İMÂN KAVRAMI:

 

Sözlük Anlamı:

 

Yukarıda «Din, imân, İslâm, amel ve ahlâk kavramları arasındaki ilişki» başlığı altında kısaca tınamlanan İmân, basit anlamda inanmak demektir. İnanmak çok karmaşık içsel bir olaydır. Bu nedenle inanmayı so­mut bo­yutlar içinde tanımlamak güçtür.

 

İnsanın herhangi bir konuda olumlu ya da olumsuz bir hükme va­ra­bilmesi onun, ya duyularına dayanarak, veya bazı verilerden hareket ede­rek ikna olmasıyla ancak kesinlik kazanır[1] ki bu olay tamamen insanın iç dünyasında gerçekleşen kişisel bir onaylamadır. Hiçbir kuş­kuya mahal kalmayacak şekilde insanın, matematiksel bir kesinlikle hükme varması ise -konuşarak ya da işaretle bu gerçeği dışa vurma­dığı sürece olay - tama­men vicdan ve zihin arasında gizli kalır ki böyle bir hüküm, ait olduğu vicdanın dışında başka bir insanın kesin yargı­sına konu olamaz.

 

Burada, üzerinde durulması gereken bir nüans vardır. O da «inanmak» ile «imân etmek» arasındaki inceliktir. Bu İncîliği çok iyi kavrayabilmek için özellikle  «imân» kelimesi üzerinde biraz durmak gerekir.

 

 İmân sözcüğü ve türevleri, Kur’ân-ı Kerîm'de yüzlerce kez geçmektedir. Tabiatıyla bu kelime Arapçadır ve İslâm'dan önce de Araplar tarafından kul­lanılmıştır. Ancak başka dillerde bu kelimeyi tam olarak karşılayabilecek bir sözcük bulunmamaktadır. Onun için Türkçeye «inanmak» diye tercüme edilmişse de bunun, «imân» kelimesindeki inceliği yansıtamayacığını hatır­latmakta yarar vardır. 

 

 İmân, Arapçada sözlük anlam olarak: Saygın bir şeyin varlığına, (onu akılla ve duyularla kavramadan)  inanabilmektir.

 

Gerek tefsir âlimleri, gerekse dil uzmanları tarafından bu kelime hak­kında şimdiye kadar yapılmış olan açıklamalar, insanın dikkatini önemli bir nokta üzerinde yoğunlaştırmaktadır. O da insanın, gerçek olan bir şeyi, somut biçimde ve fizik boyutlarda kavramadan onun var olduğunu kesin biçimde ve heybetlenerek kabullenmesidir; Daha doğrusu kabullenebilme­sidir.

 

Şu halde imân etmek: Allah'ın rast getirmesiyle İnsanın, içsel bir inanma, ve kabullenme yetenegi sayesinde madde ötesi gerçeklerin varlı­ğını - tanıma sığmaz duyumlarla - algılayabilmesidir. Evet işte imân bu ka­dar karmaşık bir olaydır. Onun içindir ki bazen eğitimsiz bir insan, imân edebilirken, entellektüel bir kişi bu içsel yeteneği gösterememektedir.

 

Bu değerlendirmeden şu üç noktayı saptayabiliyoruz:

 

1- İmân (sözlük anlamıyla): İnsanın, kutsal ve saygın bir şeye, iç dünya­sında kuş­kuya yer kalmayacak kesinlikte ve heybet duyarak inanması de­mektir.

 

2- İmân dışa vurulmadığı sürece (Allah'dan başka) hiçbir kimse ta­ra­fından bilinemez.

 

3- Bu nedenle imân, gizli kaldığı sürece, ait olduğu vicdanın dışında hiçbir kimse tarafından olumlu ya da olumsuz değerlendirilemez. Yanî sorgu­lanamaz, mahkûm edilemez, herhangi bir hükme bağlanamaz.

 

Bu üç tesbitten izafi olarak birtakım zorunlu sonuçlar ortaya çık­mak­ta­dır ki bunlar inanma olayının çok yönlü olduğunu göstermekte­dir. Dolayısıyla insan topluluklarının yaşam disiplininde temel bir mü­eyyide olan Allah'a imânın, özellikle bu açıdan taşıdığı önem üzerinde durul­maya değer.

 

Sosyal Ve Toplumsal Faktör Olarak İmân:

 

Bilindiği üzere insanın, «konuşan hayvan», «düşünen hayvan» ve «gülen hayvan» gibi ilim dilinde çeşitli tanımı yapılmıştır. Ancak bun­lar­dan pek de önemsiz olmayan bir diğer tanımını da şöyle yapmak müm­kün­dür: İnsan, inanan hayvandır. Çünkü inanmak basit içgüdü­sel bir olay de­ğil, bilakis psiko-entellektüel bir gerçektir; Zihinsel bir muhake­menin kesin sonucudur. Nitekim bu nedenledir ki «taklidi imân» ın bir değeri yoktur. Çünkü taklîdi imânda muhakeme ve değer­lendirme yok­tur.

 

Kişinin kendi vicdanında yaşayarak irâdesiyle ve belki birçok iç he­sap­laşmalardan sonra vardığı inanç denilen olay, konusuna göre önem taşır. Hele kişi, bu inancı başkalarıyla paylaşmak durumunda ise kuş­kusuz olay artık kişisel olmaktan çıkar. «Din kardeşliği» ya da «İmân kardeşliği» kurumu, işte bu olguyla varlık göstermiştir. İnsanlığın hayat seyri içinde da­ima büyük önem taşımış olan Allah Teâlâ’ya ve kutsal değere imân ko­nusu hiçbir za­man kişisel boyutta kısıtlı ve gizli kalmamış, bilakis sos­yal ve toplumsal gerçek­lerin en önemli dinamiklerinden biri olarak her çağda ön plana çıkmıştır.

 

Şunu unutmamak gerekir ki hemen bütün uyuşmazlıkların temel ne­deni felsefî ve imânîdir. Bunun istisnaları çok azdır. Görünürde sırf maddi çıkar kavgasından başka bir şey olmayan pek çok uyuşmazlıkla­rın arka pla­nında, (genellikle tarafların, birbirlerine karşı iç dünyala­rında) gizli bir ça­tışma vardır. Keza birlik, beraberlik ve uyum içinde olanların da genellikle ortak kutsal değerlere sahip bulundukları bir gerçektir.

 

Tarih boyunca devletler, milletler, kabileler, aşiretler, bloklar, si­yasi par­tiler, dernekler ve kuruluşlar arasında ortaya çıkmış, pürüzlerin, patlak ver­miş savaş­ların birçoğu, temelde karşıt tarafların vicdânî yargıları ara­sındaki aykırı­lıklardan kaynaklanmış, ancak strateji gereği, görünürde siyasi birta­kım çıkarlara, ekonomik ve sosyal nedenlere dayandırılmış, ya da öyle gös­te­rilmek isten­miştir; tıpkı günümüzde bütün şiddetiyle sürmekte olan «medeniyet savaşları»nın bu şekilde yorumlanıyor olması gibi...

 

Örneğin yakın geçmişte insanlık dünyasının yaşadığı, (komünist blokla kapitalist blok arasındaki) çatış­maların temel nedeni yine bu idi. Siyasi ve ekonomik olarak gösterilen nedenler ikinci derecedeki dış fak­tör­lerden başka bir şey değildi. Kapitalist dünyanın temsilcileri, metafi­zik ger­çeklere yer veren ortak bir inanışa sahip idiler; Buna karşın ko­münist blokun tem­silcileri, ma­teryalist bir vicdanın itici faktörü ile ha­reket edi­yorlardı. Dolayısıyla bu iki blok arasındaki farklı dünya görüşü işte bu vic­danî çatış­manın yal­nızca dışa yansıyan ikinci derecedeki gö­rüntüsü idi. Bu sebepledir ki din ve mezhep savaşları, yalnızca ortaçağ Hıristiyanlık dün­yasında ce­re­yan eden kanlı olaylarla sınırlı kalmamış­tır. Bilakis günümü­zün demokra­tik ve özgürlükçü (!) milletleri ara­sında patlak veren savaşla­rın hemen hepsinin de ana sebebi, tarafların farklı dinlere, farklı mez­hep ve inanışlara bağlı olmasından ileri gel­mektedir. Türkiye ile Avrupa Birliği arasında yaşanan sıkıntılar gibi…

 

Bu konuda uzak ilgilere tutunmaya ve dışarıdan örnekler vermeye de aslında pek gerek yoktur. Çünkü Türkiye’de yaklaşık iki asırdır İslâm’a açıkça diş bileyen bir kesimin bağlı olduğu din ve kültüre bakarsanız, bu sorunun yine kamplar arası inanç farklarından kaynaklandığını hemen görürsünüz. Evet ikiyüz yıldır bu topraklar üzerinde çekişen taraflardan biri, vaktiyle İttihad ve Terakki Partisi idi. Osmanlı Devletinin zayıfladığı ve artık yıkılmak üzere olduğu günlerde ancak örgütlenmeyi başarabilen bu partinin hemen bütün üyeleri, Yahudi ailelerin soyundan geliyorlardı. En az ikiyüz yıl önceden adlarını ve sözde dinlerini değiştirerek müslüman toplumun içine sızabilmiş olan Balkan yahudileri, bu derece sinsi bir yolla ve gerçek kimliklerini bu kadar uzun bir zaman boyunca gizleyebilecek bir azim ve irade ile nihayet emellerini gerçekleştirdiler. Hem İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla işbirliği yaparak bir Ümmet devletini ve cihan imparatorluğunu yıkmayı, hem onun enkazı üzerinde kurulan en stratejik devletin yönetimini ele geçirmeyi, hem de bu dev enkazın üzerinde kurulan bütün devletçiklerin arasını açarak onları birbirine düşman yapmayı başarabildiler! İşte bu olay, hemen her gün tartışılan siyasi birçok nedenin ötesinde ve gerçek anlamda din ve inanç farklarının, coğrafyamızda ortaya çıkmış çarpıcı bir sonucudur.

 

Aynı şekilde 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika’da meydana gelen kamikaze olayına ve ondan sonraki gelişmelere kaynaklık eden nedenler –zorlanarak inkâr edilse bile- temelde din ve inanç farklarından kaynaklanmıştır. Afganistan ve Irak’ın Amerika Birleşik Devletleri tarafından uğradığı kanlı işgal olayları, tam anlamıyla medeniyetler savaşının çarpıcı birer örneğidir. Bunun bir haçlı savaşı olduğu bizzat devrin ABD Başkanı George W. Bush tarafından bir kez de olsa telaffuz edilmiştir. 

 

Kur’ân-ı Kerîm de bu noktayı çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Müşriklerin, (akrabaları bile olsa) mü’minlerle yaptıkları sözleşmelere hiçbir zaman bağlı kalmayacaklarını, yani fırsat buldukça Müslüman­ları ar­ka­dan vurabileceklerini ifade etmekte[2] , buna karşın mü’min­le­rin, (yabancı bile olsalar) birbirlerinin dostu ve can yoldaşı olduklarını açıkça kaydetmek­tedir.[3] 

 

Bu da demektir ki inanç farkı, kan bağına ya da birçok ortak değer­lere rağmen, bireyler ve toplumlar arasında nasıl ki büyük uçurumla­rın mey­dana gelmesine neden oluyorsa, inanç birliği de tam tersine de­ğişik köken­lerden gelen fertleri, millet ve toplulukları birbiriyle kaynaştırabilmek­te­dir. Bunu gerçek anlamda sağlayan İslâm, bütün mü’minleri kardeş ilan et­miştir.[4] Dolayısıyla imânın toplumsal fonk­siyonu İslâm'da çok büyük­tür. Özellikle kardeşlik ruhunun ve toplum disiplinin sağlanmasında çok etki­lidir.

 

Sonuç olarak şuna inanmak gerekir ki insanlar var oldukları sürece inanç, onları her zaman meşgul edecek, birlik ve beraberliğin teme­linde ol­duğu kadar savaşların, anlaşmazlıkların ve sosyal patlamaların da arka pla­nında etkisini daima sürdürecektir. Unutulmamalıdır ki in­sanları din­sizlik şemsiyesi altında toplamayı hedefleyen hümanizm gibi düşünce akımları­nın da felsefe ve doktrinlerinin temelinde (farklı inanışlara karşı inançsız­lığı savunmak)  gibi ortak bir ilke bulunsa bile, sonuç itibariyle konu yine vicdânî ve imânîdir.

 

 

İmân Sözcüğünün Terimsel Anlamı ve İmân-Vicdan Sorunu

 

«İmân» Kur'ânî bir kavramdır ve: Kur’ân-ı Kerîm'in sunduğu gerçek­lerin tümüne -bir bütün olarak, evrensel boyutta - inanma olayının adıdır.

 

Bu vicdani olay, hiçbir dinde İslâm literatüründeki kadar mü­kemmel ve açık olarak tanımlanamamıştır. Budizm, şintoizm ve maniheizm gibi putpe­rest dinler şöyle dursun, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi mu­harref-kitabî dinlerde bile imânın derli toplu birer tanımı yoktur. Yani bu dinlerin her birine göre inancın nasıl olması gerektiği, kesin ifade­lerle tanımlanama­mıştır. Halbuki İslâm'da başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere bütün akâid kitapları imân kav­ramını pek esaslı ifadelerle tanım­lamışlardır. Bütün bu tanımların özü ise şudur:

 

«İmân: Kalb ile tasdik, dil ile ikrardır.» Bunun kısa anlamı ise, Başta Allah Teâlâ'nın varlığına ve birliğine, sonra da O'nun, elçisi Hz. Muhammed Mustafa (sav)'ya vahyederek bildirdiklerinin tümüne bir­den içtenlikle inanmak ve bu inancı dille açıklamaktır. Böyle inanan kimseye «mü’min» denir.

