D.İ.B. İSTİŞARE TOPLANTISI SONUÇ BİLDİRGESİ ÜZERİNE
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 15-18 Mayıs 2002 tarihinde düzenlediği “Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı”nın sonuç bildirgesi olarak açıklanan metin gerçekten önemli değerlendirmeler içeriyor. Önemine binaen söz konusu metinde dikkat çekilmesi gereken bazı hususlar mevcut. Arz edeceğim hususlar, bildirge metninde yer alan maddelerle aynı sıralama içinde olacak.
Birinci maddede dinî metinlerin (Kur’an ve hadisler) anlaşılması ve yorumlanmasında izlenen yöntemlerin “gelenekçi” ve “modernist” şeklinde bir ayrıma tabi tutulmasının doğru olmadığı vurgulanıyor ve her iki yöntemden de yararlanılması gerektiği belirtiliyor.
Böyle bir “eklektik” tavrın, söz konusu yöntemlerin çatıştığı alanlarda ortaya çıkan problemleri nasıl çözeceği, doğrusu üzerinde durmaya değer bir husus. Bunun, her iki yöntemin dışında ve hatta üstünde bir bakış açısı gerektirdiği muhakkak. Bu da üçüncü bir yöntem anlamına geliyor. Acaba genişleyerek devam edeceği belirtilen toplantılardan yeni ve somut bir Usul ortaya çıkacak mı?
İkinci maddede bunun ipuçlarını görmek mümkün. Oluşturulacak ihtisas komisyonlarının, anlama ve yorumlama, tarihsellik, dil, klasik yöntemin sorunları, ta’lil-taabbüd ayrımı ve sınırları, Hz. Peygamber’in dindeki konumu, akıl-vahiy ilişkisi, din-toplum ilişkisi ve din-bilim ilişkisi konularını ele alacağı belirtiliyor. (Bu başlıkların gerek kendi içinde, gerekse aşağıda ele alacağım diğer hususlarla geçişkenlik içinde bulunduğuna ve bunun önemli teknik sıkıntılar doğuracağına dikkat çekmek isterim.)
Ancak henüz bir “ilk adım” mahiyetinde olan ve kendisini gerçekleştirmek için yıllara, hatta yüzyıllara dayanan bir birikime ve geleneğe ihtiyaç duyduğu açık olan bu girişimin, yukarıda sıralanan başlıkları birer Usul ilkesi teşkil edecek olgunluğa eriştirmesini beklemenin doğru olmadığını düşünüyorum. Alabildiğine geniş sınırlara sahip olan bu soyut başlıkların altının ciddi biçimde doldurulmasının, sempozyum tebliği çapında çalışmalardan çok daha derinlikli ve ihatalı çabaları zaruri kıldığı açık...
Üçüncü maddede İcma’a yapılan vurgu oldukça yerinde. Ancak yukarıda değindiğim 2. maddede yer alan “klasik yöntemin sorunları” başlığı altında İcma konusu bir “sorun” olarak ele alınacaksa bu vurgunun boşlukta kalacağı aşikârdır.
Dördüncü maddenin “c” fıkrasında İslam’ın temel kaynağının sadece Kur’an olduğu, Sünnet’in kaynak değeri taşımadığı izlenimini verecek üslup ve söylemlerden kaçınılması isteniyor. İsabetli olmakla birlikte “Sünnet” kavramının içinin nasıl doldurulacağı sorunu çözümlenmeden bu tavsiyenin de pratik bir anlam ifade etmeyeceği izahtan varestedir.
