EBUBEKİR SİFİL İLE SÖYLEŞİ


 

FURKAN - 1998


 

Soru: Öncelikle şunu sormak istiyorum: Bugün sizin kitablarınız ile içyüzlerini ortaya koyduğunuz şahısların "yeni" olarak ortaya koydukları birşey var mı; yoksa "72 Fırka"nın tarih içinde kustuğu zehirlerin bir harmanlaşması mı dillendirdikleri?

 

Cevap: Bismillâhirrahmânirrahîm. Evvela sözünü ettiğiniz 72 fırka ile ilgili rivayete kısaca değinelim isterseniz. Bu babda gelen rivayetlerin sahih olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi, aksi kanaatte olan alimler de vardır. Zira bu anlamdaki bir kısım rivayetlerde 72 fırkanın cehennemde, 1 fırkanın cennette olduğu nakledilirken, diğer bir kısmında da tam tersine 1 fırkanın –ki zenâdıka (zındıklar)'dır– cehennemde, kalan 72 fırkanın cennette olduğu nakledilmiştir. (Bunların uydurma olduğunun söylendiğini ekleyelim.) Ayrıca bir kısım rivayetlerde sadece "ümmetin 73 fırkaya ayrılacağı" belirtilmiş, bunlardan belli bir kısmının cennette ve diğerinin cehennemde olacağı ziyadesine yer verilmemiştir. el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ'da bu mütearız rivayetlerin arasını bulmaya çalışmış ve bunlardan bir kısmının, ümmetin evvelini, bir kısmının da sonunu anlattığını söylemiştir.

 

Öte yandan, İslam tarihinde ortaya çıkmış olan fırkaların adedini 72'ye inhisar ettirerek bu rivayet ile mutabakat temin etmeye çalışan Fırak/Milel-Nıhal yazarları arasında da fırkaların kaç kola teferri ettiği noktasında görüş ayrılıkları bulunduğu göze çarpmaktadır. Galiba en doğrusu bu rakamın mutlak adet bildirmediğini söylemek ve 72 rakamının, zuhur edecek fırkaların çokluğunu anlatmaya yönelik olduğu kanaatini benimsemektir.

 

Günümüzdeki duruma gelince; sözünü ettiğiniz kişi veya grupların, tarihte ortaya çıkmış bid'at fırkaların her birinden –ağırlıklı olarak da Mu'tezile'den– intihallerde bulundukları bir vakıadır. Görüşler arasındaki benzerliklerin, bu durumu inkâr imkânını ortadan kaldırdığı aşikârdır.

 

Ancak burada bir noktanın altını çizmemiz gerekiyor: Tarih içinde ortaya çıkmış fırkaların, özellikle de Mu'tezile'nin, kendi içinde tutarlı bir sistem kurduğunu ve bu sistem doğrultusunda imal-i fikir eylediklerini görmezden gelmemiz mümkün değil. Özellikle Mu'tezilî alim Kadı Abdülcebbâr'ın yeni neşredilen –bazı ciltleri eksik de olsa– el-Muğnî'si bu konuda kanaat hasıl etmeye yeterlidir. Buna karşılık günümüzde ortaya çıkan kişi ve akımların böyle tutarlı ve bütünlük arz eden bir sistem kuramamış olmaları, bunlarla tarih içinde zuhur etmiş fırkalar arasında –en azından metodolojik açıdan– benzetme yapmanın haksızlık olacağının en bariz göstergesidir. Netice olarak kimi noktalarda benzeşmeler olsa da usûl ve sistem açısından bu farkı vurgulamamız gerekmektedir.

 

Bunun yanında günümüz akımları için Müsteşrikler'in oluşturduğu fikrî zemin ve sundukları malzeme de burada anılmalıdır. Söz gelimi, tarih içindeki herhangi bir fırkanın, Kur'an ayetlerinin tarihselliğini savunduğunu ben şahsen bilmiyorum. Ama bu iddia, üzerinde konuştuğumuz kişi ve kesimlerin –en azından bir çoğunun– vazgeçilmez müştereğidir.

