O ZİHNİYET
KİTAP DERGİSİ - Nisan 1987
Hatırlanacağı üzere Kitap Dergisi’nin Kasım 1986 sayısında “Fıkhu’s Sünne Üzerine” başlıklı bir yazımız yayınlanmıştı. Hemen akabinde Aralık 1986 sayısında bu yazıyı eleştiren iki yazı okuduk. O zamanki durumumuz el vermediğinden, (yeni asker olmuştuk ) bu yazılara hemen değil de ilk fırsatta cevap vereceğimizi Kitap Dergisi’ne bildirmiştik. Nihayet, konu, Mart 1987 sayısında sayın Harun Ünal’ın “Hz. Muaz Hadisi üzerine” başlıklı yazısı ile yeniden gündeme geldi. Bunun üzerine (biraz sıkışarak da olsa ) bu yazıyı yetiştirme gereği hasıl oldu...
Öncelikle şunu belirtelim ki, yazımızın eleştirilmesi beklemediğimiz bir husus değildi. Ancak anlamadığımız bir husus var: Bu ümmetin benimseyip bağlandığı konular ve kişiler hakkında eleştirel yaklaşmayı adeta bir gereklilik olarak telakki edenler, aynı şekilde bizim bazı konu ve kişileri eleştiriye tabi tutmamıza neden tahammül gösterememektedirler?...Bir başka deyişle “her topluluk, imamının görüşünü neredeyse Allah’ın (c.c) sözü mertebesine çıkarmak gibi bir duruma düştü.” sözüne ses çıkarmayan bir zihniyetin bu sözün sahibinin bazı değerlendirmelerinin eleştirilmesine dayanamayışı düşündürücüdür...
Gelelim sadede ve Aralık 1986 sayısında yer alan Abdurrahman A. Emiroğlu ve Mustafa Yılmazoğlu imzalarını taşıyan yazıları sırasıyla ele alalım:
Sayın Emiroğlu’nun, giriş kısmında ve diğer bölümlerde şahsımıza karşı kullandığı ifadeleri kendisinin kişiliğine ve eleştiri anlayışına verdiğimiz için üzerinde durmayacağız.
Bu değerli eleştirmen (!) nereden çıkardıysa, bizim, eserin yayıncılarını bazı şeylere suçladığımız gibi bir kanaate varmış. Şunu belirtelim ki, bizim böyle bir niyetimiz yok. Söz konusu yazımız, tamamıyla “Fıkhu’s Sünne” başlıklı tanıtım yazısında yer alan, müellif Seyyid Sabık’ın Taklid ve diğer konulardaki düşüncelerini eleştirmek amacıyla kaleme alınmıştı. Yoksa dediğimiz gibi, bizim yayıncılarla her hangi bir meselemiz yok.
Sayın Emiroğlu’nun kime ait olduğunu merak ettiği “Ebu Hanife’nin dini, Ehl-i Sünnet dini vb.” ifadelere gelince; bunu bilmek için, kendilerine yere inmelerini, toprağa ayak basmalarını tavsiye ederiz. Çünkü ancak böylelikle bu ülkede neler olup bittiğini, radikal (!) bir tavırla yetişen gençliğin (özellikle üniversite gençliğinin) ne türlü sebeplerle hangi sonuçlara ulaştığının anlaşılması mümkündür. (Tabi bununla gençliğin tümünü kastetmediğimizi belirtmeye gerek yok.)
Halkın, müçtehit imamların içtihatlarıyla mı, yoksa onların gösterdikleri delillerle mi amel etmesi gerektiği konusuna gelince; bu konuda İmam-ı Gazali (Rh.A) şöyle diyor: “Avam için taklitten başka yol yoktur. Bunun en büyük delili Sahabe-i Kiram’ın icmaıdır. Çünkü Sahabe-i Kiram avama fetva verirken “Siz de müçtehit derecesine varmak için gayret sarf edin” diye emir buyurmamışlardır.
