DİN OLGUSUYLA İLGİLİ ÇEŞİTLİ KAVRAMLAR

 

Din Ve Şerîat

 

«Şerîat», sözlükte yalın olarak sadece geniş yol anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Ancak Araplar günümüzde bu sözcüğün kökün­den türeyen «şâri'» kelimesini yol anlamında kullanmaktadırlar.

 

«Şerîat», esas itibariyle terimsel açıdan nizam, rejim; Devletin siya­sal, sosyal, hukuksal ve ekonomik düzeni anlamına gelen önemli bir ıstılah­tır. İslâm terminolojisinde bu ıstılahla, Allah'ın ve rasûlünün koyduğu yasala­rın tümünden oluşan İslâm’ın hayat düzeni amaçlanır. Yani «Şerîat», Kur’ân-ı Kerîm'in içerdiği İslâm anayasasının genel adı­dır. «Şerîat», başka bir deyimle de dinin fiilen uygulanan kanunlarının tü­müne denir. Örneğin: «İslâm Şerîatı», İslâm hayat düzeni demektir; «Yahudi şerîatı» da, Yahudi dininin kanun ve kuralları demektir.

 

Bununla beraber İslâm literatüründe şerîat denince, genel olarak İslâm dini amaçlanır. Bu nedenle gerek İslâm’da temel hükümler ola­rak bilinen ve yalnız vicdanla söz konusu olan inanç sistemi, gerek kişi­ler ta­rafından yapılan ibadetler, gerekse kişi ve devlet tarafından uygu­lanan «muâmelât»[1] ve ahlâk kurallarının tümü şerîat kapsamına gi­rer.

 

Daha yaygın ve yerleşik olarak «şerîat»'la kısaca anlatılmak istenen şey, İslâm yasalarıdır. Bu yasaların kaynağı ise Kur’ân-ı Kerîm'dir. Dolayısıyla şerîat, imân ilkeleriyle bir bütünlük oluşturur. İşte bu an­la­mıyla şerîat, Müslüman kişiye inandığını yaşama sorumluluğunu yük­lemektedir. Bu nedenledir ki zaman zaman siyasi alandaki ağırlık­larını yi­tirseler bile Müslümanlar Kur’ân-ı Kerîm'den aldıkları ruhla tarihte şerîatı yeniden ihya etmek için diriliş örnekleri göstermişlerdir. Çağdaş Müslümanlar da bütün olumsuzluklara rağmen, «şerîat» kav­ramından Kur’ân-ı Kerîm'e göre ne anlaşılıyorsa onu öylece benimse­mekte ve şerîatı -Allah'ın izniyle- günün birinde yeniden hayata ge­çirme özlemi içinde yaşamaktadırlar. Çünkü bu, her Müslüman için -kıyamet kopuncaya ka­dar- sönmez bir idealdir. Müslümanlardan daha çok ön planda bulunan ve toplumun çoğunluğunu oluşturan Müslümansı dindarlar da (yorumları değişik olsa bile) şerîata karşı saygılı­dırlar. Müslümanlar kadar onlar için de «şerîatın kestiği parmak acı­maz.»

 

Din Ve Kutsallık

 

Esasen gönül dünyasında yaşanan, ya da yaşanması gereken ancak za­man zaman dışa da yansıyabilen ulu değerleri yüceltme duygusunun İslâm’da çok nazik bir yeri vardır.

 

Bu değerleri bilmek, tanımak, onlara karşı yaraşır bir saygı göster­mek ve aralarındaki farkları ayırt edebilmek, bir bilgi, eğitim, görgü ve basiret mese­lesidir. Çünkü bu değerlerden bazısını gereğinden fazla yü­celtmek, (örneğin, Kabe'ye, camiye, Kur’ân-ı Kerîm'e ve Hz. Peygamber'(sav) e ta­pınma dere­cesinde saygı gösterisinde bulunmak) ya da kutsal değerleri ge­rektiği kadar saymamak, onları hafife almak, çiğ­nemek ya da inkâr etmek, Müslüman ki­şiyi dininden bile edebilir. Bu ulu değerleri bir sıralamaya koymak gerekirse onları iki gruba ayırmak doğru olur.

 

Birincisine: Mukaddes (yani kutsal değerler) ,

 

İkincisine ise: Dokunulmaz, saygın ve kanonik değerler diyebiliriz.

 

Bunlardan birincisi, Allah Teâlâ'nın yüce zâtı, sıfatları ve O'nun «mukaddes», ya da farklı bir deyimle «haram» dediği değerlerdir.

 

«Mukaddes» sözcüğü, Kur’ân-ı Kerîm'de: Maide Sûresi'nin 21 inci âyet-i kerîmesinde ve Tâhâ Sûresi'nin 12 inci âyet-i kerîmesinde olmak üzere iki yerde geçmektedir.

 

Birincisinde, Hz. Musa'ya Allah tarafından hitap edilirken, ayakka­bı­la­rını çıkarması emredilmekte, «. . . çünkü kutsal Tuva Vadisi'nde bulu­nu­yorsun !» diye uyarılmaktadır.

 

İkincisinde ise, Kutsal topraklara girmeleri için Hz. Musa'nın, kav­mine verdiği emir nakledilmektedir.

 

Kur’ân-ı Kerîm'de «mukaddes» sözcüğü ile nitelenen sadece bu iki bölge vardır. Ancak bir anlamda kutsal demek olan «haram» kelime­siyle de başta Mekke'deki Kâbe kompleksi (yani Mescid'ül-Haram alanı) olmak üzere birçok şeyler nitelenmiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ'nın açıkça kutsadığı, övdüğü ve önem verdiği her şey kutsaldır. Bunları Kur’ân-ı Kerîm'in içeriğinden anlıyoruz. Elbette ki Kur’ân-ı Kerîm'in gerek ta­mamı, gerekse bir bölümü, camiler, (manastır, kilise ve havra gibi) Kitap ehline ait ibadethaneler,[2] tevhid esasına dayalı ibadetler ve Kur’ân-ı Kerîm'le dek­lare edilmiş bulunan tüm saygın de­ğerler kutsaldır. Bu cüm­leden olarak başta Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) efendimiz ol­mak üzere diğer bütün peygamberlerin kişilikleri de kutsal ve dokunul­mazdır. [3]

 

İkinci grup kutsal değerler ise, yüce İslâm şerîatına göre kesin olarak uyulması gereken yasalar, kurallar, emir ve yasaklardır. Bu yasaların ve ku­ralların ilgili olduğu alanlar ve konular arasında rûhânî ya da dün­yevi ol­mak bakımından hiçbir fark yoktur.

 

Kutsal değerler: Fizik, metafizik; Maddi ve manevi; Rûhânî ve dün­yevî ya da vicdânî ve amelî olmak üzere çeşitli şekillerde karşımıza çıka­bi­lirler. Dolayısıyla, bunların her birine karşı gösterilecek saygı ve jest bi­çimi de de­ğişik olabilir. Ancak herhalde bu saygı ve jest biçimleri Kur’ân-ı Kerîm'in ruhuna uygun olmalıdır.

