İMÂNIN KARŞITLARI
KÜFÜR KAVRAMI:
Küfür, yalın olarak klasik Arapçada gizlemek anlamına
gelen bir sözcüktür.
Akâid biliminde önemli bir terim olan «küfür» kelimesi : Allah Teâlâ'nın
varlığını, birliğini veya bildirmiş olduğu gerçeklerden en az birini red ve
inkâr etmek, ya da bu konuda kuşku içinde bulunmak suretiyle işlenebilecek
suçların en büyüğüne verilen kapsamlı adlardan biridir. Bu suçu işleyen
kimseye «kâfir» denir.
Küfre Neden Olan Söz, Kanaat
ve Davranışlar:
Küfre neden olan çeşitli söz, kanaat, tavır ve
davranışlar şu beş grupta toplanabilir:
1- Kur'ân
gerçeklerinden en az birine inanmamak, veya onu red ve inkâr etmek,
2- Böyle
bir gerçeği çarpıtmak veya mantıksız, çağdışı, iğrenç, vahşi, acımasız ya da
adaletsiz bulmak,
3- Onu aşağılamak,
4- Onu alay konusu yapmak,
5- Gerçek ile gerçek dışı arasında
tarafsız bir tavır göstermek.
Küfür suçu, aynı zamanda şirk, nifak, zendeka ve irtidâd
suçlarını da kapsar. Yani Gerek müşrik,
gerek münafık, gerek zındık, gerekse mürted kişi aynı zamanda kâfirdirler.
İslâm Dini ile hiçbir ilişkileri yoktur. Dolayısıyla dünyadaki bütün
mü’minler, (ırkları, renkleri ve dilleri
ne olursa olsun) nasıl ki kardeş ve
bir tek millet sayılırlarsa, aynı şekilde kâfirler de (ırkları, renkleri ve dilleri ne olursa olsun) İslâm'a göre bir tek
millet sayılırlar. İslâm'da ilim deyimiyle bu hüküm: «El-Kufru milletun vahidah» olarak ifade edilir. Binaenaleyh, İslâm dışı olmak bakımından
müşrik, münafık, zındık, mürted veya herhangi bir kategoriye giren kâfirler arasında
hiçbir fark yoktur. Sadece karşılıklı ilişkileri düzenleyen İslâm
Hukuku'nun ve İslâm Ahlâkı'nın, ilgili kurallarına göre bu kamplara karşı
yapılacak resmi ve kişisel muamele farklıdır.
Örneğin kitabî
kâfirler, zimmi (sözleşmeli vatandaş) olarak
İslâm devleti'nin sınırları içinde oturabilmelerine karşılık müşriklere bu
hak tanınamaz. Keza münafıklar, kâfir olduklarını açık
şekilde ortaya koymadıkça onlarla aynen Müslüman muamelesi görülür.
Yukarıda sayılan beş ayrı yoldan işlenebilecek çeşitli
küfür suçlarını iki ana başlık altında toplamak mümkündür.
1- Allah Teâlâ’ya, peygamberlere, semâvî kitaplara,
meleklere ve âhiret gününe ilişkin
«gaybî gerçekler» den en az birini inkâr ve red etmek veya bu gerçekler
hakkında kuşku duymak.
Örneğin Allah Teâlâ'yı,
(haşa!) yok bilmek veya sanmak; O'nu, yakışmayan bir sıfatla niteleyerek, -bir anlamda
- sahip olduğu «kemal» vasfını inkâr
etmek. Meselâ Allah Teâla'nın, kâinatta cereyan eden bazı olaylardan habersiz
olduğunu, ya da olabileceğini; uyumak, unutmak, bunamak, yorulmak,
yıpranmak, eskimek, yaşlanmak, üzülmek, bunalmak, özenmek, ve bıkmak gibi Zât-ı ilâhiyesi'ne
yakışmayan ve asla kendisi için söz konusu olamayan nitelikleri O'na mal etmek
veya bu yollu düşünceler ileri sürmek; Keza O'na herhangi bir şeyi ortak koşarak -bir çeşit - birliğini inkâr etmek.
2- Tamamen
seküler hayatı ilgilendiren madde, hayat, dünya, uzay, iş, sanat ve ilim
konularına; haklara, özgürlüklere, meşru ve legal çalışmalara ilişkin Kur’ân
gerçeklerinden en az birini inkâr etmek.
Örneğin, yılın 12 den daha az, veya daha çok sayıda aylardan oluştuğunu, güneşin
hareket etmediğini, rüzgarın döl aşılayıcı olmadığını yağmurun bulutlardan
inmediğini ileri sürmek gibi...[1]
Çeşitli Küfür Suçlarına
Örnekler:
a) Allah (cc) ile ilgili
yanlış düşüncelerden kaynaklanan küfür suçları:
* Allah Teâlâ'nın varlığı veya birliği hakkında kuşku
duymak ve bunu sözle ifade etmek,
* Allah Teâlâ'nın sıfatlarından en az birine
inanmamak,
Örneğin: Allah
Teâlâ, sonsuzdan sonsuza sağdır; Görür ve bilir; Öncesi ve sonrası yoktur; Her
şeye gücü yeter; Tüm kâinât üzerinde mutlak bir egemenliğe sahiptir.
Binaenaleyh eğer bir kimse onun bu niteliklerinden en az birine inanmazlık
veya saygısızlık eder, ya da ona karşı kuşku duyarsa kâfir olur. Bu cümleden
olarak eğer bir kimse, içinden geçen bir
düşüncenin Allah tarafından bilinemeyeceğini tahmin bile ederse İslâm Dini'nden
çıkar.
* Her şeyin Allah tarafından yaratılmış bulunduğuna
inanmakla birlikte O'nun, insanlara sınırsız bir irâde özgürlüğü tanıdığını,
binaenaleyh insanları artık söz ve eylemlerinden dolayı sorgulamayacağını ya
da yargılamayacağını sanan kimse bu kanaatini sözle açığa vurursa İslâm
Dini'nden çıkmış sayılır [2]
* Allah Teâlâ'yı cisim veya madde olarak düşünen;
O'nu, yarattıklarından herhangi bir kimseye, herhangi bir nesneye, herhangi
bir şeye benzeten; doğmuş veya doğurulmuş olduğuna, nesil bıraktığına, (yani çocuğu olduğuna), üzerinden
zaman geçebileceğine, bir yer tarafından taşınabileceğine, başlangıcı veya
sonu olabileceğine; hastalanmak, ölmek, unutmak, uyumak, yorulmak, herhangi
bir şeyi bilmemek, herhangi bir olaydan haberdar olamamak, insanların
içindeki gizli düşünceleri bilmemek, bir kimseye veya bir şeye gereksinim
duymak, huzursuz olmak,
bir şeyi var veya yok etmek
zorunda bulunmak, bıkmak ve usanmak gibi tüm eksikliklerden herhangi biri durumunda
kalabileceğine inanan ve bunu sözle ifade eden kimsenin, İslâm Dini ile hiçbir
ilişkisi kalmaz.