Beşinci maddede çağdaş problemlerin çözümünde klasik kaynakların tek belirleyici kılınmasının yetersizliklere yol açabileceğinin, bununla birlikte bunlar göz ardı edilerek doğrudan Kur’an ve hadislerden hüküm çıkarmanın da teorik ve pratik açıdan bazı olumsuzluklar taşıyacağının altı çiziliyor. Benim buradan anladığım şu: “Güncel meseleler çözüme bağlanırken sadece klasik kaynaklarla yetinilmemelidir” ifadesi, doğrudan Kur’an ve hadislere gidilmesini talep etmekten başka bir anlama gelmeyeceğine göre, ortada “parçaya dokunma, bütünü bölme, ye misafirim ye” kabilinden bir durum var demektir. Yahut da burada –klasik tabiriyle– mezhepte veya meselede müçtehidlerin fonksiyonuna vurgu yapılmak isteniyor. Bunun müstakil Usul öngören tavırla bağdaşmayacağı ise açıktır.
Klasik kaynaklarda dinî hükümler için zikredilen örneklerle yetinilmesinin de, bu noktada seçilen olumsuz örneklerin günümüz anlayışı ile karşı karşıya getirilerek peşinen mahkûm edilmesinin de yanlış olduğunu vurgulayan 6. madde –soyut olmakla birlikte– oldukça yerinde.
Son derece önemli bir hususu ela almakla birlikte, birşey söylememesiyle dikkat çeken yedinci maddeyi yorumsuz olarak aynen alıyorum:
“Dinî hükümlerin zaman ve mekân bağlamında değişmesi, temel itikat ve ahlak esaslarında ve ibadetlere ilişkin dinî metinlerin açık hükümlerinde söz konusu olmayıp, genelde ibadetlerin ifasının içtihada açık ayrıntı ve şartlarında ve formel hukukî hükümlerde gündeme gelmekte ve gerek izlenen yönteme gerekse çağın bu alandaki mevcut telakki ve uygulamasının etkisine bağlı olarak farklı eğilimler ortaya çıkmaktadır.”
Her ne kadar 8. maddede, bazı münferit örneklerden hareketle “din ve değişim” meselesinin genelleştirilmesinin yanlış olduğu söyleniyorsa da, bunun önüne nasıl geçileceğine dair herhangi bir tesbit içermemesi bu konunun da muallakta kalmasına müncer olmuş.
Onuncu maddede toplumun dinî nitelikli sorunlarını tesbit etmek ve çağdaş ihtiyaçlara cevap verecek yeni yorumlara dayanak oluşturmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde bir “veri tabanı” oluşturulacağı haber veriliyor. Bir önceki yazıda değindiğim Usul meselesi sağlıklı bir şekilde sonuçlandırılamazsa, “yeni yorumlar”ın nasıl bir temel üzerine bina edileceği sorusunun cevapsız kalacağı muhakkak.
“Kadının konumunun belirlenmesinde Kur’an ve Sünnet’in getirdiği ilkesel esasların yanısıra, İslam’ın doğup geliştiği toplumlardaki sosyal ve kültürel çevre, özellikle ataerkil aile yapısı etkili olmuştur” diyen 12. ve “Kadın ile ilgili Kur’an ayetlerini anlamada ve yorumlamada, ayetlerin sosyo-kültürel nüzul süreci ve literal (lafzî) anlamının yanısıra hangi gayelerin esas alındığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Ayrıca, kadının sosyal ve hukukî statüsü konusunda daha ileri adımlar atılması Kur’an’ın ruhuna aykırı değildir..” şeklinde başlayıp devam eden 13. maddelerin muhtevası üzerinde aşağıda ayrıca durulacaktır.
17. maddede Müslüman hanımların gayrimüslim erkeklerle evliliği konusunun daha detaylı incelenerek bir sonraki istişare toplantısında görüşülmesinin uygun bulunduğu ifade ediliyor. Bu ifadeden, bu konunun görüşüldüğü komisyonda bu meseleye “evet” denmesinin teklif edildiği, ancak gerekçelerinin yetersiz bulunduğu gibi bir izlenim edindim. Somut bir hüküm ihtiva etmediği için şimdiden bu madde üzerinde yorum yapmak doğru değil
Kadının şahitliği ile ilgili olarak, borçlanma ayetindeki durumun genel düzenleme içermediğinin söylendiği 18. madde şöyle devam ediyor: “İlgili diğer ayetler bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Bu nedenle, borçlanma ayetindeki farklılığın, kadınların zihinsel eksikliğinin sonucu olarak gösterilmesi kabul edilemez.”
