ZENDEKA (Zındıklık) KAVRAMI
«Zındık» Kelimesinin sözlük ve terimsel anlamı:
«Sapık, dinsiz ya da dine hile karıştıran» anlamında kullanılan bu
kelime, Kur’ân-ı Kerîm'de
geçmemektedir. Buna karşın, daha önce de açıklandığı üzere «kâfir», «müşrik» ve «münâfık» kelimeleri Kur’ân-ı Kerîm'de
defalarca kullanılmıştır. Dolayısıyla kâfir, müşrik ve münâfık sözcüklerinin,
gerçek anlamını, doğrudan Kur’ân-ı Kerîm'den öğreniyoruz. Halbuki «zındık» kelimesinin ne demek olduğunu,
ancak düşünce ve yorumlarını bu sözcükle açıklayan kimselere göre anlamaya
çalışıyoruz.
Şu varki zındıklık,
esasen küfür ya da şirk sayılabilecek belli suçlar kapsamına girdiği için
Kur'ân'ın diline yabancı olsa da bu sözcüğün Kur’ân-ı Kerîm'deki amaçlarla
kullanılması yadırganamaz. Çünkü bu kelimenin bir terim olarak kullanımı,
Kur’ân-ı Kerîm'in herhangi bir anlamını çarpıtmak ve değişik yorumlamak gibi
spekülatif amaçlara dayanmamakta, tam tersine Kur’ân-ı Kerîm'i spekülatif amaçlarla yorumlayan ya da
Kur'ân gerçeklerini inkâr eden kimseleri nitelemek amacıyla kullanılmaktadır.
Nitekim Kur'ân gerçeklerinin daha rahat anlaşılabilmesi için fıkıh, hadis,
tefsir ve akâid gibi ilimlerde eser verenler, Kur’ân-ı Kerîm'de hiç de geçmeyen
bir çok terimler kullanmışlardır.
Örneğin fıkhın konusu
olan ef'âl-i mükellefin'den «mübah», hadis ilminin konusu olan «rivâyet», tecvid ilminin konusu olan «idğam» terimlerinin kökleri bile
Kur’ân-ı Kerîm'de bulunmamaktadır.
Zındıklık demek olan «zendeka» kelimesi, aslında «farsça zendekerd
deyiminin Arapçalaştırılmışıdır. Bu deyim, eski Pers ilerigelenlerinin peygamber
(dedik) leri Zerdüşt'e ait Avesta adlı kitabı, metnine aykırı
yorumlayanlar ve varlık âleminin ebedî olduğuna inananlar için kullanılırdı.
Bu nedenle Milâdi üçüncü yüzyılda Mani'nin
yaymaya çalıştığı din olan Manehizm'e
zındıklık denildi. Keza Milâdi beşinci yüzyılda Mazdek'in davet ettiği din olan Mazdehizm'e yine zındıklık denildi. Ondan sonra bu kavram, gerçek
şirksiz dini inkâr eden
her dinsiz ve her günahkâr fesatçıyı kapsayacak şekilde geniş bir anlam kazandı.»
«İlk Abbasi Dönemiinde aralarında İbn'ül-Mukafa'ın da bulunduğu zındıklığın birçok elebaşısı
öldürülmüştür. »[1]
Zındık Sözcüğü İslâm Tarihinde iİk Defa Ne Zaman
Kullanıldı
Abbasi Devleti'nin ilk dönem saray katiplerinden olan Abdullah b. Mukaffa'ın, zındıklıkla
suçlandığı birçok kaynaklarda geçmektedir. Bu şahıs, Hicri 142 de
öldürüldüğüne göre İslâm tarihinin hemen hemen ilk başlarından beri bu
sözcüğün kullanılmakta olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca inancını başkalarına
bulaştırmaya kalkışmayan hemen her türlü kâfirin, İslâm Toprakları'ında özgürce
yaşayabilmiş olmasına karşın zındık insanın yaşatılmadığı da yine bu tarihi
gerçekten anlaşılmaktadır.
«İçinde zındıklık namına birşey bulunup da
İbn'ül-Mukafa'a, ya da Beşşar b. Burd'a dayanmayan hiçbir kitap görmedim.»[2] sözleri üçüncü Abbasi Halifesi El-Mehdî b. Ebucafer'e aittir. Görüldüğü
üzere El-Mehdî, bu sözleri o kadar
rahat ve yorumsuz kullanmaktadır ki daha önceden beri bu deyimin kullanıldığı
izlenimini vermektedir.
Özellikle felsefe, kelâm
ve akâid konularında eser vermiş İmam
Gazalî gibi âlimlerin hemen hepsi bu terimi yaklaşık anlamlarda kullanmışlardır.[3] Nitekim ünlü Vefeyatu’l-Ayân ansiklopedisinin yazarı İbn. Khallikân, Filozof İbn'ür-Ravendi'nin
biyografisinde, bu şahsın zındık olduğuna ilişkin hiçbir şey söylemediği için
tepki almıştır.[4]
«Zındıklık» Sözcüğüne yüklenen farklı anlamlar
Yukarıda da açıklandığı
üzere İslâm Tarihi'nin ilk başlarında
özellikle Allah'a, kıyamet
gününe ve âhiret hayatına inanmayanlara zındık denirdi. Bu yorumun, birkaç asır
kadar devam ettiğini söylemek mümkündür. Zındıklık deyiminin o zamanlarda
hangi anlamda kullanıldığını saptayabilmek açısından Gazalî'nin aşağıdaki sözleri dikkate değer. İmam Gazâlî, filozofları üç kısma ayırarak şunları kaydetmektedir:
«Birinci Sınıf: Dehrîdirler. Bunlar
en eski filozoflardır. Her şeye gücü yeten ve her şeyi yöneten yaratıcıyı inkâr
etmiş, kâinâtın hiçbir yaratıcı olmaksızın kendi kendine öteden beri var
olduğunu; sonsuza kadar da böyle sürüp gideceğini ileri sürmüşlerdir ki işte
bunlar zındıktırlar.»[5]
Öyle anlaşılıyor ki eski dinlerin
inanışlarını İslâm'a karıştıranlara, daha sonraları zındık demek adet haline
gelmiştir. Ancak bu sözcüğe yüklenen, gerek eski anlam, gerekse sonraki anlam,
zındıklığın herhalde kâfirlik olduğunu ortaya koymaktadır. Şu varki son
anlamıyla zındık durumunda olan kâfir, kendini İslâm’ın dışında saymamakla
birlikte, İslâm'ın ya temel değerlerinden birini inkâr ederek, ya da İslâm'a
ait değerleri yabancı dinlerin öğretileriyle sentezleyerek vicdanında ayrı
bir imân tasavvuru oluşturmaktadır.
