İMÂN KAVRAMI:
Sözlük Anlamı:
Yukarıda «Din, imân,
İslâm, amel ve ahlâk kavramları arasındaki ilişki» başlığı
altında kısaca tınamlanan İmân, basit anlamda inanmak demektir. İnanmak çok
karmaşık içsel bir olaydır. Bu nedenle inanmayı somut boyutlar içinde
tanımlamak güçtür.
İnsanın herhangi bir konuda
olumlu ya da olumsuz bir hükme varabilmesi onun, ya duyularına dayanarak,
veya bazı verilerden hareket ederek ikna olmasıyla ancak kesinlik kazanır[1] ki bu olay tamamen insanın iç dünyasında
gerçekleşen kişisel bir onaylamadır. Hiçbir kuşkuya mahal kalmayacak şekilde
insanın, matematiksel bir kesinlikle hükme varması ise -konuşarak ya da işaretle bu gerçeği dışa vurmadığı sürece olay -
tamamen vicdan ve zihin arasında gizli kalır ki böyle bir hüküm, ait olduğu
vicdanın dışında başka bir insanın kesin yargısına konu olamaz.
Burada, üzerinde durulması
gereken bir nüans vardır. O da «inanmak»
ile «imân etmek» arasındaki
inceliktir. Bu İncîliği çok iyi kavrayabilmek için özellikle «imân»
kelimesi üzerinde biraz durmak gerekir.
İmân sözcüğü
ve türevleri, Kur’ân-ı Kerîm'de yüzlerce kez geçmektedir. Tabiatıyla bu kelime
Arapçadır ve İslâm'dan önce de Araplar tarafından kullanılmıştır. Ancak başka
dillerde bu kelimeyi tam olarak karşılayabilecek bir sözcük bulunmamaktadır.
Onun için Türkçeye «inanmak» diye
tercüme edilmişse de bunun, «imân»
kelimesindeki inceliği yansıtamayacığını hatırlatmakta yarar vardır.
İmân,
Arapçada sözlük anlam olarak: Saygın bir
şeyin varlığına, (onu akılla ve
duyularla kavramadan) inanabilmektir.
Gerek tefsir âlimleri, gerekse
dil uzmanları tarafından bu kelime hakkında şimdiye kadar yapılmış olan
açıklamalar, insanın dikkatini önemli bir nokta üzerinde yoğunlaştırmaktadır. O
da insanın, gerçek olan bir şeyi, somut biçimde ve fizik boyutlarda kavramadan
onun var olduğunu kesin biçimde ve heybetlenerek kabullenmesidir; Daha
doğrusu kabullenebilmesidir.
Şu halde imân etmek: Allah'ın
rast getirmesiyle İnsanın, içsel bir inanma, ve kabullenme yetenegi sayesinde
madde ötesi gerçeklerin varlığını -
tanıma sığmaz duyumlarla - algılayabilmesidir. Evet işte imân bu kadar
karmaşık bir olaydır. Onun içindir ki bazen eğitimsiz bir insan, imân
edebilirken, entellektüel bir kişi bu içsel yeteneği gösterememektedir.
Bu değerlendirmeden şu üç noktayı
saptayabiliyoruz:
1- İmân (sözlük anlamıyla): İnsanın, kutsal ve saygın bir şeye, iç dünyasında
kuşkuya yer kalmayacak kesinlikte ve heybet duyarak inanması demektir.
2- İmân dışa vurulmadığı sürece
(Allah'dan başka) hiçbir kimse tarafından bilinemez.
3- Bu nedenle imân, gizli kaldığı
sürece, ait olduğu vicdanın dışında hiçbir kimse tarafından olumlu ya da
olumsuz değerlendirilemez. Yanî sorgulanamaz, mahkûm edilemez, herhangi bir
hükme bağlanamaz.
Bu üç tesbitten izafi olarak
birtakım zorunlu sonuçlar ortaya çıkmaktadır ki bunlar inanma olayının çok
yönlü olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla insan topluluklarının yaşam
disiplininde temel bir müeyyide olan Allah'a imânın, özellikle bu açıdan
taşıdığı önem üzerinde durulmaya değer.
Sosyal Ve Toplumsal Faktör Olarak İmân:
Bilindiği üzere
insanın, «konuşan hayvan», «düşünen
hayvan» ve «gülen hayvan» gibi
ilim dilinde çeşitli tanımı yapılmıştır. Ancak bunlardan pek de önemsiz
olmayan bir diğer tanımını da şöyle yapmak mümkündür: İnsan, inanan
hayvandır. Çünkü inanmak basit içgüdüsel bir olay değil, bilakis psiko-entellektüel bir gerçektir;
Zihinsel bir muhakemenin kesin sonucudur. Nitekim bu nedenledir ki «taklidi imân» ın bir değeri yoktur.
Çünkü taklîdi imânda muhakeme ve değerlendirme yoktur.
Kişinin kendi
vicdanında yaşayarak irâdesiyle ve belki birçok iç hesaplaşmalardan sonra
vardığı inanç denilen olay, konusuna göre önem taşır. Hele kişi, bu inancı
başkalarıyla paylaşmak durumunda ise kuşkusuz olay artık kişisel olmaktan
çıkar. «Din
kardeşliği» ya
da «İmân kardeşliği» kurumu, işte bu olguyla varlık göstermiştir.
İnsanlığın hayat seyri içinde daima büyük önem taşımış olan Allah Teâlâ’ya ve
kutsal değere imân konusu hiçbir zaman kişisel boyutta kısıtlı ve gizli
kalmamış, bilakis sosyal ve toplumsal gerçeklerin en önemli dinamiklerinden
biri olarak her çağda ön plana çıkmıştır.
Şunu unutmamak gerekir ki hemen
bütün uyuşmazlıkların temel nedeni felsefî ve imânîdir. Bunun istisnaları çok azdır. Görünürde sırf
maddi çıkar kavgasından başka bir şey olmayan pek çok uyuşmazlıkların arka planında, (genellikle tarafların, birbirlerine karşı
iç dünyalarında) gizli bir çatışma vardır. Keza birlik, beraberlik ve
uyum içinde olanların da genellikle ortak kutsal değerlere sahip bulundukları
bir gerçektir.
Tarih boyunca devletler, milletler,
kabileler, aşiretler, bloklar, siyasi partiler, dernekler ve kuruluşlar
arasında ortaya çıkmış, pürüzlerin, patlak vermiş savaşların birçoğu, temelde karşıt tarafların vicdânî
yargıları arasındaki aykırılıklardan kaynaklanmış, ancak strateji gereği,
görünürde siyasi birtakım çıkarlara, ekonomik ve sosyal nedenlere
dayandırılmış, ya da öyle gösterilmek istenmiştir; tıpkı günümüzde bütün
şiddetiyle sürmekte olan «medeniyet savaşları»nın bu şekilde
yorumlanıyor olması gibi...
Örneğin yakın geçmişte insanlık dünyasının
yaşadığı, (komünist blokla kapitalist
blok arasındaki) çatışmaların temel nedeni yine bu idi. Siyasi ve ekonomik
olarak gösterilen nedenler ikinci derecedeki dış faktörlerden başka bir şey
değildi. Kapitalist dünyanın temsilcileri, metafizik gerçeklere yer veren
ortak bir inanışa sahip idiler; Buna karşın komünist blokun temsilcileri, materyalist
bir vicdanın itici faktörü ile hareket ediyorlardı. Dolayısıyla bu iki blok
arasındaki farklı dünya görüşü işte bu vicdanî çatışmanın yalnızca dışa
yansıyan ikinci derecedeki görüntüsü idi. Bu sebepledir ki din ve mezhep
savaşları, yalnızca ortaçağ Hıristiyanlık dünyasında cereyan eden kanlı olaylarla
sınırlı kalmamıştır. Bilakis günümüzün demokratik ve özgürlükçü (!)
milletleri arasında patlak veren savaşların hemen hepsinin de ana sebebi,
tarafların farklı dinlere, farklı mezhep ve inanışlara bağlı olmasından ileri
gelmektedir. Türkiye
ile Avrupa Birliği arasında yaşanan sıkıntılar gibi…
Bu konuda uzak ilgilere tutunmaya
ve dışarıdan örnekler vermeye de aslında pek gerek yoktur. Çünkü Türkiye’de
yaklaşık iki asırdır İslâm’a açıkça diş bileyen bir kesimin bağlı olduğu din ve
kültüre bakarsanız, bu sorunun yine kamplar arası inanç farklarından
kaynaklandığını hemen görürsünüz. Evet ikiyüz yıldır bu topraklar üzerinde
çekişen taraflardan biri, vaktiyle İttihad ve Terakki Partisi idi.
Osmanlı Devletinin zayıfladığı ve artık yıkılmak üzere olduğu günlerde ancak
örgütlenmeyi başarabilen bu partinin hemen bütün üyeleri, Yahudi ailelerin
soyundan geliyorlardı. En az ikiyüz yıl önceden adlarını ve sözde dinlerini
değiştirerek müslüman toplumun içine sızabilmiş olan Balkan yahudileri, bu
derece sinsi bir yolla ve gerçek kimliklerini bu kadar uzun bir zaman boyunca
gizleyebilecek bir azim ve irade ile nihayet emellerini gerçekleştirdiler. Hem
İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla işbirliği yaparak bir Ümmet devletini ve cihan
imparatorluğunu yıkmayı, hem onun enkazı üzerinde kurulan en stratejik devletin
yönetimini ele geçirmeyi, hem de bu dev enkazın üzerinde kurulan bütün
devletçiklerin arasını açarak onları birbirine düşman yapmayı başarabildiler!
İşte bu olay, hemen her gün tartışılan siyasi birçok nedenin ötesinde ve gerçek
anlamda din ve inanç farklarının, coğrafyamızda ortaya çıkmış çarpıcı bir
sonucudur.
Aynı şekilde 11 Eylül 2001
tarihinde Amerika’da meydana gelen kamikaze olayına ve ondan sonraki
gelişmelere kaynaklık eden nedenler –zorlanarak inkâr edilse bile-
temelde din ve inanç farklarından kaynaklanmıştır. Afganistan ve Irak’ın
Amerika Birleşik Devletleri tarafından uğradığı kanlı işgal olayları, tam
anlamıyla medeniyetler savaşının çarpıcı birer örneğidir. Bunun bir haçlı
savaşı olduğu bizzat devrin ABD Başkanı George W. Bush tarafından bir
kez de olsa telaffuz edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm de bu noktayı
çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Müşriklerin, (akrabaları bile olsa) mü’minlerle yaptıkları sözleşmelere hiçbir
zaman bağlı kalmayacaklarını, yani fırsat buldukça Müslümanları arkadan
vurabileceklerini ifade etmekte[2] , buna karşın mü’minlerin, (yabancı bile
olsalar) birbirlerinin dostu ve can yoldaşı olduklarını açıkça kaydetmektedir.[3]
Bu da demektir ki inanç farkı,
kan bağına ya da birçok ortak değerlere rağmen, bireyler ve toplumlar arasında
nasıl ki büyük uçurumların meydana gelmesine neden oluyorsa, inanç birliği de
tam tersine değişik kökenlerden gelen fertleri, millet ve toplulukları
birbiriyle kaynaştırabilmektedir. Bunu gerçek anlamda sağlayan İslâm, bütün
mü’minleri kardeş ilan etmiştir.[4] Dolayısıyla imânın toplumsal fonksiyonu
İslâm'da çok büyüktür. Özellikle kardeşlik ruhunun ve toplum disiplinin
sağlanmasında çok etkilidir.
Sonuç olarak şuna inanmak gerekir
ki insanlar var oldukları sürece inanç, onları her zaman meşgul edecek, birlik
ve beraberliğin temelinde olduğu kadar savaşların, anlaşmazlıkların ve sosyal
patlamaların da arka planında etkisini daima sürdürecektir. Unutulmamalıdır ki
insanları dinsizlik şemsiyesi altında toplamayı hedefleyen hümanizm gibi
düşünce akımlarının da felsefe ve doktrinlerinin temelinde (farklı inanışlara karşı inançsızlığı
savunmak) gibi ortak bir ilke
bulunsa bile, sonuç itibariyle konu yine vicdânî ve imânîdir.
«İmân»
Kur'ânî bir kavramdır ve: Kur’ân-ı
Kerîm'in sunduğu gerçeklerin tümüne -bir
bütün olarak, evrensel boyutta - inanma olayının adıdır.
