EBUBEKİR SİFİL İLE MÜLAKAT–2
“GÜNCELLENMİŞ BİR EHL-İ SÜNNET KELAMINA İHTİYAÇ VAR”
İLKADIM - Eylül-2005
Geçenlerde dünyanın tanınmış birçok İslam âlimi İstanbul’da bir toplantıya katılmıştı. Bunlardan Yusuf el-Kardavi müslümanların fiziki saldırılar kadar zihni saldırılara da maruz kaldığını söylüyordu. Yusuf el-Kardavi bağlamında modernist dini yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu tespit doğru bir tespit. Yani ılımlı İslam, ılımlılaştırılmış Amerikan İslam’ı, Laik İslam, Modern İslam, bunların hepsi aynı şeyleri ifade ediyor. Çağın hâkim değerlerine itiraz etmeyen, kendi kültürel ve kimliksel kodlarından, iddialarından vazgeçmiş, uyum sağlayan, problem çıkarmayan uslu çocuk aranıyor. Ya da İslam böyle bir kalıba sıkıştırılmak isteniyor. Bunun bir teorisi var, arka planı var, tarihi var. Ama çok özet bir şekilde böyle ifade edebiliriz. İddialarından ve kendisi olmaktan vazgeçmiş, kabul etmeye, onaylamaya hazır bir İslam. Hıristiyanlık da böyle olmuştu zaman içerisinde. Yani ilk hıristiyanların, onlara hıristiyan demeyelim, ilk muvahhid İsevilerin diyelim. Gerek yahudilerde gerek Roma devletinde siyasi baskılar, dini baskılar sonunda Pavlus ve onun öğretisine yakın olan hıristiyanlar bu dini bir devletin resmî dini haline getirdiler. Bunların çabaları sonucu böyle oldu. Her ne kadar bunlar zamanında olmadıysa da bunların ektiği tohumlar sayesinde böyle oldu ve Roma gibi bir devletin resmi dini oldu. Ama o artık Muvahhid İsevilik değil o artık Hıristiyanlıktır. İçinde gnostisizm bulunan, içinde Yahudilik bulunan, içinde putperestlik bulunan bir din, adı Hıristiyanlık. Şimdi İslam da bu şekilde bir adaptasyon süreci ile karşı karşıya. Adapte olabilir mi? Olabilir ama artık o İslam olmaz, başka bir din olur. Muvahhid İslam böyle bir adaptasyona geçit vermez. Böyle bir adaptasyona cevaz vermez. Çünkü muvahhid İslam tarih içerisinde gerek itikadi bakımdan gerek tarihsel tecrübesi bakımından böyle bir şeyi onaylaması bir yana buna alternatif üretebilecek tek din, tek sistemdir. Dolayısıyla bu Büyük Ortadoğu projesi ve sair projeler çerçevesinde öngörülen bu İslam tipleri İslam’ın yegâne alternatif olduğunu bilen çevreler tarafından üretiliyor. Yani bunlar şu anda mevcut global hegemonyanın karşısında durabilecek tek alternatif gücün, potansiyelin İslam olduğunu biliyorlar. Ve bunu bertaraf etmenin de teorik zemini olarak bu İslam tiplerini dayatıyorlar. Ben meseleyi böyle görüyorum.
Yusuf el-Kardavi ve Mezheplere Farklı Bakışı
Fakat burada bir şeyi eklemem lazım izninizle. Yusuf el- Karadavi çok değerli bir İslam âlimi gerçekten. Fransa’daki başörtü yasağını onaylayan Ezher rektörü gibi değil. Kendine mahsus dik bir duruşu var. Omurgalı bir duruşu var. Tutarlı bir söylemi, tarzı var. Fakat beni rahatsız eden bir şey var Yusuf el- Karadavi’nin söylemleri içerisinde. Bu müslümanlar arası, müslümanlar içi bir meseledir. İslam’ı günümüz insanına anlatırken, yaşamaya çalışırken, tarih içerisinde oluşmuş ve bugüne kadar varlığını taşımış, devam ettirmiş İslam mezhepleriyle Yusuf el-Kardavi’nin bir derdi var. Bunu burada mutlaka dile getirmem lazım. Bu konuda gazetede de yazdım.
Bu konuda tavrı mı var?
