Din Ve Şerîat
«Şerîat»,
sözlükte yalın olarak
«Şerîat»,
esas itibariyle terimsel açıdan nizam, rejim; Devletin siyasal, sosyal,
hukuksal ve ekonomik düzeni anlamına gelen önemli bir ıstılahtır. İslâm
terminolojisinde bu ıstılahla, Allah'ın ve rasûlünün koyduğu yasaların
tümünden oluşan İslâm’ın hayat düzeni amaçlanır. Yani «Şerîat», Kur’ân-ı Kerîm'in içerdiği İslâm anayasasının genel adıdır.
«Şerîat», başka bir deyimle de dinin
fiilen uygulanan kanunlarının tümüne denir. Örneğin: «İslâm Şerîatı», İslâm hayat düzeni demektir; «Yahudi şerîatı» da, Yahudi dininin kanun ve kuralları demektir.
Bununla beraber İslâm
literatüründe şerîat denince, genel olarak İslâm dini amaçlanır. Bu nedenle
gerek İslâm’da temel hükümler olarak bilinen ve yalnız vicdanla söz konusu
olan inanç sistemi, gerek kişiler tarafından yapılan ibadetler, gerekse kişi
ve devlet tarafından uygulanan «muâmelât»[1] ve ahlâk kurallarının tümü şerîat
kapsamına girer.
Daha yaygın ve yerleşik olarak «şerîat»'la kısaca anlatılmak istenen
şey, İslâm yasalarıdır. Bu yasaların kaynağı ise Kur’ân-ı Kerîm'dir.
Dolayısıyla şerîat, imân ilkeleriyle bir bütünlük oluşturur. İşte bu anlamıyla
şerîat, Müslüman kişiye inandığını yaşama sorumluluğunu yüklemektedir. Bu
nedenledir ki zaman zaman siyasi alandaki ağırlıklarını yitirseler bile
Müslümanlar Kur’ân-ı Kerîm'den aldıkları ruhla tarihte şerîatı yeniden ihya
etmek için diriliş örnekleri göstermişlerdir. Çağdaş Müslümanlar da bütün
olumsuzluklara rağmen, «şerîat» kavramından
Kur’ân-ı Kerîm'e göre ne anlaşılıyorsa onu öylece benimsemekte ve şerîatı -Allah'ın izniyle- günün birinde yeniden
hayata geçirme özlemi içinde yaşamaktadırlar. Çünkü bu, her Müslüman için -kıyamet kopuncaya kadar- sönmez bir
idealdir. Müslümanlardan daha çok ön planda bulunan ve toplumun çoğunluğunu
oluşturan Müslümansı dindarlar da (yorumları
değişik olsa bile) şerîata karşı saygılıdırlar. Müslümanlar kadar onlar
için de «şerîatın kestiği parmak acımaz.»
Din Ve Kutsallık
Esasen gönül dünyasında yaşanan,
ya da yaşanması gereken ancak zaman zaman dışa da yansıyabilen ulu değerleri
yüceltme duygusunun İslâm’da çok nazik bir yeri vardır.
Bu değerleri bilmek, tanımak,
onlara karşı yaraşır bir saygı göstermek ve aralarındaki farkları ayırt
edebilmek, bir bilgi, eğitim, görgü ve basiret meselesidir. Çünkü bu
değerlerden bazısını gereğinden fazla yüceltmek, (örneğin, Kabe'ye, camiye, Kur’ân-ı Kerîm'e ve Hz. Peygamber'(sav) e
tapınma derecesinde saygı gösterisinde bulunmak) ya da kutsal değerleri
gerektiği kadar saymamak, onları hafife almak, çiğnemek ya da inkâr etmek,
Müslüman kişiyi dininden bile edebilir. Bu ulu değerleri bir sıralamaya koymak
gerekirse onları iki gruba ayırmak doğru olur.
Birincisine:
Mukaddes (yani kutsal değerler) ,
İkincisine
ise: Dokunulmaz, saygın ve kanonik değerler diyebiliriz.
Bunlardan birincisi, Allah
Teâlâ'nın yüce zâtı, sıfatları ve O'nun «mukaddes»,
ya da farklı bir deyimle «haram»
dediği değerlerdir.
«Mukaddes»
sözcüğü, Kur’ân-ı Kerîm'de: Maide Sûresi'nin
21 inci âyet-i kerîmesinde ve Tâhâ
Sûresi'nin 12 inci âyet-i kerîmesinde olmak üzere iki yerde geçmektedir.
Birincisinde, Hz. Musa'ya Allah tarafından hitap
edilirken, ayakkabılarını çıkarması emredilmekte, «. . . çünkü kutsal Tuva Vadisi'nde bulunuyorsun !» diye
uyarılmaktadır.
İkincisinde ise, Kutsal
topraklara girmeleri için Hz. Musa'nın, kavmine verdiği emir
nakledilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm'de «mukaddes» sözcüğü ile nitelenen
İkinci grup kutsal değerler ise, yüce İslâm
şerîatına göre kesin olarak uyulması gereken yasalar, kurallar, emir ve
yasaklardır. Bu yasaların ve kuralların ilgili olduğu alanlar ve konular
arasında rûhânî ya da dünyevi olmak bakımından hiçbir fark yoktur.
Kutsal değerler: Fizik, metafizik; Maddi ve
manevi; Rûhânî ve dünyevî ya da vicdânî ve amelî olmak üzere çeşitli şekillerde
karşımıza çıkabilirler. Dolayısıyla, bunların her birine karşı gösterilecek saygı ve jest biçimi
de değişik olabilir. Ancak
herhalde bu saygı ve jest biçimleri Kur’ân-ı Kerîm'in ruhuna uygun olmalıdır.
Örneğin, Yüce
Allah'ın zât-ı ilâhîyesi ve sıfatları gibi kişinin ancak vicdanında
duyumsayabildiği kutsal değerlere karşı gösterilecek yalın saygı, yine
Kur’ân-ı Kerîm'in nüshaları, Kâbe binası ve
camiler gibi fizik boyutlara sahip bulunan kutsal
değerlere gelince bunlara gösterilecek saygı, bu değerler için konmuş olan
kurallara uymakla olur.
