"Râbıtanın Şartları ve
Uygulanış Biçimi:
Bilindiği üzere her tarîkatın kendine özgü birtakım kuralları vardır.
Bunlar âdetâ birer kanun gibi, daha doğrusu "Allah'ın
ya da Peygamber'in birer emri olarak" tarîkat bağlıları tarafından
titiz bir şekilde uygulanırlar. İşte -konumuzun özünü oluşturan- "râbıta" da bu kurallardan
biridir.
Zikrin değişik bir biçimi olarak da tanımlanan râbıta, Nakşibendî Tarîkatı'nda
şeyh-mürîd ilişkisinin çok önemli bir halkasını oluşturur. Mürîdin şeyhe
mutlak, kesin ve sürekli bağlılığını sağlamak üzere konmuş olan bu kuralın
belli zamanlarda, belli uygulanış şekilleri vardır. Aynı tarîkatın bir
cemaatinden diğerine küçük farklarla icra edildiği ise bir gerçektir. Genelde "Hatm-i Huwâcegân" adı
altında uygulanan zikir merasimi sırasında halka şeklinde oturan mürîdler,
şeyhin ya da onun adına “hatm"i
yöneten vekilinin bir işareti üzerine râbıta yaparlar. Bu işaret, halkada bulunanların
rahatça duyabileceği orta bir sesle "Râbıta-i Şerîfe !", "mürşide
râbıta", ya da benzer bir komuttan ibarettir.
Nakşibendî Tarîkatı'nın dili
Farsça’dır.[1] Dolayısıyla bu komutun da Farsça mı, yoksa (İslâm'da ibâdet dili olan) Arapça mı, ya
da başka bir dille de yapılıp yapılamayacağına ilişkin herhangi bir açıklamaya
rastlanmamaktadır.
Şunu özellikle belirtmek gerekir ki râbıta, tarîkatta bağımsız bir âyin
değildir. Bilakis mürîd, râbıtayı pratikte ya kendi başına, zikrin bir parçası
niyetiyle, ya da bir grubun içinde "Hatm-i
Huwâcegân" âyininin kurallarından biri olarak yapar. "Hatm-i Huwâcegân" sırasında
yapılan râbıta, bu ayinin on kuralından biridir.[2] Şu
var ki tarîkat çevrelerince ona verilen olağanüstü önem sebebiyle bir yandan
bu cemaatlerin başındaki liderler tarafından sık sık işlenmiş, üzerine yazılar
ve kitapçıklar kaleme alınmıştır; diğer yandan râbıtayı İslâm dışı görenler,
onu çok kısa ifadelerle reddetmeye çalışmışlardır. Fakat râbıtayı çürütmek
amacıyla yazılmış kapsamlı ve belgesel bir reddiyeye bugüne değin rastlanmamıştır.
Yukarıda ifade edildiği gibi râbıta, mürîd tarafından "Hatm-i Huwâcegân" âyini
dışında ve yalnız başına da yapılabilmektedir. Bu münferid râbıtanın en çok yapıldığı
zaman "Wird"e başlamadan
önceki dakikalardır.
"Wird": Şeyh tarafından mürîde telkin
edilmiş ve günün belli saatlerinde tekrarlanması istenmiş olan rûhânî ödev
demektir. Bu ödev, belli sözlerin yüzlerce hatta binlerce kez tekrar
edilmesiyle yerine getirilir. Râbıta ise ondan önce yapılan zihinsel bir hazırlanmadır.
[3]
Gerek sistematik bir âyin biçimi olan "Hatm-i Huwâcegân" merasimi ve tüm ayrıntıları (ki bunlardan biri de râbıtadır), gerek
bu ayrıntılardan her biri, gerekse şeyhin rûhânî bir ödev olarak mürîde
verdiği herhangi bir ders, wird, telkin, emir ve tâlimat, tarîkat protokolünde
zikrin kapsamına girer. Yani bunların hepsi, ya da herhangi biri, tarîkatın
avam dilinde genel bir tabirle, "zikir"
[4] olarak adlandırılır. Dolayısıyla râbıta da
Nakşibendî Tarîkatı'nda bir zikir şeklidir.