Bu vicdani olay, hiçbir dinde
İslâm literatüründeki kadar mükemmel ve açık olarak tanımlanamamıştır. Budizm, şintoizm ve maniheizm gibi putperest dinler şöyle dursun, Yahudilik ve Hıristiyanlık
gibi muharref-kitabî dinlerde bile
imânın derli toplu birer tanımı yoktur. Yani bu dinlerin her birine göre
inancın nasıl olması gerektiği, kesin ifadelerle tanımlanamamıştır. Halbuki
İslâm'da başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere bütün akâid kitapları imân kavramını
pek esaslı ifadelerle tanımlamışlardır. Bütün bu tanımların özü ise şudur:
«İmân:
Kalb ile tasdik, dil ile ikrardır.» Bunun kısa anlamı ise, Başta Allah Teâlâ'nın
varlığına ve birliğine, sonra da O'nun, elçisi Hz. Muhammed Mustafa
(sav)'ya vahyederek bildirdiklerinin tümüne birden içtenlikle inanmak ve bu
inancı dille açıklamaktır. Böyle inanan kimseye «mü’min» denir.
Aslında bir kimsenin, yukarıda ifade edilen
gerçeklere,
Her şeye rağmen İslâm'a göre kişi, ancak
dış görünüşü ile, yani söz ve eylemleriyle yargılanabileceği için imân
konusunda esas olan, vicdanın araştırılmamasıdır.[6] Bu nedenledir ki: «vicdan teharri edilmez» hükmü,
İslâm’da bir kanun maddesidir. Bunun ise günümüz Türkçesiyle anlamı şudur: vicdanlarda
gizli bulunan inanış ve düşünceleri araştırmaya hiç kimsenin yetkisi yoktur.
Kur’ân-ı Kerîm'de insanlığa
sunulmuş çeşitli bilgiler vardır. Bunların arasında bazıları özet ve globaldir.
Melekler, peygamberler ve
ilâhî kitaplar gibi... Bunların her birini bizzat adıyla ayrı ayrı tanımak
mümkün değildir. Çünkü böyle ayrıntılı olarak bildirilmemişlerdir.[7] Dolayısıyla bunların varlığına toplu olarak
inanmak gerekir ki buna «icmâlî imân»
denilmiştir.
Kuşkusuz insanlar eğitim ve kültür
bakımından farklı düzeylere sahiptirler. Bazı kimseler kâinâta, eşya ve
olaylara çok yönlü açılardan bakabildikleri ve olup biten esrarengiz
hadiselerin sebep ve sonuçları üzerinde derin derin düşünebildikleri halde birçok kimseler, gözlerinin önündeki
şeylerin; hemen hergün karşılaştıkları tekdüze hayat meselelerinin üzerinde
bile birazcık muhakeme yapamayacak kadar basit kafa yapısına sahiptirler.
Çeşitli psikolojik durumlarını ve yetişme tarzlarından ileri gelen değer
yargılarını da hesaba katarsak anlayış, duygu ve idrak bakımından insanların
ne kadar farklı düşünce yapılarına sahip oldukları tahmin edilebilir. Bu
çeşitliliğe rağmen insan, kendisini yaratan gücü keşfedebilecek minimum bir
kavrayış potansiyeline sahiptir. İşte bu nedenledir ki her akıllı ve ergin kişi
Kur'ân'ın mesajını aldıktan sonra en az, Allah'dan
başka bir yaratıcı bulunmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah tarafından insanlığa
gönderilmiş en son elçi olduğuna inanmak zorundadır. Bazı akademisyenler,
bu kadarlık kısa bir inanma şekline de yine «icmâlî imân», yani özet ve toplu imân adını vermişlerdir.
Takdir edilmelidir ki İslâm Dini ile
yeni şereflenecek her insana, ilk önce
Bundan da anlaşılacağı üzere imânın nicelik
açısından, insandan insana değişebileceği, açık bir gerçektir. Kimi insan
inanmak durumunda olduğu birçok şeyleri ayrıntılarıyla öğrenebilecek imkânlara
sahipken, kimisi de bu bilgilerden yalnızca bir kısmını öğrenebilecek durumda
olabilir. Binaenaleyh kısaca Allah Teâlâ'ya, Hz. Peygamber (sav)'e ve Kur’ân-ı Kerîm'e -bir bütün olarak - inanmaya «icmâlî
imân» denmiştir ki bu, özet ve toplu bir inanış anlamına gelmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm'de, global bilgilerin
yanında belirgin olanlar da vardır. Örneğin Allah Teâlâ'nın, bizzat kendi yüce
sıfatları hakkında bildirdikleri, ayrıca birçok peygamberin ve bazı meleklerin
adları, emir ve yasaklar bu bilgilerdendir. İşte bunlara inanmaya da akâidin
akademik dilinde «tafsilî imân»
denmiştir.
Tafsilî
imân da üç derece olarak düşünülmüştür .
Birinci Derecesi:
İnsanın,
a)
Allah Teâlâ'ya,
b)
Hz. Muhammed'in, Allah'ın elçisi olduğuna,
c)
Öldükten sonra tekrar dirileceğine inanmasıdır.
İkinci Derecesi:
a)
AllahTeâlâ’ya,
b)
Meleklerine,
c)
Kitaplarına,
d)
Gönderdiği bütün elçilerine,
e) Ahiret
Gününe,
f)
Hayrın da, şerrin de Allah Teâlâ’nın yaratmasıyla meydana
geldiğine inanmaktır.
Üçüncü Derecesi ise: Kitap ve
sünnetle kanıtlanmış gerçeklerin her birini ayrı ayrı bilmek ve onların
hepsine birden inanmaktır. Bu düzeydeki bilgi «farz-ı kifâyedir. »[8] Şu varki gerek birinci, gerekse ikinci derecede
tafsilî bir imâna sahip bulunanların, üçüncü derecede tafsilî imân kapsamına
giren diğer bütün gerçeklerden hiçbir tanesini yalan ve asılsız kabul etmemiş
olmaları şarttır. Aksi halde mü’min sayılamazlar.
İmânın gerek icmâlî ve tafsilî
olarak, gruplandırılması, gerekse tafsilî imânın üç mertebede
derecelendirilmesi imân kavramının özüyle ilişkili bir konu değildir. Belki
akâid âlimlerinin öngördüğü bir açıklama metodudur. Asıl olan, kişinin,
inanılması gereken bütün Kur'ânî gerçekleri benimsemesidir. Ancak bu mesele,
sanıldığı kadar herkes için kolay değildir. Takdir edilmelidir ki gerek
Kur’ân-ı Kerîm'in, gerekse Hz.
Peygamber (sav)'in tüm yaşamıyla ortaya koyduğu İslâmî uygulamayı olduğu
gibi öğrenmek ve kabullenmek her şeyden önce bir zaman ve eğitim meselesidir.
Dolayısıyla İslâm’â yeni girmiş bir kimse şöyle dursun, İslâmca yaşanan bir
ortamda gözlerini dünyaya açan insan bile mükemmel bir aile içi eğitimiyle
destekli özel akademik bir öğrenim sayesinde ve uzun bir zaman zarfında ancak
bu konudaki azamî bilgileri elde edebilmektedir. Bu nedenle inanılması gereken
gerçeklerin tümünü birden hemen öğrenmek ve bunları hazmetmek kolay değildir.
Çözüm olarak başvurulacak yöntem, önem sırasına göre imânî gerçekleri
öğrenmeye çalışmak, ve gittikçe ilerleyen bir tempo ile bu bilgileri ve
oluşmaya başlayan imânı takviye etmektir.
İşte yukarıdaki gruplandırma,
kısaca bunu anlatmaktadır. bu ise esasen İslâm'da mükemmel bir eğitim
stratejisinin varlığını kanıtlamaktadır ki bu suretle kişinin, öğrenme
düzeyine ve kavrayış gücüne paralel olarak hem inanma duygusu zaman içinde
güçlenecek, hem de yüreğinde oluşan imânın kapsamı nicelik bakımından gittikçe
gelişecektir.
Akademisyenler, imânı ayrıca: Taklîdî, tahkıykî, makbul, merdûd, mâsum,
matbu ve mevkuf olarak da
kısımlara ayırmışlardır.
Taklîdî İmân: Kişinin hiçbir kanıt aramadan,
araştırıp incelemeden, anne ve babasından, çevresinden, duyup öğrendikleriyle
yetinerek, temel Kur'ânî gerçeklere inanmasıdır.
Çok rastgele ve safça bir inanış
şekli olan taklîdî imânda kişinin yaratıcıyı, eserlerini ve mesajlarını hiç
derinden düşünmemesi bir umursamazlıktır. Bundan dolayı her an imânî bir
tehlike ile karşılaşabilir. Özellikle İslâm'a karşı her çağda düzenlenen
komploların daha çok vicdana yönelik olduğu dikkate alınacak olursa taklidî
imânla yetinmenin gerek kişiyi, gerekse toplumu hedef alan Yahova şahitliği, Darwinizm, pozitivizm,
hümanizm, laisizm ve Türkiye’de Millî Türk Dini olarak
yerleştirmek istenen modern putçuluk
gibi yıkıcı akımların ne kadar kolay sonuç almasına yarayacağını tahmin etmek
güç değildir.
Bu nedenle meseleye toplumsal açıdan da
bakmak gerekir. Kuşkusuz başta anne ve babalar olmak üzere imânlı yöneticilere,
eğitimcilere ve âlimlere bu konuda büyük görevler düşmektedir.
Tahkıykî
İmân: Taklîdî imânın
aksine, diyalektik boyutlarda değil, fakat eşya ve olaylara bakarak bunların
dayandıkları sebep ve hikmetler üzerinde az çok düşünerek Kur'ânî gerçeklere,
basiret ve bilinçle inanmaktır.
Makbûl
İmân: Allah Teâlâ'nın
kabul buyurduğu, onayladığı şaibesiz imândır. Makbul imân, kuşkusuz Allah
Teâlâ’nın istediği şekilde ve belirlediği gerçeklere inanmakla oluşur.[9]
Kur’ân-ı Kerîm'e bir bütün olarak içtenlikle
inanan her insanın imânı bu gruba girer.
Merdûd
(reddedilmiş) İmân ise, makbul imânın tersidir. Kişi
bütün içtenliğiyle yaratıcıya inansa bile O'nun, bu inancını AllahTeâlâ’nın
istemediği çizgide ve belirlemediği şeylere ilişkin olarak biçimlendirmesidir.
İslâm'ın getirdiği imân kurumu dışında
herhangi bir imân şeklini seçenlerin imânları da bu gruba girer. [10]
Masum
(korunmuş) İmân: Peygamberlerin imânıdır. onlar, Allah
Teâlâ'nın seçtiği yüce elçilerdir. Müstesna ve kutlu görevleri elbetteki onları,
sıradan hiçbir insanın erişemeyeceği çarpıcı gerçeklerle yüzyüze getirir.[11] İşte bu nedenle peygamberler, sarsılmaz ve
güçlü bir imâna sahiptirler. Nitekim üstlendikleri «tevhid» davası uğrunda akıllara durgunluk veren bir cesaret, ısrar
ve dayanma gücü gösterirler.
Matbu
İmân'a gelince, bu da
meleklerdeki «inanma karakteri» dir.
Onlardaki imân, sonradan kazanılmış bir inanma değil, bilakis varlıklarıyla
birlikte var olan ve onlardan silinmeyen doğal bir yapıdır. Zâten melekler
âdetâ otomatik bir işleve sahiptirler.[12]
Mevkuf
İmân ise, tartışmaya
kapalı olan inançtır. Gerek mü’minlerle temas halinde olmayan insanların Allah
Teâlâ’ya karşı vicdanlarındaki meçhul tasavvurlar, gerekse İslâm'dan önceki
cahiliyet ya da fetret dönemlerinde yaşayıp neye, nasıl inandıkları bilinmeyen
çok eski kavimlerin inanışları bu gruba girer.
Bilinmeyen bir şeyi tartışma konusu yapmak
veya hakkında bir hüküm vermek doğru değildir. kaldıki çok kere olumsuz sonuçlara bile neden olabilmektedir.