Evet, yani herhangi bir mezheple bağımlı kalmak, herhangi bir mezhebin mukallidi olmak ki o buna, mezhep taassubu diyor, çağdaş bir müslüman için Yusuf el-Karadavi’nin onaylamadığı bir şey. Bir de şunu söylüyor: “Global bir köy haline gelen, çok küçülmüş olan bir dünyada artık mezheplerle bir yere varamayız. Mezhep taassubunu bırakacağız, İslam’ın kolaylaştırılmış hükümleri nerde varsa onu alacağız.” Hatta daha ileri giderek şunu da söylüyor: “Kur’an ve sünnet aslında bu dini kolaylaştırdığı halde fıkıh zorlaştırmıştır. Fuzûli, gereksiz birtakım hassasiyetlerle birtakım yükler getirmiştir. Şimdi bu yükleri atıp bu fıkhı, bu dini kolaylaştırmamız lazım.”
Dikkat edin bu, Yusuf el-Karadavi’nin "sapıklıktır" dediği modernist İslam söyleminin üstüne oturduğu sacayaklarından biridir. Modernist İslam birkaç sacayağı üzerine oturuyor. Bunlardan birisi akliliktir, rasyonalitedir. Öbürü de kolaylaştırmadır. Yani modern İslam’ın ana karakterleri bunlardır. Evet, farklı yerlerden farklı argümanlardan hareket ediyorsunuz, farklı maksatlarla hareket ediyorsunuz tamam ama sapıklık dediğiniz bir akımla böyle temel bir noktada buluşmanız çok enteresandır. Bunu da bir parantez içi izahat olarak belirteyim.
Yine aynı konuyla ilgili soracağım. Şimdi Yusuf El Karadavi ile ilgili söylediğiniz şeyi de düşününce ilim adamlarına karşı ciddi bir şekilde insan dikkatli olma ihtiyacı duyuyor. Yani zihinlerimiz çok bulanıyor. Türkiye’deki ilim âlemini, ilim âleminin kalitesini nasıl buluyorsunuz? Çünkü insanların itibar ettiği ya da vitrinde en çok görünen ilim adamları söylediğiniz gibi İslam’ı kolaylaştırmak adına en esaslı olan şeyleri bile değiştirmeye, kolaylaştırmaya çalışıyorlar. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi bu, Türkiye’de İslami eğitimin, öğretimin ya da çok özel anlamıyla geleneğin belli bir noktada kesintiye uğratılmış olmasıyla yakından ilgili bir durum. Bizim klasik İslamî eğitim öğretim geleneğimiz kurumsal anlamda Cumhuriyet’le birlikte bitmiştir. Bunun yerine modern eğitim kurumları ikame olmuştur. Dolayısıyla bir yerde bitmiş olan bu geleneğin şimdi yeni yeni el yordamıyla, bireysel faaliyetlerle, temiz gayretlerle yeniden ihya edilmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Elbette eski ihtişamıyla, eski işlevselliği ile eski seviyesiyle değil ama bir damar var ve onu devam ettiriyor. Bunun tabii ki hayatın diğer cephelerini kuşatan kurumsal yapılarla anlayışlarla doğrudan irtibatı vardır.
Tek başına bir eğitim kurumu ya da tek başına bir siyaset kurumu ya da tek başına bir amelî, itikadî mesele Kur’an ve sünnetin öngördüğü biçimde Allah’ın rızasına ulaşılabilecek bir Cadde-i Kübra anlamına gelmez. Bunlar bu istikametin birer cüzü olarak isimlendirilebilir. Ama bir bütün olarak asla fonksiyon îfâ edemez. Eğitim de böyledir. Eğer bugün Türkiye’de birtakım siyasî mevzular, bir takım itikadî, ameli mevzular ve global meseleler hâlâ belli bir zemin üzerinde, belli bir seviye tutturulmuş olarak konuşlanmamışsa bu İslami eğitimin zayıflığından, dolayısıyla İslam adına konuşan, başta kendim olmak üzere, insanların temelinin zayıflığından ileri geliyor. Mesela, bu soruyu Pakistan’da sormuş olsaydınız size çok daha farklı bir cevap gelecekti. Çünkü orada gelenek var. O devam ediyor. Yani bir Diobendi geleneği var, mesela o akımdan gelen birisine bunu sorsaydınız çok farklı bir cevap verecekti. Biz geleneği kopmuş bir toplumuz. Bir kesinti yaşamış bir toplumuz. Dolayısıyla şu aşamada henüz el yordamıyla kendimizi, kimliğimizi keşfetmeye, yakalamaya çalışıyoruz. Bir geçiş sürecidir bu, inşallah sonu hayırlı olur.