Râbıtanın uygulanışı sırasında mürîdin oturuş biçimi, fiziksel ve zihinsel
durumu ile yer, zaman ve ortam çok önemlidir. Bu durumları şu şekilde özetlemek
mümkündür:
a) Abdestli olmak:
Râbıta yapan kimsenin, özellikle "Hatm-i
Huwâcegân" halkasında bulunuyorsa -her şeyden önce- abdestli olması gerekir. Nitekim bu âyin genellikle
sabah, ikindi ve yatsı namazlarından sonra düzenlendiği için halkaya katılan
mürîdlerin hepsi zaten abdestli olurlar. [5]
b) İnâbeli olmak:
Yani mürîdin, mürşid olarak kabul ettiği şeyhe, ya da vekiline önceden
bey'at etmiş olması gerekir. Buna, tarîkat dilinde “El almak" da denir. Zaten Nakşibendîlere göre bir şeyhe
bağlanmayan (Yani daha açıkçası tarîkata
girmeyen) insanın öncüsü şeytanın ta kendisidir. [6]
Şeyhlerden kimisi, aynı tarîkata
bağlı olsalar bile kendisinden el almamış bulunanları (yani başka bir şeyhin mürîdlerini), yönettiği "Hatm-i Huwâcegân" halkasına kabul etmez. Bazıları ise bu
konuda herhangi bir ayırım yapmazlar. Dolayısıyla tarîkatın bütün kurallarında
olduğu gibi bu noktada da hemen her şeyhin yorumu ve protokolü farklıdır.
Ancak halkaya oturan mürîd, her halükârda râbıtasını kendi şeyhine yapar. Bu
vesile ile şunu da belirtmek gerekir ki kendi ifadelerine göre «Tarif edilen şekilde fenâ ve bekâ [7] mertebelerine ulaştıkları şehâdetle sabit
olmayan kimseler her ne kadar zikir tâlimine mezun ve memur olsalar da
kendilerine râbıta ettiremezler» [8]
Bu konuda bazı şeyhlerle
halîfeleri arasında polemikler ve tartışmalar bile cereyan etmiş, hatta önemli
bir olay diye yakın tarihin Nakşibendîlerine ait kitapçıklarda yer almıştır... [9]
c) Kapıyı kitlemek:
Aslında kapının içerden kitlenmesi sırf râbıtaya bağlı bir kural değildir.
Nakşibendîlere göre bu, "Hatm-i
Huwâcegân" âyininin bir ayrıntısıdır. Bununla beraber râbıta yalnız
başına bile yapılsa yine de sakin bir yer tercih edilir. Şu var ki -yukarıda da değinildiği üzere- râbıta, "Hatm-i Huwâcegân" âyininin
kurallarından biri olduğu için bu merasimin bir öğesi olarak icra edilirken
zaten kapı kitli bulunmuş olur. Yakın tarihin Nakşibendî şeyhlerinden İsmet Garîbullah,
«İnâbe böyle ta'lîm etti ol mâh,
Kapanmak kapı sünnettir ol âgâh» [10]
mısralarıyla tarîkatın bu
kuralını anlatmaya çalışmaktadır.
d) Ortamı Karartmak:
Vakit gece ise ışıkları söndürmek, gündüz ise pencerelere perde germek
suretiyle ortam karartılır, ya da en azından loş hale getirilir. Ancak bunlar
özellikle "Hatm-i Huwâcegân"
âyininin yapıldığı mekân için söz konusudur. Tek başına râbıta yapan kişi,
oturduğu yerde başından aşağıya bir çarşaf, ya da puşu gibi bir şey örtmek suretiyle
de bu ortamı sağlayabilir.
