EBUBEKİR SİFİL İLE MÜLAKAT–1 DİNLERARASI DİYALOG VE MİSYONERLİK ÜZERİNE


 

İLKADIM - Ağustos 2005


 

“Hıristiyanlık Kaybettiği Mevzileri

 

Yöntem Değişikliğine Giderek Kazanmak İstiyor”

 

Araştırmacı yazar Ebubekir Sifil ile Türkiye müslümanlarının sorunlarını, ilim âlemini, modernist yaklaşımları, dinler arası diyalog faaliyetlerini ve sair konuları konuştuk. Yazarın konuyu derinlemesine tahlil eden kapsayıcı tarzı, özellikle günümüz müslümanlarının bazı eksiklerine dikkat çeken yorumları, üzerinde durulması gereken tespitler olarak çıktı karşımıza. Mülakatımız epey uzun olduğu ve tamamını siz okuyucularımıza vermek istediğimizden bir kaç parçaya böldük.

 

 

 

Dinler arası diyalogun muharrik gücü kimdir? Bu diyalog kimin işine yarar? Bunun temel amacı nedir? Genel bir değerlendirmesini yapar mısınız?

 

- Dinler arası diyalog bilindiği gibi İkinci Vatikan konsiliyle başlamış bir süreçtir. Daha öncesinde Katolik kilisesi özellikle Vatikan, diğer dinlerle ilişkilerini misyonerlik faaliyeti üzerinden yürütüyordu. Buna bir anlamda belki kaba konvansiyonel misyonerlik diyebiliriz. Eğitilmiş misyonerler dünyanın çeşitli bölgelerine gidiyorlar. Oralarda doğrudan doğruya İncil’i telkin ederek, kurtuluşu telkin ederek insanları hıristiyanlaştırıyorlar. Tabi bunun sadece dini değil siyasal bazı uzanımları da var. Misyonerliğin, sömürgeleştirme hareketlerinin bir öncü kuvveti olduğunu biliyoruz. İkinci Vatikan konsilinden sonra bu konvansiyonel misyonerlik tarzı biraz daha rafine hale getirilmiş oldu. Zaten kilisenin ontolojik yapısında misyonerlik, misyon, kurtuluşa çağrı mevcuttur. Esasen Hz. İsa’nın misyonu kiliseye intikal ettiği için kilise misyondan, misyonerlikten vazgeçemez. Bu onun doğasıyla ilgilidir. Dolayısıyla 2. Vatikan konsilinden sonra birtakım yorumlar oldu. Hem Hıristiyanlık içinde hem Hıristiyanlık bünyesi dışında ‘Kilise misyonerlikten vaz mı geçiyor?’ gibi birtakım eleştiriler oldu. Buna karşılık 2. Vatikan konsilinden sonra kurulan Hıristiyan Olmayan Dinler Sekreteryası’nın başındaki bir kardinal, “Misyonerlik faaliyeti durmuş olamaz. Bizim böyle bir kastımız da söz konusu değil. Daha rafine bir misyonerlik söylemi, diyaloga giydirilmiş bir misyonerlik yapılmaktadır” tarzında durumu izah etmiştir. Dolayısıyla dinler arası diyalog, Katolik Hıristiyanlığın teşkilatlı, planlı bir hareketi olarak başladı. 2. Vatikan konsili sonrasından (1965)’ten bugüne kadar devam etti.

 