* Allah Teâlâ'nın isim ve sıfatlarına, emir ve
yasaklarına öğüt ve yasalarına saygısızlık eden, onları alay konusu yapan,
Örneğin: «Şu sineğin var olmasında
hiçbir fayda ve hikmet yoktur, Allah bunu niçin yaratmış?!» diyen, ya da
öfkesinden, «Allah bile bana emretse bu işi yapmam.» şeklinde tepki gösteren kimse imânını o an
için kaybeder.
* Bazı kimseler çok hissi oldukları için suçluluk
duygusuyla derin moral çöküntüsüne uğrarlar. Bu duruma düşen bir insan
bilinçli olarak -afedilemeyeceğine
ilişkin- Allah'dan umudunu tamamen keserse kâfir olur. Keza aşırı umutla
Allah tarafından hiçbir hesaba ve cezaya tabi tutulmayacağına inanan kimse de
yine kâfir olur.
* Ayrıca Allah hakkında sarfedileceği takdirde
kesinlikle küfre neden olacak çeşitli ifadelerden bazıları şöyledir:
«Allah'ın adaletinden kuşkulanıyorum.»
«Filan adam üçkağıtçının
Allahıdır.»
«Allah'ın s...tir ettiği yer.»
«Allah'ın oğlu bile olsa metelik vermem.»
«Allah istemese bile bu işi yaparım.»
«O kadar seviyorum ki ona Allah gibi tapıyorum.»
«Allah bile onunla başa çıkamıyor, ben nasıl başa çıkayım!»
«O kadar güzel ki Allah onu özene bezene yaratmış.»
Bu sözleri sarfedenler, Allah Teâlâ’ya karşı büyük
saygısızlıkta bulunmuş olurlar. Bu nedenle de İslâm dininden çıkarlar. Bununla
birlikte eğer bir mü’min kişinin yanında bu sözlerden birini sarf ederlerse,
ayrıca ona karşı da büyük bir küstahlıkta bulunmuş olurlar. Onun için böyle bir
terbiyesizlikte bulunan kimse derhal tevbe ederek önce Allah’dan af dilemeli,
aynı zamanda inancına karşı saygısızlık yaptığı mü’min kişiden de özür
dilemelidir.
***
b) Peygamberlerle
ilgili yanlış düşüncelerden kaynaklanan küfür suçları:
Peygamberler: Allah Teâlâ'nın, ilâhî hikmetiyle, daha bebeklik
günlerinden itibaren doğal bir iç ve dış temizlikle yetiştirip yönlendirdiği,
ve seçerek elçilik göreviyle gönderdiği; övülmüş, dokunulmaz kişiliğe sahip,
müstesna ve saygıdeğer şahsiyetlerdir.[3]
Bu yüce insanlara dil uzatmak, onları yakışıksız
vasıflarla nitelemek, onları aşağılamak, yalanlamak, onlardan herhangi birinin
peygamberlik sıfatını açıkça red ve inkâr etmek, onlardan olmayan birini
peygamber olarak nitelemek İslâm Dini'nden çıkmak için yeterlidir.
Bu cümleden olarak:
* Bir kimse eğer kendisine ya da bir başkasına vahiy
indiğini ileri sürecek olsa veya herhangi bir ifade kullanarak peygamber
olduğu iddiasında bulunacak olsa kâfir olur.
Bilindiği gibi Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sallellahu aleyhi ve sellem) Efendimiz
Hazretlerinin tertemiz hanımları (Asr-ı
saadetten kıyamet kopuncaya kadar) bütün mü’minlerin anneleridirler.[4] Binaenaleyh onlara dil uzâtan, onları
iffetsizlikle suçlayan (ki bir kısım
Şiîler maalesef bunu yapıyorlar), Keza Hz.
Peygamber (sav)' den sonra sağ kalan hanımlarının, çağdaşları olan
Müslümanlarla neden evlenmediklerini sorgulayan ve eleştiren kimse yine kâfir
olur.
* Bir kimse eğer Hz.
Peygamber (sav)'in, gerek devlet başkanı olarak, gerek ordusunun başında
komutan olarak, gerekse yaşamının çeşitli alanlarında almış olduğu
kararlardan, koyduğu yasalardan, yapmış olduğu istihbarattan, belirlediği
stratejilerden ve onayladığı infazlardan birini eleştirecek olsa, yani isabetli
karar almadığını ya da adaletsiz yargıda bulunduğunu ileri sürecek olsa kâfir
olur. Ancak insan olarak O'nun, nadiren bazı şeyleri unutup, daha sonra
düzelttiğini söylemek suç değildir.
Ayrıca:
* Hz. Muhammed
(sav)'in son peygamber olduğunu inkâr etmek,
* Yeni bir peygamberin geleceğini bekliyor olmak
küfürdür.
*Herhangi bir ulu şahsiyeti Hz. Muhammed (sav)'den üstün bilmek veya O'nunla eş değerde
tutmak. Örneğin Hz. Ali (ra)'yi ilâh
kabul eden, ya da O'nu Hz. Muhammed
(sav)'den üstün tutan bir kısım Râfızıyler vardır ki bunlar kâfirdir.[5]
Keza bazı tarikatlarda, özellikle Nakşibendîlere ait bir
inanışa göre «evliyalar» peygamberlerden daha üstündürler. Nakşibendî
şeyhleri arasında çok az kişi bu sırrı ağzından kaçırmıştır. Bunlardan biri de Hasan Lûtfi Şuşud’dur. Bu şahıs aynen diyor ki: «Velâyet,
fenâya varmış kimsenin hâlidir. Nübuvvet mertebesinden uludur. Bazı enbiyâ hazerâtı
velâyete de sâhib olmuşlardır. Lâkin her velîde nübuvvet-i tarifiyye veya
tebliğiyye mevcûd olagelmiştir.»[6]
Kuşkusuz, bu yollu inancını açığa vuran hiçbir tarikatçı,
mü’min ve müslüman olduğunu kanıtlayamaz.
Şu sözler de küfre neden olur:
* «Filan kimse peygamber bile
olsa ona inanmam. »
* «Eğer Hz. Muhammed'den sonra bir peygamber gelecek olsaydı filan zât
peygamber olurdu.»[7]
* «Peygamberler de bizim gibi
yer içer ve tuvalete giderler, onların bizden ne farkı var!»
