ZENDEKA (Zındıklık) KAVRAMI

 

«Zındık» Kelimesinin sözlük ve terimsel anlamı:

 

«Sapık, dinsiz ya da dine hile karıştıran» anlamında kullanılan bu ke­lime, Kur’ân-ı Kerîm'de geçmemektedir. Buna karşın, daha önce de açık­lan­dığı üzere «kâfir», «müşrik» ve «münâfık» kelimeleri Kur’ân-ı Kerîm'de defalarca kullanılmıştır. Dolayısıyla kâfir, müşrik ve münâ­fık sözcükle­ri­nin, gerçek anlamını, doğru­dan Kur’ân-ı Kerîm'den öğreni­yoruz. Halbuki «zındık» kelimesinin ne demek ol­duğunu, ancak düşünce ve yorumlarını bu sözcükle açıklayan kimse­lere göre anlamaya çalışıyoruz.

 

Şu varki zındıklık, esasen küfür ya da şirk sayılabilecek belli suçlar kap­samına girdiği için Kur'ân'ın diline ya­bancı olsa da bu sözcüğün Kur’ân-ı Kerîm'deki amaçlarla kullanılması yadırga­namaz. Çünkü bu kelimenin bir terim olarak kullanımı, Kur’ân-ı Kerîm'in her­hangi bir anlamını çarpıtmak ve değişik yo­rumlamak gibi spekülatif amaç­lara dayanmamakta, tam tersine Kur’ân-ı Kerîm'i spekülatif amaç­larla yo­rumlayan ya da Kur'ân gerçeklerini inkâr eden kimseleri nitele­mek ama­cıyla kullanılmaktadır. Nitekim Kur'ân ger­çekleri­nin daha rahat anlaşıla­bilmesi için fıkıh, hadis, tefsir ve akâid gibi ilimlerde eser verenler, Kur’ân-ı Kerîm'de hiç de geçmeyen bir çok terimler kullanmış­lardır.

 

Örneğin fıkhın konusu olan ef'âl-i mükellefin'den «mübah», hadis il­minin konusu olan «rivâyet», tecvid ilminin konusu olan «idğam» te­rim­lerinin kökleri bile Kur’ân-ı Kerîm'de bulunmamaktadır.

 

Zındıklık demek olan «zendeka» kelimesi, aslında «farsça zende­kerd deyimi­nin Arapçalaştırılmışıdır. Bu deyim, eski Pers ilerigelenleri­nin pey­gamber (dedik) leri Zerdüşt'e ait Avesta adlı kitabı, metnine ay­kırı yorum­la­yanlar ve varlık âleminin ebedî olduğuna inananlar için kullanılırdı. Bu nedenle Milâdi üçüncü yüzyılda Mani'nin yaymaya çalıştığı din olan Manehizm'e zındıklık denildi. Keza Milâdi beşinci yüzyılda Mazdek'in da­vet ettiği din olan Mazdehizm'e yine zındıklık denildi. Ondan sonra bu kavram, gerçek şirksiz dini inkâr eden her dinsiz ve her günahkâr fesatçıyı kapsayacak şekilde geniş bir anlam kazandı.»

 

«İlk Abbasi Dönemiinde aralarında İbn'ül-Mukafa'ın da bulunduğu zındıklı­ğın birçok elebaşısı öldürülmüştür. »[1]   

 

Zındık Sözcüğü İslâm Tarihinde iİk Defa Ne Zaman Kullanıldı

 

Abbasi Devleti'nin ilk dönem saray katiplerinden olan Abdullah b. Mukaffa'ın, zındıklıkla suçlandığı birçok kaynaklarda geçmektedir. Bu şa­hıs, Hicri 142 de öldürüldüğüne göre İslâm tarihinin hemen hemen ilk baş­ların­dan beri bu sözcüğün kullanılmakta olduğu anlaşılmakta­dır. Ayrıca inancını başkalarına bulaştırmaya kalkışmayan hemen her türlü kâfirin, İslâm Toprakları'ında özgürce yaşayabilmiş olmasına kar­şın zındık insanın yaşatıl­madığı da yine bu tarihi gerçekten anlaşılmak­tadır. 

 

«İçinde zındıklık namına birşey bulunup da İbn'ül-Mukafa'a, ya da Beşşar b. Burd'a dayanmayan hiçbir kitap görmedim.»[2] sözleri üçüncü Abbasi Halifesi  El-Mehdî b. Ebucafer'e aittir. Görüldüğü üzere El-Mehdî, bu sözleri o kadar rahat ve yorumsuz kullanmaktadır ki daha önceden beri bu deyimin kullanıldığı izlenimini vermektedir.

 

Özellikle felsefe, kelâm ve akâid konularında eser vermiş İmam Gazalî gibi âlimlerin hemen hepsi bu terimi yaklaşık anlamlarda kul­lanmışlardır.[3] Nitekim ünlü Vefeyatu’l-Ayân ansiklopedisinin yazarı İbn. Khallikân, Filozof İbn'ür-Ravendi'nin biyogra­fisinde, bu şahsın zındık ol­duğuna ilişkin hiçbir şey söylemediği için tepki almıştır.[4] 

 

«Zındıklık» Sözcüğüne yüklenen farklı anlamlar

 

Yukarıda da açıklandığı üzere İslâm Tarihi'nin ilk başlarında özel­likle Allah'a, kıyamet gününe ve âhiret hayatına inanmayanlara zındık denirdi. Bu yoru­mun, birkaç asır kadar devam ettiğini söylemek müm­kündür. Zındıklık de­yiminin o zamanlarda hangi anlamda kullanıldı­ğını saptaya­bilmek açısından Gazalî'nin aşağıdaki sözleri dikkate değer. İmam Gazâlî, fi­lozofları üç kısma ayırarak şunları kaydetmektedir:

 

«Birinci Sınıf: Dehrîdirler. Bunlar en eski filozoflardır. Her şeye gücü yeten ve her şeyi yöneten yaratıcıyı inkâr etmiş, kâinâtın hiçbir yaratıcı ol­maksızın kendi kendine öteden beri var olduğunu; sonsuza kadar da böyle sürüp gide­ceğini ileri sürmüşlerdir ki işte bunlar zındık­tırlar.»[5] 

 

Öyle anlaşılıyor ki eski dinlerin inanışlarını İslâm'a karıştıranlara, daha son­raları zındık demek adet haline gelmiştir. Ancak bu sözcüğe yük­lenen, gerek eski anlam, gerekse sonraki anlam, zındıklığın her­halde kâfir­lik ol­duğunu or­taya koymaktadır. Şu varki son anlamıyla zındık duru­munda olan kâfir, ken­dini İslâm’ın dışında saymamakla birlikte, İslâm'ın ya temel değerlerinden bi­rini inkâr ederek, ya da İslâm'a ait değerleri ya­bancı dinle­rin öğretileriyle sen­tezleyerek vicda­nında ayrı bir imân tasav­vuru oluştur­maktadır.

