«ÖTEKİ TÜRKİYE»'DE NEO-İRTİCA
«İRTİCA», Arapça bir kelimedir. Sözde «gericilik» anlamında
kullanılmaktadır. Ancak Araplar bu sözcüğü, Türkçe'de kullanılan anlamda hiçbir
zaman kullanmamışlardır. Arapça'da «gericilik» kelimesinin karşılığı «er-ric'iyye»'dir.
«Öteki Türkiye»'nin lengüistik açıdan -irtica sözcüğü ile ilgili olarak-
pek bilinmeyen tuhaflıklarından belki de ilki budur.
Arapça'daki manâları ile hemen
hiç ilgisi olmayan anlamlar yüklenerek bugünkü Türkçe'de bile kullanılan yüzlerce
Arapça sözcük vardır. Bunu ilk kez Doç. Dr. Emrullah İşler adında bir
araştırmacı saptamış ve bulabildiği kadarıyla bu kelimeleri bir kitapta
toplamıştır. Ancak bu zat, kibar bir dil kullanarak çalışmasına «Türkçe'de
anlam kaymasına uğrayan Arapça kelime ve Kelime grupları» adını vermiştir.
Oysa bu araştırmacının, «anlam kaymasına uğrayan» diye nitelediği
sözcükler, gerçekte anlam kaymasına uğramamış, tam tersine bu kelimelere hiç
alakası olmayan anlamlar yüklenmiştir. «Öteki Türkiye»'nin dolaylı da
olsa -irtica ile ilgili olarak- pek bilinmeyen tuhaflıklarından ikincisi de
budur.
Türkiye halkları, bir bilgi
toplumu niteliğini kazanamadıkları için, bu birkaç satırlık analizi bile bugün
anlayabilecek kimseler ülkemizde çok ender bulunabilmektedir. Dolayısıyla
irtica meselesini düzeyli ve bilimsel bir dille irdelemenin bir yararı
olamayacağı açıktır. Günümüzün koşullarında bu, bir Türkiye gerçeğidir. Ancak
şartlar ne olursa olsun, gerçeklerin mutlaka erbabı tarafından ortaya konması,
tarihi ve vicdani bir sorumluluğun gereğidir.
Bu sorumluluktan hareketle hemen
ifade etmek lâzımdır ki İrtica tartışmaları, bu günün meselesi değildir.
Bilakis, Tanzimat'tan beri bu sorun, gittikçe yoğunlaşarak ve müzminleşerek bu
güne kadar süre gelmiştir. Bu kadar uzun bir zaman dilimi içinde irtica
sorununa bir çözüm getirmek şöyle dursun, bu kavram için bilimsel bir tanım
üzerinde bile şimdiye kadar görüş birliğine varılamamış olması Türkiye
halklarının bilim atmosferinden ne kadar uzak olduğunu kesin biçimde
kanıtlamaktadır.
İnanç özgürlüğü konusunda
toplumun hemen hiçbir konsepti yoktur. Bu konuda inisiyatif kullanan taraf,
yalnızca egemen bir azınlıktır! Bu azınlık ise kendini devletle
özdeşleştirdiği ve iktidarlara baskı yaparak devlet gücünü kullanma avantajına
sahip bulunduğu için her meselede olduğu gibi irtica konusunda da toplumla
herhangi bir pazarlığa oturmaya şimdiye kadar yanaşmış değildir. Ama bu toplum,
bundan sonra da eğer var olmak istiyorsa mutlaka irtica sorununa bir çözüm
bulmak zorundadır. Çünkü özellikle egemen zümre tarafından gizlenmekte olan çok
tehlikeli bir irtica türü daha vardır ki Türkiye için bu büyük bir tehdittir.
İktidarlar üstü bir konuma sahip bulunan bu «polit büro», meselinin
anlaşılmaması için yıllardır bir kavram kargaşası da yaratmıştır. Dikkatleri
sırf tarikatçılara ait olan irtica üzerinde yoğunlaştırmayı şimdiye kadar
başarabilmiş olan bu azınlığın, günümüze kadar gizleyebildiği («Öteki
irtica» diye de niteleyebileceğimiz) bu ürkütücü sorun, biraz sonra deşifre
edilecektir.
İrtica sorununun şimdiye kadar
çözümlenememiş olmasındaki önemli faktörlerden biri de Türkçe'nin
yetersizliğidir. Sürrealist ve sübjektif düşüncelerin açıklanmasında son derece
zayıf olan Türkçe, bu ve benzeri birçok kavramın bilimsel kriterler
çerçevesinde tartışılmasına esasen müsait değildir. Kaldı ki gerek Arapça'dan
gerekse Fransızca'dan -yanlış anlamlar yüklenerek- vaktiyle yapılmış yüzlerce
kelime aktarımları bu noktada büyük sorunlara kaynaklık etmiştir. Böylece
birbirini zincirleme olarak üreten sorunlar bu ülkede bütün çözüm arayışlarının
önünü tıkamış, toplumsal yaşamı felce uğratmıştır. Türkçe'nin neden olduğu bu
kısır döngü, toplumda genel bir bilinç düzeyinin gerçekleşmesini de önlemiştir.
Bu yüzden irtica da dahil, bugün Türkiye'de irili ufaklı binlerce sorun
çözümsüz durumdadır.
İrtica kelimesi, -yukarıda da
işaret edildiği gibi-, Fransızca'dan vaktiyle yapılmış yanlış bir çevirinin
sonucu olarak sözde «gericilik» anlamında kullanılmaktadır. Amacı
anlatan «gericilik» sözcüğü bugün artık Türkçe'de bulunuyor olmasına
rağmen, ısrarla «irtica» kelimesinin kullanılması «Öteki Türkiye»'nin
tuhaflıklarından üçüncüsü olarak yerini korumaktadır.