 

Örneğin, Yüce Allah'ın zât-ı ilâhîyesi ve sıfatları gibi kişinin ancak vic­danında duyumsayabildiği kutsal değerlere karşı gösterilecek yalın saygı, yine sadece vicdanın derinliklerinde yaşanabilen tanıma sığmaz olaydır. Bu olayın dışa yansıyabilecek tek yönü, Kur’ân-ı Kerîm'in ölçü­leri içinde dav­ranış biçimleri göstermektir. Bu da örneğin, Allah'ın yüce ismi anıldığında «celle celâluhu, celle şânuhu. . . » diyerek O'nu kutsal sıfatlarıyla yücelt­mek ve O'na, istediği biçimde kulluk etmekle olur.

 

Kur’ân-ı Kerîm'in nüshaları, Kâbe binası ve camiler gibi fizik bo­yutlara sahip bulunan kutsal değerlere gelince bunlara gösterilecek saygı, bu değer­ler için konmuş olan kurallara uymakla olur.

 

Örneğin Mescid'ül-Haram'a ve camilere tertemiz, abdestli, çekidü­zenle, huşu içinde ve sessiz girilmelidir. Bu mekânlarda ibadet edenle­rin huzuru kaçırılmamalı, onlara karşı alçak gönüllü ve nazik davra­nılmalı­dır. Bu müstesna yerlerde nizamî ibadetler dikkatle yerine geti­rilmelidir. Keza Kur’ân-ı Kerîm nüshaları ya da üzerinde âyet-i kerîme­ler yazılı her türlü ci­sim, yayın ve dokümanlar ancak abdestli olarak el­lenmeli, temiz ve yakışır yerlerde korunmalıdır.

 

Kur’ân-ı Kerîm'in «göbekten yukarı tutulması», Anadolu Müslüman­larının bir geleneğidir. İslâm’da Kur’ân-ı Kerîm'e ancak bu şekilde saygı gös­terilmesi gerektiğine ilişkin herhangi bir kayıt yoktur. Bununla beraber onun, saygıyla, yüksek ve yaraşır bir şekilde tutulması elbetteki gereklidir. Çünkü hiç kuşku yok ki Kur’ân-ı Kerîm'in gerek fizik varlı­ğına, gerekse içerdiği anlam ve hükümlere karşı bilinçli ve kasıtlı olarak saygısızlık eden, âyetlerinin anlamlarını sorgulayan, eleş­tiren, küçümse­yen, red ve inkâr eden, yalanlayan; Âyetlere, içerdikleri kavramlara, an­lamlara ya da Kur'ân'ın üslûbuna herhangi bir dille ha­karette bulunan, yasalarını uygu­lamadan kaldırmaya yeltenen kişi kâfir olur. Bu tutum ve tavır içinde bu­lunan kişi, örgüt ya da siyasi güçlere karşı Müslümanın ve­receği mücadele Kur’ân-ı Kerîm'e gösterilecek en büyük saygıdır.

 

Dokunulmaz, kanonik değerler olan İslâm’ın tüm yasa ve kuralla­rına gösterilecek saygının ölçüsü ise, onlara uymaktır. Bu yasa ve kural­lara, kişi olsun, örgüt olsun ya da siyasi iktidarlar olsun uymayanları uyarmak, saygı­sızlıkta ısrar ederlerse karşılarında durmaktır.

 

Bu değerlere karşı titiz davranmada ölçü, -her zaman- Kur’ân-ı Kerîm'in ilham ettiği biçimlerdir. Çünkü kutsallık kavramı o kadar du­yarlı ve yerine göre o kadar esnek ve karmaşıktır ki tarih boyunca İslâmî değerle­rin yozlaştırılması, çeşitli yabancı inanış ve düşünce kalın­tılarının zaman içinde din adına zihinlere yerleştirilmesi hep bu kut­sallık kavra­mına tutu­nularak yapılagelmiştir.

 

 

Din Ve İlâhiyat

 

«İlâhiyat» sözcüğü her ne kadar Arapça ise de gerek yalın sözlük an­lamı bakımından, gerekse terim ve kavram olarak Yahudi ve Hıristiyan kaynak­larına aittir. Dinî olmaktan çok felsefi bir terimdir. Batı dille­rinde (İng.) «Theology» ve (fr.) «Théologie» diye geçer. Bu dalda kari­yer yapan­lara da ilâhiyatçı (Theologian=Théologien) denir.

 

Judeo-Chretien güçlerin İslâm Dünyası'na kültürel açıdan da ege­men olmalarından sonra Müslüman halkın Hıristiyanlık normlarıyla rûhânî­leş­tirilmesi gayretleri çerçevesinde mahalli terminolojiye mak­satlı olarak yer­leştirilmiş önemli terimlerden biri de «ilâhiyat» sözcü­ğüdür.

 

dolayısıyla bu yabancı terimin İslâm’daki «din» kavramıyla bir iliş­kisi yoktur. İslâm ilim çevrelerinde «İlâhiyat» terimi eskiden «filozoflarca fi­kir olarak ileri sürülen dine dair nazariyeler, düşünce­ler» [4] için kullanı­lırdı.

 

İslâmî ilimlerde eğitim veren yüksek öğretim kurumlarına aslında «İslâmî İlimler Fakültesi» gibi bir ad verilmesi gerekirken Hıristiyan ba­tı­nın içerideki temsilcileri, -Müslümanlara ait olan bu kurumlara- Hıristiyan­lığın bir simgesi olan «ilâhiyat Fakültesi » adını maksatlı olarak yakış­tır­mışlardır. Bu nedenle böyle bir isimlendirme âdetâ camiye ki­lise ya da havra adını takmaya, medreseye de ruhban okulu demeye benzer. Nitekim Müslüman­ların yaşadığı diğer ülkelerde bunun bir örneği yok­tur.

 

İslâm'daki din kavramının orijinal kapsamını çarpıtmak amacıyla yola çıkan sinsi odaklarca kutsal değerleri yozlaştırmada isimlerden baş­lanması bu gayretlerin ne kadar sistematik olarak amaca ulaşmak iste­di­ğini ve ile­riye dönük olarak ne kadar büyük tehlikelerle yüklü oldu­ğunu göstermek­tedir.

 

Özet olarak, Müslüman kişinin çok iyi bilmesi gereken gerçekler­den biri de «lahûtilik» anlamında kullanılan «İlâhiyat» teriminin is­lâmî ilim­lere ad olamayacağıdır.

 

Dindarlık Ve Takvâ

 

«Dindarlık» deyimi, eskiden kullanılan «mütedeyyin» nitelemesi­nin Türkçedeki yeni karşılığıdır. Yaşamında İslâm’ın rûhânî yönüne daha çok yer veren, -başka bir ifadeyle- ibadetlerini ihmal etmeyen kim­selere din­dar gö­züyle bakılmaktadır. Halk arasında belli bir kesim tara­fından bu kimse­lere övgü anlamında «dinine bağlı», «namazlı, ni­yazlı» ve «muhafazakâr» denil­mektedir.

 

Dindarlık kavramının, gerek bu kelimenin kalıbı içinde ortaya koy­duğu sözlük anlam, gerekse bu anlam çerçevesinde verdiği imaj, İslâm’ın ruhuyla bağdaşmamaktadır. Kur’ân-ı Kerîm'in birçok yerinde ge­çen «takvâ» sözcü­günün karşılığı da değildir. Bilakis çağımızın yoz­laşmış din anlayışıyla yara­tılan tek taraflı, mistik ruhlu, sırf ruhâni­yetçi, ruhbâni­yetçi ve gelenekçi sofu tipinin niteliğidir.