* «Eğer Adem suç işlemeseydi
cennetten kovulmazdık, bütün bu belâlar O'nun yüzünden başımıza geldi.» vb.
c)
Semâvî kitapların birinci derecedeki gerçekleriyle ilgili yanlış düşüncelerden
kaynaklanan küfür suçlarına örnekler:
Allah Teâlâ'nın indirmiş
olduğu vahiy, kutsal, dokunulmaz ve saygıdeğerdir. Binaenaleyh birer vahiy
olan semâvî kitaplara, bu kitapların gerçek içeriklerinden herhangi bir şeye
karşı saygısızlık etmek, onu çarpıtmak, yalanlamak ya da alay konusu yapmak İslâm Dini'nden
çıkmak için yeterli bir neden oluşturur. Buna göre:
Bir şahıs veya bir otoritenin
yetkilileri ve mensupları yürürlükte bulunan Kur'ân ahkâmından en az birini
uygulamadan kaldırır veya uygulamasını engellemeye çalışırlarsa kâfir
olurlar. (Ancak uygulamanın genel bir
fitneye neden olacağı, Müslümanların ve İslâm Ümmetinin bundan, belini
doğrultamayacak şekilde olağanüstü bir gelişme ihtimali karşısında sorumlu
şahıs, örgüt ve kuruluşlar uygulamanın geciktirilmesi konusunda İslâm
âlimlerine danışabilirler.)[8]
Kur'ân ahkâmı içinde
yürürlükten kaldırılmış bir hüküm varsa bu hükmün yerine konmuş yasayı
uygulayan, uygulamasını kolaylaştıran ve bu durumun farkına varıp rıza
gösteren kimselerin İslâm Dini ile hiçbir ilişkileri kalmaz.[9]
Bunu farkedip «Mustaz'af» (yani ezilmiş) durumunda olanlar ise Kur'ân'ın uygulandığı bir
ortama göçünceye kadar «kendi
nefislerine zulmetmiş» olarak günahkâr sayılırlar.[10]
Kur’ân-ı Kerîm'e karşı
işlenebilecek küfür suçlarından bazı örnekler:
* Bir Müslümanın kitabına «sinkâf» ile sövmek.
*«Allah buyuruyor ki ...» diyerek Kur'ân'da bulunmayan sözleri Allah
Teâlâ'ya mal etme cüretinde bulunmak.[11]
*Kur'ân'da eksiklik, ya da
beşer sözü bulunduğunu, veya ona daha sonra başka şeyler eklendiğini ileri
sürmek.
* Kur’ân-ı Kerîm'i çağdışı
olarak nitelemek.
* Kur'ân'ın öngördüğü ceza ve
miras âyetlerini adaletsiz ve acımasız bulmak ve bunu söz ve tavırla ifade
etmek.
* Kur’ân-ı Kerîm'in nassıyla
kesin şekilde yasaklanmasına rağmen (süt
kardeşle evlenmeyi, domuz etinden yemeyi, faizle muamele etmeyi, alkollü içki
kullanmayı, zina etmeyi ve benzer) yasakları yasallaştıran «mürted» ülkelerin kanunlarına vicdanen
saygı beslemek ve bu yasaları Kur’ân-ı Kerîm'e tercih etmek.
* Vahyin (Allah kelâmının) yaratık olduğunu ileri sürmek.[12]
* Kur’ân-ı Kerîm'den bir parça
bile olsa onu çöpe atmak, çiğnemek, ya da herhangi bir şekilde ona
saygısızlıkta bulunmak.
* Kur'ân'ın Arapça değil,
başka bir dille indiğini ileri sürmek.
* Kur'ân âyetlerini enstrüman
eşliğinde terennüm etmek.
* Allah'ın yasakladığı bir
şeye başlarken besmele çekmek.
* Haram bir fiil işledikten
sonra onun sağladığı yarardan, kazançtan ve sevinçten sebep Allah'a şükretmek;
Ya da haram bir şey yedikten sonra Elhamdülillah (yanı Allah'a hamd olsun) demek.
* Kur'ân okuyan kimse ile -okuduğu sırada - alay etmek.
* Kur'ân'a uymayı öğütleyen ve
Kur’ân-ı Kerîm ahkâmına göre yaşamak üzere davette bulunan kimseye eziyet
etmek, onu meczup ve mecnun gibi sıfatlarla niteyerek hakarette bulunmak ya da
cezalandırmak
* Kur'ân'da fal açmak ve onu
büyü, üfürük ve muska gibi çirkin işlerde araç olarak kullanmak.
* Kur’ân-ı Kerîm'in ölü ruhuna
okunmak üzere indiğine inanmak.
* Tevrat, Zubûr, İncîl ve suhuflara
hakaret etmek bu kitap ve suhufların Allah tarafından gönderildiğini inkâr
etmek.
* Kur’ân-ı Kerîm'den önceki
semâvî kitapların, şimdiki içeriklerinin değiştirilmediğine ve indirildikleri
zamanki gibi tamamen vahiy olduklarına inanmak, ya da içlerinde vahiyden
hiçbir eser bulunmadığını ileri sürmek.
* Kur’ân-ı Kerîm'in, zorba,
sapık, kâfir, münafık ya da suçlu saydığı: Firavun,
Haman, Karûn, Calût, Hz. Lût'un karısı, Hz.
Nuh'un oğlu, Ebuleheb, Âd ve Semûd Kavmi ile Medine Halkından münafıklar gibi kimselerin suçsuz, masum ve doğru
yolda olduklarını kabul etmek, onları övmek, onlara taraf olmak ve beraatları
için duada bulunmak.
* Kur’ân-ı Kerîm’de kesinlik ifade eden emirlerden,
nehiylerden ve hükümlerden birini (dolaylı
da olsa) yalanlayıcı bir ifade kullanmak: «Alah kâfirleri cezalandırmayacak»;
ya da, «Allah kâfirleri
bağışlayacak» demek gibi... Halbuki Allah Teâlâ, örneğin Beyyine Sûresi’nin, altıncı Âyet-i
kerîmesi’nde meâlen «Kitap ehlinden olan
kâfirler ve müşrikler sürekli olarak cehennem ateşindedirler; Onlar halkın en
kötüleridir.» buyurmuştur. Binaenaleyh bu âyetteki ilâhî vaadi yalanlayıcı
nitelikte sarfedilen bir söz küfre neden olabilir.
d) Semâvî Kitapların ikinci
Derecedeki Gerçekleri İle ilgili
Yanlış Düşüncelerden Kaynaklanan Küfür
Suçları:
Gerek Kur’ân-ı Kerîm, gerekse ondan önceki semâvî
kitaplar, ibadet ve insan yaşamını ilgilendiren konulardan başka birçok
bilgiler daha sunmuşlardır. Elbette bunlar da Allah Teâlâ'nın verdiği bilgiler
olmak bakımından son derece önemli ve inanılması gereken gerçeklerdir.