 

Daha önce de başka vesilelerle çok kere dile getirmeye çalıştığımız gibi, bu kişi ve kesimlerin hareketinin temel dinamiğini şu dört unsur oluşturmaktadır: Değişim, Akılcılık, İlerlemecilik (bu kabul, Sosyolojik ve zihnî bakımdan Evrim ile kolayca bağdaştırılabilir) ve Dinin kolaylaştırılması. Bu dört temel ilke neyin nasıl yapılmasını gerekli kılıyorsa, o öylece yapılmalıdır. Burada tarih içindeki fırkalarla denk düşme ya da ayrışma, belirleyici bir unsur değildir. Belki bu hareketin yolu, netice bakımından o fırkalarla bir çok noktada kesişmektedir. Ama dediğimiz gibi bu, ağırlıklı olarak sadece bir neticedir.

 

Soru: Rahmetli Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi de çünkü, zamanında ortaya çıkan "Dinî Müceddidler"i –bugünkülerin sözlerinin aşağı-yukarı aynısı– sarfettikleri sözlerden ötürü tenkid etmiş ve hak ettikleri şekilde mukabele etmişti.... O günün meselesi olan ve Hilafet'in İlgasına kaynak gösterilen "Din ve dünya işlerinin ayrılığı meselesi" bugün "Abant Konsülleri" ile "Hakimiyet Milletindir"in de "En İslamî" olduğu noktasına taşınıyor?!!

 

Cevap: Evet. Tarih içinde tezahür etmiş olan her türlü fırkaya, Ehl-i Sünnet ulema tarafından her zaman gerekli cevaplar verilmiş ve meselenin gereği yapılmıştır. İmam el-Mâturîdî ve İmam el-E'ş'arî'nin, başta Mu'tezile olmak üzere diğer fırkalara, İmam el-Gazzâlî'nin Felsefe akımına mukabeleleri, Fahruddîn er-Râzî ve Sa'düddin et-Teftâzânî'nin ölümsüz eserleri nasıl hem kendi dönemlerine, hem de bugüne bütün canlılık ve haşmetiyle hitap ediyorsa, Mustafa Sabri Efendi, Zâhid el-Kevserî, Hamdi Yazır ve benzeri yakın tarih alimlerinin gayretleri de şayan-ı şükrandır. Aslında bu türlü fikrî çarpışma ve çatışmalar, İslamî istikametin ortaya çıkmasına ve ölümsüz eserler bırakılmasına vesile olmuştur, bu bir vakıadır. Ancak günümüzde terazinin kefeleri arasında bir dengesizlik bulunduğu göze çarpmaktadır. Tarih içinde zuhur etmiş her türlü akım ve fırkanın görüşlerinin, yeni katkılarla ve yoğun bir şekilde zihinlere şırınga edilmeye çalışıldığı günümüzde yazık ki henüz ne bir el-Gazzâlî, er-Râzî, ne de

 

Mustafa Sabri ve el-Kevserî yetişmiştir. Bu noktada Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyen okumuş-yazmış herkesin, omuzunda ağır bir vebal taşıdığının farkına varması ve elinden geleni yapması bir borçtur. Yukarıdan beri sözünü ettiğimiz kişi ve akımların "dilini" yakalayıp, oluşturdukları bilinç ve zihin yapısının mantığını kavrayıp ona göre tarz-ı hareket geliştirmeleri gerekiyor.

 

Soru: "Devletsiz İslam" görüşünü savunanların maksadı ve kimlere hizmet ettikleri hakkında bir bilgi verebilir misiniz?

 

Cevap: İslam Dini –malum olduğu üzere– hayatın her alanına hitap eder ve insanı, yaşadığı hayatın –hangi tarih ve coğrafyada olursa olsun– Allah'ın rızasına göre tanzim etme mükellefiyeti ile kuşatır. Bu, kişinin kalbî ve vicdanî dünyasından başlayıp, aileye, oradan da topluma yayılan bir süreçtir.

