İRŞAD VE
ISLAH
Son yıllarda ender olarak
duyduğumuz bu iki kelime büyük önem taşımaktadır. Evet bu iki sözcüğü artık çok
az duyuyoruz. Neden acaba?
Dilimizde ve sözlüğümüzde yakın geçmişe
kadar yer alan bu iki kelimenin eskidiğini, ya da
Arapça oldukları için artık terk edildiklerini sananlar yanılırlar.
Önce vurgulamak gerekir ki bu iki
sözcük hiçbir zaman eskimezler. Önemlerini yitirmezler. Bunu kavrayabilmek için
önce irşâd ve ıslahın -yalın birer sözcük değil-,
eğitim ve ahlâk kurumlarının sembolleri olarak ne anlama geldiklerine
bakılmalıdır.
İrşâd (bugünkü yazılış şekliyle «irşat»), Arapça «ruşd» mastarının «if'âl»
babından bir türevdir. İlginçtir ki bu basit açıklamayı bile günümüz
Türkiye'sinde ilâhiyâtçılardan başka kimse pek anlamamaktadır. Bu kelimenin
terim olarak ifade ettiği anlam ise kısaca; insanlara doğru yolu göstermek,
gerçekleri anlatarak onları aydınlatmak demektir.
Islah sözcüğüne gelince; bu da
iyileştirmek ve kusurları gidermek anlamına gelir. Bu birkaç satırlık ön bilgi,
bizi üç önemli soru ile karşı karşıya getirmektedir.
1)
İrşada ve ıslaha neden gereksinim vardır?
2)
Toplum, kimler tarafından irşâd
ve ıslah edilmelidir?
3)
İrşad ve ıslah faaliyetleri, nasıl yapılmalıdır?
Hemen belirtmek gerekir ki, bu üç
soruya ideal anlamda verilecek cevapları bir makaleye sığdırmak mümkün
değildir. Çünkü ahlâk ve eğitim uzmanlarının tarih boyunca gerek bilgisizliğe,
batıl ve hurafeye karşı verdikleri mücadelede, gerekse mutlak gerçekleri
anlatmak için yazdıklarının ve söylediklerinin tamamı bu kapsama girer. Fakat
özellikle İslâm'ın ve bilimin koyduğu ölçütlerden yola çıkarak bu sorulara
bulunabilecek isabetli yanıtları özetlemenin de büyük yararı vardır. Bu
suretle, günümüzde büyük ahlâkî sorunlara neden oluşturan ve toplumu yıkıcı
yönde meşgul eden gerçeklere,
Nitekim yukarıdaki sorulardan
birincisi , işte bu çağrışımla akla gelmektedir:
- İrşada ve ıslaha neden
ihtiyaç vardır?
Sosyal ve toplumsal sorunlarımızı
az çok bilen her bilgili ve bilinçli insan, bu soruya cevap vermekte zorlanmaz.
Çünkü bu coğrafyada, maddi ve manevi varlıklarımızı tahrip etmeye çalışan o
kadar çok sinsi ve yıkıcı faaliyetler vardır ki bunların en azından bir kısmını
görmemek ya da duymamak mümkün değildir.
Örneğin, her gün hemen her yerde
ağızlara pelesenk olmuş şu sözcükler bile bizim toplum olarak ne kadar ıslah
edilmeye muhtaç olduğumuzu göstermektedir. İşte bu sözcüklerden birkaçı:
Siyasi kirlilik, partizanlık,
hortumculuk, bölücülük, ayırımcılık, kayırıcılık, provokasyon, rüşvet,
yolsuzluk, ırkçılık, tarikatçılık, lâikçilik, Amerikancılık, terör ve şiddet...
Siyasi partilerin, tarikat
cemaatlerinin, hatta bazı dernek, vakıf ve şirketlerin birer mafya örgütüne
dönüştüğü ülkemizde toplumun irşâd ve ıslaha ne kadar
muhtaç olduğunu görmezlikten gelmek mümkün müdür? Bugünkü Anayasanın önsözünde
yer alan bazı cümleler bile Türkiye toplumunun son yıllarda ne hale düştüğünü
adeta bir itiraf olarak ortaya koymaktadır. İşte bu ifadeden bazı kesitler:
«Cumhuriyet devrinde benzeri
görülmemiş bölücü ve yıkıcı kanlı bir iç savaşın gerçekleşme noktasına
yaklaştığı sırada.....». Evet ifade aynen
böyle devam ediyor.