Bundan dolayıdır ki felsefi ve mistik
yaklaşımlarla Kur'ân gerçeklerini yorumlayanlara öteden beri zındık denmiş ve
bu yüzden çıkan olaylar «medrese-tekke
kavgaları» olarak tarihe geçmiştir.[6]
İslâm
Dünyasında Zındıklık Nasıl Başladı, Nasıl Gelişti
Özellikle eski dinlere ait küfrî
inanışların İslâm'a karıştırılması ya da felsefi ve mistik yorumlarla İslâmî
değerlerin dejenere edilmesi şeklinde ortaya çıkan zındıklık epeyce eski bir
geçmişe sahiptir.
Bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerîm'in
çizgisinden sapmalar ilk kez Hz.
Peygamber (sav) in vefatından yaklaşık kırk yıl sonra yönetim alanında
kendini göstermiştir. Bunu, hicretten ikiyüz yıl kadar sonra inanç alanındaki
açık tartışmalar izlemiştir.
Abbasi
Devleti'nin, yedinci halifesi
olan el-Me'mûn, zihinleri karıştıran
bir tez ortaya attı. O'na göre «Kur'ân
yaratıktı.» Halbuki Müslümanlar vahyin, «İlâhî kelâm» olduğuna, yani Allah'ın ezelî ve ebedî sıfatı olduğuna
inanıyorlardı. Tarihlerde uzunca anlatılan bu olay, İslâm Dünyası'nda yankı
uyandıran ilk büyük zındıklık örneği sayılır.
Unutmamak gerekir ki zındıklık daima dış kaynaklardan gelmiştir. Bu
açıdan konuya eğilecek olursak özellikle iki çevreyi zındıklığın potensiyeli
olarak görmemiz mümkündür.
Bunlardan biri: Vaktiyle herhangi bir
dinin bağlısıyken özellikle hiçbir baskı görmeden sırf kendi araştırmaları ve
arayışları sonucu Müslüman olmuş ve kendi imkânlarıyla İslâm'ı öğrenmeye
çalıştıkları için de genellikle şirkin ve küfrün virüslerinden tamamen arınamamış
olan topluluklardır.
İkinci
grup ise, bilgisizlik,
fıtrî yeteneksizlik, merak, özenti, ya da ruhsal saplantılar nedeniyle
İslâm'ı, gerçek kimliği içinde birtürlü hazmedemediklerinden O'nu felsefi ve
mistik kaynaklarda aramaya çalışan insanlardır.
Bunu, gittikçe gelişen ve birbirini
tamamlayan uygarlıkların, insanoğlunun ufkunu genişlettiği, için birçeşit
zorunlu bir düşünce evrimi olarak görmek son derece yanlıştır. Çünkü Kur'ân'ın
temel ve evrensel gerçekleri, tarihin her döneminde hiçbir yoruma ihtiyaç
duymadan, aynı zamanda hem bilgisiz insanı, hem aydın insanı doyuma ulaştırabilme
gücünü ortaya koymuştur.
Zındıklığın başlayıp gelişmesinde elbetteki
çeşitli nedenler vardır. Bunlardan özellikle üçü çok önemlidir ve her üçü de
birbirlerini etkilemişlerdir.
Bunlardan
birincisi: İslâm Tarihi'nin, ilk ve en büyük
fitnesi olan Hz. Osman'ın şehid
edilmesiyle birlikte patlak veren siyasi kargaşa ortamında başlayıp çok
sonraları farklı içerikler kazanan görüşlerdir.
Nedenlerden
ikincisi: İslâm Ülkesi'nin
sınırları fetihlerle genişledikçe dalgalar halinde İslâm'a giren yabancıların
taşıdığı şirk ve küfür kalıntılarıdır. Bu toplulukların, eski inançlarının
tümünden arınmış olduklarına inanmak safdillik olur.
Üçüncü
neden ise: Yunan felsefesinin
Arapçaya çevirilmesinden sonra ortaya çıkan yorumdur.
Bu üç faktörden birincisine baktığımızda Hz. Osman'ın şehid edilmesi üzerine
Müslümanların üç kampa ayrıldığını görüyoruz. Bunlar Şiîler, hariciler ve
zâhidlerdir. İmânın temel konularında bu üç kamp arasında ilk önceleri
hiçbir ayrılık yoktu. Gerek Hz. Ali'nin
kanını akıtan azılı düşmanları, (hariciler), gerek
O'nun uğrunda canlarını feda eden ilk (ılımlı) Şiîler, gerekse kabuklarına
çekilip kendilerini tamamen ibadete veren ilk zâhidler,[7] imân konusunda birlik içinde idiler. Kur’ân-ı
Kerîm'in temel gerçekleri noktasında ve özellikle Allah, melekler, peygamberler,
kitaplar, kıyamet, âhiret, kaza ve kader konularında farklı değil, aynı
şeylere inanıyorlardı. Ne varki bu her üç kampın farklı ve birbirlerine aykırı
olan siyasi eğilimleri ve dünya görüşleri zaman içinde sonraki nesillerin
imânını etkilemeye başladı. Asırlar geçtikçe içinde bulundukları İslâm
çemberinin dışına her gün biraz daha kayarak (yani gittikçe zındıklaşarak) sonunda bağımsız birer din haline
geldiler.
Örneğin, büyük ihtimalle daha fazla
Müslüman kanı akmasına engel olmak istediği için Muaviye karşısında fazla direnmeyen Hz. Ali'yi bile Kur'ân'a ihanetle suçlacak kadar Kur'ân'a bağlı
olduklarını (!) ortaya koyan ve bu yüzden O'nu şehid eden haricilerin, çok
sonraki uzantıları zındıklaşarak İslâm'dan koptular. Aynı zamanda her
tarafta terör fırtınası estiren bir cinâyet şebekesi haline geldiler.
Bunlardan özellikle Acrûdiler (el-Acaride) ve Meymûniler adındaki iki grubun zındık kâfir oldukları konusunda
İslâm âlimleri görüş birliği içindedirler.[8]
Keza Hz.