 

Aslında bir kimsenin, yukarıda ifade edilen gerçeklere, sadece içten­likle inanması o kişide imânın oluşması (yani mü’min olabilmesi)  için sırf Allah ile ilişkisi bakımından yeterlidir. Çünkü temelde imân içsel bir olaydır. Ancak inanan kişinin bu inancı başkalarıyla paylaşması gibi sosyal bir vakıa vardır. İnanç birliği denilen bu gerçek, sosyal ve top­lumsal ya­şamda daima bir ölçü olarak kabul edilmiştir. Bugün laik dev­letlerde bile vatandaşların kimlik kartlarında din hanesi bulunmakta­dır ki bunun amacı, kişinin hangi imân grubuna bağlı olduğunu sap­tamaktan başka bir şey değildir. Buna rağmen içtenlikle inanmayan, ya da inanılması gereken gerçeklerin tümüne birden değil de bir kısmına inanan kimseler de çoğu­ kez inanmış gibi gözükebilmektedirler. Özellikle Müslüman toplumlar içinde Kur'ân'ın ölçüleri çerçevesinde inanmış gibi gözüken insanların sayısı bugün gerçek anlamda imân etmiş olanların sayısından kat kat faz­ladır. Dolayısıyla imân sözcüğü­nün terimsel anlamını belirlemede öteden beri kullanılagelen «dil ile ikrar» unsuru, daima spekülatif amaçlara konu olabilir. Bu nedenledir ki yalnızca dil ile ikrar da ikinci şahısların kesin bir yargıya sahip ola­bilmeleri için yeterli değildir. Bunun yanında kişinin, başkaları karşı­sında imânını birçeşit deklare etmesi zorunluğu vardır.[5] ki bu da (sürekli bir şekilde) İslâm'ın kaçınılmaz emirlerini yerine getir­mek ve yasaklarından sakın­makla ancak ortaya konabilir. Bunu bir yaşam bi­çimi olarak sürdürenler el­betteki vicdanlarındaki içtenliği kanıtlamış olurlar. Buna karşın kaçamaklar arasında bocalayanlar da ruhlarına yer­leşmiş olan hastalığı her zaman giz­leme imkânını bulamazlar!

 

Her şeye rağmen İslâm'a göre kişi, ancak dış görünüşü ile, yani söz ve eylemleriyle yargılanabileceği için imân konusunda esas olan, vic­danın araştırılmamasıdır.[6] Bu nedenledir ki: «vicdan teharri edilmez» hükmü, İslâm’da bir kanun maddesidir. Bunun ise günümüz Türkçesiyle anlamı şudur: vicdanlarda gizli bulunan inanış ve düşünceleri araştırmaya hiç kimsenin yetkisi yoktur.

 

 

İmânın Niceliği

 

Kur’ân-ı Kerîm'de insanlığa sunulmuş çeşitli bilgiler vardır. Bunların arasında bazıları özet ve globaldir. Melekler, peygamberler ve ilâhî kitaplar gibi... Bunların her birini bizzat adıyla ayrı ayrı tanımak mümkün değildir. Çünkü böyle ayrıntılı olarak bildirilmemişlerdir.[7] Dolayısıyla bunların varlığına toplu olarak inanmak gerekir ki buna «icmâlî imân» denilmiş­tir.

 

Kuşkusuz insanlar eğitim ve kültür bakımından farklı düzeylere sa­hip­tirler. Bazı kimseler kâinâta, eşya ve olaylara çok yönlü açılardan baka­bildik­leri ve olup biten esrarengiz hadiselerin sebep ve sonuçları üzerinde derin derin düşünebildikleri halde birçok kimseler, gözlerinin önündeki şey­lerin; hemen hergün karşılaştıkları tekdüze hayat mesele­lerinin üzerinde bile bi­razcık muhakeme yapamayacak kadar basit kafa yapısına sahiptirler. Çeşitli psikolojik durumlarını ve yetişme tarzla­rından ileri gelen değer yargılarını da hesaba katarsak anlayış, duygu ve idrak bakımından insanla­rın ne kadar farklı düşünce yapılarına sahip oldukları tahmin edilebilir. Bu çeşitliliğe rağmen insan, kendisini yara­tan gücü keşfedebilecek mini­mum bir kavrayış potansiyeline sahiptir. İşte bu nedenledir ki her akıllı ve ergin kişi Kur'ân'ın mesajını aldık­tan sonra en az, Allah'dan başka bir yaratıcı bu­lunmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah tarafından insanlığa gönderilmiş en son elçi olduğuna inanmak zo­rundadır. Bazı akademis­yenler, bu kadar­lık kısa bir inanma şekline de yine «icmâlî imân», yani özet ve toplu imân adını vermişlerdir.

 

Takdir edilmelidir ki İslâm Dini ile yeni şereflenecek her insana, ilk önce sadece bu düzeyde bir imân aşılanır. Ayrıntılı bilgiler ise ona daha sonra hazmettirilerek tedricen verilir.

 

Bundan da anlaşılacağı üzere imânın nicelik açısından, insandan in­sana değişebileceği, açık bir gerçektir. Kimi insan inanmak duru­munda olduğu birçok şeyleri ayrıntılarıyla öğrenebilecek imkânlara sa­hipken, ki­misi de bu bilgilerden yalnızca bir kısmını öğrenebilecek du­rumda olabilir. Binaenaleyh kısaca Allah Teâlâ'ya, Hz. Peygamber (sav)'e ve Kur’ân-ı Kerîm'e -bir bütün olarak - inanmaya «icmâlî imân» denmiştir ki bu, özet ve toplu bir inanış anlamına gelmektedir.

 

Kur’ân-ı Kerîm'de, global bilgilerin yanında belirgin olanlar da vardır. Örneğin Allah Teâlâ'nın, bizzat kendi yüce sıfatları hakkında bildirdikleri, ayrıca birçok peygamberin ve bazı meleklerin adları, emir ve yasaklar bu bil­gilerdendir. İşte bunlara inanmaya da akâidin akade­mik dilinde «tafsilî imân» denmiştir.

 

Tafsilî imân da üç derece olarak düşünülmüştür .

 

Birinci Derecesi: İnsanın,

 

a)     Allah Teâlâ'ya,

b)     Hz. Muhammed'in, Allah'ın elçisi olduğuna,

c)      Öldükten sonra tekrar dirileceğine inanmasıdır.

 

İkinci Derecesi:

 

a)     AllahTeâlâ’ya,

b)     Meleklerine,

c)      Kitaplarına,

d)     Gönderdiği bütün elçilerine,

e)     Ahiret Gününe,

f)        Hayrın da, şerrin de Allah Teâlâ’nın yaratmasıyla meydana geldiğine inanmaktır.

 

Üçüncü Derecesi ise: Kitap ve sünnetle kanıtlanmış gerçeklerin her bi­rini ayrı ayrı bilmek ve onların hepsine birden inanmaktır. Bu dü­zey­deki bilgi «farz-ı kifâyedir. »[8] Şu varki gerek birinci, gerekse ikinci dere­cede tafsilî bir imâna sahip bulunanların, üçüncü derecede tafsilî imân kapsa­mına giren diğer bütün gerçeklerden hiçbir tanesini yalan ve asılsız kabul etme­miş olmaları şarttır. Aksi halde mü’min sayı­lamaz­lar.

 

İmânın gerek icmâlî ve tafsilî olarak, gruplandırılması, gerekse tafsilî imânın üç mertebede derecelendirilmesi imân kavramının özüyle ilişkili bir konu değildir. Belki akâid âlimlerinin öngördüğü bir açık­lama meto­du­dur. Asıl olan, kişinin, inanılması gereken bütün Kur'ânî gerçekleri benim­semesidir. Ancak bu mesele, sanıldığı kadar herkes için kolay değil­dir. Takdir edilmelidir ki gerek Kur’ân-ı Kerîm'in, ge­rekse Hz. Peygamber (sav)'in tüm yaşamıyla ortaya koyduğu İslâmî uy­gulamayı olduğu gibi öğ­renmek ve kabullenmek her şeyden önce bir zaman ve eğitim meselesidir. Dolayısıyla İslâm’â yeni girmiş bir kimse şöyle dursun, İslâmca yaşanan bir ortamda gözlerini dünyaya açan insan bile mükem­mel bir aile içi eğitimiyle destekli özel akademik bir öğrenim sayesinde ve uzun bir zaman zarfında ancak bu konudaki azamî bilgileri elde edebil­mektedir. Bu nedenle inanılması gereken gerçeklerin tümünü birden hemen öğren­mek ve bunları haz­metmek kolay değildir. Çözüm olarak başvurulacak yöntem, önem sı­rasına göre imânî gerçekleri öğrenmeye ça­lışmak, ve git­tikçe ilerleyen bir tempo ile bu bilgileri ve oluşmaya başlayan imânı takviye etmektir.

 

İşte yukarıdaki gruplandırma, kısaca bunu anlatmaktadır. bu ise esasen İslâm'da mükemmel bir eğitim stratejisinin varlığını kanıtla­maktadır ki bu suretle kişinin, öğrenme düzeyine ve kavrayış gücüne paralel olarak hem inanma duygusu zaman içinde güçlenecek, hem de yüreğinde oluşan imânın kapsamı nicelik bakımından gittikçe gelişe­cektir.

 

Akademisyenler, imânı ayrıca: Taklîdî, tahkıykî, makbul, merdûd, mâsum, matbu ve mevkuf olarak da kısımlara ayırmışlardır.

 

Taklîdî İmân:  Kişinin hiçbir kanıt aramadan, araştırıp inceleme­den, anne ve babasından, çevresinden, duyup öğrendikleriyle yetinerek, temel Kur'ânî gerçeklere inanmasıdır.

 

Çok rastgele ve safça bir inanış şekli olan taklîdî imânda kişinin ya­ratı­cıyı, eserlerini ve mesajlarını hiç derinden düşünmemesi bir umur­samaz­lıktır. Bundan dolayı her an imânî bir tehlike ile karşılaşabilir. Özellikle İslâm'a karşı her çağda düzenlenen komploların daha çok vicdana yönelik olduğu dikkate alınacak olursa taklidî imânla yetin­menin gerek kişiyi, ge­rekse toplumu hedef alan Yahova şahitliği, Darwinizm, pozitivizm, hü­ma­nizm, laisizm ve Türkiye’de Millî Türk Dini olarak yerleştirmek istenen modern putçuluk gibi yıkıcı akımların ne kadar kolay so­nuç almasına yarayacağını tahmin etmek güç değildir.

 

Bu nedenle meseleye toplumsal açıdan da bakmak gerekir. Kuşkusuz başta anne ve babalar olmak üzere imânlı yöneticilere, eği­timcilere ve âlim­lere bu konuda büyük görevler düşmektedir.

 

Tahkıykî İmân: Taklîdî imânın aksine, diyalektik boyutlarda değil, fa­kat eşya ve olaylara bakarak bunların dayandıkları sebep ve hikmetler üze­rinde az çok düşünerek Kur'ânî gerçeklere, basiret ve bilinçle inanmaktır.

 

Makbûl İmân: Allah Teâlâ'nın kabul buyurduğu, onayladığı şaibe­siz imândır. Makbul imân, kuşkusuz Allah Teâlâ’nın istediği şekilde ve be­lirle­diği gerçeklere inanmakla oluşur.[9]

 

Kur’ân-ı Kerîm'e bir bütün olarak içtenlikle inanan her insanın imânı bu gruba girer.

 

Merdûd (reddedilmiş)  İmân ise, makbul imânın tersidir. Kişi bütün iç­tenliğiyle yaratıcıya inansa bile O'nun, bu inancını AllahTeâlâ’nın iste­mediği çizgide ve belirlemediği şeylere ilişkin olarak biçimlendirmesi­dir.

 

İslâm'ın getirdiği imân kurumu dışında herhangi bir imân şeklini se­çenlerin imânları da bu gruba girer. [10] 

 

Masum (korunmuş) İmân: Peygamberlerin imânıdır. onlar, Allah Teâlâ'nın seçtiği yüce elçilerdir. Müstesna ve kutlu görevleri elbetteki on­ları, sıradan hiçbir insanın erişemeyeceği çarpıcı gerçeklerle yüzyüze geti­rir.[11] İşte bu nedenle peygamberler, sarsılmaz ve güçlü bir imâna sahiptir­ler. Nitekim üstlendikleri «tevhid» davası uğrunda akıllara durgunluk veren bir cesaret, ısrar ve dayanma gücü gösterirler.

 

Matbu İmân'a gelince, bu da meleklerdeki «inanma karakteri» dir. Onlardaki imân, sonradan kazanılmış bir inanma değil, bilakis varlık­la­rıyla birlikte var olan ve onlardan silinmeyen doğal bir yapıdır. Zâten me­lekler âdetâ otomatik bir işleve sahiptirler.[12] 

 

Mevkuf İmân ise, tartışmaya kapalı olan inançtır. Gerek mü’min­lerle temas halinde olmayan insanların Allah Teâlâ’ya karşı vicdanların­daki meç­hul tasavvurlar, gerekse İslâm'dan önceki cahiliyet ya da fetret dönemle­rinde yaşayıp neye, nasıl inandıkları bilinmeyen çok eski ka­vimlerin ina­nış­ları bu gruba girer.

 

Bilinmeyen bir şeyi tartışma konusu yapmak veya hakkında bir hü­küm vermek doğru değildir. kaldıki çok kere olumsuz sonuçlara bile ne­den ola­bilmektedir.