 

«Takvâ» ise çok orijinal Kur'ânî bir kavramdır; Dinin ge­nel çerçevesi içinde gerek rûhânî, gerekse seküler yaşam alanlarında mü’min ki­şinin tüm kurallara uymada gösterdiği titizliktir. Öyle ise mü’min kişi as­lında dindar değil, fakat muttakıydir, ehl-i takvâdır; Rabbânîdir. Dolayısıyla «muttakıy» ya da «takvâ sahibi» kişi, yalnız rû­hânî planda de­ğil, bununla birlikte haya­tın her alanında Allah'a karşı so­rumluluk duy­gusu içinde ku­ralların tü­müne birden uymaya çalışan ve bu konuda azami duyarlılık gös­teren mü’mindir.

 

Din kavramı kapsamında «takvâ» ile «dindarlık» arasındaki fark işte budur.

 

Dindaşlık (din kardeşliği)

 

İslâm’da «din kardeşliği» nin çok önemli bir yeri vardır. O kadar ki, din farkının bir sonucu olarak hiçbir anlam taşımayan öz kardeşlik bağı, hem siyasal, hem hukuksal açıdan askıda kalır. Hatta Müslüman olan kar­deş (yüce şerîatın kuralları içerisinde) gerekirse İslâm’ın kutsal he­defleri ve stratejileri uğrunda, Müslüman olmayan diğer kardeşini feda etmek duru­munda kalabilir! Nitekim İslâm’ın altın çağı olan Hz. Peygamber (sav) in devlet başkanlığı döneminde müşriklere karşı yapı­lan savaşlar sırasında bu konuda çarpıcı örnekler yaşanmıştır.

 

Allah Teâlâ, bütün Müslümanları kardeş ilan etmiştir.[5] Bu kar­deş­lik evrenseldir. Dolayısıyla ne milliyet, ne dil, ne gelenek ve kültür gibi bölge­sel, et­nik ve ırksal farklılıklar; ne de siyasi, coğrafi sınırlar ve re­jimler, olu­şa­bile­cek bu bağı engelleyemez. Kurulmuş ise onu bozamaz. Bu ne­denle dünya­daki bütün mü’minler aynı vücudun organları gibi­dirler. Sonuç olarak on­lardan birinin karşılaştığı bir sorun, bütün mü’minleri ya­kından ilgilen­dirir.

 

İslâm'da «din» kavramının getirdiği en kapsamlı konulardan biri de işte bu «din kardeşliği» kuralıdır. Bu kural sayesindedir ki dünya Müslümanları çağlar boyu her türlü yıkıcı ve yıpratıcı sebeplere rağmen daima ümmet bilinciyle yaşamış ve kardeşçe yardımlaşarak bunu bize kadar ak­ta­rabilmişlerdir. Allah Teâlâ'nın bütün insanlara her iki ci­handa mutlu ola­bilmeleri için Hz. Muhammed (sav) aracılığıyla gön­derdiği son mesajı Kur’ân-ı Kerîm'in, insanlığa iletilmesi ve yüce şerîatın hayata geçirilmesi ancak din kardeşliği şemsiyesi altında yapılacak dayanışma ve sergilene­cek erdemlerle, mümkün olabilecektir.

 

Bu nedenle, Müslümanların ümmet bilincine bağlı olarak din kar­deş­liği açısından taşıdıkları sorumluluk büyüktür.

 

Dinadamı Sıfatı Ve Dinî Hiyerarşi

 

İslâm’da din kavramı kapsamında «dinadamı» diye bir sıfat ve buna bağlı özel bir statü yoktur.

 

Mevcut sistem içinde kurulmuş kardrolarda çalışanlara yakıştırılan bu sıfat esasen Hıristiyan kaynaklıdır. Dolayısıyla «dinadamı» tabiri, Hıristiyanlıkta kullanılan (rûhânî = spiritual) unvanın Türkçeleştiril­miş karşılığıdır. Nitekim Türk dil literatürünün ciddî kaynaklarında bu söz­cük bulunmamaktadır. Örneğin en güvenilir lûgatlerde «işadamı» kelimesi bu­lunduğu halde «dinadamı» tabiri bunlarda henüz yer almamaktadır.

 

İslâm'da kariyer sahibi olan şahsiyetlere «âlim» denir. Kur’ân-ı Kerîm işte bu sıfatı tanımış ve övmüştür.[6] İslâm’a göre kişi, âlim de olsa Allah (cc) ve şerîat karşısında diğer Müslümanlardan daha ayrıca­lıklı de­ğildir. Şu varki Müslümanlar, ilmiyle âmil zatlara saygı gösterir, bilgile­rinden ya­rar­lanırlar. Ama onları Allah (cc) ile kendi aralarına aracı olarak koymaz­lar. Halbuki «dinadamı» aslında Allah ile kul ara­sında aracılık yapmak is­teyen rûhânîlerin niteliğidir. İslâm da ise böyle bir dinî meslek ve sıfat yoktur. Nitekim Müslümanlar da bu kelimeden hiçbir zaman böyle bir anlam çı­karmamışlardır.

 

Gizemlilik, dinî hiyerarşi ve kutsal rütbeler ancak Hıristiyanlıkta var­dır. «ruhbanlık gizemlidir. (. . . ) Bu gizemi özgürce kabul eden kişi­ler üç rütbe altında toplanır:

 

a) Piskopos: "Diosez" bölgesinde öğreten, ayinleri yöneten, hizmet eden kişi olarak İsa'yı temsil eder.

 

b) Presbiter (papaz): Münferit topluluk düzeyinde bu üç görevde pis­ko­posa yardımcı olur.

 

c) Diyakos: Tanrı kelâmını okur, yayar, yoksullara, yaşlı kimselere, has­talara, ölmek üzere olanlara yardım eder. » [7]

 

İşte bizzat öz kaynaklarında ifade edildiği üzere Hıristiyanlıkta di­na­dam­ları bu rütbelere sahiptirler ve günahları bağışlayabileceklerini dahi ileri sü­rerler. İslâm dininde ise âlim kişinin, Allah (cc) adına gü­nah bağış­lama yet­kisi yoktur. Çünkü günahları Allah Teâlâ’dan başka kimse bağışla­yamaz. Allah Teâlâ, istediği kimseye -şirk hariç- dilediği günahını bağışla­yabilece­ğini açıklamıştır. [8] 

 

Ne varki Hıristiyanlığa göre dinadamları-sözde- günahları bağışla­ya­bi­lirler (!) Nitekim bu tez, muharref İncîl'de aynen şu ifadelerle tescil edil­miş­tir:

 

«Kimlerin günahlarını bağışlarsanız, onlara bağışlanmış olur ve kim­le­rinkini alıkorsanız alıkonmuş olur. » [9] 

 

İslâm’dan kopma sürecinin en tehlikeli aşamasına ulaşılmış olmasına rağmen, -halk İslâm'ın etkisinden henüz tamamen sıyrılmadığı için- hiç kimse dinadamlarının böyle bir yetkiye sahip olduğuna inanmamaktadır. Aynı zamanda dinadamları da şimdiye kadar böyle bir tezle ortaya çıkmış değil­dirler. Ancak «dinadamı» terimi her şeye rağmen İslâm'daki din kav­ra­mıyla ve Kur'ân'ın ruhuyla asla bağdaşmayan Hıristiyanca bir anla­yışı çağ­rıştırmaktadır.