Bilindiği üzere birçok insanların ve
toplulukların tarihe bakış açıları duygusaldır. Tarihi, bir ders ve ibret
levhası olarak tarafsız ve mantıkla değerlendirmek yerine, ona kutsal bir
kimlik verirler. Bu eğilim eskiden ecdat ruhlarına tapmanın bir devamı olsa
gerektir. Şovenist dünya görüşlerinin eksenini oluşturan bu sapkın düşünceye kapılmış insanlar atalarını (doğru ya da yanlış yolda olduklarına
bakmadan) kutsarlar. İşte bu insanları eğitmeden ıslah etmeden -taraf olmanın - İslâm'daki ölçülerini öğretip
kendilerine hazmettirmeden, İslâm öncesi tarihi kalıntılar hakkında onlarla
düşünce alışverişinde bulunmak zararlıdır. Taraf olmanın ölçüleri Kur’ân-ı
Kerîm'de açıkça belirtilmiştir: «Mü’minler,
inananları bırakıp kâfirleri dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile
dostluğu kalmaz !»[13]
Esasen geçmiş kavimlerin meçhul inanışları
hakkında bir tez ileri sürmemek gerekir. «Bilmediğin
bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak göz ve gönül ondan sorumludur. »[14]
İmân
ve Gayb, İnanabilme Yeteneği
Bütün gerçekler insanlar tarafından aynı
derecede ve kolaylıkla algılanamazlar. Bazı gerçekler vardır ki bunları fizik
boyutlarda duyumsamak ve kavramak mümkündür. Ancak ruh, melek, cin ve şeytan
gibi bazıları ise tamamen metafiziktirler. Meleklerin ve cinlerin zaman zaman
fizik boyutlarda şekillere girdikleri söylenmekte ise de esasen bu varlıklar «gayr-ı kâbil-i idrak»'tırlar. Bu
bakımdan duyu organlarıyla onları kavramak imkânsızdır. Fakat var oldukları
güçlü kanıtlara dayanmaktadır. Bunların başında, vahiyler ve peygamberlerin yaşadığı olaylar gelmektedir.
Ölümden sonra başlayacak olan âhiret hayatı
da gerçeklerle doludur. Çünkü insan, neden
var olduğu, ne yapması gerektiği (yani bu
dünyada hangi temel görevlerle yükümlü bulunduğu) ve nereye gideceği konularında
esasen daima düşünmek durumundadır ki dikkat edilirse bu sorular, akılla
kavranamayan çeşitli gerçekleri çağrıştırmaktadır. İşte insan bu gerçekleri
aramak ve onlara inanmak zorundadır.
Nitekim her zaman açıkça söylemese bile
insanın iç dünyası bu düşünce ile sık sık meşguldür. İmân ve teslimiyetle ikna
olmuş bulunan insanların elbetteki içleri rahattır. İkna olamayanlar ise içlerindeki
kuşkuların etkisi altında her dakika ölüme yaklaşmanın âdetâ paniğini
yaşarlar. Çünkü ölmek, onlar için artık tamamen yok olup gitmek demektir. Bu kanaatteki insanların ıstırabını anlamak hiç de zor değildir. Henüz sağken felekten bir gece daha
çalmanın, ölümü hatırlamamak için gaflet ve eğlence ile birkaç saat daha
geçirmenin daima telâşı içindedirler. İşte bu
psikoz bile başlıbaşına, -bazı
insanların, bir türlü inanma yeteneğine sahip bulunamadığı- birtakım
gerçeklerin daha var olduğunu açıkça haber vermektedir. «Her şey zıddıyla bilinir. »
«Gayb», bilinmeyen demektir.
Bilinmeyen şeyler ise yok demek değildir. İnsanın duyularıyla asla
kavrayamayacağı metafizik varlıklar şöyle dursun, son derece dakik oldukları
için modern cihazlarla dahi hissedilemeyecek kadar küçük cisimciklerin ya da
titreşimlerden ibaret olan fizik olayların varlığına bir türlü inanamayan
insanlar vardır. Daha çok eğitimsizlik yüzünden görülen bu türlü red ve inkârın yanında, pozitivist ortamda eğitim görmüş
insanların da metafizik varlıklara pek inanamadıkları ayrı bir gerçektir.
Kendilerine mesaj verildikten sonra da bir türlü ikna olamayan insanlar
özellikle son örnekteki tiplerdir. Çünkü görmüş oldukları eğitimin, onların
doğal yapısı üzerinde bir etkisi olamaz. (yani
sayı olarak son derece az olan) bu tipler, esasen gerçeklere inanabilme
yeteneğinden doğal olarak yoksundurlar. Bu yoksunluk ise Kur’ân-ı Kerîm'in
ifadesiyle onların üzerine indirilmiş bir pisliktir.[15]
«Gayb», evrensel bir sınavın konusudur. Bu sınav
ise bütün varlıklar arasında yalnızca insan için öngörülmüştür. İnsanoğlunun
bütün yaşamı aslında sınavdan ibarettir. Bu imtihanın temel amacı olan gayba
inanmak ise insanın, Allah (cc) karşısındaki sağlam tutumunu kanıtlar ki işte
gerçek imân budur.
Kur’ân-ı Kerîm'de âdetâ bu sırrı haber
veren bir şifre vardır. Bakara Sûresi'nin
birinci âyetinde ne anlama geldikleri Allah (cc) ve Rasulü'nden başka kimsenin
bilmediği «Elif, lâm, mîm» sembolleri
ve peşinden gelen ikinci ve üçüncü âyetler imân-gayb
ilişkisini özetleyen en ideal bir açıklamadır. Bu âyetlerde şöyle
denilmektedir:
«Elif,
Lâm, mîm, Bu Kitap var ya , O'nun gerçekliğinde hiç kuşku yoktur. Muttakıylar (titiz mü’minler) için bir rehberdir. O muttakıylar ki gayba inanır, namazlarını kılar ve
kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına da dağıtırlar. »
İmân-Gayb
ilişkisinde ince bir nokta
daha vardır ki o da inanmanın, her zaman akılcı ve deneysel bilgilere bağlı
olmadığıdır. Yani insan, her zaman duyularla ve doğrudan ulaşabilecek bilgilere
dayanarak ancak bir şeye inanmak durumunda değildir. Çünkü özellikle insan,
metafizik gerçekleri, sınırlı duyularıyla zâten kavrayamaz. İnsana uygulanan
ezelî sınavın esprisi de işte burada gizlidir.
Peki insan, bir türlü içyüzünü bilemediği,
kavrayamadığı ve hakkında kesin bilgilere sahip olamadığı şeylere neden
inanmak zorunda kalsın? Aslında gaybî gerçeklere inanma zorunluğunun bütün
sırları işte bu sorunun cevabında yatmaktadır.
Her şeyden önce insan, kâinât olarak
bildiğimiz şu uçsuz bucaksız âlemlerin içinde çok minik bir yaratıktır. Akıl,
zekâ ve bilinçle donatılmış tek yaratık olarak insan, yaradılış gayesi
itibariyle pek büyük bir önem taşımakla beraber gücü, enerjisi, aklı, zekâsı
duyumları ve algılama imkânları sınırlıdır. Dolayısıyla onun, kapasitesini
aşan limitler ötesindeki varlıkları algılama imkânı yoktur. İnsan,
yapısındaki hırs ve merakın itişiyle bu sınırları aşmaya kalkışsa bile bunu
asla beceremeyecektir. İnsanın şimdiye kadar araç kullanarak ulaşabildiği en
inanılmaz bilgiler onun, aslında hayat kanunları sayesinde elde edebileceği bilgilerden başka bir şey değildir.
İnsan eğer dün öğrenemediği birtakım şeylere bugün teknoloji denilen araçlarla
ulaşabilmiş ise bu, esasen hayat kanunları bakımından mümkün olduğu içindir
ki bu yasalar, varlıklararası ilişkilerin disiplinini sağlamak üzere Allah tarafından
konmuştur. İnsanın bizzat fizik yapısı da bu yasaların sınırları içinde var
olmuştur ve bu sınırlar içinde yaşar. Ancak madde ötesinde başka gerçeklerin
de bulunmadığını kanıtlayamaz. Hatta -bu
ilgiyle - sözkonusu gerçeklere inanmayı aklın zorunlu görevlerinden saymak
durumundadır. Aksi halde bir mantık kaosundan
kurtulamaz ve dolaylı olarak kendini inkâr etmiş olur!
Öyle ise insanoğlu, hiçbir zaman ulaşma
imkânına sahip olamayacağı birçok gerçekleri inkâr etmekten dolayı sorumludur.
Özellikle Allah Teâlâ'nın Yüce Kitabında haber verdiği gaybî gerçeklere inanmak
zorundadır.
Buna, Kaderiye Fırkası itiraz etmiştir.
Kaderîler: «İmân bilgiden ibarettir.»
diyerek hataya düşmüşlerdir.[16] Onlara göre kişi ancak kavrayabildiğine
inanmak zorundadır. Halbuki insanın, başta Allah Teâlâ'nın Zât-ı İlâhîyesi
olmak üzere, ruh, melek, cin ve şeytan gibi birçok metafizik gerçekleri
kavrayabilme gücü yoktur. Bunlar bir yana, Kıyamet günü, cennet ve cehennem
gibi tamamen uzak gelecekte görüp yaşayacağımız olayları ve gerçekleri
şimdiden son derece sınırlı algılama gücümüzle kavrayabilmemiz, hatta
anlayabilmemiz bile mümkün değildir.
Dolayısıyla Allah Teâlâ'nın haber verdiği
gaybî gerçeklere teslimiyetle inanmak, imânın nirengi noktasını oluşturur.
İmân
ve Diyalektik
«Diyalektik»
sözcüğünün aslı
yunancadır. Bu kelime ilk defa Yunan filozofları tarafından terimsel anlamda
kullanılmıştır. Sokrat'dan Eflatun ve Aristo'ya, Cürcanî'den Hegel'e
birçok filozof ve âlimler, diyalektiği çeşitli ifadelerle tanımlamışlardır.
Bütün bu tanımlardan bir özet çıkarmak gerekirse, tezlerin savunulması,
karşıt tezlerin çürütülmesi ve bu amaçla izlenen tartışma yöntemleri «Diyalektik» terimiyle açıklanabilir.
Kanıtlama sanatı olarak «Diyalektik», «Kelâm» adı
altında Müslümanlar tarafından da çok eskiden beri biliniyordu. Örneğin ikinci
kuşak İslâm bilginlerinden Ebuhuzeyl
El-Allâf ve öğrencisi Hafs Bin Giyâs, ilk ve ünlü birer
diyalektisyendirler.
İlâhiyat mantığının adı olan «Kelâm» teriminin, eş anlamlısı olmak
üzere daha sonraları «Cedel» sözcüğü
kullanılır oldu. Bu nedenle diyebiliriz ki, Hz. Peygamber (sav)'in vefatı üzerinden yüzelli yıl bile geçmeden
İslâm Literatüründe yerini alan Kelâm biliminin, Zenon, Sokrates, Platon
ve Aristotales ile başlayarak
gelişen Diyalektikle (İslâm Tarihinin ilk dönemlerinde)
hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü İlk kelâmcılar henüz Yunan felsefesiyle tanışmış
değillerdi. Yunan Felsefesi daha sonraları Huneyn
B. İshaq, Sabit B. Qorra ve İshaq B. Huneyn gibi mütercimler
tarafından süryancaya ve Arapçaya çevirilmiştir. İşte bu tercüme hareketlerinden
sonradır ki temelde Müslümanlara ait olan kelâm sözcüğüne «diyalektik» teriminin anlamı yüklendi. Ondan sonra da Kelâm bilimi,
diyalektiğin metodolojisinden yararlanarak, hatta onun karakterinden ve kaynaklarından beslenerek «cedel» adı altında yeni bir kapsam kazanmıştır.
Şuna büyük ihtimal vermek gerekir ki vahyin
getirdiği gerçekleri insanlara iletirken İslâm âlimleri, zihinlerdeki
tereddütleri gidermek için çaba sarfetmek istemişlerdir. İşte kelâm bilimi, bu
çabaların sonucu olarak gelişmiştir. Zira kelâm ilminin amacı, tevhidin temel
esprisini oluşturan Allah'Teâlâ’nın varlığına ve birliğine insanları daha güçlü
bir şekilde inandırmaktır.
Şu varki kanıtlama gayretleri çoğu kez
olumsuz gelişmeler kaydeder ve nereye varacağı bilinemez. Bu da özellikle
metafizik konuların zihinde çok yönlü yorumlanabilir olmasından ileri
gelmektedir.