Ali'nin taraftarları olarak ünlenen ilk Şiîler aynen Hz. Ali ve diğer sahâbîler gibi başlangıçta Kur’ân-ı Kerîm'e bağlı
oldukları halde bir zaman geldi ki İsmailîler,
Dürzîler ve Nusayrîler gibi
çeşitli batınî kamplar adı altında gittikçe zındıklaşarak İslâm'dan koptular.
Bu fraksiyonlara ait inanış ve yorum şekilleri daha sonra bağımsız birer din
kimliğine büründü. Mazdeist bir
kökenden gelen ve Hz. Ali'yi sembol
edinen Anadolu Râfızıyları da bu
Üçüncü kamp olan ilk zâhidlere gelince,
vaktiyle bunların arasında Süfyan
es-Sevrî, Abdullah b. Mübarek, Fudayl b. İyad, Büşr el-Hâfi, Seriyy es-Sakatıy, Haris el-Muhasibî
ve Sehl b. Abdillah et-Tüsterî gibi
bazıları fazilet, vera' ve takvâda örnek gösterilmiş şahsiyetler vardı. Her
şeye rağmen Kur'ân'ın çizdiği sınırlarda kalarak zâhidâne bir yaşam biçimi seçtikleri ve dönemin siyasi
kavgaları dışında kaldıkları için ünlendiler. Zâten bu kampın oluşmasını o
günün şartları içinde aramak gerekir. Çünkü o dönemin Şiî-Haricî kavgalarından usanan ve bir kenara
çekilmekte selâmeti arayan bir avuç sessiz, sedasız insan vardı ki işte bu
zâhidler onlardır.
Tasavvufu ilk başlatanların bu kuşak
olduğunu ileri sürenlere rağmen, bunlar «sûfî»
değil, bilakis «zâhid» olarak
tanınıyorlardı. Her ne kadar onlardan bazılarına ve bir sonraki kuşak
zâhidlerine sûfî denilmiş ise de sufiliğin o gün için kavram olarak taşıdığı
anlam, ancak zühd ile açıklanabilirdi.
Zühd ise: Dünyadan el etek çekmek,
harama bulaşmak korkusundan helâlin en azıyla yetinmek demektir.
Tekrar etmek gerekir ki «zühd» ve «takvâ»'yı tasavvuf
kavramıyla hiçbir zaman karıştırmamak gerekir. Ne varki kaynağı yabancı olan mistisizm (yani tasavvuf) daima
İslâm'ın orijinal bir kurumu olan zühd ve takvâ anlamında kullanılmıştır ki
zındıklığın hemen bütün spekülasyonları, tarih boyunca bu iki şeyin birbirine
karıştırılmasıyla yapılmıştır.
Haricilik akımı, sertliğinin ve
ilkelliğinin kurbanı olarak tarih sahnesinden erken silinince bu akımın
devamı olan zındıklık fraksiyonları da hemen hemen aynı sonuca uğramışlardır.
Dolayısıyla İslâm Tarihinde baştan beri sapkın inançların esasen iki isim
altında başlayıp geliştiğini söyleyebiliriz.
•Bunlardan ilki Şiîlik'tir ki Milâdın
dokuzuncu yüzyılında patlak veren Karmatîlik
isyanı ile Milâdın onuncu yüzyılında bir yeraltı örgütü olarak faaliyet
gösteren İhvânüssafa Tarikat'ı gibi ilk devrimci-batınî
zındıklık akımları bu kaynaktan beslenmişlerdir.
•İkinci isim de mistisizmdir. Bu kanaldan başlayan ve gelişen zındıklık ise, -Şiî kökenli batınî fraksiyonlardan farklı olarak - daima Müslüman çoğunluk arasında
birtakım «Sünnî tarikatlar» adı
altında devam etme imkânını bulmuştur. Bunun sebebini, söz konusu örgütlerin,
aldatıcı dış görünüşleriyle kitaba ve sünnete aykırı bir nitelik
sergilemediklerinde aramak gerekir. Bu bakımdan Müslümanların kuşku
duymalarına büyük ölçüde neden olmamış, hatta zaman zaman İslâm âlimlerinin
bu tarikatlara karşı uyanık bulunulması yolunda yaptıkları uyarılar, genelin
pek dikkatini de çekmemiştir. Üstelik bu uyarılar, tarikatlara sempati duyan,
İslâm'ın özünden uzak, yarıaydın bazı Müslümansıların tepkilerine bile neden
olmuştur.
Onun içindir ki zındıklık, tasavvuf
aracılığıyla ve nefis terbiyesi adı altında, genelde tepki almadan
Müslümanlara daha kolay bulaşma imkânını bulmuş, Müslümanların muhitlerinde
Şiî kökenli fraksiyonların aksine rahatça yayılabilmiş ve tutunmuştur.
Zındıklığın birer faal üyesi olan sûfilerle yukarıda sözü edilen zâhidler
arasında yakın bir ilişki bulmak çok güçtür. Ne varki Tasavvufçular, tarihin
her döneminde bu şahsiyetlerden daima söz etmiş, «onların kerâmet ve menkıbelerini» kuşaktan kuşağa naklederek -sözde - bu zâhidlerle aynı kanaat ve
inanca sahip oldukları izlenimini uyandırmaya çalışmışlardır. Uydurulan bu
hayalî ilişkiler, zındıklığın zaman içinde çeşitli içerikler kazanarak
gelişip devam etmesinde âdetâ bir maya etkisi yapmıştır. Onun için zındıklık
sürecinin ilk zâhidlerle başladığını söylemek mümkün değilse de bu eğilimin,
onlardan hemen sonra ve onların zâhitçe yaşam
biçimlerinin bir esinlenmesi olarak ortaya çıktığı söylenebilir.
Yoksa ilk zâhidler yüzyıllar sonra oluşan
tarikat protokollerinden, çeşitli merasim ve âyinlerinden, giyim kuşam
biçimlerinden ve çetrefil simgelerinden hiç de haberdar değillerdi. Örneğin Süfyanu’s-Sevrî, Abdullah b. Mübarek,
Fudayl b. İyâd, Ma'rûfu’l-Karkhî, Buşru’l-Hâfî, Seriyyu’s-Sakatıy, Sehl b.