Burada, kadınları akıl ve din eksikliği ile tavsif eden, bunu da şahitlikte iki kadının bir erkeğe denk tutulması ve özel hallerinde namaz kılıp oruç tutmamalarına bağlayan hadise örtülü bir atıf yapıldığı seziliyor.
Başta el-Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok Hadis kitabında nakledilmiş olan bu rivayetin modern Müslüman kadınımızı alabildiğine rahatsız ettiğini görüyoruz. Bu hususu da biraz aşağıda detaylı bir şekilde ele alacağım.
Hac, kurban, ezan, ana dilde ibadet... gibi hususlara ilişkin olan diğer maddeler yeni bir düzenleme içermediği ve olması gerektiği gibi tesbit edildiği için onlar üzerinde ayrıca durmaya gerek görmüyorum.
Kadınla ilgili konular
Bana göre “İslam’ın faize bakışı” meselesini İslamî esaslar üzerine inşa edilmemiş bir yapılanmada İslamî bir çözüme kavuşturmak nasıl mümkün değilse, “İslam’da kadın” meselesini de aynı çerçevede değerlendirmek gerekir. Faizi haram kabul etmekle çağdaş ekonomi doktrinlerinden ayrılan İslam nazarında faizli bir işlem, ekonomik olmaktan daha önce “dinî” bir durum (olumsuzluk) ifade etmesi bakımından “haramlar” kategorisindedir ve bu sorunun “İslamî” olarak nitelendirilebilecek işlevsel çözümü, faiz meselesine münhasır parçacı arayışlarla bulunamaz.
İslam’da kadının statüsüne ilişkin tartışmalarda gözden kaçırılan en temel husus budur. Miras paylaşımı, çok eşlilik, şahitlik... vb. konuları, kadını ailenin, aileyi de toplumun temeli kılan anlayıştan bağımsız ve kopuk değerlendirdiğimizde zihnimizi istila eden “tarihselci” ve seküler tavrın geldiği bu son aşamada kadın bağlamında kendisini “olumlu ayrımcılık” tabiriyle ifade ediyor artık.
Sadece cahil toplum kesimleri tarafından hakları gasbedildiği için değil, aynı zamanda “geleneksel İslam” tarafından da erkek lehine ayrımcılığa maruz bırakıldığı için günümüzde durumu dengelemek adına kadının erkek aleyhine olumlu bir ayrımcılık uygulamasıyla gerçek statüsüne kavuşturulması anlamına gelen bu yeni “konsept”in, Diyanet’in istişare toplantısının sonuç bildirgesinde kendisine yer bulmuş olması ayrı bir önemi haiz.
Burada sorulması gereken en temel soru şu: İslam, ilk elden muhatap olduğu toplumun murad-ı ilahîye ters düşen inançları ile olduğu kadar, örf, adet ve gelenekleriyle de mücadele ettiği halde, acaba günümüz Müslümanlarının en önemli gündem maddelerinden birisini oluşturan “kadın hakları” konusunda acaba çağdaşçı Müslümanlarımızı tatmin edecek adımları niçin atmamıştır? Acaba kadınların kocalarına itaatini her vesileyle ve altını çizerek vurgulayan İslam, aynı şeyi erkeklere emretmemekle “olumsuz ayrımcılık” mı yapmıştır?
Mü’min kadınların Gayrimüslim erkeklerle evlenmesinin tecvizini teklif eden yaklaşımın –Diyanet'in ileride yapılacak benzer toplantılarında böyle bir fetva görmemeyi diliyoruz–, meseleyi çağdaş anlayışa aykırı düşmeme endişesiyle lokalize etme yanlışına düşmemek, dinî hassasiyet, medeniyet ve kültür perspektifini kaybetmemek gibi hayatî noktaları gözden kaçırdığında kuşku yok.
