«ÖTEKİ TÜRKİYE»'DE NEO-İRTİCA

«İRTİCA», Arapça bir kelimedir. Sözde «gericilik» anlamında kullanılmaktadır. Ancak Araplar bu sözcüğü, Türkçe'de kullanılan anlamda hiçbir zaman kullanmamışlardır. Arapça'da «gericilik» kelimesinin karşılığı «er-ric'iyye»'dir. «Öteki Türkiye»'nin lengüistik açıdan -irtica sözcüğü ile ilgili olarak- pek bilinmeyen tuhaflıklarından belki de ilki budur.

Arapça'daki manâları ile hemen hiç ilgisi olmayan anlamlar yüklenerek bugünkü Türkçe'de bile kullanılan yüzlerce Arapça sözcük vardır. Bunu ilk kez Doç. Dr. Emrullah İşler adında bir araştırmacı saptamış ve bulabildiği kadarıyla bu kelimeleri bir kitapta toplamıştır. Ancak bu zat, kibar bir dil kullanarak çalışmasına «Türkçe'de anlam kaymasına uğrayan Arapça kelime ve Kelime grupları» adını vermiştir. Oysa bu araştırmacının, «anlam kaymasına uğrayan» diye nitelediği sözcükler, gerçekte anlam kaymasına uğramamış, tam tersine bu kelimelere hiç alakası olmayan anlamlar yüklenmiştir. «Öteki Türkiye»'nin dolaylı da olsa -irtica ile ilgili olarak- pek bilinmeyen tuhaflıklarından ikincisi de budur.

Türkiye halkları, bir bilgi toplumu niteliğini kazanamadıkları için, bu birkaç satırlık analizi bile bugün anlayabilecek kimseler ülkemizde çok ender bulunabilmektedir. Dolayısıyla irtica meselesini düzeyli ve bilimsel bir dille irdelemenin bir yararı olamayacağı açıktır. Günümüzün koşullarında bu, bir Türkiye gerçeğidir. Ancak şartlar ne olursa olsun, gerçeklerin mutlaka erbabı tarafından ortaya konması, tarihi ve vicdani bir sorumluluğun gereğidir.

Bu sorumluluktan hareketle hemen ifade etmek lâzımdır ki İrtica tartışmaları, bu günün meselesi değildir. Bilakis, Tanzimat'tan beri bu sorun, gittikçe yoğunlaşarak ve müzminleşerek bu güne kadar süre gelmiştir. Bu kadar uzun bir zaman dilimi içinde irtica sorununa bir çözüm getirmek şöyle dursun, bu kavram için bilimsel bir tanım üzerinde bile şimdiye kadar görüş birliğine varılamamış olması Türkiye halklarının bilim atmosferinden ne kadar uzak olduğunu kesin biçimde kanıtlamaktadır.

İnanç özgürlüğü konusunda toplumun hemen hiçbir konsepti yoktur. Bu konuda inisiyatif kullanan taraf, yalnızca egemen bir azınlıktır! Bu azınlık ise kendini devletle özdeşleştirdiği ve iktidarlara baskı yaparak devlet gücünü kullanma avantajına sahip bulunduğu için her meselede olduğu gibi irtica konusunda da toplumla herhangi bir pazarlığa oturmaya şimdiye kadar yanaşmış değildir. Ama bu toplum, bundan sonra da eğer var olmak istiyorsa mutlaka irtica sorununa bir çözüm bulmak zorundadır. Çünkü özellikle egemen zümre tarafından gizlenmekte olan çok tehlikeli bir irtica türü daha vardır ki Türkiye için bu büyük bir tehdittir. İktidarlar üstü bir konuma sahip bulunan bu «polit büro», meselinin anlaşılmaması için yıllardır bir kavram kargaşası da yaratmıştır. Dikkatleri sırf tarikatçılara ait olan irtica üzerinde yoğunlaştırmayı şimdiye kadar başarabilmiş olan bu azınlığın, günümüze kadar gizleyebildiği («Öteki irtica» diye de niteleyebileceğimiz) bu ürkütücü sorun, biraz sonra deşifre edilecektir.

İrtica sorununun şimdiye kadar çözümlenememiş olmasındaki önemli faktörlerden biri de Türkçe'nin yetersizliğidir. Sürrealist ve sübjektif düşüncelerin açıklanmasında son derece zayıf olan Türkçe, bu ve benzeri birçok kavramın bilimsel kriterler çerçevesinde tartışılmasına esasen müsait değildir. Kaldı ki gerek Arapça'dan gerekse Fransızca'dan -yanlış anlamlar yüklenerek- vaktiyle yapılmış yüzlerce kelime aktarımları bu noktada büyük sorunlara kaynaklık etmiştir. Böylece birbirini zincirleme olarak üreten sorunlar bu ülkede bütün çözüm arayışlarının önünü tıkamış, toplumsal yaşamı felce uğratmıştır. Türkçe'nin neden olduğu bu kısır döngü, toplumda genel bir bilinç düzeyinin gerçekleşmesini de önlemiştir. Bu yüzden irtica da dahil, bugün Türkiye'de irili ufaklı binlerce sorun çözümsüz durumdadır.

İrtica kelimesi, -yukarıda da işaret edildiği gibi-, Fransızca'dan vaktiyle yapılmış yanlış bir çevirinin sonucu olarak sözde «gericilik» anlamında kullanılmaktadır. Amacı anlatan «gericilik» sözcüğü bugün artık Türkçe'de bulunuyor olmasına rağmen, ısrarla «irtica» kelimesinin kullanılması «Öteki Türkiye»'nin tuhaflıklarından üçüncüsü olarak yerini korumaktadır.

İrtica kelimesi, Genelde «tarikatçıları» ya da «İslâmcıları» suçlamak ve aşağılamak için kullanılmaktadır. Ancak bu suçlamada bulunan laikçiler, ilginçtir ki tarikatçılardan daha mürteci -yani daha gerici- olduklarını bilmezlikten gelmektedirler! Bu manzara ise «Öteki Türkiye»'nin herhalde en çarpıcı tuhaflıklarındandır. Hemen ifade etmek gerekir ki bu kesim, kendini hep modernist ve ilerici olarak lanse etmeye çalışmıştır.