 

Bundan dolayıdır ki felsefi ve mistik yaklaşımlarla Kur'ân gerçekle­rini yo­rumlayanlara öteden beri zındık denmiş ve bu yüzden çıkan olaylar «medrese-tekke kavgaları» olarak tarihe geçmiştir.[6]

 

İslâm Dünyasında Zındıklık Nasıl Başladı, Nasıl Gelişti

 

Özellikle eski dinlere ait küfrî inanışların İslâm'a karıştırılması ya da felsefi ve mistik yorumlarla İslâmî değerlerin dejenere edilmesi şek­linde or­taya çı­kan zındıklık epeyce eski bir geçmişe sahiptir.

 

Bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerîm'in çizgisinden sapmalar ilk kez Hz. Peygamber (sav) in vefatından yaklaşık kırk yıl sonra yönetim ala­nında kendini göster­miştir. Bunu, hicretten ikiyüz yıl kadar sonra inanç alanın­daki açık tartışma­lar izlemiştir.

 

Abbasi Devleti'nin, yedinci halifesi olan el-Me'mûn, zihinleri ka­rıştı­ran bir tez ortaya attı. O'na göre «Kur'ân yaratıktı.» Halbuki Müslümanlar vah­yin, «İlâhî kelâm» olduğuna, yani Allah'ın ezelî ve ebedî sıfatı oldu­ğuna inanıyorlardı. Tarihlerde uzunca anlatılan bu olay, İslâm Dünyası'nda yankı uyandıran ilk büyük zındıklık örneği sayılır.

 

Unutmamak gerekir ki zındıklık daima dış kaynaklardan gelmiştir. Bu açıdan konuya eğilecek olursak özellikle iki çevreyi zındıklığın po­tensiyeli olarak görmemiz mümkündür.

 

 Bunlardan biri: Vaktiyle herhangi bir dinin bağlısıyken özellikle hiçbir baskı görmeden sırf kendi araştırmaları ve arayışları sonucu Müslüman olmuş ve kendi imkânlarıyla İslâm'ı öğrenmeye çalıştıkları için de genel­likle şirkin ve küfrün virüslerinden tamamen arınama­mış olan top­luluk­lardır.  

 

İkinci grup ise, bilgisizlik, fıtrî yeteneksizlik, merak, özenti, ya da ruh­sal sap­lantılar nedeniyle İslâm'ı, gerçek kimliği içinde birtürlü hazmede­medik­lerin­den O'nu felsefi ve mistik kaynaklarda aramaya ça­lışan insan­lardır.

 

Bunu, gittikçe gelişen ve birbirini tamamlayan uygarlıkların, insa­noğ­lunun ufkunu genişlettiği, için birçeşit zorunlu bir düşünce evrimi olarak görmek son derece yanlıştır. Çünkü Kur'ân'ın temel ve evrensel gerçek­leri, tarihin her döneminde hiçbir yoruma ihtiyaç duymadan, aynı za­manda hem bilgisiz insanı, hem aydın insanı doyuma ulaştıra­bilme gü­cünü ortaya koymuştur.

 

Zındıklığın başlayıp gelişmesinde elbetteki çeşitli nedenler vardır. Bunlardan özellikle üçü çok önemlidir ve her üçü de birbirlerini etki­le­miş­lerdir.

 

Bunlardan birincisi: İslâm Tarihi'nin, ilk ve en büyük fitnesi olan Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle birlikte patlak veren siyasi kargaşa or­tamında başlayıp çok sonraları farklı içerikler kazanan görüşlerdir.

 

Nedenlerden ikincisi: İslâm Ülkesi'nin sınırları fetihlerle genişle­dikçe dalga­lar halinde İslâm'a giren yabancıların taşıdığı şirk ve küfür kalıntıla­rı­dır. Bu toplulukların, eski inançlarının tümünden arınmış olduklarına inanmak saf­dillik olur.

 

Üçüncü neden ise: Yunan felsefesinin Arapçaya çevirilmesinden sonra ortaya çıkan yorumdur.

 

Bu üç faktörden birincisine baktığımızda Hz. Osman'ın şehid edil­mesi üzerine Müslümanların üç kampa ayrıldığını görüyoruz. Bunlar Şiîler, ha­riciler ve zâhidlerdir. İmânın temel konularında bu üç kamp arasında ilk önceleri hiçbir ayrılık yoktu. Gerek Hz. Ali'nin kanını akı­tan azılı düş­man­ları, (hariciler), gerek O'nun uğrunda canlarını feda eden ilk (ılımlı) Şiîler, ge­rekse kabukla­rına çekilip kendilerini tamamen iba­dete veren ilk zâhidler,[7] imân konusunda birlik içinde idiler. Kur’ân-ı Kerîm'in temel gerçekleri noktasında ve özellikle Allah, melekler, pey­gamberler, kitaplar, kıyamet, âhiret, kaza ve kader konu­larında farklı değil, aynı şeylere inanı­yorlardı. Ne varki bu her üç kampın farklı ve birbirlerine aykırı olan siyasi eğilimleri ve dünya görüşleri zaman içinde sonraki nesillerin imânını et­kilemeye baş­ladı. Asırlar geçtikçe içinde bulundukları İslâm çemberinin dışına her gün biraz daha kaya­rak (yani git­tikçe zındıklaşarak) sonunda ba­ğımsız birer din haline gel­diler.

 

Örneğin, büyük ihtimalle daha fazla Müslüman kanı akmasına en­gel olmak istediği için Muaviye karşısında fazla direnmeyen Hz. Ali'yi bile Kur'ân'a iha­netle suçlacak kadar Kur'ân'a bağlı olduklarını (!) or­taya ko­yan ve bu yüzden O'nu şehid eden haricilerin, çok sonraki uzan­tıları zın­dıkla­şarak İslâm'dan koptular. Aynı zamanda her tarafta terör fırtınası es­tiren bir cinâyet şebekesi haline geldiler. Bunlardan özellikle Acrûdiler (el-Acaride) ve Meymûniler adındaki iki grubun zındık kâfir oldukları konu­sunda İslâm âlimleri görüş birliği içindedirler.[8]

 

Keza Hz. Ali'nin taraftarları olarak ünlenen ilk Şiîler aynen Hz. Ali ve diğer sahâbîler gibi başlangıçta Kur’ân-ı Kerîm'e bağlı oldukları halde bir zaman geldi ki İsmailîler, Dürzîler ve Nusayrîler gibi çeşitli batınî kamplar adı altında gittikçe zındıklaşarak İslâm'dan koptular. Bu fraksiyonlara ait inanış ve yorum şekilleri daha sonra bağımsız birer din kimliğine bü­ründü. Mazdeist bir kökenden gelen ve Hz. Ali'yi sembol edinen Anadolu Râfızıyları da bu zümrelerden biri olarak İslâm'dan kop­muşlardır.