Biz Türkiye’de yaşayan müslümanlar olarak modern zamanın problemleriyle karşılaştığımızda, bu problemleri çözecek esas kaynaklarla irtibatını koparmamış ilim adamlarına ihtiyaç duyuyoruz. Ancak bazen güven bunalımları yaşıyoruz. Kime güveneceğimizi bazen bilemiyoruz. Müslümanlar olarak güvenilir adres arıyoruz.
Bunu benim bir resmi işaret olarak burada size göstermem herhalde çok doğru olmaz. Ama şunu söyleyebiliriz: Kendisini ifade ederken ehlisünnet olduğunu söyleyen insanlar eğer güvenilirlik dediğimiz şeyi iç içe birkaç halka halinde düşünürsek en dıştaki halkayı temsil eder. Yani ehlisünnet çizgiyi kabul etmiş, bu çizgi üzerinde yürüme hassasiyeti taşıyan, kendini böyle ifade eden insanlar en dış halkaya geçmiştir. Onun içindeki halkaya ehlisünnetten ne anladığımız sorusunun cevabını arzu edilir tarzda verenler girebilir. Niye böyle söylüyorum? Çünkü mesela, Türkiye’de veya İslam coğrafyasının başka yerlerinde kendisine selefî diyen insanlar, kardeşlerimiz var. Bunlar da ehlisünnet olduklarını söylüyor ama temel bazı itikadî noktalarda ayrı düşünüyoruz. Bir araya geldiğimizde bu ortaya çıkıyor. Ya da çok ucuz bir mezhep söylemi üzerinden ehlisünnette olduğunu ifade etmeye çalışan kesimler var. Bu da müslüman çağdaş bir insanın çağdaş problemlerine cevap üretme adına bize arzu edileni vermiyor. Ya da herhangi bir grubun, bir ismin etrafında kümelenmiş, kendini dışarıya kapatmış, diğer ehlisünnet olduğunu söyleyen gruplarla bile hiçbir alışverişi olmayan kesimler var. Dolayısıyla bizim bir daha içeri halkaya girebilecek insanlara ihtiyacımız var ki o şudur: Tacuddin es Subki bu meşhur Tabakatu’ş-Şafiiyye yazarı bir eserinde diyor ki: Ehlisünnet dediğimiz çizgi üç ana guruptan oluşur. Bunlardan birincisi kelamcılardır. Ehlisünnet kelamcılarıdır. İkincisi ehl-i hadis dediğimiz ehlisünnet çerçevedir. Üçüncüsü de mutasavvıfadır. Ehlisünneti bu üç grup oluşturur diyor. Doğrudur. Burada belki zikredilmeyen bazı gruplar var fukaha gibi mesela, usulcüler gibi. Ama biz bunları diğer gruplara taksim ederek maksadın ne olduğunu anlayabiliriz.
Şimdi ehlisünnet dediğimiz zaman ne anlaşılması gerektiğini, geçmişte îfâ ettiği fonksiyona paralel olarak bugün ehlisünnet olduğunu söyleyen bizlere bu çizginin ne verdiği, bugünün problemlerini nasıl çözmemiz gerektiği konusunda bize nasıl ölçüler verdiği konusunda bir imaj fikrine ihtiyaç var. Yani ehlisünnet demek; tarihte yaşamış, tarihte ölmüş ve mirası bize kalmış bir anlayışı yaşatmak demek değil; ehlisünnet ölmemiş olan, varlığını devam ettirebilme yetisinde olandır. Şia bunu yapıyor mesela. Basit bir örnek verirsek: Normalde Şii teolojisinde, Şii inancında beklenen mehdi, mehdi-i muntazar gelene kadar Şiiler takiyye yapmakla yükümlüdür. Bu onlara farzdır. Fakat 79’da bir İran Devrimi oldu. Takiyyeyi bıraktı Şiiler ve kendilerini ifade ettiler en üst seviyede, en görünür biçimde. Nasıl oldu bu? Şii itkadiyyatındaki bir ufak rötuşla oldu. Velayet-i fakih dediğimiz bir kurum ihdas edildi. Velayet-i Fakih Kurumu mehdi-i muntazar gelene kadar İslam ahkâmını onun adına yürüten, icra eden insanların varlığını öngördü ve İslam Devrimi oldu.