 

İslâm'da âlimler arasında rütbe ve statü farkları olmadığı için hiye­rarşi de yoktur. Çünkü İslâm’da «Bilgi mü’minin yitiğidir, nerede bu­lursa oradan alır.» Keza İslâm'da ilim anonimdir. Yani bir Müslüman tarafın­dan kaza­nılmış olan ilmin, ümmet yararına kullanılması zorun­ludur. Dolayısıyla âlim kişi, hiyerarşik bir sistemin baskısı altında değil, bilakis doğrudan İslâm’ın ona yüklediği sorumlulukla ilmini Müslümanlara devretmek du­rumundadır.  

 

Dinsizlik

 

İslâm’da din gerçeği bütün yaşamı kuşatmaktadır. Bir anlamda din, ha­yatla eşdeğerdedir. Çünkü atomun içindeki en küçük partiküllerden uzayda bulunan dev cisimlere kadar kâinâttaki tüm eşya ve olayların son derece dakik ve matematiksel biçimde etkileşimlerini, tepkileşim­lerini, nötrleşme­lerini ve işleyişlerini bir disiplin çerçevesinde sağlayan yasalar zinciri vardır ki bu yasaları koyan Allah Teâlâ'dır. Bu yasaların tümüne birden Kur’ân-ı Kerîm'in söylemiyle «sünnetullâh»[10] denir.

 

Hayat bu anlamda dinin doğal cephesini oluşturur. Vahiy yoluyla (yani peygamberlere indirilen göksel mesajlarla) konan teşrii yasalar da di­nin yal­nızca insanları ilgilendiren rûhânî ve seküler cephesini oluş­turur. Dolayısıyla din demek, hayatın tümü demektir.

 

Hal böyle olunca insan, -hangi inanç ve düşünceye sahip bulunuyor olursa olsun- din atmosferinin dışına çıkamadığı için onun dinsiz olması düşünülemez. Kişi, rûhânî hayattan çok uzak bir gidi­şat içinde yaşıyor olsa bile toplumda onun uymak zorunda olduğu sayısız ku­rallar vardır ki o, ister bunlara örf ve adet desin, ister yasala­rın gereği­dir desin, is­ter başkalarına karşı saygılı olmak için böyle dav­randığını söy­le­sin, bütün bu kurallar esas itibariyle dine dayanmakta­dır. Bunlar bir yana, insanın za­ten doğal yaşamı "kevnî" yasalarla sür­mektedir. Kaldı ki «dinsizim» ya da «ateistim» diyen insanlar din yasa­larına ve dogmala­rına çok kere kendi öz­gür irâdeleriyle uyma çelişki­sini de sergilerler. Onların bir bilgisizlik heze­yanı olarak «doğa yasa­ları» dedikleri fıtrat ve tabiat ka­nunlarının tümü de Allah' (cc) ın eseri olmak bakımından dinin dışında bir şey değildir.

 

Ayrıca -birtürlü ikna olamamış - aklı başında her insan, yine de var­lık­la­rın başlangıç ve sonu, olayların arka planındaki fenomenler, gizemler ve kâinatta olup bitenler hakkında mutlaka çok derinden düşünmekte; çeşitli yorumlar yap­makta; arayışlar içine girmekte ve zaman zaman iç bunalım­lar ya­şamak­ta­dır. Kuşku içinde olsa bile insanın vicdanında kaynaşan bu dü­şünce cüm­büşünün temelinde daima onun yaratıcıyı arama gayret ve endişeleri yat­maktadır. Bu ise aslında var olan ve insanın gönül derin­likle­rinde du­yum­sanan bir gerçeği arama içgüdüsünden başka bir şey değildir. İşte bü­tün bun­lar insanın mutlak manada dinsiz olamayaca­ğını kanıtla­makta­dır. «ilhâd» ya da «küfür» sözcükleriyle anlatılmak istenen dinsizlik as­lında inkârcılık­tır. Bu ise mutlak dinsizlik değildir, ikisi arasında büyük fark vardır.

 

Dinsiz olduklarını ileri sürenlerin esasen birçok sosyal, moral, ya da ruhsal sorunları bulunmaktadır. Yaşadıkları ve gördükleri çelişkilere tepki olarak - inkârcılık anlamında - böyle bir iddia ile ortaya çıkan in­san­lar her toplumda mevcuttur. Ancak bunların sayıları son derece az­dır. Aynı za­manda eğitim düzeyleri, resmi statüleri ve sosyal mevkileri ne olursa olsun ciddîye alınacak bir mantıkları yoktur. Dolayısıyla bu meâlde söylediklerini bir sayıklama ve hezeyan olarak kabul etmek ge­rekir.

 

Şu varki bilinçli ve kasıtlı olarak ateist, dinsiz, dehrî, pozitivist ya da materyalist olduğunu veya bu anlamlarda bir kanaate sahip bulun­du­ğunu açıkça ileri süren kişi, İslâm'daki imân ve akâid kanunlarına göre elbet­teki küfre girdiğini ilan etmiş olur. Çünkü böyle bir kimse mü’min olma­dığını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla eğer vaktiyle Müslümanken sonra böyle bir ikrarda bulunursa yüce İslâm dinini hiçe saymak gibi ağır bir suç işlemiş olur.[11]

 

Din Ve Yobazlık

 

Türkçede çok yakın geçmişten beridir kullanılagelen «yobazlık» söz­cüğü, basit avâmî din anlayışıyla ilintilidir. Laik kesim tarafından tutucu dindarlara yöneltilen suçlamalarda kullanılmaktadır.

 

Toplumsal yönden de önem taşıyan bu çeşit suçlama, din kavra­mıyla iliştirilince ister istemez konuya hem din açısından hem de top­lumsal açı­dan bakmak gerekir.

 

Her şeyden önce din, İslâm'da sadece rûhânî yaşamın değil, bilakis ev­rensel anlamda hayat disiplinin adıdır. Gerçek bu olunca insanın yalnızca rûhânî yaşamında ancak sergilediği birtakım sapkınlıkları kı­namak için kullanılabilecek bir söylemi tüm kâinât ve hayatla irtibat­landırmak man­tık­sızlıktır. Dolayısıyla yobazlık doğrudan dinle değil, rûhânî yaşamla, ( ya da basit avam deyimiyle) dindarlıkla ancak sözko­nusu olabilir.

 

Dindarca yaşam biçimi ile yobazlık arasındaki ilgiye gelince bu, İslâm'da «zühd ve takvâ» olarak bilinen titiz yaşam biçimiyle hiç iliş­kisi olmayan bir sorundur. Çünkü dindarlık ayrı, zühd ve takvâ da ayrı şey­lerdir. Ve çünkü Müslüman kişi dindar değil, ama zâhid ve mutta­kıy ola­bilir. Dolayısıyla yo­bazlık suçlaması, rûhânî yaşam planında fa­natik ör­nekler sergileyen kimse­lere yöneltiliyor olmalıdır ki bu kimse­ler aslında en az birkaç yüzyılın tarih­sel birikimiyle günümüze kadar sürüklenip gelmiş bulunan karşıt anlayış­ların taraftarlarıdır. Doğrusu bu sorun, top­lumun gittikçe İslâm'dan uzak­laşmasıyla kanserleşen zihniyet hastalıkla­rının bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Tutuculuk, İslâm’ın özüyle bağdaşmayan ve İslâmla hiçbir alakası bu­lunmayan aşırı rûhânî bir davranış biçimidir. Onun için Tutuculuğu zo­raki olarak İslâm'la irtibatlandırmaya çalışmak İslâm’ı bilmemek de­mek­tir.