Bu söylediklerimden anlaşılacağı gibi Katolik Hıristiyanlık diyalog faaliyetlerinde şartların değiştiği bir dünyada misyonerlik faaliyetlerini biraz daha yöntem değişikliğine giderek sürdürmeyi amaçlıyor. Çünkü klasik misyonerlik tarzı tepki toplamaya başlamıştı. Artık o dönemde hem muhtelif uluslar tarafından yerel ve bölgesel kurtuluş savaşlarının verilmesi hem modernizm dediğimiz dünya ölçeğinde bir cereyanın başlaması dolayısıyla kilise de bu klasik misyonerlik yöntemini gözden geçirme ihtiyacı duyuyor ve bu süreç böyle başlıyor. Esasında 2. Vatikan konsili devam ederken diğer dinlerle ilişki, diyalog kurulması öngörülmemiş bir şey. Hatta diğer dinlerle ilgili ifadelerin Vatikan ve konsil belgelerine girmesi öngörülmemiş bir şeyken sonra yahudilerle ilişkiler gündeme geliyor. O zamanki Papa 23. John, yahudilerle ilişkileri iyi olan birisi. Yahudiler, konsil belgelerine yahudilerin de girmesini talep ediyorlar. Uzun görüşmelerden sonra bu kabul ediliyor. Ardından kardinaller, özellikle Arap dünyasından, doğudan gelen kardinaller buna itiraz ediyorlar. Sadece yahudiler anılırsa biz görev yaptığımız yerlerde bunu müslümanlara izah edemeyiz diyorlar. Dolayısıyla müslümanlar da girsin. Müslümanlar da girdi hadi Budistler de girsin, Hindular da girsin deniyor. Zannediyorum temel olarak bu dört dinle ilgili ifadeler var. Birinci olarak yahudiler anılıyor, hıristiyanlara en yakın topluluk olarak. İkinci sırada müslümanlar var.

 

İslam hakkında değil müslümanlar hakkında ilk bakışta klasik kilise öğretisinden ayrılmış gibi görünen bazı ifadeler var. Eskiden kilise dışında kurtuluş yoktur formülü yüzyıllar boyu geçerli olmuşken şimdi konsil sonrası diğer dinlerin de, İslam’ın da kurtuluştan bazı motifler, kurtuluşa götürebilecek bazı hakikatler, pırıltılar taşıdığına dair bazı ifadeler yer aldı kilise belgelerinde. Bunlar hem kilise içinde hem kilise dışında yani Hıristiyanlığın hem içinde ve hem dışında ne anlama geliyor diye epeyce tartışıldı. Sonra gene bizzat kilise belgeleri papalık genelgeleri bu işi tavzih etti ki Hıristiyanlık dışındaki dinlerde kurtuluşa götürücü potansiyellerin mevcut olması onların bizatihi o şekilde kurtuluşa ulaşabileceğini göstermez. Bu şu anlama gelir: Diğer dinlerde Hıristiyanlıkta mevcut hakikate yakın hangi unsurlar var? Bu ifade ediliyor. Yani merkezde yine Hıristiyanlık var. Hıristiyanlık teolojisine, kabullerine uygun olan hususlar kastedilerek deniyor ki, işte bunlar kurtuluştan, hakikatten bazı izler, parıltılar taşıyor. Nedir o? Allah inancı mesela. Çok genel mânâda müslümanlarda da Allah inancı var, ahiret inancı var. Hz İsa’ya, Hz. Meryem’e saygı, Hz. İbrahim’e saygı. Bunlar İslam’da, müslümanlarda da olan şeyler. Dolayısıyla tamamen ümitsiz değil müslümanların durumu.

 

Ama özellikle 23. John’un bir ifadesi, arkasından (konsil devam ederken 23. John ölüyor yerine 6. Pol geçiyor)6. Pol’ün de teyit ettiği bir şey var ki, kilise dışında kurtuluş bulunduğunu söyleyemeyiz. Yani, her ne kadar diğer dinlerde mevcut hakikat parıltıları var, bunu kabul ediyorsak da dürüstlük bizi söylemeye itiyor ki -aynen kendi ifadesi- Hıristiyanlık dışında, kilise dışında kurtuluş yoktur. Hakikatin tek temsilcisi kilisedir.

 

 

 

Buradan ne çıkıyor?

 

- Buradan şu çıkıyor kanaatime göre: Hıristiyanlık, önceleri Katolik Hıristiyanlık, ardından Protestanlık kaybettiği mevzileri yeniden, bir yöntem değişikliğine giderek kazanmak istiyor. Misyon faaliyetini bir yöntem değişikliğine giderek sürdürmek istiyor. Dolayısıyla bunu kendi belgelerinde de ifade ediyor. ‘Dinler arası diyalog kilisenin insanları kurtuluşa götürme misyonunun bir parçasıdır’ diyor. Dolayısıyla bunu biz Hıristiyanlığın dînî, siyasî, politik öngörülerinden, kabullerinden ayrı, bağımsız düşünemeyiz. Bir de bu faaliyete katılan diğer taraflar var. Bizi ilgilendiren nokta burada diyaloğun müslüman taraflarıdır. Müslüman tarafların dinler arası diyalog faaliyetine katılırken, iştirak ederken, bunu savunurken ileri sürdükleri birkaç husus var.

