İMÂNIN KARŞITLARI

 

KÜFÜR KAVRAMI:

 

Küfür, yalın olarak klasik Arapçada gizlemek anlamına gelen bir söz­cük­tür.

 

Akâid biliminde önemli bir terim olan «küfür» kelimesi : Allah Teâlâ'nın varlığını, birliğini veya bildirmiş olduğu gerçeklerden en az bi­rini red ve inkâr etmek, ya da bu konuda kuşku içinde bulunmak su­re­tiyle işle­nebilecek suçların en büyüğüne verilen kapsamlı adlardan biri­dir. Bu suçu işleyen kimseye «kâfir» denir.

 

Küfre Neden Olan Söz, Kanaat ve Davranışlar:

 

Küfre neden olan çeşitli söz, kanaat, tavır ve davranışlar şu beş grupta toplanabilir:

 

1- Kur'ân gerçeklerinden en az birine inanmamak, veya onu red ve inkâr etmek,

 

2- Böyle bir gerçeği çarpıtmak veya mantıksız, çağdışı, iğrenç, vahşi, acı­masız ya da adaletsiz bulmak,

 

3- Onu aşağılamak,

 

4- Onu alay konusu yapmak,

 

5- Gerçek ile gerçek dışı arasında tarafsız bir tavır göstermek.

 

Küfür suçu, aynı zamanda şirk, nifak, zendeka ve irtidâd suçlarını da kapsar. Yani Gerek müşrik, gerek münafık, gerek zındık, gerekse mürted kişi aynı zamanda kâfirdirler. İslâm Dini ile hiçbir ilişkileri yok­tur. Dolayısıyla dünyadaki bütün mü’minler, (ırkları, renkleri ve dilleri ne olursa olsun)  na­sıl ki kardeş ve bir tek millet sayılırlarsa, aynı şe­kilde kâfir­ler de (ırkları, renkleri ve dilleri ne olursa olsun) İslâm'a göre bir tek millet sayılırlar. İslâm'da ilim deyimiyle bu hüküm: «El-Kufru milletun vahi­dah» olarak ifade edilir. Binaenaleyh, İslâm dışı ol­mak bakımından müşrik, münafık, zındık, mürted veya herhangi bir kategoriye giren kâfirler ara­sında hiçbir fark yoktur. Sadece karşılıklı ilişkileri düzenleyen İslâm Hukuku'nun ve İslâm Ahlâkı'nın, ilgili kurallarına göre bu kam­plara karşı yapılacak resmi ve kişisel muamele farklıdır.

 

Örneğin kitabî kâfirler, zimmi (sözleşmeli vatandaş)  olarak İslâm dev­le­ti'nin sınırları içinde oturabilmelerine karşılık müşriklere bu hak tanına­maz. Keza münafıklar, kâfir olduklarını açık şekilde ortaya koy­ma­dıkça on­larla aynen Müslüman muamelesi görülür.

 

Yukarıda sayılan beş ayrı yoldan işlenebilecek çeşitli küfür suçlarını iki ana başlık altında toplamak mümkündür.

 

1- Allah Teâlâ’ya, peygamberlere, semâvî kitaplara, meleklere ve âhiret gü­nüne ilişkin «gaybî gerçekler» den en az birini inkâr ve red etmek veya bu gerçekler hakkında kuşku duymak.

 

Örneğin Allah Teâlâ'yı, (haşa!) yok bilmek veya sanmak; O'nu, ya­kış­ma­yan bir sıfatla niteleyerek, -bir anlamda - sahip olduğu «kemal» vasfını inkâr etmek. Meselâ Allah Teâla'nın, kâinatta cereyan eden bazı olaylardan haber­siz olduğunu, ya da olabileceğini; uyumak, unutmak, bunamak, yorulmak, yıpranmak, eskimek, yaşlanmak, üzülmek, bunalmak, özenmek, ve bıkmak gibi Zât-ı ilâhiyesi'ne yakışmayan ve asla kendisi için söz konusu olamayan nitelikleri O'na mal etmek veya bu yollu düşünceler ileri sürmek; Keza O'na herhangi bir şeyi ortak koşarak -bir çeşit - birliğini inkâr etmek.

 

2- Tamamen seküler hayatı ilgilendiren madde, hayat, dünya, uzay, iş, sanat ve ilim konularına; haklara, özgürlüklere, meşru ve legal ça­lışma­lara ilişkin Kur’ân gerçeklerinden en az birini inkâr etmek.

 

Örneğin, yılın 12 den daha az, veya daha çok sayıda aylardan oluştuğunu, gü­neşin hareket etmediğini, rüzgarın döl aşılayıcı olmadığını yağmu­run bu­lutlardan inmediğini ileri sürmek gibi...[1] 

 

 

 

Çeşitli Küfür Suçlarına Örnekler:

 

a) Allah (cc) ile ilgili yanlış düşüncelerden kaynaklanan küfür suç­ları:

 

* Allah Teâlâ'nın varlığı veya birliği hakkında kuşku duymak ve bunu sözle ifade etmek,

 

* Allah Teâlâ'nın sıfatlarından en az birine inanmamak,

 

 Örneğin: Allah Teâlâ, sonsuzdan sonsuza sağdır; Görür ve bilir; Öncesi ve sonrası yoktur; Her şeye gücü yeter; Tüm kâinât üzerinde mut­lak bir egemenliğe sahiptir. Binaenaleyh eğer bir kimse onun bu ni­telikle­rinden en az birine inanmazlık veya saygısızlık eder, ya da ona karşı kuşku duyarsa kâfir olur. Bu cümleden olarak eğer bir kimse, için­den ge­çen bir düşüncenin Allah tarafından bilinemeyeceğini tahmin bile ederse İslâm Dini'nden çı­kar.

 

* Her şeyin Allah tarafından yaratılmış bulunduğuna inanmakla bir­likte O'nun, insanlara sınırsız bir irâde özgürlüğü tanıdığını, bina­enaleyh insanları artık söz ve eylemlerinden dolayı sorgulamayacağını ya da yargı­lamayacağını sanan kimse bu kanaatini sözle açığa vurursa İslâm Dini'nden çıkmış sayılır [2] 

 

* Allah Teâlâ'yı cisim veya madde olarak düşünen; O'nu, yarattık­la­rın­dan herhangi bir kimseye, herhangi bir nesneye, herhangi bir şeye benzeten; doğmuş veya doğurulmuş olduğuna, nesil bıraktığına, (yani ço­cuğu oldu­ğuna), üzerinden zaman geçebileceğine, bir yer tarafından taşı­nabileceğine, başlangıcı veya sonu olabileceğine; hastalanmak, öl­mek, unutmak, uyumak, yorulmak, herhangi bir şeyi bilmemek, her­hangi bir olaydan haberdar ola­mamak, insanların içindeki gizli düşün­celeri bil­memek, bir kimseye veya bir şeye gereksinim duymak, huzursuz olmak, bir şeyi var veya yok etmek zorunda bulun­mak, bıkmak ve usanmak gibi tüm eksikliklerden her­hangi biri du­ru­munda kalabileceğine ina­nan ve bunu sözle ifade eden kimsenin, İslâm Dini ile hiçbir ilişkisi kal­maz.