Abdillah et-Tüsteri ve
Cüneydu’l-Bağdâdî gibi ilk zâhidlerden hangi biri «Râbıta» yı biliyor, «Hatm-i
huwâcegân» âyini düzenliyor, «sikke»
giyiyor, «Kudûm» çalıyor ve «Vahdet-i vücud» dan bahsediyordu? Bu
insanların, söz konusu âyinlerden, tarikat üniformalarından,
sembol ve doktrinlerinden elbetteki haberleri yoktu. Ancak bunlar, İslâm’ın
onaylamadığı mistik eğilimlerden tamamen mi uzak idiler ? İşte burası
tartışılır.
Elbetteki bunların arasında Abdullah b. Mübarek gibi vera' takvâ,
cesaret ve yetkinliğiyle haklı olarak ünlenmiş, halifenin ve âlimlerin
saygısını kazanmış şahsiyetler vardı. Buna karşın aralarında İmam Hanbeli'nin hiç yüz vermediği Haris el-Muhasibî de vardı.[9] Gerçi Müslümanlar bu ilk zâhidleri genellikle
rahmetle anmışlardır. Ne varki onların dünyadan el etek çekmiş olarak
seçtikleri yaşam biçimi çok sonraları ortaya çıkan zındıklar için daima ilham
kaynağı oldu.
Kur’ân-ı Kerîm'in çizgisinden çok belirgin
şekilde sapmanın nedenlerini, daha sonraları yaşanan olayların ve
gelişmelerin içinde aramak gerekir. Bunlar şu şekilde açıklanabilir:
İslâm’ın ilk fetihlerinin gerçekleştiği
dönemde ve çok kısa bir zaman dilimi içinde milyonlarca Mecûsî, Manihist, Mazdekist,
Şamanist, Zerdüşist,
Budist ve Hıristiyan Müslüman
oldular. Bu yeni Müslümanların hayatında zındıklığın bolca malzemeleri zâten
vardı. Dolayısıyla zındıklığın ilk filiz verdiği ve yayıldığı yerler hiç
kuşkusuz İran, Maverâünnehr, Sind,
Horasan, Afganistan ve Türkistan'dır.
Buralarda ve özellikle Abbasiler'in
orta döneminden itibaren olgunlaşan sapkın inançlar daha sonraları ülkenin
içlerine doğru taşınıyordu. Devletin, merkezden uzak olan bu bölgeler
üzerindeki denetimi zayıflamıştı. Onun için devlet otoritesi yerine imâni
değerlerin bekçiliğini âlimler yapıyor, sapkın akımlara karşı onlar mücadele
veriyorlardı.
Nitekim genelde kelâm ve akâid ilimlerinde
önemli eserler veren Ebumansur Matürîdî,
Ömer Nesefî, Fahrüddin-i Râzî ve
Sadüddin Teftazânî gibi ünlü isimlerin bu bölgelerde yetişmiş
olmaları, Müslümanların zındıklık akımlarına karşı daha çok nerelerde yoğun
mücadeleler verdiklerini göstermektedir. Ancak o günden bu güne zındıklık
öyle dehşetli bir evrim geçirmiştir ki çağımızın tasavvuf anlayışı, örneğin
XI inci yüzyıl tasavvuf anlayışının yanında tamamen ayrı bir din kimliğini kazanmıştır.
En azından şu kadarını söyleyebiliriz ki mistikçilerin: «pirlerimiz ve ulu efendilerimiz» dedikleri şahıslardan örneğin Ebuali Farmedi'nin, asırlar sonraki sofular gibi «râbıta» yaptığına, «Hatm-i huwâcegân âyini» düzenlediğine,
avucuna çakıl taşları alarak zikir yaptığına ilişkin bir belge, hatta bir tek
kelime bile bulmak mümkün değildir. Ama zındıklık günümüzde öyle korkunç bir
mekânizma geliştirmiştir ki Eğer Hz.
Ebubekr'in bile bir nakşibendi olduğunu belgelemek isterlerse bunu yapmayı
göze almaktan asla çekinmezler !
Bilindiği üzere illegel faaliyetler,
yasaklı ve maksatlı işler, toplum içinde varlıklarını sürdürebilmek, hedeflerine
ulaşmak ve geniş çevreler edinmek için her şeyden önce meşru ve haklı
gerekçelere dayanmak zorundadırlar. Onun için bu tür faaliyet odakları daima
özel yöntemler ve teknikler kullanırlar. İşte zındıklık odakları da aynen
böyle yapmış ve meşru gözükmek için tarih boyunca küfrün virüs ve mikroplarını
İslâm’ın güzel ve orijinal malzemeleriyle kaplayarak ancak pazarlayabilmişlerdir.
Örneğin Milâdi XII inci yüzyılın
ortalarında Maveraünnehr'de yaşayan
bir adam, onbir ilkeye dayalı mistik bir yol kurmuştur. Bu ilkelerin her birini
de farsça bir sembol sözcükle ifade etmiştir. Raşahât[10] gibi bazı tarikat kitaplarında bu onbir
terim aynen şöyle sıralanmıştır:
1-Hûş der dem
2-Nazar ber kadem
3-Sefer der vatan
4-Halvet der encümen
5-Yâ kerd
6-Bâz geşt
7-Nigâh dâşt
8-Yâd dâşt
9-Vukûf-i
zamânî
10-Vukûf-i adedî
11-Vukûf-i kalbî
Şimdi bu
terimlerden hangi biri ele alındığı ve incelendiği zaman ilk planda hiç de kötü
bir amaca yönelik anlamlar taşımadığı görülmektedir. Dolayısıyla: “rûhânî bir takım öğütler olarak bu
ilkelerin ne zararı olabilir ?“ diye insan, iyi niyetle belki bunlara bir
meşruluk zemini arayabilir; Hatta insanı daha iyi bir İslâmi anlayışa doğru
yönlendirebileceği bile ilk başta akla gelebilir. Bu nedenle de öteden beri
propaganda edildiği gibi: «Mistik örgütlerin
birer okul ve ahlâk kurumu oldukları» tezine, insanları inandırmak çok
daha kolay olur. Oysa bakıyoruz ki bu ilkelerin öğütlediği bütün doğru şeyleri
zâten Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber
(sav)'in sünneti bize öğütlemiştir. Tersine bu öğretilerin arka planında gizli
olan çirkinliklerin ve olumsuzlukların hiçbiri yüce kitabımızda ve
Peygamberimizin sünnetinde elbette ki yer almamaktadır.