 

Üçüncü kamp olan ilk zâhidlere gelince, vaktiyle bunların arasında Süfyan es-Sevrî, Abdullah b. Mübarek, Fudayl b. İyad, Büşr  el-Hâfi, Seriyy es-Sakatıy, Haris el-Muhasibî ve Sehl b. Abdillah et-Tüsterî gibi bazıları fa­zi­let, vera' ve takvâda örnek gösterilmiş şahsiyetler vardı. Her şeye rağ­men Kur'ân'ın çizdiği sınırlarda kalarak zâhidâne bir yaşam biçimi seçtikleri ve dö­ne­min siyasi kavgaları dışında kaldıkla­rı için ünlendiler. Zâten bu kampın oluşma­sını o günün şartları içinde aramak gerekir. Çünkü o dö­nemin Şiî-Haricî kav­galarından usanan ve bir kenara çekilmekte selâmeti arayan bir avuç sessiz, sedasız insan vardı ki işte bu zâhidler onlardır.

 

Tasavvufu ilk başlatanların bu kuşak olduğunu ileri sürenlere rağ­men, bun­lar «sûfî» değil, bilakis «zâhid» olarak tanınıyorlardı. Her ne ka­dar on­lardan bazılarına ve bir sonraki kuşak zâhidlerine sûfî de­nilmiş ise de sufi­liğin o gün için kavram olarak taşıdığı anlam, ancak zühd ile açık­lanabi­lirdi. Zühd ise: Dünyadan el etek çekmek, harama bu­laşmak korku­sundan helâlin en azıyla yetinmek demektir.

 

Tekrar etmek gerekir ki «zühd» ve «takvâ»'yı tasavvuf kavramıyla hiçbir zaman karıştırmamak gerekir. Ne varki kaynağı yabancı olan mistisizm (yani tasavvuf)  daima İslâm'ın orijinal bir kurumu olan zühd ve takvâ an­lamında kullanılmıştır ki zındıklığın hemen bütün spekülasyonları, ta­rih boyunca bu iki şeyin birbirine karıştırılmasıyla yapılmıştır.

 

Haricilik akımı, sertliğinin ve ilkelliğinin kurbanı olarak tarih sah­ne­sinden erken silinince bu akımın devamı olan zındıklık fraksiyon­ları da hemen he­men aynı sonuca uğramışlardır. Dolayısıyla İslâm Tarihinde baş­tan beri sap­kın inançların esasen iki isim altında başlayıp geliştiğini söyle­ye­biliriz.

 

•Bunlardan ilki Şiîlik'tir ki Milâdın dokuzuncu yüzyılında patlak veren Karmatîlik isyanı ile Milâdın onuncu yüzyı­lında bir yeraltı örgütü olarak fa­aliyet gösteren İhvânüssafa Tarikat'ı gibi ilk devrimci-batınî zın­dıklık akım­ları bu kaynaktan beslenmişler­dir.

 

•İkinci isim de mistisizmdir. Bu kanaldan başlayan ve gelişen zın­dıklık ise, -Şiî kökenli batınî fraksiyonlardan farklı olarak - daima Müslüman ço­ğun­luk ara­sında birtakım «Sünnî tarikatlar» adı altında de­vam etme imkânını bulmuş­tur. Bunun sebebini, söz konusu örgütlerin, aldatıcı dış görü­nüşle­riyle ki­taba ve sünnete aykırı bir nitelik sergilemediklerinde aramak gerekir. Bu ba­kımdan Müslüman­ların kuşku duymalarına büyük öl­çüde neden olmamış, hatta zaman zaman İslâm âlimle­rinin bu tarikatlara karşı uyanık bulunulması yolunda yaptıkları uya­rılar, genelin pek dikkatini de çekmemiştir. Üste­lik bu uyarılar, tarikatlara sempati duyan, İslâm'ın özün­den uzak, yarı­aydın bazı Müslümansıların tepkilerine bile ne­den olmuş­tur.

 

Onun içindir ki zındıklık, tasavvuf aracılığıyla ve nefis ter­biyesi adı al­tında, genelde tepki almadan Müslümanlara daha kolay bu­laşma imkânını bulmuş, Müslümanla­rın muhitlerinde Şiî kökenli fraksi­yonların aksine ra­hatça yayılabilmiş ve tu­tunmuştur. Zındıklığın birer faal üyesi olan sûfilerle yukarıda sözü edilen zâ­hidler arasında yakın bir ilişki bulmak çok güç­tür. Ne varki Tasavvufçular, ta­rihin her döneminde bu şahsiyetlerden daima söz etmiş, «onların kerâmet ve menkıbelerini» ku­şaktan kuşağa naklederek -sözde - bu zâhidlerle aynı kanaat ve inanca sahip oldukları izlenimini uyandırmaya çalışmışlar­dır. Uydurulan bu hayalî ilişkiler, zındıklı­ğın za­man içinde çeşitli içe­rikler kazanarak gelişip devam etmesinde âdetâ bir maya etkisi yap­mıştır. Onun için zın­dıklık sürecinin ilk zâhidlerle başladı­ğını söyle­mek mümkün de­ğilse de bu eğilimin, onlardan hemen sonra ve on­la­rın zâhitçe yaşam biçim­lerinin bir esinlenmesi olarak ortaya çıktığı söy­lene­bi­lir.

 

Yoksa ilk zâhidler yüzyıllar sonra oluşan tarikat protokollerinden, çe­şitli me­rasim ve âyinlerinden, giyim kuşam biçimlerinden ve çetrefil sim­gele­rinden hiç de haberdar değillerdi. Örneğin Süfyanu’s-Sevrî, Abdullah b. Mübarek, Fudayl b. İyâd, Ma'rûfu’l-Karkhî, Buşru’l-Hâfî, Seriyyu’s-Sakatıy, Sehl b. Abdillah et-Tüsteri ve Cüneydu’l-Bağdâdî gibi ilk zâhidlerden hangi biri «Râbıta» yı biliyor, «Hatm-i huwâcegân» âyini düzenliyor, «sikke» giyi­yor, «Kudûm» çalıyor ve «Vahdet-i vücud» dan bahsediyordu? Bu insanla­rın, söz konusu âyinlerden, tarikat üniforma­larından, sembol ve doktrinle­rin­den elbetteki haberleri yoktu. Ancak bunlar, İslâm’ın onaylamadığı mis­tik eğilim­lerden tamamen mi uzak idiler ? İşte burası tartışılır.