Bunların bazıları, aynı zamanda çeşitli bilimler için
birer ipuçlarıdır. Nitekim bu konulu âyetler, son zamanlarda özellikle yabancı
bilim adamlarının dikkatini çekmiştir.
Bu âyetlerin ortaya koyduğu gerçekler özellikle ibadet ve
rûhânî yaşamla yakından ilgili olmadığı için skolastik düşünce sahipleri
tarafından pek önemsenmemiş, hatta bu gerçekleri inkâr etmek, İslâm Dini'nden
çıkmak için yeterli bir neden oluşturmasına rağmen bu nokta üzerinde hiç durulmamıştır.
Ne ilginçtir ki günümüzün «modern düşünceli ve aydın din adamları» (!) olarak
bilinen ilâhiyatçılar da kendi alanlarını ilgilendirdiği kadarıyla bu noktaya
pek önem vermemişlerdir.
Örneğin, Ra'd
Suresi'nin dördüncü âyetinde Allah Teâlâ (meâlen): Yeryüzünde bitişik toprak parçaları, (ya da kıtalar) üzüm bağları, ekinler, ve hurmalıklar bulunduğunu
hepsinin de aynı su ile sulandığını, ancak yiyimde bazılarını diğer bazılarına
üstün kıldığını ifade buyurmaktadır. Aslında bu âyetin olağanüstü önem taşıyan
hayat ve tabiat sırlarıyla yüklü olduğuna büyük ihtimal vermek gerekir. Bununla
birlikte hiç kültür almamış sıradan bir insanın anlayış düzeyine indirgenerek
bu bilgiler global bir anlatım yöntemiyle verilmiştir. Burada geneldeki
ihtimallerin tam tersine, eğitimsiz insanlardan çok okumuş ve kültürlü insanın
bu âyet karşısında gereken ciddîyeti göstermemesi akla gelmektedir. Çünkü
ukalalık ve küstahlık daha çok yarı okumuşun, ya da başka bir deyimle okumuş
cahilin kapıldığı psikozlardandır. Dolayısıyla yukarıdaki ve benzeri âyetler
sözkonusu olduğu zaman ciddîyetini koruyamayan «Bu da bir şey mi (!)», «Bunu
bilmeyecek ne var ?» gibi sözler sarfederek kendilerini bir şey sananlar
kâfirden başka hiçbir şey olamazlar.
e) Meleklerle
ilgili Yanlış Düşüncelerden kaynaklanan Küfür Suçları:
Melekler Allah' (cc) ın latif ve nuranî yaratıklarıdır.[13]
Onların tümünü, ya da Kur’ân-ı Kerîm'de adları
geçenlerden en az birini yok sayan, imânını kaybeder.
Meleklere sövmek, onları aşağılamak ve alay konusu
yapmak, eski cahiliyet döneminde olduğu gibi melekleri «Allah'ın kızları»[14] olarak nitelemek yine imânın zevaline sebep
olur.
Can almakla görevli bulunan Azrâil Aleyhisselâm'a, (bu
ilgiyle) düşmanlık beslemek ve hakkında yakışmayan sözler söylemek yine küfürdür.
Toplumumuzda bazı filozoflar, cin, melek ve şeytanla
ilgili birtakım yeni görüş ve izah tarzları getirmiş bulunmaktadırlar. Örneğin
cinlere «Mikrodalga bedenle var olan bir
tür "HALOGRAMİK" varlıklardır.» denilmekte, «...insan ve cin ve hayvan denilen tüm varlıkların orijini» nin melek
olduğu ileri sürülmektedir.[15] Bu ifadeler İslâm Literatür diline yabancıdır.
Ancak melekleri inkâr veya aşağılamak değil bilakis onların var olduğunu bir
çeşit kanıtlamak anlamına gelmektedir. «Mikrodalga
boyut» niteliğine gelince eğer bu söylem, meleklerin gerçek niteliğini
yansıtmıyor veya yansıtmaya yetmiyorsa bunun sorumluluğu bu ifadeyi kullanana
aittir. Bu çeşit izah tarzlarının daha çok bilimselcilik gayretleriyle
yapıldığı izlenimi göze çarpmaktadır. Nitekim meleklerin metafizik varlıklar
olduğuna ve temel yapıları hakkında Kur’ân-ı Kerîm'de hiçbir bilgi bulunmadığına
bakılacak olursa onları bu tür vasıflarla tanıtmak afaki olacaktır. Esasen
meleklerin varlığı bir Kur'ân gerçeği olduğuna göre onları kanıtlamaya
çalışırken Kur’ân ölçüleri içinde kalmak en güvenli yoldur.
f) Ahiret Hayatı
ile ilgili Yanlış Düşüncelerden kaynaklanan Küfür Suçları:
Kıyamet, hesap, cennet ve cehennem ile Kevser, birer
Kur’ân gerçeğidirler. İnsanların öldükten sonra yeniden dirilecekleri,
Kur'ân'ın haberiyle kesin bir
İnsanların, bedenleri ve ruhlarıyla değil de yalnız
ruhlarıyla âhireti yaşayacaklarına inananlar da kâfirdirler.
Mü’minlerin cennette -niceliksiz
olarak- Allah Teâlâ'yı gözleriyle görmeleri de yine bir Kur’ân gerçeği
olduğu için bunu inkâr eden kâfir olur.
g) Çeşitli
Konulardaki Yanlış Düşüncelerle ilgili küfür suçları:
İnsan hak ile batılın, doğru ile yanlışın, devamlı
çatıştığı bir ortamda yaşar. Bir yanda güzellikler, bir yanda çirkinlikler
var. Her ikisi de kendine göre bir çekiciliğe sahiptir. Bal arısı çiçeklere
konar, tenya ve trişin ise bağırsakta dışkı içinde yaşarlar. Hepsi de halinden memnun. Eşya ve olaylar
da çok ilginçtir. Ateş yakar, rüzgar eser, bıçak keser, yer çeker...Ancak bunların hepsi de birer kanuna
tabidirler. Kâinatın disiplinini sağlayan bu yasaların koyucusu ve
uygulayıcısı ise Allah Teâlâ'dır. Sebebi de sonucu da bütün ayrıntılarıyla ezelde bilen
O’dur. Şu halde akıllı insan, ulaşabildiği bilgilerin en üst limitlerine kadar
önce kitap ve sünnetin, sonra da ilim ve tecrübenin kanıtladığı bütün
gerçeklere inanmak zorundadır. Çünkü
aklın görevi budur.