Örneğin Mescid'ül-Haram'a ve camilere tertemiz, abdestli, çekidüzenle,
huşu içinde ve sessiz girilmelidir. Bu mekânlarda ibadet edenlerin huzuru
kaçırılmamalı, onlara karşı alçak gönüllü ve nazik davranılmalıdır. Bu
müstesna yerlerde nizamî ibadetler dikkatle yerine getirilmelidir. Keza
Kur’ân-ı Kerîm nüshaları ya da üzerinde âyet-i kerîmeler yazılı her türlü cisim,
yayın ve dokümanlar ancak abdestli olarak ellenmeli, temiz ve yakışır yerlerde
korunmalıdır.
Kur’ân-ı Kerîm'in «göbekten yukarı tutulması», Anadolu Müslümanlarının bir
geleneğidir. İslâm’da Kur’ân-ı Kerîm'e ancak bu şekilde saygı gösterilmesi
gerektiğine ilişkin herhangi bir kayıt yoktur. Bununla beraber onun, saygıyla,
yüksek ve yaraşır bir şekilde tutulması elbetteki gereklidir. Çünkü hiç kuşku
yok ki Kur’ân-ı Kerîm'in gerek fizik varlığına, gerekse içerdiği anlam ve
hükümlere karşı bilinçli ve kasıtlı olarak saygısızlık eden, âyetlerinin
anlamlarını sorgulayan, eleştiren, küçümseyen, red ve inkâr eden, yalanlayan;
Âyetlere, içerdikleri kavramlara, anlamlara
ya da Kur'ân'ın üslûbuna herhangi bir dille hakarette bulunan, yasalarını uygulamadan
kaldırmaya yeltenen kişi kâfir olur. Bu tutum ve tavır içinde bulunan kişi,
örgüt ya da siyasi güçlere karşı Müslümanın vereceği mücadele Kur’ân-ı Kerîm'e
gösterilecek en büyük saygıdır.
Dokunulmaz, kanonik değerler olan İslâm’ın
tüm yasa ve kurallarına gösterilecek saygının ölçüsü ise, onlara uymaktır. Bu
yasa ve kurallara, kişi olsun, örgüt olsun ya da siyasi iktidarlar olsun
uymayanları uyarmak, saygısızlıkta ısrar ederlerse karşılarında durmaktır.
Bu değerlere karşı titiz davranmada ölçü, -her zaman- Kur’ân-ı Kerîm'in ilham
ettiği biçimlerdir. Çünkü kutsallık kavramı o kadar duyarlı ve yerine göre o
kadar esnek ve karmaşıktır ki tarih boyunca İslâmî değerlerin yozlaştırılması,
çeşitli yabancı inanış ve düşünce kalıntılarının zaman içinde din adına
zihinlere yerleştirilmesi hep bu kutsallık kavramına tutunularak
yapılagelmiştir.
Din
Ve İlâhiyat
«İlâhiyat» sözcüğü her ne kadar Arapça ise de gerek
yalın sözlük anlamı bakımından, gerekse terim ve kavram olarak Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarına aittir. Dinî
olmaktan çok felsefi bir terimdir. Batı dillerinde (İng.) «Theology» ve (fr.) «Théologie» diye geçer. Bu dalda kariyer yapanlara da
ilâhiyatçı (Theologian=Théologien)
denir.
Judeo-Chretien güçlerin
İslâm Dünyası'na kültürel açıdan da egemen olmalarından sonra Müslüman halkın
Hıristiyanlık normlarıyla rûhânîleştirilmesi gayretleri çerçevesinde mahalli
terminolojiye maksatlı olarak yerleştirilmiş önemli terimlerden biri de «ilâhiyat» sözcüğüdür.
dolayısıyla bu yabancı
terimin İslâm’daki «din» kavramıyla
bir ilişkisi yoktur. İslâm ilim çevrelerinde «İlâhiyat» terimi eskiden «filozoflarca
fikir olarak ileri sürülen dine dair nazariyeler, düşünceler» [4] için kullanılırdı.
İslâmî ilimlerde eğitim
veren yüksek öğretim kurumlarına aslında «İslâmî
İlimler Fakültesi» gibi bir ad verilmesi gerekirken Hıristiyan batının
içerideki temsilcileri, -Müslümanlara ait olan bu kurumlara- Hıristiyanlığın bir simgesi olan
«ilâhiyat Fakültesi » adını maksatlı
olarak yakıştırmışlardır. Bu nedenle böyle bir isimlendirme âdetâ camiye kilise
ya da havra adını takmaya, medreseye de ruhban okulu demeye benzer. Nitekim
Müslümanların yaşadığı diğer ülkelerde bunun bir örneği yoktur.
İslâm'daki din kavramının
orijinal kapsamını çarpıtmak amacıyla yola çıkan sinsi odaklarca kutsal
değerleri yozlaştırmada isimlerden başlanması bu gayretlerin ne kadar
sistematik olarak amaca ulaşmak istediğini ve ileriye dönük olarak ne kadar
büyük tehlikelerle yüklü olduğunu göstermektedir.
Özet olarak, Müslüman
kişinin çok iyi bilmesi gereken gerçeklerden biri de «lahûtilik» anlamında kullanılan «İlâhiyat» teriminin islâmî ilimlere ad olamayacağıdır.
Dindarlık Ve Takvâ
«Dindarlık» deyimi, eskiden kullanılan «mütedeyyin» nitelemesinin Türkçedeki yeni karşılığıdır. Yaşamında
İslâm’ın rûhânî yönüne daha çok yer veren, -başka
bir ifadeyle- ibadetlerini ihmal etmeyen kimselere dindar gözüyle bakılmaktadır. Halk arasında belli bir kesim tarafından
bu kimselere övgü anlamında «dinine
bağlı», «namazlı, niyazlı» ve «muhafazakâr» denilmektedir.
Dindarlık kavramının,
gerek bu kelimenin kalıbı içinde ortaya koyduğu sözlük anlam, gerekse bu anlam
çerçevesinde verdiği imaj, İslâm’ın ruhuyla bağdaşmamaktadır. Kur’ân-ı Kerîm'in
birçok yerinde geçen «takvâ» sözcügünün
karşılığı da değildir. Bilakis çağımızın yozlaşmış din anlayışıyla yaratılan tek taraflı, mistik ruhlu, sırf ruhâniyetçi, ruhbâniyetçi ve gelenekçi
sofu tipinin niteliğidir.
«Takvâ» ise çok orijinal Kur'ânî bir kavramdır; Dinin genel
çerçevesi içinde gerek rûhânî, gerekse seküler yaşam alanlarında mü’min kişinin
tüm kurallara uymada gösterdiği titizliktir. Öyle ise mü’min kişi aslında
dindar değil, fakat muttakıydir, ehl-i takvâdır; Rabbânîdir. Dolayısıyla «muttakıy» ya da «takvâ sahibi» kişi, yalnız rûhânî planda değil, bununla
birlikte hayatın her alanında Allah'a karşı
sorumluluk duygusu içinde kuralların tümüne birden uymaya çalışan ve bu
konuda azami duyarlılık gösteren mü’mindir.