 

Esasında doğrudan dinle değil, fakat rûhânîlikle ancak söz konusu ola­bi­len yobazlık yeni bir olay değildir. Tarih, her dinden rûhânîyetçi fana­tik­le­rin, kendi dinleri hesabına giriştikleri savaşlarla ve işledikleri cina­yet­lerle doludur. Bu cümleden olarak örnek gösterilebilecek haçlı savaş­ları fanatik papaların fetvalarıyla yapılmış ve bu savaşlarda din adına yüzbin­lerce ma­sum Müslümanın kanı akıtılmıştır.

 

İslâm tarihinde de yobazlık çok eskilere dayanır. Bu ümmetin belki de ilk yobazları hâricîlerdir. İslâm ahkâna ilişkin olarak ortaya koy­dukları tu­tucu yorumlarıyla Hz. Ali'nin saflarından ayrıldılar ve O'na karşı çok tehli­keli bir siyasi-askeri kamp oluşturarak nihâyet kendisini şehid ettiler. Keza ayrıntılı akâid kaynaklarında "Fırak-ı Dâlle", yani sapkın inanç kam­pları olarak adları geçen bütün Batınî mezheplerin yandaşları tutuculuk­larından dolayı İslâm'dan kopmuşlardır. Büyük Alim, Gazâlî de yobazlar­dan çok şi­kâyetçidir.[12] 

 

Görüldüğü üzere yobazlık anlayışının “evrensel din kavramı" ile doğ­rudan herhangi bir ilişkisi yoktur. Din, hayat ve kâinâtın doğal dü­ze­nidir. İslâm da bu ilâhî düzenin yüce adıdır. Bu doğal sistem zâten engel tanı­ma­yan kevnî yasalarla işleyip durmaktadır. Yobazlık ise İslâm’ı bir­türlü bu kim­liği içinde göremeyen cahil taraftar ve karşıt kamplar ara­sında cereyan eden bir kör döğüşünün konusudur.

 

Din Ve Teokrasi

 

Yunanca (Teokratia) kökünden gelen bu sözcük, iktidarın Allah ta­ra­fın­dan belli bir şahsa ya da zümreye tahsis edildiği anlamına gelir. Bu ke­lime siyaset bilimi literatürüne Hristiyan Avrupa'dan geçmiştir. Dolayısıyla kav­ram olarak ortaya koyduğu anlayış Müslümanlara değil, Hıristiyanlara ait­tir.

 

Bu anlayışa göre yönetim ancak ve ancak Allah'ın yeryüzündeki ve­kil­leri tarafından kullanılabilir. Ortaçağ Hıristiyanlık dünyasında egemen olan bu düzenin İslâm'la uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Bu gerçe­ğin en bü­yük kanıtı ise «Teokrasi» teriminin, İslâm kaynakla­rının hiçbirinde geç­memiş olmasıdır. Öyleki Fransızca-Türkçe sözlük­ten başka bir şey ol­mayan ve 1883 gibi daha dün denebilecek kadar yakın bir geçmişte yayın­lanan Şemseddin Sami Kamusu bu terimin (bir sözlük olarak) yalın ta­nımını şöyle vermek­tedir:

 

«İlâhî yasalarla ve rûhânî sıfatla yürütülen iktidar. Allah tarafından ve­kil sayılan diktatörün yönetim biçimi. »[13] 

 

İşte teokrasinin en mükemmel tanımı budur. Dikkat edilirse bu ta­nı­mın içinde iki ana unsur bulunmaktadır.

 

Birincisi: İlâhî bir yasa ile yönetmek,

 

İkincisi İse: Yönetenin (yani devlet başkanının) rûhânî bir sıfata sahip olmasıdır. İslâm’da rûhânî sıfat bulunmadığı için, bu tanımın bi­rinci kesi­tine bakarak, şerîat devletindeki İslâmi yönetim şeklinin ilâhî yasa olan Kur’ân-ı Kerîm'e dayandığını, bu nedenle böyle bir yönetim biçiminin te­okrasi sayılacağını ileri sürebilecek kimselere hemen hatır­latmak gere­kir ki: Kur’ân-ı Kerîm'e ilişkin (ilâhî yasa anlayışı) onun sa­dece bir şerîat (yani bir anayasa) olduğu kuralıyla sınırlıdır. Bu sınır biz­zat Kur’ân-ı Kerîm'in içinde açıklanmıştır. Âli İmrân Sûresi'nin 159 uncu ve Şurâ Sûresi'nin 38 inci âyetlerinde yapılan açıklama ile yasama yetkisi Müslümanlara bıra­kıl­mıştır.

 

Kur’ân-ı Kerîm'de sadece birer köşe taşı mesabesinde olan çok önemli birkaç yasa konarak -toplum huzurunun kaçırılmasını önle­mek amacıyla - ancak çok tehlikeli beş çeşit suç için birer ceza müeyyi­desi belirlenmiştir.[14] İçki ve sarhoşluk cezası olarak öngörülen ve Hz. Peygamber (sav) 'in ça­ğın­dan başlamak üzere tarih boyunca uygu­lanan değnek cezasının bile Kur’ân-ı Kerîm'de emredildiğine rastlan­mamak­tadır. Hz. Peygamber (sav)'in, belki de «vahy-i zımnî»'ye daya­narak uy­guladığı bu ceza, olabi­lir ki bu nedenle daha dört halife döne­minde farklı uygulanmıştır. Nitekim, -daha önceleri kırk değnek olarak tatbik edi­lir­ken- Hz. Ömer (ra) bu cezayı seksen değneğe çıkarmıştır.[15] Ayrıca ör­neğin, faiz gibi korkunç bir suç için Kurân-ı Kerîm'de dünyevî bir ceza öngö­rülmemiştir.

 

Bütün bu gerçekler gösteriyor ki esasen İslâm Dini, geleceğini belirleme konusunda, akıl ve zekâ taşı­yan insanoğlunu serbest bırakmış, onun öz­gür irâdesini sınırlandırmamıştır. Nitekim kapsamlı İslâm Hukuku, ünlü müc­tehitlerin kişisel yorum ve görüşleriyle zaman içinde oluşmuş­tur. Halbuki teokraside böyle bir şey mümkün değildir. Çünkü teokrasi reji­minin başındaki insan (kendince ) yeryüzündeki Allah'ın vekilidir ve ya­nılmazdır.