Bence meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturuyor. Meselelerimizi Müslümanca düşünmek demek, şablonumuza uygun gelmeyen nassları “tarihsel” ilan ediverme kolaycılığının önümüze açtığı uçuruma kaymadan, Kur’an ve Sünnet’i İsrailoğulları’nın Tevrat’a reva gördüğü muameleden masun tutarak “teslim olmak” demektir.
Hz. Ebu Bekir (r.a), zekât vermekten imtina ederek, “Zekât sadece Hz. Peygamber (s.a.v)’e verilirdi. O dünyadan ayrıldıktan sonra zekât mükellefiyeti de kalkmıştır” diyerek “tarihselci bakış”ın ilk örneğini verenlerle mücadelede tereddüt göstermemişti. Hadis ve Tarih kitaplarına “ridde olayları” zımnında zikredilen bu hadisenin yakından incelenmesinde konumuz açısından büyük faydalar var. Hz. Ebu Bekir (r.a)’in, onlarla savaşılmasına önceleri karşı çıkan Hz. Ömer (r.a)’e verdiği cevap üzerinde tekrar düşünmemiz gerekiyor. Namazla zekâtın birbirinden ayrılmasının imkânsızlığını vurgulayan o cevapta, ibadetlerle muamelat arasında ayrım gözetmeye çalışan çağdaşçı Müslümanlar için de önemli bir ders vardır.
Erkek egemen anlayış mı?
Yüce Allah’ın bazı şeyleri bazılarına üstün kılması vakıasının aklî bir açıklaması var mıdır? Peygamberlere (hepsine salat ve selam olsun) aralarından seçildikleri insanlarda bulunmayan değerlerin atfedilmesinde, bir kısmının Resul olmak haysiyetiyle diğerlerinden ayırt edilmesinde, bunlar arasında da “ulu’l-azm” olanların ayrı bir kategori teşkil etmesinde, Cebrail, Mikâil, İsrafil gibi meleklerin diğerlerine üstün kılınışında, zahiren herhangi bir özellik arz etmemesine rağmen Harem toprağının, yeryüzünün –zahirî hayat şartları bakımından kıyas kabul etmez güzelliğe sahip– diğer bölgelerinin nail olamadığı bir değere sahip kılınışında, kimi gün ve gecelerin diğerlerinden ve kimi ayların ötekilerden ayrıcalıklı olmasında nasıl bir aklî gerekçe mevcut olabilir?
Sahabe’nin (Allah hepsinden razı olsun) yoksulları birgün Efendimiz (s.a.v)’e gelerek, “Ya Resulallah” dediler, “zenginler bütün sevapları alıp götürdü. Biz namaz kılıyoruz onlar da kılıyor, bir oruç tutuyoruz onlar da tutuyor. Ancak onlar mallarının fazlasıyla tasaddukta bulunuyor, biz yapamıyoruz.” Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) onlara, her namazın arkasından 33’er kere tesbih, tahmid ve tekbir söylemelerini tavsiye etti ve bunun büyük sevap getireceğini belirtti. Ancak bir süre sonra zengin müslümanlar da diğerlerinden duyarak bu ameli yapmaya başladı. Yoksullar tekrar Efendimiz (s.a.v)’e gelerek zenginlerin yine avantajlı duruma geçtiğini söyleyince Efendimiz (s.a.v), “Bu Allah’ın fazl-u keremidir ki, dilediğine verir” buyurdu. (Müslim, “Mesâcid”, 26; et-Taberânî, Müsnedu’ş-Şâmiyyîn, I, 458; Ebû Ya’lâ, el-Müsned, XI, 466)
Şimdi, sorumluluklarının idrakindeki servet sahibi müslümanların Allah yolunda harcadığı varlıklar sebebiyle elde ettiği derecelere yoksulların ulaşamayışını hangi “eşitlik” anlayışıyla açıklamak kabildir?