İrticanın neden bir suçlama ve aşağılama imgesi olarak kullanıldığı sorusu ise asıl üzerinde durulması gereken noktadır. Ancak irtica, -yaşanan kavram kargaşası içinde- göreceli olarak hemen her kişi ve her kesim tarafından farklı anlamda algılanmaktadır. Dolayısıyla irticadan ne amaçlandığına bakmak gerekir. Bunu da esasen gericilik kelimesinin verdiği sözlük anlamdan yola çıkarak araştırmak lâzımdır.

Gericilik, yaklaşık olarak: «eski yaşam biçimlerine, eski düşünce ve düzenlere karşı duyulan özlem» diye tanımlanabilir. Eskiye duyulan özlem ise nedensel olarak çok değişik değerlendirmelerle ortaya çıkacağı için bu kısa ve global tanım çerçevesinde özlenmeye değen ve değmeyen şeyleri birbirinden ayırt etmek kolay değildir. Dolayısıyla bazı kimseler ya da kesimler tarafından özlenen ve yeniden hayata geçirilmek istenen düşünceler arasında hangisinin gericilikle nitelenebileceği de görecelidir. Çünkü insanlar, anlayışları, yaşam tarzları, zevkleri, kültürleri ve psikolojik durumları bakımından farklıdırlar. Bu faktörlerin belirlediği tercihlere göre insanlar geçmişe ait şeylere elbette ki farklı bakacaklardır. Kimisi bunlara, artık işe yaramaz, ömrünü tüketmiş ve dolayısıyla terk edilmesi gereken şeyler diye bakarken, kimisi de onlara kutsal tarih, büyüklerin emaneti, ecdat yadigârı, kahramanlıkların simgesi, ve kültür birikimi gibi çeşitli yaklaşımlarla bağlılık gösterecek, onları adeta kutsayacak, onlara büyük anlamlar verecek ve onları yeniden yaşama geçirmek isteyecektir.

Burada sorun, neyin artık yürürlükten kaldırılıp terk edilmesi ve neyin devam ettirilmesi gerektiği üzerinde odaklanmaktadır. İnsanlar, tabiatıyla her konuda olduğu gibi bu konu da uzlaşamamaktadırlar. Türkiye'de bu kapsamda o kadar çok ihtilaflı konu vardır ki birçok kimse her gün bu yüzden kavgalarla ve polemiklerle vakit geçirmektedir.

Örneğin Türkçe, Cumhuriyetin ilânından beri bu kavgalardan birinin konusudur. Bir grup insan, bu dile eskiden girmiş olan yabancı sözcüklerin atılarak yerlerine «türetilmiş» yeni karşılıklarının kullanılmasından yanadır; başka bir grup ise bu tutuma karşıdır. Bu nedenle genel olarak yeniciler, eskicileri gerici olarak görmektedirler. Keza, gruplardan biri sağcılığı, başka bir grup ise solculuğu gericilik olarak algılamaktadır. Aynı şekilde bir grup insan, Amerikancılığı gerici bir zihniyet olarak görürken başka bir grup, sosyalist eğilimli kesimleri gerici diye nitelemektedir.

Türkiye'de eşya ve olaylara siyah beyaz olarak bakmak yerleşik bir zihniyet haline gelmiştir. İrtica suçlaması, işte bu zihniyetin ürünlerindendir. Etnik kökencilik, mezhepçilik, tarikatçılık, ideoloji, marjinal siyasi görüşler ve sosyal sınıf farkları gibi faktörler, son yıllarda halkı çeşitli sitelere böldüğü gibi bu siteleri de her kesime göre ilerici ve gerici olarak ayrıca bölmüştür. Giyim kuşam, anlayış tarzı, hatta okudukları gazeteler bile insanların bu iki kamptan hangisine ait olduklarını kesin biçimde ortaya koymaktadır. Bu türden bölünmüşlük, hiç kuşkusuz ekonomik sınıflar bazında bir bölünmüşlükten çok daha tehlikelidir. Çünkü toplum, gelir dağılımındaki dengesizliklerden dolayı ekonomik, ya da sosyal sınıflar olarak bölünse bile eğer meselenin içinde ideolojik bir faktör yoksa bu soruna çare bulmak olanaksız değildir. Fakat bölünmenin nedeni eğer ideolojik ise sonuç daima tehlikeyi davet eder.

Bu bölünmüşlük, temelde bölücü gayretlerin Türkiye'de çok faal olduğunu kanıtlamaktadır. Bu konuda çaba harcayan odakların, söylem olarak en çok kullandıkları söz ise «irticadır». Bu da laikçilerin daha bölücü olduklarını göstermektedir. Fakat bu kelime, o kadar spekülatif niyetlerle kullanılmaktadır ki bugün Türkiye'de neyin gerçekte irtica olduğunu ve kimlere gerçek anlamda mürteci denebileceğini kestirmek kolay değildir.

Aslına bakılırsa kendini yenilikçi, modernist, aydın ve Avrupalı gibi gören egemen bir sınıf vardır ki gericiliğin hemen her türlü şeklini bu grubun düşünce ve yaşamında görmek mümkündür. O kadar ki tarikatçıların gericiliği, bu kesimin gericiliği yanında çok daha cılız kalmaktadır. İşte (biraz sonra deşifre edilecek olan) «öteki irtica» budur. Buna «neo-irtica» demek daha uygun olur. Çünkü bu kampın yandaşları, devlet gücünü kullanma avantajına sahip bulundukları için bütün kusurlarını, hatta cinayetlerini bile bu irtica sayesinde gizleme olanağına sahiptirler. Nitekim, seksen yıldan beridir laikçi azınlık, tarikatçıları sürekli olarak mürteci diye suçlamakta, onları aşağılamakta, onlara ait sektörleri «Yeşil sermaye» adı altında fişleyerek boykot etmekte, fakat onların arasında bir tek «hortumcu» bile bulamamaktadır. Evet şimdiye kadar saptanabilmiş olan -medyanın tabiriyle- bütün «hortumcular» laikçiler arasından çıkmışlardır. Yalnızca tarikatçı bir siyasi parti lideri yakın geçmişte yolsuzluk yüzünden mahkum edilebilmiştir. İlginçtir ki salt laikçilerle ilgili olan bu gerçeğin gizlenmesinde «öteki irtica»'dan yararlanılmıştır!