 

Bilindiği üzere birçok insanların ve toplulukların tarihe bakış açı­ları duygusaldır. Tarihi, bir ders ve ibret levhası olarak tarafsız ve man­tıkla de­ğerlendirmek yerine, ona kutsal bir kimlik verirler. Bu eğilim eskiden ecdat ruhlarına tapmanın bir devamı olsa gerektir. Şovenist dünya görüş­lerinin eksenini oluşturan bu sapkın düşünceye kapılmış insanlar atalarını (doğru ya da yanlış yolda olduklarına bakmadan) kut­sarlar. İşte bu insan­ları eğitme­den ıslah etmeden -taraf olmanın - İslâm'daki ölçülerini öğretip kendilerine hazmettirmeden, İslâm öncesi tarihi kalıntılar hakkında on­larla düşünce alışverişinde bulunmak za­rarlıdır. Taraf olmanın ölçüleri Kur’ân-ı Kerîm'de açıkça belirtilmiştir: «Mü’minler, inananları bırakıp kâfirleri dost edinmesin. Kim böyle ya­parsa Allah ile dostluğu kalmaz !»[13] 

 

Esasen geçmiş kavimlerin meçhul inanışları hakkında bir tez ileri sür­memek gerekir. «Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak göz ve gönül ondan sorumludur. »[14] 

 

İmân ve Gayb, İnanabilme Yeteneği

 

Bütün gerçekler insanlar tarafından aynı derecede ve kolaylıkla al­gıla­namazlar. Bazı gerçekler vardır ki bunları fizik boyutlarda duyum­samak ve kavramak mümkündür. Ancak ruh, melek, cin ve şeytan gibi bazıları ise tama­men metafiziktirler. Meleklerin ve cinlerin zaman zaman fizik boyut­larda şekillere girdikleri söylenmekte ise de esasen bu varlıklar «gayr-ı kâbil-i idrak»'tırlar. Bu bakımdan duyu organlarıyla onları kav­ramak imkân­sız­dır. Fakat var oldukları güçlü kanıtlara dayanmaktadır. Bunların başında, vahiyler ve peygamberlerin yaşadığı olaylar gelmektedir.

 

Ölümden sonra başlayacak olan âhiret hayatı da gerçeklerle doludur. Çünkü insan, neden var olduğu, ne yapması gerektiği (yani bu dünyada hangi temel gö­revlerle yükümlü bulunduğu) ve nereye gideceği konu­la­rında esasen da­ima dü­şünmek durumundadır ki dikkat edilirse bu sorular, akılla kavranamayan çeşitli gerçekleri çağrıştırmaktadır. İşte insan bu ger­çekleri aramak ve onlara inanmak zorundadır.

 

Nitekim her zaman açıkça söy­lemese bile insanın iç dünyası bu düşünce ile sık sık meşguldür. İmân ve teslimiyetle ikna ol­muş bulunan insanların elbetteki içleri rahattır. İkna olamayanlar ise içle­rindeki kuşkula­rın etkisi al­tında her dakika ölüme yaklaşmanın âdetâ pa­niğini yaşarlar. Çünkü ölmek, onlar için artık tamamen yok olup gitmek demektir. Bu ka­naatteki insanla­rın ıstırabını anlamak hiç de zor değildir. Henüz sağken fe­lekten bir gece daha çalmanın, ölümü hatırlamamak için gaflet ve eğlence ile birkaç saat daha geçirmenin daima telâşı içindedirler. İşte bu psikoz bile başlı­başına, -bazı insanların, bir türlü inanma yeteneğine sahip bulunama­dığı- birtakım gerçeklerin daha var olduğunu açıkça haber vermektedir. «Her şey zıddıyla bilinir. »

 

«Gayb», bilinmeyen demektir. Bilinmeyen şeyler ise yok demek de­ğil­dir. İnsanın duyularıyla asla kavrayamayacağı metafizik varlıklar şöyle dursun, son derece dakik oldukları için modern cihazlarla dahi hissedile­meyecek kadar küçük cisimciklerin ya da titreşimlerden ibaret olan fizik olayların varlığına bir türlü inanamayan insanlar vardır. Daha çok eğitim­sizlik yü­zünden görülen bu türlü red ve inkârın ya­nında, pozitivist or­tamda eğitim görmüş insanların da metafizik var­lıklara pek inanamadık­ları ayrı bir ger­çektir. Kendilerine mesaj veril­dikten sonra da bir türlü ikna olamayan in­sanlar özellikle son örnek­teki tiplerdir. Çünkü görmüş olduk­ları eğitimin, onların doğal yapısı üzerinde bir etkisi olamaz. (yani sayı olarak son derece az olan) bu tip­ler, esasen gerçeklere inanabilme yetene­ğinden doğal olarak yoksun­durlar. Bu yoksunluk ise Kur’ân-ı Kerîm'in ifadesiyle onların üze­rine indirilmiş bir pisliktir.[15] 

 

«Gayb», evrensel bir sınavın konusudur. Bu sınav ise bütün varlık­lar arasında yalnızca insan için öngörülmüştür. İnsanoğlunun bütün ya­şamı aslında sınavdan ibarettir. Bu imtihanın temel amacı olan gayba inanmak ise insanın, Allah (cc) karşısındaki sağlam tutumunu kanıtlar ki işte ger­çek imân budur.

 

Kur’ân-ı Kerîm'de âdetâ bu sırrı haber veren bir şifre vardır. Bakara Sûresi'nin birinci âyetinde ne anlama geldikleri Allah (cc) ve Rasulü'nden başka kimsenin bilmediği «Elif, lâm, mîm» sembolleri ve peşinden gelen ikinci ve üçüncü âyetler imân-gayb ilişkisini özetleyen en ideal bir açıkla­madır. Bu âyetlerde şöyle denilmektedir:

 

«Elif, Lâm, mîm, Bu Kitap var ya , O'nun gerçekliğinde hiç kuşku yok­tur. Muttakıylar (titiz mü’minler) için bir rehberdir. O muttakıylar ki gayba inanır, namazlarını kılar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan baş­kalarına da dağıtırlar. »

 

İmân-Gayb ilişkisinde ince bir nokta daha vardır ki o da inanmanın, her zaman akılcı ve deneysel bilgilere bağlı olmadığıdır. Yani insan, her zaman duyularla ve doğrudan ulaşabilecek bil­gi­lere dayanarak ancak bir şeye inanmak durumunda değildir. Çünkü özel­likle in­san, metafizik gerçekleri, sınırlı duyularıyla zâten kavraya­maz. İnsana uygu­lanan ezelî sınavın es­prisi de işte burada gizlidir.

 

Peki insan, bir türlü içyüzünü bilemediği, kavrayamadığı ve hak­kında kesin bilgilere sahip olamadığı şeylere neden inanmak zorunda kalsın? Aslında gaybî gerçeklere inanma zorunluğunun bütün sırları işte bu so­ru­nun cevabında yatmaktadır.

 

Her şeyden önce insan, kâinât olarak bildiğimiz şu uçsuz bucaksız âlem­lerin içinde çok minik bir yaratıktır. Akıl, zekâ ve bilinçle dona­tılmış tek ya­ratık olarak insan, yaradılış gayesi itibariyle pek büyük bir önem ta­şımakla beraber gücü, enerjisi, aklı, zekâsı duyumları ve algı­lama imkân­ları sınırlı­dır. Dolayısıyla onun, kapasitesini aşan limitler ötesindeki var­lıkları algı­lama imkânı yoktur. İnsan, yapısındaki hırs ve merakın itişiyle bu sınırları aşmaya kalkışsa bile bunu asla beceremeye­cektir. İnsanın şim­diye kadar araç kullanarak ulaşabildiği en inanılmaz bilgiler onun, aslında hayat kanunları sayesinde elde edebileceği bil­gilerden başka bir şey de­ğildir. İnsan eğer dün öğrenemediği birtakım şeylere bugün teknoloji de­nilen araçlarla ulaşa­bilmiş ise bu, esasen ha­yat kanunları bakımından mümkün olduğu içindir ki bu yasalar, varlıklararası ilişkilerin disiplinini sağlamak üzere Allah tara­fından konmuştur. İnsanın bizzat fizik yapısı da bu yasala­rın sınırları içinde var olmuştur ve bu sınırlar içinde yaşar. Ancak madde ötesinde başka ger­çeklerin de bulunmadığını kanıtlayamaz. Hatta -bu ilgiyle - sözko­nusu ger­çeklere inanmayı aklın zorunlu görev­lerinden say­mak durumundadır. Aksi halde bir mantık kaosundan kurtulamaz ve do­laylı olarak ken­dini inkâr etmiş olur!

 

Öyle ise insanoğlu, hiçbir zaman ulaşma imkânına sahip olamaya­cağı birçok gerçekleri inkâr etmekten dolayı sorumludur. Özellikle Allah Teâlâ'nın Yüce Kitabında haber verdiği gaybî gerçeklere inanmak zorun­da­dır.

 

Buna, Kaderiye Fırkası itiraz etmiştir. Kaderîler: «İmân bilgiden iba­ret­tir.» diyerek hataya düşmüşlerdir.[16] Onlara göre kişi ancak kav­rayabil­di­ğine inanmak zorundadır. Halbuki insanın, başta Allah Teâlâ'nın Zât-ı İlâhîyesi olmak üzere, ruh, melek, cin ve şeytan gibi bir­çok metafizik ger­çek­leri kavrayabilme gücü yoktur. Bunlar bir yana, Kıyamet günü, cennet ve cehennem gibi tamamen uzak gelecekte gö­rüp yaşayacağımız olayları ve gerçekleri şimdiden son derece sınırlı al­gılama gücümüzle kavrayabil­me­miz, hatta anlayabilmemiz bile müm­kün değildir.

 

Dolayısıyla Allah Teâlâ'nın haber verdiği gaybî gerçeklere teslimi­yetle inanmak, imânın nirengi noktasını oluşturur.

 

İmân ve Diyalektik

 

«Diyalektik» sözcüğünün aslı yunancadır. Bu kelime ilk defa Yunan fi­lozofları tarafından terimsel anlamda kullanılmıştır.  Sokrat'dan Eflatun ve Aristo'ya, Cürcanî'den Hegel'e birçok filozof ve âlimler, diyalektiği çe­şitli ifadelerle tanımlamışlardır. Bütün bu tanım­lardan bir özet çıkarmak gere­kirse, tezlerin savunulması, karşıt tezlerin çürütülmesi ve bu amaçla izle­nen tartışma yöntemleri «Diyalektik» te­rimiyle açıklanabilir.

 

Kanıtlama sanatı olarak «Diyalektik», «Kelâm» adı altında Müslüman­lar tarafından da çok eskiden beri biliniyordu. Örneğin ikinci kuşak İslâm bilginlerinden Ebuhuzeyl El-Allâf  ve öğrencisi Hafs Bin Giyâs, ilk ve ünlü birer diyalektisyendirler.

 

İlâhiyat mantığının adı olan «Kelâm» teriminin, eş anlamlısı ol­mak üzere daha sonraları «Cedel» sözcüğü kullanılır oldu. Bu nedenle diyebili­riz ki, Hz. Peygamber (sav)'in vefatı üzerinden yüzelli yıl bile geçmeden İslâm Literatüründe yerini alan Kelâm biliminin, Zenon, Sokrates, Platon ve Aristotales ile başlayarak gelişen Diyalektikle (İslâm Tarihinin ilk dö­nemlerinde) hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü İlk kelâmcılar henüz Yunan fel­sefesiyle tanışmış değillerdi. Yunan Felsefesi daha sonraları Huneyn B. İshaq, Sabit B. Qorra  ve İshaq B. Huneyn  gibi müter­cimler tarafından sür­yancaya ve Arapçaya çevi­rilmiştir. İşte bu tercüme ha­reketlerinden sonradır ki temelde Müslümanlara ait olan kelâm sözcü­ğüne «diyalektik» teriminin anlamı yük­lendi. Ondan sonra da Kelâm bi­limi, di­yalektiğin metodoloji­sinden ya­rarlanarak, hatta onun karakterinden ve kaynaklarından beslene­rek «cedel» adı altında yeni bir kapsam ka­zanmıştır.

 

Şuna büyük ihtimal vermek gerekir ki vahyin getirdiği gerçekleri in­san­lara iletirken İslâm âlimleri, zihinlerdeki tereddütleri gidermek için çaba sarfetmek istemişlerdir. İşte kelâm bilimi, bu çabaların sonucu olarak geliş­miştir. Zira kelâm ilminin amacı, tevhidin temel esprisini oluşturan Allah'Teâlâ’nın varlığına ve birliğine insanları daha güçlü bir şekilde inan­dırmaktır.

 

Şu varki kanıtlama gayretleri çoğu kez olumsuz gelişmeler kayde­der ve nereye varacağı bilinemez. Bu da özellikle metafizik konuların zihinde çok yönlü yorumlanabilir olmasından ileri gelmektedir.

 

Evet, bilimsel kanıtlama konusunda çok eskiden beri birtakım ku­rallar konmuş ve ilmi ortamın ağırbaşlılığını koruyacak bazı disiplinler getiril­miş ise de bunlar, taraflara karşılıklı saygı göstermeyi öğütlemek­ten başka bir işe yaramamıştır.

 

Halbuki saygı kavramı da dahil olmak üzere fizik ya da pozitif ma­hi­yeti olmayan varlıklar üzerinde insanoğlunun düşüncesini kural­larla di­sipline etmek mümkün değildir.