Evet, bilimsel kanıtlama konusunda çok
eskiden beri birtakım kurallar konmuş ve ilmi ortamın ağırbaşlılığını
koruyacak bazı disiplinler getirilmiş ise de bunlar, taraflara karşılıklı
saygı göstermeyi öğütlemekten başka bir işe yaramamıştır.
Halbuki saygı kavramı da dahil olmak üzere
fizik ya da pozitif mahiyeti olmayan varlıklar üzerinde insanoğlunun
düşüncesini kurallarla disipline etmek mümkün değildir.
İşte bu sebepledir ki İslâm âlimlerinden
bazı şahsiyetler «cedel» ilmine
karşı tavır almışlardır. Örneğin selef âlimlerinden İmam Malik (ra), İmam Şafii
(ra) ve Ahmed b. Hanbel (ra)
gibi müctehidler, cedelle uğraşmayı haram saymışlardır. Günümüzde de Ehli sünnetten
aynı görüşü paylaşanlar vardır. Bunlar, özellikle selefî olduklarını ileri süren Vahhabîler'dir.[17] Onlara göre de, Kur'ân'ın haber verdiği
metafizik gerçekleri diyalektik yöntemle kanıtlamaya çalışmak doğru değildir.
Ne varki Vahhabîler, böyle bir itirazla bizzat Kur'ân'daki bu gerçeği âdetâ görmezlikten
geliyorlar. O da Kur'ân'ın, kendine özgü bir kanıtlama üslûbuna sahip bulunduğu
olgusudur. Örneğin Kur’ân-ı Kerîm, insanları inandırmak için âdetâ haykırırcasına
şu soruları yöneltiyor:
«Acaba
görmediler mi ki göklerle yer bitişikken onları birbirinden biz ayırdık ve her canlı şeyi de sudan biz oluşturduk? Hâlâ mı inanmıyorlar?!»[18]
«İbret gözüyle hiç develere bakmıyorlar mı ki nasıl
yaratıldı; Göklere (bakmıyorlar mı ki) nasıl yükseltildi; Dağlara (bakmıyorlar mı ki ) nasıl dikildi; Yere (bakmıyorlar mı ki
) nasıl yüzeyleştirildi?!» [19]
Kur’ân-ı Kerîm, bundan da öte inanmayanları
tartışmaya çağırıyor ve bu çağrıyı onlara iletmesi için Hz. Peygamber' (sav) e şu tâlimatı yöneltiyor:
«Yoksa Allah ile birlikte başka bir tanrı daha mı var!
Deki:
Bütün bunların yanı sıra, Hz. Peygamber' (sav) in hayatı tartışma örnekleriyle
doludur.
Şimdi ister kelâm, ister cedel,
ister diyalektik diyelim, Kur’ân-ı Kerîm'deki bu çarpıcı örnekler gösteriyorki
inandırmak için kanıtlamanın kaçınılmaz olduğu şartlar vardır. Böylesi durumlarda «cedel haramdır.» diyerek bir insanın
daha yüreğine imânın yerleşebileceği ihtimalini hesaplamamak çok basit bir
düşünme şeklidir. Dolayısıyla,
Elbette ki bu sistemler muhataptan
muhataba değişebilmelidir. Çünkü örneğin, aynı dili konuşuyor olsalar bile, mükemmel eğitim görmüş bir insanla cahil bir çobanın
dünyaları o kadar çok farklıdır ki aynı bilimsel bir gerçeği onlardan her
birine açıklamak gerektiği zaman aynı
yöntemi kullanmak, birinin hidâyetini çabuklaştırabilirken, diğerini belki de
içinden hiç çıkamayacağı bir tehlikenin kucağına atmak gibi istenmeyen
sonuçlar doğurabilir. Nitekim İmam
Şafii (ra) gibi ünlü bir müctehid bile, böyle bir sonuca neden olabileceği
endişesiyle kelâm ilmine karşı o kadar sert bir tavır almıştır ki
çağdaşlarından kelâmcı Ebuamr Hafs Bin
Gıyâs'ı, «El-Ferd» lakabıyla
damgalamıştır. Bu suretle O'nu münferid, (yani
kişisel görüşlerinde ısrar eden) biri
olarak suçlamak istemiştir.
Bir bakıma
İmam Şafii (ra) ve
emsallerinin haklılığını ortaya koyan bir gerçeği günümüzde yaşamaktayız.
Bilim ve teknolojinin, Kur'ân gerçeklerini en
parlak biçimde kanıtlayan sayısız açıklamaları, çağımızda insanların gözlerinin
önüne serilmesine rağmen birçok kimse hidâyet yolunu bulamamaktadır. Sonuç olarak bu da, kanıtlamak ile inandırmak
arasında bir ilgi olsa bile aslında inanmanın ilâhî bir «tevfik» (Allah tarafından
bir şans) olduğunu göstermektedir.
«Akâid» ile «Kelâm»
kavramları arasındaki farka gelince: Akâid, İslâm'ın imân ilkelerini dar
planda konu alır. Kelâm ise bunları daha geniş boyutlarda ve rasyonel
kanıtlara dayandırarak işler. Kelâm biliminin bu amacı, Kur'ân gerçekleri
etrafında söz konusu olabilecek kuşkuları dağıtmaktır. Esas itibariyle bu
iki ekolden her birinin metod açısından izledikleri yol farklı ise de amaçları
aynıdır.
Kelâmcı
Kamplar
İmân konusunda en mükemmel ve en doyumlu
kuşak, hiç şüphesiz Hz. Peygamber
(sav)'in ashâbı, yani davâ arkadaşlarıdır. Onlar Rasûlullâh (sav)'a, Allah Teâlâ'nın
Zâtı ve sıfatları hakkında soru yöneltmezlerdi. Bu da elbette ki ashâbın,
sonraki kuşaklara oranla ne denli bir ruh ve ahlâk yüceliğine eriştiklerini
ve ne kadar güçlü şekilde ikna olduklarını göstermektedir. Sahâbîler, imânî
konularda yalnızca âhiret hayatına ilişkin meraklarını Hz. Peygamber (sav)'e açar, daha çok dinin uygulamalı yönleriyle
ilgili sorularını O'na yöneltirlerdi.
Onların metafizik konularda akla başvurmamış olmalarını asla bir
yetersizlik olarak nitelememek gerekir. Bilakis sahâbe, ümmet tarihinde aklı
gerektiği yerde en iyi kullanan kuşaktır. Onların yaşam tarzı ve uygarlık
anlayışları; Ayrıca gerek fetihlerle gerçekleştirdikleri parlak başarılar,
gerekse adalet ve ahlâkta sergiledikleri eşsiz örnekler bunu kanıtlamaktadır.
Fetihlerin doğal sonucu olarak İslâm'a
giren topluluklar bir türlü arınamadıkları eski inançlarını İslâm'a
bulaştırmaya başlayınca, Sahâbîler döneminden
sonra çeşitli metafizik kavramlar aklın hakemliği altında tartışılmaya
başlandı. Gelişen bu diyalektik tartışmaların sonunda Ehl-i Sünnet'den ayrılan
iki kelâmcı kamp oluştu. Bunlardan biri Mu'tezile, öbürü ise Mürcie'dir.
Mu'tezilîler:
Mu'tezilîler, kaderi inkâr ederler. Bu
ilgiyle ayrıca Kaderîler adıyla da
tanınırlar. Ancak «Kaderîlik»,
kaderi inkâr edenler için kullanılmış yanlış bir isimlendirmedir. Çünkü bunlar
kaderci değil, tam tersine kadere inanmayan bir topluluktur. Kadere inanmamak
ise bu topluluğu Ehl-i Sünnet'den ayıran temel inanışların
«Mu'tezilî» adı, Hz.
Hasan'ın, Muaviye lehinde devlet
başkanlığından çekilmesiyle birlikte O'nu desteklemekten vazgeçenlere verildi.
Bu sözcük, Ayrılıkçı, kopan, -daha
doğrusu - soyutlanan anlamına gelmektedir. Kimi araştırmacılar da, ünlü diyalektisyen Wâsıl
bin Atâ’nın, Hasan el-Basrî’nin öğrencisiyken aralarında çıkan bir
tartışma sonunda hocasından ayrılmasıyla birlikte «i’tizâl=kopup
ayrılma» ile nitelendiğini kaydetmektedirler. Daha sonra onun düşüncesini
benimseyen gruba Mu’tezilîler denildi.
Önceleri siyasi bir anlam taşıyan
Mu'tezilîlik, daha sonra felsefî
bir içerik kazandı. Bu suretle Mu'tezilîler
ayrı bir kamp oluşturdular.
İlki, Wâsıl bin Atâ, olmak
üzere, Ma'bed el-Cühenî, Gaylan b. Eslem ed-Dımaşkıy, Ebu Muhammed
Abdülvahhab el-Cibâî, Amr b. Ubeyd, Büşr b. Said, Ebubekr Abdurrahman b. Keysan
ve İbrahim en-Nizam, «Mu'tezile» ekolünün
kurucuları sayılırlar. Bu inanış tarzının temel ilkelerini koyan Wâsıl bin
Atâ'dır.
Mu'tezilîliğin 5 ilkesi vardır:
a) Tevhid,
b) Adl,
c) Va'd ve Vaîd,
d) Menzile Beyn'el-Menzileteyn,
e) Emri bilmaruf nehyi
anilmünker.
Mu'tezilîler bu beş ilkeden ilk dördüne,
Ehl-i Sünnet'den farklı ve rijit yorumlar getirerek Müslümanların cumhurundan
ayrılmışlardır.
Örneğin «Tevhid»
konusunda Allah Teâlâ'nın, Semi' basar,
ilim, kudret, irâde, kelâm ve hayat
gibi zâtî sıfatlarını reddetmiş, Allah'da bu sıfatlarların bulunduğunu
söylemek yerine şu yorumu yapmışlardır: "Allah
işitendir, ama
işitme duyusu ile nitelenemez; Allah görendir, ama görme duyusu ile nitelenemez; Allah bilendir ama bilinçle nitelenemez;
Allah'ın, her şeye gücü yeter, ama kudretle nitelenemez; Allah dileyendir ama irâde etmek diye bir
niteliği yoktur; Allah konuşandır, ama kelâm diye bir sıfatı yoktur."
Mu'tezilîler, bununla birlikte Allah'ın
sıfatlarının, zâtı ile kaim olduğunu
ve O'nun âhirette mü’minler tarafından görülebileceğini de inkâr etmişlerdir.
«Adl» konusunda da kişinin, kendi fiilini kendisinin
yarattığını ileri sürerek Ehl-i Sünnet'den ayrılmışlardır. Sözde Allah'ı, şer
ve kötülük yaratmaktan tenzih etmek istemiş, ancak bu suretle onu âcizlik ve
beceriksizlikle niteleme çelişkisine düşmüşlerdir.
«Va'd ve Vaîd»: Yani mükafat ve ceza
konusunda Allah'ın verdiği sözler'e gelince, bunda da Mu'tezilîler Ehl-i Sünnet'den ayrılarak: «mutlak surette her iki yönde de bu sözler yerine gelecektir,»
diye Allah adına kesin bir yargı ortaya koymuşlardır. Halbuki bu konuda
Müslümanların çoğunluğuna ait kanaat şöyledir: Evet Allah (cc), iyiliği
ödüllendireceğine ilişkin kesin söz vermiştir; Binaenaleyh bu sözünden
caymayacaktır. Ama (şirk hariç)
kötülüğü cezalandıracağını kesinleştirmemiştir; Bu da demektir ki dilerse
suçluyu cezalandıracak, dilerse afedecektir. Nitekim bu, hem günahkâr kulun
umut beslemesi bakımından O'nun ilâhî merhametiyle bağdaşan ve O'na yakışan bir
muameledir, hem de Allah'ın kudreti bakımından zor ya da ihtimalden uzak bir
şey değildir.
Dördüncü ayrılık
noktaları ise günahkâr kişinin, ne mü’min, ne de kâfir olduğuna ilişkin
inançlarıdır. Mü’min kişinin, işlediği günah sebebiyle imân ve küfürden farklı
bir durumda kalacağını ileri sürmüş, bu duruma «El-Menzile Beyn'el-Menzileteyn» demişlerdir ki bunun anlamı tıpkı
halk arasında yaygın olan «İki cami
arasında beynamaz» demek gibi bir şeydir. Halbuki Kitap ve Sünnet'e bağlı
çoğunluğun itikadına göre
İlkelerinden beşincisi ise: «Emri bilmaruf, nehyi anilmünker» dir.