 

* Allah Teâlâ'nın isim ve sıfatlarına, emir ve yasaklarına öğüt ve ya­sa­larına saygısızlık eden, onları alay konusu yapan, Örneğin: «Şu si­neğin var olmasında hiçbir fayda ve hikmet yoktur, Allah bunu niçin yaratmış?!» di­yen, ya da öfkesinden, «Allah bile bana emretse bu işi yapmam.» şeklinde tepki gösteren kimse imânını o an için kaybeder.

 

* Bazı kimseler çok hissi oldukları için suçluluk duygusuyla derin mo­ral çöküntüsüne uğrarlar. Bu duruma düşen bir insan bilinçli olarak -afedilemeyeceğine ilişkin- Allah'dan umudunu tamamen keserse kâfir olur. Keza aşırı umutla Allah tarafından hiçbir hesaba ve cezaya tabi tu­tul­mayacağına inanan kimse de yine kâfir olur.

 

* Ayrıca Allah hakkında sarfedileceği takdirde kesinlikle küfre ne­den olacak çeşitli ifadelerden bazıları şöyledir:

 

«Allah'ın adaletinden kuşkulanıyorum.»

 

«Filan adam üçkağıtçının Allahıdır.»

 

«Allah'ın s...tir ettiği yer.»

 

«Allah'ın oğlu bile olsa metelik vermem.»

 

«Allah istemese bile bu işi yaparım.»

 

«O kadar seviyorum ki ona Allah gibi tapıyorum.»

 

«Allah bile onunla başa çıkamıyor, ben nasıl başa çıkayım

 

«O kadar güzel ki Allah onu özene bezene yaratmış.»

 

Bu sözleri sarfedenler, Allah Teâlâ’ya karşı büyük saygısızlıkta bulunmuş olurlar. Bu nedenle de İslâm dininden çıkarlar. Bununla birlikte eğer bir mü’min kişinin yanında bu sözlerden birini sarf ederlerse, ayrıca ona karşı da büyük bir küstahlıkta bulunmuş olurlar. Onun için böyle bir terbiyesizlikte bulunan kimse derhal tevbe ederek önce Allah’dan af dilemeli, aynı zamanda inancına karşı saygısızlık yaptığı mü’min kişiden de özür dilemelidir.

 

 

***

 

 

b) Peygamberlerle ilgili yanlış düşüncelerden kaynaklanan küfür suç­ları:

 

Peygamberler: Allah Teâlâ'nın, ilâhî hikmetiyle, daha be­bek­lik günlerinden itibaren doğal bir iç ve dış temizlikle yetiştirip yön­lendir­diği, ve seçerek elçilik göreviyle gönderdiği; övülmüş, dokunulmaz kişiliğe sahip, müstesna ve saygıdeğer şahsiyetlerdir.[3]         

 

Bu yüce insanlara dil uzatmak, onları yakışıksız vasıflarla nitele­mek, onları aşağılamak, yalanlamak, onlardan herhangi birinin pey­gamberlik sı­fatını açıkça red ve inkâr etmek, onlardan olmayan birini peygamber olarak nitelemek İslâm Dini'nden çıkmak için yeterlidir.

 

Bu cümleden olarak:

 

* Bir kimse eğer kendisine ya da bir başkasına vahiy indiğini ileri sü­re­cek olsa veya herhangi bir ifade kullanarak peygamber olduğu iddi­asında bulunacak olsa kâfir olur.

 

Bilindiği gibi Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sallellahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretlerinin tertemiz hanımları (Asr-ı saadetten kıya­met kopuncaya kadar) bütün mü’minlerin anneleridirler.[4] Binaenaleyh onlara dil uzâtan, onları iffetsizlikle suçlayan (ki bir kı­sım Şiîler maalesef bunu yapıyorlar), Keza Hz. Peygamber (sav)' den sonra sağ kalan hanımla­rının, çağdaşları olan Müslümanlarla neden evlenmedik­lerini sorgulayan ve eleştiren kimse yine kâfir olur.

 

* Bir kimse eğer Hz. Peygamber (sav)'in, gerek devlet başkanı olarak, ge­rek ordusunun başında komutan olarak, gerekse yaşamının çeşitli alan­la­rında almış olduğu kararlardan, koyduğu yasalardan, yapmış olduğu istihbarattan, be­lirlediği stratejilerden ve onayladığı infazlardan birini eleştirecek olsa, yani isabetli karar almadığını ya da adaletsiz yargıda bulunduğunu ileri sürecek olsa kâfir olur. Ancak insan olarak O'nun, nadiren bazı şeyleri unutup, daha sonra düzelttiğini söylemek suç değildir.

 

Ayrıca:

 

* Hz. Muhammed (sav)'in son peygamber olduğunu inkâr etmek,

 

* Yeni bir peygamberin geleceğini bekliyor olmak küfürdür.

 

*Herhangi bir ulu şahsiyeti Hz. Muhammed (sav)'den üstün bil­mek veya O'nunla eş değerde tutmak. Örneğin Hz. Ali (ra)'yi ilâh kabul eden, ya da O'nu Hz. Muhammed (sav)'den üstün tutan bir kısım Râfızıyler vardır ki bunlar kâfirdir.[5] 

 

Keza bazı tarikatlarda, özellikle Nakşibendîlere ait bir inanışa göre «evliyalar» peygamberlerden daha üstündürler. Nakşibendî şeyhleri arasında çok az kişi bu sırrı ağzından kaçırmıştır. Bunlardan biri de Hasan Lûtfi Şuşud’dur. Bu şahıs aynen diyor ki: «Velâyet, fenâya varmış kimsenin hâlidir. Nübuvvet mertebesinden uludur. Bazı enbiyâ hazerâtı velâyete de sâhib olmuşlardır. Lâkin her velîde nübuvvet-i tarifiyye veya tebliğiyye mevcûd olagelmiştir.»[6]

 

Kuşkusuz, bu yollu inancını açığa vuran hiçbir tarikatçı, mü’min ve müslüman olduğunu kanıtlayamaz.

 

Şu sözler de küfre neden olur:

 

* «Filan kimse peygamber bile olsa ona inanmam. »

 

* «Eğer Hz. Muhammed'den sonra bir peygamber gelecek olsaydı fi­lan zât peygamber olurdu.»[7]

 

* «Peygamberler de bizim gibi yer içer ve tuvalete giderler, onların biz­den ne farkı var!»

 

* «Eğer Adem suç işlemeseydi cennetten kovulmazdık, bütün bu belâlar O'nun yüzünden başımıza geldi.» vb.