 

İşte bu sebepledir ki İslâm âlimlerinden bazı şahsiyetler «cedel» il­mine karşı tavır almışlardır. Örneğin selef âlimlerinden İmam Malik (ra), İmam Şafii (ra) ve Ahmed b. Hanbel (ra) gibi mücte­hidler, cedelle uğraşmayı ha­ram saymışlardır. Günümüzde de Ehli sün­net­ten aynı görüşü paylaşanlar vardır. Bunlar, özellikle selefî olduklarını ileri süren Vahhabîler'dir.[17] Onlara göre de, Kur'ân'ın haber verdiği metafizik gerçekleri diyalektik yön­temle kanıt­lamaya çalışmak doğru değildir. Ne varki Vahhabîler, böyle bir itirazla bizzat Kur'ân'daki bu gerçeği âdetâ gör­mezlikten ge­liyorlar. O da Kur'ân'ın, kendine özgü bir kanıtlama üslûbuna sahip bu­lun­duğu olgusudur. Örneğin Kur’ân-ı Kerîm, insanları inandırmak için âdetâ haykırırca­sına şu soruları yöneltiyor:

 

«Acaba görmediler mi ki göklerle yer bitişikken onları birbirinden biz ayırdık ve her canlı şeyi de sudan biz oluşturduk? Hâlâ mı inanmı­yor­lar?!»[18] 

 

«İbret gözüyle hiç develere bakmıyorlar mı ki nasıl yaratıldı; Göklere (bakmıyorlar mı ki) nasıl yükseltildi; Dağlara (bakmıyorlar mı ki ) nasıl di­kildi; Yere (bakmıyorlar mı ki ) nasıl yüzeyleştirildi?!» [19] 

 

 Kur’ân-ı Kerîm, bundan da öte inanmayanları tartışmaya çağırıyor ve bu çağrıyı onlara iletmesi için Hz. Peygamber' (sav) e şu tâlimatı yö­neltiyor:

 

«Yoksa Allah ile birlikte başka bir tanrı daha mı var! Deki: Eğer doğru iseniz, kanıtınızı getirin! » [20] 

 

Bütün bunların yanı sıra, Hz. Peygamber' (sav) in hayatı tartışma örnekleriyle doludur.

 

Şimdi ister kelâm, ister cedel, ister diyalektik diyelim, Kur’ân-ı Kerîm'deki bu çarpıcı örnekler gösteriyorki inandırmak için kanıtla­manın kaçınılmaz olduğu şartlar vardır. Böylesi durumlarda «cedel ha­ramdır.» diyerek bir insanın daha yüreğine imânın yerleşebileceği ih­timalini hesap­lamamak çok basit bir düşünme şeklidir. Dolayısıyla, eğer ger­çekten olumsuz so­nuçlara götürebilecek zihin bulandırıcı çetrefil ve karmaşık izah yolları bir kenara atılırsa, bir türlü ikna olamayan kuş­kulu beyinlere imânın to­humla­rını ekmek bakımından başvurulacak isabetli kanıtlama sistemleri reddedi­lemez.

 

Elbette ki bu sistemler mu­hataptan muhataba değişebilme­lidir. Çünkü örneğin, aynı dili konuşu­yor olsalar bile, mükemmel eğitim görmüş bir in­sanla cahil bir çobanın dünyaları o kadar çok farklıdır ki aynı bilimsel bir gerçeği onlardan her birine açıklamak gerektiği zaman aynı yöntemi kul­lanmak, birinin hi­dâyetini çabuklaştırabilirken, diğerini belki de içinden hiç çıkamayacağı bir tehlikenin kucağına atmak gibi istenme­yen sonuçlar doğu­rabilir. Nitekim İmam Şafii (ra) gibi ünlü bir müctehid bile, böyle bir sonuca ne­den olabileceği endişesiyle kelâm ilmine karşı o kadar sert bir tavır almış­tır ki çağdaşlarından kelâmcı Ebuamr Hafs Bin Gıyâs'ı, «El-Ferd» lakabıyla damgalamıştır. Bu suretle O'nu münferid, (yani kişisel görüşlerinde ıs­rar eden)  biri olarak suçlamak istemiştir.

 

Bir bakıma  İmam Şafii (ra) ve emsallerinin haklılığını ortaya koyan bir ger­çeği günümüzde yaşamaktayız. Bilim ve teknolojinin, Kur'ân ger­çekle­rini en parlak biçimde kanıtlayan sayısız açıklamaları, çağımızda insanla­rın göz­lerinin önüne serilmesine rağmen birçok kimse hidâyet yolunu bu­lama­maktadır.  Sonuç olarak bu da, kanıtlamak ile inandır­mak arasında bir ilgi olsa bile aslında inanmanın ilâhî bir «tevfik» (Allah tarafından bir şans) ol­duğunu göstermektedir.

 

«Akâid» ile «Kelâm» kavramları arasındaki farka gelince: Akâid, İslâm'ın imân ilkelerini dar planda konu alır. Kelâm ise bunları daha ge­niş boyutlarda ve rasyonel kanıtlara dayandırarak işler. Kelâm bili­minin bu amacı, Kur'ân gerçekleri etrafında söz konusu olabilecek kuş­kuları da­ğıt­maktır. Esas itibariyle bu iki ekolden her birinin metod açı­sından izle­dikleri yol farklı ise de amaçları aynıdır. 

 

Kelâmcı Kamplar

 

İmân konusunda en mükemmel ve en doyumlu kuşak, hiç şüphesiz Hz. Peygamber (sav)'in ashâbı, yani davâ arkadaşlarıdır. Onlar Rasûlullâh (sav)'a, Allah Teâlâ'nın Zâtı ve sıfatları hakkında soru yöneltmezlerdi. Bu da elbette ki ashâbın, sonraki kuşaklara oranla ne denli bir ruh ve ahlâk yü­celiğine eriş­tiklerini ve ne kadar güçlü şekilde ikna olduklarını göster­mek­tedir. Sahâbîler, imânî konularda yalnızca âhiret hayatına ilişkin merakla­rını Hz. Peygamber (sav)'e açar, daha çok dinin uygulamalı yön­leriyle ilgili so­rularını O'na yö­neltirlerdi.  Onların metafizik konularda akla başvurma­mış olmalarını asla bir yetersizlik olarak nitelememek gerekir. Bilakis sa­hâbe, ümmet tarihinde aklı gerektiği yerde en iyi kul­lanan kuşaktır. Onların yaşam tarzı ve uygarlık anlayışları; Ayrıca ge­rek fetihlerle gerçek­leştirdik­leri parlak başarılar, ge­rekse adalet ve ahlâkta sergiledikleri eşsiz örnekler bunu kanıtlamaktadır.

 

Fetihlerin doğal sonucu olarak İslâm'a giren topluluklar bir türlü arı­namadıkları eski inançlarını İslâm'a bulaştırmaya başlayınca, Sahâbîler dö­neminden sonra çeşitli metafizik kavramlar aklın hakem­liği altında tartı­şılmaya başlandı. Gelişen bu diyalektik tartışmaların sonunda Ehl-i Sünnet'den ayrılan iki kelâmcı kamp oluştu. Bunlardan biri Mu'tezile, öbürü ise Mürcie'dir. 

 

Mu'tezilîler:

 

Mu'tezilîler, kaderi inkâr ederler. Bu ilgiyle ayrıca Kaderîler  adıyla da tanınırlar. Ancak «Kaderîlik», kaderi inkâr edenler için kullanılmış yanlış bir isimlendirmedir. Çünkü bunlar kaderci değil, tam tersine ka­dere inan­mayan bir topluluktur. Kadere inanmamak ise bu topluluğu Ehl-i Sünnet'den ayıran temel inanışların sadece bir ayrıntısıdır. Onun için as­lında bu kampa «Kaderîler» adından çok «Mu'tezilîler» denmek­tedir.

 

«Mu'tezilî» adı, Hz. Hasan'ın, Muaviye lehinde devlet başkanlı­ğından çekilmesiyle birlikte O'nu desteklemekten vazgeçenlere verildi. Bu söz­cük, Ayrılıkçı, kopan, -daha doğrusu - soyutlanan anlamına gel­mektedir. Kimi araştırmacılar da, ünlü diyalektisyen Wâsıl bin Atâ’nın, Hasan el-Basrî’nin öğrencisiyken aralarında çıkan bir tartışma sonunda hocasından ayrılmasıyla birlikte «i’tizâl=kopup ayrılma» ile nitelendiğini kaydetmektedirler. Daha sonra onun düşüncesini benimseyen gruba Mu’tezilîler denildi.

 

Önceleri siyasi bir anlam taşıyan Mu'tezilîlik, daha sonra fel­sefî bir içerik kazandı. Bu suretle Mu'tezilîler ayrı bir kamp oluşturdu­lar.

 

İlki, Wâsıl bin Atâ, olmak üzere, Ma'bed el-Cühenî, Gaylan b. Eslem ed-Dımaşkıy, Ebu Muhammed Abdülvahhab el-Cibâî, Amr b. Ubeyd, Büşr b. Said, Ebubekr Abdurrahman b. Keysan ve İbrahim en-Nizam, «Mu'tezile» ekolü­nün kurucuları sayılırlar. Bu inanış tarzının temel ilkelerini koyan Wâsıl bin Atâ'dır.

 

Mu'tezilîliğin 5 ilkesi vardır:

 

a)     Tevhid,

b)     Adl,

c)     Va'd ve Vaîd,

d)     Menzile Beyn'el-Menzileteyn,

e)     Emri bilmaruf nehyi anilmünker.

 

Mu'tezilîler bu beş ilkeden ilk dördüne, Ehl-i Sünnet'den farklı ve rijit yorumlar geti­rerek Müslümanların cumhurundan ayrılmışlardır.

 

 Örneğin «Tevhid» konusunda Allah Teâlâ'nın, Semi' basar, ilim, kud­ret, irâde, kelâm ve hayat gibi zâtî sıfatlarını reddetmiş, Allah'da bu sı­fatlar­ların bulunduğunu söylemek yerine şu yorumu yapmışlardır: "Allah işitendir, ama işitme duyusu ile nitelenemez; Allah görendir, ama görme du­yusu ile nitelenemez; Allah bilendir ama bilinçle nitele­nemez; Allah'ın, her şeye gücü yeter, ama kudretle nitelenemez; Allah dileyendir ama irâde etmek diye bir niteliği yoktur; Allah konu­şandır, ama kelâm diye bir sı­fatı yoktur."

 

Mu'tezilîler, bununla birlikte Allah'ın sıfatlarının, zâtı ile kaim oldu­ğunu ve O'nun âhirette mü’minler tarafın­dan görülebilece­ğini de inkâr et­mişlerdir.

 

«Adl» konusunda da kişinin, kendi fiilini kendisinin yarattığını ileri sürerek Ehl-i Sünnet'den ayrılmışlardır. Sözde Allah'ı, şer ve kö­tülük ya­ratmaktan tenzih etmek istemiş, ancak bu suretle onu âcizlik ve becerik­siz­likle niteleme çelişkisine düşmüşlerdir. 

 

«Va'd ve Vaîd»: Yani mükafat ve ceza konusunda Allah'ın verdiği söz­ler'e gelince, bunda da Mu'tezilîler Ehl-i Sünnet'den ayrılarak: «mutlak su­rette her iki yönde de bu sözler yerine gelecektir,» diye Allah adına kesin bir yargı ortaya koymuşlardır. Halbuki bu konuda Müslüman­ların çoğunlu­ğuna ait kanaat şöyledir: Evet Allah (cc), iyiliği ödüllendire­ceğine ilişkin ke­sin söz vermiştir; Binaenaleyh bu sözün­den caymayacak­tır. Ama (şirk ha­riç) kötülüğü cezalandıracağını kesin­leştirmemiştir; Bu da demektir ki di­lerse suçluyu cezalandıracak, dilerse afe­decektir. Nitekim bu, hem günahkâr kulun umut beslemesi bakımından O'nun ilâhî merhametiyle bağdaşan ve O'na yakışan bir muameledir, hem de Allah'ın kudreti bakı­mından zor ya da ihtimalden uzak bir şey değildir.

 

Dördüncü ayrılık noktaları ise günahkâr kişinin, ne mü’min, ne de kâfir olduğuna ilişkin inançlarıdır. Mü’min kişinin, işlediği günah se­bebiyle imân ve küfürden farklı bir durumda kalacağını ileri sürmüş, bu duruma «El-Menzile Beyn'el-Menzileteyn» demişlerdir ki bunun anlamı tıpkı halk arasında yaygın olan «İki cami arasında beynamaz» demek gibi bir şeydir. Halbuki Kitap ve Sünnet'e bağlı çoğunluğun iti­kadına göre Kişi (Şirk ha­riç) herhangi bir günah işlemekle İslâm Dini'nden çıkmaz. Günah işleyen kişi suçlu bir mü’mindir. Ona Fıkıh dilinde «Fâsık» denir.

 

İlkelerinden beşincisi ise: «Emri bilmaruf, nehyi anilmünker» dir. Bunun anlamı: İyiliği öğütlemek, kötülükten sakındırmaktır. Bu nok­tada Ehl-i Sünnetten hiçbir ayrılıkları yoktur. Bilakis İslâm'ın en önemli ilke­le­rinden biri budur.

 

 Kendi aralarında da yirmiden fazla fraksiyona ayrılan bu kampın her şubesi diğerlerini küfürle suçlamıştır.

 

Mürcie:

 

 Suç işleyen insanın âhiretteki durumuyla ilgili yorumları bakı­mın­dan bu kamp, Müslümanların çoğunluğundan kopmuştur. Bu top­lulu­ğun, söz­konusu noktadaki inanışlarının özeti şudur:

 

a) Küfür hariç, hiçbir suç ve günahın imâna zararı yoktur. Yani, kişi eğer mü’minse işlediği hiçbir günah karşılığında âhirette ceza gör­mez.

 

b) Küfür, ya da aynı yola çıkan şirk, nifak ve irtidad gibi bir nedenle eğer kişi İslâm Dini'nin dışında ise o da istediği kadar ibadet etsin, Allah'ın emir ve yasaklarına uygun davransın bunun ona hiçbir yararı yoktur. 