 

Elbetteki bunların arasında Abdullah b. Mübarek gibi vera' takvâ, cesa­ret ve yetkinliğiyle haklı olarak ünlenmiş, halifenin ve âlimlerin saygısını ka­zanmış şahsiyetler vardı. Buna karşın aralarında İmam Hanbeli'nin hiç yüz verme­diği Haris el-Muhasibî de vardı.[9] Gerçi Müslümanlar bu ilk zâ­hid­leri ge­nellikle rahmetle anmışlardır. Ne varki onların dünyadan el etek çekmiş ola­rak seçtikleri yaşam biçimi çok sonraları ortaya çıkan zın­dıklar için daima il­ham kaynağı oldu.

 

Kur’ân-ı Kerîm'in çizgisinden çok belirgin şekilde sapmanın ne­denle­rini, daha sonraları yaşanan olayların ve gelişmelerin içinde ara­mak gere­kir. Bunlar şu şekilde açıklanabilir:

 

İslâm’ın ilk fetihlerinin gerçekleştiği dönemde ve çok kısa bir za­man di­limi içinde milyonlarca Mecûsî, Manihist, Mazdekist, Şamanist, Zerdü­şist, Budist ve Hıristiyan Müslüman oldular. Bu yeni Müslüman­ların haya­tında zındıklığın bolca malzemeleri zâten vardı. Dolayısıyla zındıklığın ilk filiz verdiği ve ya­yıldığı yerler hiç kuşkusuz İran, Maverâünnehr, Sind, Horasan, Afganistan ve Türkistan'dır. Buralarda ve özellikle Abbasiler'in orta döneminden itiba­ren olgunlaşan sap­kın inançlar daha sonraları ülke­nin içlerine doğru taşı­nı­yordu. Devletin, merkezden uzak olan bu bölgeler üzerindeki denetimi za­yıflamıştı. Onun için dev­let otoritesi yerine imâni değerlerin bekçiliğini âlimler yapıyor, sapkın akımlara karşı onlar mücadele veriyorlardı.

 

Nitekim genelde kelâm ve akâid ilimlerinde önemli eserler veren Ebumansur Matürîdî, Ömer Nesefî, Fahrüddin-i Râve Sadüddin Teftazâ gibi ünlü isimlerin bu bölgelerde yetişmiş olmaları, Müslüman­la­rın zındıklık akımla­rına karşı daha çok nerelerde yoğun mücade­leler ver­diklerini göstermektedir. Ancak o günden bu güne zındıklık öyle deh­şetli bir evrim geçirmiştir ki çağı­mızın tasavvuf anlayışı, örne­ğin XI inci yüzyıl tasavvuf anlayışının yanında tamamen ayrı bir din kimliğini ka­zanmıştır. En azından şu kadarını söyleyebi­liriz ki mistik­çilerin: «pirlerimiz ve ulu efendilerimiz» dedikleri  şahıslardan örne­ğin Ebuali Farmedi'nin, asırlar sonraki sofular gibi «râbıta» yaptı­ğına, «Hatm-i huwâce­gân âyini» düzenle­di­ğine, avucuna çakıl taşları alarak zi­kir yaptığına iliş­kin bir belge, hatta bir tek kelime bile bulmak mümkün değildir. Ama zın­dıklık günümüzde öyle korkunç bir mekânizma geliş­tirmiştir ki Eğer Hz. Ebubekr'in bile bir nakşi­bendi olduğunu belgele­mek isterlerse bunu yap­mayı göze almaktan asla çe­kinmezler ! 

 

Bilindiği üzere illegel faaliyetler, yasaklı ve maksatlı işler, toplum içinde var­lıklarını sürdürebilmek, hedeflerine ulaşmak ve geniş çevre­ler edinmek için her şeyden önce meşru ve haklı gerekçelere dayanmak zo­rundadırlar. Onun için bu tür faaliyet odakları daima özel yöntemler ve teknikler kulla­nırlar. İşte zındıklık odakları da aynen böyle yapmış ve meşru gözükmek için tarih bo­yunca küfrün virüs ve mikroplarını İslâm’ın güzel ve orijinal malzemeleriyle kaplayarak ancak pazarlaya­bilmişlerdir.

 

Örneğin Milâdi XII inci yüzyılın ortalarında Maveraünnehr'de ya­şayan bir adam, onbir ilkeye dayalı mistik bir yol kurmuştur. Bu ilkele­rin her bi­rini de farsça bir sembol sözcükle ifade etmiştir. Raşahât[10] gibi bazı tari­kat kitapla­rında bu onbir terim aynen şöyle sıralanmıştır:

 

 1-Hûş der dem

 2-Nazar ber kadem

 3-Sefer der vatan

 4-Halvet der encümen

 5-Yâ kerd

 6-Bâz geşt

 7-Nigâh dâşt

 8-Yâd dâşt

 9-Vukûf-i zamânî        

10-Vukûf-i adedî

11-Vukûf-i kalbî

 

Şimdi bu terimlerden hangi biri ele alındığı ve incelendiği zaman ilk planda hiç de kötü bir amaca yönelik anlamlar taşımadığı görülmek­tedir. Dolayısıyla: “rûhânî bir takım öğütler olarak bu ilkelerin ne zararı olabilir ?“ diye insan, iyi niyetle belki bunlara bir meşruluk zemini arayabilir; Hatta insanı daha iyi bir İslâmi anlayışa doğru yönlendirebile­ceği bile ilk başta akla gelebi­lir. Bu nedenle de öteden beri propaganda edildiği gibi: «Mistik örgüt­lerin bi­rer okul ve ahlâk kurumu oldukları» tezine, insan­ları inandırmak çok daha kolay olur. Oysa bakıyoruz ki bu ilkelerin öğüt­lediği bütün doğru şeyleri zâten Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber (sav)'in sünneti bize öğütle­miştir. Tersine bu öğretilerin arka planında gizli olan çirkinliklerin ve olumsuzlukların hiçbiri yüce kitabımızda ve Peygamberimizin sünnetinde elbette ki yer almamaktadır.

 

Bu gerçeği kanıtlamak için örneğin yukarıdaki ilkelerden birincisi olan «hûş der dem» sözcüğünden ne amaçlandığını yine kendi belgele­rinden in­celeye­lim:

 

Raşahât adlı kitapta bu terimin anlamı Miladi 1500 lerin Türkçesiyle ay­nen şöyle açıklanmaktadır: [11] 

 

«Hûş der dem: Bunun manası oldur ki, her bir nefes ki derundan yu­karu gele, gerekdir ki sahibi nefes anda hazır ve âgâh ola ve demde gaflet ana yol bulmaya. Mevlânâ Sa'düddin Kaşgârî Kaddesellahu Teâlâ sirrehu buyurmuş­lardır ki:

 

"Hûş der dem, yani bir nefesden bir nefese intikal gerekir ki gaflet ile olmaya, huzur ile ola ve her nefes ki olur, Hak Sübhanehu ve Teâlâ'dan halî ve gafil olmaya ...»

 

Bu terane aynı bölümde daha epey sürmekte ve  «hûş der dem» de­dik­leri şe­yin ne olduğu, aynen yukarıdaki sözlere benzer daha bir yığın lafla an­latıl­maya çalışılmaktadır.