Binaenaleyh kişi Allah'a,
meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere inandığı gibi yer çekimine, iki kere ikinin dört ettiğine,
demirin odundan daha yoğun olduğuna, saf suyun 100 derecelik ısıda kaynadığına, ışık ve sesin belli ortamda, belli
hızlarla yayıldıklarına da yine kesinlikle (ancak
icmalî imân sınırlarında) inanmak zorundadır. Bunun temel sebebine gelince
yaradılış ve oluşun bütün açıklamaları, fiziğin, kimyanın, matematiğin,
astronominin, mantığın, tıb ve sibernetiğin hatta spor ve müziğin dayandıkları
bütün kanunlar «âdetullahtullâh»ın birer parçasıdır. Çünkü her şeyi Allah Teâlâ yaratmıştır. Dolayısıyla eşya ve olayların işleyiş
disiplinini sağlayan yasaları da Allah (cc), koymuştur.
Öyle ise bir gerçeği ifade etmeye yarayan «Dağ fare doğurdu» gibi mecazî
anlatımlar hariç, fare dağdan daha büyüktür diyecek kadar ciddîyetini yitiren;
helâlı haram, haramı da helâl sayan; her canlının sudan yaratıldığına
inanmayan; sihirle uğraşan, fala inanan, kâfiri gerçek anlamda dost edinen, ilme söven, ilacın iyileştirici etkisini
Allah'ın irâde ve kudretine bağlamayan, faniyi tanrılaştıran, «Kahrolsun şerîat !» diye slogan atan;
Pozitivizmi, Laikliği, Darwinizmi ve Sosyalizmi İslâm'dan üstün tutan; bir Müslüman gibi yaşarken, aynı
zamanda Millî Türk Dini’nin ayinlerine de katılan, süt kardeşle evliliği meşru gören insan -kim olursa olsun – Kur’ân’ın bütünlüğünü reddetmiş
olur. Böyle biri ise hem mantıksız, hem ahlâksız hem de imânsızdır ! Çünkü imânsızlık gerçek anlamıyla
ahlâksızlık ve mantıksızlık demektir; Allah'ın yasalarına kafa tutmak
demektir.
Kur’ân-ı Kerîm, Kâfirleri ve Küfrü Nasıl Anlatıyor:
Yalnızca «küfür»
sözcüğü Kur’ân-ı Kerîm'in yirmibeş yerinde geçmektedir. Güçlükle
sayılabilecek kadar da bu masdarın türevleri çeşitli anlatımlar içerisinde
Kur'ân'ın başından sonuna kadar serpilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla Kur’ân-ı
Kerîm, «küfür» ve «kâfir» ler hakkında çok yönlü bilgiler
ortaya koymuş, küfrün ne kadar ağır bir suç olduğunu, kâfirlerin ne büyük bir
saplantı içinde bulunduklarını, ne mantıksızlıklar içinde bocaladıklarını,
bozuk psikolojik durumlarını ve ne korkunç cezalara çarptırılacaklarını haber
vermiştir.
İşte bu mesajlardan bazı örnekler:
«Kâfirler var ya, onları uyarsan da uyarmasan
da imân etmezler.» [16]
«Allah (size gerçekleri
anlatmak için) bir sineği, hatta ondan öte (önemsiz)
olanı bile örnek göstermekten utanç
duymaz. İmân edenler bunun hak olduğunu bilirler; kâfirlere gelince (alay ederek):
"Allah bununla ne demek istiyor (!) " Derler.»[17]
«Gerçek şu ki, (Allah'ı,
peygamber'i, Kur'ân'ı) inkâr edip kâfir olarak ölenlerin
üzerinde Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti vardır.»[18]
«Kâfirler güdülen hayvanlara
benzerler. Çobanın çağırıp bağırmalarından başka bir şey anlamazlar. Sağır,
dilsiz ve kördürler.»[19]
«(...) Allah'ın âyetlerini
inkâr edenler var ya, onlar için şedid bir işkence vardır.(...)»[20]
«Kâfirler
var ya, onlara ne servetleri, ne de çocukları asla yaramayacaktır.»[21]
«Kâfirler
var ya onlar, verdiğimiz fırsatların, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar, bilakis
bu fırsatları daha da suçları artsın diye veriyoruz. Hem sonra onları aşağılık yapacak işkenceler de vardır.»[22]
«Kâfirler (cehennemde
işkence görünce), "Keşke Müslüman olsaydık" dileğinde bulunacaklardır.»[23]
Küfür, Allah Teâlâ'yı neden en çok gücendiren bir
suçtur? Bunu, elbetteki küfrün inkârcı bir suç olmasında aramak gerekir.
Çünkü başka bir deyimle küfür, en büyük nankörlük demektir. Allah'ı inkâr etme
cüretini gösteren insan (ki bunlar son
derece azdır,) bir anlamda yaratılmış
olma nimetini inkâr edendir. Çünkü yaratılmış olmak (hele insan olarak yaratılmış olmak), Allah Teâlâ'nın hem en yüce
eseri, hem de doğrudan muhatabı olmak bakımından son derece büyük bir şeref ve
nimettir. Bununla birlikte Allah'a inanmak ve O'nun elçilerine, O'nun mesajlarına
imân etmek de ayrıca ölçüye sığmayan başka bir nimettir. Bu ikinci nimeti inkâr
etme mutsuzluğuna düşen insan diğer bütün nimetleri de otomatik olarak inkâr
etmiş sayılır ki küfrün en büyük suç olmasını burada aramak lazımdır.
Dolayısıyla kâfir insan, başka bir kimsenin de iyiliğine karşılık gerçek anlamda
memnun olmak ve teşekkür etmek gibi bir
ruh asaletine ve içten gelen bir kadirşinaslık duygusuna asla sahip değildir.
Nitekim kâfir insanın, işte bu doyumsuzluğundan, bu bozuk psikolojisinden
sebeptir ki gerek dünya genelinde, gerekse lokal çapta meydana gelen
savaşların, isyanların, sosyal patlamaların ve her türlü fitne ve anarşinin
arka planında daima, Allah'a gerçek anlamda inanmayanların parmağı vardır.
Bunların tehlikeleri fanatik dindarların tehlikesinden kat kat fazladır.