 

 

 

Peki, bunu müslümanlara nasıl izah ediyorlar?

 

- Bu zaten doğrudan olmasa bile bu metinler üzerinde yapılan yorumlarla ortaya çıkarılacak bir şey. Yani mesela doğrudan şunu söyleyemiyor hiçbir zaman kilise; Hıristiyanlık dışındaki dinlere mensup insanlar kendi dinlerinde kalarak kurtuluşa ulaşabilirler. Bunu demiyor. Yani kendi dinleri İslam ya da başka bir din onları kurtuluşa götürebilir, hıristiyan olmaları gerekmez demiyor. Peki, ne diyor? Demin de söylediğim gibi bu dinlerin hakikatten birtakım parıltılar taşıdıklarını söylüyor. Bu nasıl olmuş? Bu kutsal ruhun oralara serpiştirdiği tohumlarla olmuş. Dolayısıyla gerek dinler arası diyalog faaliyetlerinde bulunurken gerekse konsil belgelerinde asla diğer dinlerin mutlak surette hakikate götürdüğüne dair bir ifade yok. Bu nerde oldu. Belki diyalog faaliyetleri neticesi, belki oryantalist çalışmalarla birlikte bir etki söz konusu oldu. Müslüman tarafta oldu bu. Bazı müslümanlar, Kuran’daki bazı ayetleri, bazı rivayetleri delil göstererek, İslam dışında da kurtuluşa erişilebileceğini; özellikle yahudilerin, hıristiyanların ve Sabiilerin Allah’a iman, ahirete iman ve salih amel şartlarını yerine getirirlerse kurtuluşa erebileceklerini söylediler.

 

 

 

Bunlar onların samimi düşünceleri mi?

 

- Evet. Bu hıristiyanlarda değil ama bizde oldu. Yani bu dönüşüm bizde oldu maalesef.

 

Samimiyetten ben şunu anlıyorum, dinler arası diyalog faaliyetlerini yürüten müslüman kesim, en azından Türkiye için konuşursak, samimi olarak bugün dünyada global birtakım problemler karşısında müslüman-hıristiyan, müslüman-yahudi ya da işte dinli kesimler diyelim, bir dine inananlar arasında kurulabilecek diyalogun bu problemlerin aşılmasına katkı sağlayabileceğini söylüyor. Bundan birtakım siyasî faydalar elde etmek, siyasî beklentiler sebebiyle bu sürece girmek durumunda olanlar var. Bunu söyleyenler de var. Belki bu iki şeyi birlikte telakki etmek daha doğru olur.

 

Ama ben şuna kesinlikle inanıyorum ki, bu dinler arası diyalogu Türkiye’de İslam adına yürütenler sadece işte fuhuş gibi, uyuşturucu kullanımı gibi, savaş gibi, insan ticareti gibi ahlak dışı birtakım hususların önünü almak, bunları durdurmak; bunların yerine barışı, ahlakı tesis etmek adına yürüttüklerini söyledikleri bu faaliyetlerden birtakım çıkarlar elde ediyorlar elbette. Nasıl? En azından kendi planlarını, projelerini herhangi bir engelle karşılaşmadan yürütebilmek adına.

 