 

Tarikatın onbir ilkesinden biri olan bu kurala göre, sözde insanın gaflet içinde yaşamaması ve her an Rabb'inin kontrolü altında olduğunu hiç unutmaması öğütlenmektedir. Elbetteki bu, çok güzel ve ulvî bir öğüttür. Allah Teâlâ'nın bizlere ihsan buyurmuş olduğu sayısız nimet­leri unutarak O'na karşı gaflet nankörlüğüne düşmek pek büyük bir suçtur. Fakat eğer bizzat Allah Teâlâ ga­fil insanları korkunç bir şekilde kötülüyor ve onları hayvanlardan daha beter olarak niteliyorsa;[12] eğer Allah Teâlâ yüce elçi­sine (ve elbette ki O'nun şahsında bütün mü’minlere ): «Rabb'ini, içinden yakararak ve ürpererek, yük­sek olma­yan bir sesle sabah akşam an, gafiller­den olma!»[13] diyorsa artık biri­nin çıkıp sırf: «insanları gafletten kur­tar­mak istiyorum » diye bir yol kurması ve nereden taşıyıp getirdiği pek bi­linmeyen birtakım acayip il­kelere dayalı bir doktrin geliştirmesi âdetâ yep­yeni bir din olan bu rû­hânî ilkeler etra­fında insanları örgütlemeye çalış­ması hangi gerekçe­lerle kabul edilebilir?! İslâm Devleti'nin bir zaman sonra gü­cünü yiti­rip artık Horasan, Maveraünnehr ve Sind gibi merkez­den uzak bölge­leri denetleyemez duruma düştüğü günlerde bu insanların böylesi iş­ler yapmaya kalkışmış olmaları el­betteki önemli gerçekleri ortaya koymak­tadır. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi şudur:

 

Müslümanlar çökmeye başladıkları, geçmişin karanlık dönemle­rinde zındık­lık tırmanışa geçmiş, batıl inanışlar ve Kur’ân-ı Kerîm'in çizgisin­den sapma­lar daha da hızlanmıştır. Bu bakımdan çöküş peri­yodu ile İslâm’dan uzak­laşma eğilimleri karşılıklı olarak günümüze kadar birbirini etkile­miş­tir. Şuna çok büyük ihtimal vermek gerekir ki kalabalık Uzakdoğu din­leri­nin es­rarengiz cümbüşü içinde yaşayan Horasan, Maveraünnehr, Türkistan, Sind ve Hind Müslümanları her zaman bu in­sanlardan etki­lenmişlerdir. Nitekim bu bölgelerde yetişmiş ve «baba», «ata», «dede», «pîr», «huwâce», «mevlânâ» gibi unvan­larla ünlenmiş rûhânilerin, özellikle divan ve mek­tupları bu etkileri açıkça yansıt­maktadır.

 

Örneğin yukarıda anlatılan tarikatın ilkeleri ile «râbıta» denilen gizli ayinin, Patanjalizm'den esinlenilerek düzenlenmiş olması ihti­mali çok bü­yüktür.

 

Zındıklık konusunda daha cüretli davranmış başka sapıklar da var­dır ki örne­ğin kendiliklerinden birer din icad etmiş olan Ekber Şah,[14] Mirza Ali Muhammed seyyid[15] Mirza Hüseyin Ali Mazenderânî[16] ve Mirza Gulam ahmed Kadyânî[17] bunlardandır. Bu adamların hepsi de o bölge­lerde ortaya çıkmışlardır.

 

Devlet otoritesinin, gittikçe (artık azınlıkta kaldıkları sanılan) Müslümanların elinden çıkması; Rûhu sönmüş Müslümansı çoğunlu­ğun ge­lenekçi inanış ve düşüncelerini temsil eden kliklerin işbaşına gelmesi; Bilgisizliğin yaygın­laşması; Bu yüzden İslâm Dünyası'nın maddi alan­larda gerilemesi ve haçlı savaşları gibi çeşitli etkenler âdetâ birbirini ta­mamlaya­rak zındıklığın gittikçe gelişmesine yardım etmiştir. Sonuçta bu etkenler, zamanla oluşan çeşitli sap­kınlıkları bağımsız birer din kimliği içinde gü­nümüze taşımıştır.

 

Günümüzde Zındıklık

 

Bugün artık Allah, peygamber, melek, âhiret, kaza ve kader gibi imânın temel esasları yanında yüzlerce sapkın ve batıl inanış daha «Müslümanım» diyen milyonlarca insanın vicdanına yerleşmiş bu­lun­maktadır. Bu inanış­lar zaman içinde  tarihe, sanata ve edebiyata da kolay kolay silinmeyecek olan damgasını vurmuştur.

 

Daha çok ölüye tapma özleminden kaynaklanan bu inanışların, ar­tık yüzyıl­lara dayanan bir tarihi ve kalabalık bir literatürü de vardır. Bazısı bir âyet-i kerîme'nin veya bir hadis-i şerif'in çarpık bir yorumu olan, bazısı başka dinden esinlenme ile alınan, bazısı başlangıçta iyi ni­yetle fakat ca­hilce, bazısı ise son derece kötü niyetle ve sinsi amaçlarla düzenlenen yüz­lerce te­rim ve ifade bu literatürü oluşturmaktadır. Asırların akışı içinde çeşitli Kur'ânî değerlerle ve şirk sembolleriyle örüle örüle dokunan ve amaçta İslâm'la, Kitap ve Sünnetle hiçbir iliş­kisi bulunmayan bu literatür, (birer sen­tetik din olan)  mistik örgütlere ait kavramları içermektedir. Bu kavram­lardan her biri görünürde bir âyet–i kerimeye veya bir hadis-i şerife tutuna­rak, (içerdiği şirk ve küfrü)  örtülü bir şekilde vicdanlara yerleştir­meyi amaç­lar. Onun için zındıklık da yöntem bakımından aynı münafık­lık gibi sinsi bir şirk türüdür.

 

Konunun özüne bir daha dönmek gerekirse mistik kökenli zındık­lığın (âyet ve hadislere, çok dolaylı yollardan tutunarak İslâm'ın oriji­nal değer­le­rini çar­pıtmak suretiyle) t oplumun imânı üzerinde yaptığı yıkıcı etkilere bir nebze değinmekte yarar vardır. Bu etkileri, ayrıntılarıyla çok geniş boyut­larda ele almak başlı başına ayrı bir inceleme konusu­dur. Bu nedenle so­ru­nun iç­yüzünü or­taya koymak bakımından aşağıdaki açıklamaların, ye­terli bir fikir vermesi umulur.