Tarikatçılara gelince, bunların yaptığı her yanlışlık gözler önünde cereyan ettiğinden, (bir suç olarak) irtica büyük bir kolaylıkla sırf onlara yüklenebilmektedir.

***

Bilimsel açıdan gerçeğe bakılacak olursa irtica sadece eskiye ve eskimişe özlem duymakla açıklanamaz. Özlenebilecek o kadar çok eski ve eskimiş şey vardır ki bugün en «çağdaş» toplumlar olarak kabul görmüş muhitlerde bile bu tür yaklaşımlara sıkça rastlanabilmektedir. Örneğin en kalkınmış ülkeler olan Avrupa ve Amerika'da, başta üst düzey devlet adamları olmak üzere birçok bürokratın, zenginin ve sosyeteye mensup ailenin konutlarında şömine bulunmaktadır. Oysa şömine, esasen uygarlıktan son derece uzak köy evlerinde kullanılan ilkel bir ısınma ve yemek pişirme aracıdır. Ancak gürültüsü, kalabalığı ve sıkı disiplini ile insanın huzurunu kaçıran günümüzün kent hayatı, en modern konutta bile bu ilkel araca bir köşe ayırmak suretiyle sanal olarak doğanın kucağında yaşıyormuş gibi avunmaya insanı itmiştir. Şimdi bu irtica mıdır? Elbette ki en azından tartışılır. Çünkü modern konutta yapılan şöminenin yapısı hiç de ilkel değildir. Bununla birlikte şömine, köydeki isli kirli ve ilkel yapılı ocağın kullanıldığı hemen hiçbir amaçla da kullanılmamaktadır.

Şu halde irtica, sadece eskiye ve eskimişe duyulan özlem olarak tanımlanamaz. Bununla birlikte irticada ilkellik aranır, sertlik, acımasızlık ve mantıksızlık aranır. İşte şimdi bu kriterlere dayanarak Türkiye'deki iki karşıt mürteci kamp olan laikçilerle tarikatçıları karşılaştırmamız artık çok kolaydır. Aynı zamanda, hem şimdilere dek gizlenebilmiş olan «öteki irtica'ı» ifşa etmemiz, hem de laikçilerin, karşıtlarını suçlarken sergiledikleri ilginç bilgisizlik örneklerini gözler önüne koymamız mümkün hale gelecektir.

Laikçiler, tarikatçıları, sözde -evrensel İslâm nizamını yeniden hayata geçirmek istedikleri için- suçlamakta ve aşağılamaktadırlar. Nitekim spekülatif amaçla ürettikleri «siyasal İslâm» söylemini bu hilenin simgesi olarak kullanmaktadırlar. Bu çok büyük bir bilgisizlik örneğidir. Çünkü tarikatçıların ne böyle bir amacı vardır, ne de Kur'an'daki İslâm'ı idrak edebilecek bilgi birikimine ve uygarlık anlayışına sahiptirler. Tam tersine tarikatçılar, şeyh-mürit ilişkisine dayalı, tamamen mistik, statik, meditativ, sanal ve karanlık bir sürü batıl inanışlar içinde bilinçsizce yüzen yığınlardır. Bu insanlar en az lâikçiler kadar İslâm'dan uzak ve onu anlamaktan acizdirler! Tarikatçılar aslında bu yüzden mürtecidirler, gericidirler.

Laikçiler, devlet gücünü kullanma avantajına sahip bulundukları için tarikatçılara o kadar yukarıdan bakmakta ve onları o kadar küçümseyip aşağılamaktadırlar ki onların İslâm'dan ne kadar uzak olduklarını öğrenmeye bile tenezzül etmezler. Tabiatıyla bu da (özeti bile buraya sığdırılamayacak kadar) çok büyük yanlışlıklara neden olmaktadır!

Laikçiler, -tabiatıyla güçlü mevkilerine güvenerek ve ellerindeki dev imkânlar seferber ederek- özellikle eğitim mekanizmasını kullanmak suretiyle toplumun olayları sorgulama yetisini felce uğrattıkları için tarikatçılar aleyhinde kızıştırdıkları savaşın tozu dumanı içinde «öteki irtica'ı» rahatça gizleyebilmektedirler.

Meselenin özüne bakılırsa hem tarikatçılar hem lâikçiler, gerçek anlamdaki yenileşmeye ve çağdaşlaşmaya karşıdırlar. Çağın gereksinimlerine ve koşullarına göre yenileşmek ve açılımlar kaydedebilmek için her şeyden önce biçimsellikten kurtulmak ve düşünce planında evrenselleşmek gerekir. İslâmlaşmanın da gereği budur. Oysa tarikatçılara da laikçilere de baktığımız zaman her iki kesimin de şekilci, gelenekçi, bölücü, ölücü, dayatmacı, hoşgörüsüz, şiddet yanlısı, inatçı ve sinsi olduklarını açıkça görebiliriz. Bu iki kesimi karşılaştırdığımız zaman onların hiç de birbirlerinden farklı olmadıklarını görürüz. Bunu saptamak son derece kolaydır. Yeter ki bu iki kesimin yaptığı yoğun propagandalarla önceden şartlanmış olmayalım.

Bu amaçla şimdi bu iki kampı biraz karşılaştırmaya çalışalım:

1) Tarikatçıların da laikçilerin de gerici olduklarını kanıtlayan yukarıdaki ortak niteliklerinden birincisini ele alarak bu iki düşman kampı karşılaştırdığımızda her iki tarafın da koyu biçimci olduklarını görürüz. İki cephenin de yandaşları dincidir, taklitçidir. Çünkü aşağılık duygusu içindedirler. Her iki kesim de kimlik bunalımı içinde kıvranmaktadırlar. Bu her iki kampın mensupları da hem yabancı düşmanlığı gütmüş, hem aynı zamanda daima yabancılara özenmiş, onları körü körüne taklit etmişlerdir.