Bir süre önce o çevreden iki arkadaş beni ziyaret etti. Diyalog faaliyetleri konusundaki maksatlarını ifade etmek meyanında şunları söylediler: Bizim dünyanın muhtelif yerlerinde okullarımız var. Biz bu okullarımızda öğretim kadromuza kesinlikle İslam’ı tebliğ etmeyin diyoruz. Yani insanlara müslüman olun diye telkinde bulunmayın ama sadece yaşayın. İnsanlar sizin lisan-ı halinizden İslam’ı anlasınlar diyoruz. Bu çok etkili oluyor. Okullara gelen talebeler ki, her ülkenin mutlaka aristokratlarının, bürokratlarının çocukları var o okullarda. Bu çocuklar bir süre sonra etkileniyorlar ve din değiştirmeye karar veriyorlar. Bu durum gerek aileleri nezdinde gerek oradaki hıristiyan kuruluşlar nezdinde rahatsızlıklara yol açıyor. Faaliyetlerimiz engellenme noktasına geliyor. Dolayısıyla Hocaefendi bu durumu ortadan kaldırmak üzere Papa ziyaretinde bulundu. Onun üzerine Papa da hıristiyan kiliselerine bir direktif gönderdi ki bu okulların faaliyetlerine engel olmayın. Bizim maksadımız bu idi başlangıçta. Ben de dedim ki, “E o zaman, maksadınız buysa dinler arası diyalog faaliyeti bir stratejik faaliyettir, politik faaliyettir. Buna İslam dininden niye gerekçe temin etmeye çalışıyorsunuz? İşte şu ayet bizi destekler, şu ayet diyalogu destekler, Peygamber Efendimizin şu hareketi diyalogu destekler gibi İslam’dan bu işe niye delil devşirmeye çalışıyorsunuz?”

 

Bu ikisi iki ayrı alan. Birbiriyle ilişkisi yok. Ve burada düğümleniyor mesele tabii. Anlaşılıyor ki bu politik, stratejik beklentiler yanında gerçekten samimi bir dînî kanaat da var ki dinler arası diyalog faaliyeti bir zorunluluktur. Bizim dinimiz de bize bunu emrediyor. Böyle bir samimi kanaatleri olduğu anlaşılıyor.

 

 

 

Bütün bunlar olurken Türkiye’de de misyonerlerin geldiği nokta belli. En aklı başında insanların çocuklarının bile hıristiyanlaşmaya doğru gittiği, Anadolu’nun en ücra köşelerinde bile kilise evlerin açıldığı bir gerçek ve buna müslümanların adamakıllı bir tedbir düşünmedikleri de ortada. Bunları da hesap etmek gerekiyor.

 

 

 

- Şimdi burada insanı rahatsız eden bir şey var. “Eğer siz kendi dininizden eminseniz, bilinçli bir müslümansanız misyonerlik faaliyetlerinden korkmanız gerekmez” gibi bir müdafaa yöntemi ileri sürülüyor. Yani, adam dini tabii ki anlatacak, niye rahatsız oluyorsunuz, eğer siz kendi İslam’ınızdan eminseniz?

 

Fakat şimdi şöyle bir manzara var Türkiye’de ve hatta genelde İslam coğrafyasında: Müslümanların talepleri, en masumane talepleri bile bastırılıyor. Azaltılmış bir İslam ya da kuşatılmış bir İslam söz konusu. Bir taraftan siz başörtüsü, İmam hatipler, Kuran kursu ve saire gibi sorunlarla uğraşacaksınız. Bir taraftan siz İslam’ı bu şekilde azaltmayı, tırpanlamayı devlet politikası halinde sürdüreceksiniz. Böyle bir ortamda bir taraftan misyonerler kendi dinlerini telkin edecek, böyle bir ortamda bir taraftan modernist müslümanlar demin atıfta bulunduğum ayet ve hadisleri öne sürerek diğer din mensuplarının da kurtuluşa erebildiğini söyleyecek. Ve siz böyle bir ortamda kalkıp diyeceksiniz ki misyonerliğin korkulacak bir tarafı yok. Bir de ekonomik kuşatılmışlık var. Misyonerliğin bunu istismar edici, çok da ahlakî olmayan yöntemleri var. Bütün bunları göz önünde tuttuğumuzda meselenin bu kadar basit olmadığı anlaşılıyor.

 

Belki 15. yüzyılda olsaydık mesela Osmanlı imparatorluğu döneminde olsaydık, çok fazla korkmamız gerekmezdi. Çünkü İslam sokakta, dışarıda, ev içinde, insanların şuurunda bilincinde yaşayan bir dindi. Vicdana hapsedilmemişti, sokakta mevcuttu, görünen her yerde mevcuttu ve görünmeyen sadırlarda, vicdanlarda mevcuttu. Şimdi İslam mümkün olduğunca azaltılmış, bastırılmış bir durumda. Ve siz böyle bir ortamda misyonerlikten korkmamamız gerektiğini söylüyorsunuz.

 

Devam edecek.