1982 yılında bizzat devletin
itirafıyla yazılan bu müthiş sözler, esasen Türkiye'de yaşayan herkesi bugün
derinden düşündürmelidir. Evet, yetmişli yıllarda olduğu gibi bugün belki
sokakta artık silahlı bir anarşi yoktur; fakat her alanda başka bir anarşinin
yaşandığı kesindir. Gazeteler, dergiler, siyasi demeçler, pankartlar,
bildiriler ve hatta reklamlar bile bu anarşinin silahları olarak
kullanılmaktadır. Siyasi ve ticari rekabetler, rant kavgalarına dönüşmüştür. Bu
ülkede ün ve çıkar uğruna bazı insanların göze alamayacağı hile yoktur. «Her
toplumda, her ülkede sapık ve hain insanlar bulunabilir» diye meseleyi
basitleştirenlerin kimliklerini ve amaçlarını eğer araştırırsanız Türkiye'de
ahlâk çöküntüsünün ne kadar tehlikeli boyutlara ulaştığını çok daha iyi
anlarsınız!!!
İşte bu yüzdendir ki günümüz
Türkiye'sinde Yalan ve iftira üretmek, üstün bir sanat ve meslek haline
gelmiştir. Aklını kullanan birçok insan bu ülkede ün ve çıkar sağlamak için,
cinayet ve yolsuzluk gibi çok pahalı ve tehlikeli yollara artık baş
vurmamaktadır. Hasımlar yalan, iftira, bühtan ve şantaj senaryolarıyla artık
birbirlerini tasfiye etmeye çalışmaktadırlar. Bu suretle engel kalkınca istenen
amaca daha risksiz bir şekilde ulaşılabilmektedir.
İlginç olanı da ülkeyi
yönetenlerin, bu kirli ve yıkıcı yola, sokaktaki insandan çok daha
profesyonelce başvuruyor olmalarıdır. Devletin en üst kademelerine kadar
tırmanabilmiş olan bu şahıslar, en iğrenç sözlerle birbirlerine hakaret
etmekte, birbirlerini karalamaktadırlar. Bugün mahkemelerde yığılı bulunan
binlerce dava arasında eğer siyaset ve devlet adamları arasındaki hakaret
davalarını incelerseniz bu ülkenin hangi tıynetteki insanlar tarafından
yönetildiğini de öğrenmiş olursunuz.
Türkiye'de alkol tüketimi hızla artmaktadır.
Uyuşturucu ticareti ve bağımlılığıyla artık başa çıkılamamaktadır. Cinsel
sapkınlıklar, çeşitli fuhuş faaliyetleri son yıllarda büyük artış göstermiştir.
Tarikatçılık, laikçilik, Sabetaycılık, putçuluk, satanizm ve ırkçılık toplumsal yaşamı çok olumsuz
etkilemektedir.
Bütün bunlar, Türkiye toplumunun
irşada ve ıslaha ne kadar muhtaç olduğunu kanıtlamaktadır.
Gelelim ikinci sorunun cevabına;
Toplum, kimler tarafından irşâd ve ıslah edilmelidir?
İnsanları bilgilendirmek ve
bilinçlendirmek bir ehliyet meselesidir. Ehliyetten amaç, bilgi ve ahlâk
bakımından yeterli düzeye sahip olmaktır. Esasen tarih boyunca her toplumu,
içindeki aydın kesim yönlendirmiştir. Bu kesimin her ferdine, İslam
sosyolojisinde «âlim» denir.
Alim, uzmanlık düzeyinde, bilgi
sahibi insan demektir. İslam'da âlim kişi, çok önemli bir konuma sahiptir.
Çünkü hem yöneticilerin, hem de halkın akıl hocasıdır, topluma danışmanlık
eder, insanları hem aydınlatır, hem de onlara moral verir.