Örneğin Sünni tarikatçıların gizlice yaptıkları ayinlerin tamamı başka dinlerden alınmadır. Tarikatçılar, aynen mü'minler gibi camilere gelip namaz kılarlar, onlar gibi oruç tutar, zekat verir ve hacca giderler. Fakat tekke olarak kullandıkları mekânlarda, Budha dininden aldıkları «rabıta», «hatm-i hacegân» ve «teveccüh» diye adlandırdıkları ayinleri gizlice düzenleyerek evrensel İslâm dinini dejenere etmeye çalışmaktadırlar. Aynı şekilde Aleviler de (tıpkı Sünnî tarikatçılara ait tekke gibi) İslâm'da hiçbir yeri bulunmayan «cem evleri»'nde toplanarak enstrümanlar eşliğinde danslı ibadetler yapmaktadırlar. Tarikatçılar, vaktiyle Hintli spiritüalistler, keza şaman ve Mazdak rahipleri tarafından Müslümanlara bulaştırılmış bu gerici ve karanlık ibadet şekilleriyle İslâm arasında herhangi bir bağ bulunup bulunmadığını asla araştırmamış, soruşturmamış ve sorgulamamışlardır.

Tarikatçılar tarih boyunca; Nakşibendi, Kadiri, Rufai, Mevlevi, Alevi, Melâmi, Bektaşi, Cerrahi, Halveti, Gülşeni, Biberi ve Aczimendi gibi yüzlerce mistik örgüt kurarak İslâm gibi çağlar üstü evrensel bir yaşam ve yönetim biçimini tahrip etmeye çalışmış, günümüzde yaşanan din anarşisine ortam hazırlamışlardır. Bunlar yetmiyormuş gibi günümüzde de Nurculuk ve Aczmendîlik gibi daha organize örgütler kurarak fitnenin yaygınlaşmasına önayak olmuşlardır.

Laikçilere gelince, bunlar de tarikatçıların neden olduğu genel çöküşü fırsat bilip Cumhuriyetin kurulduğu günlerde devleti ele geçirdikten sonra zaman zaman tarikatçıları bahane ederek, bazen de onları kullanarak uydurdukları «çağdaş uygarlık» hilesi ile topluma ilk önce Batılıların giyim kuşam tarzını zorla kabul ettirmiş, ondan sonra da alkol, seks, çıplaklık, israf, moda, pop, Noel Baba ayinleri, heykelcilik, çelenkçilik ve faizcilik gibi ahlâkı perişan eden çarpık yaşam ve ilişki biçimlerini özendirerek Batıyı (bilim ve teknolojisiyle değil), bu çürümüş yönleriyle taklit etmiş, bu suretle de günümüzün çeşitli krizlerine, yozlaşmaya, kokuşmaya, hortumculuğa, teröre ve anarşiye ortam hazırlamışlardır.

İşte hem tarikatçılarda hem de laikçilerde görülen bu şekilcilik ve taklitçilik, yıkıcı sonuçlarıyla çarpıcı birer irtica örneğidir. Dolayısıyla bu her iki kamp da şekilcidir, dincidir, mürtecidir, gericidir.

2) Tarikatçılar, mistik yaşam biçimini çeşitli geleneklerinde sürdürmektedirler. Sünni tarikatçılarda Hint kaynaklı panteist inanışlar, Alevilerde ise daha çok Şamanizm'in ve Mazdakizm'in etkileri altında bu gelenekler, yüzyıllar boyu eski alışkanlıkların devamı olarak süregelmiştir. Giyim olarak özellikle gelenekçi Nakşibendiler arasında yaygın olan Buhara tarzı şalvar, figürlü Türkistan tipi sarık ve geniş cüppe, Yahudilerden kalma takke, Hint dinlerinden alınma tespih, uzun sakallar, parola niyetine özel tokalaşma biçimi, (hacı yağı olarak bilinen) ağır Hint ürünü kokular, bunlardan sadece bazılarıdır. Aleviler ise son yıllara kadar çok eğitimsiz kaldıkları için, onların giyim kuşam bakımından Şamaninst ve Mazdakist dönemden kalma, belli tercihleri yoktu. Çünkü Aleviler bir kültür birikimine sahip değildirler. Ancak bunlar da yüzyıllar boyu ilkel köy geleneğinde çakılıp kalmışlar, uyumsuz giyim tarzlarıyla, ilginç bıyık ve sakallarıyla daima dikkat çekmişlerdir. Aleviliği (bir inanç grubu değil), bir etnik yapı olarak benimsedikleri için sürekli yakınan ve mağdur izlenimini uyandıran psikolojik bir alışkanlığı da ısrarla sürdürmüşlerdir.

Tarikatçılar, tarihe bakışları açısından da taklitçi ve gericidirler. Örneğin, Heterodoks Sünniler de aynen Ortodoks Sünniler gibi Muaviyeci ve Yezitçidirler. Nitekim çocuklarına «Bayezit», yani «Yezidin babası» diye isim veren Osmanlı padişahlarına birer «evliya» olarak inanmaktadırlar. Aynı zamanda İslâm öncesi ve sonrası «Türk Ulularını» kutsal sayarlar. Yüz binlerce insanı hiç yere katletmiş olan Timurleng gibi, kanlı bir diktatörü, keza, 28.01.1595 günü, (aralarında kundaktaki bebeklerin de bulunduğu beşi delikanlı on dördü çocuk) tam on dokuz kardeşini; Ayrıca 20.04.1597 de ve 07.06.1603'de fidan gibi delikanlı iki oğlunu cellatlara boğdurtan Venedikli Bafo'dan doğma III. Sultan Mehmet gibi hunhar bir padişaha bile Nakşibendiler mukaddes bir şahsiyet olarak inanırlar. Modernist Nakşibendilerin büyük önem verdikleri «Saadet-i Ebediyye» adlı kitapta Timurleng, «Timur Hân» olarak geçmekte, yine bu kitapta «Hicretten binbeşyüz sene önce» yaşadığı ileri sürüler Oğuz Hân için «rahmetullahi teâlâ aleyh» şeklinde İslâmca bir duada bulunulmaktadır!

Tarikatçıların Alevileri de Sünnileri de antropomorfisttirler ve ölücüdürler. «Evliyalar, pirler, abdallar, gavslar, kutuplar» gibi çeşitli adlar altında birçok tanrıya taparlar.

Hz. Ali'nin hemen hiçbir inancını paylaşmayan, yaşam tarzları bakımından da Ona son derece aykırı düşen Aleviler'in Aliciliği ise oldukça tuhaftır. Bu kadar ilginç manzaralar içinde sergilenen bilgisizliğin ve bilinçsizliğin ise gericilikten başka bir açıklaması olamaz.