Din kavramı kapsamında «takvâ» ile «dindarlık» arasındaki fark işte budur.
Dindaşlık
(din kardeşliği)
İslâm’da «din kardeşliği» nin çok önemli bir yeri vardır. O kadar ki, din
farkının bir sonucu olarak hiçbir anlam taşımayan öz
kardeşlik bağı, hem siyasal, hem hukuksal açıdan askıda kalır. Hatta Müslüman
olan kardeş (yüce şerîatın kuralları
içerisinde) gerekirse İslâm’ın kutsal hedefleri ve stratejileri uğrunda,
Müslüman olmayan diğer kardeşini feda etmek durumunda kalabilir! Nitekim
İslâm’ın altın çağı olan Hz. Peygamber
(sav) in devlet başkanlığı döneminde müşriklere karşı yapılan savaşlar
sırasında bu konuda çarpıcı örnekler yaşanmıştır.
Allah Teâlâ, bütün Müslümanları kardeş ilan
etmiştir.[5] Bu kardeşlik evrenseldir. Dolayısıyla ne
milliyet, ne dil, ne gelenek ve kültür gibi bölgesel, etnik ve ırksal
farklılıklar; ne de siyasi, coğrafi sınırlar ve rejimler, oluşabilecek bu
bağı engelleyemez. Kurulmuş ise onu bozamaz. Bu nedenle dünyadaki bütün
mü’minler aynı vücudun organları gibidirler. Sonuç olarak onlardan birinin karşılaştığı bir
sorun, bütün mü’minleri yakından ilgilendirir.
İslâm'da «din» kavramının getirdiği en kapsamlı konulardan biri de işte bu «din kardeşliği» kuralıdır. Bu kural
sayesindedir ki dünya Müslümanları çağlar boyu her türlü yıkıcı ve yıpratıcı
sebeplere rağmen daima ümmet bilinciyle yaşamış ve kardeşçe yardımlaşarak bunu
bize kadar aktarabilmişlerdir. Allah Teâlâ'nın bütün insanlara her iki cihanda
mutlu olabilmeleri için Hz. Muhammed
(sav) aracılığıyla gönderdiği son mesajı Kur’ân-ı Kerîm'in, insanlığa
iletilmesi ve yüce şerîatın hayata geçirilmesi ancak din kardeşliği şemsiyesi
altında yapılacak dayanışma ve sergilenecek erdemlerle, mümkün olabilecektir.
Bu nedenle, Müslümanların ümmet bilincine
bağlı olarak din kardeşliği açısından taşıdıkları sorumluluk büyüktür.
Dinadamı
Sıfatı Ve Dinî Hiyerarşi
İslâm’da din kavramı kapsamında «dinadamı» diye bir sıfat ve buna bağlı
özel bir statü yoktur.
Mevcut sistem içinde kurulmuş kardrolarda
çalışanlara yakıştırılan bu sıfat esasen Hıristiyan kaynaklıdır. Dolayısıyla «dinadamı» tabiri, Hıristiyanlıkta
kullanılan (rûhânî = spiritual)
unvanın Türkçeleştirilmiş karşılığıdır. Nitekim Türk dil literatürünün ciddî
kaynaklarında bu sözcük bulunmamaktadır. Örneğin en güvenilir lûgatlerde «işadamı» kelimesi bulunduğu halde «dinadamı» tabiri bunlarda henüz yer
almamaktadır.
İslâm'da kariyer sahibi olan şahsiyetlere «âlim» denir. Kur’ân-ı Kerîm işte bu sıfatı tanımış ve övmüştür.[6] İslâm’a göre kişi, âlim de olsa Allah (cc) ve
şerîat karşısında diğer Müslümanlardan daha ayrıcalıklı değildir. Şu varki
Müslümanlar, ilmiyle âmil zatlara saygı gösterir,
bilgilerinden yararlanırlar. Ama onları Allah (cc) ile kendi aralarına aracı
olarak koymazlar. Halbuki «dinadamı»
aslında Allah ile kul arasında aracılık yapmak isteyen rûhânîlerin
niteliğidir. İslâm da ise böyle bir dinî meslek ve sıfat yoktur. Nitekim
Müslümanlar da bu kelimeden hiçbir zaman böyle bir anlam çıkarmamışlardır.
Gizemlilik, dinî hiyerarşi ve kutsal
rütbeler ancak Hıristiyanlıkta vardır. «ruhbanlık
gizemlidir. (. . . ) Bu gizemi özgürce kabul eden kişiler üç rütbe altında
toplanır:
a)
Piskopos: "Diosez" bölgesinde öğreten, ayinleri yöneten, hizmet eden
kişi olarak İsa'yı temsil eder.
b)
Presbiter (papaz): Münferit topluluk düzeyinde bu üç görevde piskoposa
yardımcı olur.
c)
Diyakos: Tanrı kelâmını okur, yayar, yoksullara, yaşlı kimselere, hastalara,
ölmek üzere olanlara yardım eder. » [7]
İşte bizzat öz kaynaklarında ifade edildiği
üzere Hıristiyanlıkta dinadamları bu rütbelere sahiptirler ve günahları
bağışlayabileceklerini dahi ileri sürerler. İslâm dininde ise âlim kişinin,
Allah (cc) adına günah bağışlama yetkisi yoktur. Çünkü günahları Allah
Teâlâ’dan başka kimse bağışlayamaz. Allah Teâlâ, istediği kimseye -şirk hariç- dilediği günahını bağışlayabileceğini
açıklamıştır. [8]
Ne varki Hıristiyanlığa göre dinadamları-sözde- günahları bağışlayabilirler
(!) Nitekim bu tez, muharref İncîl'de aynen şu ifadelerle tescil edilmiştir:
«Kimlerin
günahlarını bağışlarsanız, onlara bağışlanmış olur ve kimlerinkini
alıkorsanız alıkonmuş olur. »
[9]
İslâm’dan kopma sürecinin en tehlikeli
aşamasına ulaşılmış olmasına rağmen,
-halk İslâm'ın etkisinden henüz tamamen sıyrılmadığı için- hiç kimse
dinadamlarının böyle bir yetkiye sahip olduğuna inanmamaktadır. Aynı zamanda
dinadamları da şimdiye kadar böyle bir tezle ortaya çıkmış değildirler. Ancak «dinadamı» terimi her şeye rağmen
İslâm'daki din kavramıyla ve Kur'ân'ın ruhuyla asla bağdaşmayan Hıristiyanca
bir anlayışı çağrıştırmaktadır.