İslam'da, ilim ve gerçek ilim
erbabı çok övülmüştür. İslam, bir ilim dini olduğu için ilmî birikime sahip
olan kimseler, tarih boyunca toplum içinde saygı görmüşlerdir. Bu aynı zamanda
bir ölçüttür. Çünkü bir toplum eğer arasında yetişen birikimli aydınlara önem
vermiyorsa, gerçek ilim erbabı eğer ihmal görüyorsa böyle bir toplum,
kalitesizliğini ortaya koymuş olur. Zaten böyle bir toplumun iflâh olması da
mümkün değildir. Nitekim İslam'a mensup milletlerin gerilemesi ve İslâm
uygarlığının çökmesi de büyük ölçüde bu sebepten kaynaklanmıştır.
Yüz yılar önce yozlaşan
zihniyetin etkisiyle «cihâd» anlayışının sırf «fetih»
olarak algılanmaya başlaması üzerine «müslümanlar»,
bilim ve aydınlanma konusundaki duyarlılıklarını yitirdiler. İşte bütün
çöküşler bu yüzden başladı. Önce bilime ve bilim hayatına karşı toplumdaki ilgi
yok oldu. «Bilim» kavramı hakkındaki anlayış da tamamen değişti. Bu
kavrama mistik bir bakışla artık yaklaşılmaya başlandı. Önce «din»
kavramı mistisizmle, (yani tasavvufla) yer değiştirdi. İnsanlar
tasavvufu artık din olarak algılamaya başladılar. İslam'da din ile bilimin iç
içe oluşu, toplumu İslam'a daha da yabancılaştırdı. Böylece «müslümanlar» tamamen mistikleştiler. Bilim alanları birer
viraneye döndü. Âlimler ihmal edildiler, horlandılar ve zamanla tamamen terk
edildiler. Alimlerin bıraktığı karanlık boşlukta, tarikat şeyhleri, dervişler
ve abdallar yuvalandılar. İlim merkezlerini de birer miskinhâne olan tekkeler
işgal etti ve her gün yeni bir tarikat türedi. Bugün yaşadığımız uzay çağında
bile Türkiye'de yeni yeni tarikatlar kurulmakta,
toplumu bilimden ve aktif yaşamdan soyutlamaya çalışmaktadır.
İşte bu yüzdendir ki toplumu irşad ve ıslah edecek ilim adamlarının sayısı yok denecek
kadar azalmıştır. Özellikle toplumumuz ve ülkemiz için bu bir talihsizliktir.
Oysa toplumu gerçek anlamda aydınlatacak, halkın mutlu ve başarılı bir hayat
sürdürebilmesi için feyiz ve moral verecek hakiki âlimlerin rolü çok büyüktür.
Peki, kime âlim denir, bunun
ölçütü nedir, bugünün âlimleri nasıldır, bunların sayı ve nitelik bakımından yeterliliği
nedir, gerçek âlim sahtesinden nasıl fark edilebilir? Bunlar çok önemli
sorulardır. Bunların hepsine ikna edici yanıtlar bulunması gerekir. Aksi halde,
-yüz yıllardır adet olduğu üzere- âlim ve bilgin diye bundan sonra da
halk, yine tarikat şeyhlerine, dervişlere, mollalara, medyumlara, üfürükçülere,
muskacılara, büyücülere ve şarlatanlara başvuracak, sorunlarını saplantı
içindeki bu fanatik ve sömürücü insanlara götürecek, tabiatıyla daha çok büyük
sorunlarla karşılaşacak ve daha koyu bir karanlığın içine itileceklerdir!
Bu ilgiyle hemen vurgulamak
gerekir ki, esasen pusuda beklemekte olan bazı odaklar ve onlara tetikçilik
eden medya ajanları böyle bir konunun gündeme getirilmesiyle birlikte hemen
irkileceklerdir. Evet, kime âlim denir, bu sıfat kimlere yakıştırılabilir, ilim
kavramına nasıl bir açıklık getirilebilir, İslam'ın ilme bakış açısı nedir gibi
sorular bu insanları şimdi çok rahatsız edecektir. Fakat belirtmek gerekir ki
konumuz bu değildir. Meselemiz; Toplum, kimler tarafından irşâd ve ıslah edilmelidir, sorusuna cevap aramaktır.
Elbette ki dejenere olmuş bir
toplumu aydınlatmak, ona ahlak ve moral kazandırmak ilim adamlarının işidir. Bu
görev onlara düşer. Aydınlıktan nasibi olan hiç kimse bundan asla kuşkulanamaz.