İrtica kelimesi, Genelde «tarikatçıları»
ya da «İslâmcıları» suçlamak ve aşağılamak için kullanılmaktadır. Ancak
bu suçlamada bulunan laikçiler, ilginçtir ki tarikatçılardan daha mürteci -yani
daha gerici- olduklarını bilmezlikten
gelmektedirler! Bu manzara ise «Öteki Türkiye»'nin herhalde en çarpıcı
tuhaflıklarındandır. Hemen ifade etmek gerekir ki bu kesim, kendini hep
modernist ve ilerici olarak lanse etmeye çalışmıştır.
İrticanın neden bir suçlama ve
aşağılama imgesi olarak kullanıldığı sorusu ise asıl üzerinde durulması gereken
noktadır. Ancak irtica, -yaşanan kavram kargaşası içinde- göreceli olarak hemen
her kişi ve her kesim tarafından farklı anlamda algılanmaktadır. Dolayısıyla
irticadan ne amaçlandığına bakmak gerekir. Bunu da esasen gericilik kelimesinin
verdiği sözlük anlamdan yola çıkarak araştırmak lâzımdır.
Gericilik, yaklaşık olarak: «eski
yaşam biçimlerine, eski düşünce ve düzenlere karşı duyulan özlem» diye
tanımlanabilir. Eskiye duyulan özlem ise nedensel olarak çok değişik
değerlendirmelerle ortaya çıkacağı için bu kısa ve global tanım çerçevesinde
özlenmeye değen ve değmeyen şeyleri birbirinden ayırt etmek kolay değildir.
Dolayısıyla bazı kimseler ya da kesimler tarafından özlenen ve yeniden hayata
geçirilmek istenen düşünceler arasında hangisinin gericilikle nitelenebileceği
de görecelidir. Çünkü insanlar, anlayışları, yaşam tarzları, zevkleri, kültürleri
ve psikolojik durumları bakımından farklıdırlar. Bu faktörlerin belirlediği
tercihlere göre insanlar geçmişe ait şeylere elbette ki farklı bakacaklardır.
Kimisi bunlara, artık işe yaramaz, ömrünü tüketmiş ve dolayısıyla terk edilmesi
gereken şeyler diye bakarken, kimisi de onlara kutsal tarih, büyüklerin
emaneti, ecdat yadigârı, kahramanlıkların simgesi, ve kültür birikimi gibi
çeşitli yaklaşımlarla bağlılık gösterecek, onları adeta kutsayacak, onlara
büyük anlamlar verecek ve onları yeniden yaşama geçirmek isteyecektir.
Burada sorun, neyin artık
yürürlükten kaldırılıp terk edilmesi ve neyin devam ettirilmesi gerektiği
üzerinde odaklanmaktadır. İnsanlar, tabiatıyla her konuda olduğu gibi bu konu
da uzlaşamamaktadırlar. Türkiye'de bu kapsamda o kadar çok ihtilaflı konu
vardır ki birçok kimse her gün bu yüzden kavgalarla ve polemiklerle vakit
geçirmektedir.
Örneğin Türkçe, Cumhuriyetin
ilânından beri bu kavgalardan birinin konusudur. Bir grup insan, bu dile
eskiden girmiş olan yabancı sözcüklerin atılarak yerlerine «türetilmiş»
yeni karşılıklarının kullanılmasından yanadır; başka bir grup ise bu tutuma
karşıdır. Bu nedenle genel olarak yeniciler, eskicileri gerici olarak
görmektedirler. Keza, gruplardan biri sağcılığı, başka bir grup ise solculuğu
gericilik olarak algılamaktadır. Aynı şekilde bir grup insan, Amerikancılığı
gerici bir zihniyet olarak görürken başka bir grup, sosyalist eğilimli
kesimleri gerici diye nitelemektedir.
Türkiye'de eşya ve olaylara siyah
beyaz olarak bakmak yerleşik bir zihniyet haline gelmiştir. İrtica suçlaması,
işte bu zihniyetin ürünlerindendir. Etnik kökencilik, mezhepçilik,
tarikatçılık, ideoloji, marjinal siyasi görüşler ve sosyal sınıf farkları gibi
faktörler, son yıllarda halkı çeşitli sitelere böldüğü gibi bu siteleri de her
kesime göre ilerici ve gerici olarak ayrıca bölmüştür. Giyim kuşam, anlayış
tarzı, hatta okudukları gazeteler bile insanların bu iki kamptan hangisine ait
olduklarını kesin biçimde ortaya koymaktadır. Bu türden bölünmüşlük, hiç
kuşkusuz ekonomik sınıflar bazında bir bölünmüşlükten çok daha tehlikelidir.
Çünkü toplum, gelir dağılımındaki dengesizliklerden dolayı ekonomik, ya da
sosyal sınıflar olarak bölünse bile eğer meselenin içinde ideolojik bir faktör
yoksa bu soruna çare bulmak olanaksız değildir. Fakat bölünmenin nedeni eğer
ideolojik ise sonuç daima tehlikeyi davet eder.
Bu bölünmüşlük, temelde bölücü
gayretlerin Türkiye'de çok faal olduğunu kanıtlamaktadır. Bu konuda çaba
harcayan odakların, söylem olarak en çok kullandıkları söz ise «irticadır».
Bu da laikçilerin daha bölücü olduklarını göstermektedir. Fakat bu kelime, o
kadar spekülatif niyetlerle kullanılmaktadır ki bugün Türkiye'de neyin gerçekte
irtica olduğunu ve kimlere gerçek anlamda mürteci denebileceğini kestirmek
kolay değildir.
Aslına bakılırsa kendini
yenilikçi, modernist, aydın ve Avrupalı gibi gören egemen bir sınıf vardır ki
gericiliğin hemen her türlü şeklini bu grubun düşünce ve yaşamında görmek
mümkündür. O kadar ki tarikatçıların gericiliği, bu kesimin gericiliği yanında
çok daha cılız kalmaktadır. İşte (biraz sonra deşifre edilecek olan) «öteki
irtica» budur. Buna «neo-irtica» demek daha uygun olur. Çünkü bu
kampın yandaşları, devlet gücünü kullanma avantajına sahip bulundukları için
bütün kusurlarını, hatta cinayetlerini bile bu irtica sayesinde gizleme
olanağına sahiptirler. Nitekim, seksen yıldan beridir laikçi azınlık,
tarikatçıları sürekli olarak mürteci diye suçlamakta, onları aşağılamakta,
onlara ait sektörleri «Yeşil sermaye» adı altında fişleyerek boykot
etmekte, fakat onların arasında bir tek «hortumcu» bile bulamamaktadır.
