kaybetmemelidir. Çünkü zekâtın hemen verilmesi gerektiğini söylemek, ayetin mutlak ifadesinin bir nevi neshi anlamına gelir.
Dolayısıyla kişi, zekât borcunu ömrünün sonuna kadar bile tehir etse, ömrünün sonunda bunu ödemesi veya terikesinin üçte birinden alınarak ödenmesini vasiyet etmesi gerekir. Zira kişinin sahip olduğu malın üzerine zekât terettüp eden kısmı, o kişinin elinde bir emanet sayılır ve bu haliyle vedîa'ya benzer. Hatta kişi, zekât toplamakla görevli memura zekâtını vermekten imtina etse ve daha sonra malının nisabı helak olsa, ya da kendisi vefat etse, üzerine düşen zekât borcunun tazmin edilmesi gerekir.[18]
Zekâtın havl müddetinin sonunda hemen verilmesi gerektiğini söyleyenlerin[19] görüşü esas alınacak olursa, zekâtını hemen vermeyip veya veremeyip de bir miktar ertelemek zorunda kalan insanların tümünün fasık olarak kabul edilmesi gerekir.
2- Zekâtın farz kılınmasındaki maksadın tayini konusundaki yaklaşımlar da burada önem arz etmektedir. Zira "zekâttan maksat malın temizlenmesidir" diyenlere göre –ki "Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin ve tezkiye edeceğin bir sadaka al" (9/et-Tevbe, 103) ayeti de zekâtın maksadının bu olduğunu beyan etmektedir– kişi bu temizlemeyi, kendisi için en münasip gördüğü zamanda yapabilir. Zekâtın farz kılınmasının sebebinin, verdiği maldan dolayı Yüce Allah (c.c)'a şükür olduğunu söyleyenler de benzeri bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Zira "zekât" kelimesi "mal"a izafe edilerek "zekâtu'l-mal" denmiştir ki bu türlü bir izafette sebebiyet söz konusudur. Salâtu'z-Zuhr, Savmu'ş-Şehr, Haccu'l-Beyt tamlamalarında da aynı durum bahis konusudur.[20] Bu yaklaşımda özellikle ticaret erbabı için bir genişlik söz konusudur. İmam Ebû Yusuf'un "el-Emâlî"sinden es-Serahsî tarafından yapılan nakil de bu doğrultuda değerlendirilmelidir.
Zekâttan maksadın zenginlerle fakirler arasında belli bir dengenin kurulması olduğunu söyleyenlerin bu yaklaşımı da –ki bu durumda zekâtı geciktirilen mal, malikinin elinde olduğu halde mağsûb (gasbedilmiş) durumuna düşecektir– yukarıdaki görüşe engel değildir. Zira onların bu yaklaşımının doğru olduğu kabul edilse bile, zekâtın, havl süresi dolduktan hemen sonra mevcut olan fakire verilmesi gerektiği söylenemez. Ne zaman ödenirse ödensin zekât verildiği anda fakirin ihtiyacı giderilmiş olur.
Zekâtın, zenginle fakir arasında belli bir dengenin kurulması için farz kılındığı görüşünün doğru olduğunu kabul etmemizi engelleyen bir diğer husus da şudur: Bilindiği gibi borç ve hediye de aynı maksadı gerçekleştirdiği halde Hz. Peygamber (s.a.v)'in borç ve hediye kabul etmesi caiz iken zekât, fıtır sadakası ve tatavvu kabul etmesi caiz değildir.
Ayrıca burada dikkate alınması gereken bir diğer önemli nokta da, (Hanefî mezhebine göre) çocuk ve delinin malına zekâtın vacip olmamasıdır. Bu da zekâtın bir denge unsuru olarak değil de, bir temizleme vasıtası olarak farz kılındığını gösterir.[21]
3- "Zekât bir taat ise, bu taatten (hangi gerekçeyle olursa olsun) kaçınmak için başvurulan her çare "ma'siyet" midir?" sorusunun cevabı da burada oldukça önemlidir. Hemen belirtelim ki, taatten, sırf "taat" olduğu için kaçınmak günahtır, ma'siyettir.
Ancak burada başka bir gerekçe söz konusu ise ona bakmak gerekir. Buna göre zekâttan kaçınmanın aşağıdaki gibi birkaç sebebi olabilir:
A- Kişi esas olarak zekât vermeyi istemez, zekâta karşıdır ve zekâtı kendisi için bir haksızlık olarak görebilir. Ancak bir müslümanın böyle düşünebileceğini söylemek mümkün değildir.
B- Aşırı mal sevgisi sebebiyle zekât vermek kişinin nefsine ağır gelebilir. Böyle bir kişinin, sırf bu saikle zekâttan kaçınması çirkin bir harekettir, günahtır.