Bu gerçeği
kanıtlamak için örneğin yukarıdaki ilkelerden birincisi olan «hûş der dem» sözcüğünden ne
amaçlandığını yine kendi belgelerinden inceleyelim:
Raşahât adlı kitapta bu terimin anlamı Miladi 1500
lerin Türkçesiyle aynen şöyle açıklanmaktadır: [11]
«Hûş der dem: Bunun manası oldur ki, her bir nefes ki
derundan yukaru gele, gerekdir ki sahibi nefes anda hazır ve âgâh ola ve demde
gaflet ana yol bulmaya. Mevlânâ Sa'düddin
Kaşgârî Kaddesellahu Teâlâ sirrehu buyurmuşlardır ki:
"Hûş der dem, yani bir nefesden bir nefese
intikal gerekir ki gaflet ile olmaya, huzur ile ola ve her nefes ki olur, Hak
Sübhanehu ve Teâlâ'dan halî ve gafil olmaya ...»
Bu terane aynı
bölümde daha epey sürmekte ve «hûş der dem» dedikleri şeyin ne
olduğu, aynen yukarıdaki sözlere benzer daha bir yığın lafla anlatılmaya
çalışılmaktadır.
Tarikatın onbir
ilkesinden biri olan bu kurala göre, sözde insanın gaflet içinde yaşamaması ve
her an Rabb'inin kontrolü altında olduğunu hiç unutmaması öğütlenmektedir.
Elbetteki bu, çok güzel ve ulvî bir öğüttür. Allah Teâlâ'nın bizlere ihsan buyurmuş
olduğu sayısız nimetleri unutarak O'na karşı gaflet nankörlüğüne düşmek pek
büyük bir suçtur. Fakat
Müslümanlar çökmeye
başladıkları, geçmişin karanlık dönemlerinde zındıklık tırmanışa geçmiş,
batıl inanışlar ve Kur’ân-ı Kerîm'in çizgisinden sapmalar daha da
hızlanmıştır. Bu bakımdan çöküş periyodu ile İslâm’dan uzaklaşma eğilimleri
karşılıklı olarak günümüze kadar birbirini etkilemiştir. Şuna çok büyük
ihtimal vermek gerekir ki kalabalık Uzakdoğu dinlerinin esrarengiz cümbüşü
içinde yaşayan Horasan, Maveraünnehr,
Türkistan,
Örneğin yukarıda
anlatılan tarikatın ilkeleri ile «râbıta»
denilen gizli ayinin, Patanjalizm'den
esinlenilerek düzenlenmiş olması ihtimali çok büyüktür.
Zındıklık konusunda
daha cüretli davranmış başka sapıklar da vardır ki örneğin kendiliklerinden
birer din icad etmiş olan Ekber Şah,[14] Mirza Ali Muhammed
seyyid[15] Mirza Hüseyin Ali
Mazenderânî[16] ve Mirza
Gulam ahmed Kadyânî[17] bunlardandır. Bu adamların hepsi de o bölgelerde
ortaya çıkmışlardır.
Devlet
otoritesinin, gittikçe (artık azınlıkta
kaldıkları sanılan) Müslümanların elinden çıkması; Rûhu sönmüş Müslümansı
çoğunluğun gelenekçi inanış ve düşüncelerini temsil
Günümüzde Zındıklık
Bugün artık Allah,
peygamber, melek, âhiret, kaza ve kader gibi imânın temel esasları yanında
yüzlerce sapkın ve batıl inanış daha
«Müslümanım» diyen milyonlarca insanın vicdanına yerleşmiş bulunmaktadır.
Bu inanışlar zaman içinde tarihe,
sanata ve edebiyata da kolay kolay silinmeyecek olan damgasını vurmuştur.
Daha çok ölüye
tapma özleminden kaynaklanan bu inanışların, artık yüzyıllara dayanan bir
tarihi ve kalabalık bir literatürü de vardır. Bazısı bir âyet-i kerîme'nin veya
bir hadis-i şerif'in çarpık bir yorumu olan, bazısı başka dinden esinlenme ile
alınan, bazısı başlangıçta iyi niyetle fakat cahilce, bazısı ise son derece
kötü niyetle ve sinsi amaçlarla düzenlenen yüzlerce terim ve ifade bu
literatürü oluşturmaktadır. Asırların akışı içinde çeşitli Kur'ânî değerlerle
ve şirk sembolleriyle örüle örüle dokunan ve amaçta İslâm'la, Kitap ve Sünnetle
hiçbir ilişkisi bulunmayan bu literatür, (birer
sentetik din olan) mistik örgütlere
ait kavramları içermektedir. Bu kavramlardan her biri görünürde bir âyet–i
kerimeye veya bir hadis-i şerife tutunarak, (içerdiği şirk ve küfrü)
örtülü bir şekilde vicdanlara yerleştirmeyi amaçlar. Onun için
zındıklık da yöntem bakımından aynı münafıklık gibi sinsi bir şirk türüdür.
Konunun özüne bir
daha dönmek gerekirse mistik kökenli zındıklığın (âyet ve hadislere, çok dolaylı yollardan tutunarak İslâm'ın orijinal
değerlerini çarpıtmak suretiyle) t oplumun imânı üzerinde yaptığı yıkıcı
etkilere bir nebze değinmekte yarar vardır. Bu etkileri, ayrıntılarıyla çok
geniş boyutlarda ele almak başlı başına ayrı bir inceleme konusudur. Bu
nedenle sorunun içyüzünü ortaya koymak bakımından aşağıdaki açıklamaların, yeterli
bir fikir vermesi umulur.
Mistik zındıklığın
artık kendine özgü bir dili ve lûgatı vardır. Bu dil ve lûgat, İslâm’ın imân ve
ahlâk terminolojisi kullanılarak oluşturulmuş, geliştirilmiş ve asırların
akışı içinde kurumlaştırılmıştır. Dolayısyla bu dil ve lûgat içinde bulunan
İslâm'a ait orijinal terimleri, ifade ve kavramları teker teker ayıklamak, ya
da onları, kendilerine yüklenmiş olan küfrî ve şirkî anlamlardan arındırmak
çok zordur. Elbette ki bu iş İslâm âlimlerine düşmektedir.