 

c) Semâvî kitapların birinci derecedeki gerçekleriyle ilgili yanlış dü­şün­celerden kaynaklanan küfür suçlarına örnekler:

 

Allah Teâlâ'nın indirmiş olduğu vahiy, kutsal, dokunulmaz ve say­gı­değerdir. Binaenaleyh birer vahiy olan semâvî kitaplara, bu kitap­ların ger­çek içeriklerinden herhangi bir şeye karşı saygısızlık etmek, onu çar­pıtmak, yalanlamak ya da alay konusu yapmak İslâm Dini'nden çıkmak için yeterli bir neden oluşturur. Buna göre:

 

Bir şahıs veya bir otoritenin yetkilileri ve mensupları yürürlükte bu­lu­nan Kur'ân ahkâmından en az birini uygulamadan kaldırır veya uygu­lama­sını engellemeye çalışırlarsa kâfir olurlar. (Ancak uygulama­nın ge­nel bir fitneye neden olacağı, Müslümanların ve İslâm Ümmetinin bun­dan, belini doğrultamayacak şekilde olağanüstü bir ge­lişme ihtimali kar­şısında so­rumlu şahıs, örgüt ve kuruluşlar uygula­manın geciktirilmesi konusunda İslâm âlimlerine danışabilirler.)[8] 

 

Kur'ân ahkâmı içinde yürürlükten kaldırılmış bir hüküm varsa bu hükmün yerine konmuş yasayı uygulayan, uygulamasını kolaylaş­tıran ve bu durumun farkına varıp rıza gösteren kimselerin İslâm Dini ile hiçbir ilişkileri kalmaz.[9] 

 

Bunu farkedip «Mustaz'af» (yani ezilmiş) durumunda olanlar ise Kur'ân'ın uygulandığı bir ortama göçünceye kadar «kendi nefislerine zul­metmiş» olarak günahkâr sayılırlar.[10] 

 

Kur’ân-ı Kerîm'e karşı işlenebilecek küfür suçlarından bazı örnek­ler:

 

* Bir Müslümanın kitabına «sinkâf» ile sövmek.

 

*«Allah buyuruyor ki ...» diyerek Kur'ân'da bulunmayan sözleri Allah Teâlâ'ya mal etme cüretinde bulunmak.[11] 

 

*Kur'ân'da eksiklik, ya da beşer sözü bulunduğunu, veya ona daha sonra başka şeyler eklendiğini ileri sürmek.

 

* Kur’ân-ı Kerîm'i çağdışı olarak nitelemek.

 

* Kur'ân'ın öngördüğü ceza ve miras âyetlerini adaletsiz ve acıma­sız bulmak ve bunu söz ve tavırla ifade etmek.

 

* Kur’ân-ı Kerîm'in nassıyla kesin şekilde yasaklanmasına rağmen (süt kardeşle evlenmeyi, domuz etinden yemeyi, faizle muamele et­meyi, alkollü içki kullanmayı, zina etmeyi ve benzer) yasakları yasallaş­tıran «mürted» ülkelerin kanunlarına vicdanen saygı beslemek ve bu yasaları Kur’ân-ı Kerîm'e tercih etmek.

 

* Vahyin (Allah kelâmının) yaratık olduğunu ileri sürmek.[12] 

 

* Kur’ân-ı Kerîm'den bir parça bile olsa onu çöpe atmak, çiğnemek, ya da herhangi bir şekilde ona saygısızlıkta bulunmak.

 

* Kur'ân'ın Arapça değil, başka bir dille indiğini ileri sürmek.

 

* Kur'ân âyetlerini enstrüman eşliğinde terennüm etmek.

 

* Allah'ın yasakladığı bir şeye başlarken besmele çekmek.

 

* Haram bir fiil işledikten sonra onun sağladığı yarardan, kazanç­tan ve sevinçten sebep Allah'a şükretmek; Ya da haram bir şey yedikten sonra Elhamdülillah (yanı Allah'a hamd olsun) demek.

 

* Kur'ân okuyan kimse ile -okuduğu sırada - alay etmek.

 

* Kur'ân'a uymayı öğütleyen ve Kur’ân-ı Kerîm ahkâmına göre ya­şa­mak üzere davette bulunan kimseye eziyet etmek, onu meczup ve mecnun gibi sıfatlarla niteyerek hakarette bulunmak ya da cezalandırmak

 

* Kur'ân'da fal açmak ve onu büyü, üfürük ve muska gibi çirkin iş­lerde araç olarak kullanmak.

 

* Kur’ân-ı Kerîm'in ölü ruhuna okunmak üzere indiğine inan­mak.

 

* Tevrat, Zubûr, İncîl ve suhuflara hakaret etmek bu kitap ve suhuf­la­rın Allah tarafından gönderildiğini inkâr etmek.

 

* Kur’ân-ı Kerîm'den önceki semâvî kitapların, şimdiki içerikleri­nin değiştirilmediğine ve indirildikleri zamanki gibi tamamen vahiy olduk­la­rına inanmak, ya da içlerinde vahiyden hiçbir eser bulunmadı­ğını ileri sürmek.

 

* Kur’ân-ı Kerîm'in, zorba, sapık, kâfir, münafık ya da suçlu saydığı: Firavun, Haman, Karûn, Calût, Hz. Lût'un karısı, Hz. Nuh'un oğlu, Ebuleheb, Âd ve Semûd Kavmi ile Medine Halkından münafıklar gibi kim­selerin suçsuz, masum ve doğru yolda olduklarını kabul etmek, on­ları öv­mek, onlara taraf olmak ve beraatları için duada bulunmak.

 

* Kur’ân-ı Kerîm’de kesinlik ifade eden emirlerden, nehiylerden ve hü­kümlerden birini (dolaylı da olsa) yalanlayıcı bir ifade kullanmak: «Alah kâfirleri cezalandırmayacak»;  ya da, «Allah kâfirleri bağışlayacak» demek gibi... Halbuki Allah Teâlâ, örneğin Beyyine Sûresi’nin, altıncı Âyet-i kerîmesi’nde meâlen «Kitap ehlinden olan kâfirler ve müşrikler sürekli olarak cehennem ateşindedirler; Onlar halkın en kötüleridir.» buyurmuş­tur. Binaenaleyh bu âyetteki ilâhî vaadi yalanlayıcı nitelikte sarfedilen bir söz küfre neden olabilir. 

 

d) Semâvî Kitapların ikinci Derecedeki Gerçekleri  İle ilgili

    Yanlış Düşüncelerden Kaynaklanan Küfür Suçları:  

 

Gerek Kur’ân-ı Kerîm, gerekse ondan önceki semâvî kitaplar, ibadet ve insan yaşamını ilgilendiren konulardan başka birçok bilgiler daha sunmuş­lardır. Elbette bunlar da Allah Teâlâ'nın verdiği bilgiler olmak bakımından son derece önemli ve inanılması gereken gerçeklerdir.

 

Bunların bazıları, aynı zamanda çeşitli bilimler için birer ipuçları­dır. Nitekim bu konulu âyetler, son zamanlarda özellikle yabancı bilim adam­la­rının dikkatini çekmiştir.