İslâm'da âlimler arasında rütbe ve statü
farkları olmadığı için hiyerarşi de yoktur. Çünkü İslâm’da «Bilgi mü’minin yitiğidir, nerede bulursa
oradan alır.» Keza İslâm'da ilim anonimdir. Yani bir Müslüman tarafından
kazanılmış olan ilmin, ümmet yararına kullanılması zorunludur. Dolayısıyla
âlim kişi, hiyerarşik bir sistemin baskısı altında değil, bilakis doğrudan
İslâm’ın ona yüklediği sorumlulukla ilmini Müslümanlara devretmek durumundadır.
Dinsizlik
İslâm’da din gerçeği bütün yaşamı
kuşatmaktadır. Bir anlamda din, hayatla eşdeğerdedir. Çünkü atomun içindeki en
küçük partiküllerden uzayda bulunan dev cisimlere kadar kâinâttaki tüm eşya ve olayların son derece dakik ve matematiksel
biçimde etkileşimlerini, tepkileşimlerini, nötrleşmelerini ve işleyişlerini bir disiplin çerçevesinde sağlayan
yasalar zinciri vardır ki bu yasaları koyan Allah Teâlâ'dır. Bu yasaların
tümüne birden Kur’ân-ı Kerîm'in söylemiyle «sünnetullâh»[10] denir.
Hayat bu anlamda dinin doğal cephesini
oluşturur. Vahiy yoluyla (yani
peygamberlere indirilen göksel mesajlarla) konan teşrii yasalar da dinin
yalnızca insanları ilgilendiren rûhânî ve seküler cephesini oluşturur.
Dolayısıyla din demek, hayatın tümü demektir.
Hal böyle olunca insan, -hangi
inanç ve düşünceye sahip bulunuyor olursa olsun- din atmosferinin dışına çıkamadığı için onun dinsiz olması düşünülemez. Kişi, rûhânî hayattan çok uzak bir gidişat içinde
yaşıyor olsa bile toplumda onun uymak zorunda olduğu sayısız kurallar vardır
ki o, ister bunlara örf ve adet desin, ister yasaların gereğidir desin, ister
başkalarına karşı saygılı olmak için böyle davrandığını söylesin, bütün bu
kurallar esas itibariyle dine dayanmaktadır. Bunlar bir yana, insanın zaten
doğal yaşamı "kevnî"
yasalarla sürmektedir. Kaldı ki
«dinsizim» ya da «ateistim»
diyen insanlar din yasalarına ve dogmalarına çok kere kendi özgür
irâdeleriyle uyma çelişkisini de sergilerler. Onların bir bilgisizlik hezeyanı
olarak «doğa yasaları» dedikleri
fıtrat ve tabiat kanunlarının tümü de Allah' (cc) ın eseri olmak bakımından
dinin dışında bir şey değildir.
Ayrıca -birtürlü
ikna olamamış - aklı başında her insan, yine de varlıkların başlangıç ve
sonu, olayların arka planındaki fenomenler, gizemler ve kâinatta olup bitenler
hakkında mutlaka çok derinden düşünmekte; çeşitli yorumlar yapmakta; arayışlar
içine girmekte ve zaman zaman iç bunalımlar yaşamaktadır. Kuşku içinde olsa
bile insanın vicdanında kaynaşan bu düşünce cümbüşünün temelinde daima onun
yaratıcıyı arama gayret ve endişeleri yatmaktadır. Bu ise aslında var olan ve
insanın gönül derinliklerinde duyumsanan bir gerçeği arama içgüdüsünden
başka bir şey değildir. İşte bütün bunlar insanın mutlak manada dinsiz
olamayacağını kanıtlamaktadır. «ilhâd»
ya da «küfür» sözcükleriyle
anlatılmak istenen dinsizlik aslında inkârcılıktır. Bu ise mutlak dinsizlik
değildir, ikisi arasında büyük fark vardır.
Dinsiz olduklarını ileri sürenlerin esasen
birçok sosyal, moral, ya da ruhsal sorunları bulunmaktadır. Yaşadıkları ve
gördükleri çelişkilere tepki olarak - inkârcılık
anlamında - böyle bir iddia ile ortaya çıkan insanlar her toplumda
mevcuttur. Ancak bunların sayıları son derece azdır. Aynı zamanda eğitim
düzeyleri, resmi statüleri ve sosyal mevkileri ne olursa olsun ciddîye alınacak
bir mantıkları yoktur. Dolayısıyla bu meâlde söylediklerini bir sayıklama ve
hezeyan olarak kabul etmek gerekir.
Şu varki bilinçli ve kasıtlı olarak ateist, dinsiz, dehrî, pozitivist ya da
materyalist olduğunu veya bu anlamlarda
bir kanaate sahip bulunduğunu açıkça ileri süren kişi, İslâm'daki imân ve
akâid kanunlarına göre elbetteki küfre girdiğini ilan etmiş olur. Çünkü böyle
bir kimse mü’min olmadığını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla eğer vaktiyle
Müslümanken sonra böyle bir ikrarda bulunursa yüce İslâm dinini hiçe saymak
gibi ağır bir suç işlemiş olur.[11]
Din
Ve Yobazlık
Türkçede çok yakın geçmişten beridir
kullanılagelen «yobazlık» sözcüğü,
basit avâmî din anlayışıyla ilintilidir. Laik kesim tarafından tutucu dindarlara
yöneltilen suçlamalarda kullanılmaktadır.
Toplumsal yönden de önem taşıyan bu çeşit
suçlama, din kavramıyla iliştirilince ister istemez konuya hem din açısından
hem de toplumsal açıdan bakmak gerekir.