 

Ancak bu sürecin önceliklerini iyi kavramamız, her merhalenin vazgeçilmezlerini iyi tespit etmemiz gerekiyor. Kim neye hizmet ederse etsin, Müslüman, bu sözünü ettiğimiz sürecin önceliklerini görmezden gelemez ve bu öncelikleri atlayarak bir yere varamaz. "Bir millet kendisini değiştirmedikçe Allah o milleti değiştirmez", "Allah sizden, iman edip salih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vadetti" gibi ayetler ve daha birçok benzerleri, sözünü ettiğimiz öncelikleri yeniden düşünmemizi ihtar etmektedir.

 

Asıl gaye Allah'ın rızasıdır ve bu gayeye ancak, yine Allah'ın çizdiği yol ve yöntem izlenerek ulaşılabilir. Allah Teala hiç kimseye haketmediğini vermez ve hiç kimseyi layık olduğu mevkie yükseltmez.

 

Soruda sözünü ettiğiniz kesimler kendi vazifelerini yapmaktadırlar. Kızıp köpürsek de, bağırıp çağırsak da vazifelerini yapmaya devam edeceklerdir. Ancak bizim hiç hata, ihmal ve kusurumuz yok mudur? Projektörlerimizi dışımıza yönelttiğimiz kadar –ve dahi bu ameliyeyi de ihmal etmeden– içimize de yöneltmek zorundayız diyorum.

 

Soru: 28 Şubat ile birlikte Müslümanların üzerine "gözünün üstünde kaşın var" hesabı gelinirken, "Devletsiz İslam" görüşünü savununların, gayet rahat hareket etmelerinin, toplantılarını cümbüşler içinde yapmalarının, devlet katında kabul görmelerinin sebebi nedir?

 

Cevap: Yukarıdaki soru gibi, bu sorunun da cevabı kendi içinde mevcut! Eğer birisinin yanındaysanız, onun vazgeçilmezliğini ve dokunulmazlığını savunuyorsanız, onun hareket ve hakimiyet alanı içinde rahat hareket etme imkânına da kavuşursunuz.

 

Soru: "Hoşgörü ve diyalog" diyen kesimlerin, Ateistler ve Yahudilerle birlikte tüm kâfirleri Cennet'e sokmaya çalışırken, Müslümanları Cehennemin bir katından diğer bir katına koymalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Cevap: Bunun İslamî bir temeli bulunmadığı kanaatindeyim. Bildiğim kadarıyla bu görüşü ilk dile getiren, Muhyiddin Arabî'dir. Ancak onun bakışıyla soruda dile getiren kesimin bakış açısı arasında korkunç bir mesafe vardır. İbn Arabî, Allah Teala'nın merhamet ve rahmetini ön plana çıkararak, gayrimüslimlerin, ebedî olarak cehennemde azap görmesini, sonsuz ilahî rahmet ile bağdaşır görmediği için, onların da bir süre azap çektikten sonra cennete gideceklerini savunmaktadır. Soruda sözü edilen kesim ise, Müslümanlar'la problemli ve diyalogsuz oluşu ile ön plana çıkmaktadır. "Ruhamâu beynehum, eşiddâu ale'l-küffâr" düsturu tam tersine dönmüş, adeta "ruhamâu ale'l-küffâr, eşiddâu beynehum" tavrı ortaya çıkmıştır. Burada herşeyden önce akidevî boyutta bir problem bulunmaktadır. Meselenin diğer veçhesi ise metot ve maksat ile ilgilidir. İstanbul'a giden otoyola girmişseniz İstanbul'a gidersiniz; Kars'a gidemezsiniz.