Örneğin «veli» kavramını ele alalım. Bu kelime
Kur’ân-ı Kerîm'in ve İslâm'ın öz malıdır. Çoğulu «Evliya»'dır. Aynı zamanda mistik çevreler tarafından da okunan
ve muteber sayılan Kadı Beyzâvî'nin, Envâru’t-Tenzîl; el-Khazin'in, Lübâbu’t-Te'vîl;
Nesefi'nin Medârik ve Firûzâbâdî'nin
İbniabbas Tefsiri gibi kaynaklarda
ve daha birçok tefsir kitaplarında «Veli»'nin
anlamı: Dost, seven, sahip, malik, destekleyen, koruyan; (adına karar verme yetkisine sahip olduğu kimsenin) işlerini yürüten
demektir.[18] Ne varki mistik rûhânîler, bütün bunlara ek
olarak «veli» sözcüğüne bazı yabancı anlamlar daha yüklemişlerdir.
Yaklaşıklık ilgisini pek ustaca kullanarak yaptıkları bu sinsi yakıştırma
Kur’ân-ı Kerîm'in gerçeklerine, mesajlarına ve özüne tamamen aykırıdır.
Nedir bu yakıştırma ?
Bunu kavrayabilmek için Kur’ân-ı Kerîm'de «veli»
denilen insana, ayrıca hangi nitelikler verildiğine ve nasıl tanıtıldığına bakmak gerekir. Bunun için de mistik
saplantıları olmayan tefsir âlimlerinin eserlerine bakmak yeterlidir.
Doğrusu bu konunun ağırlık merkezini Yunus Sûresi'nin, 62, 63 ve 64 üncü
âyet-i kerîmeleri oluşturmaktadır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm'de «veli» ve «evliya»
sözcükleri birçok yerde geçmesine rağmen, spekülatörler ille de bu üç âyete
yapışmış, zihinlerinde hayal ettikleri «veli» tipini, (yani insan
şeklindeki mitolojik tanrıyı) bu âyetlere yakıştırdıkları yorumlarla yaratmışlardır.
Şimdi bakalım Allah Teâlâ bu âyetlerde ne
buyuruyor:
«İyi
bilin ki Allah'ın velileri için ne korku var, ne de onlar üzülürler.»
«Onlar
ki inandılar ve korunurlar.» [19]
«Dünya
hayatında da âhirette de müjde onlara ! Allah'ın sözleri değişmez. İşte büyük
başarı budur.» [20]
Demek ki her şeyden önce veli:
1- İnsandır;
Doğar, büyür, yaşar, yer, içer, dışkı yapar, unutur, yanılır, hastalanır, ölür ve çürür.
2- Ama
diğer tüm insanlardan farklı olarak geleceğinden korkmaz. Çünkü gaflet içinde
yaşamaz ve hazırlıklıdır.
3- Geçmişinden dolayı üzülmez. Çünkü
geçmişi temizdir.
4- Rabbine
güçlü bir imânla bağlıdır.
5- Allah'ın
emir ve yasaklarına titizlikle uyar ve O'nun koyduğu sınırları çiğnemekten
korunur. Bunu
yapmak için de her çareye baş vurur.
İşte Kur’ân-ı Kerîm'deki
veli -yukarıdaki âyetlerin ışığında
yapılabilecek en geniş bir yorumla - budur. Ama gelin görün ki tarikatçılıkta veliyi böyle tanımlamak
âdetâ ona hakaret etmek demektir. Veliyi bu kadar basitleştiren ve onu insan
derekesine indirgeyen kimse onlara göre:
«zındıktır, münkirdir, dinsizdir!..» vs. Bu çevrelerin en seviyeli
olanlarına göre ise «Veli: Hayatını
mücadelelerle ve azîmet ve fevkalâde bir zühd ve tâat'a sarfederek kendisinden,
Allah Teâlâ’nın izniyle gayıbdan haber vermek ve gaybî ahvâli keşfetmek gibi
ilmî ve kevnî harikalar zuhura gelen zât. » dır.[21]
Veli için ancak en ılımlı
mistikçiler bu portreyi çizmekle yetinmektedirler. Oysa velilik felsefesi
aslında zındıklığın eksenini oluşturmaktadır. Nitekim bakınız Zunnun-i Mısrî bu konuda ne diyor:
«Velilik ve arınmışlık erbabı yanında ancak abdestli ve
pak olarak oturunuz. Çünkü onlar gönüllerin casusudur.»[22]
Kökü Animizm'e kadar dayanan mistik
zındıklığın bu yorumları, görüldüğü üzere epey zorakidir ve ölüye tapma özleminden
kaynaklanmaktadır. Nitekim «el-Evliyaiyye»
(yani evliyacılık) adı altında bir tarikat vardır ki bu
tarikatın bağlıları şöyle bir inanca
sahiptirler:
«Kul,
velilik mertebesine ulaşınca artık mükellef olmaktan çıkar.»[23] Yani, insan veli olunca onun için
emir ve yasaklar artık söz konusu değildir. İstediği şekilde davranabilir. (?!)
Zendekanın, zaman içinde oluşmuş birikimleri
arasında Kur'ân'a ve İslâm'a aykırı o kadar terim, tanım, ifade, menkıbe,
hikaye, şiîr, yorum, rivâyet, görüş ve açıklamalar
vardır ki her biri ciltlerle kitap konusudur. Bunlardan bazı örnekler
şöyledir:
1-Evliya rütbeleri:
Aktâb,
ebdâl, evtâd, Nücebâ, nukabâ, gavs, üçler, yediler ve kırklar;
2-Tarikat Kuralları:
Hûş
der dem, Nazar ber kadem, sefer der vatan, halvet der encümen, yâd kerd, bâz
geşt, nigâh daşt, yâd daşt, vukuf-i zamanî, vukûfi adedî, vukûf-i kalbî.
3-Şeyh adlarının anılması sırasında
kullanılan dua sözleri:
Kaddesellahu
sirrehu'l-Aziz, Kuddise sirruhu, Emeddenellahu bi'imdâdatihi, Himmeti hazır
olsun, Destûr ya pîr
...vs.