Yine bu konuda Şah Veliyyulah Dehlevi (rh.a) de şöyle demektedir: (İbn-i Hazm’ın taklidin caiz olmadığı yolundaki görüşünü aktardıktan sonra) “İşte bu hususta hiçbir bilgisi olmayan, hadislerden hüküm istihraç ve istinbat edecek kadar ilmi selahiyet ve kabiliyete sahip olmayan kimseler için herhangi bir mezhep imamının fıkhi görüşünü taklit etmesine cevaz verilmiştir. Böyle kişilerin herhangi bir fakihin görüş ve fetvalarına göre amel etmeleri veya belli bir mezhebi taklit etmeleri hususunda İbn-i Hazm ve başkalarının söylediği sözler, sadece ilmi selahiyet ve kabiliyete sahip olan kimseler için geçerlidir.”
Sayın Emiroğlu, Dehlevi (rh.a)’in şu sözlerini alarak onun, taklidi zemmettiği sonucuna varıyor, birlikte okuyalım:
(....Bu değerli alim ve fakihlerden sonra öyle bir devir geldi ki, alim ve fakihler sultanların ve devlet adamlarının kapısı önünde kuyruk tutmaya başladılar...)
“...Bu dondurulan devirden sonra gelen alim ve fakihler ise taklidden başka hiçbir şeyi asla düşünmez oldular. Hak ve batılı birbirinden ayıramıyacak kadar ilim ve düşünceden uzaklaştılar. Şüphelerle dolu sözler söylemeye, delil ve hüccetten uzak fetvalar vermeye başladılar...” okuma yazması olan herkes, buradaki (altı çizili) “alim ve fakihler” kelimelerinden ne kastedildiğini ve bu cümlelerin muhatabının kimler olduğunu anlar. Evet sayın Emiroğlu, yukarıdaki sözler alim ve fakihleri ilgilendiriyor. Dehlevi (rh.a)’nin “avamın taklid etmesi” konusundaki görüşleri ise bir kaç sayfa ileride, bir kısmını yukarıya alıntıladığımız ifadelerdir. Yani Dehlevi merhum kendisiyle çelişmiyor, siz konuyu saptırıyorsunuz. Bunu bilerek yapıyorsanız çok büyük bir vebal altındasınız, demektir. Bilmeyerek yapıyorsanız, lütfen ortalığı bulandırmayın. (Ki, bu da bir vebaldir.) Sayın Abdurrahman A. Emiroğlu’nun bunlar dışındaki sözleri sadece “laf salatası” olduğundan üzerinde durmuyoruz.
Gelelim sayın Mustafa Yılmazoğlu’nun “O ölçüyü Hayat Metodu edinmek” başlığını taşıyan yazısına:
Sayın Yılmazoğlu da Taklid konusunda bizim sözlerimizi ve Fıkh’us Sünne müellifinin ifadelerini karşılaştırıyor. ve şöyle diyor: “Demek ki ilmin kifayeti -az veya çok- ne derecede olursa olsun, bir kişi bilmediği bir meseleyi o mevzuda kendinden daha alim birine sorabilir. Alim ise görüşünü, delilini ortaya koyarak bildirebilir. Soran kişi bu görüşü aldığında böylelikle delili öğrenmiş ve onunla amel etmiş olur ve bizim de katıldığımız yukarıdaki Taklid tarifine girmemiş olur.”
Şunu hemen belirtelim ki, hiç kimse “halkın delilleri öğrenmesi yasaktır.” demiyor. Mesele, halkın delilleri bilmekle yükümlü tutulmasıdır. Bu konuda İmam Şafii (rh.a) şöyle buyuruyor: “Her mükellef ya kıyasla ictihad etmek veya bir müçtehide ittiba etmekle yükümlüdür. Bu iki halin dışında bir şey söylenemez.”
İbnül Kayyım (rh.a) da bu konuda şöyle demektedir: “Hz. Peygamberin’in (a.s) ashabı bir çok yerleri feth ettiler. O sırada insanlar İslamın geldiği zamana çok yakın idiler. Sahabiler halka fetva veriyorlardı. Onlar hiç kimseye “Hakikati bu fetvalardan delil getirerek aramamız gerekir.” dememişlerdir.” Aynı sayfanın dipnotunda da belirtildiği gibi, “Onlar delille araştırmaksızın Sahabenin fetvalarına teslim oluyorlardı. İşte hakiki taklid budur.”