 

Bu iki kanaatten birincisi, Ehl-i Sünnet'in görüşüne aykırıdır. Bilakis Allah Teâla dilerse suçluyu afetmez, Onu, takdir edeceği bir ce­zaya çarptı­ra­bilir. İkinci kanaatlerı ise kitaba ve sünnete uygundur. Ancak ne ilginçtir ki Mürcie gibi sivri yorumlarıyla Müslüman çoğun­luğa ters düşmüş in­sanlar­dan, günümüzde o kadar çok daha gafil kimseler vardır ki, genel­likle Thomas Edison'u örnek göstererek, dünyayı aydınla­tan böyle bir adamın, imân etme­miş olduğu için nasıl olur da cennete girmeyeceğini ya da ce­henneme gire­ceğini tepkiyle karşılamaktadırlar! Her şeyden önce Edison'un ve benzeri kimselerin, son nefeslerini hangi din ve inanç üzerinde iken verdikleri, Allah'dan başkatarafından bilinmediği için Müslümanlar böyle bir konuyu tartışmazlar. Çünkü aslında hiç kimse Edison ve benzerlerini savunmak mecburiyetinde değildir. Allah karşısında herkes kendisinden sorumludur. İkinci önemli nokta da şudur ki: Allah Teâlâ, hangi tür günahı afetmeyeceğini ve hangi­lerinden do­layı kimleri afedeceğini Nisa Sûresi'nin 48’inci ve 116'ıncı Âyet-i kerîmelerinde açıklamıştır. Dolayısıyla hiçbir kaynağa dayanmadan, pervasızca konuşan insanların daha dikkatli olmaları ve İslâmî konularda eğer bir tereddütleri varsa yetkili birine başvurarak aydınlanmaları en doğru davranıştır. Son yıllarda Türkiye’de yaygınlaşan din anarşisinin temel nedeni, her önüne gelenin, özellikle din gibi duyarlı bir ihtisas alanında tartışmalara yol açabilecek konuları istediği gibi diline dolaması olmuştur.

 

Yukarıda sözü edilen kelâmcı kamplarına gelince bunlar, vaktiyle kendi aralarında o kadar çok fraksiyonlara ay­rıl­mışlardır ki İslâm İlim otoriteleri bunların her birini ayrı ayrı eleş­tirmek ve hakkındaki yargıyı ona göre belirtmek durumunda kalmış­lardır.   

 

İmân Açısından kâinâta bakış:

 

İmân, bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah Teâlâ'ya ve O'ndan gelen mesajlardaki gerçeklerin tümüne, evrensel boyutta inanmak de­mek ol­duğu için bu ilgiyle, insanı düşündürmek bakımından varlıkla­rın içyü­zünü, etki­leşimlerini, ve aralarında cereyan eden çeşitli karma­şık olaylar­dan bazıla­rını açıklamakta yarar vardır. Çünkü hem inanan insanın, bu bilgiler saye­sinde bir iç rahatlamaya kavuşması, hem birta­kım kuşkular­dan henüz kur­tulamamış kimselerin bundan bir ders çı­karması, hem de gaflet içinde boca­layan insanların da bir uyarı alması söz konusu olabilir.

 

İnsanoğlu tarih boyunca kâinât sırları ve hayat muammaları karşı­sında daima hayretler içinde kalmış, kimisi bu sırlar ve muammalar kar­şısında heybetlenerek Allah'a teslim olurken kimileri de her şeyin bir te­sadüf eseri olarak meydana geldiğini ve bu çarkın hep böyle sü­rekli dönüp duracağını ileri sürmüştür. Bu her iki gruptan insanlar günümüzde de vardır. «Gerçekte kâinât bir yaratıcı tarafından mı vü­cuda getirilmiş, yoksa tesadüf­lerin bir eseri olarak mı var olmuştur ?» Sorusu, bugün de bazı insanların zihnini kur­calamaktadır.

 

Aslında tesadüfün varlık âleminde hiçbir açıklaması yoktur. Ancak bu konudaki kuşkuların giderilmesi, insanın önce kendinden başlayarak eş­yaya ve olaylara daha dikkatli bakmasıyla mümkün olabilir. İşte bu amaçla (İnsan, medde ve hayat)  üçgeni içinde kısaca bazı düşündürücü gerçeklerle yüz­yüze geleceğiz.

 

Varlık Realitesi ve Kâinat Tablosunda İnsan...

 

Kâinat vardır ve var olan her şey bir gerçektir.

 

Varlığın karşıtı olan «Yokluk», yani «Hiçlik» kavramı üzerinde çok tar­tışılmıştır. «Yok» diye nitelenenin, bir «Şey» olup olmadığı hak­kında İslâm Kelâmcıları da görüş beyan etmişlerdir. Örneğin Mu'tezile Kampı, «Yok» diye nitelenenin de «Şey» olduğunu ileri sürmüş, buna, Kur’ân-ı Kerîm'de geçen: «Allah'ın her şeye gücü yeter.» meâlindeki âyet-i kerîmeleri ka­nıt olarak göstermişler, ancak hataya düş­müşlerdir. Bu fel­sefî açıklamalar ve geçmişteki tartışmalar, konumu­zun dışında kalmakta­dır.[21]

 

Hayat ve kâinâtın bir hayalden ibaret olduğunu ileri sürenler ise öyle büyük bir yanılgı içinde yüzmüşlerdir ki var olduklarını bile inkâr ederce­sine varlık ve yokluk kavramları hakkında ömür boyu tartışarak âdetâ in­sanın akıl ve bilinciyle alay etmişlerdir.

 

İslâm, her varlığa «şey» diyerek -Allah (cc) tarafından insanın algı­lama ve duyumsama sistemine yansıtılmış olan - realiteyi ifade etmiştir. Öyle ise temelde gerçeklilik, -esasen düşünülmesi mümkün olmayan yokluğun, mecâzî ya da geçici anlamda karşıtı olarak ifade edilen- var­lık diye ken­dini gös­terir ve farklı dillerde «Şey», «Çîz», «Chose» ya da «Thing» gibi sözlerle ifade edilir. 

 

İnsana gelince bu varlık; kâinâtın gizemlerle, içyüzü bilinmez olay­larla, cazibeler ve fenomenlerle dolu tablosu içinde yer alan son derece il­ginç bir yaratıktır. O, yalnız ruh, akıl, zekâ ve bilinç gibi laboratuvara sığ­mayan yan­larıyla değil, bilakis biyolojik yapısı, anatomisi ve psikolo­jisiyle de son de­rece karmaşık, bununla beraber çok ince hesaplarla ve şaşmaz kanunlarla iş­leyen vücut sistemleriyle âdetâ mikro düzeyde bir kâinâttır. Dolayısıyla ko­nuşan, gülen, ağlayan, müzik yapan, araç kul­lanan ve ina­nan bir varlık ola­rak insana, sadece şu kadar et, kemik ve kan yığınından oluşmuş sıradan bir canlı olarak bakmak en bayağı se­viyede bir zavallılık­tır. Bu derekeye düş­memek ve onun ne muhteşem bir kudret mucizesi olduğunu keşfedebil­mek için bu eğilimde bulunan bir kimsenin, dönüp bizzat kendi yapısı üze­rinde birazcık düşünmesi yeterlidir. Yoksa aslında Hak Teâlâ'nın, çözüle­meyen şifreleriyle dona­tılmış insanın, kendi vücu­dunu tamamıyla keşfet­mesi elbetti ki müm­kün değildir. Bu nedenle insan vücudunun tümünde veya sistemle­rinden birinde değil, yalnızca bir hüc­resinin bile içinde olup biten hadi­selerin içyüzünü tamamıyla anlatmaya, hiçbir ilim adamının gücü yetmeyecektir.

 

Neden mi ?

 

Bakınız, İnsan vücudunun en çarpıcı olaylarından yalnızca bir ta­nesi ruhsal dengedir. Bu olgu, tüme varım kuralına göre vücuttaki sis­temlera­rası makro denge nin yalnızca bir parçasıdır. Bu denge, sadece beyin hücre­le­rinin sağlıklı çalışmasıyla değil, bilakis sistemler organi­zasyonunun bir bü­tün olarak normal faaliyetlerini sürdürmesiyle an­cak gerçekleşebilir. Tabiatıyla bu yalnızca insana özgü bir olay değil, aynı zamanda bütün ge­liş­miş canlılar için de söz konusudur. Ancak akıl ve zekâ ile diğer tüm can­lı­lardan ayrılan insan harikasının, sırf bir tek tane beyin hücresinin, şim­diye kadar keşfedilebilmiş bazı yanları vardır ki değil vücudun tümünü incele­mek, bu minicik hücre üzerinde azıcık düşünmek bile yeterlidir. Aslında bu küçücük canlının henüz keşfedi­lememiş yanları bulundu­ğuna, ya da fonk­siyonlarının en son halka­sına ulaşmanın asla mümkün olamayacağına ih­timal vermek gerekir ki bu, Allah Teâlâ'nın, insanı hay­retler içinde meste­den sanat gücünü bize yansıtması bakımından son de­rece düşündürücüdür.

 

Evet, çapı en çok on mikron olan minicik bir sinir hücresinin, stop­lazma denen bir sıvı ile dolu olduğu, bugün artık ortaokul öğrencileri ta­ra­fından da bilinmektedir. Bu minicik canlının kendine göre beslen­mesi, ya­şam sistemi ve birtakım görevleri bulunduğunu bilmek de ar­tık pek il­ginç sayılmamaktadır. Fakat beyinde sayıları on milyarı bulan bu kadar minnacık varlıkların, değil dıştan gelen soyut değerdeki ses, ışık ve ısı gibi olayları, aynı zamanda bizi sevindiren, üzen, ürküten, korkutan, güldüren ve ağla­tan somut değerdeki etkenleri de algılama­sına ne dersiniz ?!

 

Alimlerin ifadesine göre: «sadece beyinde on milyar böyle hücre, yani on milyar karar merkezi vardır.»[22] 

 

Bir insan kafatası içinde yer alan ve görünürde iki avuç yağdan başka bir şey olmadığı sanılan, ama aslında başlı başına engin bin âlem olan be­yin hakkındaki en büyük rakam hiç kuşkusuz bu değildir.

 

Biz sevinirken, üzülürken, konuşurken, korku ve endişelere kapı­lır­ken, hayret ederken, gülerken, ağlarken, dokunurken, tadarken, kok­lar­ken, işitirken, görürken, imrenirken kıskanırken ve daha sayılama­yacak kadar çeşitli ve birbirinden son derece farklı duygular içinde yü­zerken be­yin dedi­ğimiz bu küçük âlemin içinde -saniyede - belki yüz­milyonlarca, belki daha çok sayıda hayat olayları cereyan etmektedir. İşte bu duyumla­rın meydana gelmesinde belli yasalara ve hesaplara göre rol alan hücreler arasındaki baş­döndürücü iletişim olaylarını, alı­nan uyarı mesajlarının na­sıl değerlendiri­lip karara bağlandığını, organ­lara nasıl emir iletildiğini, bu olaylar sırasında meydana gelen elektrik akımlarını, kimyasal salgılama hadiselerini en iyi bilen ve bu yolda bir ömür harcayan ünlü ilim adam­ları bile insan vücudu­nun üzerinde yer alan bu küçük kürenin içindeki göz kamaştırıcı ilâhî sanat harikası kar­şısında dehşetlerini, hayranlıkla­rını, mahcubiyet ve acizliklerini âdetâ gözyaşı dökerek ifade etmişlerdir.

 

İnsan beyninin bu havsala almaz potansiyeli ve fonksiyonları ya­nında insan vücudu (sadece bilinen yönleriyle) bir bütün olarak ince­lendiği za­man elde edilecek sırf rakamsal değerler bile bu muazzam eserin yüce ya­ra­tıcısı karşısında en katı yürekli inkârcıları dahi yumu­şatmak için yeter­lidir. Bu bilgileri ise ilgili ihtisas kaynaklarında bul­mak ya da erbabından öğren­mek mümkündür.

 

Madde ve Hayat

 

Varlıklar incelendiğinde canlı cansız, küçük büyük, uzak yakın, ne varsa hepsinin arasında mükemmel bir hesaba dayanan, ölçülü, dü­zenli ve ahenkli bir alışveriş vardır. Bu da demektir ki kâinâtı, sonsuz bir ilim ve kudret teşkilatlandırmıştır.

 

 Ne varki; gerek Epikuros, Demokritos ve Leukippos gibi Eskiçağ mekâ­nist maddecileri, gerek Ünlü Ez-Zümrüd'ün yazarı İbni Ravendi  gibi İslâm döneminin mad­deci filozofları, gerekse Karl Marx ve Engels  gibi diya­lektik maddeciler, bu kudreti inkâr etmişlerdir. Onun için ilk hareketin, keza maddenin hayata geçişini ve devri­daim ha­lindeki eşya ve olaylar arasında cereyan eden süreklilik, bütün­lük ve ken­dini de­vamlı yenileme olgusunun, temelde tesadüfe dayandığını ileri sürmüş, bunu da çeşitli hipo­tezlerle açıklamaya çalışmışlardır. Oysa aslında maddenin hayata geçişi gibi müthiş ve karma­şık bir olayı bi­linçten yoksun ve tesadüfi bir gelişme olarak nitelemek, aklı ve ilmi inkâr etmek anlamına gelir.

 

Gerçek şu ki kâinâtın akıllara durgunluk veren düzen ve disiplini; hem Yaratıcısının kuşatıcı ilim ve kudretini, hem de O'nun, bütün var­lık­lar üze­rindeki sonsuz ve sınırsız hükümranlığını kanıtlamaktadır.