4-Allah'a yakarış:
Allahümme
sahhan, sahhan sahhan; Bisa'sain, bisa'sain,...ve'l-Baha-i ve'n-Nuri’t-Tâmmi,
bisehsehûbin, bisehsehûbin, zi'l-Arşi’ş-Şâmikhi, bitahtahûbin,
bitahtahûbin... vs.[24]
5-Çeşitli terimler:
Şeyh,
mürid, cân, derviş, postnişin, seccâdenişîn, bende, salik, halife, silsile-i
sâdât, mürşid-i kâmil, ricâl'ul gayb...
Türbe,
tekke, hânegâh, sanduka, atebe, ocak...
Tarikat,
el alma, el verme, telkin, râbıta, hatm-i huwâcegân, teveccüh, letâif-i hamse,
çile, riyâzet, seyr-u sülûk, uzlet, fakr, halvet, himmet, rûhânîyetten istimdâd,
kurbiyet (kurbet değil), ubûdiyet (İbâdet değil), azîmet (azim değil)...
Kışr,
lübb, aşk (muhabbet değil), sema, vecd, sekr, sahv, mahv, zevk, şurb,
cezbe, bast, kabz, terk-i ihtiyar, murâkabe, müşahede, iskat-i tedbir, sukut-i
teklif, fena, baka, vücûd, şühûd, mükâşefe, hulûl ve ittihâd...
Bunlar zendeka literatürünün
Bu literatürdeki spekülasyonların özeti ise
şudur:
Yukarıdaki yabancı terimlerin içerikleri,
yaklaşıklık ilgisinden hareket edilerek tamamen İslâm'ın malı olan değerlerle
yer yer çok ustaca sentezlenmiş ve deyim yerinde ise yabancı inanışlar, islâmî
bir örtü içinde sunulmuştur. Müslümanın, esasen işini bunlara karşı zorlaştıran
ve onu zaman zaman şaşırtan nokta işte budur.
Şimdi de seçtikleri terimlerimize bir göz
atalım ki âdetâ balla zehiri karıştırır gibi bunları İslâm'dan alıp kelime
yapısında bazen değişiklik de yaparak yukarıdaki sembollerin içeriklerinde
dolgu maddesi olarak kullanmışlardır.
Zendeka literatürüne daha çok alınmış olan
değerlerimizden bazıları şunlardır:
Veli,
evliya, imam (mürşid-i
kâmil değil), Kurbet (Kurbiyet
değil), kerâmet, (Buna kendilerine
göre farklı bir içerik kazandırmışlardır.)
Zikir (vird değil), tezekkür, tefekkür, vesile, şefaat, dua, huşu' (ya da
haşyet), huzu', tâlim (telkin
değil), tazarru' hamd, sabır, şükür,
sai, kesb, cihâd (mücâhede değil),
azm, ihlas, tevekkül, zühd, takvâ, vera, sıdk, niyet, istihâre, istişâre,
tevbe (şeyh inabesi değil), tevazu,
iktida, tâat, kanaat, muhabbet (aşk değil), tecelli, tafwıyz, (kadere) rıza, haya,
şerîat ve amel...
Ayrıca şu örnek, zendekanın kendi içindeki
çelişkileri yansıtmak bakımından ilginçtir:
«Az
ye, az uyu ve halktan kaç, arslandan kaçtıkları gibi ...» [25] Halbuki Hz. Peygamber'(sav) in, ashâbının ve selef-i salihîn'in hayatına
baktığımızda (Evet az yeyip az
uyudukları doğrudur, ama) sürekli halkın arasında olduklarını, en muteber
kaynaklardan rahatça tesbit edebiliyoruz. Hayatları belgesel olarak ortadadır.
Çünkü sorumlulukları bunu gerektiriyordu.
[1]. Magdi Wahba- Kamel al-Muhandes, A
Dictionnary Of Arabic Literary And Linguistic. S.108-109. Librairie Du Liban
Beyrut 1979. İlgili bölümün tercümesi : F.Aydın.
[5]. Bkz.
Gazalî, el-Munkız'u Min'ed-Dalâl S.17 Mısır-1952 İkinci baskı.
[6]. Bu ünlü kavgalardan biri de Osmanlı
Tarihi'inde 1590-1650 yılları arasında cereyan etmiştir. Üçüncü Sultan Mehmed Dönemi'inden Dördüncü Sultan Mehmed zamanına kadar süren bu olay Kadızadeliler olarak tanınan bir grup
fakih-vaiz ile dönemin tarikat şeyhleri arasında meydana gelmiştir. (Bk.
Ord.Prof. İ.Hakkı Uzunçarşılı Osm.Tarihi : 3/354-362)
[7]. Bunlara sofi, mutasavvıf, yada tasavvuf
erbabı demek son derece yanlıştır. Bunlar zâhittir. Zâhit ise; doyumlu, gözü
tok ve haramdan sakınmak için, helâlin en azıyla yetinen demektir.
Tasavvufçular ve tarikatçılar, inanış ve düşüncelerini meşrulaştırmak için bu
şahsiyetlerle kendileri arasında bir benzetmeden yola çıkarak insanları
yanıltmaktadırlar. Mü’minlerin, bu tür sömürüye karşı uyanık olmaları gerekir!
[9]. Haris
El-Muhasibi : (H.243) İlk zâhidlerdendir. İmam-ı Hanbeli O'nunla konuşmazdı. O da bu yüzden kimseye
gözükmüyordu. Ölünce cenazesine dört kişiden başka kimse katılmadı. (İbn.
Khallikân, . Vefeyat'ül â'yân : 2/57)
[10]. Raşahat
Aynulhayat : Tasavvuf kitabı. Yazarı : Hüseyn
b.Ali el-Vaiz el-Kaşif el-Beyhaki'dir. Müellif, bu kitabını H.910/M.1504 de
farsça olarak tamamlandı ; H.993/M.1585 de Üçüncü
Sultan Murad için Türkçeye çevirildi. (Bk. Keşfu’z-Zunûn :1/903-904)
[11].
A.g.e. S. 34
[14]. Ekber
şah : (M.1542-1605) Hint-Moğol
İmparatorluğu'nun üçüncü hükümdarı. Humayûn şâh'ın
oğlu, Babür şâh'ın torunudur.