Yine bu konuda Abdullah b. Abdülazim, El Kavlu’s Sedid risalesinde şunları söylüyor. “...İçtihada gücü yetmeyenler bu yolla araştırarak bilgi edinmeye mecbur tutulmamışlardır. Acizliklerinden dolayı mazur tutuldukları şu ayetlerle anlaşılır:
“Allah, hiç bir kimseyi gücünün yetmediği şeyle mükellef kılmaz.”(Bakara 286)
“Eğer bilmiyorsanız alimlerden sorunuz.”(En-Nahl 43) Mudakkik Kemal İbnul Hümam’ın “Tahrir” isimli eserinde işaret ettiği üzere taklide itimat edebilmenin temel ve delili işte bu ayetlerdir.”
“...Mukallidlerden herhangi bir kimse temizliğinde, namazında veya mükellef bulunduğu diğer bir hususta bu imamlardan birinin söz ve içtihadını taklid ederek ona göre hareket ederse vazifesini yerine getirmiş olur. Tabii Dehlevi merhumun sözlerini de burada Sayın Yılmazoğlu’na hatırlatıyoruz.
Eleştirmenimiz devamla şöyle diyor: “İmamların hatalarını avamın görmesi beklenmezse de diğer imamlarla olan ihtilafları delillerle birlikte bilindiğinde herkesin tercih yapabilmesi mümkündür.” Bu ifadeler adeta avamın içtihat etmesini tecviz edici, hatta teşvik edici bir mahiyet arz etmektedir. Çünkü, imamların görüşleri arasında tercih yapmak, bir içtihad işidir, ve en az o imamlar seviyesinde ilmi vukufiyeti gerektirir.
Bu konuda İbn-i Teymiye (rh.a.), “...bu çeşit zayıf meselelerde müslümanların imamlarından herhangi bir şey hikaye etmek ne karşı çıkanlar yönünden, ne de o görüşe tabi olanlar yönünden doğru değildir. Çünkü şüphesiz, birincilerin tutumunda imamlara tân etmek amacıyla bir darbe, ikincilerin tutumunda da zayıf dediği kavillerle amel etme vardır.” diyor ve ekliyor: “Bu gibi meseleler Tatarların veziri tarafından Sünni mezhepler arasına, onları ehl-i Sünnet dairesi dışına çıkarmak, Rafizi ve mülhid yapmak için sokulmuş fitnelerdir.”
Delil dediğimiz şey tabi ki, ne yıldızlarda ne de yerin altında... Ancak insanların Kütüb-i Sitte’yi önlerine alarak “ben yaptım oldu”mantığıyla içtihada yeltenmesi, sizin deyiminizle “müslümanların ekserisinin dinlerini ciddiye almamaları” demek olmaz mı?
Kerhî (rh.a.)’nin “Mezhebimizin görüşüne ters düşen her ayet ve hadis ya te’vil edilmiştir. ya da mensuhtur.” sözü hakkındaki tenkide gelince; bu konuda İbn-i Teymiye(rh.a.) ve İbn-i Abdilberr (rh.a.)’den yaptığımız alıntılar yeterince açıklayıcıdır. Bu söz bir konuda gerekli tüm araştırma ve değerlendirmeler yapıldıktan sonra varılan sonuçla çelişen nasslar hakkında söylenmiştir. Yani Yılmazoğlu’nun zann ve iddia ettiği gibi bir yol tutması düşünülemez. Böyle düşünmek o insanlar hakkında korkunç bir iftira olur. Ehlince malumdur ki, bir konuda bir müçtehidin bir hükme varmasından sonra, varılan sonuçla çelişen nasslar bulunması normal ve vakidir.Bir konuda mensuh veya müevvel olduğuna kani olmadan, İbn-i Teymiye(rh.a.)’in deyimiyle “meşru bir özre dayanmaksızın” bir nassı terk etmek söz konusu değildir. İşte İmam Kerhî (rh.a.)’nin sözü de bunu anlatmaktadır.
Sayın Yılmazoğlu’nun “içtihad” ile “şahsi kanaat” arasındaki farkı anlamamaktan doğan yanılgısı, sonuçta müçtehid imamlara tabi olan herkesi, yani ümmetin büyük bir kısmını İlahi azaba müstehak etmesine sebep olmaktadır. Bu mantıkla hareket edilecek olursa söylenebilir ki; Fıkhu’s Sünne’yi okuyup onunla amel etmek de sayın Yılmazoğlu’nu kurtaramayacaktır. Öyle ya, madem ki müçtehid imamların içtihatları nihayet birer şahsi görüştür, o halde “Fıkhu’s Sünne’yi okuyup, binlerce cilt kitap okuyacak vakti ve seviyesi olmayan avama da tavsiye ediniz” şeklindeki öneri de, insanları Seyyid Sabık’ın şahsi görüşleriyle amel etmeye çağırmak değil midir?