 

Bu âyetlerin ortaya koyduğu gerçekler özellikle ibadet ve rûhânî ya­şamla yakından ilgili olmadığı için skolastik düşünce sahipleri tarafın­dan pek önemsenmemiş, hatta bu gerçekleri inkâr etmek, İslâm Dini'nden çık­mak için yeterli bir neden oluşturmasına rağmen bu nokta üze­rinde hiç du­r­ulmamıştır. Ne ilginçtir ki günümüzün «modern dü­şünceli ve aydın din adam­ları» (!) olarak bilinen ilâhiyatçılar da kendi alanlarını ilgilen­dirdiği kada­rıyla bu noktaya pek önem vermemişler­dir.

 

Örneğin, Ra'd Suresi'nin dördüncü âyetinde Allah Teâlâ (meâlen): Yeryüzünde bitişik toprak parçaları, (ya da kıtalar) üzüm bağları, ekin­ler, ve hurmalıklar bulunduğunu hepsinin de aynı su ile sulandığını, ancak yi­yimde bazılarını diğer bazılarına üstün kıldığını ifade buyur­maktadır. Aslında bu âyetin olağanüstü önem taşıyan hayat ve tabiat sırlarıyla yüklü olduğuna büyük ihtimal vermek gerekir. Bununla bir­likte hiç kül­tür al­mamış sıradan bir insanın anlayış düzeyine indirge­nerek bu bilgiler global bir anlatım yöntemiyle verilmiştir. Burada ge­neldeki ihtimallerin tam ter­sine, eğitimsiz insanlardan çok okumuş ve kültürlü insanın bu âyet karşı­sında gereken ciddîyeti göstermemesi akla gelmektedir. Çünkü ukalalık ve küstahlık daha çok yarı okumu­şun, ya da başka bir deyimle okumuş cahilin kapıldığı psikozlardandır. Dolayısıyla yukarıdaki ve ben­zeri âyetler sözko­nusu olduğu zaman ciddîyetini koruyamayan «Bu da bir şey mi (!)», «Bunu bilmeyecek ne var ?» gibi sözler sarfederek kendilerini bir şey sananlar kâfirden başka hiçbir şey olamazlar.

 

e) Meleklerle ilgili Yanlış Düşüncelerden kaynaklanan Küfür Suçları:

 

Melekler Allah' (cc) ın latif ve nuranî yaratıklarıdır.[13]     

 

Onların tümünü, ya da Kur’ân-ı Kerîm'de adları geçenlerden en az bi­rini yok sayan, imânını kaybeder.

 

Meleklere sövmek, onları aşağılamak ve alay konusu yapmak, eski cahi­liyet döneminde olduğu gibi melekleri «Allah'ın kızları»[14] ola­rak nite­le­mek yine imânın zevaline sebep olur.

 

Can almakla görevli bulunan Azrâil Aleyhisselâm'a, (bu ilgiyle) düş­manlık beslemek ve hakkında yakışmayan sözler söylemek yine kü­fürdür.

 

Toplumumuzda bazı filozoflar, cin, melek ve şeytanla ilgili birtakım yeni görüş ve izah tarzları getirmiş bulunmaktadırlar. Örneğin cinlere «Mikrodalga bedenle var olan bir tür "HALOGRAMİK" varlıklardır.» de­nil­mekte, «...insan ve cin ve hayvan denilen tüm varlıkların orijini» nin me­lek olduğu ileri sürülmektedir.[15] Bu ifadeler İslâm Literatür diline ya­bancıdır. Ancak melekleri inkâr veya aşağılamak değil bilakis onların var olduğunu bir çeşit kanıtlamak anlamına gelmektedir. «Mikrodalga boyut» niteliğine gelince eğer bu söylem, meleklerin ger­çek niteliğini yansıtmıyor veya yansıtmaya yetmiyorsa bunun sorumlu­luğu bu ifadeyi kullanana ait­tir. Bu çeşit izah tarzlarının daha çok bi­limselcilik gayretle­riyle yapıldığı iz­lenimi göze çarpmaktadır. Nitekim meleklerin metafizik varlıklar oldu­ğuna ve temel yapıları hakkında Kur’ân-ı Kerîm'de hiçbir bilgi bulunma­dığına bakılacak olursa onları bu tür vasıflarla tanıtmak afaki olacaktır. Esasen meleklerin varlığı bir Kur'ân gerçeği olduğuna göre onları kanıtla­maya çalışırken Kur’ân öl­çüleri içinde kalmak en gü­venli yoldur.

 

f) Ahiret Hayatı ile ilgili Yanlış Düşüncelerden kaynaklanan Küfür Suçları:

 

Kıyamet, hesap, cennet ve cehennem ile Kevser, birer Kur’ân gerçe­ği­dir­ler. İnsanların öldükten sonra yeniden dirilecekleri, Kur'ân'ın ha­be­riyle ke­sin bir hakikattır. Binaenaleyh bu gerçekleri red ve inkâr eden, ya da bu ger­çekler hakkında en ufak bir kuşku duyan kimse ken­dini küfrün çukuru içinde bulur.

 

İnsanların, bedenleri ve ruhlarıyla değil de yalnız ruhlarıyla âhireti ya­şa­ya­caklarına inananlar da kâfirdirler.

 

Mü’minlerin cennette -niceliksiz olarak- Allah Teâlâ'yı gözleriyle gör­meleri de yine bir Kur’ân gerçeği olduğu için bunu inkâr eden kâfir olur.

 

g) Çeşitli Konulardaki Yanlış Düşüncelerle ilgili küfür suçları:

 

İnsan hak ile batılın, doğru ile yanlışın, devamlı çatıştığı bir or­tamda ya­şar. Bir yanda güzellikler, bir yanda çirkinlikler var. Her ikisi de ken­dine göre bir çekiciliğe sahiptir. Bal arısı çiçeklere konar, tenya ve trişin ise bağır­sakta dışkı içinde yaşarlar. Hepsi de halinden memnun. Eşya ve olaylar da çok ilginçtir. Ateş yakar, rüzgar eser, bıçak ke­ser, yer çeker...Ancak bunla­rın hepsi de birer kanuna tabidirler. Kâinatın disipli­nini sağlayan bu yasa­ların koyucusu ve uygulayıcısı ise Allah Teâlâ'dır. Sebebi de sonucu da bütün ayrıntılarıyla ezelde bilen O’dur. Şu halde akıllı insan, ulaşabildiği bilgile­rin en üst limitlerine kadar önce kitap ve sünnetin, sonra da ilim ve tecrü­benin kanıtladığı bütün gerçeklere inanmak zorun­dadır. Çünkü aklın gö­revi budur.

 

Binaenaleyh kişi Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahi­ret gününe ve kadere inandığı gibi yer çekimine, iki kere ikinin dört et­ti­ğine, demirin odundan daha yoğun olduğuna, saf suyun 100 derecelik ısıda kaynadığına, ışık ve sesin belli or­tamda, belli hızlarla yayıldıklarına da yine kesinlikle (ancak icmalî imân sınırlarında) inanmak zorundadır. Bunun temel sebebine gelince yaradılış ve oluşun bü­tün açıklamaları, fiziğin, kimyanın, matemati­ğin, astronominin, man­tığın, tıb ve sibernetiğin hatta spor ve müziğin dayandıkları bütün ka­nunlar «âdetullahtullâh»ın birer parçasıdır. Çünkü her şeyi Allah Teâlâ yaratmış­tır. Dolayısıyla eşya ve olayların işleyiş disipli­nini sağlayan yasaları da Allah (cc), koy­muştur.