Sadece birkaç basit örnekle gözler önüne serilen bu gerçekler bile Sünnisiyle, Alevisiyle bütün tarikatçıların evrensel düşünceye, açılıma ve çağdaşlaşmaya kapalı olduklarını kanıtlamaktadır.

Laikçilere gelince, bu kampın gelenekçiliği çok daha ilginçtir. Bunlar, daha Osmanlı döneminde (özellikle 1600'den beri) zaman içinde siyasi ve idari kadrolara sızarak en üst makamlara kadar tırmanabilmiş olan Sabetaistler ile Musevi Karay Türklerinin ortaklaşa kurdukları gizli örgütlerin uzantılarıdır. Osmanlı yönetiminin son yıllarında devletin zayıflamasını fırsat bilen proto laikçiler, İttihat ve Terakki partisi içinde ilk kez açık şekilde örgütlendiler. Cumhuriyet döneminde ise bunlar, çok daha farklı yapılarda ve karmaşık stratejilerle faaliyet göstererek örgütlenmişlerdir. Bu grubun, elit kısmının hemen tamamı, Osmanlı dönemindeki İttihat ve Terakki Partisi üyelerinin ve sempatizanlarının soyundan gelmektedirler. Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir güç bu gizli yapıyı çözememiştir. Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanlığı döneminde bu gizli yapıyı ortaya çıkarmak için bazı planlar yapılmış ise de başarıya ulaşılamamıştır! Cevat Rıfat Atilhan, Şahap Tan ve Şaban Kuzu gibi araştırmacıların uğradığı son, bu yapı hakkında az çok bir fikir vermektedir! Dolayısıyla bu örgüt hakkında çok fazla bir şey bilinmemektedir. Ancak bu örgüt, devleti ve iktidarları kullanarak günümüze kadar gerek ideolojik eğitim sistemi aracılığıyla, gerekse kullandığı geniş medya ve sermaye ağı sayesinde halk kesiminden de laikçi bir azınlık yetiştirmiştir. Bunlara sokak laikçileri demek daha doğrudur. Bunların arasında beyni yıkanmış sağcı da vardır, solcu da vardır, Sünni de vardır, Alevi de vardır... Laikçilerin elit takımı, sokaktaki laikçileri de kullanarak toplumu ve devleti sömürmede aynen İttihatçılar gibi çok sinsi yöntemlere başvurmaktadır.

Laikçilerdeki bu sinsi eğilimin tarihsel bir arka planı olsa gerektir. Çünkü bu kesimin, biraz önce sözü edilen elit kısmı, (eğer doğru ise) korkunç bir tarihi kan davası geleneğini sürdürmektedir. Sokaktaki laikçiler değil, fakat bu üst klik (eğer tahmin edildiği üzere) yüzyıllar önce Müslümanlarca haritadan silinmiş olan Musevi Hazar Devleti'nin öcünü almaya ant içmiş çok eski bir örgütün devamı ise bu geleneğin insanlık adına bir açıklaması olamaz! İşte «neo-irtica»'ın esas kaynağı bu olmalıdır.

Bu ihtimallerden söz edilmesi bir komplo teorisi olarak algılanmamalıdır. Çünkü laikçi egemen örgütler tarafından işlenen o kadar çok suç ve cinayetler gizli tutulabilmektedir ki bunların içyüzünü tam anlamıyla ortaya çıkarmak artık olanaksızdır. Nitekim laikçiler tarafından sahnelenen Susurluk olayı halâ çözülmemiş bir bilmece olarak durmaktadır. Oysa eğer bu olayda bir tek tarikatçının, ya da hanif bir mü'minin en ufak bir rolü saptanmış olsaydı adam hemen oracıkta linç edilirdi; ya da Menemen olayı gibi bir senaryo sahnelenirdi; arkasından da «irtica hortladı!» diye ortalık ayağa kaldırılırdı. Laikçiler tarafından işlenen bütün faili meçhul cinayetlerin şimdiye kadar hep tarikatçılara yüklenmiş olması ise «neo-irtica»'ın tehlike boyutları hakkında ürkütücü işaretler vermektedir!

3) Tarikatçılar da Laikçiler de cumhuriyet tarihi boyunca sürekli olarak bölücülük yapmışlardır. Bölücülük, bu iki düşman kesimin ortak özelliği olarak günümüze kadar sürmüştür. Bölücülük ise mutlak surette şiddeti davet ettiği için, hiç kuşkusuz ilkelliğin ve irticaın en belirgin özelliğidir.

Bölgecilik, hemşehricilik, aşiretçilik, kabilecilik, etnik köktencilik, dincilik ve ırkçılık, -bu iki kesimin sergilediği ayırımcı tutum, propaganda, ideoloji ve eylemlerle- yaygınlık kazanmış ve yerleşmiştir.

Tarikatlarda her cemaat, bağımsız bir dinin bağlıları gibi örgütlenip öbür bütün cemaatleri dışlamış, suçlamış ve aşağılamıştır. Hatta zaman zaman birbirinin yakasına düşmüş, birbirlerine karşı laikçilere bile alet olmuşlardır. Nitekim laikçiler tarafından Sakarya'da konuşlandırılmış bulunan militan bir Nakşibendi örgütün, öbür Nakşibendi cemaatler aleyhinde yayınladığı kitaplar bu gerçeği açık şekilde ortaya koymaktadır. Bu yüzden her cemaat belli semboller ve parolalar kullanarak gizli düzenini ve örgütsel yapısını sürdürmeye çalışmıştır ve çalışmaktadır.

Nakşibendilerin sergilediği ırkçı faaliyetler de oldukça ilginçtir. Örneğin bu cemaatlerden biri, «Doğu Anadolu»'da tanınmış «Arap kökenli seyit» bir aileyi angaje ederek Cumhuriyet tarihi boyunca Türk Nakşibendiliğinin propagandasını bu ailenin gölgesinde yapmıştır! Sözü edilen Arap kökenli ailenin okumuş çocuklarından biri de bu ilgi karşısında «Doğu Anadolu Gerçeği» adı altında kaleme aldığı kitabında, «Kürtlerin Türk olduğunu» ileri sürerek ırkçı Nakşibendilere jest yapmıştır.