Değerlerini yitirmiş ve fe
Üçüncü sorumuza gelince bu da İrşad ve ıslahın nasıl yapılmasına ilişkindi.
Kuşku yok ki bu bir uzmanlık
konusudur. İnsanları aydınlatmak, onlara, Kur'an'ın
ve bilimin ışığında gerçekleri anlatmak, ahlâkını yitirmiş hasta ruhları rehabilite etmek ve onları topluma kazandırmak, bilgi,
ihtisas ve kişilik işidir.
Yüz yıla yakındır sırf pozitivist sistemlerle toplumun beynini yıkamaya çalışan
bir örgüt, bugün hâlâ devlete ve ülkeye egemen durumdadır. Değerlerinden ve
maneviyatından koparılmaya çalışılan bu toprakların gerçek sahipleri (sözü
edilen yabancı kökenli) gizli örgütün baskısından kurtulmak ve biraz ferahlamak
için çare olarak hep tarikatlara sığınmışlardır. Aslında bu, 1920'lerde
başlayan bir paniğin devamıdır. Yoksa bu toplum eğer biraz özgürleşse idi büyük
olasılıkla âlimleri bulacak ve onlarla dayanışma içine girerek bilgili kuşaklar
yetiştirecekti.
Bugün halâ kitaba küs gibi duran
milyonlar yaşamaktadır bu ülkede... Dilerseniz ve eğer başarabilirseniz,
gidiniz, önce gizli tekkelerin ve irili ufaklı tarikat cemaatlerinin bir
çetelesini çıkarınız; ondan sonra da Türkiye'de bulunan kütüphane sayısına
bakınız. Keza mümkünse tarikatlara üye olmuş insanların sayısını saptamaya
çalışınız; buna ömrünüzün bile yetmeyeceğini göreceksiniz. Peki bunları nasıl
aydınlatacak ve ıslah edeceksiniz. İşte Türkiye'nin en büyük sorunlarından biri
de budur.
Toplumu yanıltan çevreler, bu
gizli tablo hakkında hiçbir bilgi vermezler. Üstelik bu konuda söz açanların
başlarına bin türlü bela açmaya bile çalışırlar. Onlara göre Türkiye'nin
içeride
İşte bu pembe sanal dünyaya
inanan milyonlarca insan var Türkiye'de. Belki, onlara göre bunun aksini
söyleyenlere «karamsar» değil, «hain» demek gerekir. Çünkü bunlar
insanların moralini bozuyorlar!
Peki şimdi bu kadar şartlanmış kitleleri
nasıl aydınlatacaksınız, bu insanları nasıl uyandıracaksınız, bunlara nasıl
moral ve cesaret vereceksiniz, bunların dünya ve ülke gerçeklerini görmelerine
nasıl yardımcı olacaksınız? Bu konuda uygulanacak yöntemlerin hangisi daha
isabetlidir? Görüyorsunuz, yine karşımıza bir sorular zinciri çıkıyor.
Kuşkusuz, bu sorulara cevap
vermek için can atan nice insan ortaya atılacak, bir kısmı ahkâm kesecek, hatta
bu ülkeyi babasının çiftliği gibi görerek; «kimdir bu saçma sapan sorularla
milletin kafasını karıştıran?!!!» diyecek, ağzını açacak, gözünü yumacak, ona
buna hakaret etmeye bile kalkışacaklardır. Ama fitneleri körükleyenlerin,
çözümsüzlüğe öncülük edenlerin de asıl bunlar olduğunu göreceksiniz! Çünkü
gerçek anlamda ve samimiyetle İrşad ve ıslah için
şimdiye kadar kim, nerede hayırlı bir adım atmış ise mutlaka orada başka
birinin de şerli bir adım attığı görülmüştür. İste esas irşad
ve ıslah için öngörülecek bütün hareket ve faaliyetlerden önce bu sinsi, ukala
ve bozguncu tiplere karşı önce tedbirli olmak gerekir ki esasen bunlara karşı
alınacak önlem, bu amaçla uygulanacak yöntemlerin temelini oluşturmalıdır. Evet
irşâd ve ıslahın bütün sırları işte bu önlemde
saklıdır.
Ferit AYDIN