Bunun anlamı: İyiliği öğütlemek, kötülükten sakındırmaktır. Bu noktada Ehl-i
Sünnetten hiçbir ayrılıkları yoktur. Bilakis İslâm'ın en önemli ilkelerinden
biri budur.
Kendi aralarında da yirmiden fazla fraksiyona
ayrılan bu kampın her şubesi diğerlerini küfürle suçlamıştır.
Mürcie:
Suç
işleyen insanın âhiretteki durumuyla ilgili yorumları bakımından bu kamp,
Müslümanların çoğunluğundan kopmuştur. Bu topluluğun, sözkonusu noktadaki
inanışlarının özeti şudur:
a) Küfür hariç, hiçbir suç ve günahın imâna
zararı yoktur. Yani, kişi eğer mü’minse işlediği hiçbir günah karşılığında
âhirette ceza görmez.
b) Küfür, ya da aynı yola çıkan şirk, nifak
ve irtidad gibi bir nedenle eğer kişi İslâm Dini'nin
dışında ise o da istediği kadar ibadet etsin, Allah'ın emir ve yasaklarına
uygun davransın bunun ona hiçbir yararı yoktur.
Bu iki kanaatten birincisi, Ehl-i Sünnet'in
görüşüne aykırıdır. Bilakis Allah Teâla dilerse suçluyu afetmez, Onu, takdir
edeceği bir cezaya çarptırabilir. İkinci kanaatlerı ise kitaba ve sünnete
uygundur. Ancak ne ilginçtir ki Mürcie gibi sivri yorumlarıyla Müslüman çoğunluğa
ters düşmüş insanlardan, günümüzde o kadar çok daha gafil kimseler
vardır ki, genellikle Thomas Edison'u
örnek göstererek, dünyayı aydınlatan böyle bir adamın, imân etmemiş olduğu
için nasıl olur da cennete girmeyeceğini ya da cehenneme gireceğini tepkiyle
karşılamaktadırlar! Her şeyden önce Edison'un ve benzeri kimselerin, son nefeslerini hangi din ve inanç üzerinde iken verdikleri, Allah'dan başkası tarafından bilinmediği
için Müslümanlar böyle bir konuyu tartışmazlar. Çünkü aslında hiç kimse Edison ve benzerlerini
savunmak mecburiyetinde değildir. Allah karşısında herkes kendisinden
sorumludur. İkinci önemli nokta da şudur ki: Allah Teâlâ, hangi tür günahı
afetmeyeceğini ve hangilerinden dolayı kimleri afedeceğini Nisa Sûresi'nin 48’inci ve 116'ıncı
Âyet-i kerîmelerinde açıklamıştır. Dolayısıyla hiçbir kaynağa dayanmadan,
pervasızca konuşan insanların daha dikkatli olmaları ve İslâmî konularda eğer
bir tereddütleri varsa yetkili birine başvurarak aydınlanmaları en doğru
davranıştır. Son yıllarda Türkiye’de yaygınlaşan din anarşisinin temel nedeni,
her önüne gelenin, özellikle din gibi duyarlı bir ihtisas alanında tartışmalara
yol açabilecek konuları istediği gibi diline dolaması olmuştur.
Yukarıda sözü edilen kelâmcı
kamplarına gelince bunlar, vaktiyle kendi aralarında o kadar çok fraksiyonlara
ayrılmışlardır ki İslâm İlim otoriteleri bunların her birini ayrı ayrı eleştirmek
ve hakkındaki yargıyı ona göre belirtmek durumunda kalmışlardır.
İmân Açısından kâinâta bakış:
İmân, bütün varlıkların
yaratıcısı olan Allah Teâlâ'ya ve O'ndan gelen mesajlardaki gerçeklerin tümüne,
evrensel boyutta inanmak demek olduğu için bu ilgiyle, insanı düşündürmek
bakımından varlıkların içyüzünü, etkileşimlerini, ve aralarında cereyan eden
çeşitli karmaşık olaylardan bazılarını açıklamakta yarar vardır. Çünkü hem
inanan insanın, bu bilgiler sayesinde bir iç rahatlamaya kavuşması, hem birtakım
kuşkulardan henüz kurtulamamış kimselerin bundan bir ders çıkarması, hem de
gaflet içinde bocalayan insanların da bir uyarı alması söz konusu olabilir.
İnsanoğlu tarih boyunca kâinât
sırları ve hayat muammaları karşısında daima hayretler içinde kalmış, kimisi
bu sırlar ve muammalar karşısında heybetlenerek Allah'a teslim olurken
kimileri de her şeyin bir te
Aslında te
Varlık Realitesi ve Kâinat Tablosunda İnsan...
Kâinat vardır ve
var olan her şey bir gerçektir.
Varlığın karşıtı
olan «Yokluk», yani «Hiçlik» kavramı üzerinde çok tartışılmıştır. «Yok» diye nitelenenin, bir «Şey» olup olmadığı hakkında İslâm
Kelâmcıları da görüş beyan etmişlerdir. Örneğin Mu'tezile Kampı, «Yok» diye
nitelenenin de «Şey» olduğunu ileri
sürmüş, buna, Kur’ân-ı Kerîm'de geçen: «Allah'ın
her şeye gücü yeter.» meâlindeki âyet-i kerîmeleri kanıt olarak
göstermişler, ancak hataya düşmüşlerdir. Bu felsefî açıklamalar ve geçmişteki
tartışmalar, konumuzun dışında kalmaktadır.[21]
Hayat ve kâinâtın
bir hayalden ibaret olduğunu ileri sürenler ise öyle büyük bir yanılgı içinde
yüzmüşlerdir ki var olduklarını bile inkâr edercesine varlık ve yokluk
kavramları hakkında ömür boyu tartışarak âdetâ insanın akıl ve bilinciyle alay
etmişlerdir.
İslâm, her varlığa «şey» diyerek -Allah (cc) tarafından insanın algılama ve duyumsama sistemine
yansıtılmış olan - realiteyi ifade etmiştir. Öyle ise temelde gerçeklilik, -esasen
düşünülmesi mümkün olmayan yokluğun, mecâzî ya da geçici anlamda karşıtı olarak
ifade edilen- varlık diye kendini gösterir
ve farklı dillerde «Şey», «Çîz», «Chose»
ya da «Thing» gibi sözlerle
ifade edilir.
İnsana gelince bu
varlık; kâinâtın gizemlerle, içyüzü bilinmez olaylarla, cazibeler ve
fenomenlerle dolu tablosu içinde yer alan son derece ilginç bir yaratıktır. O,
yalnız ruh, akıl, zekâ ve bilinç gibi laboratuvara sığmayan yanlarıyla değil,
bilakis biyolojik yapısı, anatomisi ve psikolojisiyle de son derece karmaşık,
bununla beraber çok ince hesaplarla ve şaşmaz kanunlarla işleyen vücut
sistemleriyle âdetâ mikro düzeyde bir kâinâttır. Dolayısıyla konuşan, gülen,
ağlayan, müzik yapan, araç kullanan ve inanan bir varlık olarak insana,
Neden mi ?
Bakınız, İnsan
vücudunun en çarpıcı olaylarından yalnızca bir tanesi ruhsal dengedir. Bu
olgu, tüme varım kuralına göre vücuttaki sistemlerarası makro denge nin
yalnızca bir parçasıdır. Bu denge,
Evet, çapı en çok
on mikron olan minicik bir sinir hücresinin, stoplazma denen bir sıvı ile dolu
olduğu, bugün artık ortaokul öğrencileri tarafından da bilinmektedir. Bu
minicik canlının kendine göre beslenmesi, yaşam sistemi ve birtakım görevleri
bulunduğunu bilmek de artık pek ilginç sayılmamaktadır. Fakat beyinde
sayıları on milyarı bulan bu kadar minnacık varlıkların, değil dıştan gelen
soyut değerdeki ses, ışık ve ısı gibi olayları, aynı zamanda bizi sevindiren,
üzen, ürküten, korkutan, güldüren ve ağlatan somut değerdeki etkenleri de
algılamasına ne dersiniz ?!
Alimlerin ifadesine
göre: «
Bir insan kafatası
içinde yer alan ve görünürde iki avuç yağdan başka bir şey olmadığı sanılan,
ama aslında başlı başına engin bin âlem olan beyin hakkındaki en büyük rakam
hiç kuşkusuz bu değildir.
Biz sevinirken,
üzülürken, konuşurken, korku ve endişelere kapılırken, hayret ederken,
gülerken, ağlarken, dokunurken, tadarken, koklarken, işitirken, görürken,
imrenirken kıskanırken ve daha sayılamayacak kadar çeşitli ve birbirinden son
derece farklı duygular içinde yüzerken beyin dediğimiz bu küçük âlemin
içinde -saniyede - belki yüzmilyonlarca,
belki daha çok sayıda hayat olayları cereyan etmektedir. İşte bu duyumların
meydana gelmesinde belli yasalara ve hesaplara göre rol alan hücreler
arasındaki başdöndürücü iletişim olaylarını, alınan uyarı mesajlarının nasıl
değerlendirilip karara bağlandığını, organlara nasıl emir iletildiğini, bu
olaylar sırasında meydana gelen elektrik akımlarını, kimyasal salgılama
hadiselerini en iyi bilen ve bu yolda bir ömür harcayan ünlü ilim adamları
bile insan vücudunun üzerinde yer alan bu küçük kürenin içindeki göz
kamaştırıcı ilâhî sanat harikası karşısında dehşetlerini, hayranlıklarını,
mahcubiyet ve acizliklerini âdetâ gözyaşı dökerek ifade etmişlerdir.
İnsan beyninin bu
havsala almaz potansiyeli ve fonksiyonları yanında insan vücudu (
Madde ve Hayat
Varlıklar
incelendiğinde canlı cansız, küçük büyük, uzak yakın, ne varsa hepsinin
arasında mükemmel bir hesaba dayanan, ölçülü, düzenli ve ahenkli bir alışveriş
vardır. Bu da demektir ki kâinâtı, sonsuz bir ilim ve kudret
teşkilatlandırmıştır.
Ne varki; gerek Epikuros,
Demokritos ve Leukippos gibi Eskiçağ
mekânist maddecileri, gerek Ünlü Ez-Zümrüd'ün yazarı İbni Ravendi gibi İslâm
döneminin maddeci filozofları, gerekse
Karl Marx ve Engels gibi diyalektik maddeciler, bu kudreti inkâr etmişlerdir.
Onun için ilk hareketin, keza maddenin hayata geçişini ve devridaim halindeki
eşya ve olaylar arasında cereyan eden süreklilik, bütünlük ve kendini devamlı
yenileme olgusunun, temelde te
Gerçek şu ki
kâinâtın akıllara durgunluk veren düzen ve disiplini; hem Yaratıcısının kuşatıcı ilim ve kudretini, hem de O'nun, bütün varlıklar üzerindeki sonsuz
ve sınırsız hükümranlığını kanıtlamaktadır.
KÂİNAT, Zât-ı İlâhiye ile kâim olan işte bu kuşatıcı
ilim, irâde, kudret ve hükümranlık sayesinde; bu sonsuz ve sınırsız egemenliğin
altında var olmuştur. Parçalarının en küçüğünde, en büyüğünün modeli
mevcuttur. Kâinatın birer parçası olan partiküllerin, atomların, moleküllerin, çekirdekleri, genlerin,
kromozomların, hücrelerin, organellerin, dokuların, aygıtların, birimlerin,
organizmaların, popülasyonların, cinslerin, türlerin, kümelerin, kütlelerin,
katmanların, sistemlerin ve bunlar arasında cereyan eden olayların tümü muazzam
bir bütünlük gösterir.
Yüce irâdenin
güdümünde işleyen bu muazzam bütünlük içindeki kozmik üniteler, (aklın,
zekânın, bilgi ve deneyin, ilim ve irfanın, güç ve teknolojinin asla içyüzünü
net olarak açıklayamayacağı; son derece farklı hareketler, kuvvetler, hızlar,
frekanslar, dönüşümler, iletişimler, etkileşimler, tepkileşimler, ritmler,
aralıklar, aşamalar ve tempolarla; çeşitli eksenler etrafında ve yörüngeler
üzerinde; doğru, eğri, düzenli, karışık, yoğun, seyrek, ardıl, ayrık, bitişik,
uzak, paralel, çapraz, yöndeş, karşıt, uygun ve aykırı biçimlerde; farklı
hacım, ağırlık, sayı, çekim, esneklik, ısı, şekil, konum ve renkler cümbüşü
içinde ) hem tümden gelim, hem tüme varımla birbirlerini tamamlarlar.