 

Mistik zındıklığın artık kendine özgü bir dili ve lûgatı vardır. Bu dil ve lûgat, İslâm’ın imân ve ahlâk terminolojisi kullanılarak oluştu­rulmuş, ge­liştirilmiş ve asırların akışı içinde kurumlaştırılmıştır. Dolayısyla bu dil ve lûgat içinde bulunan İslâm'a ait orijinal terimleri, ifade ve kavramları te­ker teker ayıkla­mak, ya da onları, kendilerine yüklenmiş olan küfrî ve şirkî an­lamlardan arındırmak çok zordur. Elbette ki bu iş İslâm âlimlerine düşmek­tedir.

 

Örneğin «veli» kavramını ele alalım. Bu kelime Kur’ân-ı Kerîm'in ve İslâm'ın öz malıdır. Çoğulu «Evliya»'dır. Aynı zamanda mistik çev­reler ta­ra­fından da okunan ve muteber sayılan Kadı Beyzâvî'nin, Envâru’t-Tenzîl; el-Khazin'in, Lübâbu’t-Te'vîl; Nesefi'nin Medârik ve Firûzâbâdî'nin İbniabbas Tefsiri gibi kaynaklarda ve daha birçok tefsir ki­taplarında «Veli»'nin anlamı: Dost, seven, sahip, malik, destekleyen, ko­ruyan; (adına karar verme yetkisine sahip olduğu kimsenin) işlerini yürü­ten demektir.[18] Ne varki mistik rûhânîler, bütün bunlara ek ola­rak «veli» sözcüğüne bazı yabancı anlamlar daha yüklemişlerdir. Yaklaşıklık ilgisini pek ustaca kullanarak yaptıkları bu sinsi yakıştırma Kur’ân-ı Kerîm'in gerçeklerine, mesajlarına ve özüne tamamen aykı­rıdır.

 

Nedir bu yakıştırma ?

 

Bunu kavrayabilmek için Kur’ân-ı Kerîm'de «veli» denilen insana, ay­rıca hangi nitelikler verildiğine ve nasıl tanıtıldığına bakmak gerekir. Bunun için de mistik saplantıları olmayan tefsir âlimlerinin eserlerine bakmak ye­terlidir.

 

Doğrusu bu konunun ağırlık merkezini Yunus Sûresi'nin, 62, 63 ve 64 üncü âyet-i kerîmeleri oluşturmaktadır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm'de «veli» ve «evliya» sözcükleri birçok yerde geçmesine rağmen, speküla­törler ille de bu üç âyete yapışmış, zihinlerinde hayal ettikleri «veli» ti­pini, (yani in­san şeklin­deki mitolojik tanrıyı) bu âyetlere yakıştırdıkları yorumlarla ya­rat­mışlardır.

 

Şimdi bakalım Allah Teâlâ bu âyetlerde ne buyuruyor:

 

«İyi bilin ki Allah'ın velileri için ne korku var, ne de onlar üzülür­ler.»

 

«Onlar ki inandılar ve korunurlar.» [19]

 

«Dünya hayatında da âhirette de müjde onlara ! Allah'ın sözleri de­ğiş­mez. İşte büyük başarı budur.» [20] 

 

Demek ki her şeyden önce veli:

 

1- İnsandır; Doğar, büyür, yaşar, yer, içer, dışkı yapar, unutur, yanılır, hastalanır, ölür ve çürür.

 

2- Ama diğer tüm insanlardan farklı olarak geleceğinden korkmaz. Çünkü gaf­let içinde yaşamaz ve hazırlıklıdır.

 

3- Geçmişinden dolayı üzülmez. Çünkü geçmişi temizdir. 

 

4- Rabbine güçlü bir imânla bağlıdır.

 

5- Allah'ın emir ve yasaklarına titizlikle uyar ve O'nun koyduğu sı­nır­ları çiğ­nemekten korunur. Bunu yapmak için de her çareye baş vu­rur.

 

İşte Kur’ân-ı Kerîm'deki veli -yukarıdaki âyetlerin ışığında yapılabi­le­cek en geniş bir yorumla - budur. Ama gelin görün ki tarikatçılıkta veliyi böyle ta­nımlamak âdetâ ona hakaret etmek demektir. Veliyi bu kadar basit­leştiren ve onu insan derekesine indirgeyen kimse onlara göre: «zındıktır, mün­kirdir, dinsizdir!..» vs. Bu çevrelerin en seviyeli olanlarına göre ise «Veli: Hayatını mücadelelerle ve azîmet ve fevka­lâde bir zühd ve tâat'a sarfederek kendisin­den, Allah Teâlâ’nın izniyle ga­yıbdan haber vermek ve gaybî ahvâli keşfetmek gibi ilmî ve kevnî ha­rikalar zuhura gelen zât. » dır.[21] 

 

Veli için ancak en ılımlı mistikçiler bu portreyi çizmekle yetinmek­te­dir­ler. Oysa velilik felsefesi aslında zındıklığın eksenini oluşturmak­tadır. Nitekim bakınız Zunnun-i Mısrî bu konuda ne diyor:

 

«Velilik ve arınmışlık erbabı yanında ancak abdestli ve pak olarak otu­runuz. Çünkü onlar gönüllerin casusudur.»[22] 

 

Kökü Animizm'e kadar dayanan mistik zındıklığın bu yorumları, gö­rüldüğü üzere epey zorakidir ve ölüye tapma özleminden kaynak­lanmak­tadır. Nitekim «el-Evliyaiyye» (yani evliyacılık)  adı altında bir tarikat var­dır ki bu tarikatın bağlıları  şöyle bir inanca sahiptirler:

 

«Kul, velilik mertebesine ulaşınca artık mükellef olmaktan çıkar.»[23] Yani, insan veli olunca onun için emir ve yasaklar artık söz konusu de­ğildir. İstediği şekilde davranabilir. (?!)

 

 Zendekanın, zaman içinde oluşmuş birikimleri arasında Kur'ân'a ve İslâm'a aykırı o kadar terim, tanım, ifade, menkıbe, hikaye, şiîr, yo­rum, ri­vâyet, görüş ve açıklamalar vardır ki her biri ciltlerle kitap ko­nusudur. Bunlardan bazı ör­nekler şöyledir:

 

1-Evliya rütbeleri:

Aktâb, ebdâl, evtâd, Nücebâ, nukabâ, gavs, üçler, yediler ve kırklar;

 

2-Tarikat Kuralları:

Hûş der dem, Nazar ber kadem, sefer der vatan, halvet der encü­men, yâd kerd, bâz geşt, nigâh daşt, yâd daşt, vukuf-i zamanî, vukûfi adedî, vukûf-i kalbî.

 

3-Şeyh adlarının anılması sırasında kullanılan dua sözleri:

Kaddesellahu sirrehu'l-Aziz, Kuddise sirruhu, Emeddenellahu bi­'im­dâdatihi, Himmeti hazır olsun, Destûr ya pîr ...vs.