 

Öyle ise bir gerçeği ifade etmeye yarayan «Dağ fare doğurdu» gibi me­cazî anlatımlar hariç, fare dağdan daha büyüktür diyecek kadar ciddîyetini yiti­ren; helâlı haram, haramı da helâl sayan; her canlının su­dan yaratıl­dığına inanmayan; sihirle uğraşan, fala inanan, kâfiri gerçek anlamda dost edinen, ilme söven, ilacın iyileştirici etkisini Allah'ın irâde ve kudre­tine bağlamayan, faniyi tan­rılaştıran, «Kahrolsun şerîat !» diye slogan atan; Pozitivizmi, Laikliği, Darwinizmi ve Sosyalizmi İslâm'dan üstün tutan; bir Müslüman gibi yaşarken, aynı zamanda Millî Türk Dini’nin ayinlerine de katılan, süt kardeşle evliliği meşru gören insan -kim olursa olsun Kur’ân’ın bütünlüğünü reddetmiş olur. Böyle biri ise hem man­tıksız, hem ahlâksız hem de imânsızdır ! Çünkü imânsızlık gerçek an­lamıyla ahlâksızlık ve man­tık­sızlık demektir; Allah'ın yasalarına kafa tutmak demektir.

 

Kur’ân-ı Kerîm, Kâfirleri ve Küfrü Nasıl Anlatıyor:

 

Yalnızca «küfür» sözcüğü Kur’ân-ı Kerîm'in yirmibeş yerinde geç­mek­tedir. Güçlükle sayılabilecek kadar da bu masdarın türevleri çeşitli anlatım­lar içerisinde Kur'ân'ın başından sonuna kadar serpilmiş bu­lun­maktadır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm, «küfür» ve «kâfir» ler hak­kında çok yönlü bil­giler ortaya koymuş, küfrün ne kadar ağır bir suç ol­duğunu, kâfirlerin ne büyük bir saplantı içinde bulunduklarını, ne mantıksızlıklar içinde bocala­dıklarını, bozuk psikolojik durumlarını ve ne korkunç ceza­lara çarptırıla­caklarını haber vermiştir.

 

İşte bu mesajlardan bazı örnekler:

 

 «Kâfirler var ya, onları uyarsan da uyarmasan da imân etmezler.» [16] 

 

«Allah (size gerçekleri anlatmak için) bir sineği, hatta ondan öte (önemsiz) olanı bile  örnek göstermekten utanç duymaz. İmân edenler bu­nun hak olduğunu bilirler; kâfirlere gelince (alay ederek): "Allah bu­nunla ne demek istiyor (!) " Derler.»[17] 

 

«Gerçek şu ki, (Allah'ı, peygamber'i, Kur'ân'ı) inkâr edip kâfir ola­rak ölenlerin üzerinde Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti vardır.»[18] 

 

«Kâfirler güdülen hayvanlara benzerler. Çobanın çağırıp bağırmala­rın­dan başka bir şey anlamazlar. Sağır, dilsiz ve kördürler.»[19] 

 

«(...) Allah'ın âyetlerini inkâr edenler var ya, onlar için şedid bir iş­kence vardır.(...)»[20] 

 

«Kâfirler var ya, onlara ne servetleri, ne de çocukları asla yaramaya­cak­tır.»[21] 

 

«Kâfirler var ya onlar, verdiğimiz fırsatların, kendileri için hayırlı ol­du­ğunu sanmasınlar, bilakis bu fırsatları daha da suçları artsın diye veri­yoruz. Hem sonra onları aşağılık yapacak işkenceler de vardır.»[22] 

 

«Kâfirler (cehennemde işkence görünce), "Keşke Müslüman olsaydık" dileğinde bulunacaklardır.»[23] 

 

Küfür, Allah Teâlâ'yı neden en çok gücendiren bir suçtur? Bunu, el­bet­teki küfrün inkârcı bir suç olmasında aramak gerekir. Çünkü başka bir de­yimle küfür, en büyük nankörlük demektir. Allah'ı inkâr etme cüre­tini gös­teren insan (ki bunlar son derece azdır,)  bir anlamda yara­tılmış olma nime­tini inkâr edendir. Çünkü yaratılmış olmak (hele in­san olarak yaratılmış olmak), Allah Teâlâ'nın hem en yüce eseri, hem de doğrudan muhatabı olmak bakımından son derece büyük bir şeref ve nimettir. Bununla birlikte Allah'a inanmak ve O'nun elçilerine, O'nun mesajla­rına imân etmek de ayrıca ölçüye sığmayan başka bir nimettir. Bu ikinci nimeti inkâr etme mut­suzluğuna düşen insan diğer bütün nimetleri de otomatik olarak inkâr et­miş sayılır ki küfrün en bü­yük suç olmasını bu­rada aramak lazımdır. Dolayısıyla kâfir insan, başka bir kimsenin de iyili­ğine karşılık gerçek an­lamda memnun olmak  ve teşekkür etmek gibi bir ruh asaletine ve içten ge­len bir kadirşinaslık duygusuna asla sahip değil­dir. Nitekim kâfir insanın, işte bu doyum­suzluğundan, bu bozuk psikolo­jisinden sebeptir ki gerek dünya gene­linde, gerekse lokal çapta meydana gelen savaşların, isyanların, sosyal patlamaların ve her türlü fitne ve anarşinin arka planında daima, Allah'a gerçek anlamda inanmayanların parmağı vardır. Bunların teh­like­leri fanatik dindarların tehlikesinden kat kat fazladır. Çünkü insan ve tabiat sevgisinin, barışseverliğin, hakperest­liğin ve adalet duygusu­nun temel kaynağı (kâinât ve varlığın en büyük gerçeği olan) Allah Teâlâ’ya inanmaktır. Bu inanca temelde sahip olmayan­lar ya da kaderin bir cilvesi olarak bu ko­nuda yeterli eğitim alamamış in­sanlar, ne kadar okumuş olurlarsa olsunlar, ne kadar uygar bir görünüm içinde bulu­nurlarsa bulunsunlar ruh derinlik­lerinde ve bilinçlerinin al­tında ina­nan insanlara karşı korkunç bir kin ve düşmanlık duygusu ya­tar.

 

Onun içindir ki bir Müslümanın, (öz oğlu bile olsa) kâfire güveni yok­tur ve olmamalıdır da. Nitekim halk arasında «Domuzdan post, kâ­firden dost olmaz.» ifadesi bu gerçeği anlatmaktadır.