Evet şimdiye kadar saptanabilmiş olan -medyanın tabiriyle- bütün «hortumcular»
laikçiler arasından çıkmışlardır. Yalnızca tarikatçı bir siyasi parti lideri
yakın geçmişte yolsuzluk yüzünden mahkum edilebilmiştir. İlginçtir ki salt
laikçilerle ilgili olan bu gerçeğin gizlenmesinde «öteki irtica»'dan
yararlanılmıştır!
Tarikatçılara gelince, bunların
yaptığı her yanlışlık gözler önünde cereyan ettiğinden, (bir suç olarak) irtica
büyük bir kolaylıkla sırf onlara yüklenebilmektedir.
***
Bilimsel açıdan gerçeğe bakılacak
olursa irtica
Şu halde irtica,
Laikçiler, tarikatçıları, sözde
-evrensel İslâm nizamını yeniden hayata geçirmek istedikleri için- suçlamakta
ve aşağılamaktadırlar. Nitekim spekülatif amaçla ürettikleri «siyasal İslâm»
söylemini bu hilenin simgesi olarak kullanmaktadırlar. Bu çok büyük bir
bilgisizlik örneğidir. Çünkü tarikatçıların ne böyle bir amacı vardır, ne de
Kur'an'daki İslâm'ı idrak edebilecek bilgi birikimine ve uygarlık anlayışına
sahiptirler. Tam tersine tarikatçılar, şeyh-mürit ilişkisine dayalı,
tamamen mistik, statik, meditativ, sanal ve karanlık bir sürü batıl inanışlar
içinde bilinçsizce yüzen yığınlardır. Bu insanlar en az lâikçiler kadar
İslâm'dan uzak ve onu anlamaktan acizdirler! Tarikatçılar aslında bu yüzden
mürtecidirler, gericidirler.
Laikçiler, devlet gücünü kullanma
avantajına sahip bulundukları için tarikatçılara o kadar yukarıdan bakmakta ve
onları o kadar küçümseyip aşağılamaktadırlar ki onların İslâm'dan ne kadar uzak
olduklarını öğrenmeye bile tenezzül etmezler. Tabiatıyla bu da (özeti bile
buraya sığdırılamayacak kadar) çok büyük yanlışlıklara neden olmaktadır!
Laikçiler, -tabiatıyla güçlü
mevkilerine güvenerek ve ellerindeki dev imkânlar seferber ederek- özellikle
eğitim mekanizmasını kullanmak suretiyle toplumun olayları sorgulama yetisini
felce uğrattıkları için tarikatçılar aleyhinde kızıştırdıkları savaşın tozu
dumanı içinde «öteki irtica'ı» rahatça gizleyebilmektedirler.
Meselenin özüne bakılırsa hem
tarikatçılar hem lâikçiler, gerçek anlamdaki yenileşmeye ve çağdaşlaşmaya
karşıdırlar. Çağın gereksinimlerine ve koşullarına göre yenileşmek ve açılımlar
kaydedebilmek için her şeyden önce biçimsellikten kurtulmak ve düşünce planında
evrenselleşmek gerekir. İslâmlaşmanın da gereği budur. Oysa tarikatçılara da
laikçilere de baktığımız zaman her iki kesimin de şekilci, gelenekçi,
bölücü, ölücü, dayatmacı, hoşgörüsüz, şiddet yanlısı, inatçı ve sinsi olduklarını
açıkça görebiliriz. Bu iki kesimi karşılaştırdığımız zaman onların hiç de
birbirlerinden farklı olmadıklarını görürüz. Bunu saptamak son derece kolaydır.
Yeter ki bu iki kesimin yaptığı yoğun propagandalarla önceden şartlanmış
olmayalım.
Bu amaçla şimdi bu iki kampı
biraz karşılaştırmaya çalışalım:
1) Tarikatçıların da laikçilerin
de gerici olduklarını kanıtlayan yukarıdaki ortak niteliklerinden birincisini
ele alarak bu iki düşman kampı karşılaştırdığımızda her iki tarafın da koyu
biçimci olduklarını görürüz. İki cephenin de yandaşları dincidir,
taklitçidir. Çünkü aşağılık duygusu içindedirler. Her iki kesim de kimlik
bunalımı içinde kıvranmaktadırlar. Bu her iki kampın mensupları da hem yabancı
düşmanlığı gütmüş, hem aynı zamanda daima yabancılara özenmiş, onları körü
körüne taklit etmişlerdir.
Örneğin Sünni tarikatçıların
gizlice yaptıkları ayinlerin tamamı başka dinlerden alınmadır. Tarikatçılar,
aynen mü'minler gibi camilere gelip namaz kılarlar, onlar gibi oruç tutar,
zekat verir ve hacca giderler. Fakat tekke olarak kullandıkları mekânlarda, Budha
dininden aldıkları «rabıta», «hatm-i hacegân» ve «teveccüh»
diye adlandırdıkları ayinleri gizlice düzenleyerek evrensel İslâm dinini
dejenere etmeye çalışmaktadırlar. Aynı şekilde Aleviler de (tıpkı Sünnî
tarikatçılara ait tekke gibi) İslâm'da hiçbir yeri bulunmayan «cem evleri»'nde
toplanarak enstrümanlar eşliğinde danslı ibadetler yapmaktadırlar.
Tarikatçılar, vaktiyle Hintli spiritüalistler, keza şaman ve Mazdak rahipleri
tarafından Müslümanlara bulaştırılmış bu gerici ve karanlık ibadet şekilleriyle
İslâm arasında herhangi bir bağ bulunup bulunmadığını asla araştırmamış,
soruşturmamış ve sorgulamamışlardır.