Çünkü insan ve tabiat sevgisinin, barışseverliğin, hakperestliğin ve adalet
duygusunun temel kaynağı (kâinât ve
varlığın en büyük gerçeği olan) Allah Teâlâ’ya inanmaktır. Bu inanca
temelde sahip olmayanlar ya da kaderin bir cilvesi olarak bu konuda yeterli
eğitim alamamış insanlar, ne kadar okumuş olurlarsa olsunlar, ne kadar uygar
bir görünüm içinde bulunurlarsa bulunsunlar ruh derinliklerinde ve
bilinçlerinin altında inanan insanlara karşı korkunç bir kin ve düşmanlık
duygusu yatar.
Onun içindir ki bir Müslümanın, (öz oğlu bile olsa) kâfire güveni yoktur
ve olmamalıdır da. Nitekim halk arasında «Domuzdan
post, kâfirden dost olmaz.» ifadesi bu gerçeği anlatmaktadır.
Küfrün Çeşitleri:
İnsan, temelde iki şeyden sebep küfre sapabilir. Bunlardan biri bilgisizlik, diğeri ise
inattır. Onun için akâid âlimleri küfrü, temel nedenleri bakımından şu iki
başlık altında ele almışlardır:
1-Küfr-i Cehlî (bilgisizlikten doğan küfür),
2-Küfr-i İnâdî (inat ederek işlenen küfür).
Şimdi de bunları ayrı ayrı inceleyelim.
1-Küfr-i Cehlî (bilgisizlikten doğan küfür):
Kur'ân gerçekleri hakkında yeterli bilğilere sahip
olamadıkları için bu gerçeklerden en az birini red ve inkâr eden veya onu çarpıtmak,
aşağılamak ve alay konusu yapmak gibi bir söz ve harekette bulunan kimsenin,
içine düştüğü küfür örneğidir. Bir Kur'ân gerçeğini bilgisizlik nedeniyle yok
saymak, Kur'ân'da olmayan veya Kur'ân'ın dolaylı biçimde de olsa herhangi bir
ilgiyle doğrulamadığı bir şeyi ona mal etmek, genellikle basit düşünceli
insanların işlediği «cehlî küfür» türünden
suçlardır. Ancak ne gariptir ki bu suçu
işleyenler arasında devlet adamları, üst
düzey bürokratlar, sanatçılar ve işadamları gibi çoğu okumuş ve sözde kültürlü insanlar da vardır. Doğrusuna bakılacak olursa
bunlar «Pagan» dır. Bu da demektir
ki çağımızın sakat eğitimi okumuş insanlara evrensel düşünebilme yeteneğini
kazandıramamaktadır.
Eski akâid âlimlerinden
bazıları, Allah'ın varlığını, birliğini ve sıfatlarını, (son derece cahil oldukları için) bilmeyen ve aynı zamanda bu gerçekleri
araştırıp öğrenemeyen insanların işledikleri küfür suçunu ancak «cehlî küfür» olarak belirlemişlerdir.
Bundan anlaşılmaktadır ki bazı insanlar bu derece ilkel ve cahil kalmış
olabilirler. Fakat İnsan aklını çalıştırarak ilgilerle, bağıntılarla her
zaman sayısız gerçekleri keşfedebilme kudretine sahiptir. Zâten Allah Teâlâ
gerçekleri algılayabilecek çeşitli duyular ve duygularla insanı donatmıştır.
Burada önemle hatırlatılması
gereken bir nokta vardır:
Bazı kimselerin son derece
rahatlıkla: «Allah buyuruyor ki...»
diye başlayıp anlattıkları şeyleri sık sık duyarız. Bu insanların -sözde - Allah'a mal ettikleri ifadeler
eğer rastgele ise ve Kur’ân-ı Kerîm'den tam anlamıyla nakledilmiyorsa bu
kimseler, yaptıklarının ciddîyetini farkedecek durumda olmasalar bile küfre
girerler. Çünkü Allah Teâlâ, onları kıyamet gününde muhatap bile
2-Küfr-i
İnâdî (inat ederek işlenen küfür):
Kur'ân gerçekleri hakkında
yeterli bilgilere sahip oldukları ya da kalben ikna oldukları halde ünlerini, mevkilerini ve çıkarlarını kaybetmek gibi kaygılarla bu gerçekleri
kabullenmek istemeyen veya kabullenmiyor gibi gözükenlerin işledikleri küfür
suçu «küfr-i inâdi» türündendir. Doğu Roma İmparatoru Herakleios I. in
küfrü bu çeşittir.[25]
Ayrıca «Hükmî Küfür» olarak bilinen bir küfür çeşidi daha vardır. Bu
durumda olanların küfrü pek net ve açık şekilde sezinlenemez. Bu insanların
kâfir oldukları
[1]. Çünkü bunlar da birer Kur'ân gerçeğidir.
Allah Teâlâ : « Gökleri ve yeri
yarattığı günden beri Allah katında ayların sayısı onikidir.» ( Kur’ân-ı Kerîm 9/36) buyuruyor. şu
halde bir kimse, yılın, aylarının bu sayıdan daha az veya daha çok olduğunu
ileri sürecek olsa kâfir olur. Keza Allah Teâlâ : « Güneş kendi konumunda hareket edip durmaktadır.» (Kur’ân-ı Kerîm 36/38) buyuruyor. şu halde bir kimse eğer güneşin
hareketsiz olduğunu ileri sürecek olursa İslâm dininden çıkar.
Yine Allah
Teâlâ : « biz rüzgarı döl aşılayıcı
olarak gönderdik.» ( Kur’ân-ı Kerîm
15/22) buyuruyor. Bu Âyet-i kerîme çok yönlü anlamlar içermektedir. Nitekim
rüzgarların, su buharından oluşan bulutları çarpıştırarak bu çarpışmadan
bulutlarda artı-eksi elektrik yüklü elektron geçişmesini sağladığı; Keza
bitkiler üzerinden eserken -türüne göre- gerek ayrı iki çiçekteki, gerekse
aynı çiçekteki anterozoit ile cosfer'in birleşmesini temin ettiği
anlaşılmaktadır. Öyle ise bu kadar ayrıntılı olmasa bile hiç değilse
rüzgarın, döl aşılayıcı olduğunu kabul etmeyen insan, İslâm Dini'nden çıkmış
olur.