 

 

Küfrün Çeşitleri:

 

İnsan, temelde iki şeyden sebep küfre sapabilir. Bunlardan biri bilgi­siz­lik, diğeri ise inattır. Onun için akâid âlimleri küfrü, temel nedenleri bakı­mından şu iki başlık altında ele almışlardır:

 

1-Küfr-i Cehlî (bilgisizlikten doğan küfür),

 

2-Küfr-i İnâdî (inat ederek işlenen küfür).

 

Şimdi de bunları ayrı ayrı inceleyelim.

 

1-Küfr-i Cehlî (bilgisizlikten doğan küfür):

 

Kur'ân gerçekleri hakkında yeterli bilğilere sahip olamadıkları için bu gerçeklerden en az birini red ve inkâr eden veya onu çarpıtmak, aşa­ğıla­mak ve alay konusu yapmak gibi bir söz ve harekette bulunan kim­senin, içine düştüğü küfür örneğidir. Bir Kur'ân gerçeğini bilgisizlik nedeniyle yok saymak, Kur'ân'da olmayan veya Kur'ân'ın dolaylı bi­çimde de olsa her­hangi bir ilgiyle doğrulamadığı bir şeyi ona mal et­mek, genellikle basit dü­şünceli insanların işlediği «cehlî küfür» türün­den suçlardır. Ancak ne gariptir ki bu suçu işleyenler arasında devlet adamları, üst düzey bü­rokratlar, sanatçılar ve işadamları gibi çoğu okumuş ve sözde kültürlü insan­lar da vardır. Doğrusuna bakılacak olursa bunlar «Pagan» dır. Bu da de­mektir ki çağımı­zın sakat eğitimi okumuş insanlara evrensel düşüne­bilme yeteneğini kazandıramamak­tadır.

 

Eski akâid âlimlerinden bazıları, Allah'ın varlığını, birliğini ve sı­fat­la­rını, (son derece cahil oldukları için) bilmeyen ve aynı zamanda bu ger­çek­leri araştırıp öğrenemeyen insanların işledikleri küfür suçunu ancak «cehlî küfür» olarak belirlemişlerdir. Bundan anlaşılmaktadır ki bazı in­sanlar bu derece ilkel ve cahil kalmış olabilirler. Fakat İnsan ak­lını çalış­tı­rarak ilgi­lerle, bağıntılarla her zaman sayısız gerçekleri keşfe­debilme kud­retine sahip­tir. Zâten Allah Teâlâ gerçekleri algılayabilecek çeşitli duyu­lar ve duygularla insanı donatmıştır. 

 

Burada önemle hatırlatılması gereken bir nokta vardır:

 

Bazı kimselerin son derece rahatlıkla: «Allah buyuruyor ki...» diye baş­layıp anlattıkları şeyleri sık sık duyarız. Bu insanların -sözde - Allah'a mal ettikleri ifadeler eğer rastgele ise ve Kur’ân-ı Kerîm'den tam anla­mıyla nak­ledilmiyorsa bu kimseler, yaptıklarının ciddîyetini farkedecek durumda ol­masalar bile küfre girerler. Çünkü Allah Teâlâ, onları kıya­met gününde muhatap bile kabul etmeyeceğini, onlara mer­hamet naza­rıyla bakmayaca­ğını ve onlara acı işkenceler çektireceğini açıkça ifade bu­yurmuştur.[24] 

 

2-Küfr-i İnâdî (inat ederek işlenen küfür):

 

Kur'ân gerçekleri hakkında yeterli bilgilere sahip oldukları ya da kal­ben ikna oldukları halde ünlerini, mevkilerini ve çıkarlarını kay­betmek gibi kaygılarla bu gerçekleri kabullenmek istemeyen veya kabul­lenmiyor gibi gözükenlerin işledikleri küfür suçu «küfr-i inâdi» türündendir. Doğu Roma İmparatoru Herakleios I. in küfrü bu çeşittir.[25]

 

Ayrıca «Hükmî Küfür» olarak bilinen bir küfür çeşidi daha vardır. Bu durumda olanların küfrü pek net ve açık şekilde sezinlenemez. Bu insan­la­rın kâfir oldukları sadece bazı tavır ve tutumlarından anlaşılabi­lir. Bu da genellikle bilgisizlikten ve bilinçsizlikten kaynaklanmaktadır. Örneğin bazı cahil mü’minler (çeşitli sloganların cazibesine kapılarak, vaadlere al­danarak veya bazı ortak yanlara değer vererek) kâfirlere, ide­olojilerinde destekçi ol­makta, onların kanaat ve düşüncelerini pay­laşma gafletine düşmektedirler. Bunların da zaman zaman hükmen küfre girme ihtimal­leri vardır.

 

 



[1]. Çünkü bunlar da birer Kur'ân gerçeğidir. Allah Teâlâ : « Gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah katında ayların sayısı onikidir.» ( Kur’ân-ı Kerîm 9/36) buyuruyor. şu halde bir kimse, yılın, aylarının bu sayıdan daha az veya daha çok olduğunu ileri sürecek olsa kâfir olur. Keza Allah Teâlâ : « Güneş kendi konumunda hareket edip dur­makta­dır.» (Kur’ân-ı Kerîm 36/38)  buyuruyor. şu halde bir kimse eğer güne­şin hare­ketsiz olduğunu ileri sürecek olursa İslâm dininden çıkar.

 

Yine Allah Teâlâ : « biz rüzgarı döl aşılayıcı olarak gönderdik.» ( Kur’ân-ı Kerîm 15/22) buyu­ruyor. Bu Âyet-i kerîme çok yönlü anlam­lar içermektedir. Nitekim rüzgar­ların, su buharın­dan oluşan bulutları çarpıştırarak bu çarpışmadan bulutlarda artı-eksi elektrik yüklü elek­tron geçişmesini sağladığı; Keza bitkiler üzerinden eserken -türüne göre- gerek ayrı iki çiçek­teki, gerekse aynı çiçekteki anterozoit ile cosfer­'in birleşme­sini temin ettiği anla­şılmakta­dır. Öyle ise bu kadar ayrıntılı olmasa bile hiç değilse rüzgarın, döl aşıla­yıcı oldu­ğunu kabul etmeyen insan, İslâm Dini'nden çıkmış olur.