C- Kişi, (belli bir olaya mahsus olmak üzere) zekât verdiği takdirde, bunun, ticarî-malî hayatına ve maişetine bir halel getirmesi söz konusudur. Bu sebeple, söz konusu halelden sakınmak amacıyla üzerine zekât terettüp etmemesi için (yukarıda zikredilen türden) bir hîleye başvurur. Bu, çirkin bir davranış değildir.
D- Kişi, üzerine (havl müddetinin dolmasıyla) terettüp edecek zekât hakkını yerine getiremeyeceğinden endişe eder ve bu kanaatte olursa, zekât borcunu yerine getirmemesi dolayısıyla günaha düşmekten korktuğu için, kendisine zekât vacip olmasın diye böyle bir hîleye başvurur. Bu, kabul edilebilir bir davranıştır.
E- Burada kişinin, özel bir amacı yoktur. Kişiyi böyle davranmaya sevk eden husus, Allah Teala'nın, kendisine henüz (havl süresi dolmadığı için) zekâtı farz kılmadığı veya kendisine, malına zekât terettüp edinceye kadar malını muhafaza etmesini farz kılmadığı düşüncesi olabilir. Böyle bir durumda söz konusu hîleye başvurması mübahtır.[22]
et-Tehânevî (Tanevî)'den, bazı küçük tasarruflarla naklettiğimiz bu cevaplar da konu hakkında tamamlayıcı bir açıklama olarak kabul edilebilir.
Netice
İbnu'l-Kayyım, "İ'lâmu'l-Muvakkı'în"de der ki: "Bu hîlelerin herhangi bir imama nisbeti caiz değildir. Zira bu, onun imamlık sıfatını yaralayıcı bir durumdur. Aynı şekilde bu, imam olarak kabul edilmesi doğru olmayan birisini imam olarak kabul ettiği için bütün ümmeti de yaralayıcı bir husustur. Böyle bir şey ise caiz değildir.
"Bu imamlardan birisinden, haram olduğu üzerinde icma edilmiş bulunan bu türlü hîlelerden birisinin hikâye edildiği farz edilse bile, ya bu hikâye batıldır; ya da söz konusu hîleyi hikâye eden kişi, o imamın o konuda söylediği sözleri tam olarak belleyememiş ve o fetvaya tam olarak nüfuz edememiştir. (...) Böyle bir fetvanın o imamdan bir dönemde sadır olduğu farz edilse bile, o bu fetvasından kesinlikle rücu etmiş olmalıdır.
"Şayet konu bu şekilde değerlendirilmeyecek olursa, hem o imam, hem de onun imam olarak kabul eden müslümanlar bundan yara almış olacaklardır ki bunların her ikisi de caiz değildir. (...)
"İmamlar Allah'ı, Resulünü ve O'nun dinini daha iyi bilirler ve böylesi hîlelerle fetva vermeyecek derecede Allah'tan ittika ederler..."[23]
Şu halde bu mesele hakkında kalbin itmi'nan bulduğu açıklama özetle şu olmalıdır: İmam Ebû Yusuf'un söz konusu görüşte olduğu, kesin bir biçimde sübut bulmamıştır. Zira onun bizzat kendisinden güvenilir bir tarikle yapılan herhangi bir nakilden veya elimize ulaşan teliflerinden böyle bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Aksine onun kaleminden çıktığında şüphe bulunmayan "Kitâbu'l-Harâc"daki ifadesi, kendisinden bu görüşün nakledilmesini ya da bu görüşün ona ait gösterilmesini engellemektedir. Alettenezzül ondan bu görüşün sadır olduğunu kabul etsek bile, "Kitâbu'l-Harâc"daki tutumu, bu görüşten rücu ettiğini gösterir.
Burada dikkat çeken bir nokta da şudur: Özellikle Hanefî mezhebi imamları hakkında bin dereden su getirerek ve kuvvetli-zayıf demeden her rivayeti vesile edinerek olmadık sözler söyleyen ed-Dârekutnî, İbn Adiy, el-Ukaylî, el-Hatîbu'l-Bağdâdî, İbn Hibbân gibi ulemanın eserlerinde bu konu hakkında en ufak bir nakle rastlamamaktayız. Hanefî mezhebi imamları aleyhine bulabildikleri en değersiz rivayetleri bile onların kadrini küçültmek için kullanmaktan çekinmeyen bu ve benzeri alimlerin böyle bir fırsatı değerlendirmemiş olmaları, üzerinde düşünmeye değer bir husustur. Doğrusunu Allah bilir.
-------------------------------------------------------------------------------- DİPNOTLAR
[1] Bu yazı "Kitap Dergisi"sinde yayımlandıktan sonra "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi"nin II. cildine (6 numaralı yazı) alınmıştır.
[2] Bu sadece benim kanaatim değil.
[3] Bu yazı esasen Yeni Şafak gazetesine gönderilmişti. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi, anlayamadığım bir sebeple orada neşredilmeyince "Kitap Dergisi"ne gönderildi ve orada neşredildi.