Erkekle kadın arasında birtakım İslamî hükümlerde farklılıklar bulunmasını da bu bağlamda değerlendirmenin doğru olacağını düşünüyorum. Bu hükümler hakkında, “Erkek egemen bir toplumsal/kültürel yapıya hitap eden nassları aynen bugüne taşımak doğru değildir. Şimdi zaman değişmiş, kadın da toplumsal roller üstlenmiştir...” gibi gerekçelerle bu hükümleri tarihsel kılmaya çabalamak yerine İslam’ın kadına ve erkeğe biçtiği rollerin “kendine mahsus” (siz bunu “olması gereken” diye okuyun) hayat anlayışı içinde son derece doğru, verimli ve sıhhatli olduğunu ve bunun tarihî tecrübe ile de ispatlandığını hiçbir komplekse kapılmadan cesaretle söylemek bir Müslüman için daha doğru ve tutarlı değil midir?
Kadını –istisnai durumlar dışında– yuvasından koparıp, nesil yetiştirmek ve geleceğin inşasında en vazgeçilmez rolü üstlenmek gibi son derece hayatî rolünden soyutladıktan sonra ortaya çıkan durumda kadının yabancı roller üstlenmesinin İslamî olup olmadığını tartışmak işin en anlamadığım tarafını oluşturuyor. Geçmişte kadın, özetlemeye çalıştığım statüde bulunuyorken –gayri İslamî uygulamaları ve kötü örnekleri bir kenara bırakarak söylersek– kadınlık onurundan ve Yaratıcı nezdindeki kıymetinden ne kaybetmiştir?
“Erkek egemen gelenek”in, kimi konularda kadını erkek ile aynı statüde görmemesinin yanlış olduğunu savunanlar, aynı çağdaş değer yargılarından hareketle mesela eşcinsellere nasıl bir statü öngörüyorlar acaba? Eğer eşcinselliğin nasslarla kötülendiğini söyleyecek olurlarsa, cevaplamaları gereken iki soru bulunuyor: 1- Eşcinselliğin kötülenmesinin erkek egemen kültürün yansıması (yani tarihsel) olmadığının delili nedir? 2- Burada tarihsellik yoksa, bazı konularda iki erkek şahit yoksa şahitlerin bir erkekle iki kadından oluşmasını öngören ayette niçin tarihsellik vardır?
Kadının aklı noksan mı?
Temel Hadis kaynaklarının hemen tamamında nakledilen bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v) bir bayram namazında kadınlar cemaatine özel olarak hitap etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Aklı ve dini noksan olanlar içinde sizin kadar akıl sahiplerine galebe çalanını görmedim.” Orada bulunan kadınlardan dirayet sahibi birisi, buradaki “akıl ve din noksanlığı”ndan maksadın ne olduğunu sorunca Efendimiz (s.a.v) şöyle bir açıklama yapmıştır: “Akıl noksanlığı, iki kadının şahadetinin bir erkeğin şahadetine denk tutulmasıdır. Din noksanlığı ise (ay hali sebebiyle) Ramazan’da oruç tutmamanız ve (yine bu sebeple) bazı günler namaz kılmamanızdır.”
el-Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, et-Tirmizî, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel, İbn Hibbân, İbn Huzeyme, Ebû Ya’lâ, el-Bezzâr ve daha başkaları tarafından nakledilen bu hadise, kadınları aşağıladığı gerekçesiyle itiraz ediliyor.