Her şeyden önce din, İslâm'da
Dindarca yaşam biçimi ile yobazlık
arasındaki ilgiye gelince bu, İslâm'da «zühd
ve takvâ» olarak bilinen titiz yaşam biçimiyle hiç ilişkisi olmayan bir
sorundur. Çünkü dindarlık ayrı, zühd ve takvâ da ayrı şeylerdir. Ve çünkü
Müslüman kişi dindar değil, ama zâhid ve
muttakıy olabilir. Dolayısıyla yobazlık suçlaması, rûhânî yaşam planında fanatik
örnekler sergileyen kimselere yöneltiliyor olmalıdır ki bu kimseler aslında
en az birkaç yüzyılın tarihsel birikimiyle günümüze kadar sürüklenip gelmiş
bulunan karşıt anlayışların taraftarlarıdır. Doğrusu bu sorun, toplumun
gittikçe İslâm'dan uzaklaşmasıyla kanserleşen zihniyet hastalıklarının bir
parçası olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tutuculuk, İslâm’ın özüyle bağdaşmayan ve
İslâmla hiçbir alakası bulunmayan aşırı rûhânî bir davranış biçimidir. Onun
için Tutuculuğu zoraki olarak İslâm'la irtibatlandırmaya çalışmak İslâm’ı
bilmemek demektir.
Esasında doğrudan dinle değil, fakat
rûhânîlikle ancak söz konusu olabilen yobazlık yeni bir olay değildir. Tarih,
her dinden rûhânîyetçi fanatiklerin, kendi dinleri hesabına giriştikleri
savaşlarla ve işledikleri cinayetlerle doludur. Bu cümleden olarak örnek
gösterilebilecek haçlı savaşları fanatik papaların fetvalarıyla yapılmış ve bu
savaşlarda din adına yüzbinlerce masum Müslümanın kanı akıtılmıştır.
İslâm tarihinde de yobazlık çok eskilere
dayanır. Bu ümmetin belki de ilk yobazları hâricîlerdir. İslâm ahkâmına ilişkin olarak ortaya koydukları tutucu
yorumlarıyla Hz. Ali'nin saflarından
ayrıldılar ve O'na karşı çok tehlikeli bir siyasi-askeri kamp oluşturarak
nihâyet kendisini şehid ettiler. Keza ayrıntılı akâid kaynaklarında "Fırak-ı Dâlle", yani sapkın
inanç kampları olarak adları geçen bütün Batınî mezheplerin yandaşları
tutuculuklarından dolayı İslâm'dan kopmuşlardır. Büyük Alim, Gazâlî de yobazlardan çok şikâyetçidir.[12]
Görüldüğü üzere yobazlık anlayışının “evrensel din kavramı" ile doğrudan
herhangi bir ilişkisi yoktur. Din, hayat ve kâinâtın doğal düzenidir. İslâm
da bu ilâhî düzenin yüce adıdır. Bu doğal sistem zâten engel tanımayan kevnî
yasalarla işleyip durmaktadır. Yobazlık ise İslâm’ı birtürlü bu kimliği
içinde göremeyen cahil taraftar ve karşıt kamplar arasında cereyan eden bir
kör döğüşünün konusudur.
Din
Ve Teokrasi
Yunanca (Teokratia)
kökünden gelen bu sözcük, iktidarın Allah tarafından belli bir şahsa ya da
zümreye tahsis edildiği anlamına gelir. Bu kelime siyaset bilimi literatürüne
Hristiyan Avrupa'dan geçmiştir. Dolayısıyla kavram olarak ortaya koyduğu
anlayış Müslümanlara değil, Hıristiyanlara aittir.
Bu anlayışa göre yönetim ancak ve ancak
Allah'ın yeryüzündeki vekilleri tarafından kullanılabilir. Ortaçağ
Hıristiyanlık dünyasında egemen olan bu düzenin İslâm'la uzaktan yakından bir
ilişkisi yoktur. Bu gerçeğin en büyük kanıtı ise «Teokrasi» teriminin, İslâm kaynaklarının hiçbirinde geçmemiş
olmasıdır. Öyleki Fransızca-Türkçe sözlükten başka bir şey olmayan ve 1883
gibi daha dün denebilecek kadar yakın bir geçmişte
yayınlanan Şemseddin Sami Kamusu bu
terimin (bir sözlük olarak)
yalın tanımını şöyle vermektedir:
«İlâhî yasalarla ve rûhânî sıfatla yürütülen iktidar. Allah tarafından vekil
sayılan diktatörün yönetim biçimi. »[13]
İşte teokrasinin en
mükemmel tanımı budur. Dikkat edilirse bu tanımın içinde iki ana unsur
bulunmaktadır.
Birincisi: İlâhî bir yasa ile yönetmek,
İkincisi İse: Yönetenin (yani
devlet başkanının) rûhânî bir sıfata sahip olmasıdır. İslâm’da rûhânî sıfat
bulunmadığı için, bu tanımın birinci kesitine bakarak, şerîat devletindeki
İslâmi yönetim şeklinin ilâhî yasa olan Kur’ân-ı Kerîm'e dayandığını, bu nedenle böyle bir yönetim biçiminin
teokrasi sayılacağını ileri sürebilecek kimselere hemen hatırlatmak gerekir
ki: Kur’ân-ı Kerîm'e ilişkin (ilâhî yasa
anlayışı) onun sadece bir şerîat (yani
bir anayasa) olduğu kuralıyla sınırlıdır. Bu sınır bizzat Kur’ân-ı
Kerîm'in içinde açıklanmıştır. Âli İmrân Sûresi'nin 159 uncu ve Şurâ Sûresi'nin 38 inci âyetlerinde yapılan
açıklama ile yasama yetkisi Müslümanlara bırakılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm'de
Bütün bu gerçekler
gösteriyor ki esasen İslâm Dini, geleceğini belirleme konusunda,
akıl ve zekâ taşıyan insanoğlunu serbest bırakmış, onun özgür irâdesini
sınırlandırmamıştır. Nitekim kapsamlı İslâm Hukuku, ünlü müctehitlerin kişisel
yorum ve görüşleriyle zaman içinde oluşmuştur. Halbuki teokraside böyle bir
şey mümkün değildir. Çünkü teokrasi rejiminin başındaki insan (kendince
) yeryüzündeki Allah'ın vekilidir ve yanılmazdır.
Halifelere, «Zıllullâhi fi'l-Arz»,[16] olarak bakıldığı noktasına gelince bu, asla
İslâm'ın koyduğu bir yasa ya da bir dogma değildir. Bilakis bu niteleme bey'atle (yani bir çeşit seçimle) işbaşına gelmiş meşru bir devlet başkanı olarak
halifenin temsil ettiği yönetime, daha doğrusu yasalara ve kurallara uymak
açısından onun işgal ettiği makama karşı bir saygı ifadesinden öteye gitmez.