Özet olarak
İnsanoğlunun bilgi ve duyumlarıyla yaklaşık bu limitlerde tanımlanabilen
kâinât, Allah Teâlâ'dan başka hiçbir kimsenin, sınırlarını, büyüklüğünü,
hesabını ve kapsamını bilmediği, bilemediği, bilemeyeceği, keşfedemeyeceği,
sırlarını çözemeyeceği, hatta takdir ve tahmin bile edemeyeceği bir ultra
organize sistemdir.
Madde olarak
tanımladığımız şeyin, gerçekte ne olduğuna ilişkin bulguları elde ettikten
sonra insanoğlu önce hayat ve kâinâtın şifrelerini çözebileceğini sanmıştı.
Ama daha sonra bir şifreyi çözmeye çalışırken âdetâ yeniden binbir şifreyle
karşı karşıya gelmiştir.
Madde-Hayat ilişkisini açıklamada
fizikten kimyaya, matematikten tıbba kadar hiçbir ilim insanoğlunu hâlâ tatmin
edememiş, onun hayret ve şaşkınlığını gidermek şöyle dursun, bu duygularını
daha da karmaşık hale getirmiştir. Hatta işini zorlaştırmış, endişelerini
artırmış ve huzurunu kaçırmıştır. O, madde ve hayatı keşfetmeye çalışırken
elde ettiği bulgularla daha ileriye doğru gittikçe, daha yeni planlar ve
tasarılar ortaya koydukça ve daha ilginç sistemler geliştirdikçe hiç kuşku yok
ki henüz öğrenemediği şeylerin yanında, bildiklerinin, okyanustan bir damlacık
bile olmadığını anlamıştır.
Bugün ne mekânik
açıklamalar; ne dinamizmin teorileri; ne rasyonel ve pozitif felsefeler; ne
biyolojinin, ne de sibernetiğin uzay çağı teknolojisiyle sunduğu en son
veriler; madde-hayat, ya da canlı-cansız ilişkisindeki esrar
perdesini aralayamamıştır. Tam aksine bu ilişkinin arka planındaki karmaşık gerçekler,
işleyişindeki disiplin ve nizamın temelinde yatan her ilmiği, çözdükçe hiçbir
zaman çözülemeyecek daha birçok ilmiklerin bulunduğunu haber vermekten başka
bir işe yaramamıştır.
Örneğin canlılık
gerçeğinin ne olduğu ve ruhun, hangi şartlarda ve hangi aşamalarda oluştuğu,
keza onun, bir enerji türü olup olmadığı sorusu hâlâ cevapsızdır ve bu olayın
son halkası sonsuza dek cevapsız kalacaktır [23] Aynı zamanda cansızın yapısında aralıksız olarak kendinden
sürüp gittiği sanılan düzenli hareket ve olayların yine son halkası hâlâ bilinmemektedir.
Örneğin çapı, bir cm. nin yüzmilyonda biri kadar olduğu için hiçbir araçla
görülemeyen atomun içinde insan tasavvuruyla algılanamayan minik boyutlarda
ve farklı karakterlerde birçok partiküller vardır. Her birinin fonksiyonu da
ayrıdır. Bunlardan meselâ elektronlar, atomun çekirdeğini oluşturan nötron ve
protonun etrafında saniyede ellibin km. hızla ve belli bir yörüngede dönüp
durmaktadırlar. Ancak bu minnacık kâinâtın içinde o kadar çok şeyler daha var
ve bu şeyler arasında da o kadar ahenkli, o kadar düzenli ve hesaplı olaylar
cereyan etmektedir ki insanın bütün bu olup bitenleri en ince ayrıntılarına
kadar öğrenebilmesi günümüzün başdöndürücü imkânlarıyla dahi mümkün olamamıştır.
Atom hakkındaki
bütün bilgilerin, günün birinde su yüzüne çıkması ve bu küçük kâinâtla ilgili
tüm sırların çözülmesi mümkün olsa bile bu, hiçbir suretle te
İşte, nereye
varırsa varsın, esasen en büyük ilmin sahibi olan Allah Teâlâ'nın muhteşem
sanatı ve saltanatı karşısında ilim, acizliğini daima teslim etmek zorunda
kalacak, ilme gerçek manada sahiplenen insan ise -bilgisi arttıkça - ilmin bu acizliğini ancak güçlü bir imân ve
teslimiyetle kabullenebilecektir.
İmân-Amel İlişkisi:
- İmân,
amelin bir parçası mıdır, imân azalır, çoğalır mı ?
Eylemin imândan sayılıp
sayılamayacağı meselesi akâid ilminin daha ilk taorisyenleri arasında bir
tartışma konusu olmuştur.
Bilindiği üzere Kur’ân ve Sünnete
bağlı inancın mensupları olan Müslümanların çoğunluğu itikad konusunda genel
olarak ya Matüridî veya Eş'arî'dirler. (Ayrıca Selefîlik olarak
bilinen üçüncü bir azınlık grup daha vardır.) Aslında bu üç itikad mezhebinin
görüşleri arasında pek önemli farklar yoktur. Bu nedenledir ki hepsinin
mensupları birbirini tanımakta ve hak yolda olduklarını onaylamaktadırlar.
Şirk koşmak ya da şirk olarak
yorumlanabilecek bir davranışta bulunmak hariç, bir fiil işlemek, iyi veya
kötü bir iş yapmak, acaba imânı etkiler mi, etkilemez mi konusu haklı olarak
âlimlerin zihnini eskiden beri meşgul etmiştir. Çünkü insanın vereceği bir
karar, eyleme dönüştüğünde eğer onun inancını şu veya bu şekilde etkiliyorsa,
daha doğrusu Allah, Peygamber (sav) ve kitap gibi önemli imân unsurları hakkında
insanın iç dünyasında herhangi bir değişikliğe neden oluyorsa bu, gerçekten üzerinde
durulması gereken bir mesele demektir.
Aslında bu mesele, yalın bir
mantıkla zihinde kritik edilecek olursa inanmak ile yapmak, ya da yapmak ile
inanmak arasında bir bağın, bir ilginin bulunduğunu kabul etmek gerekir.
Çünkü -istisnâî durumlar hariç - insan
düşünüp taşınarak, tasarlayarak ve amaçlayarak bilinçle işlerini yapar, aynı
zamanda amacına inanarak planını uygulamaya koyulur. Dolayısıyla inanmak ile
yapmak arasında kesinlikle bir ilgi vardır. Özgür irade ile hareket eden
insan, hedefi hayırlı da olsa şerli de olsa amacına inanmış olarak işe başlar.
Ancak kişinin eylemiyle ilgili üç önemli nokta vardır:
1.
Amaçlamak,
2. Amaca
inanmak,
3. Amacı
gerçekleştirmek,
Bunlar; niyetlenmek, azmetmek ve
girişimde bulunmak şeklinde de açıklanabilir.
Bu önemli üç noktadan özellikle
amaçla eylem arasındaki ilişki, inançla eylem arasındaki ilişkiden çok daha farklı
ve daha güçlüdür. Çünkü insanın, amaca ulaşıp ulaşamama olasılığı üzerindeki
planları, hesapları ve kuşkuları, amacının kesin bir parçası ise de, amaçtan
biraz daha ötedeki inancının bir parçası olmayabilir. Çok açık olarak
bilinmektedir ki insan, bir eylemi, mutlaka inandığı için yapmaz. Nice insan
vardır ki doğruluğuna ve haklılığına asla inanmadığı bir eyleme, herhangi bir
nedenle kalkışmak durumunda kalabilir; böyle bir eyleme özgür iradeyle ve
bilinçli olarak girişebilir. Ve nice insan vardır ki bütün yüreği ile inandığı
ve yapmak istediği bir işe girişmekten, yine herhangi bir nedenle cayabilir.
İşte belki de bu ilgiden
hareketle Matürîdî Grubu, amelin,
yani iş ve eylemin, inancın bir parçası olamayacağı kanaatindedir.[24] Matüridîlere göre: bir kimse, imânın esaslarına
inanıyor ve bunları bütün içtenliği ile kabul ediyorsa o kimsenin, yaptığı
çirkin iş ve eylemler, imânının eksilmesine neden olamayacağı gibi, yaptığı
faydalı ve güzel işler de inancını artırmaz.
Şu varki hayırlı iş ve çalışmalar,
kişideki imânın güçlenmesinde, onun Allah Teâlâ’ya ve kutsal değerlere bağlı
kalmasında etkili olur; Kötü ve çirkin davranışlarda bulunmak da aynı şekilde
imânın zayıflamasına neden olabilir. Onun için inanmak ile yapmak arasında
hiçbir bağ bulunmadığı izlenimini uyandıran Matüridîlikteki görüş
eleştirilmiştir. Nitekim Türkiye’de özellikle mezhepçi ortodoks hanefistlerin
desteğinde yaygınlaşmış bulunan Matüridîlik, islâm’ın amelî cephesine karşı
ilgiyi zayıflatmıştır. Hanefist Matüridîler, son yıllarda toplumun öbür mezhep
mensuplarına göre İslâm’ın emir ve yasaklarını daha çok çiğnemişlerdir.
Türkiye’de «hortumculuk» adı altında yaygınlaşan yolsuzluklar, mafya ve
yer altı faaliyetleri, Masonluk, tarikatçılık tefecilik ve Amerikancılık gibi
toplumu sarsan ve ahlâk çöküntüsüne solculuktan daha çok neden olan
gelişmelerde, en fazla Hanefist çevreden insanların rol oynadığı
gözlemlenmiştir!
Eş'arîler’e gelince bunlar, imân-amel ilişkisi konusunda değişik bir kanaate
sahiptirler. Onlara göre kişi çirkin fiiler işledikçe onun inancında da bir
zayıflama olur; tersine hayırlı amellerde bulundukça da imânı güçlenir.[25]
Ancak, Eş'ariler'le Matüridiler
arasında bir görüş ve kanaat ayrılığı gibi görünen bu nokta üzerindeki
yorumlar arasında -esasına bakılacak
olursa - pek de büyük bir fark yoktur. Belki de farklı anlatım üslûplarıyla
aynı gerçeği ifade etmişlerdir. Nitekim insan, bir şeyi gerçek bildiği ve ona
bütün içtenliği ile inandığı halde o gerçeği açık şekilde yalanlamadığı sürece
ilkelerine aykırı davranması o inancın ortadan kalktığı anlamına gelmez.
Örneğin ateşin yakıcılığına kesin
şekilde inanan doğuştan âmâ bir kimse, elini bilinçli olarak alevlere tutsa
bile yanacağı konusundaki kesin inancında onun hiçbir kuşkusu olamaz. Binaenaleyh
onun, böyle tehlikeli ve çirkin bir fiili işlemekle ateş hakkındaki kanaati
değişmez. Yani elini ateşe doğru uzâtmakla ateşin onu yakacağı gerçeğini inkâr
etmez, çünkü edemez; meğerki bunu diliyle açıkça söylemiş olsun. Keza yemeğin,
ateşe konmakla pişeceğine, madenin ateşte kızdırılarak şekillendirilebileceğine
inanan insan da bu inanç doğrultusunda hayırlı ve güzel olan birtakım üretimlerde
bulunsa bu suretle onun da ateşle ilgili inancı artmaz. Bu inanç, ateşe perva
etmeyen insanda da, ondan yararlanan insanda da aynıdır. Ancak kişi, ateşi
faydalı amaçlarla sık kullandığı oranda onun ne kadar yararlı bir araç olduğunu
düşünmek durumunda kalacak, dolayısıyla kişideki bu inanç âdetâ pekişecektir.
Buna karşın ateşi olumsuz işlerde ve kötü niyetle kullanan insan ise onun
yakıcılığına ilişkin inançtan çok, yaptığı işlerin sonuçları üzerinde tek
taraflı olarak düşünmek durumunda kalacak, bu nedenle ateşin hayırlı
amaçlarla da kullanılabileceğini bile belki zamanla artık düşünemeyecektir.