 

KÂİNAT, Zât-ı İlâhiye ile kâim olan işte bu kuşatıcı ilim, irâde, kudret ve hükümranlık sayesinde; bu sonsuz ve sınırsız egemenliğin altında var olmuştur. Parçalarının en küçü­ğünde, en büyüğünün modeli mevcuttur. Kâinatın birer parçası olan partiküllerin, atomların, moleküllerin, çekirdekleri, genlerin, kromozomların, hüc­relerin, organelle­rin, dokuların, aygıtların, birimlerin, organizmaların, popülasyonların, cinslerin, türlerin, kümelerin, kütlelerin, katmanla­rın, sistemlerin ve bun­lar arasında cereyan eden olayların tümü muaz­zam bir bütünlük gös­terir.

 

Yüce irâdenin güdümünde işleyen bu mu­azzam bütünlük içindeki kozmik üniteler, (aklın, zekânın, bilgi ve de­neyin, ilim ve irfanın, güç ve teknoloji­nin asla içyüzünü net olarak açıklayamayacağı; son derece farklı hareketler, kuvvetler, hızlar, fre­kanslar, dönüşümler, iletişimler, etkile­şim­ler, tepkile­şimler, ritmler, aralıklar, aşamalar ve tempolarla; çeşitli ek­senler etrafında ve yörünge­ler üzerinde; doğru, eğri, düzenli, karışık, yo­ğun, sey­rek, ardıl, ayrık, bi­tişik, uzak, paralel, çapraz, yöndeş, karşıt, uygun ve aykırı biçimlerde; farklı hacım, ağırlık, sayı, çekim, esneklik, ısı, şekil, konum ve renkler cümbüşü içinde ) hem tümden gelim, hem tüme va­rımla birbirle­rini ta­mamlarlar.

 

Özet olarak İnsanoğlunun bilgi ve duyum­larıyla yaklaşık bu li­mitlerde tanımlanabilen kâinât, Allah Teâlâ'dan başka hiçbir kim­senin, sı­nırlarını, büyüklüğünü, hesabını ve kapsamını bilme­diği, bi­lemediği, bile­meyeceği, keşfedemeyeceği, sırlarını çözemeyeceği, hatta takdir ve tahmin bile edeme­yeceği bir ultra organize sistemdir.

 

Madde olarak tanımladığımız şeyin, gerçekte ne olduğuna ilişkin bul­gu­ları elde ettikten sonra insanoğlu önce hayat ve kâinâtın şifrele­rini çö­zebile­ceğini sanmıştı. Ama daha sonra bir şifreyi çözmeye çalışır­ken âdetâ yeni­den binbir şifreyle karşı karşıya gelmiştir.

 

Madde-Hayat ilişkisini açıklamada fizikten kimyaya, matematikten tıbba kadar hiçbir ilim insanoğlunu hâlâ tatmin edememiş, onun hay­ret ve şaş­kınlığını gidermek şöyle dursun, bu duygularını daha da kar­maşık hale ge­tirmiştir. Hatta işini zorlaştırmış, endişelerini artırmış ve huzu­runu kaçır­mıştır. O, madde ve hayatı keşfetmeye çalışırken elde ettiği bul­gularla daha ileriye doğru gittikçe, daha yeni planlar ve tasarı­lar ortaya koydukça ve daha ilginç sistemler geliştirdikçe hiç kuşku yok ki henüz öğ­renemediği şeylerin yanında, bildiklerinin, okyanustan bir damlacık bile olmadığını anlamıştır.

 

Bugün ne mekânik açıklamalar; ne dinamizmin teorileri; ne rasyo­nel ve pozitif felsefeler; ne biyolojinin, ne de sibernetiğin uzay çağı tek­noloji­siyle sunduğu en son veriler; madde-hayat, ya da canlı-can­sız ilişki­sindeki esrar perdesini aralayamamıştır. Tam aksine bu ilişkinin arka planındaki karmaşık ger­çekler, işleyişindeki disiplin ve nizamın temelinde yatan her ilmi­ği, çözdükçe hiçbir zaman çözülemeyecek daha birçok ilmiklerin bu­lundu­ğunu haber vermekten başka bir işe yaramamıştır.

 

Örneğin canlılık gerçeğinin ne olduğu ve ruhun, hangi şartlarda ve hangi aşamalarda oluştuğu, keza onun, bir enerji türü olup olmadığı so­rusu hâlâ cevapsızdır ve bu olayın son halkası sonsuza dek cevapsız kala­caktır [23] Aynı zamanda cansızın yapısında aralıksız olarak ken­dinden sü­rüp git­tiği sanılan düzenli hareket ve olayların yine son hal­kası hâlâ bi­linmemek­tedir. Örneğin çapı, bir cm. nin yüzmilyonda biri kadar olduğu için hiçbir araçla görülemeyen atomun içinde insan ta­savvuruyla algıla­namayan mi­nik bo­yutlarda ve farklı karakterlerde bir­çok partiküller var­dır. Her birinin fonksi­yonu da ayrıdır. Bunlardan meselâ elektronlar, atomun çekirdeğini oluştu­ran nötron ve protonun etrafında saniyede elli­bin km. hızla ve belli bir yö­rüngede dönüp dur­maktadırlar. Ancak bu minnacık kâinâtın içinde o kadar çok şeyler daha var ve bu şeyler arasında da o kadar ahenkli, o kadar düzenli ve hesaplı olaylar cereyan etmektedir ki insanın bütün bu olup bi­tenleri en ince ayrıntılarına kadar öğrenebil­mesi günümüzün başdöndü­rücü imkân­larıyla dahi mümkün olamamış­tır.

 

Atom hakkındaki bütün bil­gilerin, gü­nün birinde su yüzüne çıkması ve bu küçük kâinâtla ilgili tüm sırların çö­zülmesi mümkün olsa bile bu, hiçbir suretle tesadüf te­zini doğrulamaya ya­ramayacaktır. Bilakis, sadece bu minik ve cansız âlem içindeki taneciklerin arasında cereyan eden cazi­benin, hare­ket ve deveranın, düzen ve hesabın ortaya koyduğu çarpıcı tablo bile , başlı­ba­şına hem Allah Teâlâ'nın kuşatıcı ilmini, hem de O'nun eşya ve olay­lara­rası ilişkileri düzenleyen yasalarının varlığını kanıtlaya­caktır ki akâid di­linde bu yasaların tümüne «ilâhî hik­met» denir. İlâhî hikme­tin sırrına ise insanın aklı eremez. Dolayısıyla da «Hikmetinden sual olunmaz»

 

İşte, nereye varırsa varsın, esasen en büyük ilmin sahibi olan Allah Teâlâ'nın muhteşem sanatı ve saltanatı karşısında ilim, acizliğini daima teslim et­mek zorunda kalacak, ilme gerçek manada sahiplenen insan ise -bilgisi arttıkça - ilmin bu acizliğini ancak güçlü bir imân ve teslimiyetle ka­bul­lenebilecek­tir.

 

İmân-Amel İlişkisi:

 

- İmân, amelin bir parçası mıdır, imân azalır, çoğalır mı ?

 

Eylemin imândan sayılıp sayılamayacağı meselesi akâid ilminin daha ilk taorisyenleri arasında bir tartışma konusu olmuştur.

 

Bilindiği üzere Kur’ân ve Sünnete bağlı inancın mensupları olan Müslümanların çoğunluğu itikad konusunda genel olarak ya Matüridî veya Eş'arî'dirler. (Ayrıca Selefîlik olarak bilinen üçüncü bir azınlık grup daha vardır.) Aslında bu üç itikad mezhebinin görüşleri arasında pek önemli farklar yoktur. Bu nedenledir ki hepsinin mensupları bir­birini tanımakta ve hak yolda olduklarını onaylamaktadırlar.

 

Şirk koşmak ya da şirk olarak yorumlanabilecek bir davranışta bu­lun­mak hariç, bir fiil işlemek, iyi veya kötü bir iş yapmak, acaba imânı et­kiler mi, etkilemez mi konusu haklı olarak âlimlerin zihnini eskiden beri meş­gul etmiştir. Çünkü insanın vereceği bir karar, eyleme dönüş­tüğünde eğer onun inancını şu veya bu şekilde etkiliyorsa, daha doğ­rusu Allah, Peygamber (sav) ve kitap gibi önemli imân unsurları hak­kında insanın iç dünyasında herhangi bir değişikliğe neden oluyorsa bu, gerçekten üze­rinde durulması gereken bir mesele demektir.

 

Aslında bu mesele, yalın bir mantıkla zihinde kritik edilecek olursa inanmak ile yapmak, ya da yapmak ile inanmak arasında bir bağın, bir il­gi­nin bulunduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü -istisnâî durumlar hariç - in­san düşünüp taşınarak, tasarlayarak ve amaçlayarak bilinçle iş­lerini ya­par, aynı zamanda amacına inanarak planını uygulamaya ko­yulur. Dolayısıyla inanmak ile yapmak arasında kesinlikle bir ilgi var­dır. Özgür irade ile hareket eden insan, hedefi hayırlı da olsa şerli de olsa amacına inanmış olarak işe başlar. Ancak kişinin eyle­miyle ilgili üç önemli nokta vardır:

 

1.      Amaçlamak,

2.      Amaca inanmak,

3.      Amacı gerçekleştirmek,

 

Bunlar; niyetlenmek, azmetmek ve girişimde bulunmak şeklinde de açıklanabilir.

 

Bu önemli üç noktadan özellikle amaçla eylem arasındaki ilişki, inançla eylem arasındaki ilişkiden çok daha farklı ve daha güçlüdür. Çünkü in­sanın, amaca ulaşıp ulaşamama olasılığı üzerindeki planları, hesapları ve kuş­kuları, amacının kesin bir parçası ise de, amaçtan biraz daha ötedeki inancının bir parçası olmayabilir. Çok açık olarak bilinmektedir ki insan, bir eylemi, mutlaka inandığı için yapmaz. Nice insan vardır ki doğruluğuna ve haklılığına asla inanmadığı bir eyleme, herhangi bir nedenle kalkışmak durumunda kalabilir; böyle bir eyleme özgür iradeyle ve bilinçli olarak girişebilir. Ve nice insan vardır ki bütün yüreği ile inandığı ve yapmak istediği bir işe girişmekten, yine herhangi bir nedenle cayabilir.

 

İşte belki de bu ilgiden hareketle Matürîdî Grubu, amelin, yani iş ve eylemin, inancın bir parçası olamayacağı ka­naatindedir.[24] Matüridîlere göre: bir kimse, imânın esaslarına inanı­yor ve bunları bü­tün içtenliği ile ka­bul ediyorsa o kimsenin, yaptığı çir­kin iş ve eylemler, imânının eksilme­sine neden olamayacağı gibi, yap­tığı faydalı ve güzel iş­ler de inancını artır­maz.

 

Şu varki hayırlı iş ve ça­lış­malar, kişideki imânın güçlenmesinde, onun Allah Teâlâ’ya ve kutsal de­ğerlere bağlı kalmasında et­kili olur; Kötü ve çirkin davranışlarda bu­lunmak da aynı şekilde imânın zayıflamasına neden olabi­lir. Onun için inanmak ile yapmak arasında hiçbir bağ bulunmadığı izlenimini uyandıran Matüridîlikteki görüş eleştirilmiştir. Nitekim Türkiye’de özellikle mezhepçi ortodoks hanefistlerin desteğinde yaygınlaşmış bulunan Matüridîlik, islâm’ın amelî cephesine karşı ilgiyi zayıflatmıştır. Hanefist Matüridîler, son yıllarda toplumun öbür mezhep mensuplarına göre İslâm’ın emir ve yasaklarını daha çok çiğnemişlerdir. Türkiye’de «hortumculuk» adı altında yaygınlaşan yolsuzluklar, mafya ve yer altı faaliyetleri, Masonluk, tarikatçılık tefecilik ve Amerikancılık gibi toplumu sarsan ve ahlâk çöküntüsüne solculuktan daha çok neden olan gelişmelerde, en fazla Hanefist çevreden insanların rol oynadığı gözlemlenmiştir!   

 

Eş'arîler’e gelince bunlar, imân-amel ilişkisi konusunda değişik bir kanaate sahiptirler. Onlara göre kişi çirkin fiiler işledikçe onun inancında da bir zayıflama olur; tersine hayırlı amellerde bulundukça da imânı güçlenir.[25] 

 

Ancak, Eş'ariler'le Matüridiler arasında bir görüş ve kanaat ayrılığı gibi görünen bu nokta üze­rindeki yorumlar arasında -esasına bakılacak olursa - pek de büyük bir fark yoktur. Belki de farklı anlatım üslûplarıyla aynı gerçeği ifade etmiş­ler­dir. Nitekim insan, bir şeyi gerçek bildiği ve ona bütün iç­tenliği ile inandığı halde o gerçeği açık şekilde yalanlamadığı sürece il­kelerine aykırı davran­ması o inancın ortadan kalktığı anlamına gel­mez.

 

Örneğin ateşin yakıcılığına kesin şekilde inanan doğuştan âmâ bir kimse, elini bilinçli olarak alevlere tutsa bile yanacağı konusundaki ke­sin inancında onun hiçbir kuşkusu olamaz. Binaenaleyh onun, böyle tehli­keli ve çirkin bir fiili işlemekle ateş hakkındaki kanaati değişmez. Yani elini ateşe doğru uzâtmakla ateşin onu yakacağı gerçeğini inkâr etmez, çünkü edemez; meğerki bunu diliyle açıkça söylemiş olsun. Keza yemeğin, ateşe kon­makla pişece­ğine, madenin ateşte kızdırılarak şekillendirilebilece­ğine ina­nan insan da bu inanç doğrultusunda hayırlı ve güzel olan bir­takım üre­timlerde bulunsa bu suretle onun da ateşle ilgili inancı artmaz. Bu inanç, ateşe perva etmeyen insanda da, ondan yararlanan insanda da aynıdır. Ancak kişi, ateşi faydalı amaçlarla sık kullandığı oranda onun ne kadar yararlı bir araç olduğunu düşünmek durumunda kalacak, do­layısıyla kişideki bu inanç âdetâ pekişe­cektir. Buna karşın ateşi olumsuz işlerde ve kötü niyetle kullanan insan ise onun yakıcı­lığına ilişkin inançtan çok, yaptığı işlerin sonuçları üzerinde tek taraflı ola­rak dü­şünmek durumunda kalacak, bu nedenle ateşin hayırlı amaçlarla da kullanılabileceğini bile belki zamanla artık düşünemeyecektir.