Tarikatçılar tarih boyunca; Nakşibendi,
Kadiri, Rufai, Mevlevi, Alevi, Melâmi, Bektaşi, Cerrahi, Halveti, Gülşeni,
Biberi ve Aczimendi gibi yüzlerce mistik örgüt kurarak İslâm gibi
çağlar üstü evrensel bir yaşam ve yönetim biçimini tahrip etmeye çalışmış,
günümüzde yaşanan din anarşisine ortam hazırlamışlardır. Bunlar yetmiyormuş
gibi günümüzde de Nurculuk ve Aczmendîlik gibi daha organize
örgütler kurarak fitnenin yaygınlaşmasına önayak olmuşlardır.
Laikçilere gelince, bunlar de
tarikatçıların neden olduğu genel çöküşü fırsat bilip Cumhuriyetin kurulduğu
günlerde devleti ele geçirdikten sonra zaman zaman tarikatçıları bahane ederek,
bazen de onları kullanarak uydurdukları «çağdaş uygarlık» hilesi ile
topluma ilk önce Batılıların giyim kuşam tarzını zorla kabul ettirmiş, ondan
sonra da alkol, seks, çıplaklık, israf, moda, pop, Noel Baba ayinleri, heykelcilik,
çelenkçilik ve faizcilik gibi ahlâkı perişan eden çarpık yaşam ve
ilişki biçimlerini özendirerek Batıyı (bilim ve teknolojisiyle değil), bu
çürümüş yönleriyle taklit etmiş, bu suretle de günümüzün çeşitli krizlerine,
yozlaşmaya, kokuşmaya, hortumculuğa, teröre ve anarşiye ortam hazırlamışlardır.
İşte hem tarikatçılarda hem de
laikçilerde görülen bu şekilcilik ve taklitçilik, yıkıcı sonuçlarıyla çarpıcı
birer irtica örneğidir. Dolayısıyla bu her iki kamp da şekilcidir,
dincidir, mürtecidir, gericidir.
2) Tarikatçılar, mistik yaşam
biçimini çeşitli geleneklerinde sürdürmektedirler. Sünni tarikatçılarda Hint
kaynaklı panteist inanışlar, Alevilerde ise daha çok Şamanizm'in ve Mazdakizm'in
etkileri altında bu gelenekler, yüzyıllar boyu eski alışkanlıkların devamı
olarak süregelmiştir. Giyim olarak özellikle gelenekçi Nakşibendiler arasında
yaygın olan Buhara tarzı şalvar, figürlü Türkistan tipi sarık ve geniş cüppe,
Yahudilerden kalma takke, Hint dinlerinden alınma tespih, uzun sakallar, parola
niyetine özel tokalaşma biçimi, (hacı yağı olarak bilinen) ağır Hint ürünü
kokular, bunlardan
Tarikatçılar, tarihe bakışları
açısından da taklitçi ve gericidirler. Örneğin, Heterodoks Sünniler de aynen
Ortodoks Sünniler gibi Muaviyeci ve Yezitçidirler. Nitekim
çocuklarına «Bayezit», yani «Yezidin babası» diye isim veren
Osmanlı padişahlarına birer «evliya» olarak inanmaktadırlar. Aynı
zamanda İslâm öncesi ve sonrası «Türk Ulularını» kutsal sayarlar. Yüz
binlerce insanı hiç yere katletmiş olan Timurleng gibi, kanlı bir
diktatörü, keza, 28.01.1595 günü, (aralarında kundaktaki bebeklerin de
bulunduğu beşi delikanlı on dördü çocuk) tam on dokuz kardeşini; Ayrıca
20.04.1597 de ve 07.06.1603'de fidan gibi delikanlı iki oğlunu cellatlara
boğdurtan Venedikli Bafo'dan doğma III. Sultan Mehmet gibi hunhar
bir padişaha bile Nakşibendiler mukaddes bir şahsiyet olarak inanırlar.
Modernist Nakşibendilerin büyük önem verdikleri «Saadet-i Ebediyye» adlı
kitapta Timurleng, «Timur Hân» olarak geçmekte, yine bu kitapta «Hicretten
binbeşyüz sene önce» yaşadığı ileri sürüler Oğuz Hân için «rahmetullahi
teâlâ aleyh» şeklinde İslâmca bir duada bulunulmaktadır!
Tarikatçıların Alevileri de
Sünnileri de antropomorfisttirler ve ölücüdürler. «Evliyalar, pirler,
abdallar, gavslar, kutuplar» gibi çeşitli adlar altında birçok tanrıya
taparlar.
Hz. Ali'nin hemen hiçbir inancını paylaşmayan, yaşam tarzları
bakımından da Ona son derece aykırı düşen Aleviler'in Aliciliği ise oldukça
tuhaftır. Bu kadar ilginç manzaralar içinde sergilenen bilgisizliğin ve
bilinçsizliğin ise gericilikten başka bir açıklaması olamaz.
Sadece birkaç basit örnekle
gözler önüne serilen bu gerçekler bile Sünnisiyle, Alevisiyle bütün
tarikatçıların evrensel düşünceye, açılıma ve çağdaşlaşmaya kapalı olduklarını
kanıtlamaktadır.
Laikçilere gelince, bu kampın
gelenekçiliği çok daha ilginçtir. Bunlar, daha Osmanlı döneminde (özellikle
1600'den beri) zaman içinde siyasi ve idari kadrolara sızarak en üst makamlara
kadar tırmanabilmiş olan Sabetaistler ile Musevi Karay Türklerinin
ortaklaşa kurdukları gizli örgütlerin uzantılarıdır. Osmanlı yönetiminin son
yıllarında devletin zayıflamasını fırsat bilen proto laikçiler, İttihat ve
Terakki partisi içinde ilk kez açık şekilde örgütlendiler. Cumhuriyet
döneminde ise bunlar, çok daha farklı yapılarda ve karmaşık stratejilerle
faaliyet göstererek örgütlenmişlerdir. Bu grubun, elit kısmının hemen tamamı,
Osmanlı dönemindeki İttihat ve Terakki Partisi üyelerinin ve
sempatizanlarının soyundan gelmektedirler. Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir güç
bu gizli yapıyı çözememiştir. Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanlığı döneminde
bu gizli yapıyı ortaya çıkarmak için bazı planlar yapılmış ise de başarıya
ulaşılamamıştır! Cevat Rıfat Atilhan, Şahap Tan ve Şaban Kuzu
gibi araştırmacıların uğradığı son, bu yapı hakkında az çok bir fikir
vermektedir! Dolayısıyla bu örgüt hakkında çok fazla bir şey bilinmemektedir.