 

4-Allah'a yakarış:

Allahümme sahhan, sahhan sahhan; Bisa'sain, bisa'sain,...ve'l-Baha-i ve'n-Nuri’t-Tâmmi, bisehsehûbin, bisehsehûbin, zi'l-Arşi’ş-Şâmikhi, bi­tah­tahûbin, bitahtahûbin... vs.[24] 

 

5-Çeşitli terimler:

Şeyh, mürid, cân, derviş, postnişin, seccâdenişîn, bende, salik, halife, sil­sile-i sâ­dât, mürşid-i kâmil, ricâl'ul gayb...

 

Türbe, tekke, hânegâh, sanduka, atebe, ocak...

 

Tarikat, el alma, el verme, telkin, râbıta, hatm-i huwâcegân, teveccüh, le­tâif-i hamse, çile, riyâzet, seyr-u sülûk, uzlet, fakr, halvet, himmet, rûhânî­yetten is­timdâd, kurbiyet (kurbet değil), ubûdiyet (İbâdet değil), azîmet (azim değil)...

 

Kışr, lübb, aşk (muhabbet değil), sema, vecd, sekr, sahv, mahv, zevk, şurb, cezbe, bast, kabz, terk-i ihtiyar, murâkabe, müşahede, iskat-i tedbir, su­kut-i tek­lif, fena, baka, vücûd, şühûd, mükâşefe, hulûl ve itti­hâd...

 

Bunlar zendeka lite­ratürünün  sadece bir bölümünü oluşturur. Bu te­rimlerin ba­zı­larında harf de­ğişikliği yapılmıştır. (Doğru şekilleri yu­karıda parantezler içinde gösterilmiş­tir.)

 

Bu literatürdeki spekülasyonların özeti ise şudur:

 

Yukarıdaki yabancı terimlerin içerikleri, yaklaşıklık ilgisinden ha­reket edile­rek tamamen İslâm'ın malı olan değerlerle yer yer çok ustaca sentez­lenmiş ve deyim yerinde ise yabancı inanışlar, islâmî bir örtü içinde su­nulmuştur. Müslümanın, esasen işini bunlara karşı zorlaştı­ran ve onu za­man zaman şa­şırtan nokta işte budur.

 

Şimdi de seçtikleri terimlerimize bir göz atalım ki âdetâ balla zehiri ka­rıştırır gibi bunları İslâm'dan alıp kelime yapısında bazen değişiklik de ya­parak yuka­rıdaki sembollerin içeriklerinde dolgu maddesi olarak kullan­mışlardır.

 

Zendeka literatürüne daha çok alınmış olan değerlerimizden bazı­ları şunlar­dır:

 

Veli, evliya, imam (mürşid-i kâmil değil), Kurbet (Kurbiyet değil), ke­râmet, (Buna kendilerine göre farklı bir içerik kazandırmışlardır.) Zikir (vird değil), tezekkür, tefekkür, vesile, şefaat, dua, huşu' (ya da haşyet), hu­zu', tâlim (telkin değil), tazarru' hamd, sabır, şükür, sai, kesb, cihâd (mücâhede değil), azm, ihlas, tevekkül, zühd, takvâ, vera, sıdk, niyet, isti­hâre, istişâre, tevbe (şeyh inabesi değil), tevazu, iktida, tâat, kanaat, muhab­bet (aşk değil), tecelli, tafwıyz, (kadere) rıza, haya, şerîat ve amel...

 

 

Ayrıca şu örnek, zendekanın kendi içindeki çelişkileri yansıtmak ba­kı­mından ilginçtir:

 

«Az ye, az uyu ve halktan kaç, arslandan kaçtıkları gibi ...» [25] Halbuki Hz. Peygamber'(sav) in, ashâbının ve selef-i salihîn'in hayatına baktığı­mızda (Evet az yeyip az uyudukları doğrudur, ama) sürekli hal­kın arasında olduklarını, en muteber kaynaklardan rahatça tesbit edebi­liyoruz. Hayatları belgesel olarak or­tadadır. Çünkü sorumlulukları bunu gerektiriyordu. 

 



               

[1].  Magdi Wahba- Kamel al-Muhandes, A Dictionnary Of Arabic Literary And Linguistic. S.108-109. Librairie Du Liban Beyrut 1979. İlgili bölümün ter­cümesi : F.Aydın.

               

[2].  A.g.e.

               

[3]. Bkz. Gazalî, el-Munkız'u Min'ed-Dalâl S.17 Mısır-1952 İkinci baskı.

 

[4]. Bkz. İbn Khallikân, Vefeyât'ül-Âyân: 1/94 -Dip Not-

 

[5]. Bkz. Gazalî, el-Munkız'u Min'ed-Dalâl S.17 Mısır-1952 İkinci baskı.

               

[6]. Bu ünlü kavgalardan biri de Osmanlı Tarihi'inde 1590-1650 yılları ara­sında cere­yan etmiştir. Üçüncü Sultan Mehmed Dönemi'inden Dördüncü Sultan Mehmed zamanına ka­dar süren bu olay Kadızadeliler olarak tanınan bir grup fakih-vaiz ile dönemin tari­kat şeyh­leri arasında meydana gelmiştir. (Bk. Ord.Prof. İ.Hakkı Uzunçarşılı Osm.Tarihi : 3/354-362)

[7]. Bunlara sofi, mutasavvıf, yada tasavvuf erbabı demek son derece yanlıştır. Bunlar zâhittir. Zâhit ise; doyumlu, gözü tok ve haramdan sakınmak için, helâlin en azıyla yetinen demektir. Tasavvufçular ve tarikatçılar, inanış ve düşüncelerini meşrulaştırmak için bu şahsiyetlerle kendileri arasında bir benzetmeden yola çıkarak insanları yanıltmaktadırlar. Mü’minlerin, bu tür sömürüye karşı uyanık olmaları gerekir!

 

[8]. Abdükadir şeybe, El-Edyanu’l-Muasıra : S.128-133

 

[9]. Haris El-Muhasibi : (H.243) İlk zâhidlerdendir. İmam-ı Hanbeli O'nunla konuş­mazdı. O da bu yüzden kimseye gözükmüyordu. Ölünce cenazesine dört kişiden başka kimse katıl­madı.  (İbn. Khallikân, . Vefeyat'ül â'yân : 2/57)

[10]. Raşahat Aynulhayat : Tasavvuf kitabı. Yazarı : Hüseyn b.Ali el-Vaiz el-Kaşif el-Beyhaki'dir. Müellif, bu kitabını H.910/M.1504 de farsça olarak tamamlandı ; H.993/M.1585 de Üçüncü Sultan Murad için Türkçeye çevirildi. (Bk. Keşfu’z-Zunûn :1/903-904)

 

[11].  A.g.e. S. 34

               

[12].  Kur’ân-ı Kerîm 7/205

               

[13]. Kur’ân-ı Kerîm 7/205

               