Eğer zaman zaman başkaları tarafından bu niteleme riyakârca ve bir çıkar uğruna
kullanılmışsa böyle kişisel bir tutumla İslâm arasında bir ilgi aranamayacağı
açıktır. Bundan dolayı yüce İslâm şerîatına, (Hıristiyanlığın rûhânî bir rejimi olan) «teokrasi» adını vermenin de hiçbir mantıklı açıklaması yoktur.
Tarihte yaşanmış birtakım
talihsizlikler nedeniyle yüce şerîat nizamına gerçek anlamda (özellikle
siyasi planda) işlerlik kazandırılmamışsa sembolik halifelerin bu konudaki
suçları ve zaafları yüzünden İslâm nizamına teokrasi demek, bilgi
eksikliğinden ziyade açık bir bağnazlık örneğidir.
Çünkü her şeyden önce
halife, temelde diğer tüm Müslümanlar gibi İslâm Ümmeti'nin sıradan bir
ferdidir; bununla
birlikte, onun hiçbir rûhânî sıfatı yoktur. (yani
Allah adına kanun koymaya, insanları dinden kovmaya, günah bağışlamaya, keyfî
olarak hak ve özgürlükleri sınırlandırmaya asla yetkisi yoktur. ) Halk
isterse onu «hal’» eder. Yani onu azleder, görevden ona el çektirir ve
yerine başka birini seçebilir.
Üçüncüsü,
Kur’ân-ı Kerîm'in ruhuna aykırı düşmemek şartıyla ve ancak şûra meclisiyle
birlikte hareket ederek yasamayı, yürütmeyi ve yönetmeyi denetler.
Şunu da vurgulamak gerekir ki
İslâm düşmanları tarafından ileri sürüldüğü üzere eğer yüce şerîat, «teokrasi»
demek olsaydı mutlaka ortaçağ Avrupa'sının baskıcı teokrasisine karşı
girişilen «sezaro papizm»[17] hareketi gibi İslâm Nizamı'na karşı da
birtakım isyanlar patlak verecekti. Halbuki İslâm Tarihinde cereyan etmiş
istisnasız bütün ayaklanmalar hiçbir zaman İslâm'a karşı değil, bilakis bazen
yöneticilerin kişisel zulüm ve baskılarına karşı, bazen de çekememezlik ve
siyasi rekabet hırsıyla yapılmıştır. Haddi zâtında Yüce İslâm Şerîatının «teokrasi»
ile hiçbir ilişkisi yoktur.
Bu ilgiyle Türkiye’de bazı çevreler
tarafından sık sık işlenen teokrasi kavramına ilişkin çok önemli bir sırrı
burada deşifre etmekte büyük yarar vardır.
Önce şu gerçeğe oldukça önem
vermek gerekir: Eğer kişilerden veya kurumlardan biri, herhangi bir şeyi
kötülemeye veya aşağılamaya çalışıyorsa, büyük olasılıkla o kişi veya kurum,
kötülemekte ve aşağılamakta olduğu şeyle bizzat ilişkilidir. Nitekim tarih
boyunca ve dünyanın her yerinde mahkemelere intikal etmiş davalar içinde
suçlayıcı tarafın, suçlanan taraftan suçla daha çok ilişkili olduğu
saptanmıştır. Özellikle suçlayıcı taraf eğer daha güçlü ise başkasına mal
ettiği suçu bizzat kendisi işlediği, yine yapılmış ciddî araştırmalarla tespit
edilmiştir.
Bu noktayı belleğimizde tutarak
ve bütün dikkatimizi toplayarak şimdi de söz konusu sırrı açıklayalım:
Türkiye’de teokratik düzen
özlemini taşıdığı ileri sürülen çoğunluğa bakıldığında milyonları bulan bu
kalabalığın arasında «taokrasi» kelimesinin soyut anlamı hakkında on
kişiden hemen hemen birkaçının bile ciddî bir bilgiye sahip bulunmadığı açık
bir gerçektir. Buna karşın, suçlayan taraf, 1939 yılında «Millî Türk Dini»
adı altında gizlice kurguladığı «İnsan-Tanrı» iradesine bağlı yapay ve
teokratik bir dini, devlet törenleri şeklinde dayatarak uygulamaktadır. Bunu
örtbas edebilmek için de karşıt olarak gördüğü çoğunluğu «teokrasi yanlısı»
olarak suçlamaktadır!
Bu sırrın özellikle «mü’min-Müslümanlar»
tarafından bilinmesi gerekir. Çünkü yeterli akaid eğitimi alamamış kimselerin
bu yapay dine bulaşarak İslâm’dan kopmaları, ciddî ve tehlikeli ihtimaller
arasındadır.
Din ve Sentezcilik
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm'de
meâlen şöyle buyurmaktadır:
«(...) Biz sana bu kitabı, her şeyi açıklayan ve Müslümanlara yol gösterici,
rahmet ve müjde olarak indirdik. » [18]
Bu âyet–i kerîme'den de
anlaşılacağı üzere kendi irâdemizi kullanarak, özgür tercihlerimizi yaparak
kalkınmak, gelişmek, ilerlemek, yaşamı kolaylaştırmak, daha müreffeh ve mutlu
olmak için eskilerin bulamadığı yeni yeni sistemler keşfetsek bile bütün
girişimlerimizde, düşünüş ve yaklaşım tarzlarımızda kopamayacağımız birçok
temel değerler, uymak zorunda olduğumuz kesin kurallar vardır ki bunlar,
Allah Teâlâ tarafından açıklanmıştır.
Yüce Allah'ın koyduğu «teşriî»
kurallar ve belirlediği değerler ise evrenseldirler, doğa yasalarına
benzerler. Bu kurallar ve değerler, şu veya bu ırkın, kendi lehinde ya da başka
bir milletin aleyhinde kullanabileceği özellikte değildirler.
Örneğin imânın şartları olan: Allah'a,
meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe
ve kadere inanmak gibi kuralların hangi biri, belli bir milletin ya da
ırkın kültür değerlerine göre değişebilir veya yeniden düzenlenebilir ? Keza
İslâm’ın dinamikleri olan: Namaz, oruç, hac, zekât
ve cihâd gibi ibadetlerin hangi biri, şu veya bu milletin, zevk, anlayış
ve mantalitesine göre değiştirilebilir ?
Kur'ân'ın ve İslâm'ın dili evrenseldir. Bu dil, (deyim yerindeyse) artık Arapçadan çok «Allahça» dır. Nitekim bizzat Araplar, Kur’ân-ı Kerîm'in
karakteristik üslûbu olan Arapçaya: «El-Luga'tül-Fushâ»,
kendi aralarında kullandıkları üslûba ise, «El-lehce'tüd-Dârice» veya «El-lehce'tül-Ammiyye»
diyerek ikisini hem birbirinden ayırmakta, hem de birincisini kutsal kabul
etmektedirler. Çünkü bu üslûp vahyin dili olarak artık evrensel bir anlam
kazanmıştır.