 

Zararlı fiillerin, kalp kararttığı ve sevapların silinmesine neden ol­duğu hakkında âlimlerin, sahip bulunduğu kanaati burada aramak doğru olur.

 

Netice itibariyle, amelin imândan bir parça olup olmadığı ve imânın azalıp çoğalmasında (ya da zayıflayıp güçlenmesinde) bir etkisi bulunup bulunmadığı meselesinde, Kitap ve Sünnete bağlı Müslümanlar arasında hemen hemen  görüş ayrılığı de­ne­meyecek kadar yaklaşık kanaatler vardır. Bu kanaatler farklı izah tarz­ları­nın doğal birer sonucudurlar.[26] Dolayısıyla imânî konularda «Müslüman» ço­ğunluğun arasında sanki derin uyuşmazlıklar varmış gibi bu meseleleri bü­yüterek irdeleyenlerin iyi bir niyete sahip bulunmadıklarını bizzat kendileri açığa vurmuş olacaklardır! Bu gelenekçi çoğunluğun, gerçek anlamda m’ümen bir kitleye günün birinde dönüşebileceği umudunu beslemek daha doğrudur.

 

İslâm âlimlerinden çoğunun, özellikle ameli, imânın bir parçası ola­rak görmemeleri, onların, bir bakıma sahip oldukları derin ferâset ve dirâyeti gös­ter­mektedir. Nitekim kötü amel işleyen bir mü’minin bu yüzden imân­sız­lıkla suçlan­ması ve gelişebilecek fitne ve anarşinin süreklilik ka­zanması bu suretle ön­lenmiştir. Bu görüş Kur'ânî hikmete pek uygun­dur. Ancak şirk amacıyla yapılan eylemleri bunun dışında tutmak ge­rekir. Türkiye’de özellikle, –Kimliklerinde İslâm yazılı- bazı solcular, lâikçi mitüdistler ve kökten putçular gibi açıkça Allah Teâlâ'ya or­tak koşan, ya da sözleri ve davranış bi­çimleriyle  bu yol­daki inançlarını bir yandan ortaya sererlerken öbür yandan sözde mü’min olduklarını ileri süren kimsele­rin eylemlerini yorumlamak ve hâlâ mü’min oldukla­rına inanmak ise safdillik olur!

 

Ehl-i sünnet'in diğer bir bölümünü oluşturan Selefîler'e gelince onlar amelin, imândan bir parça olduğu ve imânın azalıp çoğalabileceği nokta­sında Merhum İbn. Teymiyye'ye uymaktadırlar.[27] Bilindiği üzere İbn. Teymiyye radikal görüşleriyle tananmaktadır.

 

Kur'ân'ın Bütünlüğü İlkesi ve İmân:

 

Hiç kuşku yok ki Kur’ân-ı Kerîm bir bütündür. Bu bütünlüğü göz ardı eden kimsenin mü’min olması söz konusu değildir. Günümüzün Müslümansı toplumları arasında bu önemli nokta ile ilgili olarak büyük so­run­lar yaşanmaktadır.  ÖzellikleTürkiye’de, toplumun geniş tabanının, İslâm ve Kur'ân ger­çekleri hakkında yeterli ve sağlıklı bilgilere sahip bulundu­ğuna inanmak güçtür. Bununla birlikte yarı okumuş egemen zümre de kültür emperya­lizminin etkisiyle İslâm'a karşı tehlikeli boyutlarda şart­landırılmıştır. Bu nedenle İslâm'ın ve Kur'ân'ın bütünlüğü üzerinde önemle durmak, teb­liğ, davet ve irşad bakımından kaçınılmaz bir zo­runluluktur.

 

Çok şaşırtıcı noktalardan biri de şudur ki akâid ve kelâm âlimleri eski­den günümüze kadar  Kur'ân'ın bütünlüğü meselesini bağımsız bir başlık altında incelememişlerdir. Onlar sadece küfür, şirk, nifak ve zındıklık sa­yı­labilecek nedenleri ayrı ayrı konular olarak ele alırlarken, Kur'ân'ın ve İslâm'ın bölünmez bütünlüğünü de bu farklı başlıklar al­tında dolaylı bir yöntemle elbette ki ele almış sayılırlar. Çünkü bir insa­nın, (hangi sözleri sarfettiği ve ne gibi tavırlar gösterdiği zaman) İslâm’dan çıkacağı, yukarı­daki başlıklar altında örneklerle gösterilince bütün Kur'ânî gerçekler or­taya çık­mış olacak ve bu gerçeklerin tümüne birden inanmayan insanın da mü’min sayılamayacağı -dolaylı olarak- anlaşılmış olacaktır.

 

Ne varki bütün Kur'ânî gerçeklerin, akâid yazar­ları tarafından bir in­deks halinde kitaplara geçirildiği de söylenemez. Çünkü her şeyden önce böyle bir indeks hazırlamak hem mümkün de­ğildir, hem de «tüme va­rım» kuralı olarak bilinen ve akademik açıklama sanatında, bölümlerden bi­rini göstere­rek bü­tünü anlatmak yöntemine ve dolayı­sıyla bilimselliğe aykırıdır. Ama ne olursa olsun Kur'ân'ın ve İslâm'ın bütünlüğü ilke­sinin,  bağımsız bir konu olarak işlenmemiş olması akâid tarihinde bir metod sorununu or­taya ser­mektedir. Çünkü bir ger­çeği şu veya bu şe­kilde dile getirmek mümkündür. Ancak onu derli toplu bir anlatım bi­çimiyle sunmak, mu­hatabı daha kısa yoldan amaca götürür. Aksine muhatabı şaşırtmak, ya da onun eksik bilgi­lerle boca­lamasına neden olmak gibi ihtimaller doğar. Nitekim Kur'ânî ger­çekler­den bi­rini veya birka­çını inkâr eden veya aşağılayan bir­çok kimsenin, gü­nü­müzde kendile­rini hâlâ mü’min ve Müslüman sayı­yor olmalarını, bi­raz da bu nedenin içinde aramak gerekir.

 

İslâm’ın dışına çıkmak, yani mü’min ve Müslüman niteliğini kay­betme halleri, elbetteki akâid kaynaklarında ayrıntılı olarak açıklanmış­tır. Dolayısıyla bir insanın hangi tavırla, hangi anlayış ve zihniyetle, hangi söz ve hareketle İslâm’ın dışında kaldığını, ya da mü’min ve Müslüman iken İslâm'dan nasıl çıktığını bu bilgilerden anlamak müm­kündür. Alimler bu bilgileri küfür, şirk, nifak, zındıklık ve irtidâd gibi ayrı başlıklar altında ver­mişlerdir. Dolayısıyla Kur'ân'ın ve İslâm'ın bütünlüğü konusu ancak farklı başlıklar altında verilen bu dağınık bil­gilerin bir araya getirilmesiyle müm­kün olabilmiştir. Halbuki Kur'ân'ın ve İslâm'ın bütünlüğü ayrı ve bağımsız bir konudur Dolayısıyla bu konunun bağımsız bir başlık altında işlenmemiş olması özellikle çağımızda birtakım boşluklara ve çelişkilere neden olmaktadır.

 

Öncelikle ve önemle şunu ifade etmek gerekir ki, kendisinin Müslüman olduğuna inanan ve bu kimlikle tanınan birçok kimseler Kur’ân-ı Kerîm'in, bazı âyetlerini inkâr etmekte, sorgulamakta, içerik­lerini çağdışı, acımasız ve vahşi görmekte, hatta aşağılamaktadırlar. Bununla birlikte İslâm Dini'nden çıktıklarının hiç de farkında değil­dirler. Çünkü bu in­san­lar eğer İslâm Dini'nden çıkmış bulunduklarına kesinlikle inanmış ol­sa­lardı mutlak surette ya hemen pişman olup ye­niden Müslüman olacak, veya başka bir dine gireceklerdi. Çünkü insan­lar belli bir dine bağlanmak zorundadırlar. 

 

Burada çok açık ifade etmek gerekir ki İslâm’ın ve Kur'ân'ın, bir bü­tün ol­duğu gerçeği Kur’ân-ı Kerîm hariç, ne kaynaklardan yeteri kadar anla­şılmış, ne de anlatılmıştır. Halbuki çok önemli ve temel bir kural olarak  Kur’ân-ı Kerîm bu ilkeyi ciddî bir şekilde ortaya koymuştur.[28] 

 

Evet Kur’ân-ı Kerîm bir bütündür ve bizzat kendi açıklamasıyla bö­lün­mez bir bütündür. Bunun anlamı ise şudur:

 

Kur’ân-ı Kerîm'in en küçük bir parçası bile olsa içeriğinden bir şeyi inkâr etmek, var saymamak, eleştirmek, sorgulamak, (haşa!) çağdışı, acı­masız ve vahşiyâne nitelemek veya bu anlamlarda değerlendirmek; Kur’ân-ı Kerîm'in en küçük bir bölümünün bile değiştirildiğine, eksil­til­diğine, ya da Kur’ân-ı Kerîm'e, sonradan bir şey daha eklendiğine, Hz. Peygamber (sav) in sözlerinin Kur'ân'a karıştırıldığına veya bu an­lam­larda herhangi bir de­ği­şikliğe uğratıldığına inanmak, ya da ileri sürmek, Kur’ân-ı Kerîm'in tü­münü tanımamakla eşdeğerdedir ve İslâm Hukuku'nun bu sorunla ilgili maddeleri için doğrudan konu oluşturur.

 

Böyle bir inanca sahip olduğunu açıklayan kimseleri doğrulamak şöyle dursun, onlarla dostça geçinmek de aynı hükmün altına girmek için ye­terli bir sebeptir.

 

Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerîm'i ve onun öngördüğü inanış, yönetim ve ya­şam biçimi olan İslâm'ı bölünmez bir bütün kabul etmek, kişide imânın oluşa­bilmesi için kaçınılmaz bir şarttır. İçeriğini ayrıntılarıyla bil­meden böyle özet bir bütünlük tanımı çerçevesinde Kur’ân-ı Kerîm'e inanmakla kişide oluşan imân şekli, akâid literatüründe «icmâlî imân» olarak nitelenmiştir. İcmâlî imân eğer taklidî değilse tehlikesiz sayıl­mıştır. Kişinin gizli dünyası ise açıklanmadıkça Müslümanlarca ma­sum sayılır ve araştırılamaz. 

 

 

Genel Çizgileriyle İmânsızlık  (küfür):

 

İmânsızlık halk dilinde, inançsızlık itikadsızlık demektir. İmânsız kişi dinsiz sanılmaktadır. Oysa dinsizlik ile imânsızlık farklı şeylerdir.[29] 

 

İslâm akâidinde imânsızlığın (yani küfrün) çeşitli tanımları ve açık­la­maları vardır. Örneğin gerçeklerin tümüne birden inanmamak imânsız­lığa neden olduğu gibi, gerçeklerin en az birine inanmamak, onlardan bi­rini çarpıtmak, aşağılamak ve çirkin nitelemek  de imânsız­lık için yeterli bir ne­den oluşturur. Hatta bir kimse Kur’ân gerçekleri­nin tümüne kalben inan­makla birlikte onlardan en az birini red ve inkâr etmekle de yine imânsız (kâfir) sayılır. Yani mü’min ve Müslüman niteliğini kaybeder. Eğer zâten önceden mü’min değilse kişi, böyle bir kanaate sahip bulun­makla imânsızlı­ğında saplanmış olarak kalır; Yok eğer doğuştan mü’min olarak yetişmiş, ya da sonradan hidâyet bularak İslâm'a girmiş bulunma­sına rağmen yukarıda açıklanan sapkın kanaatlerdan birini yeniden be­nimsemiş ise o da artık mü’min ve Müslüman değildir.

 

Bilindiği üzere kimlik kartlarındaki «din» hanesinde yazılı «İslâm» sözcüğünün, gönül dünyasıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Bilakis etik ve manevi değerden yoksun bir forma­litedir. Nitekim çocuk daha bir­kaç günlük bebekken düzenlenen bu kartlara, «İslâm» kelimesi âdetâ otomatik olarak işlenmektedir ki çocuğun irâdesiyle bu kartların içeriği arasında her­hangi bir bağ kurmak mümkün değildir. Dolayısıyla bu kart­ları taşıyan nice insan vardır ki Müslümanların arasında  (onların kimli­ğine bürünerek) ya­şayabilmekte, bu sayede Müslümanların mah­rem top­lantılarına, hatta cami­lere ve Mescidu’l-Harâm gibi kutsal me­kanlara kadar bile rahatça sızabilmek­tedirler. Bu durum onların Müslüman olduğu an­lamına gelmediği gibi on­lara, bilerek bu hak ve özgürlüğü ta­nı­yanların da mü’min ve Müslüman olduğunu söylemek herhalde yanlıştır. 