 

Bilindiği üzere vahiyden başka İslâm'ın diğer bütün kaynakları Hz. peygamber (sav)'in vefatından yaklaşık yüz yıl sonra oluşmaya baş­lamıştır. Onun için kelâm ve akâid ilim­le­rinde eser veren ilk şahsiyet­ler, Hz.Peygamberle birlikte yaşamış yüce sahabiler kadar ge­niş ufuklara sahip olamazlardı. Dolayısıyla daha çok sebep-sonuç ilişkisin­den hare­ket ede­rek mantıksal kuramlarla  uğraşmalarına rağmen bu alimler bile ne il­ginçtir ki dün­yaya, ha­yat ve maddeye hep rûhânî bir açıdan bak­mışlardır. Binaenaleyh aynen tefsir alimleri gibi akaid alimleri de Kur’ân-ı Kerîm'in, madde ve hayatı işleyen âyetleri üze­rinde ciddîyetle durmamışlardır. Onun içindir ki örneğin, Kur’ân-ı Kerîm'in fizik, ma­te­matik, astronomi, tıb ve benzeri pozitif ilimlere konu oluşturan ger­çeklerinden birini red ve inkâr eden kimsenin kâfir olacağını hiçbir yerde sözkonusu etmemişlerdir. Dünyaya ilim ve irfanlarıyla ışık tu­tan Müslümanlar , ne ya­zık ki, bu konuda, arkalarında çok bü­yük bir boş­luk bırakmışlardır! Çünkü din denilince akıllara genellikle namaz, oruç, dua ve zikir gibi şeyler gelmiş, dinin en büyük konusu­nun, ya­şam, ahlâk ve ilim olduğu unutulmuş­tur. Laboratuarda, fabrikada, tar­lada, dü­ğünde kavgada ve siyasette değil, dua ve ibadet sırasında ancak Allah'ın hatırlan­dığı bir din imajı bu suretle Müslümanlarda oluşmuş, ta ki zaman gelip Müslümansı top­lum­lar hayat ve düşüncenin rû­hânî ve seküler olmak üzere iki türlü olabileceğine inan­maya baş­lamış­lardır. Oysa Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm'in birçok yerinde «hiç akıl et­mez misiniz?!» «Hiç düşünmez misiniz ?!» diye insanı uyarıp buna bağlı olarak man­tıksal düşüncenin ne bü­yük bir nimet olduğuna işaret buyurur­ken (2/44, 21/10-67, 6/50-80, 32/4) akılla ve akılcı yol­larla disip­line alınabilen seküler hayatın önemini de bu su­retle hatırlatmıştır.

 

şu halde Kur’ân-ı Kerîm -aklın sınırları içinde - pozitif ilimlerin ke­sin olarak kanıtla­dığı gerçekleri doğrulamaktadır. Örneğin Kur'ân'da : 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9...sayıları -karşılaştırmalı olarak - geçmektedir. (2/61, 6/143, 24/58, 2/226, 18/22, 7/54, 18/22, 6/143, 17/101) Bundan şu so­nuç­ları çıkarmak mümkündür :

 

İki, birden büyük, üçten ise küçüktür. Bu ifade matematiğin ve mantığın ortaya koy­duğu, aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm'in ilgiyle doğ­ruladığı kesin bir gerçektir. Şu halde bir kimse eğer ciddî bir şekilde örneğin; al­tının, yediden büyük, ya da beşten küçük olduğunu ileri sür­meye kalkı­şırsa bu insan tıpkı:  «Ateş yakmaz», «Ses hızı, ışık hızından daha bü­yüktür.» «İnsan maymunun soyundan gelmiştir.» «Kadınla erkek eşit­tir. » veya «Din iş­leri devlet işlerinden ayrılabilir.» demiş gibi aklı, mantığı ve bilimi bir çırpıda yalan­lamış olur ki bu olay, geniş­letilecek olursa, başlangıçta sanıldığı kadar pek de basit bir meseleden iba­ret bu­lunmadığı anlaşılacaktır.

 

Mantıksızlığın, klasik yargıyla büyük bir sorun olmadığı ve yalnızca böyle düşüneni il­gi­lendirdiği sanılır. Oysa bu çok yanlıştır. Genellikle bütün ahlâksızlıkların hatta iş­lenen cinayetlerin temelinde esasen mantıksızlık yatar. Örneğin bir insanın parasına göz dike­rek onu öldü­ren hırsız veya soyguncu, henüz hırsız niteliğini almadan önce man­tıksızdır. Çünkü bu kimse, her şeyden önce bir insanın, bu kadar hak­sızca ve böyle vah­şice öldürüle­meyece­ğini, böyle bir cinayet işleyenin ise er veya geç yakalanıp en ağır cezalara çarptırı­lacağını düşünemeye­cek kadar mantıksızdır, zavallıdır.

 

şu halde sonuç olarak bir insan, eğer bilinçle en azından ikinin, üç­ten büyük, ya da bir­den küçük olduğunu ileri sürmek gibi bir çelişkiye düşecek olursa bunu, basit ve üzerinde durul­maya değmeyen bir saç­malık, bir sayıklama ve hezeyan olarak görmek aynı dere­cede ikinci bir mantık­sızlıktır. Dolayısıyla eğer espri ya da mecâzî kullanım gibi bir amaç sözkonusu değilse şuna büyük ihtimal vermek gerekir ki bu dü­zeylerde gösterilen fahiş mantık dışı söz, hareket ve tavırların tümü, Kur'ân'ın evrensel gerçeklerini ve Allah Teâlâ’nın yüce fıtrat ve ta­biat ka­nunlarını red ve inkâra varan ağır suçlardır. Onun için mizah niteliğinde veya mecâzî anlamda bile olsa bu tür sözleri sarfedenlerin de hemen tevbe ederek Allah'dan af dilemeleri gerekir.

 

[2]. Kur’ân-ı Kerîm 15/91,92; 16/93; 29/2,3,4; 58/8; 62/8

 

[3]. Bk. Peygamberlere İmân

 

[4].  Kur’ân-ı Kerîm  33/6

 

[5]. Râşid Abdullah el-Ferhan, el-Edyân'ül-Muâsıra S.86. Ayrıca Bk. Din Kavramı: Râfızıyler

 

[6]. Hasan Lûtfi Şuşud, İslâm Tasavvufunda Menâkıb-ı Evliya s.163 İstanbul-1958.

Milâdî 1350’lerde Türkistan’da tohumu ekilen Nakşibendiliğin günümüze kadar ortaya henüz çıkarılamamış çok önemli gizli yanları vardır. Bunlardan biri de bu tarikatın, Kur’ân’daki İslâm’a alternatif bir din olarak temellendirilmiş bulunması gerçeğidir. Bunun elbette ki bir nedeni olmalıdır. İslâm’la ilk kez tanışan Türklerin Kur’ân’daki İslâm’ı, bir «Arap dini» olarak algılamış olmaları ihtimali büyüktür. İslâm’a ilk kez muhatap olan Türkler, bu dinin çekiciliğine kapılırken ona tamamen uymak yerine onu kendi düşünce ve geleneklerine uydurmayı daha uygun görmüşlerdir. Günümüzün gerek ortodoks, gerekse heterodoks Türk Sünniliği bu tahmini her yönüyle kanıtlamaktadır. Bu gerçeklerden yola çıkarak «Türklerin, daima bilinç altında Türk unsurundan bir peygamber arayışı içinde olduklarını tahmin etmek güç değildir.» İşte Nakşibendîlerin, (yüzyıllardır gizlemiş oldukları bir inanışa göre), evliyaları peygamberlerden üstün tutuyor olmalarının nedenini burada aramak gerekir. Çünkü onlara göre Hz. Muhammed, her ne kadar bir peygamber ise de, daha çok Araplara aittir. Dolayısıyla «Türk evliyalarına hem peygamberlik atfetmek hem de onları peygamberlerden üstün tutmak Türklerin dinsel bağımsızlığını koruyacaktır.» Nakşibendiliğin en önemli rolü budur. Günümüzün siyasal ve toplumsal gerçekleri de bunu kanıtlamaktadır. Nitekim rejim, tarikatları yasaklamış olmasına rağmen Nakşibendiliği her zaman gizlice desteklemiştir. Günümüzde Güneydoğu illerinden birinde konuşlandırılan bir Nakşî Tekkesi, «Derin devlet» aracılığıyla sıkı bir şekilde korunmakta ve organize edilmektedir!    