e) «Ters Teverruk» Oturuşu İle
Oturmak:
Bunun şekli şöyledir: Şafiî Mezhebinde namazdaki son oturuşun tam tersi
olarak sol ayak dik tutulur (yani topuk
yukarıda, parmak uçları ise yerdedir.) Sağ ayağın parmak uçları da -köprü gibi duran- sol bacağın altından
biraz dışarı çıkarılır. Bu durumda sağ baldır tamamen yere yapışıktır, vücut
zorunlu olarak sol tarafa doğru eğimlidir ve eller namazda olduğu gibi yine
dizler üzerinde bulundurulur. Bu oturuş şeklinin, yakın tarihte yaşamış olan
bazı Nakşibendî teorisyenleri tarafından öngörüldüğü anlaşılmaktadır.[11]
f) Gözleri Yummak:
Gerek "Hatm-i
Huwâcegân" sırasında, gerekse mürîdin tek başına yaptığı râbıtada
gözler yumulur. Hem hatim âyinini yöneten şeyh veya temsilcisi, hem de
mürîdler aynı şeyleri yapmak durumundadırlar. Mürîd, hatim dışında ve yalnız
başına râbıta yaparken de yine gözlerini yumar. [12]
g) Nefesi Kontrol Altına Almak:
Râbıta yaparken ağız kapalıdır, soluk burundan alınır. Nakşibendî
Tarîkatı'nda başlıca iki çeşit zikir vardır. Bunlardan biri sözlü zikir olan "wird"dir, diğeri ise zihinsel
zikir olan "râbıta"dır ki
her ikisinde de nefes kontrol altında bulundurulur. [13]
h) Sabit ve Hareketsiz Durmak:
Yakın tarihte Nakşibendî Tarîkatı'na yeniden şekil verenler, Hatm-i Huwâcegân, zikir, râbıta ve
benzeri âyinlerin uygulanışı sırasında mürîdin hareketsiz durmasını, ah, vah
gibi ızdırap ve hüzün ifade eden sesler çıkarmamasını ve inlememesini şart
koşmuşlardır. Onlara göre bu tür davranışlar şeytanın giriş kapısı ve nefsânî
duyguların doyuma ulaştırılması olarak nitelenmiştir.[14]
ı) "Mürşid"in Sûretini
Zihinde Canlandırmak:
Bu kural râbıtanın özünü oluşturur. Diğerleri ise buna bağlı olarak
ikinci derecede ayrıntı sayılırlar. Nakşibendîlikte «Tarîkat Âdâbı» diye sıralanan kurallar içinde en önemli unsur olarak
râbıtadan söz edilirken bu nokta üzerinde daha ısrarlı bir şekilde durulmuştur.
[15]
Yapılan açıklamalara ve tarif
şekillerine göre mürîd, bu ödevi yapmak için gerekli şartları yerine
getirdikten ve gözlerini yumduktan sonra bütün dikkatini şeyhinin cismânî
varlığı üzerinde toplamaya ve onun siluetini hayâlinde canlandırmaya çalışır.
Nakşibendî Tarîkatı'nın, özellikle yakın tarihte oluşmuş Süleymancılık ve Menzilcilik gibi bazı kollarında şeyhin
fotoğrafına bakmak suretiyle de râbıta yapılmaktadır. Mürîd bunu yaparken,
şeyhinin nur deryası olduğuna inandığı kalbinden kendi kalbine bu nurların bir
çağlayan gibi aktığını da aynı şekilde canlandırmaya gayret eder.
Râbıta yapanın konsantre olabilmesi, vecd halini yaşayabilmesi, (yani transa geçebilmesi) için onun, yukarıda
anlatılanlara ek olarak -aynen gerçekmiş
gibi- düşüneceği daha birçok şey vardır. Bunlardan bazılarını, Nakşibendî
yazarlardan biri aynen şu ifadelerle açıklamaktadır:
«Kendinizi vâkıa halinde ölü ve
teneşir tahtası üzerinde, kefene sarılmış tasavvur edeceksiniz (...)
«Mezarda olduğunuz halde,
mürşidi, pîri, Allah ile aranızda vesîle ve vasıta mevkiindeki zatı düşünerek,
onu yanınızda ve karşınızda farzederek ve onun yüce alnına, yani iki kaşı
arasına gözlerinizi dikeceksiniz !»
« (...) o zatın ulu simasına
hayâl hazinenizde yer verecek, onu kalbinizde hayâl yoliyle durduracaksınız.!»
[16]
i) Mürşidin Rûhâniyetinden
İstimdâd Etmek:
Râbıtanın çok önemli kurallarından biri de budur. Nakşibendî ruhânîlerine
ait mektup ve kitapçıklarda bunun önemi sıkça vurgulanmıştır.