Laikçilerin emrindeki Derin devlet tarafından Sakarya'da konuşlandırılan militan Nakşibendilerin yayınladığı kitaplarda da milliyetçilik propagandaları yoğun olarak yer alır. Nitekim örgütün başı, saldırdığı bir kişi hakkında aynen şu cümleyi kullanmaktadır: «Türk bayrağı hakkında paçavra diyen bir adama, siz Müslümandır diye nasıl bakabilirsiniz?». Tabiatıyla böyle bir cümlenin bir Nakşibendi şeyhi tarafından telaffuz edilmesi ilginçtir. Çünkü bu kişi, salt milli bir sembol olan bayrağı doğrudan din, iman ve İslâm konusu olarak düşünmektedir. Bu ise çok astronomik bir düşüncedir. Ancak laikçi ideolojik politikalar statükoculuğu özendirdiği için bu eğilimdeki Nakşibendiler, milliyetçi tutumlar sergilemekten çekinmemektedirler. Oysa mistik düşünce ve yaşam biçiminde siyasetin, politikanın ve milliyetçiliğin yeri bulunmamaktadır. Konuya ilişkin ayrıntılar ise buraya sığmayacak kadar çoktur.

Ayırımcılıkta laikçilerin dosyası tarikatçılarınkinden daha az kabarık değildir. Çünkü devlet laikçilerin pençesinde olduğu için onlar bu konuda çok daha acımasız davranmışlardır. Özellikle laikçiler yeni bir din kurgulayarak onu devlet törenleri kılığında sinsice yaşama geçirmek suretiyle aynı anda hem ayırımcılıkta, hem dincilikte hem de dayatmacılıkta eşine rastlanmayan bir tutum sergilemişlerdir. Sinsi bir irtica örneği olan bu tutumun içyüzü 1939 yılından bugüne kadar gizli kalabilmiştir. Bu araştırma ve inceleme çalışması eğer yakın gelecekte bir komploya hedef olmazsa toplum bu ilginç dinin içyüzünü tarihi bir olay olarak altmış beş yıl sonra ilk kez öğrenme olanağına kavuşmuş bulunacaktır!

Bilindiği üzere dinler eski birer geçmişe sahiptirler ve bugün milyarları peşinde sürükleyen dinleri ortadan kaldırmak artık mümkün değildir. Bu dinlerin bağlıları arasında son beş bin yıl boyunca çok kanlı savaşlar cereyan etmiş ve bu olaylar ürkütücü sonuçlarıyla tarihe geçmiştir. Bugünlerde, Filistin, Afganistan ve Irak'ta cereyan eden olaylar bunun en çarpıcı örnekleridir. Dinler, hem sürekli biçimde mesajlarını vermek suretiyle, hem de bu olayların sonucu olarak artık kemikleşmiş ve kalıcı hale gelmişlerdir. Dolayısıyla her birinin yandaşları bugün milyarları bulan bu dinlerden birinin, öbürünü yok etmesi artık olanak dışı iken yeni, cılız ve mahalli bir dinin bunlardan birini yok etmeye kalkışması mantıktan yoksundur. Çünkü bu, artık kesinlikle mümkün değildir. Böyle bir girişimin olumlu bir sonuç veremeyeceği de gayet açıktır. 1939 yılında Türkiye'de kurgulanan ve temelde İslâm'ı ortadan kaldırmayı amaçlayan yeni dinin kurucuları, bu gerçeği büyük olasılıkla bilmiş olmalarına rağmen tasarladıkları yeni dini yaşama geçirmiş ancak bu konuda serdikleri gericiliğin bugün nasıl çarpıcı bir tablo olarak ortaya çıkacağını herhalde tahmin edememişlerdir.

Bu girişimdeki çarpıcı gericilik örneklerini izlerken çok şaşırtıcı ilkelliklere rastlamak mümkündür. Bunların bazıları üzerinde durmak, ibret almak bakımından önem taşır.

Her şeyden önce, bu alternatif dinin kurgulanmasında ve yaşama geçirilmesinde İslâm Dini'nin önemli ibadet biçimleri ve kurumları örnek alınmıştır. Özellikle İslâm'da çok muhteşem ve etkileyici olan hac ve namaz ibadetleri -bu yeni dinde basit değişikliklerle- spekülatif olarak düzenlenen formlar içinde taklit edilmiştir. Hiç kuşkusuz bu seçimde özen gösterilmiştir. Örneğin, Mekke'deki -Kâbe'yi içeren- Mescidu'l-Haram Kompleksinin bir eşi sözde daha modern bir tasarımla Ankara'da kurulmuştur. Bu suretle «Milli Türk Dini»'nin Kâbesi, görkemli bir yapı olarak bina edilmiştir. Keza İslâm'daki namaz ve tavaf ibadetleri, «esas duruş» pozisyonunda birleştirilmek suretiyle «insan-tanrı»'ya karşı bir ibadet olarak tasarlanmıştır.

Doğrusu bu tasarımda, hemen sezinlenemeyen bir çelişkiden söz etmek mümkündür. Çünkü bu dindeki taklit, oldukça spekülatiftir. Örneğin, «İslâm'da gerici bir yapı yoktur ki onu taklit etmek gericilik anlamına gelsin!» diye bir itiraz karşısında nasıl bir yanıt vermek gerekir? Buna muhatap olan kimsede eğer bir mantık bozukluğu yoksa bu sorudaki çelişkiyi anlamakta zorluk çekmez. Çünkü «Milli Türk Dini»'nin tasarımında esasen İslâm'ı kopya etmek değil, bilakis alternatif bir din üreterek İslâm'ı devre dışı bırakmak gibi son derece sinsi bir amaç yatmaktadır. Buradaki incelik, İslâm'da en kutsal mekân olan Kâbe ile en temel ibadet şekli olan namaz ve tavafın taklit edilmiş olmasıdır. «Çünkü Türkiye'de halk bu figürlere zaten alışıktır. İnsanlar namaza benzeyen bir esas duruş pozisyonunu pek yadırgamaz. Aynı şekilde hac ibadetinden kalma alışkanlıkla insanlar büyük bir anıt mezar karşısında toplanmayı pek garipsemez. Meselenin kutsallık yanına gelince o da zamanla insanların vicdanına kazınabilir» (?!) Alternatif dinin tasarımındaki psikolojik yaklaşım işte budur.