 

[7] Tarikatçılar, şeyhlerini yüceltmek için bu yollu sözleri sarf etmekten çekinmezler. Bk. Abdülmecîd b. Muhammed El-Khânî (1847-1900) , Al-Hadâiq’ul-Wardiyya Fi Haqâiq'i Ejillâ'in-Naqshabandiyya s. 231. (Kaynak Arapçadır)

 

               

[8].  Çünkü ashab döneminde de şartların gerektirmesi üzerine bazı ahkâmın kısa bir süre için zorunlu olarak askıya alındığı bir gerçektir. Ancak onların bu türlü davranış­ları, daha sonraki dönemlerin yöneti­cilerinden farklı olarak İslâm’ın ve Müslümanların çıkarı doğrultu­sunda olduğu da yine ayrı bir gerçektir.

               

[9] Kur’ân-ı Kerîm  5/44

 

[10] Kur’ân-ı Kerîm  4/97

 

[11]. Bu tür ifadeleri kullananlar, söylediklerini kanıtlamak ya da tevbe etmek zorun­da­dırlar. Aksi halde  suçlanmaktan kurtulamazlar! Dolayısıyla İslâm’ın dışladığı kimseler olarak muamele görmek duru­munda kalırlar.

               

[12]. 7'inci, 8'inci ve 9'uncu Abbasi halifeleri Me'mûn (M.813), Mu'tasım (M.833) ve Vasık (M.842) döneminde (miladi dokuzuncu yüzyılın başlarında) Kur’ân-ı Kerîm'in mahluk (yani yara­tık) olduğu yolunda ortaya bir tez atıldı. Bu teze inanıp inanma­dık­larını sap­tamak için, çağın alimleri halifenin emriyle sınava çekildiler. Ünlü Müctehid İmam Ahmed Bin Hanbel de bunların arasında bulunuyordu. Bu şah­siyetle­rin kimisi -maalesef - şehid edildi; kimisi de İmam Hanbelî gibi zindanlara atıldı­lar. Nihayet Muhaddislerden İmam Ebu Abdirrahman Abdullah b. Muhammed el-Arzemî bu yüzden ifade verdiği bir sırada Halife Elvasık'a ve Başkadısına yö­nelt­tiği çarpıcı bir soru üzerine bu konu tartışmadan kaldı­rıldı ve fitne bu suretle sönmüş oldu. (Bk. Bk.  Müslim b. Haccâc, el-Kina ve'l-Esma' 1/523 Medîne-i  Münevvere İslâmî İlimler Üniversitesi yayını 1984 ; Celalüddîn Abdurrahman es-Suyûtıy, Tarikhu’l-Khulefâ S. 369)

 

               

[13].  Kur’ân-ı Kerîm 17/40, 52/39, 53/21

 

[14].  Kur’ân-ı Kerîm 17/40, 52/39, 53/21

 

[15]. Ahmed Hulûsi, Ruh insan cin, S.23, 24 İstanbul-1993

 

[16]. Kur’ân-ı Kerîm 2/6

 

[17]. Kur’ân-ı Kerîm 2/26

 

[18]. Kur’ân-ı Kerîm 2/161

 

[19]. Kur’ân-ı Kerîm 2/171      

 

[20]. Kur’ân-ı Kerîm 3/4

 

[21].  Kur’ân-ı Kerîm  3/116

 

[22]. Kur’ân-ı Kerîm 3/178

 

[23].  Kur’ân-ı Kerîm 15/2

               

[24]. Kur’ân-ı Kerîm 3/75, 77,78

 

[25]. Herakleios I. : Hz. Peygamber (sav)'in çağdaşı olan Doğu Roma (Bizans) İmparatoru'dur. Perslere karşı büyük bir zafer ka­zandı. Hz. Peygamber (sav)'in beddu­asını alan 22'inci Sasani İmparatoru Hüsrev Perviz, Musul yakınlarında, Doğu Roma ordu­suna ye­nik düştü. Miladi 624 yılında cereyan eden bu olayı Kur’ân-ı Kerîm, bir mu­cize ola­rak en az üç yıl önce bildir­miştir. Kur’ân-ı Kerîm'in otuzuncu suresi olan Rûm Suresi'nin, Mekke'de nazil olan ilk onyedi âye­tinden (birincisi çözülemeyen çok önemli bir şifredir)  2-6 âyetleri bu olayı önceden haber vermiştir.

 

Hüsrev Perviz’in öldürülmesinden sonra İran’ın içinde, önüne geçilmez siyasi karışıklıklar çıktı. Yerine geçen Şiruye, Bizans’tan alınmış olan toprakları ve –sösde- Hz. İsa (as)’nın üzerinde idam edildiği kutsal çarmıh haçını Bizanslılara geri verdi. [Burada hemen ifade etmek gerekir ki Hz. İsa (as) öldürülmemiş, çarmıha gerilmemiştir! Bkz. Kur’ân’ı Kerim: 4/15]

 

Herakleios I., geri alınan haçı, M.630 yılında görkemli bir törenle İlya kentine (bugünkü Kudüse’e) götürdü. İşte tam bu sıradadır ki Hz. Peygamber (s), son derece itinalı giyinip kuşanan, güzel konuşan ve çekici fiziği ile dikkat toplayan genç elçisi, Hz. Dıhya Bin Halife El-Kelbî (ra)’ye bir mesaj vererek Onu Herakleios’a gönderdi. Hz. Rasulullah (s), yolladığı bu çok kısa mektubunda İmparatoru imâna davet ediyordu. Siyer ve hadis kitaplarında uzunca anlatılan bu karşılaşmada yapılan daveti, aslında Herakleios çok sıcak karşılamış, hatta; «Eğer O’na ulaşabileceğime inansaydım, yolculuğun en dayanılmaz şartlarına bile göğüs gererek kendimi O’nun yüce huzuruna atacak, mübarek ayaklarını öz ellerimle yıkayacaktım!» diye ilginç bir ifade kullanmıştır. Buna rağmen kelime-i şahadet getirmediği ve imân ettiğini açıkça ortaya koymadığı için inadî bir küfür içinde kalmıştır. Aslında mevki ve şöhretini yitirmemek için, tarih boyunca böyle davranmış nice insanlar gelip geçmiştir. Buna rağmen, ilginçtir ki o gün bugündür «inâdî küfür» e örnek olarak daima ve yalnızca Herakleios’un adı zikredilmektedir!