[14]. Ekber şah : (M.1542-1605) Hint-Moğol İmparatorluğu'nun üçüncü hükümdarı. Humayûn  şâh'ın  oğlu, Babür şâh'ın torunudur. Adı Mahmud Celalüddîn, künyesi ebu’l-Feth'dir. Mistik bir ruh yapısına sahipti. Onun için din konusunda ha­yatı boyunca bocalayıp durdu. Hindu-Müslüman kavgalarına, aklısıra bir çö­züm getirmek amacıyla 1573 te hoşgörü esasına da­yanan bir din kurdu ve buna : Din-i İlahî adını verdi. Hocası Abdüllatif Kazvinî ve mutu­savvıf Ebu’l-Fazl'ın etkileriyle bu saplantılara girmiş ol­ması ihtimali büyüktür. Özellikle Ebu’l-Fazl'ın etkisiyle İslâm'dan soğuduğu, bir ger­çektir. Bu yüzden 1582-1585 yıl­larında Müslümanlara karşı amansız bir baskı uyguladı. Onları ezdi. 1582 de valileri topla­yarak kurduğu dini ilan etti. Ancak 18 kişiden başka kimsenin girmediği bu nevzuhur din, Ekber'in 1605'de ölümü üzerine hemen unutuldu.

               

[15]. Mirza Ali Muhammed seyyid : (Şiraz.1819-Tebriz.1850) Babiliğin kurucu­sudur. Bir tüccarın öksüz oğluydu. Mistik bir mizaca sahipti. 1844 de Kerbelâ'ya giderek Şeyhiler'le haşır neşir olunca sapıttı. Peygamberlik taslaya­rak Bâbîlik adı altında bir din uydurdu ve kendine «Bâb» unvanını taktı. Bunun üzerine Kacar Hanedânı'ndan Nasreddin şah'ın em­riyle 1850 yılında Tebriz'de kurşuna dizildi. Davasını Subhu’l-Ezel (Mirza Yahya Nuri) üst­lendi. O da sonra Bağdad'a kaçtı. Ardından, Osmanlılar ta­rafından Kıbrıs'a sü­rüldü.

               

[16]. Mirza Hüseyin Ali : (Tahran.1817-Akka.1892) «Bâb» ın davasını üstlene­rek Bahâîlik adı altında düzmece bir din kurdu. 1852 de İran'dan sınır dışı edi­lerek Bağdad'a sü­rüldü. Bahâîliğin esaslarını koydu. Osmanlılar tarafından 1864 de Edirne'de, 1868 de Akka'da gözetim altında tutuldu. Ölünce yerine oğlu Abdülbaha (Abbas Efendi) davasını yü­rüttü.

 

[17]. Mirza Gulam ahmed Kadyânî : (Öl.1908) Kadyânîliğin kurucusudur. ingi­lizle­rin Hindistan'daki emellerine hizmet etmek ve İslâm’ı içinden çökertmek için bu dini kurdu.

 

İslâm Konferansı Teşkilatı İslâm Fıkıh Akademisi Konseyi'nce 22-28.Aralık.1985 ta­rih­lerinde Cidde'de düzenlenen kongrede Kadyanîlik hak­kında alınan kararın bi­rinci mad­desi şöyledir:

 

«Mirza Gulam Ahmed'in, peygamber ve ilâhî elçi olarak gönderildiği, kendi­sine vahiy indiği yolundaki iddiaları, (dinde zorunlu, kesin ve yakînî şekilde sabit olan de­lilleri, keza peygamberlik müessesesinin Hz.Muhammed'le son bulduğu ; Ondan sonra da kimseye kesin­likle vahiy inmeyeceği) gerçeklerini açıkça inkâr etmektedir. Bu id­dia ise gerek Mirza Gulam Ahmed'i, gerekse O'na muvafakat edenlerin tümünü İslâm dininden çıkmış mürtedler kılmak­tadır.»(Arapçadan tercüme : F.Aydın)

 

Ayrıca, merkezi Mekke'de bulunan İslâm Birliği Teşkilatı'nın öncülüğünde, nisan 1974'de düzenlenen bir kongreye, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen İslâmî örgüt liderlerinin katılma­sıyla 5 maddelik bir deklarasyon imzalanarak Kadyânîler, İslâm düşmanı ve kâfir bir top­luluk ilan edilmiş, bu dine bağlı olanların yıkıcı faaliyet ve propagandalarına karşı bir dizi önlem kararlaştırılmıştır. Esasen, Millî Türk Dini hakkında da böyle bir kararın alınması zorunludur. Çünkü bu dinin temel amacı, İslâm’ı sinsi yollarla silip ortadan kaldırmaktır! 

 

Buna paralel olarak Pakistan İslâm Cumhuriyeti Parlamentosu da 49/1974 sayılı bir kanunla ana­yasanın 106. ve 760. maddeleri'inde değişiklik yapmak suretiyle kadyânîleri İslâm dışı bir toplu­luk olarak kabul etmiş, kanun, 17.Eylül.1974 günü Cumhurbaşkanı tara­fından onaylanmıştır.

[18]. Bk. Mecmau’t-Tefâsîr : 1/401, Çağrı Yayınları Temel Eserler No.1 İst,-1979

 

[19]. Yunus Sûresi'nin 63'üncü âyet-i kerîmesinde «korunurlar» biçiminde tercüme ettiği­miz kelime, Arapça «takvâ» kökünün türevlerindendir. Bu önemli kavram, türk meâlcileri taraın­dan -maalesef- başarıyla tercüme edilememiştir. Bilgi için Bk. Dindarlık ve Takvâ.

               

[20]. Kur’ân-ı Kerîm 10/62, 63, 64

               

[21]. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat : (Veli Maddesi) Türdav, İstanbul-1993

               

[22]. Muhammed Ali et-Tehânevî, (öl. H. 1158/M. 1745) Keşşaf'u İstilâhâti’l-Funûn : 2/383 Kahraman Yayınları, İstanbul-1984 (İlgili pasajın tercümesi : Ferit AYDIN)

               

[23].  Bu cümlenin farsça aslı şöyledir : «Goyend çun abd be mertebe-i velâyet re­sed, ez taht-ı hitâb-ı emr'ü nehiy ber ayed.» (Muhammed Ali et-Tahânivi, Sayfa : Üst no.1530/Alt no.384. Tercüme : Ferit Aydın.)

 

[24].  Tekerlemeye benzeyen : Sahhan, sahhan sahhan ; Bisa'sain, bisa'sain ;  bisehse­hû­bin, bisehsehûbin sözcükleri tamamen uydurulmuştur. Bunların hiçbiri, ne Arap sözlü­ğünde yer almaktadır, ne de hiçbirinin anlamı vardır !  Bk. Füyûzât-ı Rabbaniye, Bedir Yayınevi S. 83-107 (Çeviren Celal Yıldırım)

 

[25]. Raşahât S. 32