Fakat bu durumda eğer laikçilere göre İslâm gerici bir din ise (ki öyledir) onu taklit etmiş olmak çok daha bayağı bir gericilik örneği olur! İşte laikçilerin içinde bocaladıkları mantık bozukluğunun özeti budur. Bu mantık bozukluğunu laikçilerin birçok ideolojik tasarımlarında ve siyasal senaryolarında sıkça görmek mümkündür.

Laikçiler, geç de olsa sırlarının bu kadar açık şekilde deşifre olmasından elbette ki çok rahatsız olacak, büyük tepki gösterecek ve yukarıda sergilenen gerçekler karşısında çeşitli antitezler geliştirmeye çalışacaklardır. Örneğin, icat ettikleri bu dinde tanrı, peygamber, melek, şeytan, cennet, cehennem ve ahiret düşüncesi gibi inanışlar bulunmadığı için bu çalışmadaki açıklamaları afaki olarak değerlendireceklerdir. Çünkü böyle davranmak zorundadırlar. Ve çünkü İslâm, «din» adı altında yeni herhangi bir inanç kurumunun yapılandırılması amacıyla izlenebilecek olası bütün yolları tamamen tıkamıştır. Onun içindir ki icat edilecek herhangi yeni bir din, dünyada artık tutunamayacaktır. Nitekim bin beş yüz yıldır, bu amaçla sahnelenmiş bütün girişimler ve senaryolar boşa çıkmıştır. Bu nedenledir ki «Milli Türk Dini»'nde de -aynen helenistik döneme ve öncesine ait mitolojideki ölü insana tapım gibi- gerici bir anlayış egemen kalacak ve bu din, Türkiye'nin sınırları içinde kısıtlı, sönük, mahalli, biçimsel ve geleneksel devlet törenleri olarak kalmaya mahkûm olacaktır. Bu din için Türkiye dışında yapılan reklamların hiçbir sonuç vermediğini ve vermeyeceğini, dileyen herkes gidip örneğin Nelson Mandella'dan sorarak da öğrenebilir!

Fakat bir kez daha tekrar etmekte yarar vardır ki bu tapınak ve bu törenler temelde «Türk Milleti'nrin dini» olarak kurgulanmış ve uygulamaya konmuştur. Nitekim bu tapınak yapılmadan önce, laikçi elit tabakadan bazı kimselerce zaman zaman dile getirilen yeni bir dinin özlemleri bu gerçeği açık şekilde kanıtlamaktadır. Örneğin bu kişilerden Kemaleddin Kamu'ya ait şu dizeler kesin bir belge hükmündedir:

«Ne örümcek ne yosun
Ne mucize, ne füsun
Kâbe arabın olsun
Bize Çankaya yeter».

Tabatıyla bu dizeler «Milli Türk Dini»'nin tapınağı henüz yokken söylenmiştir.

Keza Behçet Kemal Çağlar 'ın «Milli Türk Dini» için yazdığı mevlit de bu özlemi kanıtlayan belgelerdendir. İşte «Neo-İrtica» Mevlidinden bazı dizeler:

Gel ey 19 mayıs eşsiz sabah merhaba
Ey Samsunda karaya çıkan ilâh, merhaba
Merhaba ey yükselen güneş Anafarta'dan
Merhaba ey kurtaran Türklüğü bin vartadan
Merhaba ey Türklüğe alın yazısı yazan
Merhaba Dumlupınar,Sakarya, İzmir, Lozan
Merhaba ey biribiri ardından inkilaplar
Merhaba ey ezeli, feyizli eşsiz bahar
Merhaba ey ilâhın en yakın arkadaşı
Merhaba ey devletin ak alnı, aziz başı
Doğuran bu gün, bir gün: doğuracak muttasıl
Her Türkün tevellüdü 19 Mayıs asıl
İlk çamurdan beden, üflenen ruh, dediler
Son tufanda Türklüğü kurtaran ruh, dediler

Tabiatıyla laikçilerde irtica, bu derece bir taklit paranoyasına dönüşünce bu adamlar İslâm'da mevlit diye bir ibadet biçiminin, bir törenin, ya da bir geleneğin, gerçekten var olup olmadığını bile hiç düşünmeden, araştırmadan sözde İslâm'ı (fakat gerçekte tarikatçıları) kopya ederek böyle ilginç durumlara düşmüşlerdir.

Meselenin aslına bakılırsa İslâm'da mevlit diye bir ibadet biçimi yoktur. Türkçe mevlit denen şiirin ise Bursalı Süleyman Çelebi adında bir kişi tarafından yazıldığı bilinmektedir. Bu şahıs, İstanbul'un alınışından otuz yıl önce ölmüştür. Vesiletünnecât adı altında yazdığı şiir, Çelebi'nin ölümünden yakla­şık 150 yıl sonra, Üçüncü Sultan Murad (1546-1595) zama­nında ilk kez Hz. Muhammed 'in yalnızca doğum yıldönümü münasebetiyle okunmuştur. Onun için İslâm'ın özüyle hiçbir ilişkisi bulunmayan mevlidin «Milli Türk Dini» için sözde İslâm'dan taklit edilmiş olması çok büyük bir tutarsızlık ve çok bayağı bir irtica örneğidir.