Evvela şunu belirtelim ki, bu hadisin yukarıda birkaçının ismini verdiğim Hadis imamları tarafından nakledilen varyantlarında, mana ile rivayet edildiğini gösteren önemli bir nüans var. Şöyle ki: Hadisin bazı varyantlarında Efendimiz (s.a.v)’in, “akıl ve din noksanlığı”nı açıklarken kullandığı ifade şu tarzda veriliyor: “İki kadının şahitliği bir erkeğinkine denk tutulmuştur. Bu onların aklının eksikliğindendir. Ay hali durumunda namazı ve orucu bırakmaları da dinlerinin eksikliği sebebiyledir.” el-Buhârî, Ahmed b. Hanbel, Ebû Ya’lâ, el-Bezzâr ve İbn Mâce, hadisin lafızlarını aşağı yukarı böyle nakletmiş. Yukarıda isimlerini saydığım –bunlar dışındaki– Hadis imamları ise Efendimiz (s.a.v)’in açıklamasını benim yukarıda naklettiğim şekil ile örtüşen lafızlarla aktarıyor. Hatta Ahmed b. Hanbel ve Ebû Ya’lâ’nın zikrettiği bazı varyantlar da bu şekilde.
Bu durum neyi ifade eder? diyeceksiniz. Benim önemsediğim nokta şurası: Hadisin, “Sizin aklınız ve dininiz eksiktir. Zira iki kadının şahitliği bir erkeğinkine denktir ve ay halinde namazı ve orucu bırakıyorsunuz” tarzında anlaşılmasına yol açan birkaç varyantı esas alırsak ortaya şöyle bir sonuç çıkar: Esasen kadınların aklı ve dini eksiktir. Efendimiz (s.a.v) da burada bunun göstergelerinden olarak şahitlik ve ay hali durumunu zikretmiştir. Bu iki durum dışında da kadınların aklen ve dinen eksik olduğunu söylememiz gerekir.
Ancak bana göre doğru olan, hadisi, varyantların ezici çoğunluğunda aktarılan lafızları esas alarak şöyle anlamaktır: Kadınlar, Efendimiz (s.a.v)’in ifadesinde geçen “akıl ve din eksikliği”nin ne olduğunu sorunca Efendimiz bu ifadeden kastını şöyle açıklıyor: Onların aklının eksik olması, iki kadının şahitliğinin bir erkeğinkine denk olmasından; dininin eksik olması da ay halinde namazı ve orucu bırakmasından ibarettir. Yani Efendimiz (s.a.v) burada kadınları mutlak olarak “akıl ve din eksikliği” ile tavsif etmemiş, bu ifadesinin, münhasıran şahitlik ve ay hali durumlarını anlatmak üzere kullanıldığını izah etmiştir. Bir başka deyişle, söz konusu hadisi, “Ay halinde namazı ve orucu bırakmanız dininizin eksik olmasından ve iki kadının şahitliğinin bir erkeğinkine denk olması da aklınızın eksikliğinden dolayıdır” şeklinde değil de şöyle anlamak bana göre daha doğru: “Sizi “aklı noksan” olarak tavsif etmemin anlamı, iki kadının şahitliğinin bir erkeğinkine denk olması; “dini noksan” olarak tavsif etmemin sebebi de ay halinde namazı ve orucu bırakmanızdır.”
Esasen söz konusu hadis siyak-sibak bütünlüğü içinde değerlendirildiğinde bu durum açıkça ortaya çıkmaktadır. Zira hadisin başında Efendimiz (s.a.v) kadınları sadaka vermeye ve çokça istiğfar etmeye teşvik buyurmaktadır. Burada Efendimiz (s.a.v)’in esas maksadının, kadınların ontolojik durumlarıyla ilgili bilgi vermek değil, onların cehennem ehlinin çoğunluğunu teşkil etmeleri dolayısıyla daha bir hassa davranmaya yöneltmek olduğu kolayca anlaşılmaktadır. (Hadise itiraz edenler bu noktada “niçin erkekler değil de kadınlar cehennem ehlinin çoğunluğunu teşkil etsin?” diyebilir. Ancak başka hadislerde cehennem ehlinin çoğunluğunun kadınlar ve zenginler olduğunun belirtildiğini, bir de burada söz konusu olanın “Müslüman kadınlar” değil, “kadınlar” olduğu hatırlanmalıdır.)