Ancak bu örgüt, devleti ve iktidarları kullanarak günümüze kadar gerek
ideolojik eğitim sistemi aracılığıyla, gerekse kullandığı geniş medya ve
sermaye ağı sayesinde halk kesiminden de laikçi bir azınlık yetiştirmiştir.
Bunlara sokak laikçileri demek daha doğrudur. Bunların arasında beyni yıkanmış
sağcı da vardır, solcu da vardır, Sünni de vardır, Alevi de vardır...
Laikçilerin elit takımı, sokaktaki laikçileri de kullanarak toplumu ve devleti
sömürmede aynen İttihatçılar gibi çok sinsi yöntemlere başvurmaktadır.
Laikçilerdeki bu sinsi eğilimin
tarihsel bir arka planı olsa gerektir. Çünkü bu kesimin, biraz önce sözü edilen
elit kısmı, (eğer doğru ise) korkunç bir tarihi kan davası geleneğini
sürdürmektedir. Sokaktaki laikçiler değil, fakat bu üst klik (eğer tahmin
edildiği üzere) yüzyıllar önce Müslümanlarca haritadan silinmiş olan Musevi Hazar
Devleti'nin öcünü almaya ant içmiş çok eski bir örgütün devamı ise bu
geleneğin insanlık adına bir açıklaması olamaz! İşte «neo-irtica»'ın
esas kaynağı bu olmalıdır.
Bu ihtimallerden söz edilmesi bir
komplo teorisi olarak algılanmamalıdır. Çünkü laikçi egemen örgütler tarafından
işlenen o kadar çok suç ve cinayetler gizli tutulabilmektedir ki bunların
içyüzünü tam anlamıyla ortaya çıkarmak artık olanaksızdır. Nitekim laikçiler
tarafından sahnelenen Susurluk olayı halâ çözülmemiş bir bilmece olarak
durmaktadır. Oysa eğer bu olayda bir tek tarikatçının, ya da hanif bir mü'minin
en ufak bir rolü saptanmış olsaydı adam hemen oracıkta linç edilirdi; ya da
Menemen olayı gibi bir senaryo sahnelenirdi; arkasından da «irtica
hortladı!» diye ortalık ayağa kaldırılırdı. Laikçiler tarafından işlenen
bütün faili meçhul cinayetlerin şimdiye kadar hep tarikatçılara yüklenmiş
olması ise «neo-irtica»'ın tehlike boyutları hakkında ürkütücü işaretler
vermektedir!
3) Tarikatçılar da Laikçiler de
cumhuriyet tarihi boyunca sürekli olarak bölücülük yapmışlardır. Bölücülük, bu
iki düşman kesimin ortak özelliği olarak günümüze kadar sürmüştür. Bölücülük
ise mutlak surette şiddeti davet ettiği için, hiç kuşkusuz ilkelliğin ve
irticaın en belirgin özelliğidir.
Bölgecilik, hemşehricilik, aşiretçilik,
kabilecilik, etnik köktencilik, dincilik ve ırkçılık, -bu iki kesimin
sergilediği ayırımcı tutum, propaganda, ideoloji ve eylemlerle- yaygınlık
kazanmış ve yerleşmiştir.
Tarikatlarda her cemaat, bağımsız
bir dinin bağlıları gibi örgütlenip öbür bütün cemaatleri dışlamış, suçlamış ve
aşağılamıştır. Hatta zaman zaman birbirinin yakasına düşmüş, birbirlerine karşı
laikçilere bile alet olmuşlardır. Nitekim laikçiler tarafından Sakarya'da
konuşlandırılmış bulunan militan bir Nakşibendi örgütün, öbür Nakşibendi
cemaatler aleyhinde yayınladığı kitaplar bu gerçeği açık şekilde ortaya
koymaktadır. Bu yüzden her cemaat belli semboller ve parolalar kullanarak gizli
düzenini ve örgütsel yapısını sürdürmeye çalışmıştır ve çalışmaktadır.
Nakşibendilerin sergilediği ırkçı
faaliyetler de oldukça ilginçtir. Örneğin bu cemaatlerden biri, «Doğu
Anadolu»'da tanınmış «Arap kökenli seyit» bir aileyi angaje ederek
Cumhuriyet tarihi boyunca Türk Nakşibendiliğinin propagandasını bu ailenin
gölgesinde yapmıştır! Sözü edilen Arap kökenli ailenin okumuş çocuklarından
biri de bu ilgi karşısında «Doğu Anadolu Gerçeği» adı altında kaleme
aldığı kitabında, «Kürtlerin Türk olduğunu» ileri sürerek ırkçı
Nakşibendilere jest yapmıştır.
Laikçilerin emrindeki Derin
devlet tarafından Sakarya'da konuşlandırılan militan Nakşibendilerin
yayınladığı kitaplarda da milliyetçilik propagandaları yoğun olarak yer alır.
Nitekim örgütün başı, saldırdığı bir kişi hakkında aynen şu cümleyi
kullanmaktadır: «Türk bayrağı hakkında paçavra diyen bir adama, siz
Müslümandır diye nasıl bakabilirsiniz?». Tabiatıyla böyle bir cümlenin bir
Nakşibendi şeyhi tarafından telaffuz edilmesi ilginçtir. Çünkü bu kişi, salt
milli bir sembol olan bayrağı doğrudan din, iman ve İslâm konusu olarak
düşünmektedir. Bu ise çok astronomik bir düşüncedir. Ancak laikçi ideolojik
politikalar statükoculuğu özendirdiği için bu eğilimdeki Nakşibendiler,
milliyetçi tutumlar sergilemekten çekinmemektedirler. Oysa mistik düşünce ve
yaşam biçiminde siyasetin, politikanın ve milliyetçiliğin yeri bulunmamaktadır.