Şimdi ehlisünnet itikadıyla uğraşan insanlar, ehlisünnet vurgusunu çok sık dile getiren insanlar var. Günümüzde ehlisünnetin mesela, ‘tarih içerisinde daimi surette sultanlarla, saltanatla, güç merkezleriyle irtibat ilişki halinde onlarla barışık olmuştur’ ithamına nasıl bir cevap veriyorlar. Bu bir ithamdır ve tarihsel olduğu kadar bugüne de bakan yönü vardır. Ilımlıdır, muhalif olmaz, muhalefete muhaliftir. Ehlisünnet konusunda böyle bir fotoğraf var. Yani ehlisünnet böyle resmediliyor. Şimdi ehlisünnet olduğunu söyleyen insanlar buna ne diyor. Tarihte ölmüş bir ehlisünnet itikadına sahip olanların buna verebileceği bir cevap yoktur. Ama yaşayan bir ehlisünnet, tarihten kökünü alan, oraya bağlı kalan ama onu yaşayan bir inanç halinde, itikat halinde hayata vaziyet eden bir kabul halinde yaşatmaya hazır insanların ehlisünnet olarak buna bir cevap üretmesi lazım. İşte bunu kastediyorum. Sorunuzun merkezi de bu. Böyle bir âlim tipi böyle bir âlim kadrosu mevcut olacak ki bu bize ehlisünnet hassasiyetini gözeterek bugün yaşayan, yaşama şansı olan ve problem çözen cevaplar üretecek. Mesele bu. Bu geçmişte ortaya konmuş doğruları aynen tekrar etmekle olmuyor. Çünkü bugünün kendine mahsus durumları var. Mesela, bugünün kendine mahsus bidat mezhepleri var. Ehlisünnet kelam âlimleri sürekli "milel-nıhel" kitapları yazmışlar. Niye yazmışlar? Her âlim kendi döneminde mevcut bidat mezhepleri tasnif etmek için, belki tanıtmak için yapmışlardır. Günümüzde kelam işiyle iştigal eden bir insan, bir ehlisünnet bilim adamının yaşayan, canlı yani update edilmiş(güncellenmiş) bir kelam kitabı yazması lazım. Günümüzde mevcut bidat kelam mezheplerini ortaya koymak için. Böyle bir çalışma göremiyoruz. O halde güncelleştirilmiş, bunu kullanırken de biraz tereddüt ederek kullanıyorum doğrusu, çünkü istismara çok açık bir ifade, güncellenmiş bir ehlisünnet kelamına dolayısıyla bunun doğuracağı diğer ilmî faaliyetlere şiddetle ihtiyaç vardır.
Bir de şöyle bir soru sormak istiyorum. Şimdi bir adamın mezhebe bağlılığı ile bir ilim adamının mezhebe bağlılığı aynı mı olmalıdır? Çünkü kendisine fetva sorulan bazı insanlar icabında verdiği cevapla mezhebinin dışında başka bir şey söylemiş olabiliyor aynı zamanda. Yani kendi mezhebinin dışına çıkmaması mı gerekiyor, mezheple irtibatı ne olmalıdır?
Şimdi bu bizim Adab-ı müfti vel müstefti tarzı kitaplarda çok yer bulmuş, çok sorulmuş ve cevabı da verilmiş meselelerden birisidir. Soru sorulan kişi yani müfti müçtehit ise kendisi içtihat eder ve cevap verir. Fakat müçtehit değilse, bir mezhebe mensupsa mensup olduğu mezhebin hükümleri doğrultusunda fetva verir. Eğer kendisine soru soran kişi soru sorduğu konuda araştırma yapabilecek, derine inebilecek kapasitede birisiyse o delilleri serdeder ve hangisinin tercih edilmesi gerektiğini ona izah eder yani ona yol gösterir. Ama soru soran kişi avamsa, delilden falan anlamıyorsa durumuna bakar ve o kişinin durumuna uygun, mensup olduğu mezhepteki muteber kavil neyse onunla fetva verir. Fetva verirken fetva soran insan bakımından göz önünde tutulması gereken kriterler vardır. Bunlardan birincisi o insanın şahsî durumudur. Mesela, maddî durumudur veyahut sağlık, hastalık durumudur soruyla ilgili olarak. Veya ilimdeki kapasitesidir, seviyesidir. Veya ait olduğu mezheptir. Bu kriterler göz önünde tutularak o kişiye cevap verilir. Yani bu sorunun bir tek cevabı yok.
|