Zararlı fiillerin, kalp
kararttığı ve sevapların silinmesine neden olduğu hakkında âlimlerin, sahip
bulunduğu kanaati burada aramak doğru olur.
Netice itibariyle, amelin imândan
bir parça olup olmadığı ve imânın azalıp çoğalmasında (ya da zayıflayıp
güçlenmesinde) bir etkisi bulunup bulunmadığı meselesinde, Kitap ve Sünnete
bağlı Müslümanlar arasında hemen hemen
görüş ayrılığı denemeyecek kadar yaklaşık kanaatler vardır. Bu
kanaatler farklı izah tarzlarının doğal birer sonucudurlar.[26] Dolayısıyla imânî konularda «Müslüman»
çoğunluğun arasında sanki derin uyuşmazlıklar varmış gibi bu meseleleri büyüterek
irdeleyenlerin iyi bir niyete sahip bulunmadıklarını bizzat kendileri açığa
vurmuş olacaklardır! Bu gelenekçi çoğunluğun, gerçek anlamda m’ümen bir kitleye
günün birinde dönüşebileceği umudunu beslemek daha doğrudur.
İslâm âlimlerinden çoğunun,
özellikle ameli, imânın bir parçası olarak görmemeleri, onların, bir bakıma
sahip oldukları derin ferâset ve dirâyeti göstermektedir. Nitekim kötü amel
işleyen bir mü’minin bu yüzden imânsızlıkla suçlanması ve gelişebilecek
fitne ve anarşinin süreklilik kazanması bu suretle önlenmiştir. Bu görüş
Kur'ânî hikmete pek uygundur. Ancak şirk amacıyla yapılan eylemleri bunun
dışında tutmak gerekir. Türkiye’de özellikle, –Kimliklerinde İslâm yazılı-
bazı solcular, lâikçi mitüdistler ve kökten putçular gibi açıkça Allah Teâlâ'ya
ortak koşan, ya da sözleri ve davranış biçimleriyle bu yoldaki inançlarını bir yandan ortaya
sererlerken öbür yandan sözde mü’min olduklarını ileri süren kimselerin
eylemlerini yorumlamak ve hâlâ mü’min olduklarına inanmak ise safdillik olur!
Ehl-i sünnet'in diğer bir
bölümünü oluşturan Selefîler'e
gelince onlar amelin, imândan bir parça olduğu ve imânın azalıp çoğalabileceği
noktasında Merhum İbn. Teymiyye'ye
uymaktadırlar.[27] Bilindiği üzere İbn. Teymiyye radikal görüşleriyle tananmaktadır.
Kur'ân'ın Bütünlüğü İlkesi ve İmân:
Hiç kuşku yok ki Kur’ân-ı Kerîm
bir bütündür. Bu bütünlüğü göz ardı eden kimsenin mü’min olması söz konusu
değildir. Günümüzün Müslümansı toplumları arasında bu önemli nokta ile ilgili
olarak büyük sorunlar yaşanmaktadır.
ÖzellikleTürkiye’de, toplumun geniş tabanının, İslâm ve Kur'ân gerçekleri
hakkında yeterli ve sağlıklı bilgilere sahip bulunduğuna inanmak güçtür.
Bununla birlikte yarı okumuş egemen zümre de kültür emperyalizminin etkisiyle
İslâm'a karşı tehlikeli boyutlarda şartlandırılmıştır. Bu nedenle İslâm'ın ve
Kur'ân'ın bütünlüğü üzerinde önemle durmak, tebliğ, davet ve irşad bakımından
kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Çok şaşırtıcı noktalardan biri de
şudur ki akâid ve kelâm âlimleri eskiden günümüze kadar Kur'ân'ın bütünlüğü meselesini bağımsız bir
başlık altında incelememişlerdir. Onlar
Ne varki bütün Kur'ânî
gerçeklerin, akâid yazarları tarafından bir indeks halinde kitaplara
geçirildiği de söylenemez. Çünkü her şeyden önce böyle bir indeks hazırlamak
hem mümkün değildir, hem de «tüme varım»
kuralı olarak bilinen ve akademik açıklama sanatında, bölümlerden birini
göstererek bütünü anlatmak yöntemine ve dolayısıyla bilimselliğe aykırıdır.
Ama ne olursa olsun Kur'ân'ın ve İslâm'ın bütünlüğü ilkesinin, bağımsız bir konu olarak işlenmemiş olması
akâid tarihinde bir metod sorununu ortaya sermektedir. Çünkü bir gerçeği şu
veya bu şekilde dile getirmek mümkündür. Ancak onu derli toplu bir anlatım biçimiyle
sunmak, muhatabı daha kısa yoldan amaca götürür. Aksine muhatabı şaşırtmak, ya
da onun eksik bilgilerle bocalamasına neden olmak gibi ihtimaller doğar.
Nitekim Kur'ânî gerçeklerden birini veya birkaçını inkâr eden veya
aşağılayan birçok kimsenin, günümüzde kendilerini hâlâ mü’min ve Müslüman
sayıyor olmalarını, biraz da bu nedenin içinde aramak gerekir.
İslâm’ın dışına çıkmak, yani
mü’min ve Müslüman niteliğini kaybetme halleri, elbetteki akâid kaynaklarında
ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Dolayısıyla bir insanın hangi tavırla, hangi
anlayış ve zihniyetle, hangi söz ve hareketle İslâm’ın dışında kaldığını, ya da
mü’min ve Müslüman iken İslâm'dan nasıl çıktığını bu bilgilerden anlamak mümkündür.
Alimler bu bilgileri küfür, şirk, nifak,
zındıklık ve irtidâd gibi ayrı
başlıklar altında vermişlerdir. Dolayısıyla Kur'ân'ın ve İslâm'ın bütünlüğü
konusu ancak farklı başlıklar altında verilen bu dağınık bilgilerin bir araya
getirilmesiyle mümkün olabilmiştir. Halbuki Kur'ân'ın ve İslâm'ın bütünlüğü
ayrı ve bağımsız bir konudur Dolayısıyla bu konunun bağımsız bir başlık altında
işlenmemiş olması özellikle çağımızda birtakım boşluklara ve çelişkilere neden
olmaktadır.
Öncelikle ve önemle şunu ifade
etmek gerekir ki, kendisinin Müslüman olduğuna inanan ve bu kimlikle tanınan
birçok kimseler Kur’ân-ı Kerîm'in, bazı âyetlerini inkâr etmekte, sorgulamakta,
içeriklerini çağdışı, acımasız ve vahşi görmekte, hatta aşağılamaktadırlar.
Bununla birlikte İslâm Dini'nden çıktıklarının hiç de farkında değildirler.
Çünkü bu insanlar eğer İslâm Dini'nden çıkmış bulunduklarına kesinlikle
inanmış olsalardı mutlak surette ya hemen pişman olup yeniden Müslüman
olacak, veya başka bir dine gireceklerdi. Çünkü insanlar belli bir dine bağlanmak
zorundadırlar.
Burada çok açık ifade etmek gerekir ki
İslâm’ın ve Kur'ân'ın, bir bütün olduğu gerçeği
Kur’ân-ı Kerîm hariç, ne kaynaklardan yeteri kadar anlaşılmış, ne de
anlatılmıştır. Halbuki çok önemli ve temel bir kural olarak Kur’ân-ı Kerîm bu ilkeyi ciddî bir şekilde
ortaya koymuştur.[28]
Evet Kur’ân-ı Kerîm bir bütündür ve bizzat
kendi açıklamasıyla bölünmez bir bütündür. Bunun anlamı ise şudur:
Kur’ân-ı Kerîm'in en küçük bir parçası bile
olsa içeriğinden bir şeyi inkâr etmek, var saymamak, eleştirmek, sorgulamak,
(haşa!) çağdışı, acımasız ve vahşiyâne
nitelemek veya bu anlamlarda değerlendirmek; Kur’ân-ı Kerîm'in en küçük bir
bölümünün bile değiştirildiğine, eksiltildiğine, ya da Kur’ân-ı Kerîm'e,
sonradan bir şey daha eklendiğine, Hz.
Peygamber (sav) in sözlerinin Kur'ân'a karıştırıldığına veya bu anlamlarda
herhangi bir değişikliğe uğratıldığına inanmak, ya da ileri sürmek, Kur’ân-ı
Kerîm'in tümünü tanımamakla eşdeğerdedir ve İslâm Hukuku'nun bu sorunla ilgili
maddeleri için doğrudan konu oluşturur.
Böyle bir inanca sahip olduğunu açıklayan
kimseleri doğrulamak şöyle dursun, onlarla dostça geçinmek de aynı hükmün
altına girmek için yeterli bir sebeptir.
Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerîm'i ve onun
öngördüğü inanış, yönetim ve yaşam biçimi olan İslâm'ı
bölünmez bir bütün kabul etmek, kişide imânın oluşabilmesi için kaçınılmaz bir
şarttır. İçeriğini ayrıntılarıyla bilmeden böyle özet bir bütünlük tanımı
çerçevesinde Kur’ân-ı Kerîm'e inanmakla kişide oluşan imân şekli, akâid literatüründe «icmâlî imân» olarak nitelenmiştir. İcmâlî imân eğer taklidî değilse tehlikesiz sayılmıştır. Kişinin gizli dünyası ise
açıklanmadıkça Müslümanlarca masum sayılır ve araştırılamaz.
Genel
Çizgileriyle İmânsızlık (küfür):
İmânsızlık halk dilinde, inançsızlık
itikadsızlık demektir. İmânsız kişi dinsiz sanılmaktadır. Oysa dinsizlik ile
imânsızlık farklı şeylerdir.[29]
İslâm akâidinde imânsızlığın (yani küfrün) çeşitli tanımları ve açıklamaları
vardır. Örneğin gerçeklerin tümüne birden inanmamak imânsızlığa neden olduğu
gibi, gerçeklerin en az birine inanmamak, onlardan birini çarpıtmak,
aşağılamak ve çirkin nitelemek de
imânsızlık için yeterli bir neden oluşturur. Hatta bir kimse Kur’ân
gerçeklerinin tümüne kalben inanmakla birlikte onlardan en az birini red ve
inkâr etmekle de yine imânsız (kâfir)
sayılır. Yani mü’min ve Müslüman niteliğini kaybeder. Eğer zâten önceden mü’min
değilse kişi, böyle bir kanaate sahip bulunmakla imânsızlığında saplanmış
olarak kalır; Yok eğer doğuştan mü’min olarak yetişmiş, ya da sonradan hidâyet
bularak İslâm'a girmiş bulunmasına rağmen yukarıda açıklanan sapkın
kanaatlerdan birini yeniden benimsemiş ise o da artık mü’min ve Müslüman
değildir.
Bilindiği üzere kimlik kartlarındaki «din» hanesinde yazılı «İslâm» sözcüğünün, gönül dünyasıyla
hiçbir ilişkisi yoktur. Bilakis etik ve manevi değerden yoksun bir formalitedir. Nitekim çocuk daha birkaç günlük bebekken düzenlenen
bu kartlara, «İslâm» kelimesi âdetâ
otomatik olarak işlenmektedir ki çocuğun irâdesiyle bu kartların içeriği
arasında herhangi bir bağ kurmak mümkün değildir. Dolayısıyla bu kartları
taşıyan nice insan vardır ki Müslümanların arasında (onların
kimliğine bürünerek) yaşayabilmekte, bu sayede Müslümanların mahrem toplantılarına,
hatta camilere ve Mescidu’l-Harâm gibi kutsal mekanlara
kadar bile rahatça sızabilmektedirler. Bu durum onların Müslüman olduğu anlamına
gelmediği gibi onlara, bilerek bu hak ve özgürlüğü tanıyanların da mü’min ve
Müslüman olduğunu söylemek herhalde yanlıştır.
İmânsızlık, akâid âlimleri tarafından küfür, şirk, nifak zındıklık ve irtidâd adları altında ele alınarak
işlenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm'de kâfirlerden, müşriklerden ve münafıklardan çok
söz edilmektedir. Dolayısıyla küfür, şirk ve nifak hakkında Kur’ân-ı Kerîm'den
yeterli derecede bilgi edinmek mümkündür. Zındıklık
kelimesi ise Kur’ân-ı Kerîm'de geçmemektedir. Kelile ve Dimne'nin ünlü mütercimi (bazı rivâyetlere göre yazarı) Abdullah
b. Mukaffa' zındıklıkla suçlandığına göre bu kelimenin çok eskiden
kullanıldığı anlaşılmaktadır. İslâm’ın doğuşunu izleyen ilk asırlarda (Dışından mü’min, içinden kâfir) olanlara zındık deniliyordu. Sonraları, yabancı inançları İslâm'a bulaştıran
ya da bu tür sapkın itikadlara bağlanan kişilere zındık denilerek bu nitelik,
onları münafıklardan ayırmak için kullanılmıştır.