Konuya ilişkin ayrıntılar ise buraya sığmayacak kadar çoktur.
Ayırımcılıkta laikçilerin dosyası
tarikatçılarınkinden daha az kabarık değildir. Çünkü devlet laikçilerin
pençesinde olduğu için onlar bu konuda çok daha acımasız davranmışlardır.
Özellikle laikçiler yeni bir din kurgulayarak onu devlet törenleri kılığında
sinsice yaşama geçirmek suretiyle aynı anda hem ayırımcılıkta, hem dincilikte
hem de dayatmacılıkta eşine rastlanmayan bir tutum sergilemişlerdir.
Sinsi bir irtica örneği olan bu tutumun içyüzü 1939 yılından bugüne kadar gizli
kalabilmiştir. Bu araştırma ve inceleme çalışması eğer yakın gelecekte bir
komploya hedef olmazsa toplum bu ilginç dinin içyüzünü tarihi bir olay olarak
altmış beş yıl sonra ilk kez öğrenme olanağına kavuşmuş bulunacaktır!
Bilindiği üzere dinler eski birer
geçmişe sahiptirler ve bugün milyarları peşinde sürükleyen dinleri ortadan
kaldırmak artık mümkün değildir. Bu dinlerin bağlıları arasında son beş bin yıl
boyunca çok kanlı savaşlar cereyan etmiş ve bu olaylar ürkütücü sonuçlarıyla
tarihe geçmiştir. Bugünlerde, Filistin, Afganistan ve Irak'ta
cereyan eden olaylar bunun en çarpıcı örnekleridir. Dinler, hem sürekli biçimde
mesajlarını vermek suretiyle, hem de bu olayların sonucu olarak artık kemikleşmiş
ve kalıcı hale gelmişlerdir. Dolayısıyla her birinin yandaşları bugün
milyarları bulan bu dinlerden birinin, öbürünü yok etmesi artık olanak dışı
iken yeni, cılız ve mahalli bir dinin bunlardan birini yok etmeye kalkışması
mantıktan yoksundur. Çünkü bu, artık kesinlikle mümkün değildir. Böyle bir
girişimin olumlu bir sonuç veremeyeceği de gayet açıktır. 1939 yılında
Türkiye'de kurgulanan ve temelde İslâm'ı ortadan kaldırmayı amaçlayan yeni
dinin kurucuları, bu gerçeği büyük olasılıkla bilmiş olmalarına rağmen
tasarladıkları yeni dini yaşama geçirmiş ancak bu konuda serdikleri gericiliğin
bugün nasıl çarpıcı bir tablo olarak ortaya çıkacağını herhalde tahmin
edememişlerdir.
Bu girişimdeki çarpıcı gericilik
örneklerini izlerken çok şaşırtıcı ilkelliklere rastlamak mümkündür. Bunların
bazıları üzerinde durmak, ibret almak bakımından önem taşır.
Her şeyden önce, bu alternatif
dinin kurgulanmasında ve yaşama geçirilmesinde İslâm Dini'nin önemli ibadet biçimleri
ve kurumları örnek alınmıştır. Özellikle İslâm'da çok muhteşem ve etkileyici
olan hac ve namaz ibadetleri -bu yeni dinde basit değişikliklerle- spekülatif
olarak düzenlenen formlar içinde taklit edilmiştir. Hiç kuşkusuz bu seçimde
özen gösterilmiştir. Örneğin, Mekke'deki -Kâbe'yi içeren- Mescidu'l-Haram
Kompleksinin bir eşi sözde daha modern bir tasarımla Ankara'da kurulmuştur. Bu
suretle «Milli Türk Dini»'nin Kâbesi, görkemli bir yapı olarak bina
edilmiştir. Keza İslâm'daki namaz ve tavaf ibadetleri, «esas
duruş» pozisyonunda birleştirilmek suretiyle «insan-tanrı»'ya karşı
bir ibadet olarak tasarlanmıştır.
Doğrusu bu tasarımda, hemen
sezinlenemeyen bir çelişkiden söz etmek mümkündür. Çünkü bu dindeki taklit,
oldukça spekülatiftir. Örneğin, «İslâm'da gerici bir yapı yoktur ki onu
taklit etmek gericilik anlamına gelsin!» diye bir itiraz karşısında nasıl
bir yanıt vermek gerekir? Buna muhatap olan kimsede eğer bir mantık bozukluğu
yoksa bu sorudaki çelişkiyi anlamakta zorluk çekmez. Çünkü «Milli Türk Dini»'nin
tasarımında esasen İslâm'ı kopya etmek değil, bilakis alternatif bir din
üreterek İslâm'ı devre dışı bırakmak gibi son derece sinsi bir amaç
yatmaktadır. Buradaki incelik, İslâm'da en kutsal mekân olan Kâbe ile en temel
ibadet şekli olan namaz ve tavafın taklit edilmiş olmasıdır. «Çünkü
Türkiye'de halk bu figürlere zaten alışıktır. İnsanlar namaza benzeyen bir esas
duruş pozisyonunu pek yadırgamaz. Aynı şekilde hac ibadetinden kalma
alışkanlıkla insanlar büyük bir anıt mezar karşısında toplanmayı pek
garipsemez. Meselenin kutsallık yanına gelince o da zamanla insanların
vicdanına kazınabilir» (?!) Alternatif dinin tasarımındaki psikolojik
yaklaşım işte budur.
Fakat bu durumda eğer laikçilere
göre İslâm gerici bir din ise (ki öyledir) onu taklit etmiş olmak çok daha
bayağı bir gericilik örneği olur! İşte laikçilerin içinde bocaladıkları mantık
bozukluğunun özeti budur. Bu mantık bozukluğunu laikçilerin birçok ideolojik
tasarımlarında ve siyasal senaryolarında sıkça görmek mümkündür.