 

İmânsızlık, akâid âlimleri tarafından küfür, şirk, nifak zındıklık ve ir­ti­dâd adları altında ele alınarak işlenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm'de kâfir­lerden, müşriklerden ve münafıklardan çok söz edilmektedir. Dolayısıyla küfür, şirk ve nifak hakkında Kur’ân-ı Kerîm'den yeterli derecede bilgi edinmek mümkündür. Zındıklık kelimesi ise Kur’ân-ı Kerîm'de geçmemektedir. Kelile ve Dimne'nin ünlü mütercimi (bazı rivâyetlere göre yazarı) Abdullah b. Mukaffa' zındıklıkla suç­landığına göre bu kelimenin çok eski­den kullanıldığı anlaşılmaktadır. İslâm’ın doğuşunu izleyen ilk asırlarda (Dışından mü’min, içinden kâ­fir)  olan­lara zındık deniliyordu. Sonraları, ya­bancı inançları İslâm'a bu­laştıran ya da bu tür sapkın itikadlara bağlanan ki­şilere zındık denilerek bu nite­lik,  onları münafıklardan ayırmak için kul­lanılmıştır.

 

Şimdi de bu kavramların ne anlama geldiğini, aralarında ne gibi fark­lar bulunduğunu ve kimlerin kâfir, kimlerin müşrik, kimlerin münâfık, kim­lerin mürted ve kimlerin zındık durumuna düşerek İslâm'ın dışında kal­dı­ğını ayrı ayrı inceleyelim.

 

 

 



 

[1]. Bk. İslâm'da Bilgi Kaynakları

               

[2]. Kur’ân-ı Kerîm 9/8-10

 

[3].  Kur’ân-ı Kerîm 9/71

 

[4]. Kur’ân-ı Kerîm 49/10

               

[5]. Bk. İslâm ve İdeolojiler

[6]. Kur’ân-ı Kerîm 4/94

 

[7]. Kur’ân-ı Kerîm 40/78

 

[8]. Bk. Ali b. Ali b. Muhammed b. Ebi'l-İz Ed-Dımışkıy, El-Akıyda'tu-Tahaviyya şerhi 1/8 Muassasa Ar-Risala, Beyrut-1988 (Birinci basım) ; Hüseyn b.Muhammed Elcisr Et-Trablusi, El-Husûnu’l-Hamidiyya li'lmuhafaza ale'l- akaidi’l-İslâmiyya-Midyat S.7

               

Farz-ı kifâye : Bir fıkıh terimidir ; iki türlü olan farzlardan ikincisidir.

Bilindiği üzere farz :

 

a) Farz-ı Ayn,

 

b) Farz- Kifâye olmak üzere ikiye ayrılır.

 

Farz-ı Kifâye, Müslümanların bir kısmı tarafından yerine getirilmekle diğerlerinin so­rumluluktan kurtulduğu ilâhî emirlerdir. Burada çok önemli olan bir noktayı belirtmekte ya­rar vardır :

 

Müslümanlarda ümmet olarak yaşama bilincinin sönmeye başladığı yüzyıllar öncesinden bu yana fıkıh ve İslâm Hukuku konularında eser vermiş olan kişilerin hemen hepsi, birbirini taklit etmişcesine farz-ı kifâyeye yalnızca cenaze namazını örnek göstermişlerdir! Halbuki İslâm'da sayılamayacak kadar farz-ı kifâye vardır. Örneğin: Bir yerleşim merke­zinde en az bir kişinin Kur’ân-ı Kerîm'i ezberden bilmesi farz-ı kifâyedir; Kayıp bir mala rastlayan kimsenin bu malı, ya sahibine veya İslâm Devleti'nin kolluk kuvvetlerine teslim etmesi farz-ı kifâyedir; Keza İslâm Devlet statüsüne sahip ülkenin ordusunda (hazar ha­linde) askerlik yapmak farzı kifâye (Savaş ve genel seferberlik hallerinde ise farz-ı ayn) dir...

 

Dolayısıyla vurgulamak gerekir ki : Farz-ı kifâyeye yalnızca cenâze namazını göster­mek gibi Müslümanların ruhunu söndüren kokuşmuş ruhban zihniyetini aşabilmek için bütün yaşamı efâl-i mükellefîn kategorilerine göre sınıflandırmaya alışmak Allah Teâla'ya karşı gafil kalmamanın en büyük şartı ve tek yoludur!

 

[9].  Kur’ân-ı Kerîm 2/285, 3/179, 4/176

 

[10].  Kur’ân-ı Kerîm 3/85

 

[11]. Kur’ân-ı Kerîm 20/10,11,12 ; 53/1-11

 

[12]. Allah'ın, kendilerine buyurduğu emirlere asla karşı gelmeyen ve yüklendikleri görev­leri yerine ge­ti­ren melekler vardır. (Kur’ân-ı Kerîm 66/6) İşte bu nedenle şeytanın, vaktiyle bir me­lek ol­duğu yolundaki sanı, bir yanılgıdan ibaret olmalıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, İblis'in, (yani şeytan'ın) cinlerden olduğunu açıklamıştır. (Kur’ân-ı Kerîm 18/50) Ayrıca Bk. Meleklere İmân Bölümü.

[13]. Kur’ân-ı Kerîm 3/28, 58/22

 

[14]. Kur’ân-ı Kerîm 17/36

[15].  Kur’ân-ı Kerîm 6/125

               

[16]. Sa'duddin Mes'ud B. Ömer Et-Taftazâni, şerhu’l-Akaid s. 158 Eser Kitabevi İstanbul-1972

[17]. Örneğin, bu gruba mensup akademisyenlerden Riyad Üniversitesi Usulu’d-Dîn Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Nasır Abdülkerim şunları kaydetmektedir : «Kelâmcı gruplardan Mu'tezilî'ler, Eş'arîler ve onlara uyanlar tarafından «kelâm» diye ad­landırı­lan bu ilimle uğraşmak caiz değildir. Çünkü kelâm ilmi, sonra­dan ortaya çıkmış bir bid'at­tir. (... ) , Selef-i Sâlihîn'in içtihadına aykırı­dır.» Mabâhis Fi akıy­dati Ahli’s-Sunnah. S. 11

[18].  Kur’ân-ı Kerîm 21/30

 

[19]. Kur’ân-ı Kerîm 88/17, 18, 19, 20

 

[20].  Kur’ân-ı Kerîm 27/64

               

[21].  «Varlık», «yokluk» ve «şey» kavramları, birçok kimseyi meşgul ettiği için aşağı­daki özet bilgileri vermekte yarar vardır.

 

Varlık kavramı, zorunlu olarak aynı zamanda yoklukla birlikte söz konusu olmaktadır. Çünkü yoklukla karşılaştırılarak ancak anlaşılabilmektedir. Ve çünkü aklın (Allah'dan başka) var diye kabul edebilir olduğu her şey, bir zamanlar yokken sonradan var olmuştur.

 

Dolayısıyla bu  rasyonel karşılaştırmada varlık ve yokluk kavramları, mantık açısından matematiksel bir kesinlikle birbirine aykırıdırlar.

 

Kelâm, akâid ve felsefe ilimlerinin önemli konularından olan «varlık» kelimesi, Arapça «vücûd» sözcüğünün karşılığıdır; yokluğun karşılığı ise, ademiyettir.  Keza «var»  kelimesinin Arapça karşılığı «mevcûd», «yok» kelimesinin karşılığı ise «adem»'dir.

 

Var olan şey (var olmadan önceki gerçek veya itibârî) yokluğuna oranla nedensel ve özel­dir. Onun için genelde bütün filozoflar ve İslâm kelâmcıları «var» olana «şey» demişlerdir. Ancak şüpheci filozoflar bu konuda bocalamış, gülünç çelişkilere düşmüşlerdir.

 

Esasen filozofların «şey» kavramına ilişkin olarak pek belirgin tanımları yoktur. Onlardan esinlenen çağdaş yarı aydınlar da bu kavramı matematiksel bir mantıkla tanımlamayı becerememiş, sadece onu : Madde, nesne, söz, olay ve eylem  gibi örneklerle açıklamaya çalışmış­lardır.

               

İdealist filozoflar, «yok»'un karşıtı olarak «var» dedikleri şey, ya maddeden önce var olan; ya maddeden bağımsız şekilde var olan;  ya da bilincin ürünü olarak var olan; şeklinde üç ayrı tanımla açıklamışlardır.

 

Şu halde var olan şeyin, tanımı üzerinde felsefecilerin cumhuru, görüş birliği içinde değil­dir.

 

İslâm kelâmcılarına gelince onlar, «Allah'ın her şeye gücü yeter.» meâlindeki Bakara Sûresi'nin 284'üncü âyet-i Kerîmesine dayanarak «varlık», «yokluk» ve «şey» kavramlarına açık­lık getirmişlerdir. Şu varki ehl-i Sünnet kelâmcılarıyla mu'tezilîler arasında  «var», «yok» ve «şey» kavramları hakkında ciddî görüş farkları olmuştur.

 

Bu görüşleri şu şekilde açıklamak mümkündür :

 

Ehl-i Sünnet, ancak «var» olana «şey» demişlerdir. Mu'tezilîler ise «yok» olana da «şey» denebileceğini ileri sürmüşlerdir. Mu'tezilîlerin, bu tezlerinde dayandıkları gerekçe şudur :

 

Var olan her şey, Allah tarafından yoktan var edilmiştir. Öyle ise «yok» diye adlandırdı­ğımız, aslında geçici olarak belli boyut ve şekillerde henüz oluşmamış, gizli ve şekilsiz maddeler olarak kendinde vardır. Dolayısıyla buna da «şey» demek lâzım gelir. Bu görüş son derece sakattır. Çünkü sonuç itibariyle maddeyi ezelî varlık olarak çağrıştır­maktadır.

 

Ehl- i Sünnet ise, (Allah'ın iradesine bağlı olarak) «yok»'un ezelî olduğunu ifade etmişler­dir. Bunun anlamı ise şudur:

 

Allah Teâlâ'nın, yaratmasını irâde etmediği «yok», esasen ezelde yoktur ve tartışılması saçmadır. Bu nedenle de «yok» şey olarak nitelenemez.

***

Varlığın ve yokluğun Arapça dile getirilmesinde önemli bir noktayı da bu münasebetle bu­rada açıklamakta yarar vardır.

 

Erbabınca bilindiği üzere, bilim dili olarak kullanılan «gramatikal Arapça»'da, vardır  ve yoktur kipleri, Türkçede olduğu gibi doğrudan, soyut ve kalıpsal olarak kullanılamaz.

 

Daha açıkçası :

 

Vardır, tabirine karşılık olmak üzere «mevcûd'un»; Yoktur tabirine karşılık olmak üzere de «gayr'u mevcûd'in» veya «ma'dûm'un» denmez.

 

Bu iki yüklem çok sınırlı olarak ve ancak belli yerlerde kullanılabilir. Dolayısıyla bu üç tabir Kur’ân-ı Kerîm'in hiçbir yerinde geçmez.

Arapçada bir şeyin var veya yok olduğunu, bu dilin mantığına uygun düşen dolaylı üslûp­larla ancak ifade etmek mümkündür. Kelime-i Tevhîd, buna en ideal örnektir.

 

 

 

[22]. Prof. Dr. Ayhan Songar, Beynimiz ve sinirlerimiz, S. 10 Yeni Asya Yayınları 

 

[23]. Kur’ân-ı Kerîm 17/85

 

[24]. «El-Bidâye'tu Fi Usûli’d-Dîn» adlı eserin yazarı Nuruddîn es-Sâbûnî bu noktaya pek kısa ve öz bir anlatımla ideal bir açıklama getirmiştir. Yazar diyor ki :

 

«Ameller imândan değildir. Çünkü Allah Teâlâ (meâlen)İMÂN EDENLER VE YARARLI İŞLER YAPANLAR“ dediği sözünde «işler»'i (bağlaçla) «imân»'a bağlamıştır. Dolayısıyla (âyet-i kerîmede) bağlayan, bağlanandan ayrı şeydir.»

 

Evet yazarın bu çarpıcı örnekte çok isabetli bir tesbiti vardır. Bunu şu şekilde biraz daha açmak yararlı olur :

 

Âyet-i kerîmede görüldüğü üzere «İmân edenler» sözü ile «Faydalı işler yapanlar» sözü arasında bir bağlaç bulunaktadır. Bu da imân etmenin ayrı, faydalı işler yapmanın ise yine ayrı bir şey olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla aralarında çok sıkı bir bağ bu­lunsa bile amelin imândan bir parça olamayacağı âdeta kesinlik kazanmaktadır.

 

Bk.  Nuruddîn es-Sâbûnî, El-Bidâye'tu Fi Usûli’d-Dîn, (Bölüm :El-Kawl'u Fi Hakıykati’l-İmân.) İstanbul, Lâleli Kütüphânesi No. 2271;

Ayrıca Bk. Muhammed bin Süleyman el-Halebî, Nukhbetu’l-Leâli Lişerhi Bedi’l-Emâlî Beyit No.43 S.95. Işık Kitabevi, İst-1979

 

[25].  Muhammed Emin el-Kurdî el-Erbilî, Tenviru’l-Kulûb S.83. Mısır-H.1384

[26]. Ali b. Ali b. Muhammed b. Ebi'l-İz Ed-Dımışkıy, El-Akıydatu’t-Tahaviyya şerhi 1/470 Muassasa Ar-Risala, Beyrut-1988 (Birinci basım)

 

[27]. Bkz. : İbn. Teymiyye Ahmed Bin Abdilhalim, Kitabu’l-İmân S.195, Daru’l-Kutub El-İlmiyye, Beyrut-1983 (Birinci basım); Nâsır Abdulkerim, Akıyda'tu Ahli’s-Sunna v'al-Jamaa S.41 Daru’l-Vatan li’n-Naşr, Riyad-H.1412; Muhammed Abdülhadi El-mısrî, Akıyda'tu Ahli’s-Sunna v'al-Jamaa S.91 Dâr'u Tıyba li’n-Naşr, Riyad-M.1988.

 

[28]. Kur’ân-ı Kerîm 2/85, 2/174, 15/90,91

 

[29]. Bk. Dinsizlik