«Rûhâniyetten istimdâd»'ın ne demek olduğuna gelince bu,
mürîdin şeyhinden himmet, bereket ve yardım dilemesidir. Bunun için şeyhin
genç, yaşlı, sağ, ya da ölmüş olması arasında hiç bir fark yoktur. Hatta ölmüş
olan şeyhin, kınından çekilmiş kılıç gibi olduğu, yani bütün maddesel kayıtlardan
sıyrıldığı ve işlevini daha süratle yapabilecek durumda olduğu, yine bu tarîkatın
rûhânileri tarafından ifade edilmiştir. Dolayısıyla mürîdin râbıta yaparken
içinden, şeyhinin sûretini canlandırmasıyla birlikte ondan himmet ve medet
dilemesi râbıtanın kaçınılmaz bir kuralıdır.
Bu şartlar bir şeyhten diğerine çoğalıp azalabilir, yani değişebilir.
Nitekim bazı şeyhlerin, yolculuk sırasında veya çalışırken bile wirdlerini çekebileceklerine
ve râbıtalarını yapabileceklerine ilişkin mürîdlerini serbest bıraktıkları,
daha doğrusu onları bu durumlarda da boş bırakmak istemedikleri bilinmektedir.
Mürîd sık sık şeyhinin veya ona vekâlet eden yetkilinin sohbetlerinde sürekli
telkinler alarak râbıta için hazır hale getirilir. Bu sohbetler bir çeşit şartlandırma
seanslarıdır ; Son derece de etkilidir. Bu sırada oluşan mistik atmosfer içindeki
mürîdin psikolojik durumu, ders ya da konferans izleyen bir dinleyicinin, hatta
vaaz dinleyen bir mü'minin durumundan çok farklıdır. Mürîdin iç dünyasının
derinliklerinde bu telkinlerle o kadar şiddetli etkiler uyandırılır ki râbıta
sırasında o, kendinden geçmiş ve başka alemlere dalmış gibi olur. Arvâsî'nin tabiriyle:
«(...) mürîd, şeyhinin muhabbet
alâkasıyla saatten saate onun renk ve kıvamı içinde olgunlaşır. Aksetme
suretiyle de onun nurundan nur emer. Bu türlü faydalanma ve feyizlenmede, işin
nasıl ve ne olduğunu bilmek şart değildir. Kavunun güneş hararetiyle pişmesi
gibi sâlik, mürşidin terbiyesinde yavaş yavaş gelişir. Zamanla bu gelişme
kemâle erer. Rahmânî nefesin üflenmesine istidad kazanır.» [17]
Mürşid râbıtası için, genellikle
iki zaman vardır. Bunlardan biri "Hatm-i
Huwâcegân" âyini sırasında, diğeri ise her mürîdin yalnız başına
yapmak durumunda olduğu wird denilen sözlü zikre başlamadan öncedir.
Bununla beraber yine her şeyhe göre, râbıtaya ilişkin zamanlama değişebilir.
Esasen tarîkatta zikirle râbıta birbiriyle çok yakından alâkalıdırlar. Geniş
anlamda râbıta da zikirden sayılmakla beraber "Zikir" terimi özellikle sözlü wird için kullanılır. Zikir de râbıta da tarîkatın temel
kurallarındandır. Fakat daha önce de işaret edildiği gibi onlara göre râbıta zikirden
çok daha önemlidir.
İşte râbıtanın uygulanış biçimi ve şartları hakkında elde edilebilecek
en geniş bilgiler bunlardır denebilir.
[1].
Bk. Muhammed b. Abdillâh el-Khânî (H.
1213/M. 1798-H. 1276/M. 1862), El-Bahja’tus-Seniyye, S. 3, 50; BÖLÜM - II/7
Tasavvuf, Nakşîlik ve Râbıta (Kelimât-ı
Semâniye)
[2].
Tenwîr'ul-Qulûb adlı kitabın yazarı, Muhammed
Emîn el-Kurdî el-Erbilî'ye göre râbıta, Nakşibendî Tarîkatı'nda
zikrin 9.; “Hatm-i Huwâcegân“'ın ise 2.
kuralıdır. Bk. Age. S. 512. ve 522.