Şimdi de bu kavramların ne anlama
geldiğini, aralarında ne gibi farklar bulunduğunu ve kimlerin kâfir, kimlerin müşrik, kimlerin münâfık,
kimlerin mürted ve kimlerin zındık durumuna düşerek İslâm'ın
dışında kaldığını ayrı ayrı inceleyelim.
[6]. Kur’ân-ı
Kerîm 4/94
[8]. Bk. Ali
b. Ali b. Muhammed b. Ebi'l-İz Ed-Dımışkıy, El-Akıyda'tu-Tahaviyya şerhi
1/8 Muassasa Ar-Risala, Beyrut-1988 (Birinci basım) ; Hüseyn b.Muhammed Elcisr Et-Trablusi, El-Husûnu’l-Hamidiyya
li'lmuhafaza ale'l- akaidi’l-İslâmiyya-Midyat S.7
Farz-ı kifâye : Bir fıkıh terimidir ; iki türlü olan
farzlardan ikincisidir.
Bilindiği
üzere farz :
a) Farz-ı Ayn,
b) Farz- Kifâye olmak üzere ikiye ayrılır.
Farz-ı
Kifâye, Müslümanların bir
kısmı tarafından yerine getirilmekle diğerlerinin sorumluluktan kurtulduğu
ilâhî emirlerdir. Burada çok önemli olan bir noktayı belirtmekte yarar vardır
:
Müslümanlarda
ümmet olarak yaşama bilincinin sönmeye başladığı yüzyıllar öncesinden bu yana
fıkıh ve İslâm Hukuku konularında eser vermiş olan kişilerin hemen hepsi,
birbirini taklit etmişcesine farz-ı kifâyeye yalnızca cenaze namazını
örnek göstermişlerdir! Halbuki İslâm'da sayılamayacak kadar farz-ı kifâye
vardır. Örneğin: Bir yerleşim merkezinde en az bir kişinin Kur’ân-ı Kerîm'i ezberden bilmesi
farz-ı kifâyedir; Kayıp bir mala rastlayan kimsenin bu malı, ya sahibine veya İslâm
Devleti'nin kolluk kuvvetlerine teslim etmesi farz-ı kifâyedir; Keza İslâm
Devlet statüsüne sahip ülkenin ordusunda (hazar halinde) askerlik yapmak farzı
kifâye (Savaş ve genel seferberlik hallerinde ise farz-ı ayn) dir...
Dolayısıyla
vurgulamak gerekir ki : Farz-ı kifâyeye yalnızca cenâze namazını göstermek
gibi Müslümanların ruhunu söndüren kokuşmuş ruhban zihniyetini aşabilmek için
bütün yaşamı efâl-i mükellefîn kategorilerine göre sınıflandırmaya alışmak
Allah Teâla'ya karşı gafil kalmamanın en büyük şartı ve tek yoludur!
[9]. Kur’ân-ı Kerîm 2/285, 3/179, 4/176
[12]. Allah'ın, kendilerine buyurduğu emirlere
asla karşı gelmeyen ve yüklendikleri görevleri yerine getiren melekler vardır.
(Kur’ân-ı Kerîm 66/6) İşte bu
nedenle şeytanın, vaktiyle bir melek olduğu yolundaki sanı, bir yanılgıdan
ibaret olmalıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm,
İblis'in, (yani şeytan'ın) cinlerden olduğunu açıklamıştır. (Kur’ân-ı Kerîm 18/50) Ayrıca Bk. Meleklere
İmân Bölümü.
[13]. Kur’ân-ı
Kerîm 3/28, 58/22
[15]. Kur’ân-ı Kerîm 6/125
[17]. Örneğin, bu gruba mensup akademisyenlerden
Riyad Üniversitesi Usulu’d-Dîn
Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Nasır
Abdülkerim şunları kaydetmektedir : «Kelâmcı
gruplardan Mu'tezilî'ler, Eş'arîler ve onlara uyanlar tarafından «kelâm» diye
adlandırılan bu ilimle uğraşmak caiz değildir. Çünkü kelâm ilmi, sonradan
ortaya çıkmış bir bid'attir. (... ) , Selef-i Sâlihîn'in içtihadına aykırıdır.»
Mabâhis Fi akıydati Ahli’s-Sunnah. S. 11
[18]. Kur’ân-ı Kerîm 21/30
[21]. «Varlık», «yokluk» ve «şey» kavramları,
birçok kimseyi meşgul ettiği için aşağıdaki özet bilgileri vermekte yarar
vardır.
Varlık kavramı, zorunlu olarak aynı zamanda yoklukla birlikte söz konusu olmaktadır. Çünkü yoklukla karşılaştırılarak ancak anlaşılabilmektedir. Ve çünkü
aklın (Allah'dan başka) var diye kabul edebilir olduğu her şey, bir zamanlar
yokken sonradan var olmuştur.
Dolayısıyla
bu rasyonel karşılaştırmada varlık ve yokluk kavramları, mantık açısından matematiksel bir kesinlikle
birbirine aykırıdırlar.
Kelâm, akâid ve felsefe
ilimlerinin önemli konularından olan «varlık»
kelimesi, Arapça «vücûd» sözcüğünün
karşılığıdır; yokluğun karşılığı
ise, ademiyettir. Keza «var»
kelimesinin Arapça karşılığı «mevcûd», «yok» kelimesinin karşılığı
ise «adem»'dir.
Var olan şey (var
olmadan önceki gerçek veya itibârî) yokluğuna oranla nedensel ve özeldir.
Onun için genelde bütün filozoflar ve İslâm kelâmcıları «var» olana «şey» demişlerdir.
Ancak şüpheci filozoflar bu konuda bocalamış, gülünç çelişkilere düşmüşlerdir.
Esasen
filozofların «şey» kavramına ilişkin
olarak pek belirgin tanımları yoktur. Onlardan esinlenen çağdaş yarı aydınlar
da bu kavramı matematiksel bir mantıkla tanımlamayı becerememiş,
İdealist
filozoflar, «yok»'un karşıtı olarak «var» dedikleri şey, ya maddeden önce
var olan; ya maddeden bağımsız şekilde var olan; ya da bilincin ürünü olarak var olan;
şeklinde üç ayrı tanımla açıklamışlardır.
Şu halde var olan şeyin, tanımı üzerinde felsefecilerin
cumhuru, görüş birliği içinde değildir.
İslâm
kelâmcılarına gelince onlar, «Allah'ın
her şeye gücü yeter.» meâlindeki Bakara
Sûresi'nin 284'üncü âyet-i Kerîmesine dayanarak «varlık», «yokluk» ve «şey» kavramlarına
açıklık getirmişlerdir. Şu varki ehl-i Sünnet kelâmcılarıyla mu'tezilîler
arasında «var», «yok» ve «şey» kavramları
hakkında ciddî görüş farkları olmuştur.
Bu görüşleri
şu şekilde açıklamak mümkündür :
Ehl-i Sünnet,
ancak «var» olana «şey» demişlerdir. Mu'tezilîler ise «yok» olana da «şey» denebileceğini ileri sürmüşlerdir. Mu'tezilîlerin, bu
tezlerinde dayandıkları gerekçe şudur :
Var olan her
şey, Allah tarafından yoktan var edilmiştir. Öyle ise «yok» diye adlandırdığımız, aslında geçici olarak belli boyut ve
şekillerde henüz oluşmamış, gizli ve şekilsiz maddeler olarak kendinde vardır.
Dolayısıyla buna da «şey» demek
lâzım gelir. Bu görüş son derece sakattır. Çünkü sonuç itibariyle maddeyi ezelî
varlık olarak çağrıştırmaktadır.
Ehl- i Sünnet
ise, (Allah'ın iradesine bağlı olarak) «yok»'un
ezelî olduğunu ifade etmişlerdir. Bunun anlamı ise şudur:
Allah
Teâlâ'nın, yaratmasını irâde etmediği «yok»,
esasen ezelde yoktur ve tartışılması saçmadır. Bu nedenle de «yok» şey olarak nitelenemez.
***
Varlığın ve
yokluğun Arapça dile getirilmesinde önemli bir noktayı da bu münasebetle burada
açıklamakta yarar vardır.
Erbabınca
bilindiği üzere, bilim dili olarak kullanılan «gramatikal Arapça»'da, vardır
ve yoktur kipleri, Türkçede olduğu gibi doğrudan, soyut ve kalıpsal
olarak kullanılamaz.
Daha açıkçası
:
Vardır,
tabirine karşılık olmak üzere «mevcûd'un»;
Yoktur tabirine karşılık olmak üzere de «gayr'u mevcûd'in» veya «ma'dûm'un»
denmez.
Bu iki yüklem
çok sınırlı olarak ve ancak belli yerlerde kullanılabilir. Dolayısıyla bu üç tabir
Kur’ân-ı Kerîm'in hiçbir yerinde
geçmez.
Arapçada bir
şeyin var veya yok olduğunu, bu dilin mantığına uygun düşen dolaylı üslûplarla
ancak ifade etmek mümkündür. Kelime-i Tevhîd, buna en ideal örnektir.
[22]. Prof.
Dr.
[24]. «El-Bidâye'tu
Fi Usûli’d-Dîn» adlı eserin yazarı Nuruddîn
es-Sâbûnî bu noktaya pek kısa ve öz bir anlatımla ideal bir açıklama
getirmiştir. Yazar diyor ki :
«Ameller imândan değildir. Çünkü Allah Teâlâ
(meâlen) “İMÂN
EDENLER VE YARARLI İŞLER YAPANLAR“ dediği sözünde «işler»'i (bağlaçla) «imân»'a bağlamıştır. Dolayısıyla (âyet-i kerîmede) bağlayan, bağlanandan ayrı şeydir.»
Evet yazarın
bu çarpıcı örnekte çok isabetli bir tesbiti vardır. Bunu şu şekilde biraz daha
açmak yararlı olur :
Âyet-i
kerîmede görüldüğü üzere «İmân edenler»
sözü ile «Faydalı işler yapanlar»
sözü arasında bir bağlaç bulunaktadır. Bu da imân etmenin ayrı, faydalı işler
yapmanın ise yine ayrı bir şey olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla
aralarında çok sıkı bir bağ bulunsa bile amelin imândan bir parça olamayacağı
âdeta kesinlik kazanmaktadır.
Bk. Nuruddîn
es-Sâbûnî, El-Bidâye'tu Fi Usûli’d-Dîn, (Bölüm :El-Kawl'u Fi
Hakıykati’l-İmân.) İstanbul, Lâleli Kütüphânesi No. 2271;
Ayrıca Bk. Muhammed bin Süleyman el-Halebî,
Nukhbetu’l-Leâli Lişerhi Bedi’l-Emâlî Beyit No.43 S.95. Işık Kitabevi, İst-1979
[25]. Muhammed Emin el-Kurdî el-Erbilî,
Tenviru’l-Kulûb S.83. Mısır-H.1384
[26]. Ali
b. Ali b. Muhammed b. Ebi'l-İz Ed-Dımışkıy, El-Akıydatu’t-Tahaviyya şerhi
1/470 Muassasa Ar-Risala, Beyrut-1988 (Birinci basım)
[27]. Bkz. : İbn. Teymiyye Ahmed Bin
Abdilhalim, Kitabu’l-İmân
S.195, Daru’l-Kutub El-İlmiyye, Beyrut-1983 (Birinci basım); Nâsır
Abdulkerim, Akıyda'tu
Ahli’s-Sunna v'al-Jamaa S.41 Daru’l-Vatan li’n-Naşr, Riyad-H.1412; Muhammed
Abdülhadi El-mısrî,
Akıyda'tu Ahli’s-Sunna v'al-Jamaa S.91 Dâr'u Tıyba li’n-Naşr, Riyad-M.1988.
[28]. Kur’ân-ı
Kerîm 2/85, 2/174, 15/90,91
[29]. Bk. Dinsizlik