Laikçiler, geç de olsa sırlarının
bu kadar açık şekilde deşifre olmasından elbette ki çok rahatsız olacak, büyük
tepki gösterecek ve yukarıda sergilenen gerçekler karşısında çeşitli antitezler
geliştirmeye çalışacaklardır. Örneğin, icat ettikleri bu dinde tanrı, peygamber,
melek, şeytan, cennet, cehennem ve ahiret düşüncesi gibi inanışlar bulunmadığı
için bu çalışmadaki açıklamaları afaki olarak değerlendireceklerdir. Çünkü
böyle davranmak zorundadırlar. Ve çünkü İslâm, «din» adı altında yeni
herhangi bir inanç kurumunun yapılandırılması amacıyla izlenebilecek olası
bütün yolları tamamen tıkamıştır. Onun içindir ki icat edilecek herhangi yeni
bir din, dünyada artık tutunamayacaktır. Nitekim bin beş yüz yıldır, bu amaçla
sahnelenmiş bütün girişimler ve senaryolar boşa çıkmıştır. Bu nedenledir ki «Milli
Türk Dini»'nde de -aynen helenistik döneme ve öncesine ait mitolojideki ölü
insana tapım gibi- gerici bir anlayış egemen kalacak ve bu din, Türkiye'nin
sınırları içinde kısıtlı, sönük, mahalli, biçimsel ve geleneksel devlet törenleri
olarak kalmaya mahkûm olacaktır. Bu din için Türkiye dışında yapılan
reklamların hiçbir sonuç vermediğini ve vermeyeceğini, dileyen herkes gidip
örneğin Nelson Mandella'dan sorarak da öğrenebilir!
Fakat bir kez daha tekrar etmekte
yarar vardır ki bu tapınak ve bu törenler temelde «Türk Milleti'nrin dini»
olarak kurgulanmış ve uygulamaya konmuştur. Nitekim bu tapınak yapılmadan önce,
laikçi elit tabakadan bazı kimselerce zaman zaman dile getirilen yeni bir dinin
özlemleri bu gerçeği açık şekilde kanıtlamaktadır. Örneğin bu kişilerden Kemaleddin
Kamu'ya ait şu dizeler kesin bir belge hükmündedir:
«Ne örümcek ne yosun
Ne mucize, ne füsun
Kâbe arabın olsun
Bize Çankaya yeter».
Tabatıyla bu dizeler «Milli
Türk Dini»'nin tapınağı henüz yokken söylenmiştir.
Keza Behçet Kemal Çağlar
'ın «Milli Türk Dini» için yazdığı mevlit de bu özlemi kanıtlayan
belgelerdendir. İşte «Neo-İrtica» Mevlidinden bazı dizeler:
Gel ey 19 mayıs eşsiz sabah
merhaba
Ey Samsunda karaya çıkan ilâh, merhaba
Merhaba ey yükselen güneş Anafarta'dan
Merhaba ey kurtaran Türklüğü bin vartadan
Merhaba ey Türklüğe alın yazısı yazan
Merhaba Dumlupınar,Sakarya, İzmir, Lozan
Merhaba ey biribiri ardından inkilaplar
Merhaba ey ezeli, feyizli eşsiz bahar
Merhaba ey ilâhın en yakın arkadaşı
Merhaba ey devletin ak alnı, aziz başı
Doğuran bu gün, bir gün: doğuracak muttasıl
Her Türkün tevellüdü 19 Mayıs asıl
İlk çamurdan beden, üflenen ruh, dediler
Son tufanda Türklüğü kurtaran ruh, dediler
Tabiatıyla laikçilerde irtica, bu
derece bir taklit paranoyasına dönüşünce bu adamlar İslâm'da mevlit diye bir
ibadet biçiminin, bir törenin, ya da bir geleneğin, gerçekten var olup
olmadığını bile hiç düşünmeden, araştırmadan sözde İslâm'ı (fakat gerçekte
tarikatçıları) kopya ederek böyle ilginç durumlara düşmüşlerdir.
Meselenin aslına bakılırsa
İslâm'da mevlit diye bir ibadet biçimi yoktur. Türkçe mevlit denen şiirin ise
Bursalı Süleyman Çelebi adında bir kişi tarafından yazıldığı
bilinmektedir. Bu şahıs, İstanbul'un alınışından otuz yıl önce ölmüştür. Vesiletünnecât
adı altında yazdığı şiir, Çelebi'nin ölümünden yaklaşık 150 yıl sonra,
Üçüncü Sultan Murad (1546-1595) zamanında ilk kez Hz. Muhammed
'in yalnızca doğum yıldönümü münasebetiyle okunmuştur. Onun için İslâm'ın
özüyle hiçbir ilişkisi bulunmayan mevlidin «Milli Türk Dini» için sözde
İslâm'dan taklit edilmiş olması çok büyük bir tutarsızlık ve çok bayağı bir
irtica örneğidir.