Hadisin, kadının mutlak bir şekilde akıl ve din eksikliğiyle “malul” olduğunu anlatmadığının en açık delillerinden birisi, münhasıran kadınların muttali olduğu –doğum, bekâret... gibi– hususlarda tek başına kadınların şahitliğinin geçerli olduğu vakıasıdır.
Keza bu hadisin “erkek egemen” kültürün yansıması olduğu ve İslam toplumunda kadının ikinci sınıf, aklı kıt, hafızası zayıf... kabul edilip hayatın dışına itilmesine yol açtığı iddiaları da vakıa tarafından tekzip edilmektedir. İslam toplumunda kadın, hemen bütün İslamî ilimlerde –Sahabe döneminden itibaren– erkekle birlikte var olmuştur. Hatta Müslüman kadının ilmî güveniliriği dolayısıyla Cerh-Ta’dil kitaplarında, hadis ravileri arasında cerh edilmiş (güvenilmez bulunmuş) herhangi bir kadın ravinin bilinmediği hususu genel-geçer bir hüküm olarak zikredilmiştir.
Kölemenler döneminde yetişen alim kadınlar hakkında master ve doktora tezi hazırlamış olan Salih Yusuf Ma’tûk, sadece 8/14. asırda Hadis ilimleri sahasında isim yapmış 232 ve büyük muhaddis olarak anılan 15 kadın tesbit etmiştir. Hadis ilimleri ile iştigal etmiş olmakla birlikte, rivayeti ve eseri bulunmayan 53 kadın bu rakama dahil değildir. (Bkz. Salih Yusuf Ma’tûk, Cuhûdu’l-Mer’e fî Rivâyeti’l-Hadîs –el-Karnu’s-Sâmin el-Hicrî–) Yine sadece bu dönemde muhtelif alanlarındaki faaliyetleriyle tarihe geçmiş bulunan kadınlardan sadece İbn Hacer’in ed-Düreru’l-Kâmine’de ismini zikrettiği kadınların adedi 190’dır. Ma’tûk, döneme ilişkin diğer kaynaklardan, İbn Hacer tarafından zikredilenlere 170 isim daha eklemiştir.
Sadece 8/14. asra ait bu örnekler bile “erkek egemen gelenek” söyleminin ne kadar havada kaldığını göstermeye fazlasıyla yeterlidir.
Yine bu konuda Kehhâle’nin A’lâmu’n-Nisâ’sının da alanında önemli çalışmalardan olduğunu belirtelim.
Profesör kadın cahil erkekten daha mı az akıllı?
Bir Okuyucum şu meşhur örneği tekrar ederek soruyor: “Anlamakta zorluk çektiğim şey şu: Ben doktorum. Şu anda benim hocam durumunda bulunan iki profesör bayan var. İkisi de dünya çapında insanlar. Bir tanesi zamanında Türkiye matematik şampiyonu olmuş. Öbürü üniversite imtihanlarında dereceye girmiş. Süper zekâ insanlar. Şimdi size sorum şu: Bu ikisinin şahitliği ilkokulu bile zor bitirmiş bir erkeğin şahitliğine eşit mi olacak? Bunlar akıl olarak eksikler mi? Tek tek bunların aklı ilkokulu bile zor bitirmiş erkekten az mı? Burada acayip bir durum yok mu?”
Bu soruya cevap sadedinde kadınların fıtrî olarak duygusal taraflarının ağır bastığından, –erkeklerin aksine– beyinlerinin duygusallıkla ilgili lobunu daha yoğun kullandıklarından falan bahsetmeyeceğim. Çünkü “profesör bayan” örneği bu söylemi speküle etmektedir. Esasen yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi, kadının zekâ seviyesinin erkekten daha aşağı olmadığını biz Müslümanlar modern-seküler meydan okuyuştan yüzyıllar önce de biliyorduk. Erkeklere oranla sayıları görece az da olsa, İslamî ilimlerin hemen her dalında saygınlığını isbat etmiş kadınların mevcudiyeti bu durumun en bariz göstergesidir.