Ümmetin müçtehid imamlar hakkındaki kanaati ve bu kanaati oluşturan amillere gelince;
A- Her hangi bir mezhebin, her hangi bir sultan tarafından desteklenmesi, o mezhebe bir halel getirmez. Eğer bu ifadeden kastınız, mezheblerin iktidarların haksız icraatlarına arka çıkması ve cevaz vermesi ise, bu bir iftiradır ve hesap günü bu vebali ödersiniz. Eğer kastınız bu değilse, dediğimiz gibi böyle bir durum halel sebebi değildir. Aksine İslam hukukunun genişleyip büyümesine vesile olmuştur.
B- Bir imamın peşindekilerin çokluğu ve herkesin onun büyüklüğünü teslim etmesi konusuna gelince, Sayın Yılmazoğlu’nun küçümseyerek ifade ettiği bu husus, Cerh ve Ta’dilde “adalet” sıfatının kazanılmasında bir kaidedir: “Adalet, intişar ve şöhret sebebiyle de sübut bulur.” Artık bu konuda başka bir söz söylemeye gerek yoktur, çünkü hadis-i şerifte de ifadesini bulduğu gibi, bu ümmet yanlış üzerinde birleşmez.
Son olarak sayın Yılmazoğlu Fıkhu’s Sünne’yi okuyarak onunla amel etmeyi delillerle amel etmek olarak değerlendiriyor ve “Bu kitabı okuyunca avamın da delillerle amel etmeye nasıl kadir olduğunu görün” demeye getiriyor. Eğer mesele amel edilen konuda bir delilin varlığını mücerret olarak görmekse bunun hiç bir anlamı yoktur. Çünkü verilen her hükmün arkasında mutlaka bir delil vardır ve bu her imam için böyledir. İlmihal kitapları basit ve özet olarak yazılmıştır ki çifçi Mehmet efendi, zorlanmadan anlasın ve amel etsin bu kitaplarda delil zikredilmeyişi, hükümlerin dayandığı bir delil olmadığı sonucunu doğurmaz. Delillerin tartışıldığı müstakil eserler vardır, merak eden ve delil olup olmadığını öğrenmek isteyen oralara müracaat eder. Kaldı ki dilimizde A.Davutoğlu hocanın bu alanda bizlere bıraktığı “Selamet Yolları” ve muhterem Yusuf Kerimoğlu hocanın hazırladığı “Emanet ve Ehliyet” adlı eserler de delilleri zikretmesi bakımından diğerlerinden farklılık arz ederler. Yani Fıkhu’s Sünne bu alanda yeni bir şey getirmiş değildir.
Ama mesele, delilleri görmekle birlikte tartışmak ve birini öbürüne tercih etmekse, bu tamamen içtihad işidir. Kendisini bu konuda yetkili gören kişi, Allah’a (c.c) ve ümmete karşı sorumlu olur ve bu sorumluluğunun bilincinde olarak hareket eder.
Sayın Harun Ünal’ın yazısının konuyla doğrudan ilgili olmaması dolayısıyla burada bu yazıya değinmeye gerek duymadığımızı belirtmekle yetiniyoruz.
Sonuç olarak; şunu belirtmekte yarar görüyoruz; Türkiye’de mezhep İmamlarının görüşlerinin dayandığı delillerin detaylı olarak tartışıldığı Nasbu’r-Raye, İ’lau’s Sünen... gibi eserlerin henüz tercüme edilmemiş olması, usulen delil zikredilmeyen, sadece fetvaları nakleden ilmihal kitaplarının şuyu bulmuş olması, sonuçta maalesef mezheplerin delillere dayanmadığı gibi yanlış bir kanaatin oluşmasına yol açmıştır. Bu tür eserlerin biran önce dilimize kazandırılması ile bu karmaşanın önünün alınması temennimizdir. |