Bilindiği
üzere vahiyden başka İslâm'ın diğer bütün kaynakları Hz. peygamber (sav)'in
vefatından yaklaşık yüz yıl sonra oluşmaya başlamıştır. Onun için kelâm ve
akâid ilimlerinde eser veren ilk şahsiyetler, Hz.Peygamberle birlikte
yaşamış yüce sahabiler kadar geniş ufuklara sahip olamazlardı. Dolayısıyla
daha çok sebep-sonuç ilişkisinden hareket ederek mantıksal kuramlarla uğraşmalarına rağmen bu alimler bile ne ilginçtir
ki dünyaya, hayat ve maddeye hep rûhânî bir açıdan bakmışlardır. Binaenaleyh
aynen tefsir alimleri gibi akaid alimleri de Kur’ân-ı Kerîm'in, madde ve hayatı işleyen âyetleri üzerinde
ciddîyetle durmamışlardır. Onun içindir ki örneğin, Kur’ân-ı Kerîm'in fizik, matematik, astronomi, tıb ve benzeri
pozitif ilimlere konu oluşturan gerçeklerinden birini red ve inkâr eden
kimsenin kâfir olacağını hiçbir yerde sözkonusu etmemişlerdir. Dünyaya ilim ve irfanlarıyla ışık tutan
Müslümanlar , ne yazık ki, bu konuda, arkalarında çok büyük bir boşluk
bırakmışlardır! Çünkü din denilince akıllara genellikle namaz, oruç, dua ve
zikir gibi şeyler gelmiş, dinin en büyük konusunun, yaşam, ahlâk ve ilim
olduğu unutulmuştur. Laboratuarda, fabrikada, tarlada, düğünde kavgada ve
siyasette değil, dua ve ibadet sırasında ancak Allah'ın hatırlandığı bir din
imajı bu suretle Müslümanlarda oluşmuş, ta ki zaman gelip Müslümansı toplumlar
hayat ve düşüncenin rûhânî ve seküler olmak üzere iki türlü olabileceğine inanmaya
başlamışlardır. Oysa Allah Teâlâ, Kur’ân-ı
Kerîm'in birçok yerinde «hiç akıl etmez
misiniz?!» «Hiç düşünmez misiniz ?!» diye insanı uyarıp buna bağlı olarak
mantıksal düşüncenin ne büyük bir nimet olduğuna işaret buyururken (2/44,
21/10-67, 6/50-80, 32/4) akılla ve akılcı yollarla disipline alınabilen
seküler hayatın önemini de bu suretle hatırlatmıştır.
şu halde Kur’ân-ı Kerîm -aklın sınırları içinde - pozitif ilimlerin kesin olarak kanıtladığı
gerçekleri doğrulamaktadır. Örneğin Kur'ân'da : 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8,
9...sayıları -karşılaştırmalı olarak
- geçmektedir. (2/61, 6/143, 24/58, 2/226, 18/22, 7/54, 18/22, 6/143, 17/101)
Bundan şu sonuçları çıkarmak mümkündür :
İki, birden
büyük, üçten ise küçüktür. Bu ifade matematiğin ve mantığın ortaya koyduğu,
aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm'in
ilgiyle doğruladığı kesin bir gerçektir. Şu halde bir kimse eğer ciddî bir
şekilde örneğin; altının, yediden büyük, ya da beşten küçük olduğunu ileri sürmeye
kalkışırsa bu insan tıpkı: «Ateş yakmaz», «Ses hızı, ışık hızından daha büyüktür.» «İnsan maymunun soyundan gelmiştir.» «Kadınla erkek eşittir. » veya
«Din işleri devlet işlerinden
ayrılabilir.» demiş gibi aklı, mantığı ve bilimi bir çırpıda yalanlamış
olur ki bu olay, genişletilecek olursa, başlangıçta sanıldığı kadar pek de
basit bir meseleden ibaret bulunmadığı anlaşılacaktır.
Mantıksızlığın,
klasik yargıyla büyük bir sorun olmadığı ve yalnızca böyle düşüneni ilgilendirdiği
sanılır. Oysa bu çok yanlıştır. Genellikle bütün ahlâksızlıkların hatta işlenen
cinayetlerin temelinde esasen mantıksızlık yatar. Örneğin bir insanın parasına
göz dikerek onu öldüren hırsız veya soyguncu, henüz hırsız niteliğini almadan
önce mantıksızdır. Çünkü bu kimse, her şeyden önce bir insanın, bu kadar haksızca
ve böyle vahşice öldürülemeyeceğini, böyle bir cinayet işleyenin ise er veya
geç yakalanıp en ağır cezalara çarptırılacağını düşünemeyecek kadar mantıksızdır,
zavallıdır.
şu halde
sonuç olarak bir insan, eğer bilinçle en azından ikinin, üçten büyük, ya da
birden küçük olduğunu ileri sürmek gibi bir çelişkiye düşecek olursa bunu,
basit ve üzerinde durulmaya değmeyen bir saçmalık, bir sayıklama ve hezeyan
olarak görmek aynı derecede ikinci bir mantıksızlıktır. Dolayısıyla eğer
espri ya da mecâzî kullanım gibi bir amaç sözkonusu değilse şuna büyük ihtimal
vermek gerekir ki bu düzeylerde gösterilen fahiş mantık dışı söz, hareket ve
tavırların tümü, Kur'ân'ın evrensel gerçeklerini ve Allah Teâlâ’nın yüce fıtrat
ve tabiat kanunlarını red ve inkâra varan ağır suçlardır. Onun için mizah
niteliğinde veya mecâzî anlamda bile olsa bu tür sözleri sarfedenlerin de hemen
tevbe ederek Allah'dan af dilemeleri gerekir.
[6]. Hasan Lûtfi Şuşud, İslâm
Tasavvufunda Menâkıb-ı Evliya s.163 İstanbul-1958.
Milâdî 1350’lerde
Türkistan’da tohumu ekilen Nakşibendiliğin günümüze kadar ortaya henüz
çıkarılamamış çok önemli gizli yanları vardır. Bunlardan biri de bu tarikatın,
Kur’ân’daki İslâm’a alternatif bir din olarak temellendirilmiş bulunması
gerçeğidir. Bunun elbette ki bir nedeni olmalıdır. İslâm’la ilk kez tanışan
Türklerin Kur’ân’daki İslâm’ı, bir «Arap dini» olarak algılamış olmaları
ihtimali büyüktür. İslâm’a ilk kez muhatap olan Türkler, bu dinin çekiciliğine
kapılırken ona tamamen uymak yerine onu kendi düşünce ve geleneklerine
uydurmayı daha uygun görmüşlerdir. Günümüzün gerek ortodoks, gerekse heterodoks
Türk Sünniliği bu tahmini her yönüyle kanıtlamaktadır. Bu gerçeklerden yola
çıkarak «Türklerin, daima bilinç altında
Türk unsurundan bir peygamber arayışı içinde olduklarını tahmin etmek güç
değildir.» İşte Nakşibendîlerin, (yüzyıllardır gizlemiş oldukları bir
inanışa göre), evliyaları peygamberlerden üstün tutuyor olmalarının nedenini
burada aramak gerekir. Çünkü onlara göre Hz. Muhammed, her ne kadar bir
peygamber ise de, daha çok Araplara aittir. Dolayısıyla «Türk evliyalarına hem peygamberlik atfetmek hem de onları
peygamberlerden üstün tutmak Türklerin dinsel bağımsızlığını koruyacaktır.»