[3].
Wird hakkında Bk. BÖLÜM - II/7 Tasavvuf (Seyr-u
Sülûk); Kelimât-ı Semâniye (Yâd Kerd)
[4].
Zikir (Zikr): Arapça bir masdardır.
Zihinde, ya da sözlü olarak bir kimseyi veya bir şeyi anmak manâlarında
kullanılır. “Allah'ı zikretmek"
Kur'ânî bir tabirdir ve Allah Teâlâ'nın emirlerindendir. Yüce Rabb'imiz, Nisa Sûresi'nin 103'üncü âyet-i
Kerîmesi’nde meâlen: «Namaz kıldıktan
sonra, ayakta, oturarak ve yan gelerek
Allah'ı anınız.» buyurmaktadır. Yani normal olan her durumunuzda
Allah (cc)'ı hatırlayınız ve O'nun yüce adını tekrar etme şerefine nail olunuz,
demektir.
Keza Enfâl
Sûresi'nin 45'inci âyet-i Kerîmesi’nde de: «Ey
imân edenler! -düşmanlardan- bir toplulukla karşılaştığınız zaman
direnin ve Allah'ı çok anınız.» buyurulmaktadır.
Kurân-ı
Kerîm'de zikre, Allah Teâlâ'nın gerek Yüce adını, gerekse nimetlerini anmaya
çok geniş yer verilmiştir. Tarîkatlarda, (özellikle
Nakşibendî Tarîkatı'nda) ise zikrin Kur'ânî ölçülere uymayan biçimleri ve
kuralları vardır. Bu tarîkatta “Râbıta“ ve
“wird“ adı altında, rûhunu Hind mistisizminden alan uygulamalarla
zikir yapılır. (Bk. Kavramlar Dizini: “wird“ maddesi)
[5]. Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî Tenwîr'ul-Qulûb
s. 511, 512, 520
[6].
Age. S. 524, 525; A. Z. Gümüşhânevî, Jâmi’ul-Usûl S. 55; Muhammed b. Abdillâh El-Khânî, El-Bahja’tus-Seniyye S. 4; Ali Behcet, Risâle-i Ubeydiyye-i
Nakşibendiyye S. 7. Üniversite Kütüphânesi No. 77258
[7].
Bk. BÖLÜM - II /11 (Râbıta, “Fenâfillâh“
ve “Nirvana“)
[8]. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe
Risâlesi (Osmanlıca) s. 26 -
Sadeleştirilmiş nüsha, S. 27 N. F. Kısakürek. Beyazıt Devlet Kütüphânesi No.
243435-Süleymaniye Kütüphânesi-Celal Ötüken/232
[9].Bk. BÖLÜM - II/6. Rûhânîler ve Râbıta (Bağdadi ile Karşıtları Arasındaki Kavgalar)
[10].
Risâle-i Qudsiyye S. 89
[11]. Bk. M. Emin el–Kurdî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 511; A. Z. Gülüşhanevi, Jâmi'ul-Usûl S. 146; S. Zühdi, Majmûa’tul-Khâlidiyya S. 4; S. Zühdi, Nahja’tus-Sâlikîn S. 30; Ahmed el-Biqâî, Risâle'tun Fi Âdâb'it-tarîqa'tin-Naqshabandiyya s.
42
[12].
Bk. M. Emin el–Kurdî,
Tenwîr'ul-Qulûb s. 512; A. Z.
Gülüşhanevi, Jâmi'ul-Usûl S. 147; S.
Zühdi, Majmû’a’tul-Khâlidiyya (Sahîfe'tus-Safâ) S. 4
[13]. Bk. M. Emin el–Kurdî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 514
[14].
Bk. S. Zühdi, Majmû’a’tul-Khâlidiyya
(Nahja’tus-Sâlikîn): S. 24
[15].
Bk. Halid Bağdâdî, Risâletun fi
Tahqıyq’ır-Râbita s. 3; Ahmed Ziyâüddin
Gümüşhânevî, Jâmi'ul-Usûl s. 146; Muhammed
Emîn el-Kurdî el-Erbilî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 512
[16]. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe
Risâlesi,
[17].
Age. S. 20