 

Halifelere, «Zıllullâhi fi'l-Arz»,[16] olarak bakıldığı noktasına ge­lince bu, asla İslâm'ın koyduğu bir yasa ya da bir dogma değildir. Bilakis bu ni­te­leme bey'atle (yani bir çeşit seçimle) işbaşına gelmiş meşru bir devlet baş­kanı ola­rak halifenin temsil ettiği yönetime, daha doğrusu yasalara ve ku­rallara uymak açısından onun işgal ettiği makama karşı bir saygı ifadesin­den öteye gitmez. Eğer zaman zaman başkaları tarafın­dan bu ni­teleme ri­yakârca ve bir çıkar uğruna kullanılmışsa böyle kişi­sel bir tu­tumla İslâm arasında bir ilgi aranamayacağı açıktır. Bundan dolayı yüce İslâm şerîatına, (Hıristiyanlığın rûhânî bir rejimi olan) «teokrasi» adını vermenin de hiçbir mantıklı açık­laması yoktur.

 

Tarihte yaşanmış birtakım talihsizlikler nedeniyle yüce şerîat ni­za­mına gerçek anlamda (özellikle siyasi planda) işlerlik kazandırılma­mışsa sembo­lik halifelerin bu konudaki suçları ve zaafları yüzünden İslâm ni­zamına te­okrasi demek, bilgi eksikliğinden ziyade açık bir bağ­nazlık örne­ğidir.

 

Çünkü her şeyden önce halife, temelde diğer tüm Müslümanlar gibi İslâm Ümmeti'nin sıradan bir ferdidir; bununla birlikte, onun hiçbir rûhânî sıfatı yoktur. (yani Allah adına kanun koy­maya, insanları dinden kovmaya, günah bağışlamaya, keyfî olarak hak ve özgür­lükleri sınırlandırmaya asla yetkisi yoktur. ) Halk isterse onu «hal’» eder. Yani onu azleder, görevden ona el çektirir ve ye­rine başka birini seçebilir.

 

Üçüncüsü, Kur’ân-ı Kerîm'in ruhuna aykırı düşmemek şartıyla ve an­cak şûra meclisiyle birlikte hareket ederek yasamayı, yürütmeyi ve yö­net­meyi denetler.

 

Şunu da vurgulamak gerekir ki İslâm düşmanları tarafından ileri sü­rüldüğü üzere eğer yüce şerîat, «teokrasi» demek olsaydı mutlaka orta­çağ Avrupa'sının baskıcı teokrasisine karşı girişilen «sezaro papizm»[17] hare­keti gibi İslâm Nizamı'na karşı da birtakım isyanlar patlak ve­re­cekti. Halbuki İslâm Tarihinde cereyan etmiş istisnasız bütün ayak­lan­malar hiçbir zaman İslâm'a karşı değil, bilakis bazen yöneticilerin kişisel zulüm ve baskılarına karşı, bazen de çekememezlik ve siyasi rekabet hır­sıyla yapılmıştır. Haddi zâtında Yüce İslâm Şerîatının «teokrasi» ile hiçbir iliş­kisi yoktur.

 

Bu ilgiyle Türkiye’de bazı çevreler tarafından sık sık işlenen teokrasi kavramına ilişkin çok önemli bir sırrı burada deşifre etmekte büyük yarar vardır.

 

Önce şu gerçeğe oldukça önem vermek gerekir: Eğer kişilerden veya kurumlardan biri, herhangi bir şeyi kötülemeye veya aşağılamaya çalışıyorsa, büyük olasılıkla o kişi veya kurum, kötülemekte ve aşağılamakta olduğu şeyle bizzat ilişkilidir. Nitekim tarih boyunca ve dünyanın her yerinde mahkemelere intikal etmiş davalar içinde suçlayıcı tarafın, suçlanan taraftan suçla daha çok ilişkili olduğu saptanmıştır. Özellikle suçlayıcı taraf eğer daha güçlü ise başkasına mal ettiği suçu bizzat kendisi işlediği, yine yapılmış ciddî araştırmalarla tespit edilmiştir.

 

Bu noktayı belleğimizde tutarak ve bütün dikkatimizi toplayarak şimdi de söz konusu sırrı açıklayalım:

 

Türkiye’de teokratik düzen özlemini taşıdığı ileri sürülen çoğunluğa bakıldığında milyonları bulan bu kalabalığın arasında «taokrasi» kelimesinin soyut anlamı hakkında on kişiden hemen hemen birkaçının bile ciddî bir bilgiye sahip bulunmadığı açık bir gerçektir. Buna karşın, suçlayan taraf, 1939 yılında «Millî Türk Dini» adı altında gizlice kurguladığı «İnsan-Tanrı» iradesine bağlı yapay ve teokratik bir dini, devlet törenleri şeklinde dayatarak uygulamaktadır. Bunu örtbas edebilmek için de karşıt olarak gördüğü çoğunluğu «teokrasi yanlısı» olarak suçlamaktadır!

 

Bu sırrın özellikle «mü’min-Müslümanlar» tarafından bilinmesi gerekir. Çünkü yeterli akaid eğitimi alamamış kimselerin bu yapay dine bulaşarak İslâm’dan kopmaları, ciddî ve tehlikeli ihtimaller arasındadır.

 

 

Din ve Sentezcilik

 

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm'de meâlen şöyle buyurmaktadır:

 

«(...) Biz sana bu kitabı, her şeyi açıklayan ve Müslümanlara yol gös­te­rici, rahmet ve müjde olarak indirdik. » [18] 

 

Bu âyet–i kerîme'den de anlaşılacağı üzere kendi irâdemizi kulla­na­rak, özgür tercihlerimizi yaparak kalkınmak, gelişmek, ilerlemek, ya­şamı kolay­laştırmak, daha müreffeh ve mutlu olmak için eskilerin bu­lamadığı yeni yeni sistemler keşfetsek bile bütün girişimlerimizde, dü­şünüş ve yak­laşım tarzlarımızda kopamayacağımız birçok temel değer­ler, uymak zo­runda ol­duğumuz kesin kurallar vardır ki bunlar, Allah Teâlâ tarafın­dan açıklan­mıştır.

 

Yüce Allah'ın koyduğu «teşriî» kurallar ve belirlediği değerler ise evrensel­dir­ler, doğa yasalarına benzerler. Bu kurallar ve değerler, şu veya bu ırkın, kendi lehinde ya da başka bir milletin aleyhinde kullanabileceği özel­likte değil­dirler.

 

Örneğin imânın şartları olan: Allah'a, meleklere, kitaplara, pey­gam­ber­lere, âhiret gününe ve kadere inanmak gibi kuralların hangi biri, belli bir milletin ya da ırkın kültür değerlerine göre değişebilir veya yeniden düzen­lenebilir ? Keza İslâm’ın dinamikleri olan: Namaz, oruç, hac, zekât ve cihâd gibi ibadetlerin hangi biri, şu veya bu milletin, zevk, anlayış ve mantalite­sine göre değiştirilebilir ?  Kur'ân'ın ve İslâm'ın dili evrensel­dir. Bu dil, (deyim yerindeyse) artık Arapçadan çok «Allahça» dır. Nitekim bizzat Arap­lar, Kur’ân-ı Kerîm'in karakteristik üslûbu olan Arapçaya: «El-Luga'tül-Fushâ», kendi aralarında kullan­dıkları üslûba ise, «El-lehce'tüd-Dârice» veya «El-lehce'tül-Ammiyye» diyerek ikisini hem birbirinden ayırmakta, hem de birincisini kutsal kabul etmektedirler. Çünkü bu üslûp vahyin dili olarak artık evrensel bir anlam kazanmıştır.