Bu özlem, birçok gerçeği özetlemektedir. Onun için bu konuda fazla açılmaya gerek yoktur. Şu var ki, laiklik için günümüze kadar bir tanım bile bulamamış olmalarına rağmen laikçilerin yaklaşık yetmiş yıl önce yeni bir din kurmaya kalkışmaları enteresandır! Çünkü, «Milli Türk Dini», tam anlamıyla mistik bir din olarak tasarlanmış olmasına rağmen topluma salt devlet törenleri olarak empoze edilmiştir. İşte bunu güden amacın temelindeki spekülatif yaklaşımlar «Milli Türk Dini»'ni tam anlamıyla bir irtica sembolü haline getirmiştir. Bu yaklaşımları üçe çıkarabiliriz: hem bir yandan İslâm'ın zaman içinde ortadan kaldırılması, hem onu taklit etme yaklaşımı, hem de bu yeni dinin uhrevilikten yoksun bulunması onun ilginç bir irtica örneği olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü, hemen bütün tevhid dinlerinde kâinatın gerçek yaratıcısı olarak kabul edilen (tek, yegâne, eşsiz, benzersiz, ölümsüz eksik­siz, başlangıçsız, sonsuz, ve her şeye egemen olan) Allah'ın varlığı bu irticaî dinde inkâr edilmiş, O'nun yerine ölü bir insan konmuştur. Ölmüş insanın vicdanlara tanrı olarak kazınması ise tarihin hiçbir döneminde uzun sürmemiştir. Laikçiler bugün istedikleri kadar görkemli bir tapınağa sahip bulunuyor olsunlar, istedikleri kadar insanları zorlayarak büyük kalabalıklar halinde bu tapınakta ayinler düzenlesinler ve istedikleri kadar dönem dönem darbelerle tarikatçılara göz dağı vererek bu dini, güç kullanmak suretiyle ayakta tutmaya çabalasınlar, Yaşamakta olduğumuz uzay çağının mantığı ile baktığımızda bu dinin çok geri, çok ilkel ve her bakımdan din mantığı ile çatıştığını, dolayısıyla da bu törenlerin ilerde bir din olarak vicdanlara kazınamayacağını açıkça görürüz. Bununla birlikte, «Neo-irtica» diyebileceğimiz eşi emsali görülmemiş bir gericilik örneği olarak tarihe geçen bu dini, laikçiler istedikleri kadar yorumlasın, istedikleri kadar onun bir din olmadığını ileri sürsünler. Bundan sonra hiçbir savunmaları da kimseye mantıklı gelmeyecektir.

Bu tapınakta zaman zaman düzenlenen etkinlikler ve törenler bu dinin birer haccı ve umresi olarak bağlılarını din adına doyuma ulaştırıyor olabilir. Çünkü tarikatçıları bu ibadete zorlamakla laikçiler büyük bir üstünlük elde etmektedirler. Nitekim laikçiler küçük bir azınlık olmalarına rağmen, örneğin 03 Kasım 2003 seçimlerinde çok kalabalık yığınlardan oy alarak tek başına iktidara gelmiş güçlü bir tarikatçı partinin bile bütün kurmaylarını «Milli Türk Dini»'nin tapınağında ibadet etmek zorunda bırakabilmişlerdir!. İrticaın en ilkel örneği işte budur.

Bu ilgiyle şöyle bir karşılaştırma üzerinde durmak oldukça düşündürücüdür: Örneğin bir Müslüman'ın, bir Hıristiyan'ın, ya da bir Yahudi'nin -olmaz ya- kendi dininin bağlılarından birini ya da başkasını, kendisi gibi inanmaya veya ibadet etmeye zorlasa, bu ülkede neler olmaz! Büyük ihtimalle yer yerinden oynar, belki darbe bile olur. Ama laikçiler, binlerce tarikatçıyı, «Milli Türk Din»'inin tapınağında hazır bulunmaya ve orada, (sözde devlet töreni adı altında) icra edilen ibadete katılmaya onları zorlarken hiç kimsenin kılı kıpırdamamaktadır; daha doğrusu kıpırdayamamaktadır. Ancak bu suskunluğun bir gün sona ermeyeceği anlamına gelmez. Çünkü korku dini, tarihin hiçbir döneminde uzun ömürlü olamamıştır. Hele yasa zoru ile bir topluma din dayatmanın olumlu bir sonuç vereceğine inanmak güçtür.

İrticanın psikolojik boyutu da çok önemlidir. Mürteci insan tipinin havsalası dardır. Ne kadar zeki ve eğitimli olursa olsun, ne kadar yüksek bir sosyal ya da siyasal statüye sahip bulunursa bulunsun tahammülsüzdür, biçimcidir, bencildir, kuşkuludur ve ön yargılıdır; dolayısıyla da saldırgandır. Bu nedenle mürteci insan tipinde sorgulama yeteneği dumura uğramıştır. Ve bu nedenledir ki en çağdaş kılıklı bir mürteci ile tartışmak bile yine büyük risk taşır.

Nitekim İslâm gibi Evrensel bir inanış, yaşam ve yönetim kurumunun getirdiği özgürce düşünme ahlâkına, eğitici ve yüceltici ibadet pratiklerine ve çağlar üstü yaşam disiplinlerine rağmen tarikatçılar, kendi dar ufuklarıyla sığ, karanlık ve meditativ bir yaşam biçimini İslâm adına bir dine dönüştürmüşlerdir. Tarikatçılar İslâm'dan önceki yozlaşmış ve çarpıtılmış dinlerin büyük ölçüde etkileri altında kalarak kapalı, katı kuralcı, biçimci ve mistik bir kısır döngü içinde çakılıp kalarak fanatikleşmişlerdir. Bir yandan, tekke, türbe, mevlit, mum, çaput, büyü, muska, üfürük, fal, medyumluk, müzikli ve danslı ibadetler gibi bayağı gelenekleri kurumlaştırmak suretiyle bahane arayan odaklara koz hazırlamış, öbür yandan laikçilerle sık sık kapışarak büyük sorunların kaynağı haline gelmişlerdir. Bunlar bilinen klasik irtica örnekleridir. Fakat laikçiler yüzyıllar önce İslâm ordularına yenilmiş ve dağılmış bir Musevi Türk devletinin öcünü almak adına yeni bir din icat etme macerası içine sürüklenmiş ve sözde İslâm'ın hayat damarı olan tevhid inancına bu suretle darbe indirmek istemişlerdir. Bu da öteden beri iç yüzü gizlenen «Neo-irtica» örneğidir.

İrticanın, fanatizmin ve ilkelliğin her türlüsü daima tepki görmüş ve ret edilmiştir. Mürteciler, istedikleri kadar çağdaş dekorların arkasına gizlenmeye çalışsınlar, günün birinde mutlaka biri çıkacak, bu tarihi tespitte olduğu gibi onları gizlendikleri yerden çıkarıp gözler önüne serecektir. Unutmamak gerekir ki, evrensel düşüncenin gücü karşısında irticaın acı yenilgisine tarih, sayılamayacak kadar tanıklık etmiştir.

Ferit AYDIN