Bu özlem, birçok gerçeği
özetlemektedir. Onun için bu konuda fazla açılmaya gerek yoktur. Şu var ki, laiklik
için günümüze kadar bir tanım bile bulamamış olmalarına rağmen laikçilerin
yaklaşık yetmiş yıl önce yeni bir din kurmaya kalkışmaları enteresandır! Çünkü,
«Milli Türk Dini», tam anlamıyla mistik bir din olarak tasarlanmış
olmasına rağmen topluma salt devlet törenleri olarak empoze edilmiştir. İşte
bunu güden amacın temelindeki spekülatif yaklaşımlar «Milli Türk Dini»'ni
tam anlamıyla bir irtica sembolü haline getirmiştir. Bu yaklaşımları üçe
çıkarabiliriz: hem bir yandan İslâm'ın zaman içinde ortadan kaldırılması, hem
onu taklit etme yaklaşımı, hem de bu yeni dinin uhrevilikten yoksun bulunması
onun ilginç bir irtica örneği olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü, hemen bütün
tevhid dinlerinde kâinatın gerçek yaratıcısı olarak kabul edilen (tek, yegâne,
eşsiz, benzersiz, ölümsüz eksiksiz, başlangıçsız, sonsuz, ve her şeye egemen
olan) Allah'ın varlığı bu irticaî dinde inkâr edilmiş, O'nun yerine ölü bir
insan konmuştur. Ölmüş insanın vicdanlara tanrı olarak kazınması ise tarihin
hiçbir döneminde uzun sürmemiştir. Laikçiler bugün istedikleri kadar görkemli
bir tapınağa sahip bulunuyor olsunlar, istedikleri kadar insanları zorlayarak
büyük kalabalıklar halinde bu tapınakta ayinler düzenlesinler ve istedikleri
kadar dönem dönem darbelerle tarikatçılara göz dağı vererek bu dini, güç
kullanmak suretiyle ayakta tutmaya çabalasınlar, Yaşamakta olduğumuz uzay
çağının mantığı ile baktığımızda bu dinin çok geri, çok ilkel ve her bakımdan
din mantığı ile çatıştığını, dolayısıyla da bu törenlerin ilerde bir din olarak
vicdanlara kazınamayacağını açıkça görürüz. Bununla birlikte, «Neo-irtica»
diyebileceğimiz eşi emsali görülmemiş bir gericilik örneği olarak tarihe geçen
bu dini, laikçiler istedikleri kadar yorumlasın, istedikleri kadar onun bir din
olmadığını ileri sürsünler. Bundan sonra hiçbir savunmaları da kimseye mantıklı
gelmeyecektir.
Bu tapınakta zaman zaman
düzenlenen etkinlikler ve törenler bu dinin birer haccı ve umresi olarak
bağlılarını din adına doyuma ulaştırıyor olabilir. Çünkü tarikatçıları bu
ibadete zorlamakla laikçiler büyük bir üstünlük elde etmektedirler. Nitekim
laikçiler küçük bir azınlık olmalarına rağmen, örneğin 03 Kasım 2003
seçimlerinde çok kalabalık yığınlardan oy alarak tek başına iktidara gelmiş
güçlü bir tarikatçı partinin bile bütün kurmaylarını «Milli Türk Dini»'nin
tapınağında ibadet etmek zorunda bırakabilmişlerdir!. İrticaın en ilkel örneği
işte budur.
Bu ilgiyle şöyle bir
karşılaştırma üzerinde durmak oldukça düşündürücüdür: Örneğin bir Müslüman'ın,
bir Hıristiyan'ın, ya da bir Yahudi'nin -olmaz ya- kendi dininin bağlılarından
birini ya da başkasını, kendisi gibi inanmaya veya ibadet etmeye zorlasa, bu
ülkede neler olmaz! Büyük ihtimalle yer yerinden oynar, belki darbe bile olur.
Ama laikçiler, binlerce tarikatçıyı, «Milli Türk Din»'inin tapınağında
hazır bulunmaya ve orada, (sözde devlet töreni adı altında) icra edilen ibadete
katılmaya onları zorlarken hiç kimsenin kılı kıpırdamamaktadır; daha doğrusu
kıpırdayamamaktadır. Ancak bu suskunluğun bir gün sona ermeyeceği anlamına
gelmez. Çünkü korku dini, tarihin hiçbir döneminde uzun ömürlü olamamıştır.
Hele yasa zoru ile bir topluma din dayatmanın olumlu bir sonuç vereceğine
inanmak güçtür.
İrticanın psikolojik boyutu da
çok önemlidir. Mürteci insan tipinin havsalası dardır. Ne kadar zeki ve eğitimli
olursa olsun, ne kadar yüksek bir sosyal ya da siyasal statüye sahip bulunursa
bulunsun tahammülsüzdür, biçimcidir, bencildir, kuşkuludur ve ön yargılıdır;
dolayısıyla da saldırgandır. Bu nedenle mürteci insan tipinde sorgulama
yeteneği dumura uğramıştır. Ve bu nedenledir ki en çağdaş kılıklı bir mürteci
ile tartışmak bile yine büyük risk taşır.
Nitekim İslâm gibi Evrensel bir
inanış, yaşam ve yönetim kurumunun getirdiği özgürce düşünme ahlâkına, eğitici
ve yüceltici ibadet pratiklerine ve çağlar üstü yaşam disiplinlerine rağmen
tarikatçılar, kendi dar ufuklarıyla sığ, karanlık ve meditativ bir yaşam
biçimini İslâm adına bir dine dönüştürmüşlerdir. Tarikatçılar İslâm'dan önceki
yozlaşmış ve çarpıtılmış dinlerin büyük ölçüde etkileri altında kalarak kapalı,
katı kuralcı, biçimci ve mistik bir kısır döngü içinde çakılıp kalarak
fanatikleşmişlerdir. Bir yandan, tekke, türbe, mevlit, mum, çaput, büyü, muska,
üfürük, fal, medyumluk, müzikli ve danslı ibadetler gibi bayağı gelenekleri
kurumlaştırmak suretiyle bahane arayan odaklara koz hazırlamış, öbür yandan
laikçilerle sık sık kapışarak büyük sorunların kaynağı haline gelmişlerdir.
Bunlar bilinen klasik irtica örnekleridir. Fakat laikçiler yüzyıllar önce İslâm
ordularına yenilmiş ve dağılmış bir Musevi Türk devletinin öcünü almak
adına yeni bir din icat etme macerası içine sürüklenmiş ve sözde İslâm'ın hayat
damarı olan tevhid inancına bu suretle darbe indirmek istemişlerdir. Bu da
öteden beri iç yüzü gizlenen «Neo-irtica» örneğidir.
İrticanın, fanatizmin ve
ilkelliğin her türlüsü daima tepki görmüş ve ret edilmiştir. Mürteciler,
istedikleri kadar çağdaş dekorların arkasına gizlenmeye çalışsınlar, günün
birinde mutlaka biri çıkacak, bu tarihi tespitte olduğu gibi onları
gizlendikleri yerden çıkarıp gözler önüne serecektir. Unutmamak gerekir ki,
evrensel düşüncenin gücü karşısında irticaın acı yenilgisine tarih,
sayılamayacak kadar tanıklık etmiştir.
Ferit AYDIN