 

İslâm’ı herhangi bir milletin kültür değerleriyle karakterize etme gay­reti o milleti yüceltemez. Bu gayretlerin, evrensel din kavramı çer­çeve­sinde akılcı bir açıklaması bulunmadığı gibi İslâm’ın imânî ve amelî cep­heleriyle de uzlaşacak herhangi bir yanı yoktur. Dolayısıyla böyle bir gay­ret o toplumu İslâm'dan ve onun yüce değerlerinden daha çok uzaklaştı­rır. Bu da o mille­tin İslâm Ümmet'inden kopmasına ne­den olur.

 

Bu tür ırkçı kampanyalar, aslında sinsi ve siyasi birer hareket­tirler. Bu gayretlerin te­melinde İslâm'a hizmet konusunda toplumun katkıları bu­lunduğunu or­taya koymak amacı da yoktur. Çünkü İslâm'a hizmet etme­nin en bü­yük şartı, -her şeyden önce - İslâm Ümmeti'nin birlik ve beraberli­ğini sağ­lamak ve korumak için -Allah'ın emirleri doğrultusunda - dünya Müslümanla­rıyla ülkü birliği içinde olmaktır; Bundan dolayı da gerek fert ge­rekse top­lum olarak- İslâm’a hizmet kar­şılığında - herhangi bir Ünvan ve ödül aranmamalıdır. Çünkü böyle bir arayış, İslâm'ın, mensupları için ön­gör­düğü ahlâk ve erdemlere aykırı­dır. Nitekim Türkçede «meçhul as­ker» de­yimi bu temel kuralı sembo­lize etmektedir. Dolayısıyla, İslâm ön­cesi cahi­liyesinin özlemlerine da­yanan tehlikeli ve yıkıcı sentezcilik akımlarına karşı dünyanın her ye­rinde Müslümanların uyanık ve du­yarlı olmaları ge­rekir.

 

Dünya Müslümanlarının birliği, beraberliği ve mutluluğu, keza üm­me­tin varlığı, devamı ve İnsanlık dünyasına karşı sorumluluğunu ye­rine geti­rebilmesi Kur'ânî değerlerin aynen korunmasına bağlıdır. Halbuki sentezci­lik bu değerlere bölgesel karakterler vererek, onlara farklı içerikler kazandı­rarak dejenere etmekte ve tüm Müslümanların malı olmaktan çıkarmaktadır.

 

Çok iyi bilmek gerekir ki Yüce İslâm, vahye dayanan bir inanış, yaşam ve yönetim sistemi ola­rak hiçbir ırkın, hiçbir milletin kültür malzemeleriyle sentezlenemez. İslâm böyle bir yozlaşma ve küçülmeden münezzehtir.

 

Bunu imkânsızlaştıran nedenlere gelince:

 

1- Her şeyden evvel İslâm evrenseldir. Allah Teâlâ, bütün âlemle­rin, do­layısıyla her çeşit insan topluluklarının da yaratıcısı, terbiyecisi ve yar­gı­layı­cısıdır.[19] Keza Hz. Peygamber (sav) bütün âlemlere rah­met elçisi ola­rak gönderilmiştir.[20] Şu halde bir insan veya bir toplu­luk, iç­tenlikle ve bi­linçle Müslüman olduğunu kabul ve ikrar ettiği takdirde kendi millî ve ırkî kül­tür değerlerini İslâm'a bulaştırma giri­şiminde bulunamaz.

 

Ne varki eskiden Şaman, Buda, Mani ve Mazdek dinlerine bağlıy­ken Müslüman olmuş milletler, bu dinlerin birtakım kir ve pa­sakla­rından bir­türlü kur­tu­lamadıkları için bun­ları - ne yazıkki - vaktiyle İslâm'a bulaştır­mışlardır. Nitekim  mistik akımlar bu şekilde oluşma imkânını bulmuş ve tarikat denen rûhânî örgütler bu sızıntılara dayanarak peydahlanmış ve ku­rum­laşmışlardır. Buna rağmen İslâm âlimleri, şu veya bu sebeple İslâm'a sızmış olan sapkın inanç ve felsefeleri ayık­lamaya çalışmış, Müslümanları bu tür İslâm dışı akımlardan uzak dur­maya ça­ğırmışlardır.

 

2- İslâm bir bütündür. Hiç kimse ne kendi adına, ne de bir millet veya ırk adına bu bütünlüğü bozma hak ve yetkisine sahip değildir. Bu bütün­lük ise Kur’ân-ı Kerîm'le tescil edilmiştir.[21] Bu nedenle Araplara göre ayrı, Fars­lara göre ayrı, Türklere göre ayrı bir İslâm modeli yoktur. Bilakis İslâm, kendi asîl, ci­hanşümûl ve güçlü temel ölçüleri içinde herkes ve her mil­let tarafından aynen anlaşılır ve aynen uygulanır.

 

İslâm’ın ruhuna aykırı olmayan her millete ait birtakım kültürel de­ğer­ler, gelenek ve göreneklerden sayılır. Bunlar elbetteki dokunul­maz an­layış­lardır. Örneğin bir toplum eğer pijama ile sokakta gezmeyi ayıp sayı­yorsa o toplumu rahatsız etmemek bakımından yabancı bir Müslüman bu örfe uy­mak durumundadır. Fakat bu tür bölgesel özel­likler ve bazı değer yargıları, hiçbir zaman İslâm’ın bizâtihi kendisi veya doğrudan yorumu olamazlar. Örneğin çeşitli giyim kuşam şekil­leri, bazı görgü kuralları, mimari ve edebi sanatlar, fahiş[22] olmayan folklorik değerler, bilimsel ve teknik sistemler, stratejiler ve cahiliyet dönemini asla içine almayan (sırf İslâm dönemiyle sınırlı olan) ortak tarihi anlayışlar bu değerlerden sayı­lır. Çünkü Müslümanlar tarafından - İslâmî ruha uygun olmak kaydıyla - her zaman buluna­bilecek çözüm­lerle, yapıcı yorumlar ve yeniliklerle el­bette ki İslâm'a daha iyi hizmet etmek mümkün olacaktır. Müslümanlar bu hizmetlerden yarar­lana­cak, kalkınıp güçleneceklerdir. Eğer amaç bu olursa İslâm’ın kapıları, şemsiyesi altındaki her milletin olumlu, birleşti­rici ve tüm İslâm üm­meti­nin yararlarını gözetleyici çalışmalara daima açık ola­caktır.

 

Ancak bu konudaki değer yargıları, (İslâm'a tamamen zıt bir ruhu çağ­rıştıran) İslâm’dan önceki cahiliyet dönemine karşı bir sempati şek­linde or­taya çıkacak olursa böyle bir eğilim, İslâm'ın çemberi içinde hiçbir za­man kendine bir yer bulamayacaktır. Nitekim «Türk-İslâm Sentezi» işte bu sem­pati üzerinde temellendiği için «din» kavramının sentezciler tara­fından spekülatif amaçla kullanıldığı gâyet açıktır. Bizzat kendi ifade­leri bunu ka­nıtlamaktadır.[23] 

 

Sonuç olarak hak ile batılı eşit saymak, küfürle imânın aynı za­manda aynı yüreğe girebileceğine inanmak, İslâm’ı cahiliyetle uzlaştır­mak, Allah' (cc) a, Allah'ın koyduğu ölçüler içinde boyun eğmemiş eski kuşakları mü’min atalar gibi sevmek ve onları rahmetle anmak (!) ne demek ise işte sen­tezcilik de o demektir. Yüce İslâm ise bu korkunç çe­lişkiye açık ola­maz.