İslam’ın kadına bakışı ile ilgili tartışmada bence gözden kaçırılan husus şudur: İslam bize bir hayat tarzı telkin ediyor. Bu hayat tarzında “aile”, merkezî ve vazgeçilmez bir fonksiyon icra eder ve ikamesi de yoktur. Geleceği inşa edecek nesillerin yetişmesinde en geniş anlamıyla aileyi temel alan bu model, yine en geniş anlamıyla dinî, toplumsal ve kültürel kimliğin oluşmasının ve korunmasının biricik güvencesidir. Bu hayat tarzında erkeğin ve kadının üstlendiği roller elbette farklı olacaktır ve Kur’an’ın “iyi kadın”ı neden “itaatkâr kadın” olarak tavsif ettiğini (4/en-Nisâ, 34) ancak böyle bir bütünlük içinde anlamlandırabiliriz.
Kadını aileden kopartarak toplumsal hayata taşımak suretiyle aile kurumunu toplumun temel yapıtaşı olmaktan çıkarmak ve ailede oluşan boşluğu da yuva, kreş, anaokulu... gibi kurumlarla doldurmak da bir “tarz”dır. Ancak iki tarz arasında sonuçları itibariyle yapılacak bir karşılaştırma, hangisinin ideale daha uygun olduğunu anlamaya fazlasıyla yeter. Hiç düşündünüz mü, modern toplumlarda “gençlik” niçin sadece sivilcelerden ibaret olmayan en hassas ve en problemli/bunalımlı dönemdir? Ardından gelen “orta yaş” dönemi ondan daha mı farklı? Ruhiyat ile uğraşanların “orta yaş bunalımı” dedikleri arızanın temelinde ne ola ki? Ya yaşlılık dönemi! Kişinin artık hayattan “zoraki” olarak kopartıldığı, gençlere “ayak bağı” olmaması için huzur evlerine hapsedildiği bu dönem için neler söylenebilir?
Konuyu, “iki farklı hayat telakkisi” penceresinden görmeden, sadece “şahitlik” meselesine indirgenmiş tekil bir problem olarak ele almanın yanıltıcı olacağı açıktır. Batı medeniyetinin, “öteki”ne en acımasız muameleleri reva gören vahşetinin temelinde, aileden (dolayısıyla “anne”den) başka hiçbir kurumun veremeyeceği şefkat ve merhamet hislerinden yoksunluğu aramamak, meselenin en can alıcı noktasını “atlamak” olur.
Geçmişte, kadının aile içindeki rolünden kopartılarak toplumsal hayata –bugün gözlediğimiz anlam ve boyutta– katılımının sağlanması halinde başarısız olacağını söyleyen birisinin varlığını ben şahsen bilmiyorum. Kadının, toplumsal/kamusal hayata bugünkü şekliyle katılmasının söz konusu olmaması, acaba “kadın kıt akıllıdır, bu işlerden anlamaz, yeteneksizdir...” gibi bir değerlendirmeyle mi, yoksa yukarıda ifade etmeye çalıştığım “insan ve hayat” anlayışından mı kaynaklanmıştır, kararı siz verin... Ancak bu konuda karar verirken şu soruyu daima hatırda tutun: Ne olmuştur da şahitlik ve diğer meseleler, hayatı Allah’ın rızasına kavuşma hedefiyle ve “ahirete dönük” olarak yaşayan “geleneksel” kadın için değil de, “cebrî bir ihtiyar”la niçin ve nasıl sekülerleştirildiğini fark edemeyen “modern” kadın için temel bir “problem” olmuştur