Adı Mahmud Celalüddîn, künyesi
ebu’l-Feth'dir. Mistik bir ruh yapısına sahipti. Onun için din konusunda hayatı
boyunca bocalayıp durdu. Hindu-Müslüman
kavgalarına, aklısıra bir çözüm getirmek amacıyla 1573 te hoşgörü esasına
dayanan bir din kurdu ve buna : Din-i
İlahî adını verdi. Hocası Abdüllatif
Kazvinî ve mutusavvıf Ebu’l-Fazl'ın
etkileriyle bu saplantılara girmiş olması ihtimali büyüktür. Özellikle Ebu’l-Fazl'ın etkisiyle İslâm'dan
soğuduğu, bir gerçektir. Bu yüzden 1582-1585 yıllarında Müslümanlara karşı
amansız bir baskı uyguladı. Onları ezdi. 1582 de valileri toplayarak kurduğu
dini ilan etti. Ancak 18 kişiden başka kimsenin girmediği bu nevzuhur din, Ekber'in 1605'de ölümü üzerine hemen
unutuldu.
[15]. Mirza
Ali Muhammed seyyid : (Şiraz.1819-Tebriz.1850) Babiliğin kurucusudur. Bir
tüccarın öksüz oğluydu. Mistik bir mizaca sahipti. 1844 de Kerbelâ'ya giderek Şeyhiler'le
haşır neşir olunca sapıttı. Peygamberlik taslayarak Bâbîlik adı altında bir
din uydurdu ve kendine «Bâb»
unvanını taktı. Bunun üzerine Kacar
Hanedânı'ndan Nasreddin şah'ın
emriyle 1850 yılında Tebriz'de kurşuna dizildi. Davasını Subhu’l-Ezel (Mirza Yahya Nuri) üstlendi. O da sonra Bağdad'a kaçtı. Ardından, Osmanlılar tarafından Kıbrıs'a sürüldü.
[16]. Mirza
Hüseyin Ali : (Tahran.1817-Akka.1892) «Bâb» ın davasını üstlenerek Bahâîlik adı altında düzmece bir din
kurdu. 1852 de İran'dan sınır dışı
edilerek Bağdad'a sürüldü.
Bahâîliğin esaslarını koydu. Osmanlılar
tarafından 1864 de Edirne'de, 1868
de Akka'da gözetim altında tutuldu.
Ölünce yerine oğlu Abdülbaha (Abbas
Efendi) davasını yürüttü.
[17]. Mirza
Gulam ahmed Kadyânî : (Öl.1908) Kadyânîliğin kurucusudur. ingilizlerin Hindistan'daki emellerine hizmet etmek
ve İslâm’ı içinden çökertmek için bu dini kurdu.
İslâm
Konferansı Teşkilatı İslâm Fıkıh Akademisi Konseyi'nce 22-28.Aralık.1985 tarihlerinde
Cidde'de düzenlenen kongrede Kadyanîlik hakkında alınan kararın birinci maddesi
şöyledir:
«Mirza Gulam Ahmed'in, peygamber ve ilâhî elçi olarak
gönderildiği, kendisine vahiy indiği yolundaki iddiaları, (dinde zorunlu,
kesin ve yakînî şekilde sabit olan delilleri, keza peygamberlik müessesesinin Hz.Muhammed'le son bulduğu ; Ondan sonra
da kimseye kesinlikle vahiy inmeyeceği) gerçeklerini açıkça inkâr etmektedir.
Bu iddia ise gerek Mirza Gulam Ahmed'i,
gerekse O'na muvafakat edenlerin tümünü İslâm dininden çıkmış mürtedler kılmaktadır.»(Arapçadan
tercüme : F.Aydın)
Ayrıca,
merkezi Mekke'de bulunan İslâm Birliği Teşkilatı'nın
öncülüğünde, nisan 1974'de düzenlenen bir kongreye, dünyanın çeşitli
yerlerinden gelen İslâmî örgüt liderlerinin katılmasıyla 5 maddelik bir
deklarasyon imzalanarak Kadyânîler,
İslâm düşmanı ve kâfir bir topluluk ilan edilmiş, bu dine bağlı olanların
yıkıcı faaliyet ve propagandalarına karşı bir dizi önlem kararlaştırılmıştır.
Esasen, Millî Türk Dini hakkında da böyle bir kararın alınması zorunludur.
Çünkü bu dinin temel amacı, İslâm’ı sinsi yollarla silip ortadan
kaldırmaktır!
Buna paralel
olarak Pakistan İslâm Cumhuriyeti
Parlamentosu da 49/1974 sayılı bir kanunla anayasanın 106. ve 760.
maddeleri'inde değişiklik yapmak suretiyle kadyânîleri İslâm dışı bir topluluk
olarak kabul etmiş, kanun, 17.Eylül.1974 günü Cumhurbaşkanı tarafından
onaylanmıştır.
[18]. Bk. Mecmau’t-Tefâsîr : 1/401, Çağrı
Yayınları Temel Eserler No.1 İst,-1979
[19]. Yunus
Sûresi'nin 63'üncü âyet-i kerîmesinde «korunurlar»
biçiminde tercüme ettiğimiz kelime, Arapça «takvâ» kökünün türevlerindendir. Bu önemli kavram, türk meâlcileri
taraından -maalesef- başarıyla tercüme edilememiştir. Bilgi için Bk. Dindarlık
ve Takvâ.
[21]. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat
: (Veli Maddesi) Türdav, İstanbul-1993
[22]. Muhammed
Ali et-Tehânevî, (öl. H. 1158/M. 1745) Keşşaf'u İstilâhâti’l-Funûn : 2/383
Kahraman Yayınları, İstanbul-1984 (İlgili pasajın tercümesi : Ferit AYDIN)
[23]. Bu
cümlenin farsça aslı şöyledir : «Goyend çun abd be mertebe-i velâyet resed, ez
taht-ı hitâb-ı emr'ü nehiy ber ayed.» (Muhammed Ali et-Tahânivi, Sayfa : Üst
no.1530/Alt no.384. Tercüme : Ferit Aydın.)
[24].
Tekerlemeye benzeyen : Sahhan,
sahhan sahhan ; Bisa'sain, bisa'sain ;
bisehsehûbin, bisehsehûbin sözcükleri tamamen uydurulmuştur. Bunların
hiçbiri, ne Arap sözlüğünde yer almaktadır, ne de hiçbirinin anlamı vardır
! Bk. Füyûzât-ı Rabbaniye, Bedir
Yayınevi S. 83-107 (Çeviren Celal Yıldırım)
[25]. Raşahât S. 32