 

Soru: Fazlurrahman'la alakalı kitabınızda zikrettiğiniz gibi, müşarunileyh'in İslam düşmanı bir diktatör rejimi "İslamizasyon sürecine" sokma çabasına girip de, Ziya-ül Hak ve Humeyni'yi "Diktatör ve Barbar" olarak nitelemesinin sebebi nedir?

 

Cevap: Adına "gelenek" diyerek bütünüyle mahkûm ettiğiniz bir sistem söz konusuysa, tabir caiz ise bu sistemin "teorisine" olduğu kadar, "pratiğine" de tavırlısınız demektir. Sizin bakış açınıza uymayan, temelinden karşı olduğunuz bir sistemin yansımalarını ve pratiğini de bütünüyle mahkûm etmek, kendi tutarlılığınız bakımından gereklidir. Zira Ziyaü'l-Hak da, Humeynî de, adına "gelenek" dediğiniz şeyin birer parçasıdır.

 

Soru: İslam nokta-i nazarından, "Demokrasi, tevhid'e denk" düşer mi? Muhatabı ne olur?

 

Cevap: Şöyle diyebiliriz: Adına "demokrasi" dediğiniz sistem, eksene Kur'an ve Sünnet'in sabitelerini koyuyorsa mesele yok. Fazlur Rahman'ın görüşlerini incelemeye çalıştığımız kitapta da altını çizdiğimiz gibi, Yüce Allah'ın, tarihin belli bir dönemine etkin olarak müdahale ettiği halde, daha sonra tarih sahnesinden çekildiğini söylemek İslamî değildir. Allah Teala, bütün tarih ve coğrafyalarda muradının tecelli ettirilmesini ister; imtihanın manası budur.

 

Ancak adı ne olursa olsun, bir yaklaşım, Allah Teala'nın muradını göz ardı ederek insanların heva ve heveslerini tervic ediyorsa, bunun İslam ile, Tevhid ile ve murad-ı ilahî ile denk düştüğünü, örtüştüğünü söylemek mümkün değildir.

 

Soru: Bütün bu "Bid'atlerin", Ehl-i Sünnet'in Devletsiz olmasıyla bir alakasını kurabiliyor musunuz?

 

Cevap: Bütün bu bid'atlerin birinci planda Ehl-i Sünnet'in "alimsiz" kalmasıyla alakalı olduğunu düşünüyorum. Önce iman, sonra amel ve sonra da ihlas gelir. Bu basamakları hakkını vererek geçmeden başka bir yere varmamız mümkün değil. Konuşmanın başında zikrettiğim ayet-i kerimeler ve bu doğrultudaki başka pek çok ayet ve hadis, bunun böyle olması gerektiğini ifade etmektedir. Yani önce sonuca değil, sebebe sarılmamız gerekiyor. Sebeplere hakkıyla sarılırsak, sonucun izn-i ilahî ile tahakkuk edeceğini düşünüyorum.

 

Soru: Ehl-i Sünnet bir ülkede bu zındıka neden cevap verilememesinin sebebi hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Cevap: Ehl-i Sünnet bir ülke?! Doğrusu bu tabirin herkese aynı şeyi anlatacak ölçüde netlik ifade ettiğini zannetmiyorum. Eksiklik tabirde değil, bizde elbettte. Ehl-i Sünnet olmak nedir? Ehl-i Sünnet'in alamet-i farikası nedir? İnanç, amel ve aksiyon planında Ehl-i Sünnet olmak neyi ifade eder? Bu sorular üzerinde enine boyuna düşünmeliyiz.

 

Ama bu soruya –yukarıdaki soruların netleştiğini farz ederek– şöyle cevap verebiliriz: Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyen farklı kesimlerde farklı endişeler mevcut. Kiminde maddî endişeler, kiminde statü kaygıları, kiminde cesaret ve bilgi eksikliği...

 

Şu halde işe galiba Ehl-i Sünnet kavramının netleştirilmesiyle başlamak gerekiyor. Teşekkür ederim.