 

Dinler (İnanç Kurumları)[24] 

 

Dinlerin gruplandırılması, tarihi gelişimleri ve değişimleriyle -metodolojik bir disiplin içinde - işlenmesi, esasen kapsamlı bir dinler ve mezhepler tarihi konusudur. Şu varki bir Müslümanın, bağlı ol­duğu imân kurumunu çok daha iyi tanıyabilmesi için onun, diğer inanç ku­rumları hakkında da belli düzeyde bir bilgi sahibi olması ge­rekir.

 

Bu amaçla, yapılabilecek bir gruplandırma tablosu içinde, İslâm’ın ya­nında diğer imânî müesseselerden de şöyle bir dizi içinde söz etmek müm­kündür .

 

Temelde dinler:

 

I- Büyük İnanç kurumları,

 

II- Din Hükmündeki Siyasî Ve Felsefî Akımlar olmak üzere başlıca iki grup olarak incelenebilir.

 

Büyük İnanç Kurumlarından amaç, gerek hak, gerekse batıl olsun, in­sanlık tarihi boyunca çok büyük kalabalıklar tarafından kabul edilmiş olan dinlerdir. Bunlar da iki gruptur:

 

1- Hak Dinler (Semâvî Dinler. Yani vahye dayanan ilâhî dinler):

 a) Makbul Dinler,

 b) Muharref (çarpıtılmış) Dinler,

 

2-Bâtıl Dinler (Yani beşerin kendi düşünce ürünü olan felsefî ya da hu­rafî dinler)

 

Din Hükmündeki Felsefî Akımlar da yine iki başlık altında incele­ne­bi­lir:

 

1-İslâm'dan kopan kamplar,

 

2- Tamamen İslâm dışı çağdaş fikir ve inanç kurumları

 

Şimdi, bu özet gruplandırmanın ayrıntılarına geçelim .

 

 



[1]. Muâmelât : Arapça bir sözcüktür, işlemler ya da ilişkiler demek­tir ve «muâmele» nin çoğuludur.

 

[2]. Kur’ân-ı Kerîm 22/40

 

[3]. Kur’ân-ı Kerîm 33/6, 33/53, 49/2-3, 68/4

 

[4].  Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik büyük lûgat, İlâhiyat maddesi. Türdav, İst. 1993 

 

[5].  Kur’ân-ı Kerîm 49/10

[6].  Kur’ân-ı Kerîm 39/9

 

[7].  Prof. Dr. Thomas Michel, Hıristiyan Tanrıbilimine giriş, s. 91-92, İst-1992 

 

[8]. Kur’ân-ı Kerîm 4/48 . Müslümanlar arasında yaygın olan «Allah ile kul arasına kimse gi­remez » sözü, bu âyet-i kerîmeye dayanmaktadır. Ancak bu sözün yan­lış yorum­lan­dığı ve amacının çarpıtıldığı da maalesef bir ger­çektir. Evet aslında hiç kimse doğ­ru­dan, Allah tarafından görevlendirdiğini ileri sürerek O'nun adına bir icraatta bulu­namaz. Fakat bu ayrı şeydir, Allah'(cc) ın Kur’ân-ı Kerîm'le koyduğu yasa­ları uygula­mak da ayrı şeydir, çünkü bu, doğrudan Allah (cc) adına tasarrufta bulunmak anla­mına gelmez. Zira Kur’ân-ı Kerîm, zaten hayata geçirilmek üzere indi­rilmiştir. İslâm düş­manları özel­likle bu iki şeyi maksatlı olarak birbi­rine karıştırmaya ve bilgisiz insan­ları şaşırtmaya çalışırlar.

               

[9]. Yuhanna İncîli, 20/23

               

[10]. Kur’ân-ı Kerîm 17677, 33/62, 35/43, 48/23

 

[11]. Bk. İrtidâd

 

[12].  El-Munkızu min'ed-Dalâl S. 20, Mısır-1952 (İkinci Baskı)

 

[13]. Yukarıda sadeleştirdiğimiz metnin aslı şöyledir : «Kanun- i ilâhî ile, ve sıfat-ı rûhânîyetle min tarafillah vekil addo­lunan hâkimin hü­kûmeti. » Şemseddin Sami Kamusu, Mihran Matbaası, 20. Muharrem. 1299-İstanbul.

 

[14]. Bu suçlar şunlardır :

 

 a)-Adam öldürmek ya da yaralamak, Kur’ân-ı Kerîm 2/178, 4/29,30,

     93; 5/32, 6/151, 17/33

 

 b-Hırsızlık yapmak, Kur’ân-ı Kerîm 5/38

 

 c-Zina fiilini işlemek, Kur’ân-ı Kerîm 24/2

 

 d-Zina iftirasında bulunmak, Kur’ân-ı Kerîm 24/4

 

 e-Yol kesmek. Kur’ân-ı Kerîm 5/33

 

 Fazla bilgi için İslâm hukuku kaynaklarına Bkz.

 

[15]. Ebuishak İbrahim el-Firûzâbâdî, El-Mühezzib : 2/286-87 Mısır, bila tarih.

 

[16]. «Zıllullahi fi'l-Arz» : Allah'ın yeryüzündeki gölgesi demektir.

 

[17]. Papalardan Aziz Gregorius VII. , İnnocentius III. , İnnocentius IV. , ve Bonifatius VIII. 'un yönetim biçimleri tamamen teokratikti. Bu papalar imparatorlarüstü ilâhî bir yet­kiye ve ya­nılmazlığa sahip olduk­larını savunuyorlardı. Ancak bu yönetim biçimine karşı sonra­ları siyasi bir mücadele hareketi başlatıldı. İşte bu harekete «Sezaro-pa­pizm» adı veril­miştir. Bu hareketin, te­okrasiye en büyük darbeyi vuran temsilcisi ise Fransız kralı Philippe le belle'dir.

 

[18].  Kur’ân-ı Kerîm 16/89

 

[19]. Kur’ân-ı Kerîm 1/1,2,3

 

[20]. Kur’ân-ı Kerîm  21/107, 34/28

 

[21]. Kur’ân-ı Kerîm  45/18

 

[22].  Kur’ân-ı Kerîm  7/28, 16/90

 

[23].«İslâmcılar da Osmanlıcılar kadar şiddetli ve terbiyesiz olma­makla birlikte Türk milliyetçilerini suçlamışlardır. Kullandıkları baş­lıca kelimeler kavmiyetçilik, ırkçı­lık, şerîata aykırı davranışlar ve din­sizliktir. Özellikle İslâmiyet öncesi Türk varlı­ğını kü­çümse­miş, kötü­lemeyi bir marifet saymışlardır. » (Galip Erdem, Suçlamalar : 1/21, Töre-Devlet Yayınevi -İkinci baskı- Ankara -1975)

               

[24]. Burada «dinler»'den amaç, başta açıklanan mutlak ve evrensel «din» kavramı de­ğil, bilakis, daha sınırlı ve (farklı inanan topluluklar­dan her birinin bağlı olduğu) çe­şitli hak ya da batıl imân kurumlarıdır.