İslâm’ı herhangi bir milletin
kültür değerleriyle karakterize etme gayreti o milleti yüceltemez. Bu
gayretlerin, evrensel din kavramı çerçevesinde akılcı bir açıklaması
bulunmadığı gibi İslâm’ın imânî ve amelî cepheleriyle de uzlaşacak herhangi
bir yanı yoktur. Dolayısıyla böyle bir gayret o toplumu İslâm'dan ve onun yüce
değerlerinden daha çok uzaklaştırır. Bu da o milletin İslâm Ümmet'inden
kopmasına neden olur.
Bu tür ırkçı kampanyalar, aslında
sinsi ve siyasi birer harekettirler. Bu gayretlerin temelinde İslâm'a hizmet
konusunda toplumun katkıları bulunduğunu ortaya koymak amacı da yoktur. Çünkü
İslâm'a hizmet etmenin en büyük şartı, -her
şeyden önce - İslâm Ümmeti'nin birlik ve beraberliğini sağlamak ve
korumak için -Allah'ın emirleri
doğrultusunda - dünya Müslümanlarıyla ülkü birliği içinde olmaktır; Bundan
dolayı da gerek fert gerekse toplum olarak- İslâm’a hizmet karşılığında - herhangi bir Ünvan ve ödül
aranmamalıdır. Çünkü böyle bir arayış, İslâm'ın, mensupları için öngördüğü
ahlâk ve erdemlere aykırıdır. Nitekim Türkçede «meçhul asker» deyimi bu temel kuralı sembolize etmektedir.
Dolayısıyla, İslâm öncesi cahiliyesinin özlemlerine dayanan tehlikeli ve
yıkıcı sentezcilik akımlarına karşı dünyanın her yerinde Müslümanların uyanık
ve duyarlı olmaları gerekir.
Dünya Müslümanlarının birliği,
beraberliği ve mutluluğu, keza ümmetin varlığı, devamı ve İnsanlık dünyasına
karşı sorumluluğunu yerine getirebilmesi Kur'ânî değerlerin aynen korunmasına
bağlıdır. Halbuki sentezcilik bu değerlere bölgesel karakterler vererek,
onlara farklı içerikler kazandırarak dejenere etmekte ve tüm Müslümanların
malı olmaktan çıkarmaktadır.
Çok iyi bilmek gerekir ki Yüce
İslâm, vahye dayanan bir inanış, yaşam ve yönetim sistemi olarak hiçbir ırkın,
hiçbir milletin kültür malzemeleriyle sentezlenemez. İslâm böyle bir yozlaşma
ve küçülmeden münezzehtir.
Bunu imkânsızlaştıran nedenlere
gelince:
1- Her şeyden evvel
İslâm evrenseldir. Allah Teâlâ, bütün âlemlerin, dolayısıyla her çeşit insan
topluluklarının da yaratıcısı, terbiyecisi ve yargılayıcısıdır.[19] Keza Hz.
Peygamber (sav) bütün âlemlere rahmet elçisi olarak gönderilmiştir.[20] Şu halde bir insan veya bir topluluk, içtenlikle
ve bilinçle Müslüman olduğunu
Ne varki eskiden Şaman, Buda, Mani ve Mazdek dinlerine bağlıyken Müslüman
olmuş milletler, bu dinlerin birtakım kir ve pasaklarından birtürlü kurtulamadıkları
için bunları - ne yazıkki - vaktiyle
İslâm'a bulaştırmışlardır. Nitekim
mistik akımlar bu şekilde oluşma imkânını bulmuş ve tarikat denen rûhânî
örgütler bu sızıntılara dayanarak peydahlanmış ve kurumlaşmışlardır. Buna
rağmen İslâm âlimleri, şu veya bu sebeple İslâm'a sızmış olan sapkın inanç ve
felsefeleri ayıklamaya çalışmış, Müslümanları bu tür İslâm dışı akımlardan
uzak durmaya çağırmışlardır.
2- İslâm
bir bütündür. Hiç kimse ne kendi adına, ne de bir millet veya ırk adına bu bütünlüğü
bozma hak ve
yetkisine sahip değildir. Bu
bütünlük ise Kur’ân-ı Kerîm'le tescil edilmiştir.[21] Bu nedenle Araplara göre ayrı, Farslara göre ayrı, Türklere
göre ayrı bir İslâm modeli yoktur. Bilakis İslâm, kendi asîl, cihanşümûl ve
güçlü temel ölçüleri içinde herkes ve her millet tarafından aynen anlaşılır ve
aynen uygulanır.
İslâm’ın ruhuna aykırı olmayan her millete
ait birtakım kültürel değerler, gelenek ve göreneklerden sayılır. Bunlar
elbetteki dokunulmaz anlayışlardır. Örneğin bir toplum eğer pijama ile
sokakta gezmeyi ayıp sayıyorsa o toplumu rahatsız etmemek bakımından yabancı
bir Müslüman bu örfe uymak durumundadır. Fakat bu tür bölgesel özellikler ve
bazı değer yargıları, hiçbir zaman İslâm’ın bizâtihi kendisi veya doğrudan
yorumu olamazlar. Örneğin çeşitli giyim kuşam şekilleri, bazı görgü kuralları,
mimari ve edebi sanatlar, fahiş[22] olmayan folklorik değerler, bilimsel ve teknik
sistemler, stratejiler ve cahiliyet dönemini asla içine almayan (sırf İslâm dönemiyle sınırlı olan) ortak
tarihi anlayışlar bu değerlerden sayılır. Çünkü Müslümanlar tarafından - İslâmî ruha uygun olmak kaydıyla - her
zaman bulunabilecek çözümlerle, yapıcı yorumlar ve yeniliklerle elbette ki
İslâm'a daha iyi hizmet etmek mümkün olacaktır. Müslümanlar bu hizmetlerden
yararlanacak,
kalkınıp güçleneceklerdir.
Eğer amaç bu olursa İslâm’ın kapıları, şemsiyesi altındaki her milletin olumlu,
birleştirici ve tüm İslâm ümmetinin yararlarını gözetleyici çalışmalara
daima açık olacaktır.