Nakşibendiliğin en önemli rolü budur. Günümüzün siyasal ve toplumsal gerçekleri
de bunu kanıtlamaktadır. Nitekim rejim, tarikatları yasaklamış olmasına rağmen
Nakşibendiliği her zaman gizlice desteklemiştir. Günümüzde Güneydoğu illerinden
birinde konuşlandırılan bir Nakşî Tekkesi, «Derin devlet» aracılığıyla
sıkı bir şekilde korunmakta ve organize edilmektedir!
[7] Tarikatçılar, şeyhlerini yüceltmek için bu
yollu sözleri sarf etmekten çekinmezler. Bk. Abdülmecîd b. Muhammed El-Khânî (1847-1900) ,
Al-Hadâiq’ul-Wardiyya Fi Haqâiq'i Ejillâ'in-Naqshabandiyya s. 231. (Kaynak
Arapçadır)
[8].
Çünkü ashab döneminde de şartların gerektirmesi üzerine bazı ahkâmın
kısa bir süre için zorunlu olarak askıya alındığı bir gerçektir. Ancak onların
bu türlü davranışları, daha sonraki dönemlerin yöneticilerinden farklı olarak
İslâm’ın ve Müslümanların çıkarı doğrultusunda olduğu da yine ayrı bir
gerçektir.
[11]. Bu tür ifadeleri kullananlar,
söylediklerini kanıtlamak ya da tevbe etmek zorundadırlar. Aksi halde suçlanmaktan kurtulamazlar! Dolayısıyla
İslâm’ın dışladığı kimseler olarak muamele görmek durumunda kalırlar.
[12]. 7'inci, 8'inci ve 9'uncu Abbasi halifeleri
Me'mûn (M.813), Mu'tasım (M.833) ve Vasık
(M.842) döneminde (miladi dokuzuncu
yüzyılın başlarında) Kur’ân-ı Kerîm'in
mahluk (yani yaratık) olduğu yolunda
ortaya bir tez atıldı. Bu teze inanıp inanmadıklarını saptamak için, çağın
alimleri halifenin emriyle sınava çekildiler. Ünlü Müctehid İmam Ahmed Bin Hanbel de bunların arasında
bulunuyordu. Bu şahsiyetlerin kimisi -maalesef
- şehid edildi; kimisi de İmam Hanbelî
gibi zindanlara atıldılar. Nihayet Muhaddislerden İmam Ebu Abdirrahman Abdullah b. Muhammed el-Arzemî bu yüzden ifade
verdiği bir sırada Halife Elvasık'a ve Başkadısına yönelttiği çarpıcı
bir soru üzerine bu konu tartışmadan kaldırıldı ve fitne bu suretle sönmüş
oldu. (Bk. Bk. Müslim b. Haccâc, el-Kina
ve'l-Esma' 1/523 Medîne-i Münevvere
İslâmî İlimler Üniversitesi yayını 1984 ; Celalüddîn Abdurrahman es-Suyûtıy,
Tarikhu’l-Khulefâ S. 369)
[25]. Herakleios
I. : Hz. Peygamber (sav)'in çağdaşı
olan Doğu Roma (Bizans) İmparatoru'dur. Perslere karşı büyük bir zafer kazandı. Hz. Peygamber (sav)'in bedduasını alan
22'inci Sasani İmparatoru Hüsrev Perviz,
Musul yakınlarında, Doğu Roma
ordusuna yenik düştü. Miladi 624 yılında cereyan eden bu olayı Kur’ân-ı Kerîm, bir mucize olarak en
az üç yıl önce bildirmiştir. Kur’ân-ı
Kerîm'in otuzuncu suresi olan Rûm Suresi'nin, Mekke'de nazil olan ilk
onyedi âyetinden (birincisi çözülemeyen
çok önemli bir şifredir) 2-6
âyetleri bu olayı önceden haber vermiştir.
Hüsrev
Perviz’in öldürülmesinden
sonra İran’ın içinde, önüne geçilmez siyasi karışıklıklar çıktı. Yerine
geçen Şiruye, Bizans’tan alınmış olan toprakları ve –sösde- Hz. İsa
(as)’nın üzerinde idam edildiği kutsal çarmıh haçını Bizanslılara geri verdi.
[Burada hemen ifade etmek gerekir ki Hz. İsa (as) öldürülmemiş, çarmıha
gerilmemiştir! Bkz. Kur’ân’ı Kerim: 4/15]
Herakleios
I., geri alınan haçı, M.630
yılında görkemli bir törenle İlya kentine (bugünkü Kudüse’e)
götürdü. İşte tam bu sıradadır ki Hz. Peygamber (s), son derece itinalı giyinip
kuşanan, güzel konuşan ve çekici fiziği ile dikkat toplayan genç elçisi, Hz.
Dıhya Bin Halife El-Kelbî (ra)’ye bir mesaj vererek Onu Herakleios’a
gönderdi. Hz. Rasulullah (s), yolladığı bu çok kısa mektubunda İmparatoru imâna
davet ediyordu. Siyer ve hadis kitaplarında uzunca anlatılan bu karşılaşmada
yapılan daveti, aslında Herakleios çok sıcak karşılamış, hatta; «Eğer O’na
ulaşabileceğime inansaydım, yolculuğun en dayanılmaz şartlarına bile göğüs
gererek kendimi O’nun yüce huzuruna atacak, mübarek ayaklarını öz ellerimle yıkayacaktım!»
diye ilginç bir ifade kullanmıştır. Buna rağmen kelime-i şahadet getirmediği ve
imân ettiğini açıkça ortaya koymadığı için inadî bir küfür içinde
kalmıştır. Aslında mevki ve şöhretini yitirmemek için, tarih boyunca böyle
davranmış nice insanlar gelip geçmiştir. Buna rağmen, ilginçtir ki o gün
bugündür «inâdî küfür» e örnek olarak daima ve yalnızca Herakleios’un
adı zikredilmektedir!