[4] Zâhid el-Kevserî, "Hüsnü't-Tekâdî", 67.
Hîle konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. es-Serahsî, "el-Mebsût", XXX, 209 vd.; İbnu'l-Kayyım, "İ'lâmu'l-Muvakkı'în", III, 171 vd.; et-Tehânevî (Tanevî), "Ahkâmu'l-Kur'ân", IV, 52 vd.; Muhammed Ebû Zehra, "Ebû Hanîfe", 449 vd.
[5] es-Serahsî, XXX, 210.
[6] el-Gazzâlî, "el-İhyâ", I, 54. Burada konuyla ilgili rivayetin devamında İmam Ebû Yusuf'un bu davranışı kendisine aktarılan İmam Ebû Hanîfe'nin de, "Bu onun fıkhındandır" dediği zikredilmektedir.
[7] Yusuf el-Karadâvî, "İslam Hukukunda Zekât", II, 343.
İbn Teymiyye'nin mezkûr eserini elde edemediğim için konuyu oradan tahkik edemedim. Bununla birlikte, İbn Teymiyye'nin "Mecmûu'l-Fetâvâ"sındaki (XXV, 44) şu ifade, yukarıdaki nakli tam anlamıyla doğrulamaktadır: "(Ebû Hanîfe) zekâtı iskat için hîleye baş vurulmasını tecviz etmiş, arkadaşları ise bunun mekruh olup olmadığı konusunda farklı görüşler benimsemiştir. Muhammed bunun mekruh olduğunu söylerken, Ebû Yusuf bunu mekruh görmemiştir."
[8] el-Kevserî, "İhkâku'l-Hakk", 2. (dpnt.)
[9] es-Serahsî, XXX, 240.
[10] Hanefî mezhebinde zâhirurrivâye diye meşhur olan eserler, İmam Muhammed'den mevsuk kimseler kanalıyla gelmiş olan şu 6 kitaptır: "el-Mebsut", "ez-Ziyâdât", "el-Câmiu's-Sağîr", "el-Câmiu'l-Kebîr", "es-Siyeru's-Sağîr", "es-Siyeru'l-Kebîr."
İmam Muhammed'in bunlar dışında kalan –"el-Âsâr"ı hariç– diğer eserleri ise "nevâdir" olarak nitelendirilen ve gayri zâhirurrivâye olan eserlerdir. Bunların İmam Muhammed'e ulaşan senetleri diğerleri kadar kuvvetli değildir.
[11] Ebû Zehra, "Ebû Hanîfe", 433. (ayrıca dpnt.)
[12] el-Kevserî, "Hüsnü't-Tekâdî", 33.
[13] Mektebetu's-Sekâfeti'd-Dîniyye, Leipzig-1930 baskısının tıpkıbasımı.
el-Kevserî, İmam Muhammed b. el-Hasan'ın "Kitâbu'l-Hiyel" diye bir eseri bulunmadığını söyleyen –ve İmam Muhammed'in kitaplarının ravisi olan Ebû Süleyman el-Cüzcânî'nin bu kanaati ile, onun böyle bir kitabı bulunduğunu belirten Ebû Hafs el-Kebîr Ahmed b. Hafs el-Buhârî'nin bu görüşü arasında bir çelişki bulunmadığını söyler. el-Kevserî'ye göre, el-Cüzcânî'nin kasdettiği, Şer'î nasslar ve makasıd ile açıkça çatışma halinde olan gayri meşru hîleler ihtiva eden bir kitap iken, Ebû Hafs el-Kebîr'in kasdettiği, meşru sınırlar çerçevesinde kalan ve makbul çareler ihtiva eden bir kitaptır. (Bkz. "Hüsnü't-Tekâdî", 70-1.)
[14] Ebû Yusuf, "Kitâbu'l-Harâc", 80.
[15] Bu makale neşredildikten sonra konu hakkında sürdürdüğümüz araştırmalar neticesinde, İmam Muhammed b. el-Hasan'ın "el-Mubsût" da denen "Kitâbu'l-Asl"ında (II, 15) aynı doğrultuda ifadelere rastladık. Ancak orada zikredilen görüşler Ebû Yusuf'a nisbet edilmemektedir.
[16] el-Kevserî, "İhkâku'l-Hakk", 44.
[17] el-Kâsânî, "Bedâiu's-Sanâi’", II, 811.
[18] el-Kevserî, a.g.e., 44,
[19] İmam eş-Şâfi'î ve daha başkaları bu görüştedir.
[20] el-Kâsânî, II, 812.
[21] el-Kevserî, a.g.e., aynı yer.
[22] et-Tehânevî (Tanevî), "İ'lâu's-Sünen", XVIII, 425-6.
[23] İbnu'l-Kayyım, III, 190-1.
|