Ancak bu konudaki değer yargıları, (İslâm'a tamamen zıt bir ruhu çağrıştıran)
İslâm’dan önceki cahiliyet dönemine karşı bir sempati şeklinde ortaya çıkacak
olursa böyle bir eğilim, İslâm'ın çemberi içinde hiçbir zaman kendine bir yer
bulamayacaktır. Nitekim «Türk-İslâm Sentezi»
işte bu sempati üzerinde temellendiği için «din» kavramının sentezciler tarafından spekülatif amaçla
kullanıldığı gâyet açıktır. Bizzat kendi ifadeleri bunu kanıtlamaktadır.[23]
Sonuç olarak hak ile batılı eşit saymak,
küfürle imânın aynı zamanda aynı yüreğe girebileceğine inanmak, İslâm’ı
cahiliyetle uzlaştırmak, Allah' (cc) a, Allah'ın koyduğu ölçüler içinde boyun
eğmemiş eski kuşakları mü’min atalar gibi sevmek ve onları rahmetle anmak (!) ne demek ise işte sentezcilik de o demektir. Yüce İslâm
ise bu korkunç çelişkiye açık olamaz.
Dinler (İnanç
Kurumları)[24]
Dinlerin gruplandırılması, tarihi
gelişimleri ve değişimleriyle -metodolojik
bir disiplin içinde - işlenmesi, esasen kapsamlı bir dinler ve mezhepler
tarihi konusudur. Şu varki bir Müslümanın, bağlı olduğu imân kurumunu çok daha
iyi tanıyabilmesi için onun, diğer inanç kurumları hakkında da belli düzeyde
bir bilgi sahibi olması gerekir.
Bu amaçla, yapılabilecek bir
gruplandırma tablosu içinde, İslâm’ın yanında diğer imânî müesseselerden de
şöyle bir dizi içinde söz etmek mümkündür .
Temelde dinler:
I- Büyük İnanç kurumları,
II- Din Hükmündeki Siyasî Ve Felsefî Akımlar olmak üzere başlıca iki grup
olarak incelenebilir.
Büyük İnanç Kurumlarından amaç,
gerek hak, gerekse batıl olsun, insanlık tarihi boyunca çok büyük kalabalıklar
tarafından kabul edilmiş olan dinlerdir. Bunlar da iki gruptur:
1- Hak Dinler (Semâvî Dinler. Yani vahye dayanan ilâhî dinler):
a) Makbul Dinler,
b) Muharref (çarpıtılmış) Dinler,
2-Bâtıl Dinler (Yani beşerin
kendi düşünce ürünü olan felsefî ya da hurafî dinler)
Din Hükmündeki Felsefî Akımlar da yine iki başlık
altında incelenebilir:
1-İslâm'dan kopan kamplar,
2- Tamamen İslâm dışı çağdaş
fikir ve inanç kurumları
Şimdi, bu özet gruplandırmanın
ayrıntılarına geçelim .
[1]. Muâmelât
: Arapça bir sözcüktür, işlemler ya da ilişkiler demektir ve «muâmele» nin çoğuludur.
[2]. Kur’ân-ı
Kerîm 22/40
[5]. Kur’ân-ı Kerîm 49/10
[6]. Kur’ân-ı Kerîm 39/9
[7].
Prof. Dr. Thomas Michel, Hıristiyan Tanrıbilimine giriş, s. 91-92,
İst-1992
[8]. Kur’ân-ı
Kerîm 4/48 . Müslümanlar arasında yaygın olan «Allah ile kul arasına kimse giremez » sözü, bu âyet-i kerîmeye
dayanmaktadır. Ancak bu sözün yanlış yorumlandığı ve amacının çarpıtıldığı
da maalesef bir gerçektir. Evet aslında hiç kimse doğrudan, Allah tarafından
görevlendirdiğini ileri sürerek O'nun adına bir icraatta bulunamaz. Fakat bu
ayrı şeydir, Allah'(cc) ın Kur’ân-ı
Kerîm'le koyduğu yasaları uygulamak da ayrı şeydir, çünkü bu, doğrudan
Allah (cc) adına tasarrufta bulunmak anlamına gelmez. Zira Kur’ân-ı Kerîm, zaten hayata geçirilmek
üzere indirilmiştir. İslâm düşmanları özellikle bu iki şeyi maksatlı olarak
birbirine karıştırmaya ve bilgisiz insanları şaşırtmaya çalışırlar.
[12]. El-Munkızu
min'ed-Dalâl S. 20, Mısır-1952 (İkinci Baskı)
[13]. Yukarıda
[14]. Bu suçlar şunlardır :
a)-Adam
öldürmek ya da yaralamak, Kur’ân-ı
Kerîm 2/178, 4/29,30,
93; 5/32, 6/151, 17/33
b-Hırsızlık
yapmak, Kur’ân-ı Kerîm 5/38
c-Zina fiilini işlemek, Kur’ân-ı Kerîm 24/2
d-Zina
iftirasında bulunmak, Kur’ân-ı Kerîm
24/4
e-Yol
kesmek. Kur’ân-ı Kerîm 5/33
Fazla bilgi için İslâm hukuku kaynaklarına
Bkz.
[17]. Papalardan Aziz Gregorius VII. , İnnocentius III. , İnnocentius IV. , ve Bonifatius VIII. 'un yönetim biçimleri
tamamen teokratikti. Bu papalar imparatorlarüstü ilâhî bir yetkiye ve yanılmazlığa
sahip olduklarını savunuyorlardı. Ancak bu yönetim biçimine karşı sonraları
siyasi bir mücadele hareketi başlatıldı. İşte bu harekete «Sezaro-papizm» adı verilmiştir. Bu hareketin, teokrasiye en
büyük darbeyi vuran temsilcisi ise Fransız kralı Philippe le belle'dir.
[18]. Kur’ân-ı Kerîm 16/89
[19]. Kur’ân-ı
Kerîm 1/1,2,3
[21]. Kur’ân-ı
Kerîm 45/18
[23].«İslâmcılar
da Osmanlıcılar kadar şiddetli ve terbiyesiz olmamakla birlikte Türk
milliyetçilerini suçlamışlardır. Kullandıkları başlıca kelimeler
kavmiyetçilik, ırkçılık, şerîata aykırı davranışlar ve dinsizliktir.
Özellikle İslâmiyet öncesi Türk varlığını küçümsemiş, kötülemeyi bir
marifet saymışlardır. » (Galip Erdem, Suçlamalar : 1/21, Töre-Devlet
Yayınevi -İkinci baskı- Ankara -1975)